
کارگر
Taliban’ı kollama misyonu!
Erdoğan’ın ‘yakınlık’ vurgularına rağmen ne Afganlar arası diyalog sürecinde ne de Taliban’ı etkileme konusunda kayda değer bir ilerleme görülmedi. Bel bağlanan aracıların kapasitesi sınırlı. Diğer aktörler gibi Ankara da eski Cumhurbaşkanı Hamid Karzai, ulusal uzlaşı heyeti başkanı Abdullah Abdullah ve Hizbi İslami lideri Gulbeddin Hikmetyar’ın da içinde olduğu komitenin Taliban’la yürüttüğü görüşmelerin sonucunu bekliyor.
Taliban kendini var eden özgün kalıplarının dışında hareket etmeye çalışıyor. Küresel bir seyirlik. Uluslararası tanınma arıyor, komşularla dostluk, tecritsiz-ambargosuz bir başlangıç. Bunu satın almanın yolu fabrika ayarlarından birkaç adım uzaklaşmak. Biraz, şeriattan taviz sayılmayacak kadar, az.
Beri taraftan lider kadrosundan Vahidullah Haşimi, Reuters'a, “Kesinlikle demokratik bir sistem olmayacak. Tartışmayacağız çünkü bu açık; bu şeriat kanunu, o kadar” diyor. Sözcüleri Zabihullah Mücahid kadınların eğitimi, çalışması, basın özgürlüğü ve insan haklarına dair her şeyin İslam’ın sınırları çerçevesinde olacağını söylüyor. “Şeriat yasası uygulanacak” diye ekliyor. Nokta. Geriye şeriatın hangi tonunun uygulanacağı tartışması kalıyor.
Belli başlı aktörler, Taliban’ın oynamak istediği bu oyuna razı gözüküyor. Müdahaleci başı ABD ve ortağı İngiltere Taliban’a karşı çok nazik! Sözlerine değil emellerine bakacaklarmış. Zaten irtibattalar. ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin "Taliban ile hasmane bir etkileşim yaşanmadı ve komutanlarıyla iletişim kanallarımız açık" diyor. Taliban’ın saldırmama taahhüdü kapıyı açık tutma gerekçesi. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Wendy Sherman, "Taliban hükümet kurmak istiyor, meşruiyet arıyor. Taliban'ın eylemlerini takip ediyoruz. Söyledikleri şeylerin gerçek olup olmadığını göreceğiz" diyor. Buna kredi açmak denir ya da yalana yatmak!
***
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Taliban’la el sıkışmaya akşamdan razı. Rıza gösterdiği şey, kurulacak Afgan hükümetiyle devletin çıkarları gereği çalışmanın ötesinde bir misyonu andırıyor. Belki koşullara göre güncellenen bir misyon.
Taliban’ın araya dostluk katıp çok acıtmadan yüzüne vurduğu gibi Türkiye, ABD’nin yedeğinde işgalci bir güç. Muharip olmaması ve ilk Türk askerinin bölgeye ulaştığı Ocak 2002’den beri Taliban’ın düşmanlığını görmemesi bu statüyü değiştirmiyor. Bu işgalin hedefi yani düşmanı Taliban’dı. Sonra ABD çekilirken Kabil Havalimanı’na göz kulak olmak da geride kalan çıkarlara bekçilik göreviydi. Lakin Taliban silindirinden boşanmış kırmızı halıda afyonu patlamış adamın rahatlığıyla Kabil’e vardığında havaalanı misyonu elde kaldı. Söylem kendini güncelledi. Müthiş bir kıvraklıkla. Erdoğan, Taliban’la irtibat halinde olduklarını vurgulayıp duruyor. Önceki gün “Yönetimde kim olursa olsun Afganistan'ın yanında yer almak hem ahde vefanın hem de kardeşliğimizin gereğidir” dedi. “Taliban yöneticilerinin yaptığı itidalli ve ılımlı açıklamaları memnuniyetle karşılıyoruz” diye de ekledi. Ve sonra Taliban’a verdikleri aklı alenileştirdi: “Türkiye'nin Afganistan'daki askeri varlığı yeni yönetimin de uluslararası alanda elini güçlendirecek ve işini de kolaylaştıracaktır.”
Öncesinde dini açıdan özdeş olduklarını da söylemişti, kalpleri yumuşatan bir peşrev niyetine. Taliban’ın lideri konumundaki şahısla şahsen görüşmeye hazır olduğu mesajını da vermişti.
Acaba Taliban’ı kollama, dizginleme ya da ehlileştirme işini Erdoğan’a mı verdiler diye insan sormadan edemiyor. “Çin’den, Rusya’dan, İran’dan geri mi kalacağız” diyebilirler. Fakat hiçbirinin ilişki tarzı kardeşlik, dindaşlık, duygudaşlık temelinde yürümüyor. Herkes kendi ulusal güvenlik ve çıkarlarına bakıyor. Türkiye’de ise bütün diplomasi cambazlığı Erdoğan’ın ulusal ve uluslararası konumunu koruma hedefine göre sağa sola savruluyor. Elbette Ankara da devletler arası ilişkilerin gereklerine göre hareket edebilir. Nitekim Erdoğan dün daha açık konuştu: “Gerekirse Taliban'ın kuracağı hükümetle de görüşüp ortak gündemlerimizi konuşacağız." Fakat Erdoğan ilaveten Taliban’ı normalleştirme, meşrulaştırma, kabul ettirme saikiyle hareket ediyor.
***
Yine de Erdoğan’ın çıplak sözlerini Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun “Kurulacak hükümetin tanınması konusunda uluslararası toplumla birlikte hareket edeceğiz” açıklamasıyla birlikte okumak lazım. 2002’den beri “uluslararası toplum” diye referans verdikleri şey, ABD’nin önceliklerine göre sıralanmış hegemonik iradeden başka bir şey olmadı. Bakalım bugünkü NATO toplantısı ne buyuracak! Çavuşoğlu’nun açıklaması manevra alanını açık tutmaya işaret ediyor. Sonuçta ABD de henüz kararını vermedi. Erdoğan’ın Washington’la eşgüdümsüz hareket etmesi zor.
Irak, Suriye ve Libya’da müdahalelere ortaklık ‘uluslararası toplum’ teranesine göre gelişmedi mi? Fakat inisiyatif ya da teklifin Türkiye’den geldiğine dair sunumda ustalar. Birdenbire kardeşliğe bezenen Afganistan hikayesi de farklı değil. Erdoğan’ın “Biden’a teklif ettim” dediği Kabil misyonu başından beri ABD’nin Türkiye’ye yıkmak istediği bir görev. Erdoğan 14 Haziran’da Brüksel’deki ikili zirveye Dışişleri’nden bir çevirmen yerine hariçten bir mutemetle girip devlet geleneğini çiğnediği için neyin pazarlığını yaptığını ancak Amerikalılar kayıtlarını açarsa öğrenebiliriz. Şimdilik BBC’nin Dışişleri kaynaklarına dayandırdığı haberle yetinelim:
“ABD aylar öncesinde Türkiye'nin Afganistan'da uzun vadede kalıcı olma isteğinden yola çıkarak muharip güç olarak görev yapması fikrini masaya yatırmıştı. Türkiye buna karşı çıktı. Ardından Washington Ankara'ya, zaten bir süredir iç güvenlik ve işletmesinden sorumlu olduğu havalimanı görevini genişletmesini teklif etti.”
Yine BBC’ye göre Ankara, ABD’nin elçiliği korumak için tutacağı istihbarat ve güvenlik yapılanmasının havaalanıyla entegre edilmesi şartıyla teklifi onayladı. Uzlaşma çıkınca bu kez ABD, Türkiye'den, Afgan hükümetiyle Taliban arasındaki görüşmelere ev sahipliği önerdi. Taliban ne İstanbul’a gelmeyi ne de Türk askerinin kalmasını kabul etti. Ankara bu olumsuz tutumu Katar, Pakistan, Rusya, İran ve Çin’in karşı çıkmasına bağlıyor. Erdoğan’ın aksine Dışişleri, Kabil misyonuna sıcak bakmıyordu. Yine de Erdoğan, Başkan Joe Biden'la el sıkışmayı tercih etti. Kabil misyonuna karşılık S-400, Halkbank davası ve F-35 programında jest bekliyordu.
Anladığımız kadarıyla Ankara 20 yıl boyunca Türkiye’ye karşı düşmanlık yapmamış Taliban’ın tehditlerini göstermelik sayma eğiliminde. Erdoğan “Taliban'ın Türkiye'ye yaklaşımı köşeli değildir, daha dikkatlidir, daha hassastır” diyor. Öyle davranmak Taliban’ın NATO’da kendine ses olabilecek bir ülkeye olan ihtiyacını gösterir. Ama Taliban, Türkiye’nin rolünden rahatsız olan Çin ve Rusya gibi BM Güvenlik Konseyi’nde iki sigortaya oynarken kardeşlik söylemine çok da takılmayabilir. Hatta Erdoğan’dan daha fazla ‘ulusal çıkarcı’ kesilebilir. Taliban’ın hassasiyeti pragmatizminden geliyor. Sahte ya da nispi evrimini diplomatik kazanca çevirmeye çalışıyor.
