Displaying items by tag: ABD

Cumartesi, 27 Aralık 2014 00:00

ABD’nin Yeni Komplosu, “Irak Sünni Ordusu”

Konferansın başkent Bağdat değil de Irak’ın Kürdistan bölgesinin merkezi Erbil’de düzenlenmesi bile merkezi yönetime karşı yeni bir komplonun habercisidir.

 
Bismillah

 18 Aralık 2014 tarihinde Erbil’de ilginç bir konferans düzenlendi. Çoğu başkent Bağdat’ta üst düzey resmi makamlarda bulunan Sünni-Arap siyasetçiler ve Sünnilerin yaşadığı bölgelerdeki aşiret liderlerinden bazılarının katılımıyla gerçekleşen bu konferansın amacı üzerinde dikkatle durulması gerekir.

Konferansın başkent Bağdat değil de Irak’ın Kürdistan bölgesinin merkezi Erbil’de düzenlenmesi bile merkezi yönetime karşı yeni bir komplonun habercisidir.

Toplantıya ” Terörizmle Mücadele Konferansı” adı verilse de yapılan açıklamalar başka amaçlar için düzenlendiğini ortaya koymaktadır.

Uluslararası çapta düzenlenmesi ve birçok ülke temsilcisinin davet edilmesine rağmen merkezi hükümetin IŞİD terör çeteleri karşısında elde ettiği son başarıları karşısında çoğu ülke temsilcileri katılmaktan vazgeçti. Irak Cumhurbaşkanı yardımcısı Usame Nuceyfi, başbakan yardımcısı Salih Mutlak, Irak’ın sünni siyasetçilerinden bir grup ve Irak’ın 6 eyaletinden sünni vekillerle bazı aşiret liderlerinin katılımıyla gerçekleşen bu konferansta IŞİD’e karşı mücadelede sünni aşiretlerin silahlandırılması gerektiği ve ancak merkezi hükümetin bu konuda yavaş davrandığı eleştirildi.

Bu arada konferansı düzenleyenler yaptıkları açıklamalarda, amaçlarının Irak Ehli Sünneti arasında mezhebi birlik oluşturmak ve Ehli Sünnetin Bağdat’ın muhalefetine rağmen silahlanmak kararlılığını göstermek olduğunu belirtiler.

Irak’ta Sünni Arapları temsil edenlerin Baasçı rejimin yıkılmasından beri izledikleri ikircikli tutum bazılarınca her ne kadar asırlardan beri dış güçlerin himayesinde sahip oldukları iktidarı kaybetmek olarak yorumlansa da başını ABD’nin çektiği emperyalist güçlerle bölgedeki ortaklarının kışkırtmasıyla tahrik edildiklerini söylemek daha isabetli olur.

Bilindiği üzere Osmanlı Devleti dönemi, İngiliz işgali ve işgal sonrasından 2003 yılına kadar geçen sürede Iraklı sünni Araplar dış hamilerinin yardımıyla daima ülkenin kilit noktalarını ellerinde tutmuşlar ve çoğunlukta olan Şiiler ise daima iktidardan uzak tutulmuşlardı.

ABD ve müttefikleri ise Irak’ı işgal ederek Saddam ve Baasçı rejimini devirdikten sonra kukla bir rejim oluşturmayı planlıyorlardı. İşgal sonrası Irak’a genel bir vali tayin ederek yeni dönemde oluşturulacak anayasal yapı, hükümet, ordu vb kurumları nasıl düzenlemeyi kurguladıklarını ortaya koydular. Ama süreç istedikleri gibi yürümedi. Çünkü Irak’taki toplumsal yapıyı iyi okuyamamış ve Şia ulemasının halk üzerindeki rolüyle Şia direniş ruhunu görmezden gelmişlerdi.

Amerikalılar kendi planlarını uygulamaya çalışırken Şia uleması “Her Iraklı bir oy hakkına sahiptir” sloganını yayarak yeni düzenin genel vali emriyle, taifecilik ve aşiretçilik anlayışına göre değil de halkın oyuyla belirleneceğini ileri sürdüler ve sözde demokrasi havarisi işgalciler de bu görüş karşısında direnemediler. Öte yandan Baasçı orduyu dağıtan işgalciler kendilerine bağlı uysal bir ordu oluşturmayı planlarken halkın oyuyla işbaşına gelen ve Şia ulema otoritesinin desteğine sahip hükümetler bu oyunu da kısmen etkisiz bıraktılar.

Ve bilindiği üzere ABD askeri güçleri Irak’taki amaçlarına tam ulaşamadan 2009 yılında bu ülkeyi terketmek zorunda kaldı. Ama bu ABD’nin Irak’tan tamamen vazgeçtiği anlamına gelmiyordu. Çünkü, ABD Irak’a yönelik ilk saldırıdan, yani 1991’den beri Irak Kürdistan’ına yerleşmiş olarak Irak’ın parçalanmasına dair planlarını uyguluyordu. Bu amaç çerçevesinde Kürtlerin yaşadığı 36. paralelin kuzeyinin Irak uçuşlarına yasaklanması, Birleşik Görev Gücü adındaki uluslararası bir askeri gücün bölgeye yerleştirilmesi ve sonraki gelişmeler Kuzey Irak’ta ABD’ye göbekten bağlı fiili bir Kürt yönetiminin oluşmasıyla sonuçlanmıştı.

ABD merkezi Irak yönetimini Kürt yönetimiyle dizginlemek yanında sünni Arapları kullanmayı ve Irak’ı üç bölgeye ayırıma planını daima masa üstünde tuttu. Suriye’de iç savaş çıkarmakla bu hedefine yaklaştığını gören ABD bölgede birkaç planını birden gerçekleştirmeyi planlıyordu. Suriye’de mevcut rejim yerine – tüm Suriye’de olmasa da en azından sünni bölgelerde- kendine bağımlı/uysal bir Sünni rejimi kurarak Irak sünni Araplarıyla birleştirecek veya onların da Irak’tan ayrılmasını sağlayacak, Irak Kürdistan’ı ile Suriye’deki Kürtleri birleştirerek Akdeniz’e ulaşacak bir Kürt koridoru açacak ve en önemlisi İran’ın başını çektiği “Direniş Cephesini” gerileterek, bir birinden ayırarak İsrail’in güvenliğini uzun süre temin edecekti.

Suriye’de beklemediği bir direnişle karşılaşan ABD, IŞİD’i Irak’a yönlendirerek ağırlığı yeniden Irak’a vermeye başladı. Irak’lı bazı sünni Arap siyasetçiler ve aşiret liderlerinin Baasçıların ordudaki uzantılarıyla birlikte başta Musul şehri olmak üzere geniş bir bölgeyi herhangi bir direniş göstermeden ve hatta işbirliği yaparak IŞİD’e teslim etmeleri bu çevrelerin ABD ve bazı komşu ülkelerle perde arkasında planladıkları bir komplo planının sonucuydu. IŞİD’in Irak’taki ani başarılarının medya aracılığıyla Türkiye de dahil bazı ülkelerde “Sünni Devrimi” olarak lanse edilmesi bu çerçevede değerlendirilmelidir.

Ancak IŞİD projesi de ABD’nin önceki planları gibi beklendiği gibi sonuç vermedi. Çünkü IŞİD sadece iktidar peşinde değil, aynı zamanda kendi selefi ideolojisini de hakim kılmak isteyen, şiilerle birlikte sünnileri de kolayca tekfir edebilen, kolayca fetva verip masum insanları acımasızca katliam edebilen,uzlaşmasız ve kontrolü zor bir vahşi güçtü. Ve yine IŞİD’in ayrı bir ABD ortağı Kürdistan yönetimi üzerine yönelmesi ABD tarafından kabul edilemezdi ve durdurulmasına karar verildi.

IŞİD’in yok edilmesi değil, dizginlenmesi gerekirdi. Çünkü ABD’nin Irak ve Suriye üzerindeki çok yönlü planları çerçevesinde Kürtlerle birlikte sünni Araplara da ihtiyacı vardır. Irak’ta son haftalarda merkezi hükümetin ordu ve halk direniş güçleriyle birlikte IŞİD karşısında elde ettiği başarılar devam ederse bu merkezi hükümetin, ve dolayısiyle ülkenin dış saldırılara karşı güçlenmesi demektir.

IŞİD’e karşı oluşturulduğu iddia edilen Uluslararası Koalisyon’un bu terör çetelerine yönelik saldırılarını son sıralarda azaltmaları ve bazı bölge ülkelerinin IŞİD konusunda hala tereddütlü davranmaları Irak hükümetinin son sıralarda elde ettiği başarılardan duyulan kaygılardan kaynaklanmaktadır. Öyleyse IŞİD Irak’tan tamamen temizlenmeden önce sünnilerin takviye edilmesi gerekir sonucuna vardılar. Erbil’de geçen hafta düzenlenen sünni Araplar konferansını işte bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Konferansı düzenleyenlerden Neyneva Eyaleti Yerel Konsey üyesi Abdurrahman Veka konferansla ilgili açıklamasında görüşümüzü onaylar nitelikte şöyle diyordu: “Erbil konferansı Irak’taki Ehli Sünnet tarafından Irak aşiretlerinin silahlandırılması için bir baskı yoludur. Amerika’nın Ehli Sünnet aşiretlerinin silahlandırılması konusuna olan ilgisi kimse için gizli değildir. Çünkü bu ülke gelinen mevcut durumda Ehli Sünnet ile aynı tutumu sergileme peşindedir ve Erbil’deki terörizmle mücadele konferansında da bu şekilde bir tutum sergileyecektir.”

ABD tarafından IŞİD’le mücadele bahanesiyle kurulmasına karar verilmiş `Irak Sünni Ordusu`nun yüzbin kişiden oluşacağı dillendirilmektedir. Bölgesel planlarını uygulama konusunda Irak merkezi hükümeti ve ordusundan umudu kesmiş bulunan ABD, Kürt Bölgesel Yönetimi gibi bir Sünni Bölgesel Yönetimi kurarak Irak’ı fiilen üçe bölmeyi planlamaktadır. Böylece Irak’ta ekseriyetin iradesine dayalı güçlü bir merkezi iktidarın oluşmasını engellemeyi ve bu ülke üzerindeki sömürüsünü derinleştirmeyi amaçlamaktadır. Bölgesel planda ise yeni ülkecikler oluşturmak suretiyle bir yandan İsrail’in güvenliğini sağlamayı öte yandan Ortadoğu’daki sultasını bir süre daha sürdürmeyi planlamaktadır.

