
کارگر
İran’da Yeni Hükümetin İzleyeceği Çizgiye Dair
Bismillah…
İran’da 18 Haziran 2021 tarihinde düzenlenen cumhurbaşkanlığı seçimlerinin anayasal mahiyeti, halkın iradesini ortaya koyması açısından önemi, ülke içi sorunların giderilmesi ve dış siyasette izlenecek çizginin belirlenmesi bakımından etkileriyle ilgili olarak daha önce SAHAR TV ile yapmış olduğumuz söyleşide ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştuk. İlgilenenler aşağıdaki linklere başvurabilirler.
İbrahim Reisi’nin cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle birlikte önümüzdeki aylarda İran iç ve dış siyasetinde bir takım değişikliklerin olacağına kesin gözüyle bakılmaktadır.
ÜLKE İÇİNDE BEKLENTİLER
Ülke içinde ekonomik sıkıntılar ve pahalılığın halk üzerindeki etkilerinin toplumsal tepkileri çağrıştırma düzeyine vardığı artık inkar edilemez bir gerçek. Yeni cumhurbaşkanının başvuracağı ilk iş beklendiği üzere halkı ekonomik olarak rahatlatacak radikal kararları uygulamaya koyması olacaktır kuşkusuz.
Hasan Ruhani hükümetinin içme suyu teminini bile 5+1 Grubuyla KOEP(Kapsamlı Ortak Eylem Planı) anlaşmasının imzalanması ve uygulanmasına bağlayarak sekiz yıl boyunca bütün enerjisini görüşmelere harcaması ve sonuç alamaması İran ekonomisi ve özellikle de dar gelirli halk kesimleri için bir felakate dönüşmüş bulunuyor. KOEP anlaşmasına aşağıda ayrıntılı değineceğiz. İran’ın iç dinamiklerini harekete geçirme, direniş ekonomisine geçme çağrılarını çeşitli bahanelerle erteleyen H.Ruhani hükümeti halkın önemli ihtiyaçlarından olan ve yüzde yüz iç imkanlarla tamamlanacak önceden başlatılmış mesken projelerini bile atıl durumda tutarak telafisi zor hatalar yapmıştır.
İbrahim Reisi seçim propagandası konuşmalarında başta mesken, sanayi ve tarım ürünleri olmak üzere dahili üretimi ivedilikle harekete geçirerek işsizliği gidereceği sözü vermekteydi.
Son yıllarda kendini tüm alanlarda gösteren fesat/bozulma ve yolsuzluklarla mücadele İbrahim Reisi hükümetini bekleyen önemli sorunlardan bir diğerini oluşturuyor. Bazılarına göre sistematik bazılarına göre kişisel-dağınık bir şekilde yayılan bozulmalar, yolsuzluklar artık önemli bir soruna dönüşmüş bulunuyor. Yargı Organı başkanlığı sırasında bu alanda bir takım girişimler başlatan İbrahim Reisi seçim konuşmaları sırasında bu hususa öncelik vereceğini söylemesi halk arasında beklentileri artırmış bulunuyor.
İran’ın önemli sorunlarından biri de ülke ekonomisinin yarısından fazlasını oluşturan çeşitli enerji kaynakları üzerinde uygulanan subvansiyonlar ve yine döviz kaynaklarının ilaç ve hayvan yemi gibi temel gıda maddeleri ithalatı için düşük kurdan tahsis edilmesidir. Enerji kaynaklarının ülke içinde ucuz fiyata arz edilmesinden dolayı kaçakçılığın önlenememesi, enerji ve döviz subvansiyonlarından orantısız olarak yararlanan sınırlı sayıdaki varlıklı kesim daha çok zenginleşirken geniş halk kesimlerinin daha çok fakirleşmesi ve dolayısıyla gelir dağılımında ortaya çıkan adaletsizlik vb sorunların ortadan kaldırılması da yeni hükümeti bekleyen baş sorunlardandır.
DIŞ SİYASETTE BEKLENENLER
Dış siyasete gelince; İran’ın sorunlarının önemli bir bölümünün dış baskılardan, çok yönlü yaptırımlardan kaynaklandığını bilmeyen yoktur. Başta ABD olmak üzere büyük güçlerin kontrolündeki adına uluslararası toplum denilen gerçekte ise uluslararası sulta sistemine entegre olmayı, teslim olmayı reddetmesi İran’ın kırk yılı aşkın bir süredir başına gelenlerin baş nedenidir denilebilir.
Ekonomik, askeri, idari, teknolojik ve medya alanlarındaki gücüyle dünya üzerinde sulta kurmuş ABD öncülüğündeki büyük güçler hiç bir açıdan bu sistemle boy ölçüşemeyecek gördükleri İran’ı uyguladıkları baskılarla teslim olmaya zorlarken İran şimdiye kadar direniş yolunu seçmiş bulunuyor.
“Direnişin bedeli uzlaşmanın/entegre olmanın bedelinden daha ağır değildir” stratejisine inanan İran’ın bu siyasetinden bazı dönemlerde ödünler verilmiş olsa da karşılığında herhangi bir kazanç sağlanamamış ve aksine telafisi zor ağır hasarlara bile yol açmıştır.
KOEP’İN GELECEĞİ ve İRANIN ŞARTLARI
Yeni Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi yaptığı ilk basın toplantısında İran’ın dış ilişkilerinin KOEP(Kapsamlı Ortak Eylem Planı) ile başlamadığı ve bununla sınırlı kalmayacağı mesajını verse de İran’ı önümüzdeki yıllarda da uğraştıracak en önemli dış mesele hiç kuşkusuz bu anlaşma etrafında olacaktır.
Hasan Ruhani- Cevad Zarif ikilisi sekiz yıl önce İran’ın çıkarlarını korumak amaçlı ve belki de iyi niyetle başlattıkları yeni diplomasiye win-win/kazan-kazan adını verdiler. Ancak ABD kontrolünden çıkamayacağı ve ABD’ye rağmen bağımsız davranamayacağı başından belli olan 5+1 Grubu ile başlatılan görüşmelerde karşı tarafın kaybedeceği bir şey yoktu ve alınacak her sonuçta kazanan taraf onlar olacaktı. Masaya yatırılan İran’ın malı, İran’ın çıkarları, İran’ın haklarıydı. İran bu haklarının bir kısmından vazgeçerek geri kalan haklarından yararlanmayı umarken karşı taraf İran’a bu fırsatı vermek niyetinde değildi. Çünkü karşı tarafın hedefi İran’ı teslim almak, kendi ifadeleriyle İran’ı sulta sisteminin bir parçası olmaya razı etmek veya buna zorlamaktı.
İmzalanan KOEP(Kapsamlı Ortak Eylem Planı) anlaşması da gerçekte onların bu hedefine hizmet edecek şekilde hazırlanmıştı. Onlarca Amerikalı hukukçu ve diplomatın daha görüşmeler başlamadan önce üzerinde aylarca çalışarak ustaca hazırladığı anlaşma metni İranlı görüşmeci diplomatların önüne konulmuş ve onaylamaları istenmiştir. İranlı diplomatlar uzun müzakerelerden sonra sunulan metinden bazı bölümleri çıkartmayı, bazı değişiklikler yapmayı başarsalar da metinin hazırlanma amacı önemli oranda korunmuştur. Görünürde İran’ı geçici olarak rahatlatacak birtakım ticari kolaylıklar verilmiş olsa da anlaşma metnine yerleştirilen muğlak, yoruma açık maddeler ve en önemlisi de “tetik prensibi” uyarınca taraflar istedikleri zaman herhangi bir bahaneyle İran’ı köşeye sıkıştırma ve tedrici olarak teslime zorlama silahını ellerinde bulundurmuşlardır.
İran hukuki olarak uluslararası bir anlaşmanın iki tarafından biri olması gerekirken görüşmeye katılan BMGK daimi üyesi beş ülke, Almanya ve AB temsilcisi de anlaşmanın tarafları sayılmışlardır. Yani herhangi bir anlaşmazlık durumunda İran’ın muhatabı bir değil yedi taraftır ve sorunun çözümü için hepsini ayrı ayrı razı etmesi gerekir. Bu yedi taraftan her biri İran aleyhinde bir iddiada veya şikayette bulunur ve bu şikayet oylamaya sunulursa İran’ın bir oyuna karşı yedi taraf oy hakkına sahip olacaklardır. Böyle bir oylamada –iyi polis rolündeki -Çin ve Rusya İran lehine oy kullansa bile ABD’nin kontrolündeki Batı blokunun daima beş oyu bulunacaktır.
Bu anlaşmada İran’a yönelik yaptırımların nükleer programla ilgili bölümü sadece askıya alınmış olup kaldırılmamıştır. ABD’de kanun koyucu ve belirleyici güç Kongre’nin İran aleyhinde nükleer programı dışındaki konularla ilgili yaptırımları aynen sürdürüldüğü için KOEP kapsamındaki yaptırımlar da hayata geçirilememiştir. Çünkü başta AB ülkeleri olmak üzere bankalar ve çok uluslu şirketlerdeki Amerikan ortaklığından dolayı Kongre yaptırımları yüzünden dünyada hiçbir ciddi şirket İran’la ticaret yapamamaktadır.
ABD, KOEP’e dönse ve bu anlaşma tamamen uygulamaya konulsa bile İran’a uygulanan ikincil yaptırımlar yüzünden onlarca ayrı konuda yaptırımlar yine devam edecektir. Çünkü İran’a uygulanan yaptırımların önemli bir bölümü İran’ın füze teknolojisi, insan hakları ve terörizmi destekleme olarak tanımlanan İran’ın bölgesel nüfuzuyla ilgilidir ve Amerikan Kongresi tarafından çeşitli adlar altında çıkarılan kanunlarla konulmuştur. Bu yaptırımların kaldırılması Joe Biden hükümetinin yetkisi dışında olup Kongrenin tasvibinden geçmesi gerekir.
İran’ yönelik onlarca ayrı yaptırım da dikkate alındığında İran’ın nükleer anlaşmayı bile tek başına uygulatacak bir yaptırım gücü yokken neresinden bakılırsa bakılsın KOEP İran açısından bir fiyaskodan ibarettir. Bu açıdan bakıldığında uygulama imkanı bulamayan bu anlaşmanın ABD eski başkanı Donald Trump tarafından feshedilmesi bir bakıma İran’a anlaşmayı gözden geçirme ve tatil ettiği nükleer programına yeniden başlama fırsat sunmuştur.
Ruhanı-Zarif uzlaşmacı diplomasi çizgisinin sonuç vermediğini ve sürdürülmesini ülke zararına gören İran Meclisi, Trump’ın feshetme kararını fırsat bilerek nükleer teknoloji programına adım adım geri dönmeye dair kararlar almış ve ABD’nin KOEP’e geri dönüşü için yaptırımların tamamen kaldırılması vb. yeni şartlar öne sürmüştür.
İnkılap Lideri İmam Hamanei yaptığı açıklamalarda bir yandan Meclisi bu konularda yönlendirirken ABD’nin KOEP’e geri dönmesinin kabulü karşılığında yaptırımların kaldırılması için somut adımlar atılması ve bunun İran tarafından sağlamasının yapılması şartını ileri sürmüş, somut sonuçlarını görmeden KOEP’e dönmenin anlamsız olduğunu defalarca vurgulamıştır.
Yeni Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi de bu şartlardan geri adım atılmayacağını, bundan sonra görüşme yapmak için görüşme yapılmayacağını ve her görüşme sonunda İran halkını rahatlatacak sonuçlar çıkması gerektiğini açıklamış bulunuyor.
Hasan Ruhani hükümetinin son günlerinde sekiz yıllık hasar karnesine bir başarı yazdırmak havliyle nükleer görüşmelerin sonuca yaklaştığını, ABD’nin pişmanlık duyup KOEP’e geri dönmeye hazır olduğuna dair açıklamalar yapmasına ve KOEP’i ihya etme çabalarına rağmen Rehber Hamanei ve yeni yöneticiler yaptırımların kaldırılmasına yaramayan bir anlaşmanın varlığını artık anlamsız buldukları için ABD’nin bu anlaşmaya dönüp dönmemesine pek ilgi duymamaktadır. İran son sekiz yılda uzlaşma için ödenen bedelin bu haksız baskılara direnmek için ödenecek bedelden daha fazla olduğuna inanmaktadır.
Öte yandan son yıllarda başta füze teknolojisi olmak üzere savunma gücünü yükselten, bölgesel bir güç haline gelerek nüfuz alanını artıran İran yaptırımlarla yaşamaya hazırlandığının sinyallerini vermeye başlamış bulunuyor. İçeride direniş ekonomisi planları yaparken dışarıda komşu ülkelere ilaveten Çin gibi alternatif güçlü ekonomilerle işbirliğine dair adımlar atan İran göründüğü kadarıyla bırakın füze gücü ve bölgesel nüfuzunu ABD ile görüşme konusu yapmayı nükleer teknolojisiyle ilgili görüşmelere bile pek istekli gözükmemektedir.