Taliban’ın davranışları anlaşılabilir fakat muamma olan Erdoğan’ın şartlar değiştiği halde neden bu misyona takılı kaldığıdır. Biden’la mutabakatında bağlayıcı bir şey mi var? Ya da dış politikanın askerileştirilmesi yönündeki zehirli dönüşüm Libya, Suriye ve Irak’tan sonra bu kez kendini Afganistan’a mı şartlandırdı? Erdoğan dosta düşmana Türk askerinin girdiği yerden çıkmayacağını mı ispatlamaya çalışıyor?
***
Neticeye gelirsek şimdiye kadar Erdoğan’ın ‘yakınlık’ vurgularına rağmen ne Afganlar arası diyalog sürecinde ne de Taliban’ı etkileme konusunda kayda değer bir ilerleme görülmedi. Bel bağlanan aracıların kapasitesi sınırlı. Diğer aktörler gibi Ankara da eski Cumhurbaşkanı Hamid Karzai, ulusal uzlaşı heyeti başkanı Abdullah Abdullah ve Hizbi İslami lideri Gulbeddin Hikmetyar’ın da içinde olduğu komitenin Taliban’la yürüttüğü görüşmelerin sonucunu bekliyor. NATO müttefiklerinin de önem atfettiği bu ekip Taliban’la orta yolu bulacak mı bulamayacak mı? Bugünlerin en kritik sorusu bu.
Kapsamlı bir hükümet kurulursa sürece etki eden aktörler, Taliban’ın taahhütlerini veri kabul edip yeni bir sayfa çevirebilir. Afganistan’ın içinde bulunduğu 40 yıllık karanlık sona ermez ama bu karanlığı besleyen iç savaş ve çatışma sarmalı belki bertaraf edilmiş olur. Diğer türlüsü yani Taliban’ın iktidara tamamen kendi rengini verdiği senaryo, yeni iktidarı tanıyanlar ve tanımayanlar arasında vekâlet savaşını da tetikleyebilir. Mesela Pençşir vadisi şimdiden Taliban’a karşı 2001 öncesinde olduğu gibi yeniden cephe sunuyor. Bu sefer oyuna Ahmet Şah Mesud’un oğlu Ahmet Mesud gibi isimler girmiş gözüküyor. ABD burada aynı dalga boyunu yakalayan Çin, Rusya ve İran’la tersleşirse mücahit kuluçkasına yeniden el atabilir ve bu üç ülkeye karşı istikrarsız bir Afganistan seçeneğine oynayabilir. Bu konuda ahkam kesmek için hâlâ erken. Şimdilik Afganistan’la diplomatik ilişkiyi sürdürmek ve Kabil’de kalmak için karanlığın içinden gelen Taliban’ın içinden çıkacak bir ışığa bakıyorlar! Sanırım bu yalana ihtiyacı olan çok.
gazeteduvar
Nasrallah: Lübnan'daki ABD Destekçileri Afganistan’daki Tecrübeyi Düşünsünler
Aşura Günü münasebetiyle konuşma yapan Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah, İran'ın müttefiklerine olan sarsılmaz desteğine değindi ve Lübnan'daki ABD destekçilerini Afganistan’da yaşanan olaylara odaklanmaya çağırdı.
Seyyid Hasan Nasrallah şu ifadelerde bulundu: ‘Siyonist rejimle mücadele etmek önceliklerimizin başında geliyor.
Batı Şeria, Gazze, Kudüs ve diğer Filistin bölgelerinde bir kez daha Filistin halkının yanında olmak istiyoruz. Filistin halkının nehirden denize kadar olan topraklarını geri alma hakkının yanında olmak istiyoruz.’
Siyonist işgalciler Filistin topraklarını terk edecekler çünkü bu işgalcilerin sonudur
Hizbullah Genel Sekreteri sözlerine şöyle devam etti: ‘Bir gün Siyonist işgalciler Filistin topraklarını terk edecekler çünkü bu tüm işgalcilerin sonudur. Kudüs'ü ve kutsal bölgeleri hedef alan tehditler karşısında bu kutsal alanları destekleyen bölgesel bir denklemin oluşmasını istiyoruz.’
Irak direnişine Filistin'deki kutsal mekanları desteklemeye hazır olduğu için teşekkür ederiz
Seyyid Hasan Nasrallah şunları söyledi: ‘Kutsalların korunması görevinin sadece Filistinlilerin değil tüm direnişlerin odak noktası olmasını istiyoruz. Irak direniş gruplarına Filistin'deki kutsal yerleri desteklemeye hazır oldukları için teşekkür ediyoruz.
Bölgedeki direniş gruplarının Filistin direnişiyle işbirliği, Filistin'in kurtuluş arzusunu büyük ve ulaşılabilir kılıyor.
Amerikan hükümetleri dünyadaki zulüm ve baskının ön saflarında yer alıyor. Bölgemizde egemenlik, o bölgenin milletlerine ve ülkelerine ait olmalıdır. Kaynaklar, zenginlik, su kaynakları, petrol ve toprak bu ülkelerin milletlerine ait olmalıdır.’
Iraklılar, Amerikalı danışmanlar konusunda Afganistan’daki deneyime odaklanmalıdır
Hizbullah Genel Sekreteri şu ifadelerde bulundu: ‘ABD'nin Afganistan'daki yenilgisinden sonra gözler ABD'nin Irak ve Suriye'yi işgaline çevrildi. Irak'ın ABD askerlerini sınır dışı etme kararı büyük bir başarıdır. Iraklılar, Amerikalı danışmanlar meselesine Afganistan deneyiminin perspektifinden bakmalıdır.
Irak'ın IŞİD ve tekfirciler karşısında gerçek garantörü Haşd Şabi’dir. Haşd Şabi, Necef'in dini merciinin fetvasına verilen yanıtın bir tezahürüydü. Haşd Şabi güçlendirilmelidir, çünkü bu teşkilat, Irak'ın garantörüdür.’
ABD'nin Suriye'nin kuzeyinde kalmak için sahte bahaneleri
Seyyid Hasan Nasrallah konuşmasının devamında Suriye meselesine değindi ve şu ifadelerde bulundu: ‘Amerikalıların Suriye'nin kuzeyinde kalma bahanesi, IŞİD'e karşı savaşa yardım etmektir ve bu yalan ve asılsız bir iddiadır. Bölgedeki hükümetler kendileri IŞİD'le mücadele edebilir ve ABD'nin yardımına ihtiyaçları yoktur.
ABD güçleri Suriye'de Fırat'ın doğusundaki bölgeyi terk etmelidir. Amerikalıların amacı Suriye petrolünü çalmaktır. Suriye'deki Amerikalı işgalcilerin kaderi, toprakların Suriye'ye geri dönmesi ve Suriye petrolünün de halkına geri dönmesi için bu ülkeyi terk etmektir.’
Yemen savaşı durmalıdır
Hizbullah Genel Sekreteri konuşmasının başka bir bölümünde de Yemen konusuna değindi ve şunları söyledi: ‘Yemen'e karşı ABD-Suudi savaşı durmalıdır ve onlar hedeflerine ulaşamayacaklardır.’
Bahreyn'in mazlum halkını destekliyoruz
Seyyid Hasan Nasrallah, Bahreyn konusunda ise şu açıklamalarda bulundu: ‘İfade özgürlüğü elinden alınan ve Filistin'i destekleyen mazlum Bahreyn halkının yanındayız.’
Lübnan direnişine kimse zarar veremez
Hizbullah Genel Sekreteri konuşmasının başka bir bölümünde Lübnan Direnişine değindi ve şunları söyledi: ‘Dost ve düşmana Lübnan direnişinin gücünü vurguluyoruz ve kimse ona zarar veremez. Lübnan'ın şahit olduğu hiçbir gelişme direnişe zarar veremeyecek ve kimse hesaplarında hata yapmasın.
Kararımızın doğruluğuna, direnişimize ve zafere yaklaşımımıza her zamankinden daha fazla inanıyoruz. Lübnan içinden ve dışından bazıları kabinenin kurulamamasından bizi sorumlu tutmaya çalışıyor ama bu doğru değildir.’
İran, Lübnan kabinesinin kurulmasına karışmıyor
Seyyid Hasan Nasrallah sözlerine şöyle devam etti: ‘İran, Lübnan kabinesinin kurulup kurulmamasına müdahale etmiyor, ancak bunu diğer yabancı taraflar yapıyor. Yeni hükümeti kurmak için Cumhurbaşkanı ve Başbakan ile görüşmeyi dört gözle bekliyoruz.
Lübnan'daki yaşam koşulları, öngörü ve kararlılıkla ciddiye alınmalıdır. Güvenlik güçlerinin milyonlarca litre benzin ve akaryakıt keşfi, krizin karmaşıklığının altını çiziyor. Yetkililer baştan çözmeye kararlı olsaydı krizi çözmek mümkündü. Hükümetin eylemi, kötü yönetimden mi yoksa Lübnanlıları hayal kırıklığına uğratmak için kasıtlı bir girişimden mi kaynaklanıyor? Hükümet ve güvenlik güçleri, durumu sakinleştirmek için tekelcileri hapse atmalıdır.’
