کارگر

کارگر

 Abdel Bari Atvan şunları yazdı: ‘Yaşanan son çatışmalarda Gazze Şeridinden fırlatılan direnişin füzeleri, Yüzyılın Anlaşmasını başarısızlığa sürükledi ve yine bu füzeler, Lübnan, Irak, Suriye ve İran direniş eksenlerinin füzeleriyle birlikte, Golan tepelerini, Kudüs’ü ve Suriye’deki işgal altındaki bütün toprakları kurtaracaktır.’

Arap Dünyasının önde gelen analistlerinden Abdel Bari Atvan, Rey el-Yevm Gazetesindeki yazısında, Siyonist Rejimin peşinden giden Arap ülkeleri liderlerinin Mekke’de düzenlenen toplantıdaki konuşmalarını sert bir dille eleştirirken, Seyyid Hasan Nasrallah’ı övdü ve Nasrallah’ın Dünya Kudüs Günü münasebetiyle yaptığı konuşmaya değindi ve “Biz neden Seyyid Hasan Nasrallah’ın konuşmalarını, Mekke’deki toplantıya katılan liderlerin konuşmalarına tercih ettik ve bundan da asla pişman değiliz” diye yazdı.

Abdel Bari Atvan yazısında aynı zamanda Seyyid Hasan Nasrallah’ın direnişin füze gücü hakkında yaptığı konuşmaları dikkate alarak, “Acaba Hizbullah çok yakında Güney Lübnan’daki fabrikalarında keksin ve dakik füzeler üretip Lübnan hazinesinin kurtuluşuna katkıda mı bulunacak?” sorusunu yöneltti.

Abdel Bari Atvan şu ifadelerde bulundu: ‘Amerika’nın kendisi her türlü gelişmiş savaş uçağı ve füzeyi işgalci İsrail hükümetine verirken ve büyük bir küstahlıkla 300’den fazla nükleer başlığa, kimyasal ve mikrobiyal silahlara sahip olan Dimona Nükleer Santralinin faaliyetlerini desteklerken, direnişe hangi füzeyi üretip üretemeyeceğini dayatmaya hakkı yoktur.

Yaşanan son çatışmalarda Gazze Şeridinden fırlatılan direnişin füzeleri, Yüzyılın Anlaşmasını başarısızlığa sürükledi ve yine bu füzeler, Lübnan, Irak, Suriye ve İran direniş eksenlerinin füzeleriyle birlikte, Golan tepelerini, Kudüs’ü ve Suriye’deki işgal altındaki bütün toprakları kurtaracaktır ve bu konunun sadece zamana ihtiyacı vardır.

İster Yemenli olsun ister Filistinli ve isterse de Lübnanlı, güç ve caydırıcılık denklemleri, Trump’ı dehşete düşürdü ve bölgede bir savaş yaşanma ihtimali azaldı. Çünkü başta Amerika Başkanı ve korku içinde olan Arap müttefikleri olmak üzere herkes, bu defa direnişin vereceği karşılığın çok sert ve yıkıcı olacağını anladılar. Çünkü böylesi bir savaş, bölgedeki son savaş ve hatta bütün savaşların annesi olacaktır.’

Geçtiğimi günlerde Gazze’de düzenlenen Uluslararası Filistin İntifadasına Destek Konferansında, özellikle İran ve Hamas Hareketi arasındaki stratejik koalisyonun sonuçları vurgulandı.

 30 Mayıs'ta Gazze Şeridi'nde düzenlenen Uluslararası Filistin İntifadasına Destek Konferansında, Filistin İslami Direniş liderleri tarafından önemli duruşlar sergilendi ve bu, öneminin ve sonuçlarının değerlendirilmesi gereken bir konudur.
 

Toplantıdaki en önemli konuşmalardan biri, Gazze'deki Filistin İslam Direnişinin Komutanı Yahya Sinvar’ın açıklamalarıydı. Sinvar konuşmasında, bu hareketin ve diğer direniş gruplarının İsrail’le geçmişteki ve gelecekteki çatışmalarını değerlendirdi ve Hamas'ın 2014 savaşı sırasında işgal altındaki bölgelere 170’den fazla roket fırlattığını ve yeni bir savaş yaşanması halinde bu sayının onlarca katı füzenin İsrail’e fırlatılabileceğini söyledi.

 Sinvar açıklamalarında, önceki savaşlarda fırlatılan bazı füzelerin İran yapımı olduğunu ama diğer füzelerin İran’ın mali ve teknik desteği ile Gazze’de üretildiğini vurguladı.

 Yahya Sinvar şu ifadelerde bulundu: ‘Arap Dünyasındaki ülkelerin Filistin direnişini yalnız bıraktığı bir durumda, eğer İran’ın desteği olmasaydı, direniş ekseni bu ölçüde bir güce sahip olamazdı. Direnişi destekleyenler dostlar safındadır ve Kudüs şehrini satma pazarlığına oturanlar da düşman safı içerisinde yer almaktadır.’

 Bu açıklamaların en önemli sonuçlarından biri, Filistin'deki çatışmalarda direnişin stratejik rolü ile bölgesel direniş ekseninin ana direklerinden biri olan İran’a karşı, ABD’nin propaganda saldırıları arasındaki güçlü bağlantıda görülebilir. Diğer önemli bir konu da Filistin'deki en büyük direniş eksenlerinden biri olan Hamas tarafından Suudi-Birleşik Arap Emirlikleri-Bahreyn eksenine düşman safında yer verilmesidir.

 

İran ile Hamas arasında Stratejik Koalisyon

Suriye krizinin başlaması ve bu savaşın aniden, bölgesel ve uluslararası çok yönlü bir çatışmaya dönüşmesi ve bunun sonucunda İran ile Hamas arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar, bazılarının iki taraf arasındaki ilişkilerin kesin olarak bittiğini düşünmesine neden oldu. Gerçek şu ki, birçok bölgesel taraf, bu ilişkileri kendi çıkarları doğrultusunda kesmek istiyordu. Suriye'deki düşman kampı bunu Filistin meselesinin İran'ın elinden gitmesinin nedenlerinden biri olarak görüyordu. Ayrıca, bu ilişkilerin kesilmesiyle birlikte, Hamas'ı gelecekte Siyonist rejimle uzlaşmaya zorlanabileceklerini zannediyorlardı.

Bazıları da Hamas’ın İhvan-ı Müslümin ile olan ilişkilerinden dolayı, Amerika ile anlaşmaya gireceğini ve İhvan’ın bölgedeki uluslararası bir hareketine doğru yöneleceğini ve böylelikle direniş ekseninden çıkacağını düşünüyorlardı.

 Sinvar’ın son açıklamaları, Suriye krizinin büyük bir öneme sahip olmasına rağmen, İran'la Hamas arasındaki ilişkileri kesmediğini ve İran'ın bu harekete verdiği askeri desteğin artık füze gönderilmesiyle sınırlı olmadığını ve artık daha da önemli bir boyuta ulaşıp, İran'ın füzelerin nasıl üretilip geliştirildiğine ilişkin deneyimlerini aktardığını ve bunun asla durmayacağını göstermiştir. Bu, Tahran'ın Hamas'ı İsrail'le mücadele sürecinde stratejik ortağı olarak gördüğü ve ne kadar önemli olursa olsun mevcut ihtilafların bu stratejik ortaklığı değiştiremeyeceği anlamına geliyor.

 Öte yandan, bu konu, Hamas'ın da bu ilişkiyi sürdürmeye meyilli olduğunu ve bu konunun Hamas için stratejik bir boyuta sahip olduğunu kanıtlamıştır. Bölgedeki gelişmeler de Filistin direnişinin kabiliyetlerini sürekli olarak arttırdığını, bununla birlikte bu hareketin düşman İsrail karşısında silahlı direnişi vurguladığını gösteriyor.

