
کارگر
İslami Cihad: Kasım Süleymani'nin Tüm Savaşlarda Kıblesi Kudüs'tü
Filistin İslami Cihad Hareketi Genel Sekreteri Ziyad Ennehale, şehit Süleymani'nin Filistin direnişçilerinin savaş tecrübesi kazanması ve silah üretmesi meselesine büyük önem verdiğini söyledi.
Ennehale bugün yaptığı açıklamada şunları ifade etti: 'İşgal altındaki Kudüs, Hacı Kasım'ın her zaman kalp huzurunun kaynağıydı. Hacı Kasım'ın bölgede var olduğu tüm savaşlarda kıblesi Kudüs'tü. Hedefi direnişin korunmasıydı.
O; doğru zamanda, doğru yerde ve doğru kişiydi. Stratejik faaliyeti, mucizevi bir şekilde Gazze Şeridi'ne füze ve silahın ulaştırılmasıydı.
Çünkü bu iş; güvenlik, teknik ve imkanlar açısından çok zor ve maliyetli idi. Fakat nihayetinde bu iş oldu ve şehit Süleymani bu konuda çok emek sarf etti. Birçok ülkeyi ziyaret etti, Filistin direnişinin eline silahları ulaştırabilmek için planlar yaptı ve başardı. Tel Aviv'i vuran füzeler, Gazze şeridine ulaştırılan bu füzelerdi.'
Süleymani Direnişin Uluslararası Şahsiyetiydi
İran Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Muhammed Bakıri, Devrim Muhafızları Ordusu'na bağlı Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin birinci şehadet yıldönümü münasebetiyle yayınladığı bir mesajda, İran ve dünyadaki tüm Müslüman ve özgürlük sever insanların bu cinayetin faillerinden intikam alma ve ABD'nin Batı Asya bölgesinden çekilmesi yönündeki kararlığını ‘kaçınılmaz’ olarak nitelendirdi.
Tümgeneral Muhammed Bakıri’nin kaleme aldığı mesajın bir bölümünde şu ifadelere yer verildi:
“3 Ocak, İran tarihinde yaşanan acı bir olayı hatırlatıyor. Terör örgütü IŞİD’le mücadele eden İslam ümmetinin şefkatli evlatlarından biri bu günde İran’ın düşmanı olan ABD emperyalist ve terörist hükümeti tarafından şehit edildi.
İslam İnkılabı Lideri İmam Hamanei’nin de buyurduğu gibi, Şehit Süleymani ve bu olaydaki diğer şehitlerin katillerini ağır bir intikam bekliyor. Şehit Süleymani direnişin uluslararası şahsiyetiydi ve direnişle ilgilenen herkes bu cinayet faillerinden intikam alınmasını istiyor”
Bilimsel Tekelciliğe Karşı Direnişin Bedeli
Bismillahirrahmanirrahim
İranlı bilim insanı Dr. Muhsin Fahrizade 27 Kasım 2020 tarihinde düzenlenen komplike bir terör saldırısıyla şehid edildi. Birinci dereceden devlet adamları düzeyinde koruma altına alınan Dr. Fahrizade’ye oldukça profesyonel, karmaşık ve uluslar arası çapta bir hazırlık ve koordinasyonla bir terör operasyonu gerçekleştirilmiştir.
Bu son olay, son onbeş yıl içerisinde İranlı bilim insanlarına karşı gerçekleştirilen ve şimdiye kadar beş seçkin bilim insanının şehadetiyle sonuçlanan onlarca terör eyleminden ilki olmadığı gibi sonuncusu da olmayacaktır.
Peki bu terör eylemlerini kim, niçin ve hangi amaçla yapmaktadır? Hangi güçler bu terörlerden medet ummakta ve yarar sağlamaktadır?
Bu soruların cevabı bilimin ve bilim insanlarının gücünü anlamakta yatıyor. Çünkü bilim teknoloji demektir; teknoloji kalkınma, güçlenme ve refah demektir.
Bugün yeryüzünde ekonomik, askeri, siyasal, kültürel ve medya alanlarında sulta kurmuş müstekbirler bu güçlerini bilimden almıştır. Bilim sayesinde, teknolojik ilerlemeler sayesinde başka milletlere ve özellikle de İslam dünyası üzerinde üstünlük sağlamış, yeryüzünde sultalarını şimdiye kadar bu sayede sürdürebilmişlerdir. Bilimsel ve teknolojik üstünlüklerini kaybettikleri zaman ekonomi, askeri, siyaset, kültür ve medya dalındaki sultaları da sona erecektir.
İki-üç yüzyıldan beri bilimi başka ülkeleri işgal, milletlerin zenginliklerini sömürü, kültürlerini ortadan kaldırma aracı olarak kullanan müstekbir güçler, bu üstünlüklerini kolayca kaybetmek istemedikleri için bilimsel çalışmaları ve teknolojik ilerlemeleri tekellerinde tutmaya özel bir önem verirler.
Emperyalist güçler, kendi imkanlarıyla bilimsel alanlarda ilerleme kaydeden milletlerin bilim insanlarını çeşitli yöntemlere başvurarak kontrol altında tutmaya, kendi hizmetlerine almaya çalışırlar. Kukla ve bağımlı rejimleri aracılığıyla bu insanların bilimsel ilerlemesini engellemek, yetenekli gençleri kendi üniversitelerine çekmek için burslar vermek, yetişmiş bilim adamlarını birtakım vaatlerle Batılı ülkelere göçe teşvik etmek bu konudaki yöntemlerin en alışılagelmiş olanlarıdır.
Bu alanda müstekbir güçlerden bağımsız olarak bilimsel çalışmalar başlatan ve bu güçlere teslim olmayan ülkelerin başında İran gelir. Bilimsel-tekonolojik ilerleme kaydetmeden Batı müstekbirliği ile baş etmenin imkansız olduğunun farkına varan İran, kendine bazı dallarda öncelikler belirleyince kıyamet kopmaya başladı.
Nükleer teknoloji İran’ın öncelik verdiği bilimsel alanlardan biridir. Sürdürülen propagandalarla oluşturulan yaygın görüşün aksine, nükleer teknoloji sadece askeri alanla sınırlı olmayıp temiz enerji üretiminden tutun insan sağlığını yakından ilgilendiren ilaçların üretimine, ziraat alanındaki ilerlemelerden tutun sanayinin çeşitli dallarına kadar kalkınmanın önemli faktörlerinden ve alt yapılardan biridir.
Nükleer teknolojiyi uğursuz sultalarını sürdürmek ve zayıf milletleri tehdit etmek için daha çok askeri alanda ön plana çıkaran emperyalist güçler halbuki ekonominin can damarı olan enerji üretiminde daha çok kullanmakta, insan yaşamının her alanında nükleer teknolojiyi hizmetlerine almış bulunmaktalar.
Kendi ülkelerinin refahı ve kalkınması İçin nükleer teknolojiyi her geçen gün daha geniş alanlarda kullanan müstekbir güçler sıra İran’a gelince “atom bombası yapabilir” iftirası ile bu ülkeyi nükleer teknoloji nimetinden mahrum bırakmayı amaçlamaktadırlar.
İran’ın tüm nükleer faaliyetlerini Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı uzmanlarınca teknik mekanizmalarla 24 saat boyunca gözetlemelerine ve NPT ek protokolü çerçevesinde istedikleri her merkezi defalarca denetlemelerine rağmen yine de bununla yetinmemekte ve İran’ın barışçıl/sivil nükleer faaliyetlerini durdurmak için bu dalda faaliyet gösteren bilim insanlarını öldürmek yoluna başvurmaktalar.
Niçin mi?
Çünkü İran, küresel sulta sistemine entegre olmamakta; sömürülerine, cinayetlerine kayıtsız kalmamakta, zalimlerle işbirliği yapmamaktadır.
Çünkü İran, başını ABD’nin çektiği müstekbir güçler ve işbirlikçilerinin işgalleri, yağmalamaları ve cinayetlerine karşı bölge halklarınca sürdürülen direniş hareketlerini desteklemektedir.
Çünkü İran, İslam coğrafyasının kalbine yerleştirilen kanser tümörü İsrail’in uğursuz varlığını kabul etmemektedir. Sulta sisteminin şımarık temsilcisi bu terör rejimi ortadan kaldırılmadıkça bölgede ve yeryüzünde barış ve huzurun sağlanamayacağını haykırmaktadır.
Çünkü İran, ülkeleri işgale uğrayan Lübnan, Filistin, Yemen, Suriye ve Irak halklarının yanında yer almakta, onları her açıdan desteklemektedir.
Çünkü İran, Batı emperyalizminin bilimsel-tekonolojik tekelciliğine karşı da direnmektedir. Bu doğrultuda bilimsel-teknolojik birikimlerini, bu cümleden olarak füze/roket teknolojisini direniş cephesinde yer alan halkların hizmetine sunmaktadır.
Ve işte bu cesurca duruşunun, bilimsel-teknolojik tekelciliğe karşı bu direnişinin bedelini seçkin bilim insanlarını şehid vererek ödemektedir.
İnsanlık düşmanları yaptırımlarla, ekonomik ablukayla, diplomatik baskıyla, yalan ve iftira dolu propagandalarla ve en çirkini terör eylemleriyle bu hareketin önünü alacaklarını sanıyor ve bölgedeki dostlarına moral verdiklerini sanıyorlar.
İslam düşmanları İran içerisinde dönem dönem iş başında bulunan basiretsiz ve İnkılabın ilkelerinden uzaklaşmış kişi ve çevrelerin uzlaşmacı tavırlarına bakarak yanlış hesap yapmaktadırlar.
Halbuki ne İslam coğrafyasındaki basiretsizlerin uzlaşmacı tavırları, ne de bölgedeki işbirlikçi kukla rejimler 41 yıl önce yükseltilmiş İnkılap bayrağını indirmekte sulta sistemine yardım edemeyecek ve bölge halklarının uyanış, diriliş ve direnişi karşısında kesinlikle yenilgiye uğrayacaklardır, o günler yakındır, inşallah.
Ziya Türkyılmaz
Zarif: Savaş istemiyoruz, ama savunmada asla tereddüt etmeyiz
Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif Amerika terör devletinin Fars körfezi bölgesinde kışkırtıcı askeri hareketlerine tepki gösterdi.
Dışişleri Bakanı Zarif twitter hesabında yaptığı açıklamada, İran İslam Cumhuriyeti savaş peşinde olmadığını, ancak milli çıkarlarını ve vatandaşlarını korumak ve savunmakta bir an bile tereddüt etmeyeceklerini vurguladı.
Zarif şöyle ekledi:
Amerika’da Donald Trump ve takımı korona virüs salgını ile mücadele etmek yerine milyarlarca doları B-52’leri havalandırma ve bölgemize savaş gemileri gönderme uğruna heba ediyor. Irak’tan gelen bilgiler de savaş için bahane üretme uğruna yeni bir kumpas kurulduğunu gösteriyor. İran İslam Cumhuriyeti savaş peşinde değildir, ancak milli çıkarlarını ve vatandaşlarını korumak ve savunmakta bir an bile tereddüt etmeyecektir.
ABD'den İran'a tehdit:Nükleer bombardıman uçağı gönderdi
Amerika Birleşik Devletleri, İran'ı nükleer bombardıman uçaklarıyla tehdit etti. ABD, muhtemel bir "İran tehdidine" karşı 2 B-52H tipi nükleer kapasiteli bombardıman uçağını Orta Doğu'ya gönderdiğini açıkladı.
ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığınca (CENTCOM) yapılan açıklamada, "5. Bombardıman Filosunun ana üssü Minor Hava Üssünden B-52H Stratofortress mürettebatı, ABD'nin bölge güvenliğine olan bağlılığını ortaya koymak ve kısa sürede devasa bir savaş gücünü hızlıca konuşlandırma kabiliyetini göstermek üzere bugün, Orta Doğu'da bulundu." ifadesi kullanıldı.