Lübnan ordusuna yapılan saldırıyı kınıyoruz
Nasrallah, Lübnan ordusunun ve güvenlik güçlerinin Lübnanlıların acılarını hafifletmek için yaptığı fedakarlıkları takdir etti ve şunlar söyledi: ‘Lübnan ordusuna yönelik herhangi bir saldırı utanç vericidir ve kınanmaktadır.’
İran'dan yakıt taşıyan ilk gemi birkaç saat içinde Lübnan'a hareket edecek
Hizbullah Genel Sekreteri konuşmasının devamında bu ülkedeki yakıt krizinden bahsetti ve şunları söyledi: ‘İran'dan yola çıkacak ilk yakıt taşıyan gemi, tüm işlemleri tamamlanmış olup, önümüzdeki saatlerde hareket edecektir. Bu geminin ardından başka gemiler de İran’dan gelecektir. İran'dan gelen gemide öncelik akaryakıttır ve bu, bu konunun hayati öneminden kaynaklanmaktadır.’
Seyyid Hasan Nasrallah Amerika ve siyonist rejime hitap ederek şunları söyledi: ‘Gemi hareket ettiği andan saatler sonra Lübnan'a demir atacaktır. Bizi bu kararı almaya zorlayan, ekonomik savaşı bize dayatandır. Kimse bize meydan okumakta hata yapmasın çünkü bu milletimizin onuru ile alakalıdır ve milletimizin aşağılanmasına karşıyız.
İmam Hamanei’ye ve İran Cumhurbaşkanı'na Lübnan'a verdikleri destek için çok teşekkür ediyoruz. İran'a Lübnan halkının yanında olduğu ve toprakları özgürleştirmeye ve siyonist düşmana karşı koymaya karşı gösterdiği direniş için teşekkür ediyoruz. Yaptırımlara rağmen İran, müttefiklerinden asla vazgeçmedi ve dostlarını terk etmedi.’
Şehit Süleymani'nin kesilen eli, İran'ın müttefiklerine güçlü desteğinin bir kanıtıdır
Hizbullah Genel Sekreteri konuşmasının devamında şu ifadelerde bulundu: ‘Şehit Süleymani'nin Irak havaalanında kesilen eli, İran'ın müttefiklerinden vazgeçmeyeceğinin kanıtıdır. İran son 40 yıldır Lübnan'ın iç işlerine karışmadı ve kendi kararlarımızı biz veriyoruz.’
ABD Büyükelçiliği Lübnan halkına karşı ekonomik bir savaş yürütüyor
Seyyid Hasan Nasrallah konuşmasında Lübnan içindeki gelişmelere de değinerek şunları söyledi: ‘Millete saldıran haydutlar milletimizle ilgisi olmayan haydutlardır. Doğru olan, hükümetin üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesidir, biz de bu konuda yardımcı olacağız.
Lübnan'da doğru davranış ve eylemlere yönelmek gerekmektedir. ABD büyükelçiliği Lübnan'daki ekonomik ve medya savaşını yönetiyor ve provokatif eylemlerin arkasında ABD vardır. Lübnan'daki ABD büyükelçiliği diplomatik bir ofis değil, Lübnan halkına karşı komplo kuran bir büyükelçiliktir.’
Seyyid Hasan Nasrallah Amerikalılara hitaben şunları söyledi: ‘Beyrut'taki büyükelçiliğiniz zaten önceden de başarısız olduğu gibi yine başarısız olacaktır. Amerikalılara ve onun Beyrut'taki büyükelçiliğine güvenenler, sizi Afganistan deneyimini hesaba katmaya çağırıyorum. Amerikalıların, kendilerini korumak için yerleştirdikleri polis köpekleri bile onlara sizden daha yakındır.
Kendi gücümüzle Lübnan'ı kurtarmak için işbirliği yapılmasını vurguluyoruz. Hiç kimse askeri, ekonomik veya güvenlik savaşındaki deneyimimizde hata yapmasın. Biz şehadet ehliyiz ve savaşa gittiğimizde İslam'ı, ideallerimizi, kutsallarımızı ve milletimizi terk etmeyiz. Direniş kuşağımız fırtınalar, tehditler ve zor koşullarla sarsılmayacaktır.’
ABD'nin Afganistan hezimetinden sonra da Çin başta olmak üzere Rusya, Türkiye ve İran atağa geçecek
Sabah gazetesi yazarı Bercan Tutar bugünkü, "Kabil'de olan Kabil'de kalmayacak" başlıklı yazısında ABD'nin Afganistan'daki hezimetine dikkat çekti. Tutar ayrıca, bu hezimetin ardından Çin, Rusya, Türkiye ve İran gibi Asya ülkelerinin atağa geçeceğini söyledi.
Sabah'tan Bercan Tutar bugünkü köşesinde Amerikancı ve Sorosçu zihniyetin, Taliban'ı şeytanlaştırdığını ancak dikkatleri bu şekilde asıl şeytan ABD'den uzaklaştıramayacaklarını söyledi. Tutar ayrıca, ABD'nin kaybı sonrası Asya ülkeleri başta Çin olmak üzere Rusya, İran ve Türkiye'nin atağa geçeceğini kaydetti.
Tutar'ın yazısındaki ilgili kısımlar şu şekilde:
"Küresel ve bölgesel jeo-politik bakış yerine Taliban'a ait çarpıtılmış görüntüler üzerinden ideolojik okuma yapan Sorosçu zihniyetle malul Amerikancılar, emperyalist anlayışın narkotik kavramlarıyla uyuşmuş dimağlarındaki ezberleri papağan gibi tekrarlayıp duruyor.
'DİKKATLERİ ASIL ŞEYTANDAN UZAKLAŞTIRAMAZLAR'
Taliban'ın Afganistan'daki zaferini yine ideolojik bir körlük ve ıslah olması imkânsız bir fanatizmle yorumluyorlar. Ancak bu sefer hakikati değiştirmeleri çok zor. Taliban'ı şeytanlaştırarak dikkatleri asıl şeytan olan ABD'den uzaklaştıramazlar. ABD'nin 20 yıllık işgal, sömürü ve katliamlarla dolu kirli sabıkasını perdeleyemezler.
Zira Amerikalı diplomat Grant Newsham'ın Asia Times'daki yazısında "Vegas'ta olan Vegas'ta kalır" deyişinden mülhemle dile getirdiği gibi "Kâbil'de olan sadece Kâbil'de kalmayacak...
YENİ AKTÖRLER VAR
Evet, ABD yenildi. Ancak sınırın hemen ötesinden hem Afganistan'ı hem de Orta ve Güney Asya'yı kaosa sürükleyecek her tür kirli tezgâhı devreye sokmaktan geri durmayacaktır. Çünkü küresel sahnede yeniden konumlanan ABD, 'terör ile savaş' stratejisini artık 'Rusya, Çin ve Türkiye gibi aktörlerle savaş' şeklinde revize etmiş durumda.
KABİL'DE OLAN KABİL'DE KALMAYACAK
ABD'nin Vietnam hezimetinden sonra SSCB nasıl küresel bir atağa geçtiyse ABD'nin Afganistan hezimetinden sonra da Çin başta olmak üzere Rusya, Türkiye ve İran atağa geçecek.
Bu ülkeler hem hinterlantları hem de ABD'nin nüfuz kaybettiği küresel alanlarda hamle üstüne hamle yapacaktır. Üstelik bu ülkeler dönemin SSCB'si gibi yalnız da değiller.
Eşgüdüm halinde hareket ediyorlar. İşte bu yüzden Kâbil'de olan sadece Kâbil'de kalmayacak.
Dolayısıyla ABD'nin dünyanın farklı bölgelerinde Afganistan sendromunun benzerlerini peş peşe yaşayacağı yeni ve kritik bir döneme giriyoruz."
Ayetullah Reisi. Tahran-Ankara işbirliğinin İslam ümmeti için bir çok yararı vardır
İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile telefon görüşmesi gerçekleştirdi.
Reisi, İran-Türkiye ilişkilerini “samimi, dostane ve kardeşçe” olarak nitelendirdi ve “Dost ve kardeş ülke Türkiye ile ikili ve uluslararası işbirliğine büyük önem veriyoruz.” dedi.
Cumhurbaşkanı Reisi, iki ülke arasındaki yakın işbirliğinin bölgede huzur, güvenlik ve istikrarın tesisi için gerekli olduğunu söyledi.
Tahran’da yapılması beklenen İran ve Türkiye arasındaki Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi Yedinci Toplantısı'na ilişkin Reisi, bu toplantının ivedilikle yapılması gerektiğini ifade ederek, "Tahran ve Ankara arasındaki işbirliğinin iki ülke için ilerleme ile huzur, bölge için güvenlik ve İslam ümmeti için de hayır ve bereket getireceğine inanıyorum." ifadesini kullandı.