 Sinvar’ın, Arap ülkeleri yalnız bıraktıktan sonra İran’ın tek destekçileri olduğu yönündeki açıklamaları, Arap halkı arasında Tahran’ın duruşundaki dürüstlüğü ve siyasetindeki şeffaflığı ve Amerika ve İran arasındaki çatışmaların boyutunun arttığını da göstermektedir.

 

İran’ın Filistin’e olan desteğinden dolayı yapılan İran karşıtı saldırılar

Siyonist rejimin ve onun Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump hükümeti içindeki ideolojik müttefiklerinin İran karşıtı kışkırtıcı politikalar izlenmesindeki rolü herkes tarafından bilinmektedir. Çoğu analist bu rolün, Lübnan ve Filistin’deki direniş eksenlerinin askeri ve füze yeteneklerinin geliştirilmesiyle ilgili olduğunu düşünüyor. Siyonist Rejim ordusunun, Gazze ile yaşanan son çatışmalarında ne kadar aşağılandığını ve bu çatışmaların İsrail içinde ve bölge ve dünya boyutunda ordunun imajı üzerinde nasıl yıkıcı bir etkisi olduğunu bilmeyen var mı? Bunu bilmeyen biri, Siyonistlerin İran’a olan kin ve nefretinin boyutu hakkında kesin bir bilgi sahibi olamaz.

Sinvar aynı zamanda Körfez ülkeleri kamplarını, Filistin davasını bir kenara bırakmak ve Kudüs’ü satmakla suçladı ve bu konunun da kendi içinde özel sonuçları vardır. Geçtiğimiz yirmi yıl boyunca Hamas, tüm Arap ve İslam ülkeleriyle daha iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Suriye savaşından önce Hamas’ın İran ile ve aynı zamanda Türkiye ve Katar ile bir koalisyonu vardı ve her zaman Mısır ve Arabistan’la da ilişkilerini düzeltmeye çalıştı. Ancak, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn'deki rejimlerin yaklaşımları bu politikayı sürdürmek için hiçbir yol bırakmadı. Şu anda, bu rejimler, Filistin davasının düşman kampına resmen girdiler ve Gazze'den Tahran'a kadar uzanan direniş ekseninin karşısında yer aldılar.

Pazar, 02 Haziran 2019 06:36

Kudüs Günü Nedir?

 Mukaddes Filistin toprakları ve Kudüs işgal edildiği günden beri, dünyanın her yanında, işgal bölgelerine sürüler halinde göç eden Yahudiler, kendiler için vaat olunmuş İlahi gazaba uğramanın eşiğine gelip dayanmışlardır.


Merhum İmam Humeyni bu İlahi misyonun ifası için ümmetin hazır olmalarını istemiş, her an tetikte bulunmaları ve gaflete dalmamaları için rahmet ayı olan Ramazan'ın son Cuma gününü, "Kudüs Günü" olarak ilan etmiş, bütün Müslümanlarının kalplerinin Kudüs'ün kurtarılması için çarpmalarını sağlamıştır.
Kudüs'ün kurtarılmasını mukaddes bir vazife olarak telakki eden, bunu İslam İnkılabının büyük hedefleri arasına kabul eden merhum imam Humeyni ve mübarek izleyicileri, her yönden olduğu gibi, bu yönden de İslam'ın ve Müslümanların izzetini koruyup yüceltmeyi başarmış ve kıyamete kadar devam edecek, mukaddes bir çığır açmışlardır…

Kudüs Günü, mukaddes Kudüs'ün ve Filistin'in kurtarılması, İlahi hükümlerin, gerçek hürriyet ve adaletin o bölgelerden başlayarak tüm yeryüzüne hükümran kılınması amacıyla ilan edilmiştir.
Kudüs Günü, bu ulvi gayenin ve mukaddes mefkürenin temel dinamiklerinden biri olsun diye ilan edilmiştir.
Kudüs Günü, dünya Müslümanlarını uyandırmak ve her daim teyakkuz durumunda olmaları için ilan edilmiştir.


Merhum İmam'ın söz konusu mesajı şöyledir:

Bismillahirrahmanirrahim
Ben uzun yıllar boyunca gâsıp İsrail tehlikesini Müslümanlara hatırlatıp durdum; bugünlerde Filistinli bacı ve kardeşlerimize karşı saldırılarını artırmış durumda. Bilhassa Güney Lübnan'da Filistinli savaşçıları ortadan kaldırabilmek için evleri teker teker bombalıyorlar.
Ben bütün müslüman devletler ve dünya Müslümanlarından bu gasıp ve destekleyicilerinin ağzının payını verme amacıyla birleşmelerini istiyorum.
Ve bütün dünya Müslümanlarına, Filistin halkı için kader belirleyici olabilecek olan ve ve Kadir günlerinden sayılan mübarek Ramazan ayının son Cuma gününü "Kudüs Günü" olarak seçip bu günü Müslüman Filistin halkının kanuni haklarını destekleme konusunda dünya Müslümanlarının milletlerarası dayanışma günü olarak belli program ve merasimlerle geçirmeyi öneriyorum.
Allah Teala'dan müslümanları küfür ehline galip kılmasını dilerim.
ehlader

Salı, 28 May 2019 05:23

Hz. Ali'nin Hayatından Bir Kesit

 O; Müminlerin Emiri, Vasilerin Efendisi ve  Resulullah'ın (s.a.a) hidayete götürücü, yol gösterici halifelerinin ilkidir. Kur'ân onun masum olduğunu ve her türlü kötülükten arındırıldığını açık bir dille ifade etmiştir. Resulullah efendimiz (s.a.a) onu, eşini ve iki oğlunu yanına alarak Necran Hıristiyanlarıyla lânetleşmeye gitmiştir. 

Peygamberimiz (s.a.a), onun sevilmesi farz olan akrabalarından olduğunu vurgulamış, defalarca onun Kur'ân-ı Kerim'le ilâhî görev itibariyle eşdeğer olduğunu; ikisine sarılmanın kurtuluşa, onlardan uzaklaşmanın ise alçalmaya neden olacağını dile getirmiştir.

 

Hz. Ali, çocukluğunun ilk dönemlerinden itibaren Allah Resulü'nün (s.a.a) bağrında yetişti. Onun hidayet pınarından beslendi. Onun için bütün yükümlülüklerini eksiksiz yerine getiren bir öğrenci ve zeki bir kardeşti. İman edenlerin ve namaz kılanların ilkiydi. Rabbinin yoluna kendini adayanların en samimisiydi. Gerek Mekke'de, gerek Medine'de, hem Peygamber'in (s.a.a) yaşadığı dönemde, hem de Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra, her türlü görünümüyle azgın cahiliyeye karşı verilen çetin mücadelede nebevî risaletin başarısı için kendini feda etmekten bir an bile geri durmadı; onun ilkeleri, risaleti, mesajları ve bütün değerleri içinde fena bulmuştu. Tüm boyutlarıyla hakkın somut bir numunesiydi. Bir parmak ucu kadar bile hakta yanılmadı, bir kıl kadar gerçekten sapmadı.