Amerikanın bu “böl, parçala, kolay yönet” planına Irak içi ve bölgesel aktörlerin tepkileri de durdukları konuma göre değişik olacaktır. Ülke nüfusunun kahir ekseriyetini oluşturan şiilerin, Irak’ın toprak bütünlüğü ve gücünü korumak için bu plana karşı var güçleriyle direnecekleri açıktır. Ülke nüfusunun %63-65 kadarını oluşturan şiilerin demokratik bir sistemde bütün yönetim organların ele geçirmeleri mümkünken iktidarın tüm organlarını sünni Araplar ve kavimsel kimliklerini öne süren sünni Kürtlerle paylaşmaya gösterdikleri özen bunun açık bir göstergesidir.

İran, Suriye ve Hizbullah gibi direniş cephesi üyelerinin de Irak’ın parçalanmasına, etnik ve mezhebi çatışmalara sahne olmasına karşı olacakları kesindir.

Iraklı Kürtler ve sünni Arapların bu konuda tek bir görüşte olduklarını söylemek mümkün değildir. Bağımsız Kürdistan düşüyle yatıp kalkanların etraflarında olup bitenler kendilerine dokunmadığı sürece her komployu kabul edecekleri tecrübeyle ortadadır. IŞİD Musul’a girdiğinde Kürtleri ilgilendirmediği için kayıtsız kalan ve hatta merkezi hükümetin zaafını fırsat bilerek kendisi de yeni bölgeler işgal ederek hükümetinin sınırlarını genişletmeye, güçlendirmeye çalışan Mesut Barzani liderliğindeki KBY bunun en açık örneğidir. IŞİD’in Erbil kapılarına dayanması sırasında kurtuluş için etrafa yalvarmasına ve ne kadar kırılgan ve zayıf bir konumda olduğunu görmesine rağmen hala akıllanmışa benzemiyor. Bir kısım Kürt çevreler ise ABD’nin ister Irak ve ister Suriye’de bir yandan Kürtlere bağımsızlık vaadlerinde bulunurken bir yandan da kendilerini dengelemek için yeni alternatif güç odakları kurduğunu gözlemlemekte ve ABD’nin “Sünni Ordusu” planına bu açıdan şüpheyle yaklaşmaktadırlar.

Yukarıda da değindiğimiz üzere asırlardır miras aldıkları iktidarı kısmen de olsa kaybeden Iraklı geleneksel iktidar çevreleri ve bazı sünni aşiret liderleri ABD’nin “Sünni Ordusu” planına en istekli yaklaşanlardır. Buna rağmen Iraklı sünnilerden bir bölümü düşmanın komplosunun farkında olarak Irak’ın toprak ve siyasal bütünlüğünü desteklemektedir. Her iki kesimin halk arasında ve iktidar kademelerinde temsilcileri bulunmaktadır.

Irak’ın Amerikan işgaline rağmen anti siyonist ve anti Amerikan cephesine katılmasını bir türlü içine sindiremeyen bazı sünni ve komşu ülkeler rejimleri ise Irak’ın menfaatlerinden çok kendi iktidarları ve çıkarlarını düşündükleri için geçmişte ortaya koydukları mezhepçi ve fırsatçı siyasetlerinde olduğu gibi “Sünni Ordusu” kurulması planına da olumlu yaklaşacaklardır. Bu çevreler bu sözde “Sünni Ordusu” ile kendilerinin de ABD’nin yanında Irak’ta nüfuz kazanacaklarını hesaplamaktadırlar.

Planın baş aktörleri ABD ve İşgalci İsrail ise bölge ülkeleri ve halklarını ne kadar fazla parçalar ve ne kadar çok cepheleştirirlerse o kadar başarılı olacaklarını hesapladıkları için “Sünni Ordusu” planını bir an önce hayata geçirmeye çalışacaklardır.

Bu menfur planın başarı oranı Irak ordusu ve halk direniş güçlerinin terör çetelerine karşı savaş meydanında gösterecekleri başarının hızı ve derinliğine bağlıdır. Erbil konferansının alelacele düzenlenmesi de son sıralarda IŞİD’e karşı kaydedilen başarılı operasyonların artmasından kaynaklanmaktadır. Sünni aşiretlerden bir çoğunun Irak ordusuyla omuz omuza savaştığı şu sıralarda yüzbin kişilik “Sünni Ordusu” planının gerçekleşmesi en azından şu sıralar mümkün gözükmüyor.

Ziya Türkyilmaz

Irak Başbakanı Haydar el-İbadi, İran’ın ölüm kalım anında Irak’a yardım ettiğini belirterek bu ülkeyle ilişkilerin bozulmasına rıza göstermeyeceğini söyledi.


Lübnan’ın el-Meyadin televizyonuna demeç veren Irak Başbakanı Haydar el-İbadi, Suudi Arabistan’la ilişkilerin iyileştirilmesinden başka bir seçenek olmadığını; ancak Körfez ülkelerinin hala IŞİD tehlikesini kavrayamadığını ifade etti.

Başbakan Haydar el-İbadi, bazı çevrelerin İran’la ilişkilerin bozulmasını istediğini; ancak kendisinin buna rıza göstermeyeceğini belirterek “Biz şu an Irak’ta bir ölüm kalım savaşı ile karşı karşıyayız. İran bu savaşta bizim yanımızda yer aldı” dedi.

ABD Başkanı Barack Omaba’nın kendisiyle yaptığı görüşmede Bağdat’ın tehditle karşı karşı karşıya olduğunu; ancak ABD’nin Irak’ı ve güvenlik güçlerini desteklemekte tereddütlü olduğunu söylediğini nakletti ve sözlerini şöyle sürdürdü:

Ancak İran, bize ve Kürtlere yardım etmekte hiçbir tereddüt göstermedi, İranlılar, Irak’a yönelik bir tehdidi kendilerine yönelik olarak gördüler; çünkü iki ülke de ortak çıkarlara sahip.”

Suriye sorununa da değinen İbadi, Suriye sorununun siyasi yollarla çözülmesi gerektiğini vurguladı ve “Suriye’de çatışmaların durması için yardıma hazırız. Suriye’de kanın dökülmeye devam etmesi, bu ülkede her şeyi yok ediyor ve biz bundan son derece rahatsızız” diye konuştu.

Irak’la Suudi Arabistan ilişkilerinin iyileşmesinin de bir zaruret olduğunu belirten Haydar el-İbadi, “Suudi Arabistan’la ilişkilerin iyileştirilmesinden başka seçenek yok; ancak Körfez ülkelerindeki bazı liderler hala IŞİD’in bölge ülkelerine yönelik tehlikesinin farkında değil” dedi.

İbadi, Suudi yetkililerle şimdiye kadar bu konuda görüşmelerinin olup olmadığı yönündeki bir soruya da sözlü olarak temaslarının olduğunu ancak pratik ve gerçekçi düzeyde işlerin yavaş ilerlediğini söyledi ve bu durumun iki ülkenin de yararına olmadığını ifade etti.

Published in Rapor
Salı, 02 Aralık 2014 00:00

Hac Kasım Nemesis

ABD basınının 2012’de ‘dünyanın en tehlikeli adamı’ gördüğü Hac Kasım’ı 2014’te ‘Nemesis’ ilan etmesi, sahadaki iki yıllık değişimle doğrudan ilgili.
 
Irak’ta IŞİD işgalinden kurtarılan yer sayısındaki artışla İran Devrim Muhafızları Kudüs Ordusu Komutanı General Kasım Süleymani’nin gündeme geliş sıklığı arasında doğru bir orantı gözlemleniyor.

Newsweek dergisinin geçen hafta kapak konusu yaptığı General Kasım Süleymani’ye dair “Nemesis”[1] nitelemesi, General Süleymani ile ilgili gündemin sadece niceliğinde değil, niteliğinde de ciddi bir değişim olduğuna işaret ediyor.

Kelime anlamı itibariyle şans ve ikbal dağıtan demek olan Nemesis, Yunan mitolojisinde kibirlileri ve küstahları cezalandıran acımazız intikam tanrıçası olarak tanınıyor.

Ancak ‘nemesis’ kelimesi modern İngilizcede ‘ezeli düşman’, ‘can düşmanı’ gibi anlamlarda kullanılıyor.  

Mitolojideki anlam düşünüldüğünde Newsweek’in dosyasında Musul’u ele geçirdikten sonra hilafet ilan ederek tüm bölgeyi ateşe verme tehdidinde bulunan IŞİD, ‘kibirliliğin ve küstahlığın’ sembolü olarak gösteriliyor.

Erbil ve Bağdat’ın IŞİD saldırılarından korunmasındaki; Emirli, Curf es-Sahar, Beyci, Celula ve Sadiye’nin IŞİD işgalinden kurtarılmasındaki rolü sebebiyle de General Kasım Süleymani, ‘Nemesis’ olarak niteleniyor.

İran’da ve Lübnan, Suriye Irak ve Kürdistan Bölgesi’ndeki dostları arasında ‘Hac Kasım’ diye tanınan General Süleymani, iki yıl önce ABD basınında “Dünyanın en tehlikeli 15 adamı”[2] arasında yer alıyordu.

Aslında Hac Kasım’ın ‘kibirli ve küstah’la savaşında bir değişiklik olmamasına rağmen iki yıl içerisinde ‘dünyanın en tehlikeli adamı’ olmaktan çıkarılıp ‘Nemesis’e dönüştürülmesi ‘kibirli ve küstahın’ değişmesinden kaynaklanıyor.

1979’daki İslam Devrimi’nden beri İran’da ‘uluslar arası emperyalizm’, ‘istikbar-ı cehani’ kavramıyla ifade ediliyor.

Kur’an’a ait bir terim olan ‘istikbar’ın, ‘kibir’ kelimesinin türevi olarak emperyalizmin doğasını ifade ettiği vurgulanıyor ve ABD ile iki eşit ülke olarak ilişki kurulamaması da onun ‘istikbari’ doğası ile açıklanıyor.

İran-ABD çatışması ve Hac Kasım

Amerika ile İran arasındaki çatışmanın sadece siyasi veya ekonomik alanla sınırlı olmaması ve çatışmanın her iki tarafın bölgesel stratejik derinliklerinde askeri boyutta sürmesi, ABD tarafında CIA ve Pentagon’un, İran tarafında ise Kudüs Ordusu’nun rolünü arttırıyor.