Reisi, İran ve Türkiye'nin İslam dünyasında çeşitli kapasitelere sahip olduğuna dikkati çekerek, "Masum Filistin halkına yardım etmek ve onları Siyonistlerin zulmünden kurtarmak asla ortak gündemimizden çıkarılmayacaktır." diye konuştu.
Erdoğan ise bu görüşmede Reisi'yi göreve başlaması vesilesiyle tebrik ederek, Cumhurbaşkanı Reisi döneminde İran ile Türkiye arsındaki ikili ve bölgesel işbirliğinin her alanda daha da güçleneceğine inandıklarını dile getirdi.
İran-Türkiye Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi Toplantısı'nın iki ülke arasındaki işbirliğinde önemli bir role sahip olduğunu belirten Erdoğan, bu toplantının en kısa zamanda Tahran'da yapılmasını temenni etti.
Erdoğan, İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ile yakından görüşmek istediklerini belirterek, ülkesinde çıkan orman yangınlarında Türkiye'ye yaptığı insani yardımlardan dolayı İran’a teşekkür etti.
İran'da 18 Haziran'da yapılan 13. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanarak ülkenin 8. Cumhurbaşkanı olan İbrahim Reisi, geçtiğimiz Perşembe günü İslami Şura Meclisi'nde yemin ederek resmen görevine başladı.
KERBELÂ MESAJI
Hiç kuşkusuz Kerbelâ vakasının saymakla bitmeyecek çok yönlü mesajları vardır. Kerbelâ hem direniş ve galibiyetin hem mazlumiyet ve mahcûr bırakılmanın sembolüdür.
Kerbelâ mesajında hem ironi, hem birbiri ile çelişik imgeler yumağı karşımıza çıkmaktadır. Bir yönüyle bakıyorsunuz, İmâm Hüseyin ve 72 yaranı dünyanın en hunharca katliamına maruz kalmıştı. Öyle ki, şehidlerin bedenleri lime lime doğranmış, mübarek başlar bedenlerden ayrılmış ve mızrak uçlarına takılmıştı. Fırat’ın suyu bedenlerin olduğu yere doğru salınmış, pak bedenler atlara çiğnetilerek çamura bulanmış ve paramparça edilmişti. İşte Kerbelâ’daki katlgâhta böylesine korkunç bir manzara ile karşı karşıyayız. Yaşanan öylesine bir dram ki bunun tarifi mümkün değil. Fakat Kerbelâ vakasına bir başka zaviyeden bakıyorsunuz; burada bir mağlubiyeti, bir yenilmişliği değil, burada şehadetle sonuçlanan büyük bir galibiyeti görüyorsunuz. Bu öyle bir galibiyet ki, düşman ordusunu tam manası ile (sadece o devrin insanları karşısında değil) çağlar boyu süren ve kıyamete kadar devam edecek olan bir rezilliğe ve bir rüsvalığa gark edilmesini görüyorsunuz. Hatta kıyamette bile ebedi azaba duçar olunacak bir kaybediş..
İmâm Hüseyin ve 72 yaranı için bundan daha büyük bir galibiyet düşünülebilir mi? Ve aynı zamanda bu öyle bir galibiyet ki, sonucu en üstün mertebe ile ilâhî rızaya kavuşmak, yani şehadet.. Bunun ahiretteki karşılığı ise ebedi cennette herkesin imreneceği en üstün makam.. Düşünelim, bundan daha büyük bir kazanım olabilir mi? Düşman ise yani Yezid ve avanesi öyle bir rüsvalık, öyle bir yenilgi tadıyor ki, kıyamete kadar tiksinti, nefret ve lânetle anılan kişiler oluyorlar. Tıpkı şeytandan tiksinildiği ve nefret edildiği gibi bugün İslâm âleminde nefretle, tiksinti ile ve lânetle anılan kişidir Yezid.. Acaba bundan daha büyük yenilgi, bundan daha büyük bir mağlubiyet ve zillet var mıdır?
İmâm Hüseyin cephesine bakıyoruz öyle bir galibiyet ki, bu galibiyetle erişilen izzet ve şeref onları öyle bir makama yüceltti ki kıyamete kadar övgüyle ve imrenilerek anılmaktadırlar. Bir de Allah Teâlâ nezdindeki yüceliklerini düşünün? Tahayyül edilemeyecek bir lütuf. Bu nedenledir ki, Yezid melunu Seyyide Zeynep validemize, “Gördün mü Allah size ne yaptı, Allah sizi nasıl alçalttı?” sözüne karşılık, “Biz Kerbelâ’da Allah Teâlâ’dan izzet ve güzellikten başka bir şey görmedik.” demişti.
Mağlubiyet ve galibiyet kavramlarının terminolojik anlamlarını çok iyi bilmek gerekir. Galibiyet ile elde edilen değerlerin karşılığı nedir. Mağlubiyet ile yitirilen nelerdir. Bunları görmek lazım. Bazen zahirî mağlubiyet ile elde edilen değer ve kazanımlar dünyevî galibiyetle elde edilemez. Kerbelâ vakası buna örnektir. Yezid ve avanesi düşman addettiklerini zahirî anlamda mağlup ettiklerini zannettiler. Oysa Yezid ve avanesi bu menfur işi, bu alçaklığı yapmakla öyle bir mağlubiyete, öyle bir zillete gark oldular ki, kıyamete kadar lânet ve tiksinti ile anılmaktan kurtulamayacaklardır.
Ali Şeriati Kerbelâ vakasını bu perspektif ile şöyle tasvir ediyor:
“Onlar güç yetirememenin, zulme karşı cihattan muaf kıldığını düşünen kimselerle düşmana üstün gelmeyi yenmek olarak algılayan kimselere ‘Hayır!’ diyorlar. Böylece şehit, ‘güç yetirememe’ ve ‘yenememe’ dönemlerinde düşmana kendi ölümüyle üstün gelen; yenemezse de rüsva eden kimsedir. İşte Hüseyin bu mesajı öğretti ve bunun gerçekleşebileceğini gözler önüne serdi. Şehit tarihin kalbidir. Kalbin kurumuş damarlara kan gönderip dirilttiği gibi şehit; sorumluluğunu unutmuş, insan olma inancını yitirmiş bir topluma kanını canını vererek harekete geçirir. Şehadetin en büyük mucizesi ise her kuşağa yeni bir ‘kendine inanma duygusu’ kazandırmasıdır.
Şehit aramızda bulunuyor!
Sürekli olarak yaşıyor!
Nasıl kaybolsun!
Hüseyin bize, şehadetinden de büyük bir ders vermiştir. Bu ders, haccı yarıda bırakıp, şehadete doğru yola çıkmasıdır. Bütün atalarının bu geleneği diriltmek için cihad ettiği haccı yarıda bırakıp şehadete koştu. İbrahimi sünnet hacc merasimini, imâmetin tavafa denk olduğunu öğretmeden bitirmez. Hüseyin’in haccı yarıda bırakarak Kerbelâ'ya doğru yola çıktığı an tavaflarını onsuz sürdürenler, o esnada Muaviye’nin Yeşil Saray’ını tavaf edenlere denktir. Çünkü şehit, adalet savaşlarına tanıklık eder. Hazır oluşuyla da bütün insanlara, ‘Hak ile batıl arasında geçen savaşa katılmadıktan sonra nerede olursan ol, ne fark eder?’ mesajını verir.
Hak ile batılın çarpıştığı savaş alanında olmadıktan sonra; çağının şahidi, toplumunun şehidi olmadıktan sonra nerede olursan ol! İster namaza dur, ister içki sofrasına otur; ne fark eder!”
Evet; Ali Şeriati’nin gerçeği haykıran sözleri böyle.
Siz ibadet ederken, siz tavaf ederken diğer tarafta mazlumların feryadı arşa yükselirken ne yaparsınız? Fıkıhta bile kuraldır, “feryada koşun” diye. İmâm Hüseyin haccını yarıda bırakarak bunu yaptı. Orada mıhlanıp kalanlar ise velayet ile bağlarını koparıp kaybedenlerden oldular. İstedikleri kadar tavaf etsinler zalime haddini bildirmek için hareket edilmedikten sonra, direnişin saflarına katılmadıktan sonra ha ibadethaneye girmişsin ha meyhaneye ne fark eder? Ali Şeriati bunu izah ediyor.
Velayet bağı böyle bir tavrı, böyle bir dik duruşu gerektiriyor. Biz bunun tevhid kelimesinde mündemiç olduğunu görüyoruz. Zira Kerbelâ mesajı bize “lâ ilâhe illallah”ın mesajını hatırlatıyor ve öğretiyor. Öyle değil mi? Biz “lâ ilâhe” derken ilâhlık taslayan beşerî tiran ve zorbaları, Firavun’laşan zalimleri reddetmiş olmuyor muyuz? Biz “illallah” derken sadece ve sadece âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya teslimiyetimizi ilân etmiş oluyoruz? İmâm Hüseyin, “Heyhat minezzilleh” (Zillet bizden uzaktır, zillete boyun eğenlere yazıklar olsun” derken çağının Firavun’u olan Yezid’e sadece reddiyede bulunmuyor, aynı zamanda onu ve ona boyun eğenleri telin ediyordu.
