
کارگر
Soyut ve Maddi Varlıklar Arasındaki Farklar
Mekân cisme tabidir; her nerede cisim maddi olursa mekânda maddi olur ve her nerede cisim maddi olmazsa mekân da maddi olmaz. Örneğin misal âleminde[1] hem temsili suretlerin mekânı olduğu ve hem de temsili suretlerin mekânı olmadığı söylenebilir.
Eğer mekândan kastedilen şey maddi mekân ise misal âlemindeki suretlerin mekânı olmaz ve böyle bir mekân temsili suretlere isnat edilemez. Çünkü onlar maddeden yoksundurlar. Eğer mekândan kastedilen şey maddi olmayan bir mekânsa temsili suretlerin mekânı vardır ve mekânları da kendileri gibi temsilidir. Platon, kadim büyük filozoflar ve aynı şekilde keşif ve şuhud ehli ilahi düşünürler, misal âlemindeki varlıkların maddi bir mekân ve boyut içermeyen varlıklar olarak var olduklarına, misal âleminde bulunan suretlerin boyut ve mekân açısından bir tür soyut hal taşıdıklarına ve şekil ve miktar taşıma açısından ise bir tür cisme sahip olduklarına inanırlar.[2] Lâkin mekânın mahiyeti ve hakikati hakkında değişik düşünce ve görüşler vardır ve bu görüşlerin en önemlileri üç tanedir:
1. Mütekellimler gibi bazıları mekânın dış varlığını inkâr ederler. Onlar mekânı vehmedilen bir boyut olarak değerlendirir ve onu cismin doldurduğu vehmedilen bir alan olarak ifade ederler.
2. Bazıları da mekânın dış varlığı ve bir gerçekliği olduğunu belirterek ona duyusal olarak işaret edilebileceğine inanır. Tıpkı burada otur veya orada otur dememiz gibi. Burası ve orası işarettir ve işaret edilebilen bir şey yok sayılmaz. Bu iki gruba ayrılır:
a) Meşşaî ekolü mensuplarının görüşüne göre, mekân kuşatıcı zahir düzeyiyle temasta olan bâtın düzeyine denir. Örneğin suyun içinde bulunduğu bir vazo veya bardak bu kabildendir. Bu vazonun bir zâhirî yüzeyi ve bir de bâtınî yüzeyi vardır. Vazonun zâhirî yüzeyi, vazonun dışı, bâtınî yüzeyi ise vazonun içidir. Vazonun bâtın yüzeyi suyun zâhirî yüzeyiyle temastadır. O halde vazonun bâtınî yüzeyi içeren ve suyun zâhirî yüzeyi ise kapsanandır. Biri kapsayan, diğeri ise kapsanandır. O halde Meşşaî ekolüne mensup kimselerin görüşüne göre suyun mekânı bâtın yüzeyidir. Lâkin bu görüşe değişik eleştiriler yöneltilmiştir.
b) Molla Sadra’nın da kabul etmeye eğilim taşıdığı İşrak ekolü bilgelerinin mekânın mahiyeti hakkındaki görüşü şudur: Mekân soyut bir boyuttan ibarettir ve onun soyut oluşu temsilî varlıkların soyut oluşu gibidir. Lâkin kendisi misal âleminden değildir. Çünkü misal âlemindeki varlıklar maddede ve madde de onlarda yerleşik değildir. Bu mekân ile temsilî varlıklar arasındaki farkı oluşturur. Lâkin bu soyut boyut yani mekân maddede ve madde de onda yer edinir. Gerçekte mekân maddî boyut ile iç içedir; bundan dolayı İşrakî bilgeler yerleşik şeyin tümüyle mekânda yer edindiğini söyler. Çünkü fıtratımız bütün bu şeyin bir taraf veya yüzeyde olmadığını aksine mekânda olduğunu bize söyler. Örneğin biz suyun bir tarafının sürahide olduğunu söylememekteyiz, bilakis bütün bu suyun sürahide olduğunu söylemekteyiz. Bütün bu suyun sürahide olması ancak onun tümünün mekân taşıması durumunda geçerlidir ve bu mekânın soyut bir boyut olması ve böylece cismin maddi boyutuyla iç içe geçmesi durumunda mümkündür. Çünkü soyut varlığın maddi varlık ile iç içe geçmesi muhal değildir, bilakis iki maddi varlığın iç içe geçmesi muhaldir.[3]
İlmî suretler hakkında belirtilmelidir ki ilmî suret maddeden soyut olup yeti ve istidattan yoksundur. Çünkü ilmî suret bizim bilgimize konu olması nedeniyle eylemsellik taşır ve başka bir şeyin yetisini kendisinde taşımaz ve onda bir değişim meydana gelmez. Eğer onda bir değişimin olacağını varsayarsak, yeni suret önceki suret ile zıt olur. Gerçekte yeni bir resim ortaya çıkar. Tıpkı bir elmayı zihnimizde canlandırmamız ve onu iki parçaya ayırmayı istememiz gibi. Burada gerçekte elmanın iki parçasının sureti yeni bir tasavvurdur. Önceki suretin gerçekten de iki parçaya ayrılması diye bir şey söz konusu değildir. O halde ilmî surette bir değişiklik meydana gelmemiştir. Oysaki ilmî suretler maddi olsaydı değişimi kabullenmekten kaçamazdı ve bölünme, zaman ve mekân gibi maddenin özelliklerini ona isnat edebilirdik. Çünkü bütün bunlar maddenin özelliklerindendir ve ilim zatı itibariyle ikiye bölünme, üçe bölünme ve buna benzer durumlara maruz kalma kabiliyetine sahip değildir. Aynı şekilde ilim zamana da bağlı değildir; çünkü maddi olsaydı zamanın değişmesiyle ilmî suret de değişirdi. Aynı şekilde mekânsal da değildir. Dolayısıyla zihnin onun için bir mekân olmayı istemesi söz konusu değildir.[4] Bundan dolayı ilmî suretler soyuttur ve maddi değildirler.
Bu esas uyarınca filozoflar, bilinci soyut bir şeyin başka bir soyut şey nezdinde hazır olması olarak tanımlamışlardır. Bundan dolayı ilmî suretler için maddi bir mekân göz önünde bulundurulamaz ve zihin hayalî suretler için bir mekân olarak değerlendirilemez. Eşyanın hükümleri, kendilerinin gerçekleşme kapsamına tabidir. Eğer bir şeyin gerçekleşme kapsamı dışarıdaysa, onun hükümleri de dışarıdadır ve eğer bir şeyin gerçekleşme kapsamı zihindeyse onun hükümleri de zihindedir. Bunun için zihinsel varlığa yüklenen her hüküm zihinseldir. Örneğin eğer bir sürahiyi içindeki su ile zihnimizde canlandıracak olursak, ona isnat edilen her şey zihinsel ve hayali olur. Onun için varsayılan mekân bile zihinsel ve hayalidir. Hayali idrakler üç boyuta yani boylam, enlem ve derinliğe sahiptir. Lâkin burada bu üç boyutun hayali olduğuna da dikkat edilmelidir. Tıpkı bizim özel bir enlem, boylam, derinlik ve belirli bir hacim ile bir cismi zihnimizde canlandırmamız gibi. Örneğin herhangi bir dağı zihnimizde canlandırdığımızda onun için maddi bir mekân göz önünde bulunduramayız ve onun mekânının zihin olduğunu söyleyemeyiz. Eğer onun için bir mekân göz önünde bulundurursak bu madde dışı ve hayali olacaktır. Bizzat bu husus hayali suretlerin soyut oluşunun delillerinden biridir.
O halde biz mekânı her ne şekilde tanımlarsak; yani onu ister Meşşaî ekolüne mensup kimselerin tanımladığı gibi kapsayan zahir yüzeyinin kapsanan batın yüzeyiyle temas kurması olarak ve ister İşrak ekolüne mensup kimselerin tanımladığı gibi soyut boyut olarak tanımlayalım, hayali ve temsilî suretler için maddi bir mekân göz önünde bulunduramayız. Lâkin onun için temsilî bir mekân göz önünde bulundurulabilir.
Son olarak şu noktaya dikkat etmek gerekir: Misal âleminde maddenin varlığının olmadığı hakkında belirtilen tüm konular, madde hakkında kabul edilen ve yaygın olan tanıma tabidir. Lâkin ışık türünden varlıkların latif ve ışıldayan bir madde taşıdığını kabul edersek, bu madde hakkında başka bir tanımı kabullenmek manasına gelir ve bu tanım misal âlemini de içerir.
[1] Yarı soyut bir âlem olup akıl âlemi (melekler âlemi veya ceberut) ile madde âlemi arasında yer alır. Bu âlem ne aklî cevherler gibi cismanî özellik ve hadlerin tümünden yoksun sayılır ve ne de cismanî cevherler gibi cismanî özellikler ve hadlerin tümünü taşır. Temsilî suretlerin maddesi bulunmaz; ancak renk, şekil ve miktardan ibaret olan maddenin ilinekleri onda bulunur. (MisbahYezdî, Amuzeş-i Felsefe, c. 2, s. 178, 2. baskı, Şirket-i Çap ve Neşr-i Beynelmilel Sazman-ı Tebligatı İslami, h.ş. 1379.)
[2] Cevad Âmulî, Rehik- i Mahtum, c. 1, b. 4, s. 209, 1. baskı, Neşr-i İsra, h.ş. 1375.
[3] Şirazî, Seyyid Razi, Dershayi Şerh-i Manzumeyi Hekim Sebzevarî, c. 2, s. 1563-1567, 1. baskı, Müessese-i İntişarat-ı Hikmet, Tahran, h.ş. 1383.
[4] Tabatabâî, Seyyid Muhammed Hüseyin, Nihayetu’l-Hikme, s. 294, Müessese-i Neşr-i İslami, Kum, h.k. 1422.
İran Futbol takımı Suriye’yi yenerek bir adım daha dünya kupasına yaklaştı
İran Milli Futbol takımı, Suriye takımını 3-0 yenerek 2022 dünya kupasına bir adım daha yaklaştı.
Suriye’nin ev sahipliğinde Ürdün’ün başkenti Amman’da düzenlenen karşılaşmada Suriye takımı 3-0 İran karşısında yenildi.
Karşılaşmanın golleri 33, 38, 88’de İran gölleri Suriye filesini süsledi. Bu zaferle İran takımının puanı 16 oldu ve İran kalan son 4 oyunundan Dünya Kupasına yükselmek için sadece 3 puana ihtiyaç duymaktadır.
İran grubunda Güney Kore 14 puan ile ikinci, BAE 6 puan ile üçüncü olurken, Lübnan 5, Irak 4 ve Suriye de iki puan ile yer almaktadır.
İran’ın bir sonraki oyunu yaklaşık 40 gün sonra Tahran’da ve Irak karşısında olacaktır.
İran Kadınlar Milli Kampond Takımı, Asya Şampiyonası'nda finale yükseldi
İran Kadınlar Milli Kampond Takımı, Bangladeş'teki yarışmada Hindistan takımını yenerek finale yükseldi.
Bangladeş'teki Asya Okçuluk Şampiyonası bu sabah (Salı) yerel saatle düzenlendi ve İranlı okçuları ise erkek Ricro takımı ve kadın takımı Kampond Takımı olmak üzere iki bölümde rakiplerine karşı yarıştı.