 

Dırar b. Damre el-Kinanî, Muaviye b. Ebu Süfyan'ın yanında onu vasfetmiş, sonunda hem Muaviye'yi, hem de orada bulunanları ağlatmıştı. Öyle ki Muaviye ona rahmet okumak durumunda kalmıştı. Şöyle demişti Dırar:

 

Allah'a yemin ederim ki Ali, ileri görüşlü ve çok güçlü biriydi. Konuştuğu zaman hakkı batıldan ayırır, salt adaletle hükmederdi. Her tarafından bilgi akardı. Söz ve davranışları hikmeti dile getirirdi. Dünyadan ve dünyanın çekici güzelliklerinden kaçardı. Geceye ve gecenin yalnızlığına sığınırdı. Çok ağlar, uzun tefekkürlere dalardı. (Sıkıntıdan) avuçlarını ovuşturur ve kendi nefsine hitap ederdi. Elbisenin kısasından ve yiyeceğin kurusundan hoşlanırdı. Aramızda, herhangi birimiz gibiydi. Yanına geldiğimiz zaman bize yaklaşırdı, bir şey sorduğumuz zaman cevap verirdi. Davet ettiğimiz zaman bize gelirdi. Bir haberi sorduğumuz vakit, haberi aktarıp bizi aydınlatırdı. Allah'a yemin ederim ki, ona yakın olmamıza ve kendisinin de bize yakın durmasına rağmen, onun heybetinden yanında neredeyse konuşamaz hâle gelirdik. Gülümsediği zaman, dişleri dizilmiş inciler gibi belirirdi. Dindar insanlara büyük saygı gösterir, yoksulları kendisine yaklaştırırdı. Güçlü olan, batıl işinde ondan cesaret alamaz, zayıf kimse de onun adaletinden umut kesmezdi.[1]

 

Hz. Ali (a.s) davetin ilk gününden itibaren Resulullah'ın (s.a.a) yanından ayrılmadı. Peygamber ile (s.a.a) beraber, kutlu davetin tarihi boyunca eşi görülmemiş bir cihat örneği sergiledi. Arabın kurtları ve Ehlikitab'ın azgınları tarafından hedef alınmasına rağmen, geceden şafak yarılıncaya ve sırf hakikat bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıp dinin önderi hakkı dile getirinceye, şeytanların çığlıkları kesilinceye kadar bu önemli görevini eksiksiz yerine getirdi.[2]

 

Resul-i Ekrem (s.a.a), bu kısa süre içerisinde cahiliye toplumunu değiştirmek üzere o müthiş adımları atmaya başlarken İslâm'ın önünde, büyük hedeflerine ulaşmak için meşakkatli ve uzun bir yol vardı. Bu ise eksiksiz bir stratejiyi ve akıllı bir önderliği kaçınılmaz kılıyordu. Bu önderlik, davanın birinci dereceden lideri Peygamber'den (s.a.a) iman, olgunluk, ihlâs, dirayet ve deneyim bakımından eksik olmamalıydı.

 

Son risaletin, tarih boyunca kesintisiz bir şekilde sürüp gelen bütün nebevî davetlerin özü, mücadele ve cihatlarının vârisi sayılan bu davetin geleceğini de plânlaması doğaldı... Nitekim öyle de oldu. Hz. Resul (s.a.a) Allah'ın emri uyarınca, bütün varlığını davetin varlığına adapte etmiş, davetin hedeflerinde kaybolmuş, cahiliyenin her türlü kalıntısından kurtulmuş, bütün cahilî tortulardan arınmış; bilinç, iman, ihlâs ve Allah yolunda fedakârlık bakımından yeterliliğin en yüksek derecesine yükselmiş bir kişiliği seçerken, davetin geleceğini plânlıyordu.

 

Resulullah'ın (s.a.a), kendisinden sonra düşünsel ve siyasî yetkili merci görevini yüklenmesi için özel olarak yetiştirdiği, yerine geçmeye hazırladığı kişi Ali b. Ebu Talip'ti. Ali'nin (a.s) görevi, Resulullah'ın (s.a.a), kendisi için hazırladığı muhacir ve ensardan oluşan bilinçli tabana dayanarak uzun değişim sürecini sürdürmekti.

 

Fakat toplumun derinliklerine kök salmış cahiliye, Bedir ve Hüneyn savaşlarıyla veya on yıllık bir mücadele ve savaşla kazınacak değildi. İslâmî sembollerin arkasına gizlenmiş olarak yeniden sahneye çıkması doğaldı. Belli bir süre geçtikten sonra bile olsa toplumsal sahnede yeniden görünebilmesi için İslâmî bir görünüme bürünmesi gerekiyordu. Ayrıca cahiliyenin, doğrudan veya dolaylı olarak önderlik makamına sızması da doğaldı. Böyle bir durumda, her taraftan tehlikelerle kuşatılmış, tabanı istenen bilinç ve olgunluk düzeyine ulaşmamış genç İslâm toplumunun meşru önderlik makamının arkasına gizlenerek cahilî kavram ve geleneklere dönüş yapılması ihtimal dâhilindeydi. Daha doğrusu az da olsa siyasî ve toplumsal bilinç sahibi bir önderlik böyle bir olayın gerçekleşebileceğini hesap edebilir. Peygam-berlerin sonuncusu Allah Resulü (s.a.a) bunu hesap edemez miydi?

 

Toplumun cahilî pratiğini değiştirmeyi, dönüştürmeyi hedefleyen İslâm risaletinin, bu olguyu bütün boyutlarıyla ve bütün derinlikleriyle göz önünde bulundurması kaçınılmazdı. Uzun ve kısa vadeli kapsamlı değişim projelerini ortaya koyması zorunluydu... Nitekim öyle de oldu. Risalet kurumu, teşriî mantığında belirlediği İslâmî hareket için doğal çizgiyi çizdi. Ümmeti düşünsel ve siyasal olarak, her türlü cahiliye kirinden ve pisliğinden arındırılmış Masum İmamlar'a yöneltti. Bunun ilk adımı olarak Hz. Peygamber (s.a.a) Ali'yi (a.s) Gadir-i Hum'da müminlerin emiri olarak atadı. Müslümanların tümünden onun adına biat alarak bu atamayı pekiştirdi.

 

İleriye dönük bu plân, Peygamber efendimizin (s.a.a) de beklediği gibi, doğru önderliğin koruyucu ve güvenilir tabanı olması gereken ümmetin bilinç noksanlığından kaynaklanan çok zararlı bir hadise ve akımla karşı karşıya geldi. Çünkü Müslümanların geneli, cahiliyenin, perde gerisinden kendilerinin ve genç İslâm devriminin aleyhine komplolar kurmakta olduğu gerçeğini derinliğine kavrayabilmiş değillerdi. Meselenin, liderlik makamında olan bir kimseyi devirip onun yerine bir başkasını getirmek kadar basit olmadığının bilincine varmamışlardı. Mesele, Muhammedî inkılâpçı çizginin, İslâm görünümlü cahiliye çizgisiyle yer değiştirmesiydi.

 

Böylece "Sakife inisiyatifi" Peygamber'in (s.a.a) meydanda olmadığını görünce, ileriye dönük nebevî plânı sonuçsuz bıraktı. Dolayısıyla Kur'ân'ın önceden haber verdiği bir olay da gerçekleşmiş oldu:

 

Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye mi döneceksiniz.?!![3]

 

Hz. Peygamber (s.a.a) Ali'yi mesajının, ümmetinin ve devletinin temsilcisi ve emini olarak atamıştı. Onu risaleti ve şeriatı korumakla yükümlü kılmış, genç ümmetin eğitimi ve henüz derinlere kök salmamış devleti koruma ve kollama görevini ona vermişti.

 

İma Ali (a.s), "Sakife inisiyatifi"ne ve sonuçlarına karşı çıkarak, biat etmekten kaçınarak ve komplolara karşı durarak gelişmeleri doğal mecrasına döndürmek için uğraştıysa da, bunun bir yararı olmadı. Artık devletin siyasî ve kurumsal olarak yıkılması ya da yetersiz önderlerin kontrolünde dahi olsa korunması arasında bir tercih yapmasını gerektiren bir ortam oluşmuştu.