Lübnan, Suriye, Irak, Afganistan ve bugünlerde ise Yemen, çatışmakta olan İran ile Amerika’nın bölgedeki ortak stratejik derinliği olarak öne çıkıyor.

ABD’nin 11 Eylül gerekçesiyle ‘istikbar’ kavramına tam denk düşecek şekilde 2003’te BM Güvenlik Konseyi’ni de çiğneyerek Irak’ı işgal etmesi ve Büyük Ortadoğu Projesi ile tüm bölgeyi yeniden düzenlemeye kalkması iki taraf arasında halen sürmekte olan Soğuk Savaşın sebebi oldu.

General Kasım Süleymani, ABD’nin önce Afganistan ardından da Irak büyükelçiliğini yapan Zalmay Halilzad tarafından tanınan bir isimdi. Ancak iki tarafın ilk sıcak tanışması, 11 Ocak 2007’de oldu.

ABD’nin Irak’taki Özel Operasyonlar Komutanı General Stanley McChrystal, İran’dan Erbil’e gelen bir araçta Devrim Muhafızları Komutanı Muhammed Ali Caferi ile Kasım Süleymani’nin de bulunduğu istihbaratını aldı.

ABD askerlerinin baskın yaptığı Erbil’deki İran Konsolosluğunda General Caferi ve Süleymani yoktu; ancak bu durum Amerikan askerlerini istihbarat raporunda bahsi geçen araçtaki beş İranlı diplomatı esir almaktan alı koymadı.

Çünkü General McChrystal, 5 diplomatın Kudüs Ordusu personeli olduğunu belirterek tutuklanmalarını emretmişti.

Bu olaydan kısa bir süre sonra ‘Asaibu’l Ehl-i Hak’ adlı 9 veya 11 kişilik bir milis grubunun Kerbela’daki ABD askeri komuta karargahına saldırdığı ve 5 Amerikan askerini esir aldığı, yapılan takip operasyonunda milislerin kaçtığı; ancak 5 Amerikan askerinin öldüğü açıklandı.

Bu operasyon, ABD’nin 5 diplomatı esir almasına Hac Kasım’ın verdiği cevap olarak yorumlandı.

ABD, Erbil’de Kudüs Ordusu komutanı avlamaya çalışmıştı; ama İran’ın Bağdat Büyükelçiliğini yapan Hasan Kazımi Kummi ve Hasan Danayifer, Kudüs Ordusu personeliydi ve Irak’taki siyasi süreçlerin ABD’nin aleyhine şekillenmesinde bu iki isim etkili olmuştu.

 

Lübnan ve Suriye’de savaş

ABD ve Hac Kasım’ın Irak’ta başlayan Soğuk Savaşı, 2004’ten itibaren Lübnan’da, 20011’den sonra da Suriye’de devam etti.

ABD, Irak işgaline karşı çıkan Fransa ile birlikte 2004’te Suriye ordusunun Lübnan’dan çıkarılmasını ve Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını öngören 1559 saylı BM kararını çıkardı.

2005’te eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin öldürülmesinden sorumlu tutulan Suriye, Lübnan’dan çekilmeye zorlandı böylece Hizbullah’ın yalnızlaştırılması hedeflendi.

Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, 2006’daki Lübnan savaşını ‘Yeni Ortadoğu’nun inşası’ olarak niteledi.

2006 savaşı ile Hizbullah’ın askeri altyapısının çökertilmesi, İsrail’in Lübnan’da Litani nehrine kadar bir tampon bölge kurması ve Hizbullah’ın silahsızlandırılması hedeflenmişti. Savaşı Hizbullah’ın kazanması, Rice’ın sözünü ettiği ‘Yeni Ortadoğu’nun kurulamasını engelledi.

Benzer bir hedef, 2008 sonunda Gazze için öngörüldü; ancak 22 günlük ağır bombardımana rağmen Gazze’de de Filistin direnişinin askeri altyapısı çökertilemedi.

Irak’taki siyasi süreçlerin ABD’nin aleyhine şekillenmesinden ve Lübnan ile Filistin direnişlerinin çökertilememesinden Suriye yönetimi ile birlikte ‘Direniş Ekseni’ni’ güçlendiren Kudüs Ordusu Komutanı General Kasım Süleymani sorumlu tutuldu.

 

Arap Baharı ve Yeni Ortadoğu

Irak işgalinden sonra söz konusu edilen Büyük Ortadoğu Projesi Irak’ta, Lübnan’da Filistin’de başarısız oldu, öngörülen ‘Yeni Ortadoğu’ en azından bu üç bölgede Direniş Ekseni’nin lehine şekillenmeye başladı. Bu cümleden;

1- ABD, Irak’ta İyad Allavi başbakanlığında ‘uzun vadeli stratejik işbirliği anlaşması’ imzalatabileceği bir siyasi yapı kuramadı; 11 Aralık 2011’de tek bir askeri üs bile elde edemeden Irak’tan çekildi.

2- 2005’te yalnızlaştırılmaya çalışılan ve Lübnan’dan çıkarılan Suriye, Lübnan ve Filistin’de Suudilerin bile ‘Sin-Sin formülü’ çerçevesinde işbirliği kurmaya çalıştığı vazgeçilmez bir aktör haline geldi.     

3- Filistin’de müzakere tezini savunan el-Fetih zayıfladı, direniş tezini savunan Hamas iktidar oldu.

4- 2005’e kadar kabineye girmeyi önemsemeyen Hizbullah, Lübnan’da hükümetin de cumhurbaşkanının da seçilmesinde en belirleyici siyasi grup haline geldi.

5- Resmi sınırı olmayan İsrail, Direniş’in oluşturduğu caydırıcılık dengesiyle fiilen sınırlanmış oldu.

Ancak 2011 yılının mart ayından itibaren Suriye’yi de içine alan ‘Arap Baharı’, uluslar arası ve bölgesel aktörlerin müdahaleleri sebebiyle Büyük Ortadoğu Projesi’yle öngörülen sonuçlar yaratmaya başladı.

Direniş Ekseni’nin ‘istikbar’a ve bölgedeki uzantısı İsrail’e doğrultulmasını istediği namlular, tekfirciler aracılığı ile içeriye yöneldi.

Direniş’i Suriye, Irak ve Lübnan’da savunma pozisyonuna sürükleyen bu yeni konjonktür çerçevesinde 2012 yılı temmuzunda Suriye yönetimini birkaç haftada devirmeyi hedefleyen birvekalet savaşı başlatıldı.

Ancak bu savaştaki başarısızlık sebebiyle 2013 eylülünden itibaren Suriye’de kontrolden çıkan‘vekiller’, 2014 haziranından itibaren Irak’ta ‘asıllar’ için bile tehdit haline geldi.

Newsweek’e konuşan Irak’ın eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Muvaffak Rubaie, şunları söylüyor: “Musul düştükten üç gün sonra Irak’ın yardımına koşan kimdi? Amerikalılar değildi. Onlar üç ay sonra bir vatandaşlarının başı kesildikten sonra hava saldırısı yaptılar. Bağdat ve Erbil’in düşmesini İran önledi.”

Newsweek’in haberinde ayrıca İran’ın daha ilk haftalarda Irak’a 88 Rus Sokhoi uçağı ile Irak silahlı güçlerini eğitmek için en seçkin savaşçılarını gönderdiği ifade ediliyor.

Muvaffak Rubaie’nin verdiği bilgiler, Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesud Barzani’nin İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’ye teşekkür mektubuyla[3] ve KYB’nin Celula ve Sadiye’nin kurtarılmasındaki rolü sebebiyle İran’a teşekkür etmesiyle[4] de doğrulanıyor.

ABD basınının 2012’de ‘dünyanın en tehlikeli adamı’ gördüğü Hac Kasım’ı 2014’te Yunan mitolojisindeki anlamıyla ‘Nemesis’ ilan etmesi, sahadaki iki yıllık değişimle doğrudan ilgili. Bununla birlikte sahadaki iki yıllık değişime rağmen Hac Kasım’ın ‘can düşmanı’ (nemesis) olarak görülmeye devam edilmesi de kendi içinde son derece tutarlı.

Başta General Süleymani olmak üzere İranlı yetkililer ise ABD liderliğindeki uluslar arası koalisyonun IŞİD’le mücadelesini ciddi görmüyorlar. Irak ve Suriye’de istikrar ve güvenlik yaratacak siyasi sonucun ancak askeri sahada üretilebileceğini düşünüyorlar.

İran Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Genel Sekreteri Ali Şemhani, Irak’ta Emirli, Curf es-Sahar, Beyci, Celula ve Sadiye’nin birkaç gün içerisinde IŞİD’den temizlendiğini; ancak koalisyon uçaklarının bir aydır bombaladığı Kobani’nin hala IŞİD kuşatması altında olduğuna dikkat çekerek ABD’yi samimiyetsizlikle suçluyor.

Suriye’de IŞİD’i tehdit olarak görmeyen ABD’nin, bu örgütü Suudi Arabistan, Ürdün ve Kürdistan Bölgesi’ne tehdit olmayacak şekilde yaşatmak niyetinde olduğu tezini doğrulayacak çok sayıda kanıt sunulabilir.

Bu yüzden Hac Kasım’ın Irak’taki temizlik çalışmaları ile Suriye ordusunun Halep’e yoğunlaşmasının eş zamanlı gelişmesi tesadüf bile olsa anlamlı gözüküyor.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
[1] Newsweek. 27 Kasım 2014. Nemesis: The Shadowy Iranian Training Shia Militias in Iraqhttp://www.newsweek.com/2014/12/05/nemesis-shadowy-iranian-training-shia-militias-iraq-287610.html
[2] Wired. 19 Aralık 2012. The 15 Most Dangerous People in the Worldhttp://www.wired.com/2012/12/most-dangerous-people/#slideid-192001
[3] YDH. 11 Ağustos 2014. Barzani’den Ruhani’ye mektup. http://www.ydh.com.tr/HD13109_barzaniden-ruhaniye-mektup.html
[4] YDH. 27 Kasım 2014. Kürdistan’dan İran’a Celula ve Sadiye için teşekkür.

Cumartesi, 29 Kasım 2014 00:00

Anlaşmazlık bize değil ABD'ye zarar verecek

İran lideri İmam Hamaney 'Nükleer müzakerelerde, ABD'nin anlaşmaya daha çok ihtiyacı var, bu süreçteki herhangi bir anlaşmazlık ABD'ye zarar verecek' dedi.