Yarışmanın ilk turunda Gisa Bayburdi, Rahele Farsi ve Huşnudi Kiya İran Kadınlar Milli Kampond Takımına oluşanİran takımı, Bangladeş takımını 227-226 skorla yenerek ve Yarı finale yükseldi.İran, yarı finalde Hindistan'ı 227-220 yendi ve finalde Güney Kore'yi mağlup etti.
Reyisi: İran ve Türkiye’nin yakın ilişkileri bölgede barış ve istikrarın yararınadır
İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Seyyid İbrahim Reyisi, İran ve Türkiye’nin iyi ilişkilerinin bölgenin barış ve istikrarının yararına olduğunu belirterek, İran ve Türkiye’nin işbirliklerinin yol haritasını nihaileştirerek, mevcut ilişki seviyesinden çoklu işbirliği düzeye geçmesi gerektiğini söyledi.
Ayetullah Reyisi, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu ile yaptığı görüşmede, iki ülkenin özellikle ticari ve ekonomik alanlarda işbirliğini iki millet yararına olduğunu belirterek, iki ülke barışının bölge istikrar ve barışının yararına olduğunu belirtti.
Cumhurbaşkanı Reyisi, ‘’ İki ülkenin bölgesel işbirliği uluslararası düzeyde işbirliğine dönüşmelidir ve bu işbirliği iki ülkenin önemli konumuna göre dünya dengelerinden etkili olabilir. ‘’ dedi.
Yabancılar olmaksızın bölge ülkelerinin kendi sorunlarını çözme yönündeki İran’ın bakış açısını anlatan Ayetullah Reyisi, ‘’ Yabancıların bölgedeki varlığının bölge devlet ve milletleri arasında istikrarsızlık ve gerginlik yaratamaktan sonucu yoktur, ABD’nin 20 yıllık Afganistan varlığının tahrip, ölüm ve kan dökmekten başka bir sonucu yoktur ve Afganistan sorunları Afgan halkının eli ve komşuların yardımları ile çözülebileceği bunu göstermektedir. ‘’ dedi.
IŞİD yaptıklarının tüm bölge ülkelerinin zararına olduğunu ifade eden Cumhurbaşkanı Reyisi, ‘’ ABD yetkililerinin dediğine göre IŞİD onların yarattığı örgüttür, bu grup ABD’den emir alıp hareket etmekte ve ABD tarafından vekaleten farklı ülkelerde kan dökmektedir. ‘’ dedi.
IŞİD varlığının tüm bölge ülkelerinin zararına olduğunu ifade eden Ayetullah Reyisi, ‘’ Terörizm ve örgütlü suçlarla mücadele Tahran-Ankara’nın işbirliği eksenleri olabilir ve İran bu alanda işbirliğini arttırmaya hazırdır. ‘’ dedi.
Ayetullah Reyisi, ‘’ İran’ın Azerbaycan ve Türkiye ile ilişkileri komşuluk ötesinde derin ve eski kültürel ve itikadi temelleri vardır ve yabancıları tahriklerinin bunu zedelenmemesine izin veremeyiz. ‘’ dedi.
Çavuşoğlu da ülkesinin İran ile ilişkilerinin yükseltme hızını arttırmak istediğini belirterk, İran’ın yeni hükümetinin sonuç odaklı bir hükümet olduğunu belirterek, Güney Kafkasya’da istikrar ve ticaretin artması için İran’ın önemine değinerek, Kafkasya’da istikrar ve ticari ilişkilerin artması için İran ile ortak işbirliğini arttırmak istediklerini söyledi.
Bakan Çavuşoğlu: İran'la köklü ilişkilerimizi bölgemizin yanı sıra küresel konularda da geliştirmek istiyoruz
Bakan Çavuşoğlu: İran'la köklü ilişkilerimizi bölgemizin yanı sıra küresel konularda da geliştirmek istiyoruz
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Türkiye'nin İran'la köklü ilişkilerini, bölgesel ve küresel konularda iş birliğini geliştirmek istediğini belirtti.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, resmi ziyaret kapsamında bulunduğu Tahran'da, İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan ile ortak basın toplantısı düzenledi.
Bakan Çavuşoğlu, İranlı mevkidaşı Abdullahiyan'a sıcak karşılama için teşekkür etti.
Ülkenin güneyindeki Hürmüzgan eyaletindeki depremde yaşamını kaybedenler için başsağlığı dileğinde bulunan Çavuşoğlu, Türkiye'nin kardeş İran'a yaraların sarılması konusunda gereken desteği vermeye hazır olduğunu söyledi.
Ziyareti sırasında Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi 7. Toplantısı'nın hazırlıklarını gözden geçirdiklerini aktaran Çavuşoğlu, "İran'ın teklifi üzerine uzun vadeli kapsamlı bir iş birliği için yol haritası belirlemek üzere heyetlerimiz çalışacak. Yetiştirebilirsek bu zirve marjında bunları imzalamak istiyoruz." ifadesini kullandı.
Çavuşoğlu, İranlı mevkidaşıyla terör, göç, insan kaçakçılığı gibi güvenlik konularını ele aldıklarını ve bu konudaki dayanışmayı artırmak istediklerini aktardı.
"İran'a yönelik tek taraflı yaptırımların da kalkması gerekiyor"
İkili ticaret hacminin yeni tip koronavirüs (Kovid-19) sürecinde düştüğünü ancak bu yıl, geçen yıla göre, ilk 9 ayda görülen yüzde 71 artışın sevindirici olduğunu vurgulayan Çavuşoğlu, buna rağmen iki ülkenin hedeflerinin çok gerisinde olduğunu dile getirdi.
Çavuşoğlu, hedeflere ulaşmak için daha çok çalışmak gerektiğinin altını çizerek "Özellikle tercihli ticaret anlaşmasının kapsamının genişletilmesi konusunda 6 yıldır müzakere yapıyoruz. Bunu da artık tamamlamak istiyoruz ki, ticaretimiz daha da artsın." değerlendirmesinde bulundu.
Türkiye'nin, İran'a yönelik tek taraflı yaptırımların yanlış olduğunu tüm platformlarda dile getirdiğine işaret eden Çavuşoğlu, şöyle devam etti:
"Bu vesileyle Kapsamlı Ortak Eylem Planı'nın (KOEP) yeniden işler hale gelmesi için tüm tarafların gerekli adımları atması gerektiğini düşünüyoruz. Özellikle bu anlaşmadan çekilenlerin gerekli adımları atması gerekiyor. İran'a yönelik tek taraflı yaptırımların da kalkması gerekiyor. Viyana'da görüşmelerin tekrar başlayacak olmasından da mutluluk duyduğumuzu vurgulamak isterim. Bu görüşmelerin olumlu neticelenmesi sadece ekonomik ilişkilerimiz bakımından değil bölgenin istikrarı bakımından da önemli olacaktır."
Çavuşoğlu, iki ülkenin bölgesinde önemli gelişmeler olduğunu belirterek bölgesel konularda diyalog ve iş birliğinin sürdürülmesinin her zamankinden daha fazla önem arz ettiğini söyledi.
Afganistan'ın bu konulardan biri olduğunu belirten Çavuşoğlu, "Suriye'de siyasi çözüm için çalışmaya devam etmemiz lazım. Irak, ikimizin de komşusu. Körfez'de gelişmeler var. Yemen'deki problem devam ediyor. Güney Kafkasya'nın istikrarı için başta 3+3 formatı olmak üzere bu konularda İran'la yakın çalışma arzusu içindeyiz." diye konuştu.
Çavuşoğlu, Irak'ın istikrarı için İran ve Türkiye'nin önemli katkı sağlayabileceğine işaret ederek "Suriye'de Astana formatında iş birliğimizi sürdüreceğiz. Önümüzdeki süreçte hem liderler hem de dışişleri bakanları düzeyinde toplantı gerçekleştirmeyi arzu ediyoruz." ifadesini kullandı.
Afganistan'ın kalıcı barışı ve istikrarı için birçok konuda Türkiye ve İran'ın görüşlerinin örtüştüğüne dikkati çekerek "Afganistan'daki şu anki durumdan endişe duyuyoruz. İnsani kriz bir taraftan ekonomik sıkıntı diğer taraftan zorluklar var. Kapsayıcı, herkesi kucaklayan bir hükümetin kurulması arzumuz." dedi
Çavuşoğlu, son zamanlarda DEAŞ terör örgütünün toplumun değişik kesimlerine yönelik terör saldırılarını kınayarak Afganistan'ın istikrarı için İran'la çalışmaya hazır olduklarını kaydetti.
Ziyaretinin son derece faydalı geçtiğini belirten Çavuşoğlu, "İran'la köklü ilişkilerimizi, bölgemizin yanı sıra diğer küresel konularda da iş birliğimizi geliştirmek istiyoruz." ifadesini kullandı.
Çavuşoğlu, İranlı şair Sohrab Sepehri'nin "Dostumun evi nerede?" dizesini hatırlatarak "Her zaman olduğu gibi Tahran'da kendimi dostumun evinde hissettim. Bu sıcak misafirperverlik için bir kere daha teşekkür ediyorum." dedi.
"Bölgemizde bağlantıları güçlendirecek her türlü projenin içinde oluyoruz"
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), İran ve Türkiye arasındaki transit yola ilişkin bir soru üzerine Çavuşoğlu, "Türkiye olarak bölgemizde ticareti artıracak ve ülkeler arasındaki bağlantıları güçlendirecek her türlü projenin içinde oluyoruz, destekliyoruz." ifadesini kullandı.
Çavuşoğlu, Türkiye'nin, İran'ın da içinde olduğu birçok üçlü ve dörtlü mekanizmaya dahil olduğunu hatırlatarak "Bunun da amacı budur. Tabii bunu sadece dörtlü değil, başta Körfez ülkeleri, Pakistan ve Orta Asya ülkeleri olmak üzere bu tür projeleri biz olumlu buluyoruz ve destekliyoruz." değerlendirmesinde bulundu.
Lübnan'a yarın yapacağı ziyaret hakkındaki bir soru üzerine Çavuşoğlu, ülkede yeni hükümetin kurulduğunu hatırlatarak "Sayın Başbakan'la ve Dışişleri Bakanı'yla telefon görüşmemde kendileri beni davet etmişlerdi. Yaklaşık iki ay önce bu ziyaretin kararını almıştık." dedi.
Çavuşoğlu, Lübnan'ı Tahran'ın ardından ziyaret edecek olmasının güzel bir tesadüf olduğunu belirtti.
"Bu sene gerçekleştirmeyi arzu ediyoruz"
Çavuşoğlu, Türkiye-İran Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi'nin 7. Toplantısı'nın ne zaman düzenleneceğine ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın İran'ı ziyaret edip etmeyeceğine ilişkin soruya, İranlı mevkidaşıyla toplantıya ilişkin bir tarih belirlemek için fikir alışverişinde bulunduklarını belirterek "Bu sene içinde gerçekleştirmeyi arzu ediyoruz." yanıtını verdi.
Toplantının sonuç odaklı olabilmesi için hazırlıkların tamamlanması gerektiğini vurgulayan Çavuşoğlu, "Sadece bir araya gelmek için değil ilişkilerimize yeniden bir ivme kazandırmak için bu ziyareti ve Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi Toplantısı'nı gerçekleştirmek istiyoruz." diye konuştu.