İRAN'A VE BÖLGEYE TEHDİT MESAJI
ABD'nin bölge güvenliğini yakından izlemeye devam ettiğine işaret edilen açıklamada, şu cümleye de yer verildi: "İki uçaklık konuşlandırma, aynı zamanda Amerikalılara ve Amerikan menfaatlerine zarar verme niyetinde olan herkese açık bir 'caydırma' mesajı göndermektedir."
ABD, daha önce de 2 kez Orta Doğu bölgesi üzerinden "B-52H" tipi uçaklarla uçuş yapmıştı.
HÜRMÜZ BOĞAZI'NDA TATBİKAT YAPMIŞTI
Amerika Birleşik Devletleri donanması geçtiğimiz hafta Hürmüz Boğazı'nda Suudi Arabistan Hava Kuvvetleri ile beraber ortak tatbikat düzenlemişti. ABD Donanması tatbikatı "USS Georgia, nükleer kapasiteli Ohio sınıfı güdümlü füze denizaltısı ile USS Port Royal ve USS Philippine Sea güdümlü füze kruvazörleri Basra Körfezi'ne girerken, Hürmüz Boğazı'nı geçti." ifadeleriyle duyurmuştu.
Yapılan bir başka açıklamada ise ABD ve Suudi Arabistan Hava ve Deniz Kuvvetlerinin Basra Körfezinde "Müşterek Entegrasyon Tatbikatı" düzenlediği belirtilmişti.
General Kasım Süleymani Röportajı: 33 Gün Savaşı’nın Bilinmeyenleri (2)
Savaşla ilgili aktardığım gerçeklerin doğru olduğunu, savaşın zor ve çok yoğun geçtiğini söyledi ve devam etti: “Ama ben bu savaşın Hendek Savaşı'na benzediğini düşünüyorum!” Rehber, Hendek Savaşı hakkındaki ayetleri okudu, Müslümanlara ve sahabeye hâkim olan o günkü psikolojik durumdan bahsetti. Daha sonra, “Bu savaşın zaferinin, Hendek Savaşı'ndaki zafere benzeyeceğine inanıyorum" dedi.
Muhabir: Savaş bu bahane üzerine başlatıldı ve Hizbullah'ın mevzilerine yoğun bir saldırı gerçekleştirildi. Lübnan Hizbullahı savaşın ilk saatlerinde ve günlerinde nasıl tepki verdi? Özellikle İsrail'in bu barbar saldırının sebebi olarak Hizbullah'ın esir alma operasyonunu gösterdiğini düşünürsek, bu durum normalde psikolojik bir baskı yaratmış olmalıdır.
Dikkat edilmesi gereken iki nokta var. Hizbullah, uzlaşılması mümkün olmayan bir düşmanla karşı karşıyaydı. Yani Hizbullah'ın görüşüne göre, dinî ve siyasî açıdan düşmanla uzlaşmak imkânsızdı. Düşman için de Hizbullah kabul edilemezdi. Dolayısıyla bu düşmanlık, sürekli bir düşmanlıktı ve bu yüzden de Hizbullah her zaman savunmaya hazırdı. Bu birinci noktadır.
Öte yandan Hizbullah hazırlıksız değildi ve şaşırmamıştı. Hizbullah'ın hazırlığı sadece bu operasyondan kaynaklı da değildi. Elbette bu operasyon diğer boyutlardaki hazırlığı ve uyanıklığı artırmıştır ama savaşçılar, tesisler ve teçhizat açısından hazırlık zaten yapılmıştı. Bugün de aynıdır. Yani Hizbullah her zaman yüzde yüz hazır durumdadır. Hizbullah'ın hazırlık durumu, sarı veya kırmızı alarmla ilan edilen farklı hazırlık düzeylerinin olabileceği diğerlerininki gibi değildir; ya da başta yüzde 30, sonra yüzde 70 ve son olarak yüzde 100 alarm durumundayız densin. Hayır, Hizbullah sürekli olarak yüzde 100 hazır durumdaydı. Hizbullah o gün de yüzde yüz hazırdı, bugün de yüzde yüz hazırdır. Bununla birlikte, hazır olmanın niteliği, imkânlar nedeniyle her dönemde farklıdır.
İkinci nokta, Hizbullah herhangi bir girişimde bulunmadan önce güvenlik hazırlıklarını gerçekleştirir. Dolayısıyla Hizbullah, kader belirleyici önemde bir tutsak takasını sağlamak için iki Siyonist askerin ele geçirilmesi operasyonuna karar verdiğinde, önce gerekli hazırlığı yaptı. Hazırlık iki seviyedeydi: yüzleşme için ve zayiatı azaltmak için.
İsrail rejimi 33 günlük savaş sırasında, özellikle askeri harekâtının ilk saat ve günlerinde, önceden hazırladığı bir veri bankasına dâhil ettiği tüm hedeflere saldırmıştı. Siyonist rejim, hava kuvvetlerine önceden hazırlanmış tüm hedeflerin listesini vermişti ve hava kuvvetleri, veri bankasında listelenen Hizbullah mevkilerinin kati coğrafi koordinatlarına göre harekete geçmişti. Ancak Hizbullah geliştirdiği önlemler sayesinde, insan kaynakları ve önemli tesisler noktasında en asgari zararı gördü. Hatta başlangıç saatleri itibariyle herhangi bir zarar görmediğini söyleyebiliriz.
Savaşın başlamasından on gün sonra düşman, bilgi bankasının sonuna geldiğini, yani Hizbullah ile ilgili belirlenen tüm hedeflerin vurulduğunu duyurdu. Ancak daha sonra, Hizbullah'ın harekât başlamadan önce aldığı önlemler, yenilikler ve düşman tepkisini öngörmesi sayesinde, İsrail'in yaptığı her şeyin kendi varsayımlarıyla çeliştiği ortaya çıktı.
Savaşın öngörülmesiyle ilgili olarak başka bir nokta da şudur: önceki tepki durumları göz önüne alındığında, genellikle bu tür olayların asla savaşa yol açmadığı görülür. Normalde, Siyonist rejim belli birkaç noktayı ve bölgeyi belli bir şiddette bir gün içerisinde vurur ve sonra da dururdu. Ancak bu sefer, çok erken dakikalardan itibaren, önceden tasarlanan tüm operasyon tamamen hayata geçirildi. Yani yürütmek istedikleri gizli planı tek seferde uygulamaya başladılar.
Tabii gizli bir plan olduğunu şimdi söylüyoruz. Savaşın başlamasından yaklaşık iki hafta sonra, bilgiden ziyade inançla bu noktaya varmıştık. Düşmanın önceden bir planı olduğu ve bizi gafil avlamak istediğinin kesin bilgisini ise savaşın neredeyse son günlerinde elde ettik ve bunu esas olarak düşmanın kendisi duyurduğu için anladık. Böylece, büyük bir patlayıcı ve barut deposunun tek bir kıvılcımla birden infilak etmesi gibi çok hızlı bir şekilde topyekûn bir savaş meydana geldi. Ve “33 Gün Savaşı” olarak adlandırılan bu büyük patlama gerçekleşti.
Olayın gerçekleştiği ilk gün Lübnan'a döndüm. Çünkü bir gün önce oradaydım. Aslında ilk önce Suriye'ye gittim ama tüm yollar saldırı altındaydı, özellikle tek resmi yol olan Lübnan-Suriye sınır geçiş yolu. Sürekli olarak uçaklar tarafından bombalanıyordu ve yolu bir saniye bile terk etmiyorlardı. Bu yüzden bir arkadaşımızla güvenli bir hat üzerinden iletişime geçtik ve İmad (Muğniye) beni almaya geldi, yarısı yürüyerek yarısı da araçla olmak üzere başka bir yol üzerinden Lübnan'a soktu. O dönemde, savaşın ağırlık merkezi, Hizbullah'ın idari binalarına odaklanmayı içeriyordu. Bunların çoğu güneydeydi ve kuzeyde ve merkezde de bazı noktalar vardı.
Yaklaşık ilk haftanın sonuna doğru savaş hakkında bilgi vermem için Tahran'a gitmem istendi. İkincil bir yoldan geri döndüm. O sırada İnkılâb Rehberi Meşhed'deydi ve aynı zamanda Milli Güvenlik Kurulu üyesi olan ve daha çok güvenlik ve istihbarat birimlerinde çalışan üst düzey yetkililer ile üç devlet erkinin başkanları arasında yapılan bir toplantıda kendisiyle görüşmek için huzuruna vardım.
Olayları rapor ettim. Raporum üzücü ve acı vericiydi. Yani, gözlemlerim zafer için herhangi bir umudu yansıtmıyordu. Savaş çok farklı, teknolojik bir savaştı. 12 katlı binalar tek bir bomba ile yerle bir ediliyordu. Hedefler hassasiyetle seçilmişti. Bu arada, savaşın hedefi Hizbullah'tan Şii topluluğuna çevrildiğinde, genel olarak Şii nüfuslu bir köydeki durum, Hıristiyan veya Sünni kardeşlerimizin yaşadığı bir köyden tamamen farklı hale gelmişti. Yani bir yerde insanlar güvende ve normal hayatlarını sürdürüp nargile içerken, başka bir yere binlerce mermi atılıyordu. Bütün bunları o toplantıda rapor ettim.
Namaz vakti gelmiş ve Rehber Hazretleri abdest almak için ayrılmıştı. Ben de öyle yaptım. Rehber abdest aldı ve henüz kolları sıvalıyken dönüş yolunda beni işaret etti ve yaklaşmamı istedi. “Bana raporunuz hakkında bir şey söylemek mi istiyorsunuz?” dedi. “Hayır, sadece gerçekleri anlatmak istedim” dedim. Rehber Hazretleri “Bunu anladım. Ama başka bir şey eklemek istemedin mi?” buyurdu. “Hayır” diye yanıt verdim.
Namaz kıldık ve toplantıya döndük. Raporum bitmişti. Rehber konuşmaya başladı. Birkaç noktadan bahsetti. Savaşla ilgili aktardığım gerçeklerin doğru olduğunu, savaşın zor ve çok yoğun geçtiğini söyledi ve devam etti: “Ama ben bu savaşın Hendek Savaşı'na benzediğini düşünüyorum!” Rehber, Hendek Savaşı hakkındaki ayetleri okudu, Müslümanlara ve sahabeye hâkim olan o günkü psikolojik durumdan bahsetti. Daha sonra, “Bu savaşın zaferinin, Hendek Savaşı'ndaki zafere benzeyeceğine inanıyorum" dedi. Benim yüreğim hopladı, zira askeri açıdan böyle bir şeye ihtimal vermiyordum. İçimden keşke Rehber bu savaşın zaferle sonuçlanacağını söylemeseydi dedim. Hendek Savaşı Peygamberin (s.a.a.) büyük bir zaferiydi.
Rehber daha sonra çok önemli başka iki noktadan bahsetti. Hazret ilk olarak “Bana öyle geliyor ki, İsrail bunun planını önceden hazırlamıştı ve sürpriz bir saldırı düzenleyerek Hizbullah'ı yok etmek istiyordu. Hizbullah'ın iki Siyonist askeri esir alan eylemi onların sürpriz planını bozdu” dedi. Ben bu bilgiye sahip değildim. Seyyid Nasrallah ve İmad bu bilgiye sahip değildi. Hiçbirimizde bu istihbarat yoktu.
Ben hep bu inanca sahip olmuşumdur ve arkadaşlarıma da söylemişimdir; Rehber'in huzurundaki yirmi yılım boyunca, O'ndaki takvanın sözlerinde, yüreğinde ve aklında nasıl bir bilgelik ve derin bir kavrayış doğurduğunu çok iyi gördüm. Bu nedenle bugün Rehber ne zaman bir şey hakkında şüphe duysa, konunun sonunda bir şekilde başarısız olacağına ve bize bir konuda güvence verdiğinde, bunun iyi sonuçlanacağına eminim.