Ancak bu yorumlar İran’ın nükleer görüşmelerden çekileceği veya dünyaya kafa tutacağı olarak değerlendirilmemelidir. İran ilkelerine bağlı kalarak kendi haklarını savunmak doğrultusunda şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da müzakerelere devam edecektir. Ama karşılık almadan ödün vermenin acı tecrübelerini yaşayan İran yeni dönemde çözümü, sıkıntılardan sıyrılmayı sadece müzakerelere katılmakta aramayacak gibi görünüyor.
Meclis ve meydan desteğini de yanında gören Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin İnkılap Rehberi İmam Hamanei ile uyum içerisinde daha ilkesel bir dış siyaset izleyeceği, Batıya kesinlikle güvenmeyeceği, tam güvenilir olmasalar da Rusya ve Çin ile ilişkileri geliştirmeye çalışacağı, ekonomik –ticari ilişkilerde komşu ülkeler başta olmak üzere yeni partnerler bulmaya öncelik vereceği öngörülmektedir.
Irak, Amerika’ya karşı kurtuluş savaşı verirken…
İran halkının gerçekleştirdiği devrimden sonra bu ülke Amerika ve hempalarının sömürge ve sultasından kurtulmuş oldu. ABD ve Batı cephesinin İran düşmanlığının yegane nedeni, budur.
Neden mi?
Zira İran denilen ülke, petrol ve doğal gaz yatağı olan ve ayrıca, deniz taşımacılığında Hürmüz Boğazı ve Fars Körfezi gibi son drece stratejik 2 noktaya hükmeden bir ülke demek…
İpek yolunu saymıyorum bile…
***
Müthiş bir gelir kaynağını kaybeden ABD ve Avrupalı hempalarının İran antipatilerinin ve bitmeyecek olan İran düşmanlıklarının tek nedeni işte budur.
Meselenin rejim, yönetim, demokrasi, insan hakları, hayvan hakları, kadın hakları, flamingo kuşlarının göç güzergahları veya kelaynakların gagası …vb şeylerle zerrece alakası yoktur.
Eğer İmam Humeyni de şah gibi İran’ın yer altı zenginliklerini ABD’ye ve Avrupa’ya peşkeş çekseydi, dünyanın en sevilen, en çok övülen ve en “kerametli” hocası oluverecek ve medyalar onu yere göğe sığdıramayacaktı…
Yönetimin adı cumhuriyet değil de, şahlık olsa, ama ABD’ye eğilmiş olsaydı, yine İran en “cici” ülke olacaktı..
***
ABD için ne rejim, ne de şekil önemli değildir.
Onun için önemli olan tek şey sömürmek, yağmalamak ve talan edebilmektir…
21. yüzyılda Suudi Arabistan ve BAE gibi mutlak krallıkları destekleme nedeni sadece budur.
Onların petrolünü yutmakta, bütün varlıklarını yağmalamaktadır.
Bu nedenle de onlar her ne kadar seçim ve demokrasi kelimesini sözlüklerine bile yazmamış olsalar da; ABD ve hempalarının cicileridirler.
***
ABD’nin bu çifte standardının en bariz örneği Afganistan’dır.
Bu ülkeyi eski Sovyetlerin elinden kapıp bizzat kendi sömürebilmek için Afgan halkını kullandı.
Müslüman direnişçileri silahlandırdı.
Taliban bunlardan biridir.
Sovyetlere karşı savaştığı ve bu komünist işgal ordularını topraklarından söküp attığı süreçte Taliban’ın medyadaki ismi “Afganistanlı direnişçiler, Afgan kahramanları...” vb’ ydi.
Ama ne zaman ki aynı Afgan direnişi, vatanını ABD işgaline karşı da korumaya kalktı, hemen “tu-kaka” oldu.
“Terörist” ibaresiyle anıldı.
Gaza getirilen birkaç Talibana, bazı heykeller bombalatılarak dünya çapında bir karalama başladı…
Buna, Taliban’ın içindeki aşırı tutucu unsurların kullanılması da diyebilirsiniz.
Yani ABD, düşmanının cehaletini de kullandı.
Ama gerçek; cahil de olsa, gerici de olsa, o toprakların ABD’ye değil, Afgan halkına ait olmasıydı.
ABD, medya hegemonyasıyla bu gerçeği hep ört bas etmeye çalıştı.
***
İnternet çağında bu tür şeyler ört-bas edilemiyor artık.
***
1980’den 1991’e kadar, sırf İran’ı yeniden ele geçirmesine yardımcı olması için Saddam’ı kullandı.
Saddam, 8 yıllık savaşa ve gördüğü onca global desteklere rağmen İran’yıkmak bir kenara dursun; Irak’ı da kaybetmeye başlayınca, ABD’nin gözünde “tu-kaka” oluverdi.
Onu devre dışı bırakmak için gaza getirip Küveyt’i işgal ettirdiler ve bunu gerekçe göstererek de Irak’ı yerle bir edip Saddam’ı pazarladılar ve sattılar.
Sonra da, Irak’ta nükleer silah depoları var diyerek bu ülkeyi işgal ettiler ve bir daha da Irak’tan çıkmadılar.
Bir yıl bile geçmeden ABD Dışişleri Bakanı ve üst düzey generalleri bile “Irak’ta nükleer bomba yoktu, dünyaya yalan söyledik, kandırıldık ve kandırdık” dedilerse de bu ülkenin petrol yataklarını bu ülkenin halkına bırakmak istemeyen ABD, Irak’tan çıkmamakta ısrar etti.
***
Körfez savaşı günlerinde “cici” olan Irak halkı, nasıl bir oyuna geldiğini anlayıp da ABD’ye karşı direnmeye başlayınca “terörist” oluverdi.
ABD, Irak’ı işgal için bizden istediği tezkereyi alamadığı günden beridir bize de hıncını gizlemedi…
***
Irak’ta hükümete hep müdahele etti, seçimlerde kendi adamlarını dayatmaya çalıştı.
ABD Irak’a anayasasını bile dayattı.
Irkçılık ve mezhepçilik fitnesini bu anayasayla birlikte Irak’a eken unsur bizzat ABD’dir.
Tabi ki bunu da önceleri bazılarına sevdirmiş, yani yine “cehalet” i kullanmıştır.
Ama Irak halkı hızla uyandı ve ABD işgaline karşı da direndi.
Irak meclisi “ABD’nin bu ülkedeki bütün silahlı kuvvetlerini derhal çıkarmasını istediği ve bu konuda meclisten kanun çıkarıldığı halde ABD Irak’tan çıkmamakta kararlı.
Irak halkı da bu işgale direnmekte kararlı.
ABD’ye karşı en çetin direnişi veren “gönüllü halk birlikleri” olan Haşduşşabi’nin medyada “tu-kaka” edilme nedeni aslında bundan ibarettir.
Şimdi ABD Irak ve Suriye’ye yine IŞİD elemanlarını da sokmaya başladı; hatta Suriye tarafından Irak’a soktuğu terör örgütü YPG’ nin de, sınırdan birkaç metre sonra IŞİD ismi aldığını görmek şaşırtıcı olmayacaktır.
Şimdi, “el mi yaman, bey mi yaman”; bunu herkes görecek; ama vatanını savunan Irak halkı var olduğu ve ABD’nin zulümleri de devam ettiği sürece “eşkıyanın dünyaya hükümdar olamayacağı” da su götürmez bir gerçek.
Sağlıcakla kalın efendim
İsmail Bendiderya
İslam İnkılabı Lideri Imam Hamanei’nin 2021Hac mesajı
İslam İnkılabı Lideri:Tüm Müslüman bölgeler, ABD'nin şeraretlerine karşı direniş sahasıdır
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile
Alemlerin rabbine hamdolsun ve Muhammed ve onun ehl-i beytine salat olsun.
Tüm alemdeki Müslüman kardeşlerim!
Bu yıl da İslam alemi büyük hac nimetinden mahrum kaldı ve müştak gönüller, hakim ve rahim olan Allah’ın insanlar için temel kıldığı saygı değer evdeki ziyafeti ne yazık ki kaybetti.
Bu, manevi sevinç mevsimi olan haccın firak ve hasret mevsimine dönüştüğü ikinci yıldır. Salgın hastalık belası ve belki de şerif hareme hakim olan siyasetlerin belası, müminlerin müştak gözlerini, İslam ümmetinin vahdet, azamet ve maneviyat sembolünü görmesine engellemiştir ve bu azamet dolu yüce zirveyi, bulutlar ve dumanlar ile örtmüştür.
Bu imtihan, İslam ümmetinin tarihindeki diğer imtihanlar gibi olup, ardında aydın bir gelecek olabilir; önemli olan haccın hakiki yapısının tüm Müslümanların gönüllerinde canlı kalması ve geçici olarak o ibadetin cisminin gerçekleşmesi mümkün olmadığından, haccın yüce mesajının diri tutulması gerekiyor.
Hac, sır dolu ve gizemli bir ibadettir. Hareket ve sükûnun o güzel yapısı ve bir araya gelişi, Müslüman ferdin ve Müslüman toplumun kimliğini inşa eder ve onun dünyadaki insanların gözündeki güzelliğini yansıtır. Bir yandan tüm kulların gönüllerini zikir, huşu ve tazarru ile manevi bir yükselişe geçirip Allah’a yakınlaştırır ve öte yandan eşit giyimler ve hemahenk hareketler ile, dünyanın dört bir yanından bir araya gelmiş olan kardeşlerin gönüllerini birbirlerine yakın kılar ve bir taraftan da İslami ümmetin en üstün sembolünü tüm anlamlı ve gizemli gerekenleri ile dünyadaki gözlerin karşısında sergiler ve ümmetin azametini, düşmanlara gösterir.
Bu yıl muazzam beytin haccı mümkün değildir; ancak beytin rabbine teveccüh etmek ve zikir, huşur, tazarru ve istiğfar kapısı açıktır. Arafatta bulunmak mümkün değildir ancak arefe gününde bilgiyi artıran dua ve münacat mümkündür; Mina’da şeytanı taşlamak mümkün olmasa da, güç talepçisi olan şeytanı uzaklaştırmak her yerde mümkündür.
Kabe’nin etrafında bedenlerin toplanması mümkün değildir ancak gönüllerin Kuran-ı kerimin aydın ayetleri etrafında toplanması ve Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak her zamanki görevimizdir.
Azim topluluklara, geniş topraklara, sayısız doğal servetlere, ve zinde milletlere sahip olan biz İslam takipçileri, sahip olduklarımız şeyler ve sahip olduğumuz imkanlar ile, geleceğe yön vermeliyiz. Müslüman milletler geçtiğimiz yüz elli yıl boyunca, bir takım sayılı istisnalar hariç kendi ülkeleri ve devletlerinin geleceğinde rol sahibi olmamıştır ve sürekli batılı mütecaviz devletler ile yönetilmiş ve onların hırsına, müdahalelerine ve şeraretlerine maruz kalmıştır. Bir çok ülkenin günümüzdeki bilimsel geri kalmışlığı ve siyasi bağlılığı o infial ve kifayetsizliğin sonucudur. Bizim milletlerimiz, gençlerimiz, bilim insanlarımız, din alimlerimiz ve medeni aydınlarımız, siyasetçiler ve partiler ve topluluklarımız, bugün o iftihardan yoksun ve utandırıcı geçmişi telafi etmeli; onların batılı güçlerin zorbalıkları, müdahaleleri ve şeraretleri karşısında durup ‘’direniş’’ göstermesi gerekiyor.
İstikbar dünyasını endişelendiren ve sinirlendiren İran İslam Cumhuriyetinin tüm sözü de bu direnişe davet etmektir: ABD ve diğer mütecaviz güçlerin müdahalesi ve şerareti karşısında direniş göstermek ve İslami maarife dayanarak İslam dünyasının geleceğini ele almak.
Doğal olarak ABD ve yandaşları ‘’direniş’’ unvanı karşısında hassasiyet gösteriyor ve ‘’İslami direniş cephesi’’ ile farklı biçimlerde düşmanlık ediyor. Bazı bölge hükümetlerinin onlar ile beraber yol alması da söz konusu şeraretlerin devamı doğrultusunda gerçekleşen acı bir gerçektir.
Hac menasiki, say ve tavaf ve arafat ve cemerat ve haccın azameti ve vahdetinin bize gösterdiği müstakim sırat, Allah’a tevekkül ve Allah’ın sonsuz gücünü esas almak, milli özgüven, çaba ve mücahdete itikat, harekete yönelik sarsılmaz bir azim ve zafere yoğun bir ümittir.
İslami bölgedeki gerçekler bu ümidi artırıyor ve o azmi güçlendiriyor. Bir yandan İslam dünyasındaki olumsuzluklar; Bilimsel geri kalmışlık, siyasi bağlılıklar, ekonomik ve sosyal düzensizlikler bizi büyük bir görev ve yorgunluk kabul etmeyen bir mücahedet ile baş başa bırakıyor; Gasp edilmiş Filistin, bizden yardım talep ediyor; Mazlum ve kan dolu Yemen kalpleri acı ile yalnız bırakıyor; Afganistan’daki musibetler herkesi endişelendiriyor; Irak, Suriye, Lübnan veya ABD ve yaverlerinin şeraret ve müdahale elinin oralarda açıkça görünen başka ülkelerdeki acı olaylar, gençlerimizin gayret ve himmetini uyandırıyor.