İmâm Hüseyin bir başka mesajında ise, “Eğer ben Yezid gibi bir meluna biat edecek olursam İslâm’ın ruhuna Fatiha okumak gerekir.” diyor. Çünkü Yezid’e biat etmek kelime-i tevhid’i, İslâm’ın hayat bahşeden değerlerini alt üst etmek demektir. Yezid ve Yezid gibilerine biat etmek İslâm’ın evrensel ve ontolojik hayat tasavvurunu kurutup yok etmek demektir. Bu nedenledir ki, İmâm Hüseyin için, “Kurumaya yüz tutmuş İslâm ağacını kanıyla sulayıp diriltti” denilmektedir. İlâhî rızaya, en büyük makama yani şehadete kavuşmak budur.
O gün İmâm Hüseyin düşman ordusuna karşı şöyle haykırıyordu: “Eğer kanım akmadan ayakta durmayacaksa ceddim Muhammed’in dini! Ey kılıçlar alın beni, doğrayın bedenimi!”
Anlayanlar için kanla yazılacak büyük zafere giden haykırış budur. Salt dünyevî mantıkla Kerbelâ vakasına bakacak olursak orada yenilgi görülür. Oysa kanla yazılan bir zaferdir Kerbelâ.. Kanın kılıca galip geldiği yerdir Kerbelâ.
Şu gerçeği de itiraf etmiş olalım ki, ezilen, sömürülen anti emperyalist gayri müslim halklar için de Kerbelâ ilham kaynağıdır. Kerbelâ’nın mesajı evrenseldir. Hak ve adalet aşığı her erdem sahibi insan Kerbelâ’nın mesajını anlar. Nitekim Mahatma Ganndi, Nelson Mandela ve Güney Amerika ülke liderlerinin çoğu, "Biz emperyalizme karşı direnmeyi İmâm Hüseyin'den öğrendik" gibi sözler sarf etmişlerdi.. Bu yüzden diyebiliriz ki, Kerbelâ mesajı tüm çağlara ve tüm nesillere zulme boyun eğmemeyi, zulme direnmeyi öğretir. Kerbelâ mesajı hakkın, adaletin ve mazlumun yanında durmayı, mazlumun feryadına koşmayı öğretir...
Kerbelâ vakası İran İslâm Devrimi’nin de ilham kaynağı olmuştur. Bugün Kerbelâ Lübnan’da Hizbullah’a ve Yemen’de Ensarullah’a ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Bugün İslâm coğrafyasının bir çok beldesinde büyük şeytan ABD emperyalizmine ve Siyonist işgalcilere karşı mücadele veren direniş cephesi ilhamını Kerbelâ’dan almaktadır. Kerbelâ bir okuldur. Muallimi Seyyid-i Şûheda İmâm Hüseyin...
Hazım Koral
İran'ın Filistin Davası
Bi iznillah İslâm adına bir devrim yapmışsanız, yani Allah Teâlâ size devlet nimetini bahşetmişse, elbette ki bu lûtfun beraberinde gelen sorumluluklarını da yüklenmek zorundasınız. Hiç kuşkusuz başta İslâm Devrimi Lideri Merhum Humeynî ve diğer mesûller sadece İran coğrafyası ile sınırlı olmayan lokal mükellefiyetlerin dışında, ümmet genelindeki yükümlülüklerine eğilmek durumundaydılar. Bunların en önemlilerinden biri de Filistin meselesiydi. İslâm müntesiplerine bütün yeryüzünde vuku bulan olumsuzlukların bertaraf edilmesine ilişkin sorumluluk yüklemektedir. Filistin ise yüz yıllık ümmetin kanayan yarası.
Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinde yedi düvel gâvurun bölgeyi istilâ etme girişimiyle birlikte, bu bölge üzerinde iki etkin güç olan Fransa ve İngiltere
16 Mayıs 1916 tarihinde "Sykes-Picot Anlaşması" adı altında Müslümanların yaşadıkları coğrafyaları taksim etmeye koyulmuşlardı.
Özellikle İngiltere'nin yayılmacı ve saldırgan politikalarıyla
9 Aralık 1917 tarihinde Kudüs ve iki gün içerisinde bütün Filistin toprakları işgal edilmiş oldu. Filistin'in işgalinden kısa süre önce 2 Kasım 1917'de İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour Siyonistlerin lideri Rothschild'e Filistin toprakları üzerinde kendilerine bir yurt edinme imkânı sunacaklarını ilişkin taahhütname (deklarasyon) yayınlamıştı. (Bu deklarasyonla Filistin topraklarının hangi amaçla işgal edileceği de ibraz edilmiş olmaktadır.) "Balfour Deklarasyonu" olarak bilinen bu mektupta Arthur Balfour Siyonistlerin lideri Rothschild'e şu taahhütte bulunmuştu: "Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Museviler için bir millî yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin'deki mevcut Musevi olmayan toplumların sivil ve dini haklarına ve başka ülkelerde yaşayan Musevilerin sahip oldukları hak ve politik statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır."
Taahhütnamenin ikinci cümlesindeki teminat beklentisine bakar mısınız? Yahudilerin dışındaki diğer unsurların hak ve statüleri güvence altına alınması isteniyor. Bu katil sürüsünün nasıl bir tıynete sahip olduklarını bilmiyor musunuz?
O dönemde bizzat İngilizlerin destek olduğu Haganah, Palmach ve Irgun gibi terör örgütleri Filistinlilere yönelik katliamlarını sürdürüyordu. Bu terör örgütlerinin liderleri daha sonra işgal devletinde cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık yaptılar. Bunlar mı bölge halkına insaflı davranacak? Bunlar mı temel insanî haklara saygılı olacak? Bunun Arapların gözünü boyamak, onları teskin etmek için blöf olarak kullanılan bir cümle olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Bakınız, Yahudilerden oluşturduğu bir birliği Çanakkale Harbi'ne katıp pratik savaş eğitimi veren, masum insanları öldürmeyi öğreten İngiltere'nin bizzat kendisidir. Nitekim 1917 yılında Filistin toprakları işgal edilirken İngiltere'nin saflarında savaşan Siyonist Yahudi çeteleriydi. Kısacası İngiltere'nin Filistin topraklarında yaptığı Siyonistler adına vekâlet savaşıydı. Filistin topraklarına Yahudi göçünü organize eden, gemiler tahsis eden yine İngiltere idi. İngilizlerin katkılarıyla
dünyanın her tarafından taşınan Yahudiler bu topraklara yerleştirildi. Sonra ise bu işgal altındaki topraklara göç etmiş Yahudiler için illegal bir devlet kuruldu.
Devlet ilânına sıra geldiğinde İngiltere bu işi taşeron olarak kurdukları Birleşmiş Milletler'e havale etmişti. Beşli çetenin taşeronu olan Birleşmiş Milletler'in gasp edilmiş Filistin toprakları üzerinde Siyonistlere bir devlet vermesinin ilanından (14 Mayıs 1948) beş saat sonra hemen katliamlara giriştiler. Ne acıdır ki kutsal Filistin toprakları üzerinde o gün bugündür adım adım işgal devam etmekte ve sistematik bir şekilde zamana yayılmış bir soykırım uygulanmaktadır. Dehr Yasin katliamı ile başlayan, 67 Savaşı ile süren, Sabra ve Şatilla ile devam eden ve Yom Kippur Savaşı (6 Ekim 1973) ile yenilmezliğini ilân eden ve bu küstahlıkla her Allah'ın günü orantısız güç kullanan (ABD ve Avrupa'ya sırtını dayamış), şirret bir terör şebekesi ile muhatap İslâm ümmetinin sessizliğe bürünmüş zelil bir portresi var karşımızda. 1969 yılında Mescid-i Aksa'nın yakılmasının
hemen akabinde Müslüman ülkelerin bir araya gelerek Filistin sorununun hâlli için kurulan İslâm İşbirliği Teşkilatı'nın pasif tutumu ayrı bir kahır konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Adama sormazlar mı, "Sürekli zulüm ve katliamlara maruz kalan Filistin halkı için bugüne kadar ne yaptınız? Merhum Erbakan Hocamız feveran ederek, "İsrail ancak güçten anlar, gelin bir savunma gücü kuralım, " deyip durdu yıllarca.. "Ama olur mu, ABD müsaade etmez" dediniz. Bakınız, dönemin Siyonist çete başbakanı Golde Meir nasıl bir itirafta bulunuyor: "Mescid-i Aksa'nın yakıldığı gece Müslüman ülkeler birlik olup üzerimize saldıracak korku ve endişesi ile sabaha kadar uyku uyuyamadım. Sabah olduğunda her hangi bir fiilî tepki ile karşılaşmadığımızı görünce içim rahatladı, endişelerimin yersiz olduğunu anladım ve derin bir nefes alarak dedim ki, artık bundan sonra ne yaparsak yapalım Müslüman ülkeler bize saldırmaz."