Çavuşoğlu, iki ülkenin imzalaması gereken anlaşmalar olduğunu ve daha önce alınan bazı karar ve imzalanan anlaşmaların da gözden geçirilmesi gerektiğini belirterek şunları kaydetti:
"Geleceğe yönelik yol haritamızı, ilişkilerimizi istediğimiz hedefe götürmek için belirlememiz gerekiyor. İki tarafta da tecrübeli diplomatlar var. Bizler de iki dışişleri bakanları olarak zaten hazırlığı yapmakla mükellefiz. Sorumluluk bizde. İnşallah en kısa zamanda tarihi belirleyip, Sayın Cumhurbaşkanımız da uygun görürlerse, bu yılın sonuna kadar yapma önerisi de geldi. Bu ziyareti ve Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi Toplantısı'nı inşallah gerçekleştiririz."
Kulluğun Esasları-2
Kulluğun esasları : Kalbin Görevleri
Rızanın müstehab olduğunu söyleyenler, sabrın tersine ne Kur’anda ve ne de sünnette rıza hakkında emir varid olmadığını söylerler. Allah sabrı Kur’an-ı Kerim’in bir çok yerinde emreder, tevekkül de böyledir. Allah Teala buyurur ki:
“Eğer Allah’a iman ettiyseniz ve eğer müslümansanız sadece Allah’a tevekkül ediniz.” (Yunus, 84),
Allah inabeti de (yönelme) emretmiş ve demiştir ki:
“Rabbinize ibadet ediniz.” (Zümer, 54)
“Ancak dini Allah’a halis kılarak ibadet etmekle emrolundunuz” (Beyyine,5) buyurmuştur.
Havf da böyledir:
“Eğer inanıyorsanız onlardan değil de benden korkunuz” (Ali İmran, 175),
“Onlardan korkmayınız, benden korkunuz (haşyet) “ (Bakara, 15),
“Sadece benden korkunuz” (Bakara 40) buyurulur.
Doğruluk da böyledir:
“Ey iman edenler Allah’dan sakınınız ve sadıklarla beraber olunuz” (Tevbe, 119).
Sevgi de böyledir. Sevgi görevlerin en farz olanıdır. Zira sevgi kalbin yapmakla emrolunduğu ibadet ve ibadetin özü ve ruhudur.
Rızaya gelince; Rıza vasfı Kur’an’da ancak rıza sahihlerinin övülmesi ve medh edilmesi şeklinde varid olmuş, emir şeklinde geçmemiştir. Bu konuda karşı tarafın zikrettiği habere gelince, bunun İsrailiyattan olduğunu, dolayısıyla delil olarak kullanılamayacağını söylerler.
Bunlar da delil olarak Nebi (s.a.v)’den gelen şu merfu hadisi ileri sürmüşlerdir:
“Eğer sen yakinle birlikte rızayı gerçekleştirebilirsen yap, rıza ile davran, şayet güç yetiremezsen,nefsine ağır gelse de sabra devam et, çünkü sabırda pek çok hayır vardır. ” Bu hadis bazı sünen kitablarında da vardır. (Sünenler ve diğer hadis kaynaklarında bulunamamıştır.)
Devamla derler ki, “Öfkeden sadece rıza ile kurtulmak mümkündür” iddianıza gelince, bu lazım ve bağlayıcı birşey değildir. Bir şeye güç yetirmede insanlar üç derecedir:
1 - Rıza en üst,
2 - Sabretmek razı olmanın altında ve orta derecedir.
3 - Öfke ise en alt derecedir,
Birincisi öne geçen mukarreblere aittir,
İkincisi, mutedillere,
Üçüncüsü, zalimlere aittir.
İnsanların çoğu gücü yettiği şeye karşı sabreder ve asla kızmaz, öfkelenmez. Oysa O’na razı değildir. Öyle ise rıza başka bir durumdur.
Şüphesiz bazı insanlara elemle rızanın arasını birleştirmek güç gelmiştir. Bu ikisini çelişik zannetmişlerdir. Oysa durum onların zannetiği gibi değildir. Nitekim hoşlanmadığı ilacı içen hasta hem ilacı içmekten acı duyar hem de onu içemeye razı olur. Ramazan ayında çok sıcak bir günde oruç tutan, orucundan dolayı acı çeker, ama oruç tutmaya da razıdır. Cimri, zekatla malını elinden çıkarmaktan elem duyar ve fakat zekat vermeye de razıdır. Öyle ise elem ve acı duymak sabra aykırı olmadığı gibi rızaya da aykırı değildir.
Alimler arasındaki bu ihtilaf Allah’ın mahlukat hakkındaki kader ve kazasına rıza göstermekle ilgilidir.
İyiliği Emretmede Zarara Uğramak!
Hz. Hüseyin niçin gerekli şartların bulunmamasına rağmen iyiliği emretmek için kıyam etti?
Soru: İmam Hüseyin'in (a.s) buyurmuş olduğu, "Ben iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak için kıyam ettim." sözünden maksat nedir?
Cevap:
İmam Hüseyin (a.s) bu cümlesiyle niçin kıyam ettiğini ve başlatmış olduğu bu hareketin temel felsefesinin ne olduğunu çok kısa, fakat özlü bir şekilde anlatmaktadır.
Bu rivayetten ayrıca, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın (emri bil maruf ve nehyi anil münker) önemi ve İslâm'daki yeri anlaşılmaktadır. Hadisi daha iyi anlayabilmek için, bu ilâhî farizanın, Allah katındaki konumuna dikkat etmeliyiz.
İyiliği emredip kötülükten sakındırmak, İbrahimî dinlerin hepsinde konu edilmiş, bütün peygamberler, resuller, imamlar ve salih müminler tarafından uygulanması istenilmiştir. Bu Allah tarafından yapılması istenen diğer emirler gibi değildir. Birçok mesele için ölçü ve peygamberlerin gönderiliş sebebidir. Zira içerisinde bulunduğumuz bu madde âlemi iyiliklerle kötülüklerin, hakla batılın, karanlıkla aydınlığın, güzel sıfatlarla kötü sıfatların iç içe, bazen ayırt edilemeyecek kadar karışık olduğu bir yerdir. Öyle ki, çoğu zaman insan neyin iyi ve neyin kötü olduğunu ayırt edemez duruma gelir. Güzellikle kötülüğü birbirinden ayırıp sonrasında ona göre davranmak çok zor bir hal alır.
İşte bu esnada, hikmet sahibi, kullarını seven ve onların kemale ulaşmasını isteyen yüce Allah, peygamberler gönderir. Sırf insanlığa neyin iyi ve neyin kötü olduğunu anlatmaları için. Bütün ilahi dinler; insanlara neyin iyi neyin kötü, hangi işin karanlığa hangi işin aydınlığa götürdüğünü ve nelerin faydalı, nelerin zararlı olduğunu gösterdikten sonra, insandan iyilikleri yapıp kötülüklerden uzak durmalarını istemektedir. Buna Allah'ın insanı hidayet etmesi diyoruz. İşte yüce Allah doğru yolu kullarına böyle gösterir.
Yüce Allah, Kur'ân'ın birçok yerinde müminlerden ilk önce iyiliği emredip kötülükten sakındırmayı, daha sonra namaz kılmalarını, zekât vermelerini, Allah'a ve Resulüne itaat etmelerini istemektedir. (1)
Resulullah (s.a.a) bu vazifenin önemini şöyle açıklıyor: "Kim iyiliği emredip, kötülükten sakındırırsa Allah'ın, Allah'ın kitabının ve Allah'ın Resulü'nün yeryüzünde ki halifesidir." (2)
Hz. Ali (a.s) ise şöyle buyurmaktadır: "Dinin intizamı iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya bağlıdır." (3)
İmam Bâkır (a.s) nakledilen bir hadiste buyuruyor ki: "İyiliği emredip kötülükten sakındırmak, peygamberlerin yoludur. Salih ve iyi insanların en önemli programıdır. Diğer farzlar bu farzın uygulanmasına bağlıdır. Yollar ancak bu emri yerine getirmekle güvenli olur. Alışverişlerinizin helâl olması bununladır. Bilin ki, iyiliği emredip kötülükten sakındırdığınız sürece düşmanlarınız insaflı olacaktır. İşleriniz bir düzene girecektir." (4)
Demek ki, Allah tarafından herkes için konulan bu görev sadece İmam Hüseyin'e özel değildi. Bu ilahi emir bütün peygamberlerin, resullerin, imamların ve müminlerin uygulaması gereken bir görevdir.
Hz. Hüseyin'in (a.s) döneminde bu farzı yerine getirmek çok daha hayati bir önem arz etmekteydi. Çünkü iyiliklerle kötülükler ayırt edilmeyecek şekilde birbirine karışmış, toplumun her kesiminde günahlar işlenip, iyilikler terk edilmişti. Artık Allah'ın dini ve Peygamberin sünneti unutulmuş, yok olmaya bırakılmıştı.
Peygamberin ve Hz. Ali'nin kurmuş olduğu adalet düzeninden geriye bir eser kalmamıştı. İşte bu durumda köklü bir değişime ihtiyaç vardı. Toplumda büyük bir reform başlatıp, İslâm dinini eski canlılığına kavuşturmak ve iyiliği emredip kötülükten sakındırmak gerekiyordu. Bu yapabilecek tek kişi de İmam Hüseyin (a.s) idi.
O kıyam etti, bozuk sisteme karşı başkaldırdı, herkese iyiliği emredip kötülükten sakındırarak hareketini başlattı, böylece hakla batılı bir birinden ayırdı, ceddi Resulullah'ın (s.a.a) dinini yok olmaktan korudu, İslam'a yeni bir canlılık kazandırdı.
Hüseyin b. Ali (a.s) insanlığın ebedi saadeti için kıyam etti ve bunun yolunun iyiliği emredip kötülükten sakındırmaktan geçtiğini çok iyi bildiğinden kıyamını da bunun üzerine oturttu.
"Ben bozgunculuk yaratmak, toplum düzenini bozmak, zulüm etmek için kıyam etmedim, ben ceddim Resulullah'ın (s.a.a) ümmetini ıslah etmek ve iyiliği emredip kötülükten sakındırmak için kıyam ettim." (5)
Soru: İyiliği emredip kötülükten sakındırmanın şartlarından biri de yapıldığı takdirde insana bir zarar gelmemesidir. Bunu herkes kabul etmektedir. Yezid'in ve Ümeyyeoğullarının nasıl insanlar olduğu malumdur. Kim onların karşısında bu ilahi farizayı yerine getirmek istese büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalacaktır. İmam Hüseyin (a.s) bunu çok iyi bilmekteydi. Peki, niçin gerekli şartların bulunmamasına rağmen iyiliği emredip kötülükten sakındırmak için kıyam etti?
Cevap:
Allah'ın hükümlerini, genel olan hükümlerin kayıt ve şartlarını, sadece Peygamber'den, ondan sonra da masum İmamlardan öğrenebiliriz. Onların yaptıkları her iş caizdir; söyledikleri, yaptıkları ve onayladıkları her şey Allah'ın hükmüdür. Zira Allah'ın hükmünün dışında bir şey yapmazlar.
Demek ki, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın şartlarından biri, zarara uğrama tehlikesinin olmaması ise, İmam'ın canını tehlikeye atarak bunu yapmak istemesi bir diğer şartın da bulunduğunu göstermektedir.
Şöyle ki, eğer insanın zarara uğramasından çok daha önemli bir durum varsa, o zaman burada zarara uğramamak şartı geçerli değildir. Hedef önemli olduğu zaman, insanın canına, malına ne kadar zarar gelirse gelsin yine de Allah için iyiliği emredip kötülükten sakındırmalıdır.