Rehberin bu buyruğu benim için çok umut vericiydi, çünkü bu söz Seyyid'e çok yardımcı olacak ve endişelerini giderecekti. Özellikle de savaşın sonlarında şehid sayısı ve tahribat çok artmıştı. Seyyid'in bazı sözleri de beni çok etkilemişti, onları burada söylemek istemiyorum. Bu nedenle Rehber'in sözünü onun için çok olumlu buldum. Çünkü bazılarının “Hizbullah iki Siyonisti ele geçirmek için tüm Şii toplumunu neden tehlikeye attı?” diye gürültü etmeleri mümkündü. Ancak bu açıklama çok umut verici ve önemliydi, çünkü buna göre Hizbullah iki esir almakla sadece kendisini değil tüm Lübnan ulusunu da tam bir yıkımdan kurtarmış oluyordu.
Rehberin üçüncü buyruğunun manevi bir yönü vardı. Hizbullah üyelerine Cevşen-i Sağir (Küçük Cevşen) Duası'nı okumalarını tavsiye etti. Şiiler arasında daha çok bilinen Cevşen-i Kebir'dir. Cevşen-i Sağir, en azından halkın geneli nezdinde çok popüler değildir, seçkinlerin durumu hariç elbette. Rehber, bu duanın etkisinden şüphe etmememiz gerektiğini beyan etti. Hazret, Cevşen-i Sağir'in Allah ile konuşmak isteyen çaresiz durumdaki kişiler için olduğunu söyledi. Aynı gün Tahran'a oradan da Suriye'ye döndüm…
Devam edecek…
khamenei.ir
Çeviri: Ozan K. Sarıalioğlu
Medya Şafak
General Kasım Süleymani röportajı: 33 Gün Savaşı’nın bilinmeyenleri (1)
Sandalyeye oturduğunda 20 yıldır basına röportaj vermediğini söyledi. Kabaca bir hesaplamayla kendisine Kudüs Ordusu komutanlığının tevdi edilmesinden bu yana… Fakat söyleşinin konusu bu kez Hacı Kasım'ın bize olumlu yanıt vermesine neden oluyor: 33 Gün Savaşı. Konu Hacı Rıdvan'a gelince yavaş yavaş sesinin rengi değişiyor ve “Bugün ülkemizde ‘serdar' ve ‘emir' kelimeleri örfen kullanılır oldu fakat Şehid İmad Muğniye gerçek anlamıyla bir ‘komutan' idi” diyor. Her ne kadar bazı şeylerin söylenme vaktinin henüz gelmediğinden yana endişeli olsak da, Lübnan'da son gününe dek komutasında olduğu 33 Gün Savaşı'nda bizzat tanık oldukları şeylerin öyküsü bu iki saatlik söyleşiyi çok cazip kılıyor:
Konuyu 33 Gün Savaşı'nın gerçekleşmesine yol açan ortam ve şartlarla başlatmak istiyorum. Bu savaş Amerika'nın bölgeye askeri olarak dâhil olmasından, Afganistan ve Irak işgallerinden yaklaşık beş yıl sonra gerçekleşti. Bu esnada Amerika Irak'ta birçok sorunla pençeleşmekteydi ve Amerika'nın Yeni Ortadoğu Projesi'nin uygulanması pek çok problemle yüz yüze gelmişti. Fakat birden oyun sahasının değiştiğini, bu projenin uygulanması için Lübnan'ın seçildiğini ve 33 Gün Savaşı'nın vuku bulduğunu gördük. Bunun sebebi neydi?
Bismillahirrahmanirrahim. Şehidlerin Serveri Hüseyin b. Ali'nin (a.s.) şehadet günlerindeyiz, hepinize tesliyetlerimi arz ediyorum. 33 Gün Savaşı'nın bir dizi gizli etkeni vardı, bunlar savaşın gerçek nedenleriydiler. Bir de o gizli hedefler için bahane olan zahiri sebepler mevcuttu. Elbette bizim Siyonist rejimin hazırlıklarına dair istihbaratımız vardı fakat düşmanın ani bir sürpriz saldırı gerçekleştirmek istediği bilgisine sahip değildik. Savaş başladıktan sonra iki konuyla ilişkili olarak, sürpriz ve hızlı bir savaşla Hizbullah'ı yok etmek istedikleri sonucuna vardık. Fakat savaş biri bölgeyle diğeri de Siyonist rejimle ilgili olan iki önemli hadiseyle alakalı şartlar altında gerçekleşti. Bölgesel bağlamda Amerika 11 Eylül hadisesi nedeniyle bölgemizdeki askeri varlığını aşırı bir şekilde artırmıştı ve bunun benzerine niceliksel olarak neredeyse sadece İkinci Dünya Savaşı'nda tanık olunmuştu. Nitelik olarak ise o dönemde de böylesi söz konusu değildi.
Saddam'ın 1991 yılında Kuveyt'e saldırması ve bunun ardından ABD'nin hamlesi ve Saddam'ın yenilgisinden sonra Amerikan güçleri bölgemize iyice yerleşti. 11 Eylül'den sonraysa, Amerika'nın Afganistan ve Irak'a yaptığı iki ağır saldırı nedeniyle Amerika'nın silahaltındaki güçlerinin yaklaşık %40'ı doğrudan bölgemize girdi. Ardından bu süreç içerisinde yapılan değişiklikler ve intikaller nedeniyle yedek kuvvetlerini ve ulusal muhafızlarını da sahneye çektiler. Yani iç ve dış kuvvetleri olmak üzere Amerikan ordusunun yaklaşık %40'ı bölgemize girmiş oldu. Dolayısıyla sayıca çok büyük bir mevcudiyet kazandılar ve sadece Irak'ta 150 binden fazla askerleri vardı. 30 binden fazla Amerikan askeri de Afganistan'da idi. Bu sayıya Afganistan'daki yaklaşık 15 bin müttefik askeri dâhil değildi.
Kısacası 200 bin kişilik özel eğitim görmüş bir güç bölgemizde, Filistin'in yanında konumlandı. Bu mevcudiyet Siyonist rejim için tabiatıyla bazı fırsatlar doğurmaktaydı, yani Amerika'nın Irak'taki varlığı Suriyelilerin ülkelerindeki hareketlenmelerine engeldi. Suriye devleti için de tehdit sayılıyordu, aynı şekilde İran için de tehdit olarak değerlendiriliyordu. Dolayısıyla 2006 Savaşı'nda (33 Gün Savaşı) Irak coğrafyasına bakarsanız, Irak'ın bağlantı halkası mihver bir ülke, direnişin ana ülkesi olduğunu görürsünüz. Amerika yaklaşık 200 bin kişilik silahlı gücüyle, yüzlerce uçak, helikopter ve dahası binlerce zırhlı ekipman ile önümüzde bir bariyer icat etmiş oldu.
Amerika'nın bölgedeki bu askeri varlığı Siyonist rejime bu durumdan yararlanması ve girişimde bulunması fırsatı veriyordu doğal olarak. Şöyle ki bu azamet İran'ı ve Suriye'yi korkutup durdurmada etkili olacaktı ve bu iki yönetim karşılık veremeyecekti. Siyonist rejim bu tasavvuruna binaen, özellikle de ABD'de iktidarda olan hükümeti, yani ani karar veren aşırılıkçı Bush yönetimini ve Beyaz Saray'a hâkim, Siyonist rejim yanlısı ekibi göz önüne alarak savaş başlatmak için fırsatı uygun görmüştü. Dolayısıyla bu savaşın asıl nedeni, Siyonist rejimin Amerika'nın bölgedeki askeri varlığından, Saddam'ın düşüşünden ve Amerika'nın başlangıçtaki Afganistan zaferinden ve bölgede doğurduğu ağır korkudan yararlanmak istemesidir. Hatta Amerika bölgede ve dünyada kendi politikalarına muhalif siyasi grupların geniş bir bölümünü terörist gruplar olarak tanımlamıştı. Siyonist rejim bu durumdan istifade etmek istiyordu ve bir yıldırım savaşı için en iyi fırsatın doğduğunu düşünüyordu. Zira bu rejim 2000 yılında Hizbullah tarafından mağlup edilmiş, Lübnan'dan geri çekilmiş daha doğrusu firar etmişti. Tekrar Lübnan'a dönmek istiyordu, fakat bu defasında işgali değil de Güney Lübnan'daki demografiyi değiştirmeyi hedefliyordu.
Elbette bu mesele, yani asıl niyetlerinin Lübnan'daki demografik yapıyı tamamen değiştirmek olması, savaş sırasında, aşağı yukarı savaş başlar başlamaz belli olmuştu. Yani Güney Lübnan'daki kuvvetlerin ya da halkın Hizbullah ile mezhebi bir ilişkisi olan bölümünün mülteci olarak Lübnan'dan çıkmasını istiyorlardı. Rejim 1948 yılından sonra Filistinlilere yapılan planın benzeri Güney Lübnan'da da uygulansın, aynı proje Güney Lübnan'daki Şiiler için de gerçekleşsin ve onlar da Filistinlilerin başına geldiği gibi Lübnan, Suriye ve Arap dünyasının diğer noktalarındaki kamp ve çadırlara dağılsınlar istiyordu. Bu proje sonucunda Yasir Arafat bile Lübnan'daki üssünü Tunus'a taşımak zorunda kalmıştı ve gerçekte Siyonist rejim Filistin komutasını mülteci hale getirmişti. Aynı zihniyet Lübnan Şiileri için de geçerliydi. Savaş öncesi şartların açıklanmasından savaşa girdim ki bu konu tamamlansın.
Amerikalılar ve İsraillilerin iki önemli ifadeleri var. Savaşın başlarında Bush çok aptalca cümleler sarf etti ve kendi seviyesiyle münasip olan bu sözleri tekrarlamama gerek yok. Bunun daha terbiyeli biçimini (Condoleezza) Rice söyledi. Güney Lübnan'daki katliamlar ve çığlıklar zirveye ulaştığında ve teknolojik sarhoşluğun nihai noktasındaki bombardımanlar vuku bulduğunda, -öyle ki istedikleri her yeri teknolojik dakiklikle vurup yok ediyorlardı- Kana katliamını hazmettikten sonra Rice bu ifadeyi kullandı. O, uçaklar altındaki çocuk ve bebeklerin, kadınların, günahsız insanların çığlıklarını şu alçakça sözlerle, “Bu Yeni Ortadoğu'nun doğum sancısıdır” benzetmesi yaparak tanımlamıştı. Büyük bir hadisenin doğum çığlıkları… Dolayısıyla bu ifadeler de büyük bir projenin varlığını göstermektedir.
Fakat Siyonist rejimle ilgili başka bir nokta daha vardı. Rejim Filistin'de birkaç geminin eşlik edeceği büyük bir kamp inşasını planlamıştı. Lübnan'dan istediği kadar insanı alıp önce Filistin içinde 30 bin kişilik bir kampa nakledecek ve sonra da insanları ayırmaya başlayacaktı. Sıradan insanları diğer ülkelere yollayacak ve kendilerine göre suçluları ya da Hizbullah ile örgütsel bağları olanları tutuklayacaklardı. Bu yolculuk için bir de gemi ayarlamışlardı. Bu nedenle bu aşamadaki savaş kurunun yanında yaşı da yakan önceki savaşların aksine büyük bir teknolojik dikkatle yürütüldü. Yani onlar tek bir taifeyi hedeflediler, ilk önce Hizbullah'ı hedef almaya çalıştılar ama sonrasında hedeflerini genişleterek Güney'deki demografik değişimi tam olarak gerçekleştirmek için Güney Lübnan'daki tüm Şiilere yöneldiler. Ardından kendileri de bunu hedeflediklerini itiraf ettiler. Yani başta Olmert dedi, sonrasında savunma bakanı ve genelkurmay başkanları “Biz bu savaşı sürpriz bir şekilde başlatmayı hedefliyorduk ve eğer bu beklenmedik bir şekilde gerçekleşseydi Hizbullah'ın ana kadrosu geniş bir hava saldırısı sonucunda ortadan kalkacak ve Hizbullah örgütünün %30'dan fazlalık bölümü ilk aşamada ciddi bir darbe alacaktı” dediler. Sonraki aşamalarda da tamamen yok etme peşindeydiler.