Ve öte yandan ‘’direniş’’ unsurlarının tüm bu hassas bölgelerde baş kaldırışı, milletlerinin uyanması ve genç ve dirilik dolu neslin hedefleri, gönüllerin ümit ile dolup taşmasına sebep oluyor; Filistin tüm bölgelerinde ‘’Kudüs kılıcını’’ kılıfından çıkartıyor; Kudüs ve Gazze ve Batı şeria ve 48 toprakları ve kampların tümü ayaklanıyor ve 12 gün içinde mütecavizi mağlup ediyor; Mahsur ve yalnız Yemen, yedi yıl şer ve taş kalpli bir düşmanın savaşı, cinayeti ve mazlum katliamına karşı dayanıyor ve gıda, ilaç ve yaşam imkanlarının kısıtlılığına rağmen zorbalara teslim olmayıp kendi iktidar ve yaratıcılığı ile onları endişelendiriyor; Irak’ta ‘’direniş’’ unsurları net ve açık bir dil ile, işgalci ABD ve onun oluşturduğu IŞİD’i geriye püskürtüyor ve ABD ve yoldaşlarının her türlü müdahalesi ve şerareti karşısında kendi sarsılmaz azmini hiç duraksamadan beyan ediyor.
ABD’lilerin Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da ve diğer ülkelerdeki ‘’direniş’’ gençleri ve unsurlarının azmi ve talebini tahrif etmek için propaganda çabası ve onları İran’a veya başka her hangi bir merciye müntesip etmeleri, o cesur ve uyanık gençlere hakarettir ve ABD’lilerin bölge milletlerini doğru anlamamış ve tanımamış olmasından kaynaklanır.
Bu yanlış algı ABD’nin Afganistan’da tahkir edilmesine ve 20 yıl önceki gürültülü girişinden ve savunmasız ve sivil halk karşısında silah, bomba ve ateş kullanmasından sonra, kendisini bataklıkta hissetmesine ve askeri gücü ve araçlarını oradan çıkarmasına sebep olmuştur. Tabii uyanık ve diri Afgan milleti ABD’nin ülkelerindeki istihbarat araçları ve yumuşak güçleri karşısında dikkat etmeli ve onun karşısında bilinçli bir şekilde durmalıdır.
Bölge ülkeleri uyanık ve bilinçli olduklarını göstermiştir ve onların, ABD’yi memnun tutmak için hatta onun hayati Filistin meselesindeki isteğine bile onay veren bazı devletlerden yolları ve yaklaşımları ayrıdır; İşgalci Siyonist rejimi ile aşikar veya pinhan olarak arkadaşlık kuran devletler; yani Filistin milletinin hakkını tarihi vatanlarında inkar edenler, bunun Filistinlilerin sermayelerini çalmak olduğunu bilsin. Onlar kendi ülkelerinin doğal sermayelerinin çalınmasına yetinmemiştir ve şimdi Filistin milletinin sermayelerini çalıyorlar.
Kardeşlerim!
Bizim bölgemiz ve onun hızlı ve farklı olayları, dersler ve ibretlerin müzesidir. Bir yandan mütecavizin zorbalığı karşısında mücahedet ve direniş ve öte yandan teslimden kaynaklanan zillet ve zaaf açıklamaları ve onun dayattıklarını tahammül etmek.
Allah’ın doğru vaadi, mücahitlerin zaferidir; ‘’Eğer Allah’a yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit bastırır.’’ Bu mücahedetin ilk etkisi, ABD ve diğer uluslararası zorbaların İslam ülkelerinde müdahale ve şeraret peşinde olmasına engel olmaktır, İnşallah.
Yüce Allah’tan Müslüman milletlerin zaferini talep ediyorum ve İmam Mehdi’yi (ruhumuz ona feda olsun) selamlıyorum ve büyük İmam Humeyni’nin ve yüce gönüllü şehitlerin mertebelerinin yükselmesini Allah’tan istiyorum.
Allah’ın salih kullarına selam olsun
Seyyid Ali Hamanei
17.07.2021
İmam Hamanei’nin Devlet ve Yönetime Bakışı
Bugüne kadar İran İslam Cumhuriyeti hakkında çok şey yazılıp çizildi.
İran’da şahtan sonra kurulan devlet neden “Cumhuriyet” adını aldı
İmam Humeyni neden “İslam” la “Cumhuriyet” kavramını yan yana koymakta ısrar etti?
İslam açısından Cumhuriyet ve demokrasi, devlet ve halk…gibi kavramların net bir tanımlaması var mıdır?
Bu devrimin ana kavramları nelerdi?
Bunları hep Batı medyası ve onun yerli uzantılarından öğrendik, onlardan dinledik, Batının güdümünde olduğunu bildiğimiz TV kanallarından izledik…
***
Batının ne denli bir İslam düşmanı olduğunu o zamanlar pek çoğumuz bilmiyordu.
Bizzat Batıda bile dinin kökünü kazıyanların Siyonist bir küresel güç olduğunu da…
***
Ama son 30 yıldaki gelişmeler ve özellikle “İslamofobia” kavramının türetilmesi, insan hakları, inanç özgürlüğü ve medeniyetten dem vuran Avrupa ve ABD’de İslam inancına ve kutsallarına saldırılar alenileşince Batının inanç ve düşünce özgürlüğü iddialarında asla samimi olmadığı ortaya çıktı.
Dünyadaki gelişmeleri hep Batının ağzından duyup onun penceresinden izlemeye alıştırılan kitleler, bari kendi ülke ve bölgelerinde olsun, olup bitenleri bir de olayı yaşayan şahitlerden duymaya ve onların gördüğü zaviyelerden görmeye zahmet etmediler.
Kendi ülkemiz hakkında bile gelişmeleri Batıdan öğrenmeye alıştırılanlar, komşumuz İran’da olup bitenleri bir de bizzat bu Cumhuriyetin bugün en tepesindeki isimden dinlemeyi akletmedi.
İster sever, ister karşı olursunuz, ben işin o tarafında değilim; ama başta ABD gelmek üzere bunca emperyalist gücün türlü saldırılarına rağmen hâlâ ayakta durabilen bir ülkeden bahsederken onu bir de kendisinden dinlemenin gerekli olduğuna inanıyorum.
Zira o zaman o da aynı şeyi yapacak ve bizi Batılıların ağzından değil, bizden dinleyip öğrenmeye başlayacaktır.
***
Bu önemli kıstasları analiz edebileceğimiz en net belge,birkaç gün önce yapılan bir konuşma metninde yer alıyordu.
İslam İnkılabı Lideri Ayetullah Hamanei, geçtiğimiz Cuma günü, 4 Haziran 2021’de İmam Humeyni’nin -ks- vefatının32. yıl dönümü dolayısıyla yaptığı konuşmada, İslam Cumhuriyeti tezini, gayet net kıstaslar ve ilginç hatıratıyla açıkladı.
Ayetullah Hamenei’nin bu konuşmasını ulusal bir TV kanalında canlı yayında anlık olarak, yani simultan çevirisini yaptığımda, sosyal medyadan bu kadar soru ve merak alabileceğimi hiç düşünmemiştim doğrusu.
***
İslam İnkılabı lideri Ayetullah Seyyid Ali Hamenei, rahmetli İmam Humeyni’nin en önemli çalışma ve inisiyatifinin “Muhammedi Öz İslam”ın bağrından yükselen ve prensiplerini bizzat Kur’an’dan alan bir “cumhuriyet” yönetimi olduğunu söylerken çok ince bir noktanın da altını çizdi:
“Bu yönetim tarzı, İslam’ın içinde var olup, halkın iradesine dayalı bir “dinî demokrasi” yi de üreten “İslam Cumhuriyeti” dir” diyordu…
Yani İslam’a uygun yönetimde krallık ve sultanlık yoktur, cumhuriyet vardır.
***
Burada bir kavram karmaşasına mahal bırakmamak için şu “demokrasi” kavramını biraz açalım.
Yukarıdaki konuşmanın Farsça orijinalinde “demokrasi” nin öz Farsçası olan “Halkçı, halka dayalı” terimi, yani “merdomî” kelimesi kullanılıyor.
Batılı bir kavram olan ve bizlere hiç de iyi şeyler çağrıştırmayan “demokrasi” yerine bu kelimenin kullanılması boşuna değildir.
***
“Demos-kratos” un bir Yunan felsefesi olduğunu biliyoruz.
Yunanca “dimos”, halk zümresi ve ahali; “kratos” da iktidar ve yönetim anlamına geliyor.
Bugün bizim de Türkçemizde kullandığımız “demokrasi” sözcüğü bu ikisinin bileşiminden türemiştir.
Günümüzde sadece hukuki değil, siyasi bir anlam da taşıyan bu kavramın Türkçe karşılığı tam olarak şöyle verilebilir:
“Siyasal denetimin doğrudan doğruya halkın ya da düzenli aralıklarla halkın özgürce seçtiği temsilcilerin elinde bulunduğu, toplumsal ve ekonomik durumu ne olursa olsun tüm yurttaşların eşit sayıldığı yönetim biçimi. Sosyal eşitsizliği yok etmeye çabalayan yönetim; fırsat eşitliği sağlamaya çalışan yönetim; kamu hizmetinde bulunmak için halkın desteğine dayanan yönetim…”
Buraya kadar bir sakınca yok.
Yani gerçekten halkın iradesine ve seçimine dayalı bir sistemle kimin ne sorunu olabilir?
Bunun İslam dininin prensiplerine aykırı olmayan tanımlaması “İslam öğretilerine dayalı bir halk yönetimi” dir.
İslam İnkılabı lideri Ayetullah Seyyid Ali Hamenei’nin konuşmasında vurguladığı şey işte buydu.
***
Türkiye ve şah dönemi İran’ında bazı Müslümanlar bu kavramı sevmediler, demokrasi İslam’a aykırıdır dediler. Gençlik yıllarımızda demokrasiyi “küfür” , saltanatla, şatafatla ve aristokrasiyle bütünleşen “hilafet” i ise İslamî sayanlar vardı.
Çünkü Batı kültürünün yanlış yönleri ve kokuşmuşlukları bize ve bölgemizdeki ülkelere dayatıldığında “demokrasi” diyerek dayatıldı ve din düşmanlıklarıyla ahlaksızlıkları bu pakette koydular önümüze..
Oysa demokrasinin gerçekten inanç ve fikirlere saygılı bir halk yönetimi ve fırsat eşitliği olması halinde kimsenin buna itirazı olmayacaktı.
***
Bosna-Hersek katliamları, Irak, Suriye, Yemen, Filistin..vb’nde bugün şahit olunanlar, Türkiye üzerindeki baskılar ve S-400 bahanesiyle bize uygulanan ambargolar, sırf Amerika’ya boyun eğmediği için 40 yıldır komşumuz İran’a uygulanan akıl almaz yaptırımlar, Fransa’nın mizah adı altında “Şarlo Ebdo” (Charlie Hebdo) oyunu, Danimarka’nın karikatür rezaleti, NATO’nun Türk devlet başkanlarının fotoğraflarını hedef tahtasına asması, Amerika’nın 11 Eylül kumpası ve Müslümanların ABD’ye girişini yasaklayacak kadar ırkçılaşması..vb daha yüzlerce gelişme ve bugün de hiç değişmeden tekrarlanan olaylar, Batının “demokrasi” konusunda da tıpkı “insan hakları”, “hak ve özgürlükler”, “düşünce özgürlüğü”, “basın özgürlüğü”, “inanç ve fikir hürriyeti” konularında olduğu gibi “sahtekar ve iki yüzlü” davrandığını ispatlamış durumdadır.
İsmail Bendiderya -Yorum
İslam İnkılabı lideri Ayetullah Seyyid Ali Hamenei’nin özellikle “demokrasi” kelimesi yerine Farsça “merdomi, merdomsalari-ye dinî” kavramlarını tercih etme sebebi budur. Bu kavramda “hilafet” gibi bir tanımlama yoktur, zira İslami prensiplere bağlı kalmak ( bu durumda, çevresine zarar vermediği sürece bütün din ve inançlara da saygılı olmak durumundasınız) , İslam’a saygılı davranmak şartıyla bugün halktan istenen ve alınan oyların, dünün biatıyla aynı olduğunu ve sadece şekil farklılığı bulunduğunu söylememize gerek yok sanırım.
***
Bu noktada, “biat” le “seçim ve oy” kavramlarının asla tam olarak aynı şeyler olmadığını da bilerek söylüyorum bunu.
Çünkü sözkonusu konuşmada “İslam Devleti” değil, “İslam Cumhuriyeti” analizi yapılmaktadır ve ikisi arasında gayet net ve ciddi bir fark vardır.
Bu farkın ne olduğunu başka bir yazıda veya bir TV programında anlatma fırsatı buluruz inşallah.
Yarın, İslam İnkılâbı lideri Ayetullah Seyyid Ali Hamenei’nin konuşmasındaki diğer “ince noktalar” a değinmeye çalışacak ve İran’daki seçimler konusunda bazı adayların salahiyetine değinme nedenlerini irdeleyeceğiz inşallah.
Şimdilik sağlıcakla kalın efendim.