Mesela, iyiliği emredip kötülükten sakındırmadığın takdirde Allah'ın dini yok olacaktır, ama eğer yaparsan da canın tehlikeye düşecektir. Bu durumda Allah'ın dini, candan daha önemli olduğu için mutlaka yapılmalıdır ve yapılmaması caiz değildir.
Diğer bir tabirle, normal ve sıradan iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla, tüm toplumu ilgilendiren, genel iyiliği emredip kötülükten sakındırma arasında çok fark bulunmaktadır. Sıradan iyiliği emretmede sadece şahıs günahtan kurtarılmaya çalışılmaktadır. Oysa İmam Hüseyin'in (a.s) yapmış olduğu emri bi'l-maruf ve nehyi ani'l-münker tüm toplumu ilgilendirmektedir. Dinin bekası, Allah'ın hükümlerini yaşamak ve yaşatmak ve yeniden adalet düzenini oluşturmak buna bağlıdır. Bunun için de canı tehlikeye atmaya değer.
Yezid'in döneminde, İslam toplumu hızlı bir şekilde küfür toplumuna dönüşmekte idi. Allah'ın emirleri kaldırılmaya başlanmıştı ve çok kısa bir süre sonra İslam'ın fatihası okunacaktı. İslam dininden bu büyük tehlikeyi uzaklaştırmak için her ne şekilde olursa olsun bu farz yerine getirilmeliydi, hatta insan canını bile feda etmesi gerekirse, din uğruna feda etmeliydi.
İmam Hüseyin (a.s) toplumun ne tarafa doğru sürüklendiğini, İslam'ın nasıl büyük bir tehlikeyle karşı karşıya bulunduğunun farkındaydı. Bu yüzden Medine valisi Mervan, Yezid'e biat etmesi gerektiğini söylerken İmam ona şöyle buyurdu: "İnna lillah ve inna ileyhi raciun. Yezid gibi birisi, İslam toplumunun başına geçecekse artık İslam'a veda etmek gerekir."
Yani, Yezid'in hükümeti ele geçirerek Müslümanların başına geçmesi halinde İslam'ı neyin beklediği açıktır. Yezid'in olduğu yerde İslam, İslam'ın olduğu yerde de Yezid olmaz.
Bu büyük tehlike ve münkir karşısında İmam'ın görevi, kıyam ederek İslam'ı savunmaktı, kendi canı, sevdiklerinin ve ailesinin canı tehlikeye düşse bile. İmam, İslam'ın baki kalmasını, kendisinin yaşamasından daha önemli olduğu inancındaydı. Dolayısıyla vazifesini yerine getirmek için canını feda etmekten, çocuklarını ve ailesini zorluklara sokmaktan çekinmedi.
İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamı tam anlamıyla iyiliği emredip kötülükten sakındırmak içindi. O gerçek manada zulüm, haksızlık, küfür ve gericiliğe karşı direniş gösterendir. Tarih hiçbir zaman böyle bir mücadele görmemiştir. Tek başına bir orduya karşı durmak, aileyi bile tehlikeye atmaktan çekinmemek, görevi en güzel şekilde yerine getirmeye çalışmak ve tüm bunlarla beraber izzetini, onurunu ve nefsin kerametini koruyabilmek yalnızca İmam Hüseyin'e has bir özelliktir.
Bu uğurda, Aşura günü nice acı, elem ve zorluklara katlandı; musibetler gökten bir yağmur gibi başına yağmasına rağmen o dimdik, yiğitçe, ayakta durarak canını iyiliği emredip kötülükten sakındırma uğruna feda etti. Böylece hak yolunda şehit olanların serveri oldu.
Bu konu hakkında şehit Mutahhari şunları söylemektedir:
"İyiliği emredip kötülükten sakındırmanın, bir tehlikeye maruz kalmama şartıyla farz olduğunu herkes kabul etmektedir. Fakat eğer bir zarara uğrayacaksa bazılarına göre farz oluşu buraya kadardır ve canı, malı, namusu tehlikeye düştüğü anda bundan sonra farz olmaktan çıkar. Fakat bazılarına göre de bu farzı yerine getirmek zarara uğramaktan çok daha önemlidir.
Konu küçük bir meseleyse ve iyiliği emredip kötülükten sakındırdığın takdirde sana bir zarar gelecekse o zaman farz değildir. Lakin mesele büyük ve çok önemliyse farz oluşu asla ortadan kalkmaz. Eğer Kur'ân tehlikedeyse, adalet uygulanmayacaksa, İslami vahdet yok olacaksa, bu farzı terk edemezsin. Bu durumda 'Canım tehlikeye düşer, beni küçük düşürürler, toplum kabul etmez' gibi bahaneler Allah katında geçerli değildir."
Soru: Bütün şer'i hükümler için geçerli olan şartlardan biri de, mükellefin gücünün yetebilmesidir. İnsanın gücünün yetmediği hiçbir şey kula farz olmaz. Bu iyiliği emredip kötülükten sakındırmak için de geçerlidir. İmam Hüseyin (a.s) bilinçsiz, rahatlık ve dünya düşkünü olan halkın yardımını kazanamamıştı. Diğer taraftan da karşında tam donanımlı büyük bir ordu bulunmaktaydı. Peki, İmam Hüseyin (a.s) hiç gücünün olmamasına rağmen niçin bu farzı yerine getirmekte ısrar etti?
Cevap:
Şehit Mutahhari bu konu hakkında şunları söylüyor:
"İyiliği emredip kötülükten sakındırmanın şartlarından biri olarak, "gücün yetebilmesi-kudret sahibi olmak" belirtilmiştir. Bundan anlaşılan iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın güçsüze farz olmadığıdır. (6)
Bunu bazıları yanlış anlayarak şöyle diyorlar: "Bu işi yapmaya benim gücüm yetmez, İslam da gücün yetmiyorsa yapma demiş, öyleyse benim yapmam gerekmez." Böyle bir sonuca varana şu cevabı vermemiz gerek; evet gücün yetmediği zaman sana farz değil, ama sürekli de güçsüz kalamazsın, o farzı yerine getirmek için güç ve kudreti kendinde oluşturmak zorundasın.
Allah'ın bu farzını (iyiliği emredip kötülükten sakındırmak) yapmak için çoğu zaman haram bile haramlıktan çıkıp farz olabilir. Örneğin zalim hükümetin memuru olarak çalışmak haramdır, ama bu memurluk sayesinde iyiliği emredip kötülükten sakındırabileceksen, o görevi kabul etmek sana farz olur. Tarihte bizzat İmamların emriyle zalim padişahın hükümetinde çalışanlar görülmektedir.
Soruda geçen iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın ne şekilde güce bağlı olduğunu daha iyi anlayabilmemiz için, bu farzın önem ve ehemmiyetine değinmemiz gerekir.
Bu ilahi emir; İslam'da o kadar önemlidir ki, İmam Hüseyin (a.s) bunun için kendi canını, sevdiklerinin canını feda ederek ailesinin esir olmasına razı olmuştur. Bir rivayette ahir zaman halkını kötülerken nedenlerinden biri olarak şöyle buyrulmaktadır: "Onlar iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın sadece bir zarara uğramadıkları takdirde onlara farz olduğunu zannediyorlardı." (7)
Başka bir hadiste İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle naklediliyor: "İyiliği emredip kötülükten sakındırmak peygamberlerin yolu, salihlerin sürekli yaptıkları bir iştir. Bu farz sayesinde Allah'ın hükümleri uygulanır, yeryüzü bayındır olur, ancak bu farzı yapmakla düşmandan hak alınabilir." (8)
Böylesi önemli bir emir için, eğer gücün varsa yap yoksa gerekmez, denilebilir mi? Etki edeceğine dair en ufak bir ihtimal veriyorsan hemen yapman gerekir." (9)
Nitekim Kerbela'da İmam'ın şehit edilmesiyle görevin tamamlandığı zannedilmesin. Kıyamın amacına ulaşması için ikinci bir plan uygulamaya konulmuştur. O da İmam'ın ailesinin mesajı herkese ulaştırmasıdır. Hz. Zeyneb ve Hz. İmam Seccad (a.s) Kufe'de İbn Ziyad'ın, Şam'da da Yezid'in sarayında yaptıkları konuşmalarla mesajı ulaştırmışlardır. İmam'ın şehit olması onlar için işin bitmesi değildi, aksine her şey daha yeni başlıyordu.
Soru: İyiliği emredip kötülükten sakındırmanın bir diğer şartı, etki etmesidir. Etki etmeyeceğini biliyorsan farz olmaz. Kerbela kıyamında, Hz. Hüseyin'in (a.s) iyiliği emredip kötülükten sakındırmasının ne Yezid'e ve ne de onun ordusuna etki etmeyeceği çok açıktı, onlar ne pahasına olursa olsun asla hükümeti bırakmayacaklardı. Öyleyse Hazret, hangi akli ve nakli delillere dayanarak bu farzı yerine getirmek için kıyam etti?
Cevap:
Önceden de dediğimiz gibi, İmamların yapmış oldukları her iş şer'i delilin kaynağıdır. Bir işin caiz olmasına en büyük delil, masumun o işi yapmasıdır. Eğer iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın şartlarını öğrenmek istiyorsak, İmamların ne yaptığına bakmamız gerek.
Etki etmeye gelince; eğer etki edeceğine dair en ufak bir ihtimal veriyorsan yapman gerekir. İyiliği emredip kötülükten sakındırmayı yaptığın zaman etki edip etmemesi de iki çeşittir:
Birincisi; söylediğin takdirde, o günahkârı günahından vazgeçiremeyeceğini kesin biliyorsan, bu durumda farz olmaz.
İkincisi; o esnada etki etmeyeceğini biliyorsan ama yaptığın takdirde gelecekte etkisini göstereceği ihtimalini veriyorsan bu durumda farz olur.
Bunu çağımızda işgalci ve sömürgeci güçlerin esaretinden kurtulup özgürlüğüne kavuşmak isteyen nice halkaların uyguladığını görmekteyiz. Mücadeleleri sonucunda hemen özgürlüğe kavuşamayacaklarını bilmekteler, ama gelecek nesiller için direnişten vazgeçmiyorlar. Bunun için düşmanın hain planlarını halka anlatarak düşmanın orada kalıcı olabilmesinin önünü kesmişlerdir. Zamanla bilinçlenen halk da bilinçlenerek bağımsızlığına kavuşmuştur. Mücadeleyi başlatanlar çok önceleri ölmüştür, kendileri hükümete ulaşamamışlardır, ama hedeflerine yıllar sonra ulaşmışlardır, o da halkının bağımsızlığına kavuşmasıdır.
İlahi insanlar da aynı şekilde anlık düşünmezler, gelecek üzerine planlar yapıp, şimdiden başlarlar. Düşmanın onları öldürüp, işkencelerle parçalayacaklarını bilmekteler, fakat İslam'ın geleceği için, tevhidin dünyaya hâkim olması için cihattan vazgeçmezler. Onların bugünkü kıyamı, yarın halkların uyanışı olacaktır.
Peygamber'in (s.a.a) vefatından elli yıl gibi kısa bir süre geçmesine rağmen toplum öylesine değişmişti ki Kur'ân'ın hükümleri büyük bir tehlikeyle karşı karşıyaydı. Din yok olmaya doğru gitmekte ve İslam'ı zifiri karanlık günler beklemekteydi, çok kısa bir süre sonra İslam güneşinin batıp yerine cahiliyet döneminin başlayacağı açıkça görülmekte idi.