Özetle daha önceden planlanmış bu saldırı geçmişteki savaşların tümünden farklıydı ve izlediği yol Hizbullah gibi bir örgütle savaş yolu değildi. Hedefi Lübnan'daki bir taifeyi söküp atmak ve başka bölgelere sürgün etmekti. Başka bir ifadeyle düşman zaferiyle şu sonucu elde etmek istiyordu: “Hizbullah'tan sonsuza kadar kurtulmak!” Hizbullah'tan kurtulmanın şartı da Lübnan halkının sadece güneyde değil Bekaa ve kuzey Lübnan'da yaşayan önemli bir kısmından kurtulmaktı.
Çok dikkat etmemiz gereken başka bir nokta da Arap ülkelerinin böylesi bir savaşta İsrail'i korumaya eğilim göstermeleri, Hizbullah'ın ve Şiilerin Güney Lübnan'dan sökülmesine razı olmalarıydı. Siyonist rejim en üst düzeyde yani başkanları Olmert ağzıyla bu meseleyi ilan etti ve “Arap ülkeleri bir Arap örgütüyle savaşımızda bizi ilk kez destekledi!” dedi. Elbette Arap ülkeleri derken kastı bunların tamamı değildi, daha çok Fars Körfezi havzasındakiler ve en başta da Âl-i Suud rejimiydi. Elbette doğal olarak Mısır'ı da içeriyordu ama o dönemde bazı istisnalar olduğunu da söyleyebilirdik. Irak idareden yoksundu ve o dönemde ülkenin başında Amerikalı bir asker vardı. Dolayısıyla Irak'ın yönetimi Amerikalıların elindeydi. Suriye'deki yönetim de Hafız Esad'ın vefatı nedeniyle genç bir hükümetti ve yeni işbaşı yapmıştı. Her halükarda ilk kez Arap ülkelerinin çoğu bir Arap örgütü karşısında İsrail'i savunmuştu ve bu Olmert tarafından belirtilen önemli ve ciddi bir gerçeklikti.
Öyleyse 33 Gün Savaşı'nın gizli hedefleri için üç noktayı göz önüne almalıyız: İlkin Amerika'nın Irak'taki varlığı ve hâkimiyeti ve Amerika'nın bölgedeki geniş mevcudiyetinin doğurduğu korkunun oluşturduğu fırsat. İkinci olarak Arap ülkelerinin Hizbullah'ın ortadan kaldırılması ve Güney Lübnan demografisini değiştirmede Siyonist rejimle gizli işbirliğine hazır olmaları. Üçüncü olarak da Siyonist rejimin Hizbullah'tan tam olarak kurtulmak için bu fırsattan yararlanmak istemesi.
Bu savaşın gizli nedenlerini çok iyi analiz ettiniz. Peki savaşın açık nedenleri ve bahaneleri nelerdi?
Hizbullah Lübnan halkına Siyonist rejimin pençesindeki mahpus gençleri ve Lübnanlı esirleri özgürleştirme sözü vermişti. Hizbullah'tan başka da bu sözü yerine getirebilecek hiçbir güç yoktu. Seyyid Nasrallah açıklamalarının birinde geçmişte gerçekleştiği gibi Hizbullah'ın Lübnanlı esirleri kurtarmak için harekete geçeceği sözünü vermişti. Dürzi, Müslüman ya da Hıristiyan esirleri olan tüm Lübnan halkının Hizbullah'tan başka ümidi ve sığınağı yoktu. Bugün de yoktur, yani her hadisede Lübnan milletinin bu vahşi yönetim karşısındaki temel dayanağı Hizbullah'tır. O gün de hem Hizbullah'tan başka bir dayanak bulunmuyordu, Hizbullah'ın da esir değişimi sağlanması için girişimde bulunmaktan başka çaresi yoktu. Zira Siyonist rejim diplomasiden anlamaz. Dili tüm boyutlarıyla şiddet dilidir ve karşısında bu dilden başkasına dikkat etmez. Araplar karşısındaki tavrı da bu şekildeydi. Dolayısıyla Hizbullah vaatlerine ya da Lübnan halkının beklentisine olumlu bir cevap vermek için bundan başka bir şey yapamazdı. Önceki esir değişimlerinde İsrail bazıları çok genç olan asıl esirleri serbest bırakmaya yanaşmamıştı. Bu ergenlerin uzun yıllar boyu cezaevinde kalanları gençlik ve orta yaşlık dönemine varmıştı. Hizbullah aslında ilk değişimlerde dışarı çıkamayan bu kişileri özgürleştirmeyi vadetmişti. İşte Hizbullah Lübnan halkına verdiği bu sözü yerine getirmek için operasyon gerçekleştirdi ve başarılı da oldu.
Şehid İmad Muğniye tarafından komuta edilen özel bir operasyon gerçekleştirildi. Ona ne ad koyayım bilemiyorum! Bugün aramızda yaygın olduğu şekilde “serdar-komutan” mı desem? Bugün ülkemizde “serdar” ve “emir” kelimelerini kullanmak adet oldu, fakat Şehid İmad Muğniye bu kelimenin ötesindeydi. O kelimenin gerçek anlamıyla “komutandı”, savaş sahnesindeki özellikleri Malik Eşter'e en çok benzeyen şahıstı diyebilirim belki de! Ben Emirülmüminin'in (a.s.) Malik'in şehadetinde büründüğü hali, onun şehadetinde de Direniş'te görüyordum. Malik'in şehadetinde İmam Ali'yi (a.s.) olağanüstü bir hüzün ve keder sarmıştı, bir ifadeye göre minberde ağladı ve “Ne Malik'ti! Eğer dağ olsaydı yüce ve büyük bir dağ olurdu, taş olsaydı kırılmaz, sert bir taş olurdu! Bilin ve Allah'a and olsun ki ölümün ey Malik, bir âlemi viran etti ve başka bir âlemi de mutlu kıldı! Ağlayanlar Malik gibi birisine ağlasınlar! Malik gibi bir yardımcı görülür mü artık? Malik gibi birisi var mı? ...” dedi. Emirülmüminin'in (a.s.) “Malik'in benimle durumu benim Resûlullah (s.a.a.) ile olan durumum gibidir!” cümlesi çok önemlidir.
İmad'ın meselesinde de durum aynıydı. İmad'ın Direniş'le ilişkisi arz ettiğim bu özelliklere sahipti. Eğer aramızda yaygın olan bu örfi sohbetleri geçersek Emirülmüminin'in (a.s) Malik için kullandığı cümleyi bizim de İmad için sarf etmemiz gerekir. İmad işte böyle bir şahsiyete sahipti.
İmad, pek çok zorlu sahnenin idaresini uhdesine aldığı gibi bu özel operasyonun sorumluluğunu da üzerine almıştı ve onu çok yakından komuta ediyordu. Operasyonu başarılı oldu, İşgal Edilmiş Filistin toprakları içerisinde Siyonist rejimin askeri bir aracını hedef aldı ve içerideki iki askeri yaralı olarak ele geçirmeyi başardı. Operasyonun öncesiyle işim yok, bu operasyon bir günlük bir operasyon değildi, hazırlık aşaması birkaç ay sürmüş ve Siyonist rejim gözlem altına alınmıştı. Operasyonda Direniş'in Seyyidi Hasan Nasrallah, Lübnan Direnişi'nin başkomutanı sıfatıyla bir dizi önlem de almıştı. Hizbullah'ın cihadî sorumlusu ve bu sahnenin yönetmeni İmad Muğniye (r.a.) bu operasyona hazırlık için bazı çok önemli girişimlerde bulunmuştu. Bunlar bahsimizin konusu olmadığı için şimdi bunu ele almamız zorunlu değil. Fakat bu operasyon gerçekte tek değil dört operasyondu, dört ayrı özel operasyon. Biri operasyonun planlanması, ikincisi saldırının mekân ve zamanının teşhisi, üçüncüsü Siyonist rejimin çok yoğun ve geniş bir bölgeye yayılmış yüksek dikenli tellerini aşarak eylem bölgesine ulaşmaktı. Amaç sadece hedefi vurmak olmadığı için sınırı aşmak ve gidip o taraftan esirleri getirmek de gerekiyordu. Dolayısıyla araçtaki tüm askerlerin öldürülmemesi için tüm görevlerin büyük bir dikkatle yerine getirilmesi zorunluydu. Dördüncü olarak da çok süratli olunmalıydı; çeyrek saat, yarım saat değil birkaç dakikada ve saniyeler içerisinde gerçekleşmeliydi. Düşman gelmeden esirleri güvenli noktaya taşımalıydılar. Genelde düşmanın kara çatışmalarında operasyon noktasına varması birkaç dakika çeker, hava çatışmalarında düşmanın ulaşması çok daha hızlıdır. Bu nedenle operasyondan önce şartlar çok dikkatli bir şekilde incelendi. İmad Muğniye'nin özelliklerinden biri de potansiyellere ve ayrıntılara olan dikkatiydi. Genelde operasyonu yakından bizzat idare ettiği için planlamayı da icrayı da üzerine almıştı ve İmad muvaffak oldu.
General Kasım Süleymani röportajı: 33 Gün Savaşı’nın bilinmeyenleri (1)
Sandalyeye oturduğunda 20 yıldır basına röportaj vermediğini söyledi. Kabaca bir hesaplamayla kendisine Kudüs Ordusu komutanlığının tevdi edilmesinden bu yana… Fakat söyleşinin konusu bu kez Hacı Kasım'ın bize olumlu yanıt vermesine neden oluyor: 33 Gün Savaşı. Konu Hacı Rıdvan'a gelince yavaş yavaş sesinin rengi değişiyor ve “Bugün ülkemizde ‘serdar' ve ‘emir' kelimeleri örfen kullanılır oldu fakat Şehid İmad Muğniye gerçek anlamıyla bir ‘komutan' idi” diyor. Her ne kadar bazı şeylerin söylenme vaktinin henüz gelmediğinden yana endişeli olsak da, Lübnan'da son gününe dek komutasında olduğu 33 Gün Savaşı'nda bizzat tanık oldukları şeylerin öyküsü bu iki saatlik söyleşiyi çok cazip kılıyor:
Konuyu 33 Gün Savaşı'nın gerçekleşmesine yol açan ortam ve şartlarla başlatmak istiyorum. Bu savaş Amerika'nın bölgeye askeri olarak dâhil olmasından, Afganistan ve Irak işgallerinden yaklaşık beş yıl sonra gerçekleşti. Bu esnada Amerika Irak'ta birçok sorunla pençeleşmekteydi ve Amerika'nın Yeni Ortadoğu Projesi'nin uygulanması pek çok problemle yüz yüze gelmişti. Fakat birden oyun sahasının değiştiğini, bu projenin uygulanması için Lübnan'ın seçildiğini ve 33 Gün Savaşı'nın vuku bulduğunu gördük. Bunun sebebi neydi?
Bismillahirrahmanirrahim. Şehidlerin Serveri Hüseyin b. Ali'nin (a.s.) şehadet günlerindeyiz, hepinize tesliyetlerimi arz ediyorum. 33 Gün Savaşı'nın bir dizi gizli etkeni vardı, bunlar savaşın gerçek nedenleriydiler. Bir de o gizli hedefler için bahane olan zahiri sebepler mevcuttu. Elbette bizim Siyonist rejimin hazırlıklarına dair istihbaratımız vardı fakat düşmanın ani bir sürpriz saldırı gerçekleştirmek istediği bilgisine sahip değildik. Savaş başladıktan sonra iki konuyla ilişkili olarak, sürpriz ve hızlı bir savaşla Hizbullah'ı yok etmek istedikleri sonucuna vardık. Fakat savaş biri bölgeyle diğeri de Siyonist rejimle ilgili olan iki önemli hadiseyle alakalı şartlar altında gerçekleşti. Bölgesel bağlamda Amerika 11 Eylül hadisesi nedeniyle bölgemizdeki askeri varlığını aşırı bir şekilde artırmıştı ve bunun benzerine niceliksel olarak neredeyse sadece İkinci Dünya Savaşı'nda tanık olunmuştu. Nitelik olarak ise o dönemde de böylesi söz konusu değildi.