Şehit Süleymani'ye Teşekkür Etmek İçin “Kasım” Füzelerini Ürettik
Filistin İslami Cihad Hareketinin Siyasi Bürosunun bir üyesi, direnişin, Şehit Süleymani’nin hizmetlerine teşekkür etmek için onun anısına "Kasım" füzesini ürettiğini belirtti ve "İsrail, bazılarının düşündüğünden çok daha zayıf" dedi.
Filistin direniş grupları, Siyonist rejimle 12 günlük savaşta yüksek füze güçlerini gösterdi. Direniş, savaş sırasında yeni füzeler ortaya çıkardı; Siyonist rejime karşı savaşta ilk kez kullanılan füzeler vardı. Direniş gruplarının ortaya çıkardığı füzelerden biri de "Ayaş 250" füzesidir. Bu füzeye, Şehit İzzeddin Kassam Tugaylarının kurucularından Şehit Yahya Ayaş'ın adı verilmiştir.
Ayrıca 12 günlük Kudüs’ün Kılıcı Savaşı sırasında Filistin İslami Cihad Hareketinin askeri kanadı Saraya el-Kudüs Sözcüsü Ebu Hamza, Şehit Süleymani’nin anısına “Kasım” adlı yeni bir füzenin sergilendiğini açıkladı. Saraya el-Kudüs Sözcüsü şu ifadelerde bulundu: ‘Bu yeni ve gelişmiş füze, Siyonist rejimle "Kudüs’ün Kılıcı" savaşı sırasında kullanıldı.’
Konuyla ilgili olarak, İslami Cihad Hareketi Siyasi Ofisi Üyesi Haldi el-Bataş, Mehr Haber Ajansına verdiği röportajda şu ifadelerde bulundu:
12 günlük Gazze savaşında Siyonist rejime karşı kazanılan zafer sadece Filistin'e mi yoksa İslam ve Arap ümmetine ve dünyadaki tüm özgür insanlara mı ait?
Cevap: Kudüs, dünya Müslümanlarının ilk kıblesi olduğu için, Filistin meselesi İslam dünyasının en merkezi meselesidir, dolayısıyla 12 günlük Gazze savaşında kazanılan zaferin sadece Filistinlilere ait olduğu söylenemez. Kuşkusuz bu zafer, İslam ve Arap ümmetine ve tüm özgür insanlara aittir.
Hiç şüphesiz, direniş Siyonist rejime karşı üstün olduğu ve zafere ulaşabildiği ve Siyonist projeyi ağır bir yenilgiye uğratabildiği sürece İslam Ümmeti de galip gelecektir. Direnişin gücü, Arap dünyası ve İslam dünyası için bir zafer sayılmaktadır.
Şimdi Filistin halkının çektiği acılar konusundaki basiret ve bilinç her zamankinden daha fazla arttı. Bu acıları daha fazla tasvir etmede ve Filistin davasını desteklemede bizim rolümüz nedir?
Siyonist rejimle Arapların ilişkilerinin normalleşme süreciyle mücadele etmek, Filistin meselesi karşısında herkesin görevidir. Filistin meselesi konusunda herkesin omzundaki diğer bir görev ve sorumluluk da Kudüs ve Batı Şeria'daki direnişi güçlendirmek için çalışmaktır.
Gazze'yi yeniden inşa etmeye çalışmak da yapılması gereken görevlerden biridir. Ancak İslam dünyasının ana meselesi olan Filistin meselesine karşı çeşitli siyasi ve sosyal alanlarda pek çok sorumluluk bulunmaktadır. Arap ve İslam uluslarının Filistin'e ve dünyadaki özgür insanlara karşı en önemli görevinin Kudüs'ün kurtuluşu için çaba göstermek olduğuna inanıyorum.
Siyonist rejimle 12 günlük savaşın bölge ve saha düzeyinde en önemli sonuçları sizce ne oldu?
12 gün süren savaşta elde edilen en önemli başarı ve sonuç, Siyonist düşmanın Kudüs'ün yalnız olmadığını fark etmesiydi. Yüzyılın anlaşmasının yenilgiye uğradığını savaş sırasında da çok iyi gördük.
Direniş gruplarının Siyonist yerleşim bölgelerine fırlattığı roketler, Siyonistlere, Kudüs üzerinde egemenliklerini uygulayamayacakları ve bu şehrin sonsuza kadar Filistin'in başkenti olarak kalacağı mesajını verdi.
Soru: Bildiğiniz gibi, ileri teknoloji ve donanıma sahip olmak, bir savaşın sonucunu belirlemenin en önemli bileşenlerinden biridir. Direniş, 12 günlük savaş sırasında Siyonist rejimin gelişmiş donanımının üstesinden nasıl geldi?
Herkesin bildiği gibi, Siyonist rejimin çok geniş bir silah cephaneliği var. Direniş böyle bir rejime karşı savaş alanına girdi. Siyonistler, 12 günlük savaş sırasında gelişmiş savaş uçakları ve askeri silahlar kullandılar.
Siyonistler, ileri teknoloji ve askeri silahlarına rağmen, sahada oldukça zayıf olduklarının farkındalar. Onlar bu durumdayken, Filistin direnişi ise kendi silahlarını inşa etmektedir. Siyonistler, teknoloji ve silahlardaki üstünlüklerine rağmen, 12 günlük savaşta hedeflerine ulaşmada başarısız oldular. Savaşların sonucunu belirleyen insan iradesi ve gücüdür.
İran İslam İnkılâbı Rehberi’nin Filistin direnişine ve direniş eksenine yönelik açıklamalarının önemini ve boyutlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şüphesiz, İran İslam İnkılâbı Rehberi ve İran İslam Cumhuriyeti askeri komutanlarının Filistin ve bölgedeki direniş eksenine yönelik açıklamaları büyük etki yaratmıştır. İmam Hamanei’nin açıklaması, tek bir milletin çocukları olduğumuz mesajını veriyor. İran İslam İnkılâbının Yüce Lideri ile aramızda böyle bir ilişkinin varlığından gurur duyuyoruz.
İmam Hamanei’nin Filistin meselesini destekleyen açıklamalarının özel bir boyutu var. İmam Hamanei, İran İslam Cumhuriyeti'nin Filistin direnişine verdiği destekten açıkça bahsettiğinde, dünya Filistin direnişinin güçlü bir desteği olduğunu anlıyor.
12 günlük savaşta Filistin direnişinin hangi silahları kullandığını açıkça gördünüz. Direnişin son Gazze savaşında kullandığı füzelerden biri de en güçlü füzemiz diyebileceğim Kasım füzesiydi. Bu füzeye Şehit Sülyemani’nin hizmetlerine teşekkür etmek için onun anısına "Kasım" adı verildi.
Bu füze, 400 kg'lık patlayıcı bir savaş başlığı taşıma kapasitesine sahiptir. Bu füzenin kullanılması, Siyonist rejim için en büyük sürprizlerden biriydi. Genel olarak, Siyonist rejimin bazılarının düşündüğünden çok daha zayıf olduğunu söylemeliyim. Direniş, Siyonistlere stratejik yenilgiler dayatabilir.
İncil’de Ahmet İsmi
Kur’an, İncil’de İslam Peygamberi’nin (s.a.a) müjdeleyici olduğunu söylüyorsa, tahrif edilmiş İncil’i değil, Hz. İsa’nın (a.s) getirdiği İncil’i kastetmektedir. Elbette tahrif edilmiş hali hazırdaki İncil’de de bu meseleye işaret edilmesi dikkate değer bir konudur. Hz. Mesih (a.s) “Farkilit”in geleceği müjdesini vermişti. Bu kelime (Farkilit), Yunanca’dır ve kelimenin aslı (“p” ve “r” harflerinin kesre şeklinde okunmasıyla) “Pırıklitus”tur. Arapçalaştırıldığı için “Farkilit” şeklini almıştır. Pırıklitus, isminin dilden dile dolaştığı ve herkesin onu övdüğü kimsedir. “Ahmet” kelimesinin anlamı da bunun aynısıdır.
İncil’de Ahmet İsmi
Hz. Resulullah (s.a.a) ya hakikaten peygamberdi ya da -Allah’a sığınırız- yalan yere peygamberlik iddiasında bulundu. Eğer gerçekten peygamberse, o halde Kur’an’ın sözü, “p” ve “r” harflerinin kesre yani “Pırıklitus” şeklinde olduğunun doğru olduğuna delildir. Ama eğer –Allah’a sığınırız- yalan yere peygamber olduğunu iddia etmiş olsa bile yine de onun sözü doğrudur. Çünkü Resulullah’ın (s.a.a) kendi davasına güvenmeksizin Hıristiyanların elindeki kitaba dayanması akıllıca bir iş değildir. Peygamber (s.a.a), İncil ve Yunanca lügatinden haberdar olmadığı için, bu kelimeyi Yunancayı bilen Hıristiyan âlimine söylemişti ve o âlim de bu haberi Peygamber’e (s.a.a) vermişti. Söz konusu âlim Yunan lügatini çok iyi biliyor ve Yunancayı da okuyabiliyordu, o halde “Ahmet”in manasını bilen bu âlim, “teselli veren” kelimesinin anlamını daha iyi (bitariki evla) bilecektir. İncil Kitabı’nda “Pırıklitus” (kesre okunuşuyla) kelimesini görmüş ve bilirkişiliğiyle “teselli veren” kelimesine itiraz ederek, bu kelimeyi “Ahmet” olarak tercüme etmiştir.
Bu açıklama doğrultusunda o zamanın İncil nüshalarında “teselli veren” anlamındaki “Pereklitus” (P ve r harflerinin fethe okunuşuyla) olarak değil, “Ahmet” anlamındaki “Pırıklitus” (kesre telaffuzuyla) olarak yazılıyordu.
Hıristiyanlar, “Farkilit”in Ruhu’l-Kudüs olduğuna ve Mesih’in (a.s), “Farkilit”in Havarilere ineceği vaadi verdiğine inanırlar. Ama “Farkilit”in, Ruhu’l-Kudüs değil de muayyen bir fert olduğuna dair birçok delilimiz vardır:
1. Çok eski mütercimler (Farkilit’i) özel bir insan olarak bilmiş olmaları hasebiyle, bu lafzın aynısına tercümelerinde yer vermişlerdir. Eğer bu lafızı “teselli veren” şeklinde anlamış olsalardı, bu lafza tercümelerinde yer vermezlerdi.
2. Birbirini destekleyen çeşitli tarih kaynaklarında, Hıristiyanların İslam’dan önce bu lafzı muayyen bir ferde tatbik ettikleri görülmektedir. Örneğin, miladi ikinci asırda “Mentanes” ismindeki Hıristiyan bir şahıs, Anadolu’da Farkilit’in olduğunu iddia etmiş ve o zamanın Hıristiyanlarından bir gurup da ona yönelmişlerdir.
3. İncil’in 14. bölümünün 16. âyetinde şöyle yer alır: “Ben, babadan sizin için başka bir Farkilit göndermesini istiyorum.”
Bu sözden “Ben Farkilit’im, benden sonra başka bir Farkilit gelecektir” anlamı çıkar. Ancak Farkilit, çok övülen, ismi dilden dile dolaşan ve herkesin onu iyilikle andığı “Ahmet” anlamına gelirse bu ibare bu şekilde mana edilebilir. Yani “Ben güzel isimli bir ferdim ve babadan, başka bir güzel isimli bir ferdi göndermesini istiyorum” anlamına gelebilir.
Ama eğer “Farkilit” kelimesi, “teselli veren” anlamında olursa, İsa’nın (a.s) kendisinin “teselli veren” bir kimse, Muhammed (s.a.a) ya da Ruhu’l-Kudüs’ün de başka “teselli veren” bir kimse olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü Havariler, Hz. Mesih’in (a.s) gökyüzüne çekilmesinden (Su’ud) dolayı üzüntü içindeydiler ve Hz. Mesih, gökyüzüne yükselişinden sonra, artık Hıristiyanlara teselli veremez ve teselli verecek başka bir Ruhu’l-Kudüs de olamazdı. Zira kendisi gökyüzüne çekilmişti.
4. 26. âyette şöyle yazar: “O, her şeyi size öğretecektir ve size söylediklerimi tekrar size hatırlatacaktır.”
Bu ibareden, Hz. İsa’nın (a.s) hitabının dünyanın sonuna kadar ümmetin bütünüyle beraber olacağı anlaşılıyor. Zira o şöyle buyuruyor: Benim ümmetim olan sizler, benim sözlerimi unutacaksınız ve Farkilit, size hatırlatacaktır. Onlar Hz. Mesih’in (a.s) sözünü unutmadılar ama zamanla putperestlik itikadı Hz. Mesih’in (a.s) sözleriyle karıştırıldı ve sözlerini unuttular ve Hz. Mesih’e (a.s) Allah ve Allah’ın oğlu dediler ve Teslise inandılar. Allah Teâlâ, Mesih’in (a.s) sözlerini ve onun Allah’ın kulu olduğunu hatırlatmak için, Farkilit’i yani Muhammed bin Abdullah’ı (s.a.a) gönderdi.
5. 30. âyette şöyle geçer. “Vuku bulmadan önce şimdi sizler için söyledim ki vuku bulduğunda iman getiresiniz.”