 

İmam Ali b. Ebu Talip (a.s), tarihin de kaydettiği gibi ilkesel bir tavır takındı. Şöyle diyor:

 

İnsanların kitlesel olarak İslâm'dan dönmeye başladıklarını, Muhammed'in (s.a.a) dinini yeryüzünden silmeye yönelik bir çağrı seslendirdiklerini gördüğüm zaman, elimi çektim. İslâm'a ve İslâm ehline yardım etmezsem, İslâm'ın gövdesinde bir gedik açılacağından veya bir tarafı yıkılacağından ve bundan dolayı uğrayacağım felâketin, sizin başınıza geçme fırsatını kaçırmış olmaktan dolayı uğrayacağım felâketten daha büyük olacağını gördüm. Çünkü sizin başınıza yönetici olmak, birkaç günlük bir metadır. Serabın geçip gitmesi veya bulutların dağılması gibi geçip gider.[4]

 

Büyük İmam'ın yirmi beş yıllık bu süreç içinde sergilediği tavır, geçici bir süre için meşru hakkından ödün vermek, halifelere danışmanlık etmek, onlara öğüt vermek pahasına da olsa, İslâm ümmetinin birliğini korumak ve nebevî devletin başına bir felâket gelmesini önlemek için, -kendi deyimiyle- ebucehil karpuzundan daha acı olan sabrı yalamak suretiyle sıkıntı ve zorluk çekmek şeklinde özetlenebilir.

 

O, bu süreçte kendini Kur'ân'ı toplamaya ve tefsir etmeye, Kur'ânî kavramlar doğrultusunda ümmeti aydınlatmaya ve Kur'ânî gerçeklerle onları bilinçlendirmeye, bu arada bazı Müslüman grupların rol oynadıkları komploların gerçek mahiyetleri üzerindeki perdeyi açmaya vermişti. Yöneticilerin İslâm şeriatının hükümlerini anlama ve uygulama noktasında sergiledikleri yanlışlıkları düzeltmeye, İslâmî önderliğe taban oluşturacak ve ileriye dönük nebevî plânın güvencesi olacak salih bir kitle oluşturmaya teksif etmişti tüm ilgisini. Gece gündüz İslâm'ı yayacak, tebliğ edecek, İslâm'ın uygulanması ve egemen kılınması için kendisini feda etmekten kaçınmayacak bir kitle...

 

İmam, sabır ve emekle geçen yirmi beş seneden sonra, çabasının meyvesini devşirebildi. Artık perde gerisindeki gerçekler gün yüzüne çıkmıştı. Ümmetin yeni kuşağı, hilâfete başkasının değil, Ali'nin (a.s) lâyık olduğunu anlamıştı. Ümmet; ortamın karışık, kalplerin bölük pörçük olmasına, dosdoğru hak yoldan sapma açısının gittikçe genişlemesine rağmen bozulan tarafları sadece onun düzeltebileceğinin bi-lincine varmıştı. Nitekim şöyle demişti:

 

Allah'a yemin ederim ki, hilâfete yönelik bir arzum yoktu. Sizin başınıza geçmek gibi bir ihtiyaç da hissetmiyordum. Fakat siz beni buna çağırdınız ve bu görevi bana yüklediniz.[5]

 

İmam, izleyeceği siyaseti şöyle duyurdu: Biliniz ki, bu çağrınıza uyduğum zaman, size bildiğim şeyleri yükleyeceğim. İleri geri konuşanların sözlerine ve kınayanların kınamasına kulak asmayacağım.[6]

 

Yine bu bağlamda şöyle demişti: Allah'ım! Hiç kuşkusuz bizim mücadelemizin iktidar kavgası ya da nimetlerin döküntülerini kapma çabası olmadığını biliyorsun. Bizim çabamız; dininin alametlerini yeniden hâkim kılmak, ıslahı senin beldelerinde ortaya çıkarmak, dolayısıyla mazlum kullarının güvencede olmasını sağlamak ve senin koyduğun hükümlerden rafa kaldırılanları yeniden yürürlüğe koymak içindir.[7]

 

İmam (a.s), eğriliği olmayan bir yol izleyerek insanlar arasında sosyal ve siyasal adaleti egemen kılmak için çaba sarf etti. Ümmetin birliğini korumanın yanında, can güvenliğinin, özgürlüğün, huzur ve istikrarın hâkim olması için mücadele etti. Ümmeti eğitme, bilgi düzeyini arttırma ve ümmetin her ferdine tüm haklarını eksiksiz verme savaşımını verdi. Bozuk idarî mekanizmayı temsil eden kişileri gö-revden uzaklaştırıp, onların yerine salih kimseleri veya toplum nezdinde salih olarak bilinen kimseleri vali ve yönetici olarak atadı. Onları çok sıkı denetimlere tâbi tuttu. Bu yüzden fırsat kollayıcılar ve ihtiras sahipleri sorumluluk makamından ümitlerini kestiler.

 

Her alanda açık sözlü olup hakkı ve doğruyu ortaya koyardı. Aldatma ve istismar mümkün değildi. Ali (a.s), kardeşi ve amcazadesi Resulullah'ın (s.a.a) metodunu izliyordu.

 

Bunun sonucu siyasal, sosyal ve ekonomik imtiyazlarını kaybeden fırsatçı, rantiyeci ve muhteris güçler İmam'a karşı harekete geçtiler. Düne kadar bir şekilde Osman'ın katledilmesine katkıda bulunan, insanları onun aleyhine kışkırtan gruplar, omuz omuza vermiş, Osman'ın kanını isteme bayrağını açmaya başlamışlardı. İmam'ın hikmet esaslı ve şaibelerden beri siyasetini eleştiriyorlardı. Neticede bir grup biatini bozdu, bir diğeri zulme saptı, bir üçüncüsü de okun yaydan fırladığı gibi dinden çıktı.

 

Derken İmam acılarla dolu bir mücadele sürecinden sonra şehit düştü. Nebevî Hicret'in 40. senesinde, Kadir Gecesi, Kûfe Mescidi'nde mihrapta ibadet ederken mübarek bedenleri kana bulandı. Bu, şahadet zaferini kazanmaktı. Eşsiz risalet değerleri üzere sebat etme zaferi... Apaçık hak ü-zere, din prensiplerinin kökleşmesi uğruna mücadele verme hususunda sebat etme zaferi... Bu, ilâhî değerlerin, bütün bi-çim ve dallarıyla cahiliye değerlerine karşı gerçekleştirdiği görkemli bir devrimdi.

 

Ey müminlerin emiri! Ve ey yüzü akların öncüsü! Selâm sana doğduğun gün, risalet bağrında terbiye edildiğin gün, İslâm bayrağı dalgalansın diye cihat ettiğin gün, sabrettiğin ve öğüt verdiğin gün, biat edildiğin ve iktidara getirildiğin gün, cahiliyenin İslâmî şiarların gerisine gizlenmiş kirli pençelerinin üzerindeki perdeyi parçaladığın gün, şehit düşerek yükselen İslâm ağacını kanınla suladığın gün, (Allah katındaki) en yüce makamlara ait zafer nişanlarını taşıyarak dirileceğin gün... Selâm sana...

ehlader

 
[1]- el-İstiab (el-İsabe adlı eserin ekinde), 3/44, bs. Dar-u İhyai't-Tu-rasi'l-Arabî, Beyrut
[2]- Hz. Zehra'nın (a.s), Peygamber'in (s.a.a) vefatından ve hilâfet gömleğini giydiklerinden kısa bir süre sonra Ebu Bekir'in, Ömer'in ve diğer muhacir ve ensarın önünde yaptığı ünlü konuşmasından.
[3]- Âl-i İmrân, 144
[4]- Biharu'l-Envar, 33/596-597, "Mısır Fitneleri" babı, Tahran, 1400 hicrî.
[5]- Biharu'l-Envar, 32/50, "Emirü'l-Müminin'e Biat" babı, Tahran.
[6]- Biharu'l-Envar, 32/36
[7]- Biharu'l-Envar, 34/111, "Ali Zamanında Çıkan Fitneler" babı

 İmam Hamanei, Çarşamba günü üniversite öğrencileriyle yaptığı görüşmede onlara tavsiyelerde bulundu.