İran lideri İmam Hamaney, İran ile 5+1 grubuyla sürdürülen nükleer müzakerelerde, ABD'nin anlaşmaya daha çok ihtiyacının olduğunu savunarak, "herhangi bir anlaşmazlık ABD'ye zarar verecek" dedi.

İran resmi ajansı İRNA'nın haberine göre, İmam Hamaney, İran Gönüllü Güvenlik Güçlerinin (Besic) kuruluş yıl dönümü kutlamalarında yaptığı konuşmada, 5+1 ülkeleri arasında sürdürülen nükleer müzakerelerde, İran heyetini, "çaba, gayret ve azimlerinden" dolayı kutladı.

Ülkesinin "ABD'nin güvenini kazanmaya" ihtiyacının olmadığını dile getiren Ayetullah Hamaney, "İran ile 5+1 grubu arasında devam eden nükleer müzakerelerin ana ilkelerine karşı olmadığımız gibi müzakerelerin uzatılmasına da karşı değiliz. Bu müzakereler olumsuz sonuçlansa da İran İslam Cumhuriyeti zarara uğramaz" dedi.

Batılı ülkelerin "uluslararası basın ve diplomatik bağıntılarına" değinen Seyyid Ali Hamaney: "Bizimle müzakere masasına oturan tarafların her birinin arkasında bir ordu var, bunların arasında Amerika daha ahlaksız, İngiltere ise daha sinsidir" ifadesini kullandı.

Son kongre seçimleri ve Ferguson kentinde çıkan olaylarla ABD Başkanı Barack Obama'nın zor durumda kaldığını savunan İmam Hamaney, şunları kaydetti:

"Bundan dolayı ABD'li yetkililerin büyük zafere ihtiyaçları var. Nükleer müzakerelerde, ABD'nin anlaşmaya daha çok ihtiyacı var. Bu süreçteki herhangi bir anlaşmazlık ABD'ye zarar verecek. Nükleer müzakereler bir anlaşmaya varılmazsa, gökyüzü bizim için yeryüzüne gelmez (Farsça'da 'kıyamet kopmaz' yerine kullanılan bir deyim), çünkü 'dirençli ekonomi hareketi' adına çözüm yolumuz var. Orta ve uzun vadeli planlarla hareket ettiğimizde İran milleti zirveye ulaşacaktır."

İran ile BM Güvenlik Konseyi'nin 5 daimi üyesi ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa ile Almanya'nın oluşturduğu 5+1 grubu arasında yürütülen ve son görüşmeleri Viyana'da sürdürülen nükleer müzakereler sonucunda nihai anlaşmaya varılamamış ve müzakere tarihinin 1 Temmuz 2015'e kadar uzatıldığı açıklanmıştı.

Published in Rapor

Gazeteci ve Yazar Ercan Dolapçı Ortadoğu'daki son gelişmeler ve bu konuda Türkiye'nin tutumu ile ilgili olarak MHA'ya konuştu. Dolapçı ile yapılan demeç aşşağıdaki gibidir:


1- Son günlerde Ortadoğu bölgesinde devam eden olaylar ile ilgili ve özellikle de Türkiye neden IŞİD'e karşı hava operasyonu düzenlemiyor? bu konuda yorumunuz nedir?

- Bölgeyi karıştıran ABD. PKK gibi İŞİD'i de kullanıyor. Ancak İŞİD, kukla Kürt bölgesine girince işler değişti. Çünkü ABD toprağına girmiş oldular. ABD uzun yıllardır Kürt ayrılıkçı hareketini kullanıyor ve onların hamisi durumunda. İstiyor ki, Kürtleri Türkiye korusun ve kollasın. Kimse o yapıyı bozmasın, hatta kendi ülkesini bölsün ve Kürtleri ayırsın! Bu olacak şey mi? Türkiye buna 35 yıldır direniyor. ABD, Türkiye topraklarında bir Kürt devleti kurmaya çalışıyor. Türk Ordusu bunu 1990'lardan beri tespit etti ve buna göre konumlandı. ABD'de bu direnci kırmaya çalışıyor. Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis'i suikatla öldürdü. Çünkü o, ABD planlarını tespit etmiş ve onları bozmak için çalışıyordu. Uçağına kurulan tuzakla şehit edildi. Daha nice subayımızı katlettiler. Ama direncimizi kıramadı.

 

İŞİD-PYD çatışmasında da bizden PYD'yi korumamız, hatta onlar adına İŞİD'le mücadele etmemiz isteniyor. Bu kabul edilemez. Türkiye buna girerse, bir anda bölgenin çukuruna düşer ve bataklıktan bölünerek çıkar. Bu bir tuzaktır.

Türk Genelkurmay'ı yaptığı açıklamayla PYD ve PKK'yi, İŞİD gibi 'terör örgütü' olarak ilan etti ve bunu da Tezkere'ye yazdırdı. Dolayısıyla Türkiye her ikisini de tehdit olarak gördü. Onların birinin yanında savaşamaz. Dolayısıyla hava harekâtı da yapamaz. ABD bastırıyor, PYD'yi İŞİD'in elinden kurtarmaya çalışıyor. Bunu da bize yaptıracak. Ama hükümet ve Genelkurmay direniyor. Bu direnci kırmak için de PKK eliyle Geneydoğu illerimizde olaylar çıkardı. 35'e yakın insanımız alçakça katledildi. Çok büyük maddi zarar verildi.

 

Bu olaylarla şu görüldü: AKP'nin PKK ile yürüttüğü 'Açılım' politikası bitmiştir. Türk ordusu ara verdiği PKK mücadelesine bundan sonra hız verecektir. PKK, İŞİD saldırısıyla boş ve kof olduğunu kanıtladı. Kendi halkını koruyamıyor. Zavallı duruma düştü. ABD desteği olmasa, birgün bile ayakta kalamazlar, ezilirler. Zaten Kobani dedikleri Ayn el Arab'ta insan kalmadı ki. Orada kimi koruyorlar? Bu yalan. Orada sivil kalmadı, hepsi Türkiye'ye sığındı. Kalanlar da PKK militanı. Kendini koruyamayan, İŞİD'e karşı savaşamayan PKK, kimin için savaşacak? Ancak yakıp yıkmayı bilirler. Boşuna terör örgütü denmiyor.

Kürt halkı da PKK'nın gücünü çok iyi gördü. Boş olduğunu gördü. Zaten olaylarda büyük destek yoktu. Militanlardan başka yakıp yıkan yoktu. PKK'nın halk desteği daha da azalacaktır.

ABD birkez daha başarısız oldu. İŞİD'e karşı ne kendisi, ne de müttefikleri gelip savaşabildi? Seyrediyorar. Hava operasyonlarıyla bunun olmayacağını onlar da biliyor. Göstermelik saldırı yapıyorlar. Karadan giremezler. Türkiye de girmeyecek.

Bu politikalar bölgede istikrar yaratamaz. Tek çare olaylara bölge ülkelerinin müdahale etmesi ve birlikte çözüm için çalışmasıdır. Emperyalist ülkeler bölgeden uzak durursa, bu sorunlar bir haftada biter ve huzur gelir. Amerika iyilik yapmak istiyorsa şer elini bölgeden çeksin!

 

2- Türkiye’nin Amerika ve Katar gibi Batılı ve bölgedeki müttefiklerinin Esed rejiminin yıkılmayacağını anlamaları ve IŞİD ile mücadeleye odaklandıkları bu dönemde bile Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan hala Suriye olaylarının başladığı günden beri izlediği siyaset üzerinde ısrar etmektedir neden? Ve İran’ın izlediği politikayı eleştiriyor?

 - Bölgedeki olayların gelişmesi ve büyümesi Erdoğan'ın yanlış politikaları sonucudur. Erdoğan da tıpkı ABD gibi bölgede yenildi. Politikaları iflas etti ve Türkiye'ye zarar veriyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihinde görülmedik şekilde, bölgedeki istikrarsızlığa katkı sunuyor. Türkiye geleneksel olarak kimsenin içişlerine karışmaz. 'Yurtta sulh, cihanda sulh' der ve bu politikayı uygular. Bölgede hep yapıcı olmutur. Bunu maalesef Erdoğan bozdu ve başımıza iş açtı. Başarısızlığını örtmek için sağa sola saldırıyor. Bir haftada Şam'da, Obama ve Netenyahu ile namaz kılacaktı? Ne oldu? Olmadı... Suriye halkı direniyor. Hem de kahramanca. Direnmeyle bölgenin kaderini değiştiriyor. Suriye direnişi tarihseldir.

Suriye kalesinin düşmesi, Türkiye'nin de hızla bölünmesi demektir. Erdoğan kişisel hırsları ve ABD'ye aşırı bağlanmasından bunu göremiyor. Hele İran'a sataşması çok yanlıştır. İran bölgede yapıcı davranıyor. Suriye'yi ve Lübnan'ı desteklemesi hepimiz için önemli. Bunu Türk halkı görüyor. Cumhuriyet’ten buyana İran'la çok özel ve özenli dış politika güttük. Bunu bozmak Türkiye'ye ihanettir. Çünkü çok politikaları aynı, bunu bozmak demek Türkiye'yi istikrarsızlığa sokmak demektir. Bugün yaşananlar da budur.

Kaldı ki İran dini lideri Ayetullah Ali Hamanei, çok iyi bir politikacı ve önderdir. Allah ona sağlık ve afiyet versin. Rahmetli İmam Humeyni'den buyana çok iyi politika güdüyor ve İran'ı başı dik ve onurlu bir ülke yaptı. Güçlendirdi. Emperyalizme karşı da kale gibidir İran! Buna laf söylemek ne insanlığa ne komşuluğa ne de İslâm'a uyar. Başka da birşey demeyeceğim. Ancak bunu şöyle izah edebiliriz: Erdoğan kaybettikçe kadim dostlarımıza da saldırıyor.

 

3- Geçen 30 yıla bir dönüp baktığımız zaman, İran ve Türkiyenin dünya görüşleri ve politikaları arasında uçurumlar kadar tabir edebileceğimiz kadar farklılıklar olsa bile bu iki ülke hiç bir zaman şimdiki kadar bir biri ile zıt duruma düşmemişlerdir bunu neye bağlıyorsunuz?