Saddam'ın 1991 yılında Kuveyt'e saldırması ve bunun ardından ABD'nin hamlesi ve Saddam'ın yenilgisinden sonra Amerikan güçleri bölgemize iyice yerleşti. 11 Eylül'den sonraysa, Amerika'nın Afganistan ve Irak'a yaptığı iki ağır saldırı nedeniyle Amerika'nın silahaltındaki güçlerinin yaklaşık %40'ı doğrudan bölgemize girdi. Ardından bu süreç içerisinde yapılan değişiklikler ve intikaller nedeniyle yedek kuvvetlerini ve ulusal muhafızlarını da sahneye çektiler. Yani iç ve dış kuvvetleri olmak üzere Amerikan ordusunun yaklaşık %40'ı bölgemize girmiş oldu. Dolayısıyla sayıca çok büyük bir mevcudiyet kazandılar ve sadece Irak'ta 150 binden fazla askerleri vardı. 30 binden fazla Amerikan askeri de Afganistan'da idi. Bu sayıya Afganistan'daki yaklaşık 15 bin müttefik askeri dâhil değildi.
Kısacası 200 bin kişilik özel eğitim görmüş bir güç bölgemizde, Filistin'in yanında konumlandı. Bu mevcudiyet Siyonist rejim için tabiatıyla bazı fırsatlar doğurmaktaydı, yani Amerika'nın Irak'taki varlığı Suriyelilerin ülkelerindeki hareketlenmelerine engeldi. Suriye devleti için de tehdit sayılıyordu, aynı şekilde İran için de tehdit olarak değerlendiriliyordu. Dolayısıyla 2006 Savaşı'nda (33 Gün Savaşı) Irak coğrafyasına bakarsanız, Irak'ın bağlantı halkası mihver bir ülke, direnişin ana ülkesi olduğunu görürsünüz. Amerika yaklaşık 200 bin kişilik silahlı gücüyle, yüzlerce uçak, helikopter ve dahası binlerce zırhlı ekipman ile önümüzde bir bariyer icat etmiş oldu.
Amerika'nın bölgedeki bu askeri varlığı Siyonist rejime bu durumdan yararlanması ve girişimde bulunması fırsatı veriyordu doğal olarak. Şöyle ki bu azamet İran'ı ve Suriye'yi korkutup durdurmada etkili olacaktı ve bu iki yönetim karşılık veremeyecekti. Siyonist rejim bu tasavvuruna binaen, özellikle de ABD'de iktidarda olan hükümeti, yani ani karar veren aşırılıkçı Bush yönetimini ve Beyaz Saray'a hâkim, Siyonist rejim yanlısı ekibi göz önüne alarak savaş başlatmak için fırsatı uygun görmüştü. Dolayısıyla bu savaşın asıl nedeni, Siyonist rejimin Amerika'nın bölgedeki askeri varlığından, Saddam'ın düşüşünden ve Amerika'nın başlangıçtaki Afganistan zaferinden ve bölgede doğurduğu ağır korkudan yararlanmak istemesidir. Hatta Amerika bölgede ve dünyada kendi politikalarına muhalif siyasi grupların geniş bir bölümünü terörist gruplar olarak tanımlamıştı. Siyonist rejim bu durumdan istifade etmek istiyordu ve bir yıldırım savaşı için en iyi fırsatın doğduğunu düşünüyordu. Zira bu rejim 2000 yılında Hizbullah tarafından mağlup edilmiş, Lübnan'dan geri çekilmiş daha doğrusu firar etmişti. Tekrar Lübnan'a dönmek istiyordu, fakat bu defasında işgali değil de Güney Lübnan'daki demografiyi değiştirmeyi hedefliyordu.
Elbette bu mesele, yani asıl niyetlerinin Lübnan'daki demografik yapıyı tamamen değiştirmek olması, savaş sırasında, aşağı yukarı savaş başlar başlamaz belli olmuştu. Yani Güney Lübnan'daki kuvvetlerin ya da halkın Hizbullah ile mezhebi bir ilişkisi olan bölümünün mülteci olarak Lübnan'dan çıkmasını istiyorlardı. Rejim 1948 yılından sonra Filistinlilere yapılan planın benzeri Güney Lübnan'da da uygulansın, aynı proje Güney Lübnan'daki Şiiler için de gerçekleşsin ve onlar da Filistinlilerin başına geldiği gibi Lübnan, Suriye ve Arap dünyasının diğer noktalarındaki kamp ve çadırlara dağılsınlar istiyordu. Bu proje sonucunda Yasir Arafat bile Lübnan'daki üssünü Tunus'a taşımak zorunda kalmıştı ve gerçekte Siyonist rejim Filistin komutasını mülteci hale getirmişti. Aynı zihniyet Lübnan Şiileri için de geçerliydi. Savaş öncesi şartların açıklanmasından savaşa girdim ki bu konu tamamlansın.
Amerikalılar ve İsraillilerin iki önemli ifadeleri var. Savaşın başlarında Bush çok aptalca cümleler sarf etti ve kendi seviyesiyle münasip olan bu sözleri tekrarlamama gerek yok. Bunun daha terbiyeli biçimini (Condoleezza) Rice söyledi. Güney Lübnan'daki katliamlar ve çığlıklar zirveye ulaştığında ve teknolojik sarhoşluğun nihai noktasındaki bombardımanlar vuku bulduğunda, -öyle ki istedikleri her yeri teknolojik dakiklikle vurup yok ediyorlardı- Kana katliamını hazmettikten sonra Rice bu ifadeyi kullandı. O, uçaklar altındaki çocuk ve bebeklerin, kadınların, günahsız insanların çığlıklarını şu alçakça sözlerle, “Bu Yeni Ortadoğu'nun doğum sancısıdır” benzetmesi yaparak tanımlamıştı. Büyük bir hadisenin doğum çığlıkları… Dolayısıyla bu ifadeler de büyük bir projenin varlığını göstermektedir.
Fakat Siyonist rejimle ilgili başka bir nokta daha vardı. Rejim Filistin'de birkaç geminin eşlik edeceği büyük bir kamp inşasını planlamıştı. Lübnan'dan istediği kadar insanı alıp önce Filistin içinde 30 bin kişilik bir kampa nakledecek ve sonra da insanları ayırmaya başlayacaktı. Sıradan insanları diğer ülkelere yollayacak ve kendilerine göre suçluları ya da Hizbullah ile örgütsel bağları olanları tutuklayacaklardı. Bu yolculuk için bir de gemi ayarlamışlardı. Bu nedenle bu aşamadaki savaş kurunun yanında yaşı da yakan önceki savaşların aksine büyük bir teknolojik dikkatle yürütüldü. Yani onlar tek bir taifeyi hedeflediler, ilk önce Hizbullah'ı hedef almaya çalıştılar ama sonrasında hedeflerini genişleterek Güney'deki demografik değişimi tam olarak gerçekleştirmek için Güney Lübnan'daki tüm Şiilere yöneldiler. Ardından kendileri de bunu hedeflediklerini itiraf ettiler. Yani başta Olmert dedi, sonrasında savunma bakanı ve genelkurmay başkanları “Biz bu savaşı sürpriz bir şekilde başlatmayı hedefliyorduk ve eğer bu beklenmedik bir şekilde gerçekleşseydi Hizbullah'ın ana kadrosu geniş bir hava saldırısı sonucunda ortadan kalkacak ve Hizbullah örgütünün %30'dan fazlalık bölümü ilk aşamada ciddi bir darbe alacaktı” dediler. Sonraki aşamalarda da tamamen yok etme peşindeydiler.
Özetle daha önceden planlanmış bu saldırı geçmişteki savaşların tümünden farklıydı ve izlediği yol Hizbullah gibi bir örgütle savaş yolu değildi. Hedefi Lübnan'daki bir taifeyi söküp atmak ve başka bölgelere sürgün etmekti. Başka bir ifadeyle düşman zaferiyle şu sonucu elde etmek istiyordu: “Hizbullah'tan sonsuza kadar kurtulmak!” Hizbullah'tan kurtulmanın şartı da Lübnan halkının sadece güneyde değil Bekaa ve kuzey Lübnan'da yaşayan önemli bir kısmından kurtulmaktı.
Çok dikkat etmemiz gereken başka bir nokta da Arap ülkelerinin böylesi bir savaşta İsrail'i korumaya eğilim göstermeleri, Hizbullah'ın ve Şiilerin Güney Lübnan'dan sökülmesine razı olmalarıydı. Siyonist rejim en üst düzeyde yani başkanları Olmert ağzıyla bu meseleyi ilan etti ve “Arap ülkeleri bir Arap örgütüyle savaşımızda bizi ilk kez destekledi!” dedi. Elbette Arap ülkeleri derken kastı bunların tamamı değildi, daha çok Fars Körfezi havzasındakiler ve en başta da Âl-i Suud rejimiydi. Elbette doğal olarak Mısır'ı da içeriyordu ama o dönemde bazı istisnalar olduğunu da söyleyebilirdik. Irak idareden yoksundu ve o dönemde ülkenin başında Amerikalı bir asker vardı. Dolayısıyla Irak'ın yönetimi Amerikalıların elindeydi. Suriye'deki yönetim de Hafız Esad'ın vefatı nedeniyle genç bir hükümetti ve yeni işbaşı yapmıştı. Her halükarda ilk kez Arap ülkelerinin çoğu bir Arap örgütü karşısında İsrail'i savunmuştu ve bu Olmert tarafından belirtilen önemli ve ciddi bir gerçeklikti.
Öyleyse 33 Gün Savaşı'nın gizli hedefleri için üç noktayı göz önüne almalıyız: İlkin Amerika'nın Irak'taki varlığı ve hâkimiyeti ve Amerika'nın bölgedeki geniş mevcudiyetinin doğurduğu korkunun oluşturduğu fırsat. İkinci olarak Arap ülkelerinin Hizbullah'ın ortadan kaldırılması ve Güney Lübnan demografisini değiştirmede Siyonist rejimle gizli işbirliğine hazır olmaları. Üçüncü olarak da Siyonist rejimin Hizbullah'tan tam olarak kurtulmak için bu fırsattan yararlanmak istemesi.
Bu savaşın gizli nedenlerini çok iyi analiz ettiniz. Peki savaşın açık nedenleri ve bahaneleri nelerdi?
Hizbullah Lübnan halkına Siyonist rejimin pençesindeki mahpus gençleri ve Lübnanlı esirleri özgürleştirme sözü vermişti. Hizbullah'tan başka da bu sözü yerine getirebilecek hiçbir güç yoktu. Seyyid Nasrallah açıklamalarının birinde geçmişte gerçekleştiği gibi Hizbullah'ın Lübnanlı esirleri kurtarmak için harekete geçeceği sözünü vermişti. Dürzi, Müslüman ya da Hıristiyan esirleri olan tüm Lübnan halkının Hizbullah'tan başka ümidi ve sığınağı yoktu. Bugün de yoktur, yani her hadisede Lübnan milletinin bu vahşi yönetim karşısındaki temel dayanağı Hizbullah'tır. O gün de hem Hizbullah'tan başka bir dayanak bulunmuyordu, Hizbullah'ın da esir değişimi sağlanması için girişimde bulunmaktan başka çaresi yoktu. Zira Siyonist rejim diplomasiden anlamaz. Dili tüm boyutlarıyla şiddet dilidir ve karşısında bu dilden başkasına dikkat etmez. Araplar karşısındaki tavrı da bu şekildeydi. Dolayısıyla Hizbullah vaatlerine ya da Lübnan halkının beklentisine olumlu bir cevap vermek için bundan başka bir şey yapamazdı. Önceki esir değişimlerinde İsrail bazıları çok genç olan asıl esirleri serbest bırakmaya yanaşmamıştı. Bu ergenlerin uzun yıllar boyu cezaevinde kalanları gençlik ve orta yaşlık dönemine varmıştı. Hizbullah aslında ilk değişimlerde dışarı çıkamayan bu kişileri özgürleştirmeyi vadetmişti. İşte Hizbullah Lübnan halkına verdiği bu sözü yerine getirmek için operasyon gerçekleştirdi ve başarılı da oldu.