Ruhu’l-Kudüs bir kimsenin kalbine indiği zaman, özellikle Havariler onun indiğinden şek etmez. Aksi takdirde vahyin nüzulünden sonra peygamberlerin kendilerinin, onun sıhhatinde şek etmeleri gerekirdi. Oysa böyle bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla Ruhu’l-Kudüs’ün nüzulünde Havarilerin ona inanmaları için Hz. Mesih’in (a.s) daha önce Ruhu’l-Kudüs’ün geleceğini haber vermesine ihtiyaçları yoktur. Farkilit’ten maksat insanların doğru olduğunda şüphe ettikleri peygamberdir. Hz. İsa (a.s) gelmeden önce onun geleceğinden haber verdi ki geldiği zaman peygamber oluşunda şek etmesinler.
6-7. 15. bâbın 26. âyetinde şöyle geçer: “O benim hakkımda tanıklık eder ve siz de, ilk günden beri benimle olduğunuz için tanıklık edersiniz.”
Bu ibareden, Hz. İsa’yı (a.s) inkâr edenlerin Onu incittikleri açıkça anlaşılmaktadır. Dolayısıyla şöyle buyuruyor: Farkilit gelecek ve benim hak olduğuma şehadet edecektir, mucizelerimi gören sizler de şehadet edeceksiniz. Bu iki şehadet birbirlerini teyit eder ve böylece inkâr edenler için hüccet tamamlanır. Tüm bunların, Ruhu’l-Kudüs’ün Havarilere nazil olmasıyla hiçbir uyumluluğu yoktur. Zira Ruhu’l-Kudüs’ün, ilk günden beri Hz. Mesih (a.s) ile birlikte olan ve onun mucizelerini gören Havarilere, Mesih’in (a.s) hak olduğuna şehadet etmesine ne lüzum vardır? “O ve siz, şehadet edeceksiniz” –birbirinizi teyit edeceksiniz- buyruğu inkar edenlerin mukabilindedir. Böyle olmaması durumunda, Ruhu’l-Kudüs’ün şehadetini Havarilerden başkası işitmeyecek ve hiçbiri bir diğerini teyit etmeyecektir.
8. (16: 7) bâbında şöyle denir: “Eğer ben gitmezsem, Farkılıt gelmeyecektir.”
Bu ibare, Havarilere nazil olan Ruhu’l-Kudüs’e uymuyor. Çünkü Hz. İsa’nın (a.s) ahdinde de Ruhu’l-Kudüs Havarilere inmişti ve İncil’in nassına göre bu, Hz. Mesih onları, İsrail şehirlerine gönderdiği zaman gerçekleşmiştir.
9. 8. âyette şöyle geçer: “O geldiği zaman âlemi günahı terk etmeye ve doğruluk ve adalete zorunlu kılar.”
Bu ibare, bizim Peygamberimize (s.a.a) sıdk (şamil) ediyor. Çünkü o Hz. Resulullah (s.a.a), tüm dünya insanları içindir ama Ruhu’l-Kudüs ise batındadır ve Havarilerin gönlüne nazil olmuştur; tüm dünya insanları için değildir.
10. 13. âyette şöyle geçer: “O kendinden söz söylemez aksine, işittiğini söyler ve gelecekten haber verir.”
Bu ibare, insana uymaktadır. Hıristiyanların inancına göre Ruhu’l-Kudüs ise Allah ile birdir. Dolayısıyla “Her işittiğini söyler” ifadesi bu bağlamda bir anlam taşımıyor.
Aynı şekilde 14 ve 15. âyette şöyle geçer: “O beni büyütür. Zira o benim malım olan şeyleri alır ve size haber verir. Babaya ait olan her şey bana aittir. Bu nedenle bana ait olanları alır ve size haber verir.” Söylenilenlerden hiç birisi Ruhu’l-Kudüs’e tatbik edilemiyor.
İncil’in ibarelerine eleştiriler yapılmıştır. Bu eleştiriler şunlardır:
Birinci eleştiri: “Farkilit”in tefsirinde “Doğruluk ruhu” üç yerde ve “Temiz ruh” da bir yerde gelmiştir. Bu, Müslümanların iddiasıyla uyuşmaz, dolayısıyla “Farkilit”ten kasıt Ruhu’l-Kudüs’tür.
Cevap: Yuhanna’nın ıstılahında ruh kelimesi sıkça gelmiş ve bundan da peygamber kastedilmiştir. O halde “Doğruluk ruhu” yani hak peygamber ve “Temiz ruh” yani temiz peygamber kastedilmiştir, Hıristiyanların icat ettikleri “Üçüncü Oknum (unsur)” değil. Nitekim Yuhanna’nın (4:1-6). risalesinde şöyle denir: “Ey dostlar! Her ruhu (yani her peygamberi) doğrulamayın, onların Allah katından gelip gelmediklerini sınayın. Çünkü dünyada peygamberlik iddiasında bulunan pek çok kimse olmuştur. Allah’ın ruhunu (yani Allah tarafından peygamberlikle görevlendirilen kimse) böyle tanıyınız. İsa Mesih’in cisme girip geldiğini itiraf eden ruh, Allah tarafındandır… Biz Allah’tanız o halde Allah’ı tanıyan herkes bizim sözümüzü dinlesin. İşte biz, “Doğru ruhu” ve yalancı ruhu buradan tanırız (yani hak peygamberi ve batıl peygamberi).”
Burada “Doğru ruh” hak peygamber manasında olduğu gibi Farkilit tefsirinde de bu anlamdadır. Daha önce “tercümede şaşırtmak için Ruhu’l-Kudüs kelimesini getirmişlerdir” dememizin sebebi de bundandır. Oysa”Ruh-i mukaddes” yani pak peygamber demeleri gerekirdi.
İkinci eleştiri: Bir paragrafında şöyle denmektedir: “Dünya onu tanımadığından ve görmediğinden ötürü ona takati yoktur. Ama siz, yanınızda mukim ve sizde sabit olduğu için onu tanırsınız.” Bu ibareler, İslam Peygamberine uymuyor, diyorlar. Zira Havariler, Hz. Resulullah zamanında yaşamamışlar ve onu görmemişlerdir.
Cevap: Nebiler, o an için hazır olan özel bir grubu değil, ümmetin tamamını muhatap alırlar. Hz. Musa’nın (a.s) hazır olan cemaate sizin kardeşleriniz arasından Allah tarafından görevli bir peygamberin çıkacağı bağlamında verdiği haber buna delildir. Müjdesini verdiği peygamberin risaleti dönemindeki halk o esnada yoktu, Farkilit’in (müjdesi verilmiş peygamber) geleceği zamanda da Havariler yoktur.
Üçüncü eleştiri: Hz. Mesih şöyle buyurdu: “Dünya onu görmez ve tanımaz.” O görülmeyen Ruhu’l-Kudüs’tür. İslam Peygamberini ise herkes görüyordu!
Cevap: Tanımamak ve görmemekten maksat nübüvvet ve peygamberlik makamıdır. Peygamberi tanımamak ve onu görmemek değildir. Matta İncil’inde de (11: 27) buna benzer sözler vardır: “Baba dışında hiç kimse “Oğlu” tanımaz ve “Oğul ve o ki…dışında hiç kimse “Baba”yı tanımaz.”
Yuhanna’da (8: 19) şöyle geçer: “Siz, beni tanımıyorsunuz, Babamı da tanımıyorsunuz. Beni tanımış olsaydınız Babayı da tanırdınız.” Hakeza Yuhanna’da (14: 7) şöyle geçer: “Eğer beni tanımış olsaydınız, babamı da tanırdınız, şimdiden onu tanıyorsunuz ve onu gördünüz…”
Bu eleştirinin cevabı da şudur: Bütün bu ibarelerde var olan “görmekten” maksat gözle görmek değil, tanımak ve marifettir.
Dördüncü eleştiri: Farkilit hakkında şöyle dedi: “O, sizin yanınızda mukimdir ve sizinle sabit kalacaktır.” Bu da Havarilerde varolan Ruhu’l-Kudüs’tür. Hz. Resulullah ise onlardan sonra geldi ve onlardan ayrıydı!
Cevap: Bu ibareden “Bundan sonra mukim olacaktır” kastedilmiştir. Zira daha önce: “Ben, “Baba”dan sizin için başka bir Farkilit göndermesini isteyeceğim.” O zaman olmadığı için şöyle buyurulmuştur: “Ben gitmeyene kadar, o size gelmeyecektir.”
Aynı şekilde (14:11) şöyle geçer: “O, sizinle ebede kadar kalacaktır.” Buradaki “Siz” ile “Havariler” kastedilmemiştir. Zira Havariler ebede kadar kalıcı değillerdir. “Ebede kadar kalmak” ile kalplerde iman ve muhabbetin kalması kastedilmiştir, nitekim şöyle buyurulmuştur (14: 18): “Ben, kendimin Babasıyım ve siz, bendensiniz ve ben de sizdenim.” O’nun cismi ümmet içinde değil, iman ve sevgisi ümmet içindedir. Aynı şekilde Farkilit’e (yani) “Ahmet”e (s.a.a) olan iman ve ona duyulan sevgi sonsuza kadar gönüllerdedir.
Şu noktaya dikkat edilmesi zaruridir: Biz, Ruhu’l-Kudüs’ün Hz. Mesih’ten (a.s) sonra Havarilere ineceğini ve Hz. Mesih’in (a.s) böyle bir vaatte bulunduğunu veya bulunabileceğini reddetmiyoruz. Ne var ki bizim söylemek istediğimiz şey şudur: Hz. Mesih’in (a.s) bu bağlamda vermiş olduğu söz (vaat) ile Farkilit’in geleceği hakkında vermiş olduğu vaat farklıdır. Hz. Mesih birçok vaatte bulunmuştur: Onlardan birisi Ruhu’l-Kudüs, diğeri kendisinin geleceği, üçüncüsü Allah’ın melekûtu, yani dünyadaki insanların putperestlikten Allah’a ibadet etmeye yöneleceği ve Allah’a ibadetin yeryüzünde putperestliğe galip geleceği hakkındaki vaadidir. Dördüncüsü Havarilerin Allah yolunda çekecekleri zorluklar ve görecekleri işkenceleri bildirmesidir. Bu vaatlerden bir diğeri (beşincisi) Farkilit’in yani ahir zaman peygamberinin geleceği hakkındaki vaadidir.[2]
Buna binaen, bunların bütünü, İslam Peygamberi’nin (s.a.a) İncil’de müjdelendiğinin apaçık delilleridir.
[1] Saf, 6.
[2] Alıntı: Şa’arani, Ebu’l-Hasan, Rah-ı Saadet (İsbat-ı Nübüvvet), 3. baskı, Tahran, Kitaphane-i Saduk, h.ş. 1363, s. 241-251. (özet)
Türkiye Afganistan’da ABD’nin jandarması olamaz
Kabine toplantısının ardından açıklama yapan Erdoğan, kamuoyuna müjde verdi: “Amerika ile üstesinden gelinemeyecek hiçbir meselemizin bulunmadığı, tam tersine işbirliği alanlarımızın çok daha geniş ve kârlı olduğu üzerinde Biden’la mutabık kaldık. Biden ile yakaladığımız güzel iklimi, ülkelerimiz bakımından maksimum faydaya dönüştürmekte kararlıyız. ABD ile olumlu ve yapıcı bir temelde yeni bir dönemin kapılarını araladığımıza inanıyoruz.” (tccb.gov.tr, 22.6.2021). İşbirliği, kâr, maksimum fayda, yeni bir dönem...
Onca soruna rağmen bu işbirliği nasıl doğdu, yeni bir dönem nasıl başlayabildi peki? Afganistan’da taşeronlukla, havalimanı bekçiliği üstlenmeyle...
Afganistan taşeronluğunu kamuoyuna pazarlamak
İşte “psikolojik savaş” da burada devreye giriyor; daha düne kadar AKP dışında herkesi “Biden tayfası” diye karalayan Cumhur İttifakı cephesi, Erdoğan-Biden mutabakatıyla ortaya çıkan bu taşeronluğu kamuoyuna şöyle pazarlıyor:
İttifakın İslamcı kanadı için pazarlama gazete ve ekranlardan özetle şu biçimde yapılıyor: “ABD, çekileceği alanları Türkiye’ye bırakmak zorunda kaldı! Afrika’dan Orta Asya’ya, Türkiye dünyanın yarısıdır!”
İttifakın milliyetçi kanadı için pazarlama ise özetle şu görüş altında yapılıyor: “Türkiye ABD’yle görüşmeye masaya Mehmetçik’in silahını koyarak oturdu.”
‘Türkiye’nin NATO’ya bağlılığı’ sözü
Sadece Cumhur İttifakı’nın kanat sözcüleri, AK-medya ve Saray’ın propaganda aygıtı değil, doğrudan Erdoğan da bu “yeni işbirliği dönemini” pazarlamak üzere sahada...
Kabine toplantısı sonrası konuşan Erdoğan, Brüksel’deki NATO zirvesini şöyle değerlendirdi: “Bu zirvede bir kez daha görülmüştür ki Türkiye’siz bir NATO’nun bırakınız mevcut gücünü korumayı, varlığını sürdürmesi dahi oldukça güçtür.” (tccb.gov.tr, 22.6.2021)
Kamuoyuna, “Türkiye’nin büyüklüğü” propagandası pompalamak için sarf edilen bu sözler, aslında Washington-Londra-Brüksel üçgenine verilen “Türkiye’nin NATO’ya bağlılığı” teyididir ne yazık ki!