- Bunu tek kelimeyle İran bağımsız politika güdüyor. Türkiye ise ABD ve İsrail yanlısı politika. Temel çelişki budur. Bu da yakında sonlanacak ve İran ve Türkiye eskisi gibi daha da birbirine kenetlenecektir. Eğer Atatürk'ün miras bıraktığı 'Bölge Merkezli' ve antiemperyalist politikaya dönersek, çok şey değişir ve bölge ülkeleriyle birlik kurarak daha büyük atılımlar yaparız. Bunu istemeyen güçler aramızı bozmaya çalışıyor. Ama bozamayacaklar. Eninde sonunda dost olacağız ve birlikte bütün sorunların üstesinden geleceğiz. İran ve Türkiye el ele verse dünyanın gidişi değişir. Ama bu da olacak. Bizler burada '5 deniz 5 ülke' siyaseti için çalışıyoruz ve bu politikayı savunuyoruz. Tek çare de budur. Türkiye, İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Azerbaycan birlikte hareket etsin bakın neler oluyor? Olaylar da buraya gidiyor. Artık dünya tek kutuplu değil. Çok kutuplu olacak ve burada Türkiye ve İran da buna öncülük edecek. Sayın Hamaney'in de bunu savunduğunu biliyoruz.

 

4- AKP'nin Türkiye Cumhuriyeti geleceğindeki yeri nasıl olacaktır?

DOLAPCİ- AKP'nin geleceği yoktur. Dağılacaktır. Yanlışlarının altında kalacaktır. Hem de yakında. Bunu bütün dünya görecektir. ABD desteğiyle ayaktalar. O çekilsin, bir gün kalamazlar. Türk hakının yarısı bile istemediğini sandıkta gösterdi. Türkiye'de bölge merkezli politikaları savunan, bağımsızlığı savunan, kardeşliği savunan ve milli politikalar güdecek partiler yükselecektir. Bu potansiyel vardır. Türkiye halkı ayağa kalkarsa bütün dünya şaşar kalır. Bunu 2013 Taksim direnişiyle gösterdi.

 

Omid Shamizi, MHA

Geçtiğimiz Ağustos’un son haftasında İran semalarında bir gök cismi belirdi. İran güvenlik güçleri cismin bir insansız hava aracı (İHA) olduğunu tespit ettiler ve kısa sürede cismi vurarak yere indirdiler. Yapılan incelemeler İHA’nın İsrail’e ait olduğunu ve İran’ın uranyum zenginleştirme tesislerini gözlemeyi amaçladığını gösterdi… En azından İran’ın iddiaları bu yönde.Devrim Muhafızları yetkilileri parçalanmış İHA’nın fotoğraflarını da kamuoyuyla paylaştılar.

Hikaye buraya kadar çok da anormal değil. Hepimiz biliyoruz ki İsrail ve ABD, İran’ı uydular, İHA’lar ve hayalet uçaklarla sürekli olarak izliyor. Hatta diğer başka devletler de bu tür faaliyetleri gerçekleştiriyor. Hikayenin sıradışı olan kısmı İsrail’e ait insansız hava aracının kalktığı ülke:

İran, İHA’nın “kuzeydeki bir eski Sovyet cumhuriyetinden” atıldığını söyledi. İranlı yetkililer isim vermedi, ancak bu tanıma uyan ve İHA’nın menziline uygun en önemli aday Azerbaycan… İran ve Ermeni basınında yer alan bazı haberlere göre ise İHA’nın kalktığı tam yer Azerbaycan’ın Türkiye sınırındaki toprakları olan Nahçıvan…

Azerbaycan yönetimi İran’ın iddialarını reddetti ve “provokasyon” olmakla suçladı. İran’sa aracın kalktığı ülkeden “hatanın tamiri”ni beklediklerini açıkladı… İranlı yetkililer, aracın nereden girdiğini çok iyi bildiklerini, İran sınırı boyunca takip ettiklerini ve uygun zamanda vurduklarını, zamanı geldiğinde bu ülkeyi açıklayacaklarını söylediler…

AZERBAYCAN’A İSRAİL SİLAHI

Ağustos’taki olay İran’ın Azerbaycan’a bu konuda yaptığı ilk eleştiri değildi. Daha önce de İranlılar Bakü yönetimini İsrail’in insansız hava araçları ve diğer faaliyetlerine izin vermekle suçlamışlardı.

Bu tartışmalarda kim haklı, kim haksız konusuna fazla girmeyeceğim. Ancak şunu söyleyebiliriz ki İsrail, Türkiye’den boşalan yeri Azerbaycan ile başarılı bir şekilde dolduruyor.

İsrail, Türk dünyasına her zaman önem verdi. Başta Türkiye olmak üzere Türki cumhuriyetler ile kurulacak ilişkilerin Müslüman dünyada Arapları dengeleyeceğini düşünen İsrail benzeri bir çalışmayı 1960’dan bu yana Kürtler üzerinde de gerçekleştiriyor.

Azerbaycan ise İsrail’in başarılı olduğu en önemli örnek… İsrail, daha bağımsızlığın ilk yıllarından bu yana Azerbaycan ile yakın bir işbirliğine sahip. İlk başlarda gizli tutulan silah ticareti ise bu ilişkilerine en mühim kısmını oluşturuyor…

Azerbaycan güvenlik kaygıları had safhada bir ülke. Açık denizlere çıkışı yok ve topraklarının % 20’si Rusya destekli Ermenistan’ın işgali altında. Ülke üç dev ülke ile Rusya, İran ve Türkiye neredeyse kuşatılmış durumda. Ayrıca Nahçıvan toprakları ile arasında Ermenistan var, yani ülke karadan birleşik değil. Bu şartlar altında Azerbaycan’ın acilen silahlanması gerekiyor ve artan gaz-petrol gelirleri bu ihtiyacı karşılamada önemli bir rol üstleniyor.

SIPRI’nin verilerine göre, Azerbaycan 2013’de savunma harcamalarını 3,4 milyar dolara yükseltti. 2004’den bugüne Azerbaycan’ın savunma harcamalarının % 493 arttığı tahmin ediliyor ve artış halen devam ediyor. Buna karşın Azerbaycan’ın 2004-13 arasında GSMH’sı % 186 artmış. Yani Bakü Yönetimi savunmaya, gelir artışından daha fazlasını ayırmış. Bu da tüm uzmanlarca yakın bir savaşa hazırlık olarak değerlendiriliyor. Ermenistan’ın 2013 yılında savunma harcamaları ise yineSIPRI’ye göre 427 milyon dolar.

Azerbaycan, savunmaya ne kadar harcarsa harcasın, Ermenistan’ın arkasında Rus Ordusu olduğu sürece bir savaşı göze alamıyor. Rusya ise Ermenistan’ın dış savunmasını üstlenmiş durumda. Ermenistan’ın Türkiye ve İran sınırlarını dahi Rus askerleri koruyor. Kısacası silahlanma yarışı bu ortamda daha uzun yıllar sürecek gibi duruyor. Bundan ise en çok İsrail gibi ülkeler yararlanıyor.

Şubat 2012’de İsrail ve Azerbaycan toplam değeri 1.6 milyar doları aşan bir silah satış anlaşması imzaladılar. Anlaşma hava savunma cihazlarını, insansız hava araçlarını ve diğer ileri teknoloji ürünü araçları kapsıyordu. Anlaşmanın içeriği tam olarak kamuoyu ile paylaşılmadıysa da İsrail basınında anlaşmanın İran’a karşı bir yönünün olduğu iddiaları da yer aldı.

Ancak Azerbaycan’ın bu tür anlaşmaları ve silah alımlarının 2012 öncesinde de gerçekleştirdiği biliniyor. 2011 yılında Karabağ üzerinde düşürülen ve sonrasında törenlerde sergilenen İsrail yapımı İHA bunun ipuçlarından biri kabul ediliyor…

İSRAİL’İN PETROLÜ AZERBAYCAN’DAN

Azerbaycan’ın son birkaç yılda İsrail’le gerçekleştirdiği savunma ticaretinin 4 milyar doları bulduğu da önemli iddialar arasında. Bu sayede Azerbaycan, İsrail’li firmalar için en önemli ihraç noktalarından biri haline geldi… Hava sistemleri dışında Azerbaycan’ın en çok ilgilendiği İsrail ürünleri arasında eski Rus tanklarını yenileyen programlar da yer alıyor…

İsrail’in Azerbaycan ile ekonomik ilişkileri savunma sanayi dışında da hızla gelişiyor. Kimi kaynaklara göre İsrail’in kullandığı petrolün % 40’ı Azerbaycan’dan, Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı’ndan gidiyor.

İsrail ile Azerbaycan arasındaki dış ticaret hacminin 4 milyar doları aştığı tahmin ediliyor. Türkiye ile İsrail arasındaki dış ticaret hacmi ise 5 milyar doların üzerinde. Böylece İsrail Müslüman ülkeler arasında en fazla ticareti iki Türk devleti ile gerçekleştirmiş oluyor… Azerbaycan ile Türkiye’nin İsrail’le gerçekleştirdikleri toplam ticaret hacmi 10 milyar doları buluyor. Üstelik buna doğrudan yatırımlar ve turizm gibi diğer alanlar dâhil değil.

DOSTUMUN DÜŞMANI DOSTUMDUR

İlginç olan ise, Türkiye’nin İsrail ile siyasi ve askeri ilişkileri Filistin sorunu ve Mavi Marmara nedeniyle gerilmeye devam ederken, Azerbaycan-İsrail ilişkileri her geçen gün müttefik ilişkisine dönüyor. Nitekim bazı analizlerde Azerbaycan, ‘İsrail’in yükselen Müslüman müttefiki’ olarak lanse ediliyor.

İki ülke yetkilileri Azerbaycan-İsrail ‘dostluğu’nun diğer Müslüman ülkelere de örnek olması gerektiğini söylüyorlar. Ancak bu dostluktan ne Türkiye, ne Rusya ne de İran memnun… Nüfusunun yarıya yakını Azerbaycanlı olan İran, İsrail’in Azerbaycan üzerinden kendisine zarar vermesinden endişe ediyor… Türkiye ise İsrail ile kopan ilişkilerinin Azerbaycan üzerinden dengelenmesinden ve İsrail’in bu yoldan eksiklerini kapatmasından rahatsız… Rusya da Batı’nın İsrail üzerinden ve kendi aleyhine Kafkasya’ya sokulduğunu düşünüyor.