Bu itiraftan da görüldüğü üzere katil/canavar sürüsünün "dur" diyeni olmadığı için büyük bir pervasızlıkla uzun yıllar beri işgal ve katliamlarla yollarına devam ettiler. Sürekli saldırı, sürekli işgal ve sürekli katliam...
11 Şubat 1979 yılında İslâm Devrimi gerçekleştiğinde ise terör devletinin başbakanı Menahem Begin yerinde bir tespitle, "Artık İsrail için kara günler başlamıştır" ifadesini kullanmıştı. Nitekim öyle de oldu. Devrimin hemen akabinde İmâm Humeynî bizzat talimat vererek silahlı kuvvetlerin bünyesi dışında müstakil bir yapı olarak Kudüs Ordusu'nu kurduruyor. Bu ordu ilk icraatını Lübnan'da konuşlanarak başlatıyor. Öyle ki, Lübnan Suriye'nin asker bulundurduğu, Suriye'nin kontrolünde ve garantörlüğünde bir ülke olması hasebiyle İran Lübnan'da oluşturacağı yapı için Suriye ile gizli bir anlaşma yapıyor. Bu yapının oluşturulması esnasında işgalci İsrail Filistinli grupları bahane ederek alel acele Lübnan'a saldırmıştı. Siyonist çete yoğun hava ve kara bombardımandan sonra tank birlikleriyle ilerleyerek Beyrut'a girmeyi başarmış ve Güney Lübnan topraklarını tamamen işgal etmişti. İran bölgede henüz bir yapı oluşturmadan bu işgal gerçekleşmişti. Ancak İranderhâl Hizbullah'ı tesis edip her türlü ekipman ve mühimmatla donatarak işgalci İsrail'e karşı vekâlet savaşı başlatmış oldu. Bu süreçte İran, Irak savaşında tecrübe edinmiş komutanlarını bölgeye gönderip "eğit-donat" taktiği ile Hizbullah'ı bölgedeki direniş cephesinin yumruğu hâline getirmişti. İşgalci Siyonist İsrail'e karşı sürdürülen bu gerilla savaşı tam 18 yıl sürmüştü. Bu süreçte Hizbullah birçok şehitler vererek, yenilmez denilen ve tarihinde yenilmemiş olan işgalci İsrail, İran ve Suriye dayanışması ile vurucu çelik güç hâline getirilen Hizbullah eli ile ilk defa bir yenilgi tatarak bi iznillah Güney Lübnan topraklarını zillet içerisinde terk etmek zorunda kalmıştı. Kendilerince inandıkları Arz-ı Mevud yolunda ilk defa sekteye uğramışlardı. Sıra Gazze'de idi. Kudüs Ordusu komutanı Şehid Kasım Süleymani'nin bir projesi olan tünel vasıtası ile Filistinli mücahidlere silah ve füze ulaştırılmaya başlanmıştı. (Bunu bizzat Kudüslü komutanlar itiraf ediyor.) Bu yöntemle sapan kullanma devri bitmiş ve işgalcilere karşı silah kullanma devri başlamıştı. İran, Suriye ve Hizbullah'ın katkılarıyla sürdürülen bu silahlı savaş beş yıl sürmüş ve bi iznillah 2005 yılında işgalci Siyonist çete Gazze'den kovulmuştu. İran, Suriye ve Hizbullah vasıtasıyla hezimete uğrayan işgalci İsrail Gazze yenilgisinin intikamını almak ve Gazze'yi besleyen kaynakları kurutmak amacıyla Temmuz 2006'da Lübnan'a saldırdı. 33 gün süren bu savaşta Siyonist çete öylesine bir mukavemetle karşılaştı ki, neye uğradığını şaşırdı ve yine zillet içerisinde geri çekilmek zorunda kaldı.
Şunu da itiraf etmiş olalım ki, bu uzun soluklu süreçte İran sadece Suriye'den lojistik destek alıyordu. Suriye 22 Arap ülkesi içerisinde işgalci Siyonistlerle anlaşmaya yanaşmayan tek ülke idi. Ve yine Suriye 22 Arap ülkesi içerisinde 10 küsur Filistinli silahlı örgüte ev sahipliği yapıyor, onlara ofis açıp her türlü katkıda bulunuyordu. (Bir araştırmacı gazeteci olarak 2009 yılında Suriye'ye yapmış olduğumuz seyahatte bu olaya bizzat "ayni ile vaki" tanıklığımız var.) Suriye'yi iç savaşa sürükleyen emperyalist ülkelerin bir tek talepleri vardı, Filistinli silahlı grupların ofislerinin kapatılıp yurtdışı edilmeleri. Beşşar Esad buna yanaşmayınca IŞİD, El-Kaide ve El-Nusra gibi terör örgütlerini bu ülkeye sokarak korkunç katliamlara girişmiş oldular. Bu şekilde Suriye'yi harabeye çevirdiler. Siyonist çetenin ve emperyalist ülkelerin bir tek hedefleri vardı, İran'ın desteklediği Lübnan ve Suriye eksenindeki direniş cephesini çökertmek. Önce aldatılmış ve Suudîlerin güdümünde olan bir kesim siyasîleri arkalarına alarak Lübnan'dan Suriye askerinin çekilmesini sağlamak için çabaladılar. Onlar zannettiler ki, Suriye ordusu Lübnan'da çekilirse tek başına kalan Hizbullah'la baş edebilecekler. Bu süreçte Suriye askeri Lübnan'dan çekildi çekilmesine ancak Hizbullah'ın konumunda zerre değişiklik olmadı. Hizbullah Lübnan'da en etkin askerî ve siyasî güç olarak temayüz etmiş ve bi iznillah kendisini ispatlamış vaziyette.. Hizbullah'ın Filistin'deki silahlı örgütlerle dayanışma içerisinde olması ve Kudüs Gücü ile kendilerine silah, mühimmat ve ekipman tedarik ve intikalinde oynadığı rol takdire şayan bir durum olmaktadır. Aralarındaki koordinasyon ve dayanışma bi iznillah kendilerini güçlü kılmaktadır.
"Bilin ki Allah, kendi yolunda sağlam örülmüş (kurşunla kaynatılmış), bir duvar gibi kenetlenmiş saflar halinde çarpışanları sever." (Saf:4) Bakınız, lokal bir dayanışma ile Yüce Rabbimiz nasıl başarılar lütfediyor. Ne olurdu da ümmet genelinde böyle bir dayanışma olsaydı. Merhum Erbakan Hocamız yıllarca çırpınıp durdu D-8 kapsamında İslâm Savunma Gücü'nü tesis edelim diye. İran İslâm Cumhuriyeti mesûllerinin devrimin ilk gününden beri dillendirdiği bir konuydu bu.. İran, İslâm devleti olmanın mesuliyeti ile ümmetin ağırdan almasını ve hatta böyle bir talebe yanaşmayışını mazeret olarak görüp beklemedi, hemen ivedilikle Kudüs Ordusu'nu tesis etti ve sahaya sürdü. Bugün Siyonist çetenin Mescid-i Aksa'ya ve Gazze'ye saldırılarına sapan ve taşla değil de füzelerle misilleme yapılıyorsa bu onurlu direniş ve mukavemetin biz ümmet bireylerine sunduğu moral motivasyonu için İran İslâm Cumhuriyeti mesûllerine ve Kudüs Ordusu'nun (başta Şehid Kasım Süleymanî olmak üzere) kahraman komutan ve neferlerine şükran ve minnet borçlu olduğumuzu bilmeliyiz. Vesselâm..
Ali Erdem Koral
İmam Hüseyin'in Hedefi Neydi?
Allah’ın Adıyla
Muharrem ayının girişiyle birlikte müminler asırlardan beri sürdürdükleri matem merasimlerini bu yılda tekrarlayacak, mersiyeler yakacak ve Hüseyni kıyamın hikmeti, derinliği, boyutları, ortaya çıkış nedenleri üzerinde öne sürülen farklı yorumlar ve görüşler üzerinde yeniden düşüneceklerdir.
Hiç kuşkusuz Hüseyni Kıyam’ın asırlardan beri zihinleri meşgül eden yanlarından biri bu kıyamın önderi İmam Huseyn’in hangi saik, motivasyon veya nedenlerle ailesini ve Haşimoğulları’ndan bir grubu yanına alarak Medine’den çıktığı konusudur.
Bu konuda geçmişte olduğu gibi zamanımızda da farklı görüşler ileri sürülmüş ve bundan sonra da konuya farklı açılardan yaklaşılacaktır. Çünkü insanlık tarihinde benzeri olmayan bu eşsiz hareket başından sonuna kadar basiret, fedakarlık, cesaret, kahramanlık, zalimle uzlaşmazlık, mazlumiyet, Müslümanlar başta olmak üzere tüm insanlığa ibret dersleri, mücadele yöntemleri, hak yolda herşeyinden vazgeçme mesajlarıyla dolu bir harekettir. Çünkü kimse bu büyük tarihi olay karşısında kayıtsız kalamaz.