Bütün bu olup bitenler karşısında İmam Hüseyin (a.s) ne yapabilirdi? İbn Ömer gibi bir cami köşesine çekilip İslam'ın yok oluşunu mu seyretmeli miydi? Onlara karşı gücüm yetmez, ne söylersem fayda etmez ve bana zarar verirler diyerek sessiz kalabilir miydi?
Tabii ki hayır, çünkü İmam, kıyam edip, bu düzene baş kaldırdığı takdirde İslam'ın yok olmayacağını ve Allah'ın dininin baki kalacağını çok iyi biliyordu. Hz. Hüseyin (a.s), Ümeyyeoğullarının onu öldürmesiyle halkın buna çok sert bir şekilde karşı geleceğini, Yezid hükümetini meşru bilmeyip, asıl planlarını anlayacaktı. Zira herkes Hüseyin'i Peygamber evladı, vahiy evinin gülü, halkın en değerlisi ve kalplerin tek sevgilisi olduğunu bilmekteydiler. Müslümanlar İmam Hüseyin'in (a.s) öldürülmesine seyirci kalamazdı, Yezidi rejimden hesap soracak, öfkelerini göstereceklerdi. Hükümet de yıkılmamak için halka karşı tüm gücünü kullanacaktı, onlara büyük zulümler edecekti ve İmam hiçbir hükümetin halka zulümle kalıcı olamayacağını çok iyi biliyordu.
İmam Hüseyin (a.s) kendisinin şehit edilmesi ve ailesinin esir alınmasıyla, Ümeyyeoğullarının gerçek yüzlerinin ortaya çıkacağını biliyordu. Halk onların aslında İslam'ın en büyük düşmanları olduklarını anlayıp, Peygamber'e karşı olan kinlerinin farkına varacaktı. Bu da İslam'ın yok edilmesi için, Ümeyyeoğullarının yapmış olduğu tüm planların suya düşmesi ve halkın gönlünde bulunan İslami gayretin yeniden alevlenmesi demekti.
Hz. Hüseyin (a.s), kendisinin öldürülmesiyle Yezid'in zorba rejiminin rezil rüsva olacağını biliyordu. İnsanlar başlarında nasıl bir devletin olduğunu, Peygamber'in halifesi iddiasında bulunanın aslında nasıl Peygamber düşmanı olduğunu anlayacaktı. Bu bilince ulaşan halka hükümet etmekse imkânsız olurdu, kısa bir süre için başta kalsalar bile, İslam'a hiçbir şey yapamazlardı.
Kerbela faciası, tüm İslam âlemini yerinden oynattı. Peygamber evladının ölümünde, sanki Resulullah (s.a.a) ölmüş gibi herkes üzgün ve öfkeliydi. Bu öfkeler her yerde yavaş yavaş Emeviler aleyhine kıyama dönüştü. Düne kadar İslam adına şirk ve küfrü yayan rejim, İmam Hüseyin'in (a.s) kanının bereketiyle, Müslümanlar tarafından yıkıldı. Böylelikle Peygamber'in (s.a.a) aziz dini İslam yok olmaktan kurtarılmış oldu.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşılan şudur; İmam Hüseyin'in (a.s) yapmış olduğu "iyiliği emredip kötülükten sakındırma" tamamen fıkhi ölçüler içerisinde idi ve farz oluşu gün gibi aşikârdı. Hz. Hüseyin (a.s) Allah'ın bu emrini yerine getirmek için hiçbir şeyini feda etmekten çekinmedi. Kendi canını bu yolda feda etti, gözleri önünde en sevdiklerinin parçalanmasına, kardeşlerinin, evlatlarının öldürülmesine sabretti ve bütün bu acılara yalnızca Allah için sabretti. En büyük ülküsü olan ceddi Resulullah'ın (s.a.a) dinini korumak için dayandı. Bütün bela ve musibetlerin ona sel gibi gelmesine rağmen, yolundan dönmedi, onurla ayakta durup, dinini savundu ve hedefi için yılmadan mücadele etti.
ehlader
----------------------------------------------
[1] Tövbe, 7.
[2] Mizanu’l-Hikme, c. 4, s. 80.
[3] Gureru’l-Hikem, c. 2, s. 400.
[4] Usulu Kâfi, c. 5, s. 55.
[5] Biharu’l-Envar, c. 44, bab. 37, hadis. 2.
[6] Furu-u Kâfi, c. 5, s. 59.
[7] Furu-u Kâfi, c. 5, s. 55.
[8] Furu-u Kâfi, c. 5, s. 55.
[9] Hüseyn-i Yiğitlik, c. 1, s. 304/312.
Reisi ve Putin Karabağ'ı Görüştü
İran Cumhurbaşkanı Seyyid İbrahim Reisi ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin telefonda görüştü.
Cumhurbaşkanı Reisi bu telefon görüşmesinde, İran’ın Rusya ile ticari ve ekonomik ilişkileri geliştirmekten yana olduğunu dile getirerek, “İran ve Rusya arasındaki ilişkilerin ve işbirliğinin daha da geliştirilmesi sürecinin hızlı bir şekilde uygulanabilmesi için iki ülke arasındaki kapsamlı uzun vadeli işbirliği belgesini tamamlamaya hazırız” dedi.
İbrahim Reisi, Tahran ile Moskova’nın birçok uluslararası konuda aynı görüşe sahip olduğunu belirterek, “Tek taraflılığa karşı çıkmak ve çok taraflılığı güçlendirmek iki ülkenin ortak yönlerinden biridir” ifadesini kullandı.
Bölgesel meselelerde iki ülkenin ortak işbirliği yapması gerektiğini vurgulayan Reisi, “Yabancıların Suriye’deki varlığının, ülkenin güvenlik ve istikrarını tehdit ettiği için yasa dışı olduğuna ve Suriye halkı ile hükümetinin isteğine aykırı olduğuna inanıyoruz” ifadelerinde bulundu.
Afganistan’daki gelişmelere dikkati çeken Reisi, “Terör örgütü IŞİD’in Afganistan’daki varlığını bölge ve bu ülke için tehlikeli buluyoruz. Dolayısıyla bu komplonun tehlikeleri karşısında uyanık olmalıyız” dedi.
Reisi, Afganistan’da tüm etnik ve siyasi grupların katılımıyla kapsayıcı bir hükümetin kurulmasından yana olduklarını ifade etti.
Cumhurbaşkanı Reisi, İran milletine karşı yaptırımların kaldırılması yönündeki tutumundan dolayı Rusya’yı takdir ederek, “Müzakerelerde ve ulusumuzun yaptırımları kaldırma haklarının sağlanması konusunda kararlıyız.” diye kaydetti.
Reisi ayrıca, Rusya’nın Güney Kafkasya bölgesinde istikrar ve huzura yönelik girişimini memnuniyetle karşıladı.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de Tahran ile Moskova’nın pek çok konuda ortak tutum ve yakınsamaya sahip olduğunu vurgulayarak, “Moskova, Tahran’ın iki ülke arasında uzun vadeli işbirliğine ilişkin yeni bir belge hazırlama önerilerini destekliyor. Bunun en kısa sürede sonuçlanıp uygulanmasına kararlıyız” dedi.
Putin, Moskova'nın İran ile ekonomik ilişkilerin düzeyinin artmasına ve ortak yatırım programlarının sonuçlandırılmasına büyük önem verdiğini belirterek, “İkili, bölgesel ve uluslararası işbirliği düzeyinin artırılması yönünde olumlu gelişmelere tanık oluyoruz. İş birliğinin gelişimi kuşkusuz hız kazanacaktır” ifadesini kullandı.
İran ile Rusya’nın başta Suriye olmak üzere bölgesel konulardaki işbirliğine değinen Putin, “Ortak çaba ile Suriye’nin bağımsızlığını koruduk ve bu ülkedeki terör merkezi yok etmeyi başardık. Elbette çeşitli bölgesel alanlarda yakın işbirliğimizi sürdürmeliyiz” ifadelerinde bulundu.
Putin, Dağlık Karabağ bölgesindeki durumdan duyduğu endişeyi dile getirerek, “Bu bölgedeki güveni ve işbirliğini artırmak için 3+3 bir istişare mekanizması kurmak istiyoruz. İran’ın da bunu desteklemesini umut ediyoruz” diye konuştu.
Kulluğun Esasları-1
Kulluğun esasları : Kalbin Görevleri
Kulluk değirmeni on beş kaide üzerinde döner durur.(on beş temele dayanır)
Kim bu esasları tamamlarsa,(on beş temeli tam olarak yaparsa) kulluk mertebelerini de tamamlamış olur.
Bu esasların izahı şöyledir:
Kulluk kalbe, dil ve azalara taksim edilir. (İbadet; kalp, dil ve organlarla yapılanlar olmak üzere üçe ayrılır.)
Bunlardan her birisine ait özel bir kulluk görevi vardır.
Kulluk ile ilgili hükümler de beş tanedir:
1 - Farz,
2 - Müstehab,
3 - Haram,
4 - Mekruh
5 - Mübahdır.
Bunların hepsi de kalb, dil ve azalarla / organlarla ilgilidir.
Kalbin görevlerinin bir kısmında ittifak, bir kısmında ihtilaf vardır.
Lüzumunda ittifak olanlar:
İhlas, muhabbet, tevekkül, sabır, inabe, havf, reca, kesin tasdik, ibadette niyyet gibi şeylerdir. Bunlar ihlasa ilave değerlerdir. Çünkü ihlas mabudu herşeyden ayrı ve bir kabul etmektir.
İbadete niyyet etmenin iki derecesi vardır:
Birincisi: İbadeti alışkanlıktan ayırd etmektir.
İkincisi: İbadet derecelerini birbirinden ayırd etmektir. Bu üç kısım da vacib’dir.
Sıdk da böyledir. Doğrulukla ihlas arasındaki fark şudur ki: Kul için bir matlub ve bir de taleb söz konusudur, ihlas; kulun matlubunu birlemesi, sıdk ise talebini birlemesidir.
Dolayısıyla ihlas matlubun bölünmemesi, sıdk da talebin bölünmemesidir. Sıdk cehd ve gayret sarfetmek, ihlas matlubu birlemek, bir kabul etmektir.
Kalbin bu nevi amellerinin vücubu konusunda bütün ümmet ittifak etmiştir.
Kullukta samimiyet (nush) de böyledir. Dinin mihveri de budur ve bu Rabbin razı olduğu ve istediği şekilde kulluk görevini yerine getirmek için bütün gayretini sarfetmektir. Samimiyet esas itibariyle vacibdir ve en mükemmeli, mukarreblerin mertebesidir.
Kalbe ait bütün bu görevlerin her birinin iki yönü vardır.
1 - Yerine getirilmesi gerekli, (müstehakk) olan vacib ki bu Ashab-ı yeminin derecesidir.
2 - Müstehab olanların kemaliyle yerine getirilmesi ki, bu da mukarreblerin derecesidir.
Sabır da böyledir. O da ümmetin ittifakıyla vacibdir. İmam Ahmed derki, Allah sabrı Kur’an’ın doksan küsur yerinde zikretmiştir. Aynı şekilde sabrın da iki yönü vardır:
1 - İfası gereken vacib sabır,
2 - İfası müstehab olan kamil sabır.