Tablo gerçekten ilginç, Türkiye üzerinden taşınan Azerbaycan petrolü İsrail’i besliyor; Türkiye’ye satılan Azerbaycan gazı ve petrolü de İsrail’den satın alınan milyarlarca dolarlık İsrail kaynaklı ithal ürüne ödeniyor ve Türkiye’nin düşman ilan ettiği İsrail, Azerbaycan’a kalıcı olarak yerleşiyor…

İNTERNETHABER

Sedat Laçiner

Tagged under


Ali Bulaç: Sünni-Şii mezhepleri arasındaki ihtilaflar savaş gerekçesi olamaz, bunlar arasındaki müşterekler “asgari” değil “azami”dir
 

 
Gazeteci-yazar Ali Bulaç,  Zaman Gazetesi’ndeki yazısında Müslümanlar arasındaki mezhebi ve etnik çatışmaların “yaratıcı kaos” denen bir doktrine göre planlanıp yürütülmekte olduğunu belirtti.

“Kaosla, hem İslam dünyasının alternatif olma potansiyeli yok edilmek, hem küresel sistemin basit payandası haline getirilmek isteniyor. Doktrine göre toplum bileşenlerine ayrıştırılacak, her bir parça özerkleştirilecek, sonra mutlaklaştırılıp diğerleriyle çatıştırılacak” diyen Bulaç, tüm bu yaşananlarda asıl sorumluluğun, dışarıda değil, içeride, yani biz Müslümanlarda olduğunu ifade ederek, başımıza ne geliyorsa kendi amellerimizin sonucu olarak geldiğine vurgu yaptı.

İşte Ali Bulaç’ın 24 Kasım tarihli yazısı:

 
Bir dinin diğer dini hakta görmemesi sonucu onun din adamlarını ve takipçilerini tümüyle ortadan kaldırma teşebbüsüne “din savaşları” denir.

İslam, nokta-i nazarında din savaşları ne meşru görülmüştür ne teşvik edilmiştir. Kendisi Ed Din olan İslamiyet’in “din merkezli” saldırı savaşını meşru görmediği gibi, bir din içindeki mezhep veya fırka savaşlarını meşru görmez. Din merkezli savaşın yegâne meşru türü, dışarıdan gelen açık ve kesin bir tehdidi veya fiili bir saldırıyı önlemeye çalışmak, nefs-i müdafaada bulunmaktır. Hz. Peygamber (sas)’in savaşlarının tümünü bu gerekçeye irca etmek mümkün. Bunun sebebini anlamak zor değil: İslam, hak kabul etmediği dinlere hukuki yaşama hakkı (meşruiyet) sağlamaktadır.

Hıristiyanların kendi aralarındaki savaşlarda rol oynayan sebep özde yani temel inanç konularıyla ilgilidir. Sünni-Şii mezhepler veya Sünni mezhep ve fırkalar arasındaki ihtilaflar savaş gerekçesi olamaz, zira söz konusu mezhep ve fırkalar arasındaki müşterekler “asgari” değil “azami”dir. Diğer dinler veya “heterodoksi” denen mezhep ve fırkalara ilişkin tutumda ise “asgari müşterekler” bir arada yaşamanın referansı olabilir. Bütün dinleri, mezhep ve inanç gruplarını kendi geniş kubbesi altında toplama kabiliyetine sahip İslamiyet referans alınmadığı, aksine siyasi ve askeri stratejilerin enstrümanı kullanıldığı, istismar edildiği için Müslümanların yarasına merhem olmuyor.

Batıl veya sapık da olsa bir din, mezheb veya fırkanın mensupları on binlerce, milyonlarca olabilir. Bir ülkede milyonlarca müntesibi olan ve bizce batıl olan bir fırkayı yok etmek mümkün mü? İslamiyet ölüm makinesi değildir, hayata hayat katan dindir.  İslam, belli bir hukuk içinde gayrımüslimlerin can ve mal güvenliklerini sağlar, onlarla sağlıklı iletişim kurar, temel hak ve özgürlüklerin çerçevesini çizer. İslam nazarında hangi batıl inançta olursa olsun, insan hidayet bulma potansiyeline sahiptir, bu yüzden kimsenin hidayet bulma hakkı, fırsatı elinden alınamaz. 21. yüzyılın ilk yıllarından başlamak üzere Müslümanlar arasındaki çatışmanın potansiyeli tarihimizden kaynaklansa bile, tetikçisi dış faktördür.

Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, İran-Irak savaşı döneminde “Amacımız onları birbirine öldürtmekti ve amacımıza ulaştık.” demişti. Bugün de belirlenen amaç doğrultusunda olaylar Irak’tan Suriye’ye ve bölgenin tamamına yayılma istidadı göstermektedir. Bölgemiz üzerinde uygulanan strateji; ülkeler, mezhepler ve etnik gruplar arası çatışmalara dayanıyor. Şu var ki durup dururken potansiyeller harekete geçmez, dış faktör bunda önemli rol oynar. İkiz Kulelerin vurulmasından sonra yine Kissinger “Bundan sonra Müslümanlar birbirleriyle savaşacak.” diyordu. Kissinger’in dediği oluyor, Müslümanlar bilinçsizce birbirlerinin kanını döküyorlar. Üstelik bu savaşa sadece mezhep ve etnik çatışma değil, fırka ve cemaat arası farklılıkların yol açtığı çatışma biçimi de eklenmiş oldu.

Söz konusu kanlı savaş ve çatışmalar, adına “yaratıcı kaos” denen bir doktrine göre planlanıp yürütülmektedir. Kaosla, hem İslam dünyasının alternatif olma potansiyeli yok edilmek, hem küresel sistemin basit payandası haline getirilmek isteniyor. Doktrine göre toplum bileşenlerine ayrıştırılacak, her bir parça özerkleştirilecek, sonra mutlaklaştırılıp diğerleriyle çatıştırılacak. Mesela Sünni kendini mutlak hakikatin sahibi görecek, Şii ve Alevi’ye hak tanımayacak, Şii tarihi bir davanın peşine düşüp Ehl-i Beyt’in 1400 yıllık öcünü alacak, Kürt için kendi kavmi ve hakları dışında başka hiçbir değer önemli olmayacak, Türk ve Arap Kürt’ün hakkını tanımayacak.   Her cemaat necatı kendi anlayışına indirgeyecek, diğerlerini batılda görecek.

Bir toplum bu çerçevede parçalandı mı her türlü dış saldırı ve müdahaleye açık hale gelir. Uzun zamandır yumuşak güç, kültür ve politikalar eşliğinde yüceltilen açık toplum aslında bu amaca hizmet eder hale getirildi. Müslüman toplumlar kendilerine ait olmayan değerlere açık hale getirilince kolayca bileşenlerine ayrılıp çatışacak hale geldiler.

Pazar, 23 Kasım 2014 00:00

Dünyanın merkezi İran

İran’ın 5+1 ülkeleri yani Güvenlik Konseyi üyeleri ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya’nın yanı sıra Almanya ile 12 yıldır devam eden nükleer dosya görüşmeleri bugün ya da yarın bitmek zorunda.Taraflar ya anlaşacaklar ya evlerine dönecekler.


Rusya ve Çin’in ‘Tahran dostu’  olduğu hatırlanırsa geri kalan ülkeler farklı oranlarda İran üzerine yükleniyorlar : Vaz geç şu nükleer bomba hevesinden.
Suriye’nin kimyasal silahlarını tasfiye etme konusunda olduğu gibi Batı, İran konusunda da İsrail’i rahatlatacak mutlak ve net bir sonuç elde etmek istiyor.Ama aynı Batı, İran ile uğraşırken bölgesel ve uluslararası alandaki tüm çıkarlarını kollamaya ve garantilemeye çalışıyor.
Özetle Viyana görüşmeleri başta bölgemiz olmak üzere dünyadaki tüm dengelerin geleceğini belirleyecektir. İşte bu nedenle Batı müttefiki Suudi Arabistan OPEC kotasına uymaksızın uluslararası piyasaya sürekli petrol pompalıyor. Amacı petrol fiyatını düşürüp Esad’a destek veren İran, Rusya ve Venezuela ekonomilerini çökertmek. Batı, işbirlikçisi Suudi Arabistan ve Körfez Ülkelerinin petrolü ile Rusya’dan Ukrayna’nın intikamını almayı amaçlıyor. Yapılan hesaplara göre, varil fiyatının 110’dan 70 dolara düşmesi sonucu AB ve ABD ekonomisi yılda 180 milyar dolar tasarruf ediyor. İşte bu nedenle Batı’ya böyle bir kıyakta bulunan Suudiler şimdi o aynı Batı’ya ‘Sakın tarihsel ve mezhepsel düşmanımız İran ile anlaşmayın’ baskısı yapıyor.
İşin ilginç tarafı aynı baskıyı İsrail de yapıyor.

Batılı ülkelerin bu baskılara nasıl karşılık vereceği bugün ya da yarın belli olacak. İran baskılara boyun eğmeyip anlaşmaya yanaşmazsa o zaman herkes çok karmaşık, zor ve tehlikeli döneme hazırlanacak.
1- Batılı ülkeler İran’a yönelik ekonomik, ticari ve mali baskılarına devam edecek.
2- Batılı ülkeler bölgesel müttefiklerini kullanarak İran’ı sıkıştıracaklar.
3- Ekonomik zorluklar yaşayacak bir İran, Esad ve  herkesin korkulu rüyası Lübnan Hizbullahı’na destek veremeyecektir.

Böyle bir durumda Esad ve Hizbullah’ın çökertilmesi çok daha kolay olacaktır.