Şehid İmad Muğniye tarafından komuta edilen özel bir operasyon gerçekleştirildi. Ona ne ad koyayım bilemiyorum! Bugün aramızda yaygın olduğu şekilde “serdar-komutan” mı desem? Bugün ülkemizde “serdar” ve “emir” kelimelerini kullanmak adet oldu, fakat Şehid İmad Muğniye bu kelimenin ötesindeydi. O kelimenin gerçek anlamıyla “komutandı”, savaş sahnesindeki özellikleri Malik Eşter'e en çok benzeyen şahıstı diyebilirim belki de! Ben Emirülmüminin'in (a.s.) Malik'in şehadetinde büründüğü hali, onun şehadetinde de Direniş'te görüyordum. Malik'in şehadetinde İmam Ali'yi (a.s.) olağanüstü bir hüzün ve keder sarmıştı, bir ifadeye göre minberde ağladı ve “Ne Malik'ti! Eğer dağ olsaydı yüce ve büyük bir dağ olurdu, taş olsaydı kırılmaz, sert bir taş olurdu! Bilin ve Allah'a and olsun ki ölümün ey Malik, bir âlemi viran etti ve başka bir âlemi de mutlu kıldı! Ağlayanlar Malik gibi birisine ağlasınlar! Malik gibi bir yardımcı görülür mü artık? Malik gibi birisi var mı? ...” dedi. Emirülmüminin'in (a.s.) “Malik'in benimle durumu benim Resûlullah (s.a.a.) ile olan durumum gibidir!” cümlesi çok önemlidir.
İmad'ın meselesinde de durum aynıydı. İmad'ın Direniş'le ilişkisi arz ettiğim bu özelliklere sahipti. Eğer aramızda yaygın olan bu örfi sohbetleri geçersek Emirülmüminin'in (a.s) Malik için kullandığı cümleyi bizim de İmad için sarf etmemiz gerekir. İmad işte böyle bir şahsiyete sahipti.
İmad, pek çok zorlu sahnenin idaresini uhdesine aldığı gibi bu özel operasyonun sorumluluğunu da üzerine almıştı ve onu çok yakından komuta ediyordu. Operasyonu başarılı oldu, İşgal Edilmiş Filistin toprakları içerisinde Siyonist rejimin askeri bir aracını hedef aldı ve içerideki iki askeri yaralı olarak ele geçirmeyi başardı. Operasyonun öncesiyle işim yok, bu operasyon bir günlük bir operasyon değildi, hazırlık aşaması birkaç ay sürmüş ve Siyonist rejim gözlem altına alınmıştı. Operasyonda Direniş'in Seyyidi Hasan Nasrallah, Lübnan Direnişi'nin başkomutanı sıfatıyla bir dizi önlem de almıştı. Hizbullah'ın cihadî sorumlusu ve bu sahnenin yönetmeni İmad Muğniye (r.a.) bu operasyona hazırlık için bazı çok önemli girişimlerde bulunmuştu. Bunlar bahsimizin konusu olmadığı için şimdi bunu ele almamız zorunlu değil. Fakat bu operasyon gerçekte tek değil dört operasyondu, dört ayrı özel operasyon. Biri operasyonun planlanması, ikincisi saldırının mekân ve zamanının teşhisi, üçüncüsü Siyonist rejimin çok yoğun ve geniş bir bölgeye yayılmış yüksek dikenli tellerini aşarak eylem bölgesine ulaşmaktı. Amaç sadece hedefi vurmak olmadığı için sınırı aşmak ve gidip o taraftan esirleri getirmek de gerekiyordu. Dolayısıyla araçtaki tüm askerlerin öldürülmemesi için tüm görevlerin büyük bir dikkatle yerine getirilmesi zorunluydu. Dördüncü olarak da çok süratli olunmalıydı; çeyrek saat, yarım saat değil birkaç dakikada ve saniyeler içerisinde gerçekleşmeliydi. Düşman gelmeden esirleri güvenli noktaya taşımalıydılar. Genelde düşmanın kara çatışmalarında operasyon noktasına varması birkaç dakika çeker, hava çatışmalarında düşmanın ulaşması çok daha hızlıdır. Bu nedenle operasyondan önce şartlar çok dikkatli bir şekilde incelendi. İmad Muğniye'nin özelliklerinden biri de potansiyellere ve ayrıntılara olan dikkatiydi. Genelde operasyonu yakından bizzat idare ettiği için planlamayı da icrayı da üzerine almıştı ve İmad muvaffak oldu.
İran: Fahrizade yapay zekaya sahip silahla öldürüldü
İran Devrim Muhafızları'nın üst düzey komutanlarından Tuğamiral Ali Fadavi, geçen hafta öldürülen ülkenin nükleer programının kilit isimlerinden fizik profesörü Muhsin Fahrizade suikastında uydudan kontrol edilen ve yapay zekaya sahip bir silahın kullanıldığını açıkladı.
İran basınında yer alan haberlere göre, Fadavi, kullanılan silahın Fahrizade'nin yüzüne odaklandığını ve 13 el ateş ettiğini belirtti.
Fadavi, olay sırasında Fahrizade'nin yanında 11 koruma görevlisi olduğunu ve yakın korumasına dört merminin isabet ettiğini sözlerine ekledi.
Fadavi, silahın yol kenarındaki pikabın üstüne yerleştirildiğini vurgulayarak, 'Silah yalnızca Fahrizade'nin yüzünü hedef aldı. Kendisine yalnızca 25 santimetre mesafedeki eşinin burnu bile kanamadı' dedi.
Fadavi, silahın uydu üzerinden 'internetten kontrol edildiğini' ve hedef alırken gelişmiş kamera ile yapay zeka teknolojilerini kullandığını sözlerine ekledi.
İran'ın nükleer programının mimarı olarak görülen nükleer fizikçi Muhsin Fahrizade, kasım ayı sonunda başkent Tahran yakınlarında uğradığı silahlı saldırı sonucu yaşamını yitirdi.
İranlı yetkililer, daha önce suikasttan dolayı İsrail'i ve Halkın Mücahitleri Örgütü'nü suçlayan açıklamalar yapmıştı.
İran basınında, Fahrizade'nin suikastına ilişkin farklı bilgilere içeren haberler yer almıştı. Bazı haberlerde, Fahrizade'nin açılan çapraz ateş, diğer haberlerde ise patlama sonucu yaşamını yitirdiği belirtilmişti.
Diplomasiyi öldürmenin en pervasız yolu
“Ne teyit ne inkar” İsrail’in klasik siyaseti. Fakat dün New York Times’a konuşan kıdemli bir İsrailli yetkili “Dünya İsrail'e teşekkür etmeli" demekten kendini alamadı. Demek ki bunun kredisi oralarda baş döndürüyor!
Amerikan yönetiminin hegemonik karalama defterinde İran küresel terörün baş destekçisi. Devrim Muhafızları, Nisan 2019’dan beri ABD’nin resmen terör örgütleri listesinde. İran’ın içerde ve dışarda muhaliflerine karşı berbat sicili bir kenara devlet terörü icra etmede ABD ve onun koruyup kolladığı İsrail’in liderliği tartışılmaz. İsrail’in en usta olduğu alan suikast tertibi. Çoğu Amerikan onaylı.
Ocakta Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin Amerikan füzesiyle öldürülmesinin ardından İran’ın nükleer programının öncülerinden Muhsin Fahrizade 27 Kasım’da Tahran yakınlarındaki Abserd’de suikasta kurban gitti. İran’a göre İsrail sorumlu.
İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, Nisan 2018’de Mossad’ın, İran nükleer çalışmalarından ele geçirdiğine dair belgeleri açıklarken “Bu ismi unutmayın” diyerek Fahrizade’yi hedef göstermişti. Aynı yıl İsrailli yetkililer Mossad'ın Fahrizade’ye suikast girişiminde bulunduğunu belirtmişti. Son olayda İsrail’in rolü sorulunca Netanyahu “Bu hafta yaptıklarımın tamamını sizlerle paylaşamam” yanıtını verdi. Meali; ben söylemeyeyim ama siz benim hesabıma yazın!
“Ne teyit ne inkar” İsrail’in klasik siyaseti. Fakat dün New York Times’a konuşan kıdemli bir İsrailli yetkili “Dünya İsrail'e teşekkür etmeli" demekten kendini alamadı. Demek ki bunun kredisi oralarda baş döndürüyor!
ABD Başkanı Donald Trump da “Benim payımı da not edin” dercesine İsrailli gazeteci Yossi Melman'ın İngilizce ve İbranice tweet'lerini paylaştı. Melman “Mossad tarafından yıllardır aranıyordu. Ölümü İran için büyük bir darbe" diyordu.
İran 2007'den bu yana sekizinci nükleer bilimcisini kurban verdi. 2007’de nükleer bilimci Erşid Hüseyinpur uranyum zehirlenmesiyle gitti. 2010’da fizik profesörü Mesud Ali Muhammedi evinden çıkarken bombayla öldürüldü. Zanlı Mecid Feşi bomba eğitimini Mossad’dan aldığını ve bu iş için 120 bin dolar ödendiğini itiraf etti. Aynı yıl nükleer fizikçi Mecid Şehriyari bir motosikletlinin otomobiline yapıştırdığı bombayla öldü. Bir süre sonra Feridun Abbasi aynı taktikle öldürülecekken araçtan atlayıp kurtuldu. 2011’de Daryuş Rızayinejad evinin önünde silahla öldürüldü. Mustafa Ahmedi Ruşen de Şehriyari gibi öldürüldü. Sanal savaş boyutunda ise 2011’de Stuxnet virüsle nükleer tesislere saldırıldı.
Bu yıl ‘azami baskı’ siyasetinin sadece yaptırım ve ablukaları değil sabotajları da içerdiğini gördük. 26 Haziran’da Parçin’deki askeri üste, 30 Haziran’da Hocir’deki askeri üste, 2 Temmuz’da Natanz nükleer tesisinde ve 17 Temmuz’da İsfahan’daki elektrik santralinde patlamalar oldu.
Süleymani gibi Fahrizade de çok simgesel bir kayıp fakat bir uzmanın öldürülmesi nükleer programın sonu değil. Kuşkusuz suikast ve sabotajlar İran’ın saldırıya açık, kırılgan ve zaaf içinde olduğunu gösteriyor. Bu algı, azami baskı siyasetini teşekküllü bir çökertme stratejisine dönüştürmek isteyenler için cesaret kaynağı olabilir. Ancak İranlı uzmanlar, Devrim Muhafızları’nın geçmişteki başarısızlıklar üzerine kafa yorup ciddi yatırımlar yaptığını, bugün balistik füze ve siber saldırıları önleme programı gibi hamlelerin böyle ortaya çıktığını söylüyor. Özetle birçoğu “Kısa süreliğine duraksama olur ama programlar sürer” diyor.
***
İran genelde bu tür saldırılarda Halkın Mücahitleri örgütünün kullanıldığı şüphesi üzerinde duruyor. Bu örgüt 2012’de ABD’nin terör örgütleri listesinden çıkarıldıktan sonra Amerikalıların gözünde rejim değiştirme aparatı olarak kıymete bindi. Örgütle dirsek temasına geçenler arasında Trump’ın avukatı Rudy Giuliani, eski CIA başkanları James Woolsey ve Porter Goss, eski FBI Başkanı Louis Freeh, eski İç Güvenlik Bakanı Tom Ridge, eski Adalet Bakanı Michael Mukasey, eski Ulusal Güvenlik Danışmanı General James Jones gibi isimler vardı. Örgütün finansal kaynaklarına bakarken görülmesi gereken bir diğer yer Suudi istihbaratı. Eski Şef Prens Turki bin Faysal örgütün 2016 ve 2017’deki konferanslarına teşrif etmişti. Gazeteci Seymour Hersh, 2012’de The New Yorker’daki yazısında örgütün CIA, Pentagon ve Mossad’ın hizmetine nasıl girdiğini anlatıyordu. Hersh’e göre örgüt üyeleri 2005-2008 arasında Las Vegas’ta gizli bir askeri tesiste eğitildi. Mossad da ayrı bir eğitim ve finansal destek programı yürüttü. Eğitilen kişiler nükleer bilimcilere yönelik suikastlarda yer aldı.