Kalbin amellerinden üzerlerine ihtilaf olanlara gelince; bunlardan biri rızadır.
Rızanın vacib oluşu konusunda birisi sufilerin, ötekisi fakihlerin olmak üzere iki görüş vardır.
Her iki görüş de, Ahmed b. Hanbel’in öğrenci ve müntesiplerine aittir. Vacib olduğunu söyleyenler derler ki: Öfke haramdır ve öfkeden, razı olmaktan başka yolla kurtulmak mümkün değildir. Haramdan ancak rıza vasfıyla kurtulmak mümkündür, öyle ise rıza vacibdir.
Bunlar şu haberi de delil getirirler
“Kim benim belalarıma sabretmez, kazama razı olmazsa, o, benden başka bir rabb edinsin”.
Nehcü’l-Belağa’da İrfan
Nehcü’l-Belağa sonsuz irfan denizidir. Bu büyük ve değerli kitap, hem teorik irfan ve hem de pratik irfanda kâmil arif ve ariflerin İmam’ı olan insan-ı kâmilin sözlerinin bir kısmıdır. Nehcü’l-Belağa teorik ve pratik olmak üzere irfan ve ilahi maariflerle doludur.
İrfanın tanımı belirtildiği gibi hakkın taliplerinin hakkı tanımak için seçtikleri yol ve yöntemdir. İrfan iki kısma ayrılmaktadır: Pratik irfan; yani seyr-i süluk, vusul ve fena ve teorik irfan; yani keşf ve şuhudun kural ve yöntemleri.[1] Başka bir tabirle teorik irfan, varlığın tefsirini yapmaktadır. Yani Allah, insan ve dünyanın tefsiri. Pratik irfan ise insan-ı kâmile doğru bir şekilde terbiye etmeyi üstlenmiştir.
Söze başlamadan önce birkaç noktanın hatırlatılması gerekli görülmektedir: Evvela irfan, imamların nazarında pratik ve teorik irfan olmak üzere iki kısma ayrılmamaktadır ve onların siyer ve lisanlarında pratik irfan teorik irfandan ayrı değildir. Zira onlar pratik irfanla hakikatlerin tanımını elde ettiler ve sonra hakikat ve elde ettikleri tanımı kelam kalıbına sokarak insanlara beyan ettiler.
İkincisi irfanın teorik ve pratik irfan olarak sınıflandırılmasının geçmişi bin yıla sahip değildir. Aksine bu sınıflandırma İbn Arabî zamanında başlamış ve bariz örneği Hikmet-i Mütealiye’de olduğu gibi sonraları felsefeye de girmiştir.
Ama yinede Nehcü’l-Belağa sonsuz irfan denizidir. Bu büyük ve değerli kitap, hem teorik irfan ve hem de pratik irfanda kâmil arif ve ariflerin İmam’ı olan insan-ı kâmilin sözlerinin bir kısmıdır. İmam Ali’nin irfanî öğretilerinin tamamı Nehcü’l-Belağa’da toplanmamıştır.
Ariflerin İmam’ı Hz. Ali (a.s) bu bağlamda şöyle buyurmaktadır:
“Bizler peygamberlik ağacı, risaletin indiği mekân ve meleklerin inip çıktığı yeriz; ilmin madeni, hükmün kaynağıyız.”[2]
Bu nedenle eğer ilim ve bilgi varsa ve irfan varsa, risalet hanedanında; yani Ali (a.s) ve evlatlarında bulunur.
Büyük arif İmam Humeynî (r.a) Nehcü’l-Belağa hakkında şöyle diyor: O’nun [İmam Ali] ruhunun nazilesi olan Nehcü’l-Belağa kitabı, benlik ve bencillik hicabı yatağında uyuyan bizler için eğitim ve öğretim kitabıdır… Bir insan veya büyük insanlık toplumu kadar farklı boyutları olan bir külliyat… Her ne kadar toplumlar meydana gelse, devletler ve milletler oluşsa ve her ne kadar düşünür, filozof ve araştırmacı gelse ve onun derinliklerine inip düşüncelere dalsalar, filozoflar ve hikmet öğrenenler gelseler ve bu ilahi kitabın ilk hutbesinin cümlelerini araştırmaya otursalar ve marifet ashabı ve irfan erbaplarının yardımıyla kendi yüksek düşüncelerini işleterek onun kısa bir cümlesini tefsir etmeye çalışsalar ve hakikî bir şekilde onu idrak etmede vicdanları razı etmeyi isteseler… Vahiy evladının gördüğü alanının ne kadar olduğunu görseler kendi ve diğerlerinin kusurunu itiraf ederler. Kısa cümlelerinden bir tanesi şudur:
“O, hiçbir şeyin kenarında olmaksızın her şeyle birliktedir ve ayrı olmaksızın her şeyin dışındadır.”[3]
Bu açıklama irfanda değinilen vahdet-i vücut konusuna işaret etmektedir.
Nehcü’l-Belağa sonsuz irfan deryasıdır. Teorik irfan mebde ve mead, yaratılış, vahiy, melekler, mücerret dünya, alem-i melekût ve benzeridir. Pratik irfan ise ahlâk, nefsanî faziletler, adalet, takva, zühd, seyr-i süluk, cihat, yakarış ve benzeri hakkındadır.
Bu yazıda kısa olarak İmam Ali’nin (a.s) teorik ve pratik irfan hakkındaki sözlerinden bahsedeceğiz:
1. Teorik İrfan
Nehcü’l-Belağa’nın ilk hutbesi maarif deryasıdır. Allah’ın azameti hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Hamd Allah’a mahsustur ki övenler onu hakkıyla övemezler, sayıcılar nimetlerini sayamazlar, çalışıp çabalayanlar hakkını eda edemezler. Yüce himmetler O’nu idrak edemez, akıl-zekâ denizine dalanlar O’na erişemez. O’nun sıfatlarının belli bir sınırı yoktur. Bir vasfı mevcut değildir.”
“Dinin evveli O’nu tanımak, O’nu tanımanın kemali O’nu tasdik etmek, O’nu tasdik etmenin kemali O’nu bir bilmek, O’nu bir bilmenin kemali, O’na karşı ihlâslı olmaktır. O’na karşı ihlâslı olmanın kemali, O’ndan sıfatları nefyetmektir.”
“Allah’ın varlığı için bir başlangıç yoktur. Vücudu için ademlik sabıkası olmadığı gibi. O, hiçbir şeyin kenarında olmaksızın her şeyle birliktedir ve ayrı olmaksızın her şey dışındadır.”[4]
“Hamd, daha önceden olgu/örneği ve kendinden önce bir yaratıcıya (olmadığı için) tabi olmaksızın yaratıkları yaratana… Bütün yaratıklarını eksiklik ve halel kabul etmez şekilde muhkem ve sağlam takdir edip kâmil bir lütuf ile düzene sokan ve kemale doğru hareket edebilecek konuma getirip o yöne sevk eden Allah’a mahsustur.” [5]
Bu sözler Nehcü’l-Belağa’da bulunan teorik irfan deryasından bir katredir. Kelimelerle okyanus nasıl ölçülür?
2. Pratik İrfan
İmam Ali (a.s) seyr-i sülûkta atılacak ilk adım hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Gerçek arif (seyr-u sülûk ehli, ilim ve fikirle donanarak) aklını ihya etmiş ve şehvetlerini öldürmüştür. O denli ki şişmanlığı küçülmüş, sertlikleri yumuşamıştır. Kendisi için çok aydınlatıcı bir nur tutuşmuştur. Bununla tevhidin ana caddesini aydınlatmış ve bunun aydınlığında yolunu devam ediyor…”[6]
“Ey Allah’ın kulları! Allah katında en sevgili kul, nefsine karşı savaşta Allah’ın kendisine yardım ettiği kişidir. O kimse ki iç elbisesi ilahi hüzün ve dış elbisesi ise Allah’tan korkmaktır. Derken, hidayet ışığı gönlünü aydınlatmış, orada kalacağı gün için azığını hazırlamış, uzağı kendine yakınlaştırmış, zorluğu kolaylaştırmıştır.”
O hazretin (a.s) bakışında takvalıların nitelikleri şöyle şekillenmiştir:
“Ruhlarının derinliklerinde yaratıcı büyük ve bundan dolayı da onun dışındakiler gözlerinde küçüktür… Cennet’e oranla orayı görüp nimetler içinde yaşayan ve cehenneme oranla da orayı görüp azap çeken kimse gibidirler…”[7]
“Nimetini tamamlamak, izzetine teslim olmak ve günahlarından korunmak için Allah’a hamd ederim. Yeterliliğine (kifayetine) olan ihtiyacımdan dolayı O’ndan yardım dilerim. Allah’ın hidayet ettiği sapmaz…” [8]
“İlahi! Sana ibadet ediyorum; azabından korktuğum veya cennetine erişmek için değil, kulluk edilmeye layık olduğun için sana kulluk ediyorum.”[9]
Ölüme karşı arifane ve âşıkane bir yönelişle şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a yemin ederim ki Ebu Talip’in oğlu Ali’nin ölüme olan ünsiyet ve dostluğu, bir çocuğun anne memelerine olan ünsiyet ve dostluğundan daha fazladır…”[10]
Takva sahiplerine gece uyanık geçirme, az uyuma ve zayıflık hakkındaki tavsiyelerinde şöyle buyurmaktadır:
“Gözlerinizi geceleri ayık tutarak ve karınlarınızı zayıflatarak Allah’a itaate yönelin.”[11]
Hak ve adalet yolunda mücadele edenler için betimlediği cihat hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki cihat, cennet kapılarından bir kapıdır ki Yüce Allah sadece özel dostlarına açmıştır.”[12]
[1] Seccadî, Seyyid Cafer, Ferheng-i Istılahat-ı İrfanî, 4. baskı, irfan kelimesi, Tahran, Kitabhane-i Tahurî, 1378.
[2] Nehcu’l-Belaga, 109. Hutbe.
[3] Sahife-i Nur, Peyam-ı İmam bi Şirket Konendegani der Kongreyi Hezare-i Nehcü’l-Belağa, c. 14, s. 224-225, 27/02/1360.
[4] Nehcü’l-Belağa, 1. Hutbe.
[5] a.g.e, 90. Hutbe.
[6] a.g.e, 220. Hutbe.
[7] Nehcü’l-Belağa, 193. hutbe; Muttakin hutbesi adıyla meşhur olan bu hutbenin her sözü pratik irfanın makamlarından bir makamdır.
[8] Nehcü’l-Belağa, 2. hutbe.
[9] İhsaî, İbn Ebi Cumhur, Avaliu’l-Lali, Kum, İntişarat-ı Seyyidu’ş-Şuheda, c. 1, s. 44, h.k. 1405.
[10] Nehcü’l-Belağa, 2. hutbe.
[11] a.g.e, 183. hutbe.
[12] a.g.e, 27. hutbe.
Kur’an’da Semanın Manası
Kur’an’da defalarca zikredilen”sema” kelimesinin kendi dilimizdeki tercümesi gök değildir. Değişik örnekleri olan yukarı taraf manasındadır.