Böyle bir durum, başta Türkiye olmak üzere kendi aralarında düşman gibi görünen Suudi Arabistan, İsrail, BAE, Afganistan  ve bölgenin benzer ülkelerini mutlu edecektir.
4- Batı mutlu olan bu ülkeleri de kullanarak bu kez İran’ı içten çökertmeye çabalayacaktır. Örneğin Azeri, Kürt, Arap ve Belucilerin ayaklandırılması ya da  genel olarak İranlıların yeni bir ‘bahar’ için sokaklara sürüklenmesi.
5. Tüm bu planlar için Batı yeniden Sünni-Şii provokasiyonuna sarılacaktır. Yani Müslümanları birbirine kırdarımaya devam edecektir.
6- İran’ı ve İran’sız Suriye ve Hizbullah’ı bertaraf eden Batı bu avantajı ile geleneksel rakip ve düşman Rusya’yı başta enerji kaynakları olmak üzere her alanda sıkıştırabilecektir.
7- Çevreden sıkıştırılmış bir Rusya’nın kendi içinde çok ciddi sorunlar yaşayabileceği hesaplanıyor. Örneğin Müslüman özerk cumhuriyet ve azınlıkların ayaklandırılması.
Elbette Batı’nın başka üst ve alt başlıklı hesapları var ama böyle bir durumda İranlılar da boş durmayacaktır.
1- İran Batı’ya hizmet edecek ülkeleri karıştırmak için harekete geçecektir. Başta Irak, Bahreyn, Suudi Arabistan, Afganistan ve Pakistan olmak üzere bölgenin tüm ülkelerindeki Şii ve Alevileri ayaklandıracaktır.
2- Bununla yetinmeyecek bir İran, kendisi için ölüm-kalım savaşı niteliğinde olan bu kavgayı kazanabilmek için var gücü ile Esad ve Hizbullah’a destek verecektir. Hizbullah başta İsrail olmak üzere herkesin korkulu rüyasıdır.
3- İran Batı’nın tükettiği petrol ve doğalgazın yarısının geçtiği Hürmüz Boğazı’nı ve bu yetmezse Yemen’deki Husileri kullanarak Kızıl Deniz’in güney girişini kapatacaktır.
4- İran böyle bir durumda kendisi ile ortak kaderi paylaşacak olan Rusya ile yalnız kendi bölgemizde değil  Asya, Latin Amerika ve Afrika’da Batı’nın karşısına çıkacaklardır.
Elbette İran ve müttefiki Rusya’nın yapacağı daha bir çok şey var . Bunu bilen batı ise tüm olasılıklar için farklı senaryolar hazırlıyordur.
Özetle taraflar karşılıklı olarak mevzi kazıp olası hamleye karşı gardlarını alıyor.
Taraflar  olası tüm sonuçların ne anlama geleceğini  çok iyi bildikleri için hesaplarını çok iyi yapmak zorunda kalıyorlar.
Öyle olmasaydı nükleer program görüşmeleri 12 yıl sürmezdi.
12 yıl içinde bölgemizde ve dünyada neler neler yaşandı.
Ve son olarak IŞİD.
Batı şimdi çok ciddi bir samimiyet testi ile karşı karşıya.
Ya IŞİD ve IŞİD’i yaratan bölge ülkeleri ya da İran ile dost olup bölgenin tüm sorunlarını çözecektir ya da başta coğrafyamız olmak üzere tüm dünyayı sonu gelmeyecek bir savaşa sürükleyecek.
İsrail istiyor diye.

Peki Türkiye , İran merkezli tüm bu karmaşık denklemlerin neresinde ne yapabilir?

yurt

Hüsnü Mahalli

Cumartesi, 15 Kasım 2014 00:00

IŞİD Emirlerini kim öldürüyor?

IŞİD şok üstüne şok yaşıyor gelen son dakika haberlere göre esrarengiz operasyonlarla emirleri birer birer yok ediliyor. 

 
IŞİD işgal ettiği yerleri ‘komutan’ statüsündeki ‘emir’lerle idare ediyordu. Ancak son günlerde arka arkaya emirlerine esrarengiz operasyonlar düzenlenmeye başladı. Son olarak 2 emirleri daha bilinmeyen silahlı gruplar tarafından öldürüldü. 

IŞİD’de korku yaratan esrarengiz emiroperasyonlarının sonuncusu dün gece kayıtlara geçti. Musul’un güneyinde Ayın Beyza – Hırba Elhadideyin yolunda, IŞİD emirlerinden Hamza El Mısıri öldürüldü. 

Esrarengiz emir avı bununla bitmedi. Bu kez kentin doğusunda Şii Türkmenler’i bölgeden uzaklaştırılmasından sorumlu IŞİD’li emir Ahmed Kamil öldürüldü. 

 

ESRARENGİZ EMİR AVINI KİM YAPIYOR?

Emirleri bir bir yakalayarak öldürenlerin kimler olduğu muamma. Bilinen tek şey silahlı bir grup kişinin emirlere operasyon düzenleyerek yok ettikleri yönünde. Ancak bu silahlı grupların arkasındaki güç bilinmiyor. 

Bir süredir, Musul’da, kim oldukları bilinmeyen silahlı gruplar, IŞİD mensuplarına saldırılar düzenliyor. Saldırılarda birkaç emirin yanısıra, onlarca IŞİD mensubu öldürülürken, örgütün bazı noktaları da bombalanmıştı.

Öldürülen emirler arasında, örgütün “vilayet mahkeme başkanı” Usame Abdulwaha Altai ile “din eğitimi sorumlusu” Abu Dua ElYemeni de bulunuyor. Musul’daki sözkonusu emir avını şimdiye kadar üstlenen kimsenin olmaması olayı daha da esrarengiz kılıyor. 

 

PERDE ARKASINDA O MU VAR? 

İsmi Kasım Süleymani… İran’ın, Irak’ta ABD’ye kök söktüren Kudüs Gücü‘nün başındaki isim. Şimdiye kadar medyadan uzak dururken IŞİD’den sonra Irak’ta çeşitli mekanlarda çekilmiş fotoğrafları bolca servis edilmeye başladı. 
IŞİD emirlerine yönelik esrarengiz operasyonlar da arka arkaya gelmeye başlayınca gözler İranlı general Kasım Süleymani’ye döndü. 

 

Peki kimdir bu Kasım Süleymani?

2008 yılı baharında ABD’li General Petraeus’un Celal Talabani’nin cep telefonunda okuduğu bir mesajda şunlar yazıyordu;

-“Benim adım Kasım Süleymani. Şunu bilmelisin ki İran’ın Irak, Lübnan, Gazze ve Afganistan politikalarını ben kontrol ederim.”

Mesajın sahibi İlkokul mezunu eski bir inşaat işçisi olan ve Irak’ta kendilerine yıllardır kök söktüren Kudüs Gücü’nün başındaki Kasım Süleymani’den başkası değildi.

 

HEM HER YERDE HEM HİÇBİR YERDE

Esrarengiz bir kişilik olarak tanımlanan Kasım Süleymani, İran’ın perde gerisindeki en önemli adamı. 
The Guardian’a konuşan kıdemli bir Amerikalı yetkili, Süleymani’yi tanımlarken şöyle diyordu;

-“Acımasızlığı ve etkisi herkesi dehşete düşürür. O hem her yerdedir hem hiçbir yerde değildir”.

 

İNSANLARI BÜYÜLER ONU MELEK GİBİ GÖRÜRLER

Irak’ın önemli Sünni liderlerinden biri olan Salih Mutlak da Süleymani’yi şöyle tanımlıyor:

-“Süleymani’nin gücü doğrudan Hamaney’den gelir. Herkesi, cumhurbaşkanı da dahil herkesi by-pass eder. İslam’da anne-babaya itaat kuralı vardır. İran ve İran dışındaki bütün Şiiler Hamaney’e, dolayısıyla doğrudan onun adına hareket eden Süleymani’ye anne-babalarına itaat ettikleri gibi itaat ederler. Irak’taki bütün önemli insanlar onu görmeye gider. İnsanlar onun tarafından büyülenmiş gibiler, onu bir melek gibi görürler.” 

 

YAŞAYAN ŞEHİT

İran’ın dini lideri Hamaney’in has adamı olan Kasım Süleymani, Hizbullah operasyonlarının da kilit ismi konumunda. Hamaney, kamuya açık alanlarda birçok kez onu “Cephede defalarca şehit olduğu halde hâlâ yaşayan bir devrim şehidi” diye övdü.

Şimdi İran’ın lideri olan Ali Hamaney, İran-Irak Savaşı’nda cephedeyken. SağındaKasım Süleymani , solunda ise dönemin Devrim Muhafızları Komutanı Rızai.

  

ABD’Lİ KOMUTANA YOLLADIĞI İRONİK NOT

2006’daki Hizbullah-İsrail savaşında da Hizbullah’ın operasyonlarının belirlendiği karargâhın kilit ismi Süleymani’ydi. 44 gün süren savaş boyunca, Irak’ta Şii milislerinin Amerikan hedeflerine yönelik saldırılarını büyük oranda azaltmış olması Amerikalıları şaşırtmıştı. Savaş bittiğinde Kasım Süleymani, Bağdat’taki Amerikalı komutanlara şöyle bir mesaj yollamıştı:

-“Umarım Bağdat’taki huzurun ve sakinliğin keyfini çıkarmışsınızdır. Ben Beyrut’ta biraz meşguldüm de!”

 

 

SON FOTOĞRAFLARI IRAK’TAN

Kasım Süleymani’nin İran sitelerine son dönemde sıkça düşmeye başlayan fotoğraflarının neredeyse tamamı Irak’tan ve cephede çekilmiş. Son olarak bir grup silahlı grupla Irak’ta verdiği poz medyada yer aldı.

Bu pozlarla da Kasım Süleymani Irak’ta baş aktör olmaya soyunduğunun mesajını verdi. Haliyle esrarengiz IŞİD emiri infazlarında onun parmağının olması çok da şaşırtıcı olmaz. 

 

IŞİD’e karşı mücadeledeki en büyük komutan
Bir Lübnan gazetesi General Süleymani’nin Curf Al-Nasr bölgesinin IŞİD’in elinden alınmasındaki kilit rolünü gündemine taşıdı.
 
Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre, Lübnanlı Al Ahbar gazetesi bugün yayınlanan bir yazısında son dönemde Irak’ta IŞİD’e karşı gerçekleştirilen operasyonlara yer vererek General Kasım Süleymani’nin Irak’ın Curf Al-Nasr bölgesinin IŞİD terör örgütünden temizlenmesindeki rolüne yer verdi. 

Bu gazete Iraklı güçlerin General Süleymani’nin ortaya koyduğu savaş taktiklerine büyük oranda ihtiyaçları olduğunu ve bu bölgenin IŞİD’den temizlenmesinin ardından bu terör örgütünün yenilmezliği yönündeki söylentilerin suya düştüğünü yazdı. 

Bu Lübnanlı gazete yazısında ayrıca General Süleymani’nin IŞİD’e karşı savaştaki en büyük komutan ve yıldız niteliğinde birisi olduğunu da yer verdi.

nehir

Published in Rapor
Perşembe, 13 Kasım 2014 00:00

Amerikan terörizminin uzun ve utanç verici tarihi

“ABD yetkilisi: ABD dünyanın önde gelen terörist devletidir ve bununla gurur duymaktadır.”
 