AKP’nin borç ihtiyacı
ABD’nin ve NATO’nun çekildiği Afganistan’da Türkiye’nin Karzai Havalimanı’nın güvenliğine ve işletilmesine talip olması, nasıl pazarlarsanız pazarlayın, Batı adına jandarmalık görevidir.
NATO’nun Brüksel Zirve Bildirisi’nin 19. maddesi, zaten açık bir görev tanımı yapmaktadır: “Afganistan’ın dünya ile bağlantısının yanı sıra kalıcı bir diplomatik ve uluslararası varlığın önemini kabul eden NATO, Hamid Karzai Uluslararası Havalimanı’nın sürekli işleyişini sağlamak için...”
Yani Mehmetçik, Batılı diplomatların Afganistan’a güvenle gelip gitmesinin sigortası olacak bir bakıma...
Ne karşılığında? Erdoğan’ın ABD ve Batı desteği almasının karşılığında. Çünkü rezervine kadar erittikleri ekonominin çarklarının dönebilmesinin yolu, alınabilecek borçlara, sıcak para girişine bağlı.
Bu öyle bir açık ki satmaya başladıkları barajlar ya da şirketleşme üzerinden özelleştirmeye çalıştıkları MKE bile yeterli değil. Batı’nın vereceği borca bağımlı durumdalar.
İşte, “ABD mali ve lojistik desteği sağlarsa, Afganistan’da görev alırız” şeklindeki Erdoğan-Akar açıklamalarında yer alan “mali” sözcüğü, aslında alınmak istenen borca göndermedir; yoksa havalimanı bekçiliğinin karşılığı olan 130 milyon dolar değildir sadece...
AKP iktidarı, Afganistan’da havalimanı bekçiliği ile açılacak 130 milyon dolarlık musluğun Londra tefecilerine ve New York bankerlerine genişlemesini istemektedir.
Özetle Erdoğan, “Türkiye’nin en iyi ihraç malı, ordusudur” diyen Soros’un tavsiyesine uymaktadır.
Türk solunun haklı itirazı
AK-medya, AKP’nin NATO’ya bağlılığını ve ABD’yle ilişkileri düzeltebilmek adına Afganistan’da taşeronluk üstlenmesini “Türkiye dünyanın yarısıdır” diye propaganda etse bile gerçek, kamuoyu tarafından açıklıkla görünmektedir.
Ve kamuoyu, Erdoğan’ın ABD-Batı desteği alabilmek adına Mehmetçik’i Afganistan’da ABD jandarmalığına soyundurmasına karşı çıkmaktadır.
Zira bu, kökleri Türk askerinin Kore’de kullanılmasına kadar giden bir haklı itiraza dayanmaktadır. Türk solunun bağımsızlıkçı ve antiemperyalist bir anlayışla başlattığı o itiraz, yıllar içinde geniş kesimlerle birleşmiş ve örneğin 1 Mart Tezkeresi’nde en kitlesel itiraza dönüşmüştü.
Bu bağımsızlıkçı anlayış sürüyor...
cumhuriyet
Ayetullah Beheşti'nin Şehadet Yıl Dönümü
Şehadeti ile yürekleri yakan İslam dünyasının tanınmış alimlerinden Dr. Muhammed Hüseyin Beheşti'yi rahmetle anıyoruz.
Ayetullah Dr. Muhammed Hüseyin Beheşti, bir ömür İslam için çekmiş olduğu zahmetlerden, Allah'ın dininin topluma hâkimiyeti için uğraşıdan ve insanları gerçek saadet olan Allah'a ulaştırma çabasından sonra, din ve insanlık düşmanları tarafından konulan bomba sonucu şehit edildi. İslam Cumhuriyeti Partisindeki konuşmasında son olarak bu ayeti okur ve sonrasında şehadete ulaşır.Evet, imtihanlardan geçirilmeden, zorluklara açık gönülle “hoş geldin” demeden cennete girilmez. Ne mutlu Beheşti gibi imtihanların üstesinden gelen ve sonunda da şehadet şerbetini içenlere...
Doğumu ve Ailesi
Babası İsfahan şehrinin önde gelen âlimlerinden birisiydi, din üzerinde derin araştırmalar yapmış, sonrasında İslami tebliğ çalışmalarında bulunmaktaydı. Lumban mahallesinde cami imamlığı yapıyordu. Annesi büyük taklit mercilerden olan Muhammed Sadık Hatunabadi'nin kızı, helal harama çok dikkat eden, ibadetlerini aksatmayan mümine bir hanımdı. Böylesine maneviyat dolu bir aileye, yüce Allah 1928 yılının sonbaharında 24 Ekim günü, sonraları baqıyatus salihat olacak bir erkek evlat verdi.
Adını Peygamber Efendimize (saa) olan saygılarından 'Muhammed' ve Kerbela şehidi İmam Hüseyin'e (as) olan sevgilerinden dolayı Hüseyin koydular.
Eğitimi Ve İlmi Çalışmaları
İlk ve orta öğrenimini İsfahan'da tamamlar, öğretmenleri üstün zekâsına hayran kalarak liseyi sonrasında üniversiteyi bitirerek iyi bir kariyer yapması için ısrar ediyorlardı. Oysa o Kum'a gidip İslami ilimler havzasında okumayı ve ehlibeyt ilmini öğrenmeyi çoktan kafasına koymuştu ve ortaokulu bitirdikten hemen sonra 15 yaşında İslami eğitim almaya başladı.
Hüccetiye Medresesi'nde küçük bir odada Şehit Mutahhari, İmam Musa Sadr ve Ayetullah Hamanei gibi arkadaşlarıyla, ilim ve tezkiye için büyük gayret gösterdi. 1948 yılında hariç derslerine başladı. Doktora derslerinin yanı sıra felsefeye olan büyük ilgisi ve o zamanın toplumsal ihtiyacı gereği, sonraları Ehl-i Beyt mektebinin önde gelen âlimlerinden olacak olan ders arkadaşlarıyla Allame Tabatabai'den felsefe dersleri almaya başladı. Bu dersler Üstad Mutahhari tarafından “Felsefenin Temelleri ve Realizm Metodu” adı altında kitap haline getirildi.
Kum'daki derslerini ilerlettikten sonra Tahran Üniversitesi'ne kayıt yaptırarak yüksek öğrenimini burada tamamladı. Sonrasında 1951 yılında Kum'a döndü ve bir lisede İngilizce öğretmenliği yapmaya başladı.
1953 yılında yine kendisi gibi ulemadan olan bir ailenin kızıyla evlendi ve bu evlilikleri sonucu iki erkek iki de kız çocuğu oldu. Dört yıl sonra ilahiyat fakültesinde felsefe doktorluğu derecesini aldı.
Eserleri
Toplumsal ve siyasal çalışmalarının çokluğunun yanı sıra birçok eserde kaleme alarak günümüze ulaştırmıştır. Şehit Beheşti'nin yazmış olduğu kitapları şöyle sıralaya biliriz:
1- Namaz Nedir?
2- Kuran Açısında Yüce Allah
3- Allah'ı Tanıma
4- Dini Tanıma
5- Dinin İnsan Yaşamındaki Konumu
6- Hangi Din?
7- İslam'da Ve Müslümanlar Arasında Ruhaniyet
8- Direniş
9- İslam Bankacılığı
10- Mülkiyet
Siyasal Mücadelesi
1962 yılında imam Humeyni'nin Şah'a karşı başlatmış olduğu harekete katılarak, İslam İnkılâbı'nın başarıya ulaşması için çalışmalarına başladı. İslami koalisyon hareketi din konseyi başkanlığına seçildi, buradaki çabaları sonucu âlimlerle halk arasında yakın irtibat kuruldu ve bunun organizasyonunda önemli rol oynadı. Aynı zamanda gelecekte kurulacak olan İslami hükümet konusunda geniş araştırmalar yaptı, kurulacak yönetimin anayasa taslağını hazırladı. Fakat şahlık rejimi faaliyetlerinin önünü almak için Kum'dan çıkararak sürgüne gönderdi.
1964 yılında Ayetullah Burucerdi tarafından Almanya'da İslami tebliğde bulunması için gönderildi ve burada Hamburg camiini kurdu, kiliseler, üniversiteler ve çeşitli kurumlarda birçok konferans verdi. Arabistan, Suriye, Lübnan ve Türkiye'ye seyahatlerde bulundu.1969 yılında Irak'a giderek burada sürgünde bulunan İmam Humeyni ile görüştü, bu görüşme sonra İran'a öndü ve İran'da ulemayı siyasi bir organizasyon etrafında toplama konusunda yoğunlaştı. “Ulemayı halkla birleştirme” tasarısını bir model biçiminde gerçekleştirdi ve bir yıl sonra İmam Humeyni'nin emri ve diğer âlimlerin katılımıyla bu, İslam Devrim Konseyi olarak kuruldu.
Şehit Beheşti, İslam Konseyi üyeliğinin yanı sıra, anayasayı hazırlamakla görevlendirildi ve bu işi uzmanların yardımıyla gerçekleştirdi. Birçok liberal görüşlünün karşı olmasına rağmen kesin delillerle “velayeti fakih”i anayasaya yerleştirdi.
İslam inkılâbının başarıya ulaşmasından sonra Ayetullah Hamanei ile birlikte İslam Cumhuriyeti Partisini kurdu. Şehadetine kadarda bu partinin başkanlığını yürüttü. Ayrıca imam Humeyni tarafından 1979 yılında yüksek mahkeme başkanlığına getirildi.
Beheşti, İslam devriminden söz ederken, İslam cumhuriyeti içinde dış sömürü ve sosyal eşitsizliklerin bütünüyle ihraç edilmesi arzusunu belirtir. O, İran toplumunun İlahi prensipler ve İslami ideoloji üzerine kurulmasını istedi, bunun içinde çok çalıştı. Şehit Beheşti, toplumdaki bireysel eğilimlerin, toplumda uygun olan sosyal sistem ile uyum içerisinde olması gerektiğini vurguladı.
Onun en büyük arzusu Filistin'in Siyonist işgalinden kurtuluşuydu. İmam Humeyni'nin ramazanı son cumasını Kudüs günü ilan etmesiyle, bunun dünya çapında düzenlenmesi için uğraştı.
Şehit Beheşti, dış politikada ne doğu ve ne de batı prensibine bağlıydı, bu dünya görüşüyle inkılâbın sağlam temeller üzere kurulması, toplumda adaletin gerçekleşmesi ve emperyalizm karşısında mücadelede kararlık için büyük hizmetlerde bulundu ve bu yüzden İslam düşmanlarının hedefi haline geldi.
Şehadeti
27 Haziran 1981 yılında İslam Cumhuriyeti Partisi'nde büyük bir patlama gerçekleştirildi ve bu hain saldırı sonucu parti ve meclis başkanı olan Muhammed Hüseyin Beheşti,72 arkadaşıyla birlikte şehadet şerbetini içti. Mübarek kabri Tahran'da Beheşt-i Zehra Kabristanı'nda bulunmaktadır.
Dr. Beheşti'nin şehit edilmesi sadece bir insanın katli değildi, o insanın ideolojisine yönelik bir suikasttı, o insanın dünya görüşünü de yok etmeye yönelik bir eylemdi. Fakat hainlerin ve ilahi dünya görüşü düşmanlarının düşündüğü gibi olmadı. Onun şehadetiyle ne inkılâp yıkıldı ve nede İslam'ın toplumdaki hâkimiyeti engellendi bilakis onun kanı hem inkılâbı ve hem de İslam'ı canlı tuttu. Devrimin temellerini daha da yıkılmaz hale getirdi. Ruhu şad, yolu daim olsun.
İran'ın Filistin Davası
Bi iznillah İslâm adına bir devrim yapmışsanız, yani Allah Teâlâ size devlet nimetini bahşetmişse, elbette ki bu lûtfun beraberinde gelen sorumluluklarını da yüklenmek zorundasınız. Hiç kuşkusuz başta İslâm Devrimi Lideri Merhum Humeynî ve diğer mesûller sadece İran coğrafyası ile sınırlı olmayan lokal mükellefiyetlerin dışında, ümmet genelindeki yükümlülüklerine eğilmek durumundaydılar. Bunların en önemlilerinden biri de Filistin meselesiydi. İslâm müntesiplerine bütün yeryüzünde vuku bulan olumsuzlukların bertaraf edilmesine ilişkin sorumluluk yüklemektedir. Filistin ise yüz yıllık ümmetin kanayan yarası.
Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinde yedi düvel gâvurun bölgeyi istilâ etme girişimiyle birlikte, bu bölge üzerinde iki etkin güç olan Fransa ve İngiltere
16 Mayıs 1916 tarihinde "Sykes-Picot Anlaşması" adı altında Müslümanların yaşadıkları coğrafyaları taksim etmeye koyulmuşlardı.