İmam Hamanei öğrencilere şu ifadelerde bulundu:

Sizlere söylemek istediğim şey, gençliğin ülkenin genel hareketine girme sürecinde olduğudur.

Eğer genel bir hareket, rasyonel, disiplinli ve karmaşadan uzak olmak istiyorsa, birkaç şeye ihtiyaç duyar:

İlk olarak sahneyi tanımak zorundadır. İran İslam Cumhuriyeti'nin kiminle karşı karşıya olduğunu ve fırsat ve tehdidin, dost ve düşmanların kimler olduğunu bilmelidir.

İkinci unsur, hareketlerinin İslam toplumuna ve İslam medeniyetine yönelik belirli bir yönelime sahip olmasıdır.

Üçüncü unsur umuttur. Eğer umutlu bir nokta yoksa, hareket ilerlemeyecektir. Bu umut halkımızın tamamen elindedir ve halk, çok büyük işlerin bile üstesinden gelebileceklerini kanıtlamıştır. Dördüncü unsur, işler için her zaman “pratik bir çözüm” olmasıdır.

Genç neslin ülke yönetimi alanına girmesi için pratik çözüm yollarına örnek şunlardır:

Kültürel grupların oluşturulması;

Yapılacak işlerden biri, kültürel grupların oluşturulmasıdır.

Ülke genelinde ve mescitlerde kültürel gruplar oluşturulmalıdır.

Kısa süre önce bahsettiğim "güç ateşi", bu oluşumla alakalıdır.

Kültürel çalışmalar yapan, fikir sahibi ve aktif düşünen bir genç, örneğin bir camide ya da bir grup içerisinde faaliyette bulunursa, bunlar gençler üzerinde etkili olabilir, mahalle üzerinde etkili olabilir, akrabalar üzerinde etkili olabilir ve üniversiteli gruplar üzerinde etkili olabilir.

Parti oyunları değil, siyasal faaliyet gruplarının oluşturulması;

Yapılacak işlerden bir diğeri de siyasal faaliyet gruplarının oluşturulmasıdır, tabii bundan kastım parti oyunları demek değildir. Parti oyunları, benim içerisinde bereket görmediğim bir iştir, fakat siyasi faaliyet, sadece parti oyunları değildir, siyasi analizler yapmak, siyasi olayları tanımak, anlamak ve iletmek demektir.

Özgür düşünce kürsülerinin oluşturulması;

Üniversitelerde özgür düşünce kürsülerinin ve platformlarının oluşturulması, defalarca tekrarladığım, vurguladığım ve tavsiye ettiğim bir konudur ama bu konuda çok ilerleme kaydedilmemiştir. Üniversitelerde özgür düşünce kürsüleri oluşturulmalıdır.

İslam Dünyası hareket gruplarının oluşturulması;

Diğer bir çözüm yolu da uluslararası ve dünya konularında hareket gruplarının oluşturulmasıdır. Bazı teşkilatlar bunu yapmışlardır. Tahran’a ya da bazı diğer şehirlere gelip toplanan ve güzel toplantılar düzenleyen direniş ülkelerinin, aktif öğrencileri davet ettiğini farz edin, bu yani, İslam dünyası konularında aktif olmak demektir.

Gazze, Filistin, Yemen ve Bahreyn meselelerinde, Myanmar Müslümanları ile ilgili konularda ve Avrupa’daki Müslümanlarla ilgili konularda. Bu konularda ve bölge konularında bir üniversite grubu aktif olabilir.

İlmi grupların oluşturulması;

Diğer bir çözüm yolu ise ilmi merkezlerin iş birliği ile ilmi grupların oluşturulmasıdır.

Hizmet ve cihat gruplarının oluşturulması;

Çok önemli diğer bir çözüm yolu da hizmet faaliyetleridir. Yani, çeşitli bölgelere giden cihadi grup faaliyetleridir ve üniversitelilerin yaptığı en iyi faaliyetlerden biridir. Bunlar ne kadar güçlenir, gelişir ve hedefe sahip olursa daha iyidir. Bunlar, cisim ve ruhu güçlendirir ve genel bir hareket oluşturur.

Kamu bilgilendirme gruplarının oluşturulması;

Kamu bilgilendirme faaliyetleri. Bizim bilgilendirme teşkilatlarımızın yapamadığı ya da çeşitli nedenlerle detaylarında takılıp kaldığı işler, bazen akıllı unsurlar tarafından bilgilendiriliyor ve etkili de oluyor.

Sosyal grupların oluşturulması;

Bahsettiğim, üniversite öğrencilerinin yaptığı gibi sosyal faaliyetler, çok güzel işlerdir. Grupların birbiriyle bağlantısı olmayabilir ama yönlendirilmesi gerekir ve program yapılmalıdır. Tabii ki bütün bunlar, bahsettiğim, İslam toplumu ve İslam medeniyetine ulaşmak olan genel yönelimden ilham almalıdır.’

İran Dışişleri Bakanı Zarif, Tahran'ın nükleer silah peşinde olmadığını, ABD'nin ise yaptırımlarla İran halkına zarar vererek bölgede gerginliğe yol açtığını söyledi.
 
 
İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, Twitter hesabından paylaştığı mesajında, ABD Başkanı Donald Trump'ın Japonya ziyaretinde İran'la son haftalarda artan gerginliğe ilişkin, "Rejim değişikliği aramıyoruz, nükleer silah istemiyoruz, sadece bunu açıklığa kavuşturmak istiyorum." şeklindeki açıklamalarına cevap verdi.

İran Dışişleri Bakanı, mesajında şu ifadeleri kullandı:

"(İran lideri) Ayetullah Ali Hamaney, uzun süre önce nükleer silahları yasaklayan fetvayla nükleer silah peşinde olmadığımızı söyledi. 'B Takımı'nın ekonomik terörizmi İran halkına zarar veriyor ve bölgede gerginliğe neden oluyor. Donald Trump'ın niyetinin ne olduğunu sözler değil eylemler gösterecektir."

 ABD Başkanı Trump, Japonya ziyareti sırasında Başbakan Şinzo Abe ile İran konusunu da ele aldıklarını belirterek, "İran'dan birçok insan tanıyorum, bunlar harika insanlar. İran'ın aynı liderlikle harika bir ülke olma şansı var. Rejim değişikliği aramıyoruz, nükleer silah istemiyoruz, sadece bunu açıklığa kavuşturmak istiyorum." açıklamasında bulunmuştu.

İran Dışişleri Bakanı Zarif, önceki açıklamalarında, "B Takımı" olarak adlandırdığı Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid'in, Trump'ı İran'a karşı savaşa çekmeye çalıştığını söylemişti.

AA

Amerika hükümeti bir yandan İran ile gerilimi arttırırken, diğer yandan da kongrenin onayı alınmayan acil bir karar ile Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün'e yeni silahların satış talimatını verdi.

Amerika hükümeti her gün İran ile gerilimi daha fazla arttırırken özellikle son bir ayda Maksimum Baskı stratejisi çerçevesinde İran'a karşı askeri tehditlerde bulunmaya başlamıştır. 