Çeşitli görüşleri birkaç başlık altında sıralayarak inceledikten sonra gerçeğe en yakın olduğuna inandığımız görüşü ortaya koyamaya çalışacağız.
Birinci Görüş: İmam Huseyin(as) Medine'den öldürülmemek için çıktı, firar etti. Çünkü Yezid Medine’deki valisinden kendisi için İmam Huseyn’den biy’at almasını, kabul etmemesi durumunda öldürülmesini istemişti. Bu görüşe göre; İmam’ın zalim hükümete karşı kıyam ettiği, hükümeti ele geçirmek istediği, şehid olmakla güçlü bir mesaj vermek istediği gibi görüşler doğru değildir.
Cevap: Ölümden kaçmak isteyen İmam Huseyin(as) gibi biri Kufe'ye elçi göndererek kendisine biy’at toplamazdı. Halktan biy’at toplamak hükümet kurmak içindir, halkı denemek veya halkı yüzüstü bırakmak için olamaz.
Öte yandan İmam Huseyin firar etmek isteseydi hükümetin, iktidarın merkezine doğru, Kufe’ye değil merkezden uzaklara gitmesi gerekirdi. Yemen kaçıp gizlenmek, güçlü kabilelere sığınmak için en münasip bölgeydi. Hem hükümet merkezinden uzaktı hem de Ehlibeyt(as) dostlarının çok olduğu bir bölgeydi.
Açıklanan sebeplerden dolayı bu görüş kesinlikle yanlıştır.
İkinci Görüş: İmam Huseyin(as) şehid olmak için yola çıktı. Kanıyla insanları uyandırmak, dünyaya güçlü bir mesaj vermek istiyordu.
Cevap: Şehid olup topluma bir şok vermek istediği doğrudur, ama hedefi bununla sınırlı olamazdı. Çünkü hedefi bu olsaydı şehid olmak için bu kadar yol katetmek zorunda zorunda kalmadan Medine, Mekke veya müslümanların topluca şahitlik edebilecekleri başka bir yer seçebilirdi. Öte yandan, Kerbela'da kuşatma altına alındığında o sırada Yezid ordusunun komutanlarından Hür bin Riyahi’ye hitaben, bırakın ceddim peygamberin haremine, mezarına yöneleyim, demezdi.
Bu görüş tamamen yanlış değil ama eksiktir.
Üçüncü Görüş: İmam Huseyn’in(as) tek hedefi hükümeti ele geçirmek, adalet temelli bir hükümet kurmaktı, bunun için Medine’den yola çıktı.
Cevap: Böyle olsaydı elçisi Muslim ibn Akiyl’in Kufe’de şehid edildiğini ve biy’at edenlerin dağıldığını duyduğunda geri dönmesi gerekirdi. Çünkü halk desteğinin olmadığı bir hükümetin kurulması düşünülemezdi. Halbuki hükümet kuramayacağı sonucuna vardığında bile geri dönmek yerine azimli bir şekilde yoluna devam etti.
Bu görüş de yanlış değil ama eksiktir.
Dördüncü Görüş: İmam Huseyin(as) masumdu, bizim hakikatini idrak edemeyeceğimiz özel bir görev üstlenmişti. Allah ile O’nun arasındaki irtibatın, nasıl bir görev üstlendiğinin özünü, batınını bizler anlayamayız. Her şeyi de anlamak zorunda değiliz.
Cevap: Ancak bilindiği üzere gizli görev kişiye mahsustur, başka insanları ilgilendirmez. Örnek olarak, Hz. İbrahim’e oğlu Hz.İsmail’i kurban etme görevi sadece bu iki büyük peygambere mahsus bir ilahi emirdir. Halbuki İmam Huseyin(as) İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerine elçiler, mektuplar göndererek halkı yardıma, kıyama, biy’ate davet ediyordu. Sadece Şiileri değil Sünnileri de, hatta Hristiyanları da yardıma çağırıyordu. Kerbela’da hazır bulunan ve şehid olan Züheyr üçüncü halife Osman’a yakınlığı ile tanınan Sünnilerdendi. Kerbela şehidlerinden Vahap, şehid olmadan birkaç gün öncesine kadar Hristiyandı.
Apaçık beyan ve girişimler ortadayken masumların işlerini, Allah ile irtibatlarını ve gizemli görevlerini anlayamayız demek sorumluluktan kaçmaktır. İnsanların amacını bilmediği, anlamaktan aciz olduğu İmamın peşinden gitmesi akla mantığa uygun değildir.
Bu görüş de doğru değildir.
Peki İmam Hüseyin’in(as) hedefi neydi? Niçin kıyam ederek Kerbela'ya gitti?
İmam Hüseyin'in hedefi tek değil birçok yönlüydü. İmam(as) birkaç hedef ve stratejiyi aynı zamanda takip ediyordu. Bunları şöylece sıralıyabiliriz:
1- İmam Hüseyin(as) zamanında İslam inanç ve ahkamı yok olmaya yüz tutmuştu. Önceki halifeler döneminin aksine Yezid’in işbaşına geçtiği dönemde toplum nifak aşamasında değil, nifaktan daha tehlikeli bir aşamaya varmıştı. Hayır ve şerr, maruf ve münker yer değiştirmişti. Alenen günah işleniyor ve bununla iftihar ediliyordu. İmam'ın hedeflerinden biri bu nifaktan daha kötü, yani İslami değerleri hiçe sayan ve inkara saplanan toplumsal duruma son vermekti. Günah işlenen toplum ile günahların kabahatinin, çirkinliğinin ortadan kalktığı, dini hükümlerin hiçe sayıldığı toplum aynı değildir.
İmam Huseyn’in üstlendiği görev halkı ıslah etmeği amaçlıyordu, hakim kadroyu değil. Ve nitekim bu eşsiz kıyam Emeviler ve aveneleri üzerinde değil halk üzerinde etkili olmuştur. Toplumun gövdesini sallamış, en azından bir önceki aşamaya (nifak )dönmesini sağlamıştır. Kerbela'daki kahramanlıktan sonra Ehlibeyt'in (as) halk arasında sevgisi yavaş yavaş artmaya başlamış ve Aşura kültürünün sürdürülmesiyle günümüze kadar artarak devam etmiştir.
Kerbela kıyamı öte yandan hakim kadroya karşı (Emeviler veya Abbasiler) çok sayıda kıyama ortam hazırlamıştır. Tevvabin kıyamı, Muhtar kıyamı, Zeyd bin Ali kıyamı ve Huseyin Sahib Feh kıyamı bu kıyamlardan sadece birkaçıdır.
2- İmam Huseyin (as) hakimiyet konusundaki yanlış anlayışı yıktı. Çünkü Emevi İslam anlayışında halife, iktidar zalim de olsa başa geçene, hükümete karşı kıyam etmek haramdır. İmam Huseyin(as) bu hareketiyle “zalim de olsa iktidardakilere karşı kıyam eden dinden çıkar” anlayışına son verdi, büyük bir tabuyu yıktı, kendisini ve en aziz dostlarını feda etti ama İslam’ın fatihasının okunmasına izin vermedi.
Bu kıyamdan sonra Ehli Sünnet mezhepleri arasında yerleşik bu anlayış etrafında büyük tartışmalar başladı. Çünkü cennet gençlerinin iki efendisinden biri olan İmam Hüseyin(as) herhalde dinden çıkamazdı, öyleyse bu anlayış yanlıştı.
3- İmam Huseyin'in üçüncü hedefi hükümet kurmaktı. Aksi takdirde Muslim ibni Akil'i halktan biyat alması için Kufe'ye göndermez, müslümanların büyük bir mücadeleye hazırlanmalarını istemezdi.
Elbette, Müslim'in şehadetiyle birlikte Kufe halkının biyatten dönmesinden sonra da yola devam ettiyse bu hedefinin hükümet kurmakla sınırlı olmadığını ve başka stratejileri de olduğunu göstermektedir.
Hükümet kuramayacağı kesinleştikten sonra bile tebliğ, irşad görevini yerine getirmeye, uyuyan topluma şok vermeye kararlıdır. Çünkü bu toplumun başka türlü uyanması mümkün görünmüyordu. Bu şok, bu derin mesaj ancak ve ancak kendisinin ve vefalı dostlarının şehadetiyle gerçekleşebilirdi.
Hür bin Riyahi'ye " Bırakın Peygamberin mezarına geri döneyim" sözlerine gelince; İmam hedefinin savaş değil barış, ıslah, irşad olduğunu; ama karşı tarafın vahşiliğini, zalim mahiyetini oradakilere ve gelecek nesillere göstermek, duyurmak istiyordu. Ve nitekim bunda başarılı da oldu. Kendisi, Peygamber torunları ve sadık dostlarının şehadetiyle, kadın ve çocuklarının esaretiyle topluma verdiği şok sonucudur ki, olay üzerinden zaman olarak uzaklaştıkça Huseyni kıyamın derinliği, hakkaniyeti, mazlumiyeti ve zulme karşı kıyamın, direnişin hedefleri daha iyi anlaşılmakta ve zalimlere karşı tüm mustaz’af halklara mücadele dersi vermektedir.