Haliyle devlet terörü derken şebekenin sacayağında ABD, İsrail ve Suudi Arabistan oturuyor.
***
İranlılar intikam yemini ediyor, “Zamanı gelince” vurgusu eşliğinde. Netanyahu da “Gergin günler bizi bekliyor” diyerek alarm verdi.
Gerilim özünde İsrail-ABD-Körfez üçgeninde şekillenen ortak bir stratejinin ürünü.
Netanyahu’nun 22 Kasım’da gizlice Suudi Arabistan’a gidip ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun nezaretinde Suudi Veliaht Prens Muhammed bin Selman ile görüşmesi tek bir şeye delalet ediyordu: Trump gitmeden İran’a karşı ne yapılabilir ve başkanlık koltuğuna oturacak Joe Biden’ın Tahran’la nükleer anlaşmaya dönmesini önleyecek koşullar nasıl yaratılır?
New York Times’ın çarpıcı haberini de burada hatırlayalım: Trump Beyaz Saray’ı terk edeceği 20 Ocak’a kadar ekipten İran’ı bombalamak için seçenekleri soruyor. Neyse ki kadroda “Bir kral ya da kraliçeye, bir despot ya da diktatöre yemin etmiyoruz. Bir şahsa yemin etmiyoruz, anayasaya yemin ediyoruz” diyen Genelkurmay Başkanı Mark Milley gibi isimler var da Trump’ı bu çılgınlıktan vazgeçiriyor.
Şimdi olası bir İran misillemesi, Biden’ın kucağına atılmış el bombası gibi olacaktır. Haliyle İran’da radikal kanatlar gereken yanıtı verip caydırıcı olmaktan bahsetse de ‘stratejik sabır’ diyenler bunun bir tuzak olduğunu düşünüyor. İkinci kanada göre misilleme zamana bırakılmalı. Bu şekilde Biden’le yeni başlangıç olanağı yok edilmemeli.
İranlılar, ABD seçim sathi mailindeyken bir derviş sükûneti içinde yeni yönetimi bekliyordu. Malum Süleymani’nin öldürülmesine misilleme olarak 50 füze sallayıp 109 Amerikan askerinde travmatik beyin zedelenmesine yol açmıştı ama istemeden Ukrayna uçağını da düşürmüştü. Misilleme istenilen sonucu vermeyebilir ya da her şeyi berbat edebilir. Zaten Yemen’den Irak’a, Suriye’den Lübnan ve Filistin’e birçok yerde iki blok kozlarını sürekli paylaşıyor.
***
İran’ın ‘kararlı direniş’ ile ‘stratejik sabır’ çizgileri arasındaki sıkışmışlığı anlaşılır bir durum. Bu kez şaşırtıcı olan Amerikan tarafı: İsrail’in sonuna kadar sömürdüğü Trump yönetiminin, İran’a yönelik azami baskı siyasetinin değişmesini önlemek için diplomatik zemini mayınlamasına sert tepkiler geliyor. Mesela Obama döneminin Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışman Yardımcısı Ben Rhodes saldırıyı "İran’la diplomasiyi baltalamayı amaçlayan menfur bir eylem” diye niteledi. Dışişleri’nde nükleer silahların yayılmasını önleme biriminin eski sorumlu Mark Fitzpatrick “Suikastın nedeni İran'ın savaş potansiyelini engellemek değil diplomasiyi engellemek" dedi. Çok nadir görülecek bir çıkış da eski CIA Başkanı John Brennan’dan geldi. Twitter hesabında suikastı ‘son derece pervasızca bir suç’ olarak niteleyip ekledi:
"Bu tür bir devlet destekli terörizm, uluslararası hukukun açıkça ihlalidir ve diğer yönetimlerin yabancı yetkililere karşı ölümcül saldırılar düzenlemesini teşvik etmektir."
Ayrıca İran’a da mesaj verdi: "İran yönetimi, sorumluluk sahibi Amerikan liderliğinin küresel ölçekte dönüşünü bekleyecek kadar erdemli olmalı ve potansiyel faillere karşı harekete geçme tavsiyelerine direnmelidir."
Buna afallayan Cumhuriyetçi Senatör Ted Cruz “Eski bir CIA başkanını sürekli ‘Amerika'ya ölüm’ diyen İranlı bağnazların yanında görmek tuhaf. Ve refleks olarak İsrail’i kınıyor. Biden hemfikir mi?” diye dürttü.
***
Özellikle Obama döneminin ekibinden gelen tepkiler bir uyanıklık emaresi sayılsa da 20 Ocak’a kadar Trump’tan kimse emin olamaz.
Bu haliyle de suikastın olası etkilerinden bahsediliyor. İsrailli eski askeri istihbarat şefi Amos Yadlin diyor ki “İran kendini tutsa bile suikast Biden'ın nükleer anlaşmaya geri dönmesini zorlaştırdı.”
Doğrusu neticelerini şimdiden kestirmek zor. ABD ve İran, İsrail’in oldubittilerine mahal vermemek için masayı kaçınılmaz görebilirler. Elbette tarafları zorlu bir pazarlık bekliyor olacak. İran’da radikal kanat Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) ile ilişkinin sınırlandırılması, uranyum zenginleştirme oranlarına getirilmiş kısıtlamaların tamamen kaldırılması, hatta ani denetime imkân veren ek protokolden çıkılması için bastırıyor. Ki dün mecliste vekiller anlaşmadan aşamalı çekilme çağrısı yaptı. İran, ABD’nin anlaşmayı çöpe atmasına yanıt olarak bazı taahhütlerini rafa kaldırmıştı.
UAEK'nin 2 Kasım’da yayınladığı verilere göre İran’ın düşük düzeyde zenginleştirilmiş uranyum stoku 2.4 tonu buldu. Halbuki anlaşma bunu 202.8 kiloya sabitlemişti.
Beri tarafta İran’ın kapasitesini zorlayan dış operasyonlar, derinleşen ekonomik kriz, Kovid-19’un getirdiği yıkıcı yükler, halkın alttan alta kaynayan öfkesi ve yaklaşan seçimler yönetime azami ‘makuliyet’ vaaz ediyor. Tabii zorlu koşullar İranlıları çetin ceviz olmaktan çıkarmıyor. Karşı taraf da bu kez 2015’ten farklı olarak çıtayı yükseğe koyabilir. Trump’ın yeni bir anlaşma için ileri sürdüğü koşullar Kongre’nin baskısıyla Biden’ın dosyasına da girebilir. Bunlar arasında balistik füze programına son verilmesi de vardı. İlave talepleri pazarlığa açmayan İran ise bu sefer yaptırımların tamamen kaldırılması ve diğer koşulların esnetilmesi için bastırabilir.
***
Netice olarak sadece nükleer anlaşma değil Suriye, Irak, Yemen, Lübnan ve Filistin’de İran’ın kollarını kesmeye dönük azami baskı stratejisinin devam ettirilmesi için sabotaj, suikast ve komploların geldiği bir süreç şekilleniyor. Kışkırtıcı yeni hamleler gelebilir. İş İran’ın radikallerine, İsrail’in Washington’daki antenlerine kalırsa tam da Trump’ın “Sonsuz savaşlar, çöl, ölüm…” diye yakındığı sayfalardan biri daha açılabilir.
İran’da düzenlenen suikastın amacı ne?
ABD’de Biden koltuğuna oturmadan;Önümüzdeki dönem olacaklara dair;
İlk işaretler gelmeye başladı.
İran’ın nükleer programının;
Kritik isimlerinden Muhsin Fahrizade;
Tahran’da silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
Fahrizade İran açısından;
Önemli bir bilim adamı.
Daha da önemlisi;
Kasım Süleymani ekolünden.
FAİL MOSSAD
Saldırı sonrası;
İran, İsrail’i (MOSSAD) işaret etti.
İran'ın dini lideri Ayetullah Hamaney;
“Failler kesinlikle cezalandırılacak” dedi.
Cumhurbaşkanı Ruhani de;
“Bu eylemi cevapsız bırakmayacağız.
Zamanı geldiğinde yanıt vereceğiz.
Siyonist rejimin elini okuduk.
Onların tuzağına düşmeyeceğiz” açıklaması yaptı.
New York Times gazetesi;
Üç ayrı Amerikalı yetkilinin;
“Saldırının arkasında İsrail var” dediğini yazdı.
SALDIRI SONRASI
Fahrizade’nin öldürülmesi sonrası;
İran’da gösteriler başladı.
ABD ve İsrail bayrakları yakıldı.
Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Denetçileri;
İsrail’e bilgi vermekle suçlandı.
Gösterilerde “intikam” vurgusu öne çıktı.
KASIM SÜLEYMANİ GİBİ
Daha önce de;
3 Ocak 2020’de, Bağdat’ta;
CIA-MOSSAD ortak operasyonu ile;
İran’ın en kritik isimlerinden;
Kasım Süleymani’ye suikast düzenlenmişti.
Süleymani çok seviliyordu;
İran yönetiminde önü açıktı.
Öldürüldü.
Pentagon, “Talimatı Trump verdi” dedi.
İran’ın tepkisi sert oldu.
Irak’ta ABD üslerine bomba yağdırdı.
ABD’nin koruma kalkanı;
Fos çıktı, etkisiz kaldı.
ABD karşılık bile veremedi.
İRAN SESSİZ KALMAZ
İran için “nükleer program” vazgeçilmez.
Fahrizade de bu programın yöneticilerinden.
Bu nedenle;
Fahrizade’nin öldürülmesine;
Üstelik de suikastın;
Kendi topraklarında gerçekleştirilmesine;
İran’ın sessiz kalması düşünülemez.
SUİKASTIN NEDENİ
Tahran’da ve Ortadoğu’da görev yapmış;
Emekli diplomatlarla;
Muhsin Fahrizade suikastını konuştuk.
Değerlendirmeleri özetle şöyle:
“İsrail, İran’ı hiç boş bırakmıyor.
MOSSAD yoğun faaliyet içinde.
İsrail’in nükleer bomba üretmemesi için;
Her yolu deniyor.
Muhsin Fahrizade suikastı da;
Bu çerçevede.
Suikastın arkasında İsrail olduğu;
MOSSAD’ın gerçekleştirdiği ortada.
Netenyahu açıkça ismini vermişti.
İsrail, Biden göreve başlamadan;
Ön alma sevdasında.
Pompeo geçtiğimiz günlerde İsrail’deydi.
Oradan Suudi Arabistan’a geçti.
Netanyahu ve MOSSAD Başkanı ile;
Suudi Veliaht Prens Salman’ı buluşturdu.
Suikast hemen arkasından geldi.
İran’ı tahrik edip hata yaptırmaya;
ABD’nin İran’ı vurmasına;
Gerekçe yaratmaya çalışıyorlar.
ABD’YE DE UYARI
Bu suikast aynı zamanda;
Biden’a da bir uyarı.
‘İran’la nükleer anlaşmaya dönersen;
Arkası gelir’ mesajı.
Biden’e koltuğuna oturmadan;
‘Dikkat et’ ayarı.
Öte yandan;
Suikast öncesinde ABD’de;
‘Trump görevde iken;
ABD İran’ı vuracak’;
Söylentisinin yayılması da dikkat çekici.”
Bu arada, MOSSAD’ın;
İran’ın komşusu bir ülkede kamp kurduğu;
İran’a yönelik faaliyetler için;
Orayı merkez yaptığı iddiaları var.