Kur’an’da Semanın Çeşitli Kullanılışları
“Sema” kelimesi sözlükte yukarı taraf manasındadır. Bu, genel bir mefhum olup değişik örnekleri içinde barındırmaktadır. Bundan dolayı Kur’an’da değişik yerlerde kullanılmış olduğunu gözlemlemekteyiz:
1. Bazen yerin çevresinde yer alan “yukarı taraf” anlamında kullanılmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Görmedin mi, Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir.”[1]
2. Bazen yeryüzünden daha uzak bir bölgeye (bulutlar mahalline) denmiştir. Nitekim şöyle okumaktayız:
“Ve gökten bir mübarek su indirdik.”[2]
3. Bazen yeryüzü etrafında toplanmış kümelenmeye (atmosfer) denmiştir:
“Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık.”[3]
Allah’ın biz göğü (atmosfer) korunmuş bir tavan yaptık diye buyurması, yeryüzü atmosferinin bir tavan gibi başımızın üstünde durması ve yeryüzünü gök taşlarının düşmesi karşısında koruyacak derecede sağlam olması nedeniyledir. Eğer kümelenmiş bir hava kalkanı olmasaydı, gece ve gündüz devamlı bir şekilde yeryüzünün çekim alanına giren ve ona doğru çekilen bu taşların düşme tehlikesiyle yüz yüze kalacaktı. Ama bu kalkanın varlığı, taşların yeryüzü atmosferine değmesiyle yanması ve sonra da kül olmasına neden olmaktadır.
4. Bazen de “yukarı küreler” manasında kullanılmıştır[4]:
“Sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi” (Ve ilk gaz ile gezegenleri yarattı).”[5]
5. Kur’an âyetlerinde “yedi göğün”[6] yaratılışı ve varlığı zikredilmiştir. Yedi gök denilirken gerçek manasıyla yedi gök kastedilmiştir. Bu tabirin değişik Kur’an âyetlerinde zikredilmesi, yedi sayısının burada çokluk[7] anlamında olmadığını ve özel bir sayıya işaret olduğunu göstermektedir. Bu âyetlerden anlaşıldığı kadarıyla gördüğümüz tüm gezegen ve yıldızlar birinci göğün parçasıdır. Ulaşamadığımız ve bugünkü bilimsel araçlarımızın kapsama alanının dışında kalan başka altı gök daha mevcuttur. Toplam yedi âlemi, yedi gök oluşturmaktadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:
“En yakın göğü kandillerle süsledik.”[8]
Bu âyetlerden iyice anlaşıldığı üzere gördüğümüz ve yıldızlar dünyasını oluşturan her şey birinci göğün parçasıdır, onun ötesinde altı gök daha mevcuttur ve bizim hâlihazırda onların detayları hakkında tam bir bilgimiz yoktur.[9] Nitekim yeni nücüm ilmi bu doğrultuda hareket etmiş ve bu görüşü desteklemiştir.[10]
Netice şudur: Kur’an’da kullanılmış “sema” ve “es-sema” kelimesinin tam manası “gök” değildir. Mana itibariyle kastedilen yukarı taraftır. “Atmosfer”, “yeryüzünden biraz yüksek”, “bulutlar mahalli” manalarında kullanılmıştır. Bu Kur’an âyetlerinde sadece bazı yerlerde “gök” (yıldızların bulunduğu yer) manasında kullanılmıştır. Öte taraftan Kur’an on dört asır önce (nücum ilmi bugünkü geldiği noktadan çok uzakken) evrenin azametini ve görünmeyen şeyler karşısında bu görünen dünyanın ne kadar küçük olduğunu açıklamıştır. Göze görünen tüm şeylerin ve yukarıdaki göğün tüm kürelerinin birinci gök olduğunu beyan ederek, evrenin azametini tüm açıklığıyla dile getirmiştir. Soruda işaret edilmiş âyetlerin incelenmesine gelince ise şunları ifade etmek gerekir:
1. Enbiya Sûresi, 32:
وَ جَعَلْنَا السَّماءَ سَقْفاً مَحْفُوظاً وَ هُمْ عَنْ آیاتِها مُعْرِضُونَ
“Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise oradaki, (Allah’ın varlığını gösteren) delillerden yüz çevirmektedirler.”
Bu âyet ile ilgili bahis ve onun Kur’an’ın ilmî mucizesine ve ilmî azametine delalet ettiği konusu daha önce belirtildi.
2. Lokman Sûresi, 10:
خَلَقَ السَّماواتِ بِغَیْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَها
“Allah, gökleri görebileceğiniz direkler olmaksızın yarattı.”
Bu âyet de söyleyeninin azametini bildirmekte ve O’nun sonsuz, zaman ve mekân ile sınırlı olmayan bir ilme sahip olduğunu belirtmektedir. Bu âyet göklerin sütunsuz olduğunu ve sütunsuz bir şekilde durduklarını buyurmamaktadır. Sadece göklerin gözle görülebilecek sütunlara sahip olmadığını bildirmektedir.[11] Bu, bilimin on dört asır sonra ulaştığı yer çekimi kanunudur.[12] Bu, bilimin çocukluk döneminde olduğu bir dönemde, on dört asır önce Kur’an’ın işaret ettiği mucizevî bir konudur.
3. Bakara Sûresi, 22:
الَّذی جَعَلَ لَکُمُ الْأَرْضَ فِراشاً وَ السَّماءَ بِناءً
“O, yeri sizin için döşek, göğü de bina yapan, gökten su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkarandır.”
Tefsir-i Numûne bu âyet hakkında latif ve güzel bir açıklamada bulunmakta ve şöyle demektedir: “Bu âyette şükretmeyi motive edebilecek Allah’ın büyük nimetlerinden bir kısmına işaret edilmiş ve “O, yeri sizin için dinlenme döşeği kılandır” diye buyurulmuştur.” Başka bir ifadeyle, sizi üzerine alan ve uzayda büyük bir hızla değişik hareketlerini sürdüren bu gezegen, varlığınızda en küçük bir titremeye sebep vermeyen şey O’nun büyük nimetlerindendir. O’nun yarattığı yer çekimi gücü size hareket, istirahat, ev ve yuva yapma, bağ ve bahçe kurma ve de türlü yaşam araçlarını icat etme imkânı vermektedir. Bir başka nimet daha vardır. Hiç düşündünüz mü eğer yer çekimi olmasaydı, bir göz kırpma süresi zarfında hepimiz ve tüm evlerimiz ve de yaşam araçlarımız yerkürenin dairevî hareketi neticesinde uzaya uçar ve uzayda kaybolurduk! “Firaş” (istirahat döşeği) çok güzel bir tabirdir. Firaş, sükûnet, huzur ve istirahat mefhumlarını taşımakla birlikte sıcak ve yumuşak olmak ve denge haddinde bulunmak mefhumlarını da kendinde barındırır. Sonra gök nimetine değinmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“O, sizin için, göğü de bina yapandır.” (وَ السَّماءَ بِناءً).
“Bina” kelimesi, gök sizin başınızın üzerinde bina edilmiştir mefhumunu çağrıştırmaktadır. Doğal olarak da bir tavan mesabesindedir. Bu mana daha açık şekilde Enbiya Sûresinin otuz ikinci âyetinde açıklanmıştır. Bu âyette işaret edilen “sema” kelimesi, yerin atmosferidir. Bu hususta daha önce açıklama yapılmıştı. Yani yerkürenin etrafını kaplayan ve bilginlerin teorilerine göre kalınlığı birkaç yüz kilometre olan kümelenmiş hava birikimine denmektedir. Yerküreyi her taraftan saran bu katı hava kümelenmesinin temel ve hayatî rolünü düşünürsek, bu tavanın ne ölçüde sağlam ve insanları korumak için ne kadar etkili olduğunu anlarız. Etrafımızı kuşatan bir kristal tavan mesabesindeki bu özel hava kümelenmesi, güneş ışınının direk vurmasını engellemekle birlikte, metrelerce kalınlıktaki çelik bir kaleden daha sağlam ve dayanaklı olacak kadar da muhkemdir! Eğer bu tavan olmasaydı, yer daima dağınık gök taşlarının yağması tehlikesiyle karşı karşıya olurdu ve dünyadaki insanların huzuru sona ererdi. Ama bu yüzlerce kilometre kalınlığındaki basınçlı kümelenme, tüm gök taşlarını yeryüzüne düşmeden önce yakmakta ve yok etmektedir. Sadece çok az bir kısmı ondan geçebilmekte ve yeryüzü ehline bir tehlike çanı sıfatıyla bir köşeye düşmektedir ve bu az sayı asla huzuru bozamamıştır.[13]
Nebe Sûresinin on dokuzuncu âyetinin manası ise manevî gök ve insanın yaşadığı evrenin, melekût ve melekler âlemiyle iletişime geçmesidir. Yani o zamana dek insanın yaşadığı evren, meleklerin âleminden ayrıydı ve şimdi bu ayrılık sona erdi. Çünkü maddî âlem kaldırılmış ve yerine bir başka âlem kurulmuştur. Bu yüzden melekler ve insanlar birbirleriyle iletişim kurmaktadır.[14] Nitekim Kummî Tefsiri’nde de bu âyet cennetin kapıları olarak yorumlanmıştır.[15] Elbette bazıları da bu âyeti ve İnfitar Sûresinin ilk kısmını maddî gök olarak tefsir etmiştir.[16]
[1] İbrahim, 24.
[2] Kaf, 9.
[3] Enbiya, 32.
[4] Fussilet, 11.
[5] Mekarim Şirazî, Nâsır, Tefsir-i Numûne,, c. 1, s. 164, Daru’l-Kutubi’l-İslamiye, Tahran, 1. baskı, h.ş. 1374.
[6] Bakara, 29; Fussilet, 12; Talak, 12; Mülk, 3; Nuh, 15.
[7] Sayının çokluk için olmasının manası, sayının bizzat gerçek bir adeti göstermeyip sadece söz konusu şeyin çokluğunu yansıtmak için kullanılmasıdır.
[8] Fussilet, 12.
[9] Tefsir-i Numûne, c. 1, s. 165 ve 167; Tabatabâî, Seyyid Muhammed Hüseyin, el-Mizan fi Tefsiri’l-Kur’an, c. 17,s. 369, Defter-i İntişarat-ı İslamî Camia-i Müderrissin-i Havza-i İlmiye-i Kum, Kum, 5. baskı, h.k. 1417.
[10] Dünyanın Azameti: Palumar rasathanesi evrenin azametini şöyle nitelemektedir: Palumar rasathanesinin teleskopu yapılmadan önce, bizim sanılarımıza göre dünyanın genişliği beş yüz ışık yılından fazla değildi. Ama bu teleskop dünyamızın genişliğini bin milyon ışık yılına çıkardı. Neticede milyonlarca yeni galaksi keşfedildi ve onlardan bazıları bizden bin milyon ışık yılı uzakta bulunmaktadır. Bin milyon ışık yılı mesafesinden sonra ise büyük, müthiş ve hiçbir şey görünmeyen karanlık bir feza göze çarpmaktadır. Orada rasathane teleskopunun fotoğraf sayfasını etkileyecek bir aydınlık geçmemektedir. Ama bu müthiş ve karanlık fezada kuşkusuz milyonlarca galaksi bulunmaktadır ve bizim tarafımızda olan dünya, o galaksilerin çekim gücüyle korunmaktadır. Göze görünen ve yüz binlerce galaksiye sahip olan bu azametli dünya, daha büyük bir dünyanın küçük ve önemsiz bir parçasından öte değildir ve henüz belirtilen ikinci dünyanın ötesinde başka bir dünyanın olmadığından emin değiliz. (Tefsir-i Numûne, c. 1, s. 168 ve 169).
[11] el-Mizan fi Tefsiri’l-Kur’an, c. 11, s. 287.