Özellikle İngiltere'nin yayılmacı ve saldırgan politikalarıyla
9 Aralık 1917 tarihinde Kudüs ve iki gün içerisinde bütün Filistin toprakları işgal edilmiş oldu. Filistin'in işgalinden kısa süre önce 2 Kasım 1917'de İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour Siyonistlerin lideri Rothschild'e Filistin toprakları üzerinde kendilerine bir yurt edinme imkânı sunacaklarını ilişkin taahhütname (deklarasyon) yayınlamıştı. (Bu deklarasyonla Filistin topraklarının hangi amaçla işgal edileceği de ibraz edilmiş olmaktadır.) "Balfour Deklarasyonu" olarak bilinen bu mektupta Arthur Balfour Siyonistlerin lideri Rothschild'e şu taahhütte bulunmuştu: "Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Museviler için bir millî yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin'deki mevcut Musevi olmayan toplumların sivil ve dini haklarına ve başka ülkelerde yaşayan Musevilerin sahip oldukları hak ve politik statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır."
Taahhütnamenin ikinci cümlesindeki teminat beklentisine bakar mısınız? Yahudilerin dışındaki diğer unsurların hak ve statüleri güvence altına alınması isteniyor. Bu katil sürüsünün nasıl bir tıynete sahip olduklarını bilmiyor musunuz?
O dönemde bizzat İngilizlerin destek olduğu Haganah, Palmach ve Irgun gibi terör örgütleri Filistinlilere yönelik katliamlarını sürdürüyordu. Bu terör örgütlerinin liderleri daha sonra işgal devletinde cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık yaptılar. Bunlar mı bölge halkına insaflı davranacak? Bunlar mı temel insanî haklara saygılı olacak? Bunun Arapların gözünü boyamak, onları teskin etmek için blöf olarak kullanılan bir cümle olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Bakınız, Yahudilerden oluşturduğu bir birliği Çanakkale Harbi'ne katıp pratik savaş eğitimi veren, masum insanları öldürmeyi öğreten İngiltere'nin bizzat kendisidir. Nitekim 1917 yılında Filistin toprakları işgal edilirken İngiltere'nin saflarında savaşan Siyonist Yahudi çeteleriydi. Kısacası İngiltere'nin Filistin topraklarında yaptığı Siyonistler adına vekâlet savaşıydı. Filistin topraklarına Yahudi göçünü organize eden, gemiler tahsis eden yine İngiltere idi. İngilizlerin katkılarıyla
dünyanın her tarafından taşınan Yahudiler bu topraklara yerleştirildi. Sonra ise bu işgal altındaki topraklara göç etmiş Yahudiler için illegal bir devlet kuruldu.
Devlet ilânına sıra geldiğinde İngiltere bu işi taşeron olarak kurdukları Birleşmiş Milletler'e havale etmişti. Beşli çetenin taşeronu olan Birleşmiş Milletler'in gasp edilmiş Filistin toprakları üzerinde Siyonistlere bir devlet vermesinin ilanından (14 Mayıs 1948) beş saat sonra hemen katliamlara giriştiler. Ne acıdır ki kutsal Filistin toprakları üzerinde o gün bugündür adım adım işgal devam etmekte ve sistematik bir şekilde zamana yayılmış bir soykırım uygulanmaktadır. Dehr Yasin katliamı ile başlayan, 67 Savaşı ile süren, Sabra ve Şatilla ile devam eden ve Yom Kippur Savaşı (6 Ekim 1973) ile yenilmezliğini ilân eden ve bu küstahlıkla her Allah'ın günü orantısız güç kullanan (ABD ve Avrupa'ya sırtını dayamış), şirret bir terör şebekesi ile muhatap İslâm ümmetinin sessizliğe bürünmüş zelil bir portresi var karşımızda. 1969 yılında Mescid-i Aksa'nın yakılmasının
hemen akabinde Müslüman ülkelerin bir araya gelerek Filistin sorununun hâlli için kurulan İslâm İşbirliği Teşkilatı'nın pasif tutumu ayrı bir kahır konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Adama sormazlar mı, "Sürekli zulüm ve katliamlara maruz kalan Filistin halkı için bugüne kadar ne yaptınız? Merhum Erbakan Hocamız feveran ederek, "İsrail ancak güçten anlar, gelin bir savunma gücü kuralım, " deyip durdu yıllarca.. "Ama olur mu, ABD müsaade etmez" dediniz. Bakınız, dönemin Siyonist çete başbakanı Golde Meir nasıl bir itirafta bulunuyor: "Mescid-i Aksa'nın yakıldığı gece Müslüman ülkeler birlik olup üzerimize saldıracak korku ve endişesi ile sabaha kadar uyku uyuyamadım. Sabah olduğunda her hangi bir fiilî tepki ile karşılaşmadığımızı görünce içim rahatladı, endişelerimin yersiz olduğunu anladım ve derin bir nefes alarak dedim ki, artık bundan sonra ne yaparsak yapalım Müslüman ülkeler bize saldırmaz."
Bu itiraftan da görüldüğü üzere katil/canavar sürüsünün "dur" diyeni olmadığı için büyük bir pervasızlıkla uzun yıllar beri işgal ve katliamlarla yollarına devam ettiler. Sürekli saldırı, sürekli işgal ve sürekli katliam...
11 Şubat 1979 yılında İslâm Devrimi gerçekleştiğinde ise terör devletinin başbakanı Menahem Begin yerinde bir tespitle, "Artık İsrail için kara günler başlamıştır" ifadesini kullanmıştı. Nitekim öyle de oldu. Devrimin hemen akabinde İmâm Humeynî bizzat talimat vererek silahlı kuvvetlerin bünyesi dışında müstakil bir yapı olarak Kudüs Ordusu'nu kurduruyor. Bu ordu ilk icraatını Lübnan'da konuşlanarak başlatıyor. Öyle ki, Lübnan Suriye'nin asker bulundurduğu, Suriye'nin kontrolünde ve garantörlüğünde bir ülke olması hasebiyle İran Lübnan'da oluşturacağı yapı için Suriye ile gizli bir anlaşma yapıyor. Bu yapının oluşturulması esnasında işgalci İsrail Filistinli grupları bahane ederek alel acele Lübnan'a saldırmıştı. Siyonist çete yoğun hava ve kara bombardımandan sonra tank birlikleriyle ilerleyerek Beyrut'a girmeyi başarmış ve Güney Lübnan topraklarını tamamen işgal etmişti. İran bölgede henüz bir yapı oluşturmadan bu işgal gerçekleşmişti. Ancak İranderhâl Hizbullah'ı tesis edip her türlü ekipman ve mühimmatla donatarak işgalci İsrail'e karşı vekâlet savaşı başlatmış oldu. Bu süreçte İran, Irak savaşında tecrübe edinmiş komutanlarını bölgeye gönderip "eğit-donat" taktiği ile Hizbullah'ı bölgedeki direniş cephesinin yumruğu hâline getirmişti. İşgalci Siyonist İsrail'e karşı sürdürülen bu gerilla savaşı tam 18 yıl sürmüştü. Bu süreçte Hizbullah birçok şehitler vererek, yenilmez denilen ve tarihinde yenilmemiş olan işgalci İsrail, İran ve Suriye dayanışması ile vurucu çelik güç hâline getirilen Hizbullah eli ile ilk defa bir yenilgi tatarak bi iznillah Güney Lübnan topraklarını zillet içerisinde terk etmek zorunda kalmıştı. Kendilerince inandıkları Arz-ı Mevud yolunda ilk defa sekteye uğramışlardı. Sıra Gazze'de idi. Kudüs Ordusu komutanı Şehid Kasım Süleymani'nin bir projesi olan tünel vasıtası ile Filistinli mücahidlere silah ve füze ulaştırılmaya başlanmıştı. (Bunu bizzat Kudüslü komutanlar itiraf ediyor.) Bu yöntemle sapan kullanma devri bitmiş ve işgalcilere karşı silah kullanma devri başlamıştı. İran, Suriye ve Hizbullah'ın katkılarıyla sürdürülen bu silahlı savaş beş yıl sürmüş ve bi iznillah 2005 yılında işgalci Siyonist çete Gazze'den kovulmuştu. İran, Suriye ve Hizbullah vasıtasıyla hezimete uğrayan işgalci İsrail Gazze yenilgisinin intikamını almak ve Gazze'yi besleyen kaynakları kurutmak amacıyla Temmuz 2006'da Lübnan'a saldırdı. 33 gün süren bu savaşta Siyonist çete öylesine bir mukavemetle karşılaştı ki, neye uğradığını şaşırdı ve yine zillet içerisinde geri çekilmek zorunda kaldı.
Şunu da itiraf etmiş olalım ki, bu uzun soluklu süreçte İran sadece Suriye'den lojistik destek alıyordu. Suriye 22 Arap ülkesi içerisinde işgalci Siyonistlerle anlaşmaya yanaşmayan tek ülke idi. Ve yine Suriye 22 Arap ülkesi içerisinde 10 küsur Filistinli silahlı örgüte ev sahipliği yapıyor, onlara ofis açıp her türlü katkıda bulunuyordu. (Bir araştırmacı gazeteci olarak 2009 yılında Suriye'ye yapmış olduğumuz seyahatte bu olaya bizzat "ayni ile vaki" tanıklığımız var.) Suriye'yi iç savaşa sürükleyen emperyalist ülkelerin bir tek talepleri vardı, Filistinli silahlı grupların ofislerinin kapatılıp yurtdışı edilmeleri. Beşşar Esad buna yanaşmayınca IŞİD, El-Kaide ve El-Nusra gibi terör örgütlerini bu ülkeye sokarak korkunç katliamlara girişmiş oldular. Bu şekilde Suriye'yi harabeye çevirdiler. Siyonist çetenin ve emperyalist ülkelerin bir tek hedefleri vardı, İran'ın desteklediği Lübnan ve Suriye eksenindeki direniş cephesini çökertmek. Önce aldatılmış ve Suudîlerin güdümünde olan bir kesim siyasîleri arkalarına alarak Lübnan'dan Suriye askerinin çekilmesini sağlamak için çabaladılar. Onlar zannettiler ki, Suriye ordusu Lübnan'da çekilirse tek başına kalan Hizbullah'la baş edebilecekler. Bu süreçte Suriye askeri Lübnan'dan çekildi çekilmesine ancak Hizbullah'ın konumunda zerre değişiklik olmadı. Hizbullah Lübnan'da en etkin askerî ve siyasî güç olarak temayüz etmiş ve bi iznillah kendisini ispatlamış vaziyette.. Hizbullah'ın Filistin'deki silahlı örgütlerle dayanışma içerisinde olması ve Kudüs Gücü ile kendilerine silah, mühimmat ve ekipman tedarik ve intikalinde oynadığı rol takdire şayan bir durum olmaktadır. Aralarındaki koordinasyon ve dayanışma bi iznillah kendilerini güçlü kılmaktadır.
"Bilin ki Allah, kendi yolunda sağlam örülmüş (kurşunla kaynatılmış), bir duvar gibi kenetlenmiş saflar halinde çarpışanları sever." (Saf:4) Bakınız, lokal bir dayanışma ile Yüce Rabbimiz nasıl başarılar lütfediyor. Ne olurdu da ümmet genelinde böyle bir dayanışma olsaydı. Merhum Erbakan Hocamız yıllarca çırpınıp durdu D-8 kapsamında İslâm Savunma Gücü'nü tesis edelim diye. İran İslâm Cumhuriyeti mesûllerinin devrimin ilk gününden beri dillendirdiği bir konuydu bu.. İran, İslâm devleti olmanın mesuliyeti ile ümmetin ağırdan almasını ve hatta böyle bir talebe yanaşmayışını mazeret olarak görüp beklemedi, hemen ivedilikle Kudüs Ordusu'nu tesis etti ve sahaya sürdü. Bugün Siyonist çetenin Mescid-i Aksa'ya ve Gazze'ye saldırılarına sapan ve taşla değil de füzelerle misilleme yapılıyorsa bu onurlu direniş ve mukavemetin biz ümmet bireylerine sunduğu moral motivasyonu için İran İslâm Cumhuriyeti mesûllerine ve Kudüs Ordusu'nun (başta Şehid Kasım Süleymanî olmak üzere) kahraman komutan ve neferlerine şükran ve minnet borçlu olduğumuzu bilmeliyiz. Vesselâm..
İran’da Yeni Hükümetin İzleyeceği Çizgiye Dair
Bismillah…
İran’da 18 Haziran 2021 tarihinde düzenlenen cumhurbaşkanlığı seçimlerinin anayasal mahiyeti, halkın iradesini ortaya koyması açısından önemi, ülke içi sorunların giderilmesi ve dış siyasette izlenecek çizginin belirlenmesi bakımından etkileriyle ilgili olarak daha önce SAHAR TV ile yapmış olduğumuz söyleşide ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştuk. İlgilenenler aşağıdaki linklere başvurabilirler.
https://www.instagram.com/tv/CQWOS37Bwsq/?utm_medium=copy_link
https://youtu.be/zm4i4CkQ9TU
İbrahim Reisi’nin cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle birlikte önümüzdeki aylarda İran iç ve dış siyasetinde bir takım değişikliklerin olacağına kesin gözüyle bakılmaktadır.