Rabbim! bizi Huseyn’e dost olanlara dost, düşman olanlara düşman eyle!
Ziya Türkyılmaz
Ziya Türkyılmaz
Matem ve Muhasebe Ayı; Muharrem
Muharrem ayı, Allah, Rasulü ve müminler nezdinde gam ve musibet ayıdır. Bu ay, insanlar arasında hakikatin ve aydınlığın, batıl ve karanlık karşısında garip kaldığı aydır.
Bu ay fert fert bütün insanların kendilerini yargılayıp hak batıl çekişmesinde kendi rolleri üzerinde düşünmeleri için uygun bir muhasebe ayıdır.
Hüseyin (a) şehit edildi. Ardından sevinenler ve ağlayanlar oldu. Sevinmek zulme alkış tutmak anlamınaydı ama, ağlamak hak taraftarı olmak demek değildi. çünkü hakkın, ağlayanlara değil, kılıç sallayıp kendisini savunanlara ihtiyacı vardı. Hak ve batıl savaşını dışarıdan seyredenler esasen sahnenin dışındadırlar, seyircidirler.
Ve hakkın ezilmesine seyirci kalmak da mükellef bir insan için zulmün ta kendisidir. Ortada iki saf var sadece; hak ve batıl.
Hakkın ezilişini seyredenler zalim ve dilsiz şeytanlar olmaları yanında zulmün asıl serçeşmeleri ve müsebbipleridirler de.
Elbette, hakkın mazlumluğuna ağlamak, onu savunmaya kalkmak için iyi bir başlangıç olabilir. Hakka gönül vermişliğin, zulme nefretin ve Allah'ın sevdiklerini sevmenin temsili olan bir ağlamak şüphesiz kutsaldır, değerlidir ve ibadettir.
Muharrem ayı, Hüseyin'e (a) ağlamak ve bu vesileyle hakka tabi olup batıla karşı durmak üzere yeniden ahitleşmek ayıdır.
Her Gün Aşura Her Yer Kerbela
O gün, batıl bütün şaşaası, cahilleri hayrete düşüren bolluğu, zayıf imanlıları korkutan kudreti ve nihayet, hakkı hor gören gururuyla, hakkın karşısına dikildi. Batıl taraftarları, hakka galip gelebilme ümidiyle sevinç sarhoşluğunun doruğunda ve bütün hakikatlere kör kesilmiş vaziyette, şer naralarıyla coşmuşlardı. Hakkı yıkabilme ümidi batıl cephede bir kez daha güç kazanmıştı. Her şey görünüşte hakkın aleyhineydi. Hak olabildiğince mazlumdu ve hak taraftarları olabildiğince garip ve yalnızdılar. Karanlık, güneşi dört bir yandan çepeçevre kuşatmıştı. Güneşin kanı akıtılacaktı.
Ne oldu? Hak mağlup düştü mü? Güneşin kanı akıtıldı mı?
Evet, güneşin kanı akıtıldı, ama hak mağlup düşmedi! çünkü hak, kanla ayakta kalır. Hak, kanı aktıkça dirilir. Güneşin kanı aktı ama batmadı; daha da parladı, bütün karanlıklara ulaşabilir oldu.
Kılıç keskindi, güçlüydü, gururlu ve kendinden emindi. Bol bol kan akıttı, nice yaralar açtı; hem tenlerde, hem yüreklerde, hem bedenlerde hem gönüllerde. Kollar kesti, başlar ayırdı, analar ağlattı, yetimler inletti.
Ama akıbet ancak hakkın ve hak taraftarlarının olabilirdi. Sonuçta yükselen hak oldu, batan da batıl. Kan coştu ve nice durgun denizleri coşturdu. Kan kılıca galip geldi; kılıç kırıldı, kan ise ebedîleşti, dillere düştü gönüllere yerleşti. Hak, batılın bir defa daha hiç olduğunu ispatladı.
Batıl elbet yine dönecek, yine hakkın karşısına dikilecekti, yine hakla batıl karşı karşıya gelecekti. Yine Aşuralar Kerbelalar sürüp gidecekti .
kerbela.net
İran'ın Yeni Kabine Listesi Meclise Sunuldu
İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, yeni kabinesini Meclise sunarken Dışişleri Bakanlığı için Batı'ya karşı mesafeli politikaları destekleyen eski Bakan Yardımcısı Hüseyin Emir Abdullahiyan'ı aday gösterdi.
İran Cumhurbaşkanlığı'ndan yapılan yazılı açıklamaya göre, muhafazakar kimliğiyle bilinen Reisi, kabinesinde yer almasını istediği 19 ismi Meclise sundu.
Reisi'nin Meclise sunduğu kabine listesinde, Dışişleri Bakanı olarak selefi Muhammed Cevad Zarif'in aksine muhafazakar kimliğiyle tanınan Hüseyin Emir Abdullahiyan aday gösterildi.
Eski Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad döneminde bir süre Bahreyn Büyükelçisi olarak görev yapan Abdullahiyan, daha sonra Ahmedinejad ve Hasan Ruhani dönemlerinde Arap ve Afrika İşlerinden Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcılığı yaptı. Abdullahiyan, şu anda Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf'ın Uluslararası İlişkilerden Sorumlu Özel Yardımcılığı görevini yürütüyor.
Devrim Muhafızları Ordusuna yakın görülen ve Batı'ya karşı mesafeli politikaları destekleyen Abdullahiyan, Meclisten güvenoyu alması halinde nükleer anlaşmayı canlandırmak için Batı ile sürdürülen müzakerelere yön verecek.
Cumhurbaşkanı Reisi'nin sunduğu listede, İran'ın ülke dışındaki askeri-istihbari operasyonlarını yürüten Kudüs Gücü'nün eski komutanı Ahmed Vahidi, İçişleri Bakanı olarak yer aldı.
Savunma Bakanlığı için Tuğgeneral Muhammed Rıza Aştiyani'nin aday gösterildiği listede, Ulusal Gaz Şirketi Genel Müdürü Cevad Ovji ise Petrol Bakanı olarak yer aldı.
İbrahim Reisi'nin meclise sunduğu resmi olmayan bakanlar listesi şöyle:
Cevad Oci: Petrol Bakanlığı
Ahmed Vahidi: İçişleri Bakanlığı
Seyid İhsan Handuzi: Ekonomik İşler ve Maliye Bakanlığı
Hüccetülislam Hatib: İstihbarat Bakanlığı
Mehammad Mehdi Ismaili: Kültür ve İslami Rehberlik Bakanlığı
Seyid Cevad Sadati Nejad: Cihad Tarım Bakanlığı
Seyid Ezatullah Zarghami: Kültürel Miras, Turizm ve El Sanatları Bakanlığı
Hamid Seccadi: Spor ve Gençlik Bakanlığı
Reza Fatimi Emin: Sanayi, Maden ve Ticaret Bakanlığı
Rahimi: Adalet Bakanlığı
Ali Ekber Mihraban: Enerji Bakanlığı
Hüseyn Emir-Abdullahiyan: Dışişleri Bakanlığı
Hüseyin Baghuli: Eğitim Bakanlığı
Hüccet Abdul Meleki: İşbirliği, Çalışma ve Sosyal Refah Bakanlığı
Behram Aynullahi: Sağlık, Tedavi ve Tıp Eğitimi Bakanlığı
Rüstem Kasımi: Yollar ve Kentsel Gelişim Bakanlığı
Tuğgeneral Muhammad Rıza Harayi Aştyani: Savunma Bakanlığı ve Silahlı Kuvvetler Desteği
Muhammad Ali Zülfi Gül: Bilim, Araştırma ve Teknoloji Bakanlığı
Zarehpour: İletişim ve Bilgi Teknolojisi Bakanlığı
İmam Hamanei’den korona ilacının dağıtımına vurgu
İslam İnkılabı Lideri İmam Hamanei son günlerde korona virüs hastalığının tedavisinde kullanılan ilaçların kara borsaya düştüğü yönünde çıkan haberlere tepki gösterdi.
Çarşamba günü TV kanallarında yaptığı konuşmada korona virüs salgınının yükselmesi ile mücadele ülkenin birinci ve acil meselesi olduğunu belirten İmam Hamanei, yetkililere bu hastalıkla mücadelede görevlerini kesin bir şekilde yerine getirmelerini istedi.
Virüsün yeni varyantlarına karşı yeni ve daha güçlü savunma yöntemleri geliştirilmesine vurgu yapan İmam Hamanei, bir günde en az 500 vatandaşın hayatını kaybetmesi acı bir gerçek olduğunu, hükûmet ve sigorta firmaları hastalığı tespit testleri ücretsiz olarak tüm vatandaşlarına sunmaları ve ihtiyaç duyulan aşıyı da temin etmeleri talimatı verdi.
İmam Hamanei son günlerde korona virüs hastalığının tedavisinde kullanılan ilaçların kara borsaya düştüğü yönünde çıkan haberlere, bu ilaçların dağıtımında ihlal yapanlara gereken tepkinin verilmesini istedi.