[12] el-Mizan fi Tefsiri’l-Kur’an, c. 11, s. 287.
[13] Tefsir-i Numûne, c. 1, s. 118 ve 121.
[14] el-Mizan fi Tefsiri’l-Kur’an, c. 20, s. 166.
[15] el-Mizan fi Tefsiri’l-Kur’an, c. 20, s. 176.
[16] Tefsir-i Numûne, c. 26, s. 33.
Neden Vahdet Olmuyor?
Bismillahirahmanirrahim
Bütün mü’minler kardeştir; öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakının ki O’nun rahmetine erişesiniz”1 “Ey İman edenler, Allah’ın kendilerine karşı gazablandığı bir kavmi veli dost/müttefik edinmeyin”2 “Ey iman edenler Allah’tan sakının ve doğru olanlar ile birlikte olun”3 (1Hucerat-10), (2Mümthin-13), (3Tevbe-119)
Vahdet; Kelime Kökeni, Arapça wḥd kökünden gelen waḥdat وحدة "bir olma, birlik" sözcüğünden alıntıdır. Arapça aḥad veya waḥīd أحد/وحيد "bir, tek" sözcüğünün mastarıdır. Bu sözcük Aramice/Süryanice aynı anlama gelen χad חד Sözcüğü ile eş kökenlidir. Aramice Süryanice sözcük İbranice aynı anlama gelen eχād אחד Sözcüğü ile eş kökenlidir. İbranice sözcük Akatça aynı anlama gelen ēdu sözcüğü ile eş kökenlidir.
Iman, sözlükte “güven içinde bulunmak, korkusuz olmak” anlamındaki emn (emân) kökünden türeyen îmân “güven duygusu içinde tasdik etmek, inanmak” demektir. “Sağlamlaştırmak, kesin karar vermek, tasdik etmek” manasındaki akd kökünden türeyen i‘tikād da “iman” karşılığında kullanılır. Terim olarak iman genellikle “Allah’tan alıp din adına tebliğ ettiği kesinlik kazanan hususlarda peygamberleri tasdik etmek ve onlara inanmak” diye tanımlanır. Bu inanca sahip bulunan kimseye mü’min, inancının gereğini tam bir teslimiyetle yerine getiren kişiye de müslim denir. Ayrıca Türkçe’de müslim kelimesinin Farsça kurala göre çoğulu olan müslüman da (müslimân) bu anlamda kullanılmaktadır.
Teslim, Bir kişinin her hâliyle oluşmuş şartları kabul etmesi ve kaderini kendini teslim alanın eline bırakmasıdır. Dini bağlamında içeresinde Tevekkül, itaat ve inanç olmayan bir teslim inandırıcı bir teslimiyette değildir. Dolaysıyla teslim olmak ve iman etmek iki ayrı tanımlamadır. Iman etmeden Teslim olan bir kişi bilmediği, inanmadığı ya da kabullenmediği fikirden, yoldan her fırsatta kaçmanın yollunu arayacaktır. Bu konuda Allah (cc) şöyle buyuruyor; “Bedeviler (her asırdaki cahil, gafil ve menfaatçi kesimler; kavim ve kabilesiyle övünen cahil kimseler): "Biz de iman ettik" derler. (Onlara) De ki: "(Hayır) Siz (hâlâ) iman etmediniz; ancak (mecburen ve görünüşte) İslam (veya teslim) olduk deyin.” (Çünkü) İman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resulüne (tam iman ve) itaat ederseniz (Kur’an ve Sünnet ölçülerine göre hayatınızı düzenlerseniz), O (zaman Allah CC) sizin amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmeyecek (ve emeklerinizi boşa vermeyecektir). Şüphesiz Allah, çok Bağışlayandır, çok Esirgeyendir.” (Hucurat-14)
Bu açıklamadan sonra biz Müslümanlar, dinimizin özünü oluşturan imanın alt yapısını bilmemiz, inanmamız, yaşamamız ve hiçbir şeyi ortak etmeden teslim olmamız gerekmektedir. Biz Müslümanların dininin özü Tevhid inancına imandır. Kısaca bizler Tevhid inancına teslim olmuş kişileriz. Bizlerin farklılıkları (renkleri, ırkları, kültürel sosyal yapıları) değişmeyen üç sarsılmaz anan temel iman etme üstüne birleşmiştir o ise ISLAM dinidir.
1. La ilahe illallah- Tevhit: (Bilmek, inanmak, yaşamak, ortak koşmamak); “De ki: O, Allah'tır, bir tektir. Allah Samed'dir. (Her şey O'na muhtaçtır, o, hiçbir şeye muhtaç değildir.) Ondan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir).”
2. Muhammed Resulullah (Iman ve itaat etmek); "Ey iman edenler! Allâh'a itaat edin ve Peygamber'e itâat edin ki amellerinizi boşa çıkarmayın!" (Muhammed, 33). "…Rasûl size ne verdiyse onu alın! Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allah'tan korkun! Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir." (Haşr -7)
3. Peygamberimizin Ehli beytini sevmek ve takipçisi olmak- (İhlas & Samimiyet & Kemalliye.) “De ki: 'Ben buna karşı ehli beytime sevgi dışında sizden hiçbir ücret istemiyorum.” (Sura-23)
Peygamberimiz ve Ehli Beytine olan sevgimiz ve bağlılığımız imanımızın olmazsa olmazıdır ve sadece kelime ile olan bir sevgi ve bağlılık değildir. Onlar olan bağlanma, bizlerdeki Allah sevgisini pür ve güçlü kılarak, Allah’a gerçek manada iman etmemizi, bağlanmamızı, tevekkül etmemizi sağlamaktadır.
Bizlerin vahdet için bilmemiz, iman & itaat etmemiz gereken ana temeller kısaca;
· Rabbiniz kim? “Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir.” (Araf-172) Ne evveli ne ahir olmayan, bilip bilemediğimiz her şeyi kapsayan, hayal gücümüzü aşan, rakamsal olmayan her şeyin sahibi tek ilah olan ALLAH ve O Allah’a teslim olmak.
· Muhammedîn Resulullah. “Ancak o Allah'ın Resûlü (habercisi) ve peygamberlerin sonuncusudur.” (33/40). Allah (cc), yaratılış gayesini hatırlatmak ve göstermek için bizleri bilgilendiren, doğru yolu gösteren İlahi haberci (Peygamber) eğitmenler yollamıştır. En son olarak Peygamberimiz Muhammed Mustafa (saa) yollayarak insanlığın “yaşam kılavuzunu” kemale erdirmiş ve en son noktayı da İslam ile koymuştur.
· İmam-i zamanı tanımak; “Ey inananlar, Allah'a, peygambere ve içinizden emredecek kudret ve liyakat sahip olan öndere itaat edin” (Nisa-176). Şeytanın yeryüzündeki mücadelesini insanoğlunun varlığının sonuna dek (o malum güne kadar) sınırlandırılmamıştır. Buna karşın, Allah (cc), insanlığın hakikat çizgisinde, eksiksiz, sapmadan kalmasını sağlayan kendisinin seçtiği ve peygamberler soyundan olan önderler/ rehberler/ imamalar göndermiştir. Bu önderin sahip olması gereken (liyakat) özelikleri Allah (cc), insanların onları tanımaları için açıklamıştır. “Onları emrimizle (insanlara) hak yolu gösteren imamlar (kendisine tâbi' olunan rehberler) yaptık; onlara hayırlı işler yapmayı, namazı hakkıyla edâ etmeyi ve zekât vermeyi vahyettik. (Onlar) bize kulluk eden kimselerdi.” (Enbiya-73). “Ve onların içinden, sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola iletip-yönelten önderler seçtik; onlar bizim ayetlerimize kesin bilgiyle inanıyorlardı” (Secde-30).
Buna rağmen, Herkes kendi nefsini tatmin etme doğrultusunda dinini yaşamak isteyince, inanların hayatı cahiliye hayatından bir farkı kalmamıştır, fakat bu cahiliye hayatına dönüş tevhitti inkâr etme (Hristiyanlar & Yahudiler) ve biz Müslümanlarsa İslam adına tevhitten sapmayla olmuştur ki bugün bunların hepsini görüp yaşıyoruz. Münafıkların varlığı, mürtedinlerin varlığı tefrikacıların varlığı hep olmuştur fakat bu halleri peygamberimizin vefatından sonra, insanların hayatına yön veren “saray İslam'ı” / “matris İslam'ı”( hanedan sistemi) İslam adı altında yaşanmaktadır.
İnancı-imanı, İhlasla, Samimiyetle ve Kâmil olarak Peygamber ve Ehli Beyit sevgisinin yaşamak yerine, inananlar kendi nefislerinin arzularına tabi olup “Allah” adı ile, Allah’ın emrine karşı yaşantıların kendilerine yol (inanç) yapmışlardır veya yapanlara uymuşlardır. Buna karşın, Allah'ın dinine ihlasla, samimiyetle ve kemaliyle bağlanalar yalnızlaştırılmış “marjinalleştirilmiş” ve de onlara zülüm yapılmış ve halada zülüm görmektedirler.
Burada Karşımıza çıkan tablo; “Dine karşı din” & “İnanca karşı İnanç” olmuştur. Dolaysıyla Her bir inanç sahibi kendi inancını kendinden olmayana karşı üstün görmekte karşısındakini küfürleştirmektedir. Bu ise bizlerin Vahdetti oluşturmasın engellemektedir. Çünkü Peygamberimiz ve Ehli beytine olan aşk & sevgi, inancımızdaki ihlasın & samimiyetin & Kemaliyelin bir göstergesidir ne yazık ki bu aşkın & sevginin yerine dünyevi çıkarlarımız doğrultusunda materyaliste sevgiler almıştır.
Peygamber & Ehli beyti sevgisi/aşkı yaşantımızı etkilediği & hâkim olduğu sürece, Allah'ın dini İslam'a ihlasla, samimiyetle insan-ı kâmil, Muhlisin olarak yaşamamızı sağlayacaktır. Buda bizleri gerçek anlamda & manada Allah’a iman ve Teslim & tevekküle etmemizi sağlayacaktır. Dolaysıyla bizleri otomatik olarak Allah’ın ve Peygamberi & Ehli beytinin dostlarını kendimize veli ve dost, Allah’ın düşmanlarında kendimize düşman olarak tanımamızı sağlayarak biz, inanlar doğal olarak Vahdet’i sağlayacağız.
Buna rağmen diyebiliriz ki, biz, Müslümanlar hiç olmazsa “simetrik” ya da “asimetrik” olarak TEVHID bayrağı altında birleşelim! Peygamber ve Ehli beyti sevgisi, aşkı olmadan gerçek manada Tevhit oluşmuyor ne yazık ki yerine başka yapılar oluşuyor. Bugüne kadar Müslümanların birbirlerini “Allah-u Ekber” diyerek öldürmesinin altında yatan an temeli budur. Bizler hangi inançta vahdet sağlamak istiyoruz? “Tevhid” (تفهيد) inancında mı? Yoksa “Tehvid” (تهويد) inancında mı?
Özet olarak; Allah (cc), (Tevhit inancına) olan imanımızın teminatı, Peygamberimize ve Ehli beytine olan sevgi/aşk ve teslimiyettir. "Kim Allah'a ve Rasûl'e itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, Sıddıklar, şehitler ve Salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel dost(lar)dır." (Nisa-69)
Mustafa Kemal TASPINAR
1 Kasım 2021