Bu çerçevede Amerika USS. Abraham Lincoln Uçak Gemisi ve de "yüzyılın en korkunç savaş uçakları olarak bilinen" dört adet B-52 bombardıman uçaklarını da Batı Asya bölgesine göndermiştir. Bu girişimlerin ardından, medya organları Amerika ile İran arasında muhtemelen çıkacak savaştan söz etmektedirler.

Amerika Başkanı Donald Trump da bu girişimlere paralel olarak paylaştığı tehditvari Tweet'inde şöyle yazdı:" İran savaşmak niyetinde ise resmen işi bitmiş demektir."

Trump bu Tweet'inden birkaç saat sonra geri adım atarak başka bir Tweet'te şöyle bir yazı paylaştı:" Ben İran ile savaşa girecek biri değilim."
Amerika hükümetinin İran'a maksimum baskı uygulama doğrultusundaki bu yaklaşımı, her şeyden önce İslam Cumhuriyeti aleyhinde psikolojik bir savaş mahiyeti taşımaktadır. Bu psikolojik savaş doğrultusunda Donald Trump yeni bir karar alarak 1500 Amerikan askerinin Batı Asya'ya gönderileceğini bildirdi. Bu kararın birkaç saat öncesinde ise Amerika başkanı Donald Trump, Batı Asya'ya daha fazla asker göndermeye ihtiyaç olmadığını bildirmişti.

Amerika'nın Arap ülkelerine silah satma konusundaki acil ve alelacele kararı, Donald Trump'ın İran İslam Cumhuriyeti aleyhinde psikolojik savaşa paralel olarak askeri davranışlarına devam ederek, İran ile gerilimi arttırıp devamlı Suudiler ve Birleşik Arap Emirlikler gibi zengin Arap ülkelerinin sağmalık inek gibisağmaya devam etmesini istediğini göstermektedir.

Gerçekte tüccar kafalı Trump dış siyasetinde ve ilişkilerinde de ekonomiden yola çıkarak Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelere sağmal inek olarak bakmaktadır.
Bu doğrultuda Amerika Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Donald Trump'ın İran ile gerilimlerin artması ve bu ülkenin Amerika'nın bölgesel ortakları için sözde oluşturduğu tehditler ve tehlikelerden dolayı, Suudi Arabistna, BAE ve Ürdün ile 8 milyar dolarlık 22 silah anlaşmasının tamamlanması talimatını verdiğini bildirdi.

Kongre'nin Kasım 2017'de yayımladığı askeri anlaşmalar ve sözleşmelerin raporuna göre 20 Ocak 2017'den beri iktidarda bulunan Amerika Başkanı Donald Trump  Kasım 2017'ye kadarlık kısa bir sürede dünyanın birçok ülkesine 49 milyar dolarlık silah ve askeri teçhizat sattığını bildirdi. Bunlar arasında ise Bahreyn, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, en fazla silah sözleşmesi imzalayan ülkeler arasında yer aldı. 
Buna karşın Amerika Savunma Güvenlik İşbirliği Ajansı'nın raporunda Trump'ın Mayıs 2017'de Suudi Arabistan ziyareti sırasında imzalanan 110 milyar dolarlık silah sözleşmelerinin yer almaması da dikkat çekici bir noktadır.

Trump'ın Suudi Arabistan ve BAE gibi zengin Arap ülkelere yönelik ekonomi yaklaşımı, Amerika Başkanının Yemen krizi gibi bölgesel kaosların sonlanması bağlamında hiçbir girişimde bulunmak istemeyeceği kadar derindir. Hatta tam tersi, bu savaşların ve krizlerin sonlanmasına karşı çıkıyor. Şimdi de Trump Amerika ve İran İslam Cumhuriyeti arasındaki gerilimleri körükleyerek Suudi Arabistan ve BAE gibi zengin ülkelerin petrodolarlarını cebine indirmek istiyor.

 İran’da Kriz ve Zil Çalıp Oynayanlar
 

Allah’ın Adıyla

 İran’da son zamanlarda bir ekonomik kriz yaşandığı inkar edilemez bir gerçektir. ABD ve müttefiklerinin uluslararası kuralları ayaklar altına alarak ve imzaladıkları nükleer anlaşmayı çiğneyerek devam eden ekonomik yaptırımları genişletmeleri İran para birimi Riyal’in değer kaybetmesine yol açtı ve bu durum ister istemez halk arasında etkisini hissettirmeye başladı.

Son durumun ortaya çıkmasında İran’da işbaşında bulunan hükümetin yanlış siyasetleri ve gafletleri de görmezden gelinemez elbet. Nükleer anlaşma sırasında ve sonrasında sulta sistemine güvenerek gerekli tedbirleri almaması, direniş ekonomisini zamanında uygulamayarak başta ABD olmak üzere Batı’nın baskıları azaltacağına dair iyimser tutumlar takınması; idari ve yargı sistemindeki yolsuzlukların önlenmesinde zayıf kalışlar da yaptırımların etkili olmasındaki etkenlerdendir.

Ancak İranlılar 40 yıldan beri dış yaptırımlar yüzünden zaman zaman bu gibi krizlerlerle karşılaşmış oldukları için buna karşı artık bağışıklık kazandıkları, dirençlerini artırdıkları dolayısiyle bu krizi de atlatacakları söylenebilir.

Son durum İslam İnkılabının bu ülkede zafere ulaştığı 1979 yılından beri yaşanan ilk ekonomik kriz olmadığı gibi sonuncusu da olmayacaktır kuşkusuz. Niçin mi?

Çünkü, İran zulüm temeli üzerine kurulu uluslararası sulta sisteminin egemenliğini kabul etmemektedir.

Çünkü, İran müstekbir güçlerin bunca çabasına rağmen bu sisteme entegre olmamakta, uyum sağlamamakta ve teslim olmamaktadır.

Çünkü, BM gibi uluslararası kurum ve kuruluşları, özellikle de mali, sermaye  kuruluşlarını ellerinde bulunduran siyonist güç odaklarının isteklerini yerine getirmemekte, gasıp işgalci Siyonist Rejimin/İsrail’in varlığını kabul etmemektedir.

Çünkü, başta komşuları olmak üzere Batı Asya ülkeleri üzerinde oynanan oyunları bozmakta, Irak’ta ve Suriye’de olduğu gibi Amerikan emperyalizmi ve bölgesel müttefiklerinin planlarını etkisiz hale getirmiş bulunmaktadır.

Çünkü, bölgenin gerçek sahipleri ve halklarının içinden çıkan Hizbullah, Ensarullah, İslami Cihad, Hamas vb  direniş güçlerini desteklemekte ve düşmanların sadece şimdiki değil gelecekteki uğursuz emelleri önüne de set çekmektedir.

Çünkü, İran sadece bölgenin mazlum halklarına değil dünyanın  her yanındaki tüm mustazaf halklara da sultacılara karşı bir mücadele yöntemi sunmakta, direniş sembolü olmaktadır.

Ve işte bütün bu nedenlerden dolayı İran’a geçmişte baskı uygulandığı gibi bundan sonra da uluslararası sulta sistemine teslim olmadığı, İslam İnkılabının ilkelerine bağlı kaldığı sürece bu gibi baskılar devam edecektir.

İran halkının son aylarda düzenledikleri miting ve gösterileri de hükümetin yanlış siyasetlerine itiraz ve uyarılar olarak değerlendirmek gerekir. Her ne kadar bu gösterilerde dış tahrikler ve içerideki rejim muhalifi küçük grupların rolü olsa da göstericilerin  ekseriyeti ekonomik sıkıntıların giderilmesini talep etmekte ve  İslam İnkılabının ilkelerine olan bağlılıklarını her fırsatta dile getirmekteler.