ÜLKE İÇİNDE BEKLENTİLER
Ülke içinde ekonomik sıkıntılar ve pahalılığın halk üzerindeki etkilerinin toplumsal tepkileri çağrıştırma düzeyine vardığı artık inkar edilemez bir gerçek. Yeni cumhurbaşkanının başvuracağı ilk iş beklendiği üzere halkı ekonomik olarak rahatlatacak radikal kararları uygulamaya koyması olacaktır kuşkusuz.
Hasan Ruhani hükümetinin içme suyu teminini bile 5+1 Grubuyla KOEP(Kapsamlı Ortak Eylem Planı) anlaşmasının imzalanması ve uygulanmasına bağlayarak sekiz yıl boyunca bütün enerjisini görüşmelere harcaması ve sonuç alamaması İran ekonomisi ve özellikle de dar gelirli halk kesimleri için bir felakate dönüşmüş bulunuyor. KOEP anlaşmasına aşağıda ayrıntılı değineceğiz. İran’ın iç dinamiklerini harekete geçirme, direniş ekonomisine geçme çağrılarını çeşitli bahanelerle erteleyen H.Ruhani hükümeti halkın önemli ihtiyaçlarından olan ve yüzde yüz iç imkanlarla tamamlanacak önceden başlatılmış mesken projelerini bile atıl durumda tutarak telafisi zor hatalar yapmıştır.
İbrahim Reisi seçim propagandası konuşmalarında başta mesken, sanayi ve tarım ürünleri olmak üzere dahili üretimi ivedilikle harekete geçirerek işsizliği gidereceği sözü vermekteydi.
Son yıllarda kendini tüm alanlarda gösteren fesat/bozulma ve yolsuzluklarla mücadele İbrahim Reisi hükümetini bekleyen önemli sorunlardan bir diğerini oluşturuyor. Bazılarına göre sistematik bazılarına göre kişisel-dağınık bir şekilde yayılan bozulmalar, yolsuzluklar artık önemli bir soruna dönüşmüş bulunuyor. Yargı Organı başkanlığı sırasında bu alanda bir takım girişimler başlatan İbrahim Reisi seçim konuşmaları sırasında bu hususa öncelik vereceğini söylemesi halk arasında beklentileri artırmış bulunuyor.
İran’ın önemli sorunlarından biri de ülke ekonomisinin yarısından fazlasını oluşturan çeşitli enerji kaynakları üzerinde uygulanan subvansiyonlar ve yine döviz kaynaklarının ilaç ve hayvan yemi gibi temel gıda maddeleri ithalatı için düşük kurdan tahsis edilmesidir. Enerji kaynaklarının ülke içinde ucuz fiyata arz edilmesinden dolayı kaçakçılığın önlenememesi, enerji ve döviz subvansiyonlarından orantısız olarak yararlanan sınırlı sayıdaki varlıklı kesim daha çok zenginleşirken geniş halk kesimlerinin daha çok fakirleşmesi ve dolayısıyla gelir dağılımında ortaya çıkan adaletsizlik vb sorunların ortadan kaldırılması da yeni hükümeti bekleyen baş sorunlardandır.
DIŞ SİYASETTE BEKLENENLER
Dış siyasete gelince; İran’ın sorunlarının önemli bir bölümünün dış baskılardan, çok yönlü yaptırımlardan kaynaklandığını bilmeyen yoktur. Başta ABD olmak üzere büyük güçlerin kontrolündeki adına uluslararası toplum denilen gerçekte ise uluslararası sulta sistemine entegre olmayı, teslim olmayı reddetmesi İran’ın kırk yılı aşkın bir süredir başına gelenlerin baş nedenidir denilebilir.
Ekonomik, askeri, idari, teknolojik ve medya alanlarındaki gücüyle dünya üzerinde sulta kurmuş ABD öncülüğündeki büyük güçler hiç bir açıdan bu sistemle boy ölçüşemeyecek gördükleri İran’ı uyguladıkları baskılarla teslim olmaya zorlarken İran şimdiye kadar direniş yolunu seçmiş bulunuyor.
“Direnişin bedeli uzlaşmanın/entegre olmanın bedelinden daha ağır değildir” stratejisine inanan İran’ın bu siyasetinden bazı dönemlerde ödünler verilmiş olsa da karşılığında herhangi bir kazanç sağlanamamış ve aksine telafisi zor ağır hasarlara bile yol açmıştır.
KOEP’İN GELECEĞİ ve İRANIN ŞARTLARI
Yeni Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi yaptığı ilk basın toplantısında İran’ın dış ilişkilerinin KOEP(Kapsamlı Ortak Eylem Planı) ile başlamadığı ve bununla sınırlı kalmayacağı mesajını verse de İran’ı önümüzdeki yıllarda da uğraştıracak en önemli dış mesele hiç kuşkusuz bu anlaşma etrafında olacaktır.
Hasan Ruhani- Cevad Zarif ikilisi sekiz yıl önce İran’ın çıkarlarını korumak amaçlı ve belki de iyi niyetle başlattıkları yeni diplomasiye win-win/kazan-kazan adını verdiler. Ancak ABD kontrolünden çıkamayacağı ve ABD’ye rağmen bağımsız davranamayacağı başından belli olan 5+1 Grubu ile başlatılan görüşmelerde karşı tarafın kaybedeceği bir şey yoktu ve alınacak her sonuçta kazanan taraf onlar olacaktı. Masaya yatırılan İran’ın malı, İran’ın çıkarları, İran’ın haklarıydı. İran bu haklarının bir kısmından vazgeçerek geri kalan haklarından yararlanmayı umarken karşı taraf İran’a bu fırsatı vermek niyetinde değildi. Çünkü karşı tarafın hedefi İran’ı teslim almak, kendi ifadeleriyle İran’ı sulta sisteminin bir parçası olmaya razı etmek veya buna zorlamaktı.
İmzalanan KOEP(Kapsamlı Ortak Eylem Planı) anlaşması da gerçekte onların bu hedefine hizmet edecek şekilde hazırlanmıştı. Onlarca Amerikalı hukukçu ve diplomatın daha görüşmeler başlamadan önce üzerinde aylarca çalışarak ustaca hazırladığı anlaşma metni İranlı görüşmeci diplomatların önüne konulmuş ve onaylamaları istenmiştir. İranlı diplomatlar uzun müzakerelerden sonra sunulan metinden bazı bölümleri çıkartmayı, bazı değişiklikler yapmayı başarsalar da metinin hazırlanma amacı önemli oranda korunmuştur. Görünürde İran’ı geçici olarak rahatlatacak birtakım ticari kolaylıklar verilmiş olsa da anlaşma metnine yerleştirilen muğlak, yoruma açık maddeler ve en önemlisi de “tetik prensibi” uyarınca taraflar istedikleri zaman herhangi bir bahaneyle İran’ı köşeye sıkıştırma ve tedrici olarak teslime zorlama silahını ellerinde bulundurmuşlardır.
İran hukuki olarak uluslararası bir anlaşmanın iki tarafından biri olması gerekirken görüşmeye katılan BMGK daimi üyesi beş ülke, Almanya ve AB temsilcisi de anlaşmanın tarafları sayılmışlardır. Yani herhangi bir anlaşmazlık durumunda İran’ın muhatabı bir değil yedi taraftır ve sorunun çözümü için hepsini ayrı ayrı razı etmesi gerekir. Bu yedi taraftan her biri İran aleyhinde bir iddiada veya şikayette bulunur ve bu şikayet oylamaya sunulursa İran’ın bir oyuna karşı yedi taraf oy hakkına sahip olacaklardır. Böyle bir oylamada –iyi polis rolündeki -Çin ve Rusya İran lehine oy kullansa bile ABD’nin kontrolündeki Batı blokunun daima beş oyu bulunacaktır.
Bu anlaşmada İran’a yönelik yaptırımların nükleer programla ilgili bölümü sadece askıya alınmış olup kaldırılmamıştır. ABD’de kanun koyucu ve belirleyici güç Kongre’nin İran aleyhinde nükleer programı dışındaki konularla ilgili yaptırımları aynen sürdürüldüğü için KOEP kapsamındaki yaptırımlar da hayata geçirilememiştir. Çünkü başta AB ülkeleri olmak üzere bankalar ve çok uluslu şirketlerdeki Amerikan ortaklığından dolayı Kongre yaptırımları yüzünden dünyada hiçbir ciddi şirket İran’la ticaret yapamamaktadır.
ABD, KOEP’e dönse ve bu anlaşma tamamen uygulamaya konulsa bile İran’a uygulanan ikincil yaptırımlar yüzünden onlarca ayrı konuda yaptırımlar yine devam edecektir. Çünkü İran’a uygulanan yaptırımların önemli bir bölümü İran’ın füze teknolojisi, insan hakları ve terörizmi destekleme olarak tanımlanan İran’ın bölgesel nüfuzuyla ilgilidir ve Amerikan Kongresi tarafından çeşitli adlar altında çıkarılan kanunlarla konulmuştur. Bu yaptırımların kaldırılması Joe Biden hükümetinin yetkisi dışında olup Kongrenin tasvibinden geçmesi gerekir.
İran’ yönelik onlarca ayrı yaptırım da dikkate alındığında İran’ın nükleer anlaşmayı bile tek başına uygulatacak bir yaptırım gücü yokken neresinden bakılırsa bakılsın KOEP İran açısından bir fiyaskodan ibarettir. Bu açıdan bakıldığında uygulama imkanı bulamayan bu anlaşmanın ABD eski başkanı Donald Trump tarafından feshedilmesi bir bakıma İran’a anlaşmayı gözden geçirme ve tatil ettiği nükleer programına yeniden başlama fırsat sunmuştur.
Ruhanı-Zarif uzlaşmacı diplomasi çizgisinin sonuç vermediğini ve sürdürülmesini ülke zararına gören İran Meclisi, Trump’ın feshetme kararını fırsat bilerek nükleer teknoloji programına adım adım geri dönmeye dair kararlar almış ve ABD’nin KOEP’e geri dönüşü için yaptırımların tamamen kaldırılması vb. yeni şartlar öne sürmüştür.
İnkılap Lideri İmam Hamanei yaptığı açıklamalarda bir yandan Meclisi bu konularda yönlendirirken ABD’nin KOEP’e geri dönmesinin kabulü karşılığında yaptırımların kaldırılması için somut adımlar atılması ve bunun İran tarafından sağlamasının yapılması şartını ileri sürmüş, somut sonuçlarını görmeden KOEP’e dönmenin anlamsız olduğunu defalarca vurgulamıştır.
Yeni Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi de bu şartlardan geri adım atılmayacağını, bundan sonra görüşme yapmak için görüşme yapılmayacağını ve her görüşme sonunda İran halkını rahatlatacak sonuçlar çıkması gerektiğini açıklamış bulunuyor.
Hasan Ruhani hükümetinin son günlerinde sekiz yıllık hasar karnesine bir başarı yazdırmak havliyle nükleer görüşmelerin sonuca yaklaştığını, ABD’nin pişmanlık duyup KOEP’e geri dönmeye hazır olduğuna dair açıklamalar yapmasına ve KOEP’i ihya etme çabalarına rağmen Rehber Hamanei ve yeni yöneticiler yaptırımların kaldırılmasına yaramayan bir anlaşmanın varlığını artık anlamsız buldukları için ABD’nin bu anlaşmaya dönüp dönmemesine pek ilgi duymamaktadır. İran son sekiz yılda uzlaşma için ödenen bedelin bu haksız baskılara direnmek için ödenecek bedelden daha fazla olduğuna inanmaktadır.
Öte yandan son yıllarda başta füze teknolojisi olmak üzere savunma gücünü yükselten, bölgesel bir güç haline gelerek nüfuz alanını artıran İran yaptırımlarla yaşamaya hazırlandığının sinyallerini vermeye başlamış bulunuyor. İçeride direniş ekonomisi planları yaparken dışarıda komşu ülkelere ilaveten Çin gibi alternatif güçlü ekonomilerle işbirliğine dair adımlar atan İran göründüğü kadarıyla bırakın füze gücü ve bölgesel nüfuzunu ABD ile görüşme konusu yapmayı nükleer teknolojisiyle ilgili görüşmelere bile pek istekli gözükmemektedir.
Ancak bu yorumlar İran’ın nükleer görüşmelerden çekileceği veya dünyaya kafa tutacağı olarak değerlendirilmemelidir. İran ilkelerine bağlı kalarak kendi haklarını savunmak doğrultusunda şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da müzakerelere devam edecektir. Ama karşılık almadan ödün vermenin acı tecrübelerini yaşayan İran yeni dönemde çözümü, sıkıntılardan sıyrılmayı sadece müzakerelere katılmakta aramayacak gibi görünüyor.
Meclis ve meydan desteğini de yanında gören Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin İnkılap Rehberi İmam Hamanei ile uyum içerisinde daha ilkesel bir dış siyaset izleyeceği, Batıya kesinlikle güvenmeyeceği, tam güvenilir olmasalar da Rusya ve Çin ile ilişkileri geliştirmeye çalışacağı, ekonomik –ticari ilişkilerde komşu ülkeler başta olmak üzere yeni partnerler bulmaya öncelik vereceği öngörülmektedir.