Cihatçılığın Afganistan’ın bir köşesinden Irak ve Suriye’nin geniş bölgelerine sıçramasına yardımcı olan ABD operasyonlarının bugüne dek yarattığı yaygın bir sonuçtur.

 

 15 Ekim’de New York Times’ta yayınlanan ve başlığı nazik biçimde “CIA’nın Gizli Yardımlarının Suriyeli Savaşçılara Yardım Hakkında Kuşkuculuğu Tetiklediğine İlişkin Çalışması” [CIA Study of Covert Aid Fueled Skepticism About Helping Syrian Rebels] olarak konulmuş manşet hikayesinin başlığı aslında bu olmalıydı. 

Makale, CIA’nın ABD’nin yakın zamandaki gizli operasyonlarının etkililiğini belirlemek üzere hazırladığı bir araştırmaya değinmektedir. Beyaz Saray, süregiden politikalar üzerine kısmen yeniden düşünülmesi gerektiğini ortaya koyacak biçimde, başarıların ne yazık ki oldukça nadir olduğuna hükmetmiştir. 

Makale, Başkan Barack Obama’nın CIA’ya “bir ülkede gerçekleşen bir ayaklanmayı finanse etme ve silah yardımında bulunma vakalarından fiilen iyi sonuç verenleri belirlemesi için bir araştırma yürütme istediğinde bulunduğuna ve CIA’in elinde pek fazla bir şeyle dönmediğine” ilişkin sözlerini de alıntılıyor. Dolayısıyla Obama’nın süregiden bu türden girişimlere ilişkin biraz isteksiz olduğu söylenebilir. 

Times’ta yayınlanan makalenin ilk paragrafı, üç büyük “gizli yardım” örneğine yer veriyor: Angola, Nikaragua ve Küba. Doğrusu her bir vaka, aslında ABD eliyle yürütülen büyük birer terörist operasyondan başka bir şey değil. 

Angola, Güney Afrika tarafından, Washington yönetimine göre kendisini dünyanın “en kötü şöhretli terörist gruplarından biri”nden -Nelson Mandela’nın Afrika Ulusal Kongresi’nden- korumak adına işgal edilmişti. Yıl 1988’di.

O zamana dek Reagan yönetimi, Güney Afrika’nın ırkçı rejimine, müttefikiyle ticaretini arttırmak adına kongre yaptırımlarını ihlal etmek pahasına verdiği desteğinde, fiilen yalnız başınaydı. 

Aynı esnada Washington yönetimi, Jonas Savimbi’nin Angola’daki terörist Birlik ordusuna kritik bir destek sağlamak üzere Güney Afrika’yla birlikte hareket ediyordu. Washington yönetimi, Savimbi, dikkatli biçimde gözlemlenen özgür seçimlerde açıkça yenilgiye uğradığında bile desteğine devam etti ve Güney Afrika ise desteğini geri çekti. Savimbi, Angola’nın Britanya büyükelçisi Marrack Goulding’in sözleriyle “iktidar hevesi halka berbat bir sefalet getiren bir canavar”dı. 

Ortaya çıkan sonuçlar korkunçtu. Birleşmiş Milletler’in 1989 tarihli bir araştırması, Güney Afrika’daki yağmanın, ülkenin içinde olanlar bir yana, komşu ülkelerde 1,5 milyon ölüme yol açtığını tahmine diyordu. Kübalı güçler nihayet Güney Afrikalı saldırganları püskürttü ve onları yasadışı biçimde işgal edilen Nambiya’dan çekilmeye mecbur bıraktı. Canavar Savimbi’ye desteğe devam eden bir tek ABD kalacaktı. 

Küba’da, başarısız olan 1961’deki Domuzlar Körfezi çıkarmasının ardından, Başkan John F. Kennedy, Küba’ya “dünyanın terörü”nü getirmek üzere kanlı ve yıkıcı bir kampanya başlattı – “dünyanın terörü”, bu sözler, Kennedy’nin yakın çalışma arkadaşı, tarihçi Arthur Schlesinger’in kaleme aldığı, terörist savaşın atanmış sorumlusu Robert Kennedy’nin yarı-resmi yaşamöyküsünde yer almaktadır. 

Küba’ya karşı yürütülen canavarlıklar oldukça şiddetliydi. Planlanan, Ekim 1962’de bir ABD işgalinin önünü açacak bir ayaklanmayla sonuçlanacak biçimde terörizm uygulamaktı. Bugün artık araştırmacılar, bunu, Rusya Başbakanı Nikita Kruşçev’in, kısa sürede tehlikeli biçimde nükleer savaşın eşiğine gelinmesine yol açacak biçimde Küba’ya füzeler yerleştirmesinin nedenlerinden biri olarak kabul etmiş durumdadır. ABD Savunma Bakanı Robert McNamara, sonradan, “Eğer Küba lideri olsaydım, bir ABD işgali beklentisinde olurdum” itirafında bulunacaktı. 

Amerika’nın Küba’ya dönük terörist saldırıları 30 yıldan fazla sürecekti. Bunların Kübalılara her anlamda acı bir bedeli olacaktı. Kurbanların yaşadıkları, ki ABD’de buna ilişkin bir şey duymak pek mümkün değildir, Kanadalı akademisyen Keith Bolender’in 2010’da kaleme aldığı “Voices From the Other Side: An Oral History of Terrorism Against Cuba” [Öteki Taraftan Sesler: Küba'ya Karşı Terörizmin Sözlü Tarihi] çalışmasında ilk defa ayrıntısıyla belgelenmiştir. 

Bu uzun terörist savaşın çanları, bugün bile dünyayı hiçe sayarak devam eden ezici bir ambargoyla daha da hızlı çalmaya başlamıştır. 28 Ekim’de, Birleşmiş Milletler, “Birleşik Devletler’in Küba’ya dayattığı ekonomik, ticari, mali ablukaya son vermesinin gerekliliği”ni 23. kez kabul etmiştir. Oylamada, ABD’nin Pasifik Adaları’ndaki sömürgelerinin çekimser kalmasıyla birlikte 188 kabul oyuna karşı 2 ret oyu (ABD, İsrail) çıkmıştır. 

ABC News, bugün ABD’nin yüksek mevkilerinde yer yer muhalefetin baş gösterdiğini çünkü (Hillary Clinton’ın yeni kitabı Hard Choices‘a [Zor Tercihler] atıfta bulunarak) “ambargonun artık faydalı olmadığı”nı bildirmektedir. Fransız akademisyen Salim Lamrani, 2013 tarihli kitabı The Economic War Against Cuba‘da [Küba'ya Karşı Ekonomik Savaş] ambargonun Kübalılara ödettiği acı bedelleri ele almaktadır. 

Burada Nikaragua’nın da adını kesinlikle anmak gerekiyor. Başkan Ronald Reagan’ın terörist savaşı, ABD’nin “yasadışı güç kullanımı”na son vermesine ve hatırı sayılır tazminatlar ödemesine hükmeden Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından kınanmıştır. 

Washington yönetiminin buna yanıtı, savaşı daha da tırmandırmak ve BM Güvenlik Konseyi’nin bütün devletlerin -ABD’yi kastederek- uluslararası hukuku gözetmesi çağrısında bulunan 1986 tarihli bir karar tasarısını veto etmek olacaktır. 

Bir başka terörizm örneği de ABD tarafından silahlandırılan ve eğitilen El Salvador ordusuna bağlı terörist bir birimin San Salvador’da altı Cizvit papazını katletmesinin 25. yıldönümü olan 16 Kasım’da anılacaktır. Ordu genelkurmayının emriyle, askerler, papazları ve -temizlikçi ve kızı da dâhil olmak üzere- bütün şahitleri öldürmek üzere Cizvit üniversitesini basmışlardı. 

Bu olay, etkileri bugün halen, gazetelerin ilk sayfalarında, büyük ölçüde bu katliamın yarattığı sonuçlar nedeniyle kendi ülkelerinin yıkıntılarından, eğer kalabilirlerse, hayatta kalmak amacıyla kaçan “yasadışı göçmenler”e ilişkin haberlerde görünmekle birlikte, ABD’nin 1980’li yıllarda Orta Amerika’da yürüttüğü terörist savaşları doruğa çıkarmıştır. 

Washington aynı zamanda terör yaratma konusunda dünya şampiyonu olarak da öne çıkmaktadır. Eski CIA analizcisi Paul Pillar, cihat örgütleri El Nusra ile İslam Devleti’nin “geçtiğimiz yıl aldıkları yaraları sarmasını ve ABD müdahalesine karşı, bunu İslam’a karşı yürütülen bir savaş olarak yansıtarak birlikte bir kampanyaya çevirebilmesini” daha da tetikleyebilecek olan Suriye’deki “ABD saldırılarının hınç yaratan etkisi”ne dair uyarıda bulunmaktadır. 

Bu, cihatçılığın Afganistan’ın bir köşesinden Irak ve Suriye’nin geniş bölgelerine sıçramasına yardımcı olan ABD operasyonlarının bugüne dek yarattığı yaygın bir sonuçtur. 

Cihatçılığın en korkunç güncel ifadesi, Irak ve Suriye’nin geniş bölgelerinde kanlı halifeliğini kurmuş olan İslam Devleti, namı diğer IŞİD’dir. 

Bölgeye ilişkin öne çıkan bir yorumcu olan eski CIA analizcisi Graham Fuller, “Bence Birleşik Devletler, bu örgütün asıl yaratıcılarından biridir” sözlerini sarf etmektedir. Fuller, “Birleşik Devletler IŞİD’in kurulmasını planlamadı ancak Orta Doğu’ya dönük yıkıcı müdahaleleri ve Irak Savaşı, IŞİD’in doğmasının temel nedenleridir” diye eklemektedir. 

Bu nedenlere biz de dünyanın en büyük terörist kampanyasını ekleyelim: Obama’nın küresel “teröristler”e suikast kampanyası. Bu insansız hava aracı ve özel kuvvet saldırılarının “hınç yaratan etki”si de daha fazla yorumu hak etmektedir. 

Bu yazdıklarım, biraz dehşet içinde düşünülmüş bir kayıt olsun.

[In These Times'taki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir.]

Tagged under