Her ülkede olduğu  gibi İran’da da halk yöneticilerin yanlış siyasetlerine olan itirazlarını dile getirmekte iken bunu rejim karşıtlığı olarak göstermek doğru değildir.

Sulta sistemine bağlı medyanın dünya çapında  kasıtlı olarak başlattığı bu akıma Türkiye’de de her nedense iktidarın nimetlerinden geçinen Havuz Medyası öncülük etmektedir.

Başta Anadolu Ajansı olmak üzere yandaş medyayı yöneten perde arkası güçler belli amaçlarla istihdam ettikleri sözde İran uzmanlarından anlaşıldığı kadarıyla sadece İslam İnkılabını karalamalarını istemektedir.

İran için sözde hayıflanan bu çevreler aslında efendilerinin daha başarılı olduğunu ispatlamaya ve güya İran’ın bölgesel siyasetlerini eleştirmekle gerçekte  efendilerinin son yıllarda başta Suriye olmak üzere bölgesel çapta kırdıkları potları gizlemeye çalışmaktalar.

Anadolu Ajansı ve benzeri merkezlerde istihdam edilmiş  sözde İran uzmanlarınca üretilen yarım yamalak haber ve analizlerinin üzerine  “mal bulmuş mağribi misali” atlayan medyanın İslam İnkılabı hakkındaki arzuları hiç bir zaman gerçekleşmiyecektir.

Ziya Türkyılmaz

Pazar, 26 May 2019 05:28

Kadir Gecesini İdrak Et!..

 Kadir Gecesi iki açıdan bizim için değerlidir. Söz konusu olan sadece bu iki eksenel unsurdur. Bu gece o iki eksenel unsuru bir araya toplayabilir. Bu iki eksenel unsurun biri Kur'an, diğeri İtrettir.

Bu, Resulullahın zat-ı akdes-i ilahi tarafından insani ve İslami, bil husus şia toplumlarına tanıttığı iki ağır yüktür; şöyle buyurmuştu: "Ben aranızda iki ağır emanet bırakıyorum".  Kadir gecesi Kur'an'a ve Ehlibeyte tevessül gecesidir.
"Kur'an'ı elinize alın, duası var; sonra başınızın üzerine koyun, duası var ve bu 14 masumun adını anın" denmesinin sebebi Kur'an'ın Ehlibeytin yanında, Ehlibeytin de Kur'an'ın yanında olmasıdır. Bu iki ağır yük, Allah'a tevessül vesilemizdir. Kur'an ve itrete tevessül konusunda kısa bir açıklamayla inşallah açık bir kalp ile Kur'an ve Ehlibeyte tevessül etmeye muvaffak olalım ve o nihai bereketleri zat-ı akdesten isteyelim.


Allah'ın Kendilerine Yakınlığına Rağmen Bazılarının Uzak Oluşu


Zamansal veya mekânsal olayda bu oran eşittir; yani eğer bir şey başka bir şeye yakın ise, o da buna yakındır; ya da ondan uzak ise, o da bundan uzaktır. Fakat manevi yakınlık ve uzaklıkta böyle değil; birisi yakın iken diğeri uzak olabilir. Allah herkese yakın iken "ve o, sizinledir nerede olursanız"  fakat bir grup "sanki onlara pek uzak bir yerden nidâ edilmede."  Kafir, mülhit ve münafık Allah'tan uzaktırlar. İşrakiye felsefesinde böyledir. Manevi yakınlık ve uzaklıkta böyledir; Allah yakındır fakat kul uzak.


Kulların Allah'a Yakınlık Vesileleri ve Yardımıyla Yakınlaşması


Eğer uzak kul yakın olan Allah'a yaklaşmak isterse, vesile gerekir. İbadeti vesiledir, Kur'an ve itret vesiledir; “ve onu vesîleyle arayın”  ayeti de, bir dizi işlerin vesile olduğunu ispatlamaktadır. Lakin yılın en üstün geceleri olan Kadir gecesi, Kur'an ve itrete tevessül gecesidir. Bu iki vesileyi muhterem kılalım, başımızın üzerine koyalım, mukaddes isimleri dillerimizde cari edelim, Allah'a tevessül edelim ve bu uzaklığımızı yakınlığa çevirelim, kendimizi kurtaralım, ebedi olarak kurtulalım. çünkü Allah etmesin eğer bir kimse bu günlerde kendini kurtaramazsa, devamlı köledir; borçlu ve köle insanı ise rehin alırlar. Eğer birisi borçlu olursa, Allah'ın hakkını eda etmezse, borçluyu rehin alırlar.


Günahkâr İnsanın Kendi Amellerinin Esiri Olması


Kur'an'da geçen "Herkes kazandığına karşılık bir rehindir." ve "Herkes kazancı mukabilinde bir rehindir."  Ayetlerinde rehin olmak borçlulara mahsustur. Normal ve maddi borçlarda mülkü ipotek ederler fakat itikat ve ahlak meselelerinde insanın kendisini rehin alırlar. Eğer birisi Allah'ın hakkını eda etmezse o kişiyi rehin alırlar. O kişi hakkı eda edemez çünkü bağımlıdır ve özgür değildir. Allah resulünün nurlu hutbesinde şöyle geçer: “Nefisleriniz günahlarınızın rehinidir, istiğfar ederek nefislerinizi kurtarın.” Yani günah işlediğinizde borçlu olursunuz; borçlu rehin bırakmalı, Allah sizin kendinizi rehin alır, siz bağlısınız; mübarek Ramazan ayında istiğfar ile kendinizi azat edin.


Mukarreblerin Ahrara Üstünlükleri


Kur'an ve itrete bu tevessülümüz, ahrardan olmamız adına kendimizi özgür kılmak içindir. Bundan sonrasında birçok aşama vardır. Eğer azat olsak, daha yeni ashab-ı yeminden olmuş oluyoruz! Ashab-ı Yemin olmakla mukarreblerden olmak arasında çok fasıla vardır. "Herkes, kazancına bağlıdır. Ancak sağ taraf ehli başka."  Sağ taraf ehli olanların işleri kutlu ve mübarektir, sözlerinde, yazılarında ve davranışlarında şer, fesat ve fitne yoktur, özgürdürler, ahrardandırlar.Fakat onlarla mukarreplerin arasında büyük fasıla vardır. Onlar mukarreplerin gözetimi altındadırlar; ne iş yapsalar mukarrepler görürler. "şüphe yok ki iyi kişilerin amel defterleri, illiyyîn'dedir. Ve nedir, bilir misin illiyyîn? Bir kitaptır ki yazılmış. Onu görür ancak mâbutlarına yaklaştırılanlar."  Ebrarın amel defterleri, mukarreplerin gözetim ve aydınlatması altındadır. Mukarreplerin, ebrarın sahip olmadığı yüce dereceleri vardır.


Kadir Gecesinde Kur'an Ve Ehlibeyte Tevessül


Bizim bu gecedeki çabamız, kendimizi ahrar ve özgürlerin arasına katarak ashab-ı yeminden olmak olmalıdır; ondan sonra inşallah mukarreplerin makamına ulaşma ümidi de vardır. İpoteği kaldırabilecek, köleyi azat edebilecek ve esiri kurtarabilecek o önemli vesile Kur'an ve itrettir. İtretin örnek ve simgesi, bu gecenin ona ait olduğu Ali b. Ebu Talib'dir. Eğer bir kimse kalbinde velayeti ve canında Kur'an'ı taşıyorsa, bu iki ağır yükle Allah'a tevessül etmeli. Kur'an'ı başının üzerine koymalı yani Kur'an bütün işlerimizin başındadır ve 14 masumun adını anmak yani bunlar Kur'an'ın müfessirleridir, hükümlerini uygulayanlardır, açıklayıcısıdır, tanıtıcısıdır, hükümlerinin koruyucusudur. Öyleyse Kadir gecelerinde vazifemiz, bu iki ağır emanete tevessül ederek Allah'a yakınlaşmaktır.


Kadir Gecesi Gibi Bazı Günlerde Allah'ın Özel Tecellisi


Diğer bir konu şu ki her zaman bu iki ağır emanete tevessül edilebilir lakin Kadir gecesinin diğer geceler ve zamanlarda bulunmayan bir özelliği vardır. Hz. Musa'nın (a.s) kavminin olayı için bazı muvaffakiyetler vardır ki Allah şöyle buyurdu: "ve onlara Allah'ın günlerini an" Yani bazı günler vardır ki Allah o günlerde özel olarak tecelli eder, mustazaf İsrail Oğullarının muvaffakiyetine ve Firavunların devrilmesine sebep olur. Halkı o Allah günlerinden haberdar et ki sabırlıları aşıp daha sabırlılardan olsunlar ve zafere ulaşsınlar. İslam'da Kadir gecesi, Hz. Musa'nın Allah günleri konumundadır.


Kadir Gecesini İhya Sayesinde Zulmün Giderilmesi


Eğer birisi bu Kadir gecesini ihya eder, velayeti ihya eder ise her asrın firavunları da yok olur; artık ne Irak'ta ne Afganistan'da bir zulüm ve ne de Filistin ve başka yerlerde kan dökülmesini görürüz! Allah Hz. Musa'ya buyurdu: İnsanları Allah günlerine yönlendir ki zulüm ortadan kalksın; bizim peygamberimize de buyurdu: İnsanları Kadir gecesine davet et ki zulüm düşsün. Demek ki bu Kadir gecesi bizim için belirleyicidir.


Gözyaşı ve Feryat; Müminlerin Düşman Karşısındaki Silahı


Biz hak üzere olduğumuz için hakikate tevessül etmeliyiz. Demire yaslandığımızdan fazlaca feryada yaslanırız. Bizim dualarımızın kabulündeki silahımız Kumeyl duasında okuduğumuz ah-u figanlarımızdır: “ve silahı gözyaşı”  Allah'ım bize dedin ki silahlanın; silahımız gözyaşımız ve bizler gözyaşını Kadir gecelerinde biriktiririz. Zayıf ve az sayıdaki bir millet Allah'ın izniyle güçlü ve sayısı fazla bir millete galip gelebilir. Allah, Irak ve Afganistan milletini, ne zaman ki İran halkı gözyaşlarıyla Allah'tan onların zaferini istese kurtaracaktır. Zahiri üzüntünün hiçbir etkisi olmaz. Bir gün Firavundan kurtulan İsrail Oğulları bugün Firavunun yaptıklarını yapıyorlar! Allah onlara buyurmuştu: Biz size kudret verdik: nasıl davranacağınıza bakmak için. Müslümanlara da buyuruyor: Eğer gözyaşı, nale ve dua silahıyla silahlanırsanız, sizleri de muvaffak kılacağız. ehlader

Ayetullah Cevadi Amuli

Lübnan Hizbullahı Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, Körfez bölgesinde yaşanan gerilim ve İran'ın hedef alınmasının, Yüzyılın Anlaşması ile ciddi bağlantısı olduğunu belirtti.
 

Nasrallah, Lübnan'da 22 yıl süren İsrail işgalinin sona erişinin 19. yıl dönümünü dolayısıyla yaptığı konuşmada, bölgesel konularla ülkedeki Filistin ve Suriyeli mültecilere ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

İsrail'in 25 Mayıs 2000'de Lübnan'ın güney kesimindeki askerlerini çektiğini ifade eden Nasrallah, "2000 yılındaki direniş ve zafer olmasaydı, Lübnan'ın güneyi veya bazı kesimleri tıpkı Kudüs ve Golan Tepeleri'nde olduğu gibi ABD Başkanı Donald Trump tarafından İsrail'e hibe edilirdi" dedi.

Hasan Nasrallah, İsrail ordusunun Güney Lübnan’dan çıkarılmasının bütün bölge için tarihi bir gün olduğunu belirterek, “İsrail’in Lübnan’da uğradığı yenilgi siyasi, askeri ve kültürel alanda denklemleri direniş güçlerinin lehine değiştirdi. 25 Mayıs 2000’de olup biten olaylar önemli sonuçları beraberinde getirdi. Bu özgürlüğe kavuşmak için mücadele verenlere teşekkür ederiz. Lübnan ordusu, emniyet güçleri, direniş güçleri, Suriye ordusu ve İran İslam Cumhuriyeti’ne teşekkür ederiz” ifadelerini kullandı.

Hizbullah Lideri, “İsrail, Lübnan’daki yenilgilerini unutmayacak. Bu savaştan önce Arap-İsrail çatışmasında Lübnan zayıf bir bölge olarak görülüyordu. Ama şimdi çok güçlü bir konumda. Düşman da bu gerçeği bildiği için Lübnan’ı stratejik tehdit olarak nitelendiriyor. Ama biz bunu stratejik tehdit değil, 'savunma ve caydırıcılık gücü' olarak adlandırıyoruz” diye konuştu.

Dünya Kudüs Günü’nün yaklaşmasına değinen Nasrallah, “Bu günde Aşura Meydanı’nda yürüyüşler düzenleyeceğiz. Herkesin bu etkinliklere katılmasını isteriz. Çünkü 'Yüzyılın Anlaşması' gibi meseleler gündemdedir. Bu planın yürürlüğe girmesi için Bahreyn’de yapılması beklenen ekonomi çalıştayı ilk adım olarak atılıyor. Daha sonra da yeni kararlar alınacak. Bu plana karşı çıkmak bizim üzerimize düşen bir sorumluluktur” dedi.

ABD'nin İsrail-Filistin meselesiyle ilgili olarak yakında açıklaması beklenen Yüzyılın Anlaşması'na değinen Nasrallah, Amerikalı yetkililerden bu anlaşmanın ramazan ayından sonra yürürlüğe girebileceğine dair duyumlar aldıklarını belirtti.

Filistin davasının en büyük tasfiye komplosuyla karşı karşıya kaldığına tanıklık ettiklerini dile getiren Nasrallah, Bahreyn'deki konferansı boykot ettikleri için Filistin halkı ve siyasi gruplarını takdir ettiklerini söyledi.

Bahreyn'de gerçekleştirilecek konferansta Lübnan ve diğer ülkelerde yaşayan Filistinli mültecilere vatandaşlık verilmesine kapı açılabileceğini savunan Nasrallah, Lübnanlıların, Filistinli mültecilere vatandaşlık verilmemesi konusunda hemfikir olduklarını vurguladı.

"Filistinlilere vatandaşlık verilmesi tehlikesi güçlü şekilde yaklaşıyor" diyen Nasrallah, Lübnan ve Filistinli yetkilileri, buna karşı koyacak bir plan için bir araya gelmeye davet etti.

Nasrallah, Körfez bölgesinde ABD ile İran arasında yaşanan gerginliğe ilişkin olarak da "Körfez bölgesinde yaşanan gerilim ve İran'ın hedef alınmasının, Yüzyılın Anlaşması ile ciddi bağlantısı vardır" değerlendirmesinde bulundu.

Ülkelerindeki iç savaştan kaçarak Lübnan'a sığınan Suriyeli mültecilerin vatanlarına dönmesi konusuna değinen Nasrallah, Körfez ve diğer bazı dünya ülkelerini Suriyelilerin vatanlarına dönmesini istememekle suçladı.