Suikastta “çok yönlü hesap” yapıldığı da anlaşılıyor.
İzliyoruz…
aydınlık
İran, Rusya, Türkiye ve İsrail'in Karabağ Siyaseti
Azerbaycan ile Ermenistan arasında geçmişten günümüze süren gerilim işgal altındaki Karabağ'da savaşa dönüştü. Azerbaycan ordusu bu çatışmalarına lehine çevirmeyi başardı çok kısa sürede Karabağ'ın bir bölümünü işgalden kurtardı.
Ancak bu süreçte gündeme birçok iddia ileri sürüldü. Şimdi neler oldu, bundan sonra bölge nelere gebe? Karanlıkta kalan birçok soruyu aydınlatmaya çalışacağız. Konuğumuz Tarihçi-Yazar Avukat Ziya Türkyılmaz...
1. Karabağ sorunu nasıl oluştu, geçmişi nedir?
Bismillah
Bugünkü Azerbaycan Cumhuriyeti, Ermenistan ve Gürcistan Çarlık Rusya’sının egemenliğine girmeden önce asırlar boyunca İran’da hüküm süren devletlerin hakimiyet sahası içinde bulunmuşlardır. Dağlık Karabağ bölgesi de Azerbaycan’a bağlı Karabağ eyaletinin dağlık bölgelerini oluşturduğu için bu adla anılmıştır.
İran ile Rusya arasında süren uzun savaşlardan sonra İran yenilgiyi kabul etti ve İran Kaçar Devleti ile Çarlık Rusya’sı arasında imzalanan 1813 Gülistan ve 1828 Türkmençay anlaşmalarıyla Aras nehrinin kuzeyinde yer alan ve Gürcistan’ın önemli bir bölümü, bugün Ermenistan olarak anılan Revan bölgesi ve Büyük Azerbaycan’ın Aras’ın kuzeyinde yer alan Bakü, Gence, Karabağ, Lenkeran… eyaletleri Çarlık Rusya’sının egemenliğine girdi.
Kafkas dağlarının güneyinde yer aldığı için Trans Kafkasya olarak da adlandırılan bu bölge asırlardan sonra İran merkezli hükümetlerin kontrolünden çıkıp Rusya’nın kontrolüne geçtiği zamandan beri daima çatışmalara, toplu göçlere sahne olmuştur.
1828 Türkmençay anlaşmasıyla Aras’ın kuzeyine tam bir hakimiyet kuran Ruslar İran ve Osmanlı devletine karşı daimi bir tampon bölge oluşturmak amacıyla bölgenin demografik yapısını değiştirmek yönünde aralıksız çalışmıştır.
Türkmençay anlaşması, gerek İran, gerekse Rusya topraklarında yaşayan halkların bir yıl içinde istedikleri yere göç etmesine imkan tanıyan bir hüküm içermekteydi. Böylece Azerbaycan’da nüfus üstünlüğünü sağlamağa çalışan Rusya yapılan anlaşmaların ilgili hükmünü, bu bağlamda bir fırsat olarak değerlendirdi.
Osmanlı ve İran hakimiyeti bölgesinde yaşayan Ermenilerin kuzey bölgelerine göç etmeye teşvik ve zorlanmaları 1915 olaylarından bir asır öncesine dayanmaktadır. Özellikle de bugünkü İran-Türkiye sınırının iki yanında, Van ile Urumiye illeri arasında yoğun olarak yerleşik Ermeniler bazen büyük vaatlerle, bazen zorla bugünkü Ermenistan(eski adıyla Revan) ile Azerbaycan’ın Karabağ ve Zengezur bölgelerine göç ettirilip yerleştirilmiş, buna karşılık çoğunlukla Azerilerden oluşan yerli Müslüman halk ise güneye doğru göçe zorlanmıştır.
Tarihçilere göre; yapılan tüm teşvikler sonucunda, İran’dan ve Türkiye’den toplam süreç içerisinde bölgeye, yaklaşık 1.300.000 Ermeni’nin göç ettiği belirtilmektedir. Bu tarihlerde göç edenler, ağırlıklı olarak Ermeni nüfusunun az olduğu Erivan’ın verimli topraklarına iskan ettirildi.
Söz konusu iskan politikalarının sonucunda, kısa sürede gerek Karabağ’ın, gerekse Nahcivan ve Erivan hanlıklarının nüfus yapısı alt üst edildi. 1832 yılındaki ilk resmi Rus sayımına göre Karabağ nüfusunun % 64,8’ini Azeriler, % 34,8’ini Ermeniler oluştururken 1880 yılında bölgedeki Ermeni nüfusu % 53’e ulaştı. 1989 yılına gelindiğinde ise bölgedeki Ermeni nüfusu % 77’e yükseldi.
Çar yönetimi, 1827 yılında Nahcivan ve Erivan hanlıklarını ortadan kaldırarak, Erivan merkez olmak üzere bir Ermeni yönetimi tahsis etti. Kurulan bu yeni yönetim, o zamanlar Osmanlı ve İran’la Kafkasya sınırlarına paralel uzanan bir tampon bölge oluşturmaktaydı. Hâlbuki daha önce bu bölgede Ermenistan adında bir bölge yoktu.
Karabağ, Bolşevik devrimi sırasında, hukuki açıdan Azerbaycan’a bağlı bir bölge olmakla birlikte fiilen bağımsız bir konuma geldi. Bu durum, Sovyet yönetiminin kurulduğu 1920 yılına kadar devam etti.
Ancak Karabağ Özerk Bölgesi’nin Azerbaycan Cumhuriyetine bağlı olduğu, 1936 Sovyet Anayasası’nın 24. Maddesinde açıkça teyit edildi.
Azeri-Ermeni çatışmaları, 20 Şubat 1988’de Dağlık Karabağ Yerel Konseyi’nin Azeri üyelerin katılımı olmaksızın bölgenin Azerbaycan’dan ayrılarak Ermeni Cumhuriyeti’ne katılmasını onaylamasıyla başladı.
Sovyetler Birliği, Karabağ’ın Azerbaycan SSC’den ayrılıp Ermenistan SSC’ye bağlanma kararını reddetti. Ancak Karabağ üzerindeki çatışmaların devam etmesini gerekçe gösteren Sovyet yönetimi, bölgeyi, 12 Ocak 1989’da direkt Moskova yönetimine bağladı.
Kısaca belirtmek gerekirse Dağlık Karabağ sorunu iki asırlık bir sorun olup Rusya’nın bölgenin demografik yapısını zorla değiştirmeye yönelik siyasetlerinin bir sonucudur. Rejimler değişmesine, Bolşevik devrimine ve Sovyetlerin dağılmasına rağmen başından beri sorunun kaynağı olan Rusya iki yüzyıldır Karabağ konusunda hala belirleyici güç olmaya devam etmektedir.
2. Neden bu dönemde Karabağ konusu on plana çıktı ve Azerbaycan’ın böyle hızlı bir zafer elde edeceği bekleniyor muydu?
Sorunun tarihi kökleri bölümünde işaret edildiği üzere Karabağ savaşı aniden öne çıkmış bir durum değildir. Bu zaman aralığında ön plana çıkması dünya üzerindeki konjonktürle yakından ilgilidir. Azerbaycan’ın Ermenistan’ın aksine askeri bakımdan savaşa hazır bulunması, ABD’nin başkanlık seçimi dolayısıyla kendi problemleriyle uğraşması, Ermenistan’da Rusya karşıtı bir hükümetin işbaşında bulunması ve Rusya’dan yüz çevirerek Batı ülkelerine yönelmesi, Ermenistan’ın 1994’den beri izlediği uzlaşmaz tutumun uluslararası çevrelerde bezginlik yaratması vb nedenler sayılabilir. Öne çıkan bu uygun ortamı fırsat bilen Azerbaycan konjonktürü değerlendirmeyi bilmiştir.
3. Türkiye’nin Karabağ siyaseti nedir, desteği nasıl buluyorsunuz?
Azerbaycan’ın işgal edilmiş topraklarını kurtarmak istemesi işgalciler hariç kimse tarafından kabul edilebilir bir durum değildir. BM Güvenlik Konseyi tarafından çeşitli zamanlarda yayımlanan dört ayrı kararnamede Azerbaycan’ın toprak bütünlüğü ve Karabağ’ın Azerbaycan’a ait olduğu açıkça vurgulanarak Karabağ’ın statüsü konusunun görüşmelerle çözüme kavuşturulması tavsiye edilmiştir.
Ayrı bir ifadeyle 1989 tarihinden beri devam eden savaş iki ülke arasında değil Azerbaycan topraklarında Ermenistan tarafından desteklenen Azerbaycan vatandaşı Ermenilerle Azerbaycan arasında vuku bulmuştur. Bu savaş uluslar arası kurallar bakımından iki ülke arasında olmaktan ziyade Azerbaycan içerisinde sürdürülen bir iç savaştır. Rusya’nın Ermenistan ile bu ülkeyi savunma anlaşması olmasına rağmen herhangi bir müdahalede bulunmaması da bundan dolayıdır. Türkiye’nin hangi saiklerle Azerbaycan’ı desteklediği başlı başına bir konu olup ayrıca değerlendirilmesi gerekir. Ancak Türkiye’nin hangi niyet ve amaçla olursa olsun, bu haklı davasında Azerbaycan’ın yanında yer alması, işgal altındaki topraklarını kurtarması için açıkça destek vermesi takdire şayandır. Ama Türkiye’nin bu cesaretli duruşunun karşılığını Azerbaycan’dan kat kat fazlasıyla alacağı da kesindir.
4. Rusya’nın Karabağ siyaseti nedir, Esas zaferi Rusya kazandı deniyor ne düşünüyorsunuz?
1813 Gülistan ve 1828 Türkmençay anlaşmalarından itibaren güney Kafkasya’da belirleyici olan Rusya’nın bu bölgeye müdahaleden vazgeçmesini beklemek saflık olur. Tarihi süreç bölümünde de işaret edildiği üzere sorunun kaynağı Rusya’nın yayılmacı siyasetlerinden kaynaklanmaktadır. Geçen bu iki yüzyıllık dönemde Rusya’da rejim değişiklikleri olsa da bu ülkenin güneye, sıcak sulara ulaşma siyaseti hiçbir zaman değişmemiştir. Bunun için Karabağ sorunu Rusya’nın Trans Kafkasya denilen bu bölgede varlığını sürdürmek için kullanacağı önemli bahanelerden biridir.
Son savaşta olduğu gibi Rusya olmadan bu bölgede tutunamayacağını Ermenistan’a kabullendirerek uzun bir süre daha Ermenistan’ı kendine bağımlı tutacaktır. Öte yandan Karabağ’a barış gücü adı altında yerleştirdiği askeri birliklerle Azerbaycan üzerinde de etkinliğini sürdürecektir. Rusya’nın bölgedeki nüfuzunu korumak için fırsat kolladığı ve stratejik Şuşa şehri ve etrafının Azerbaycan’ın kontrolüne geçmesiyle birlikte ağırlığını koyduğu, ayrı bir ifadeyle kendi uzun süreli çıkarları için Karabağ sorununun çözümünü engellediği söylenebilir. Bekleyip öyle bir anda müdahalede bulundu ki, bundan her iki tarafı da memnun etti denilebilir.
Daha düne kadar Karabağ’a bağımsızlık değil de sınırlı da olsa özerklik verilebileceğini dillendiren Azerbaycan hükümeti Rusya arabuluculuğu ile varılan anlaşmada Karabağ’ın geleceği konusunda herhangi bir taahhütte bulunmadı. İşgal altındaki topraklarını savaşı uzatmadan kurtardığı gibi Karabağ’ın statüsü konusunda taahhütte bulunmamasını büyük bir zafer olarak kutlamakta haklıdır.
Ermenistan ise savaş meydanında kesin bir yenilgiye uğrayıp Hankendi başta olmak üzere Karabağ’ın tamamen Azerbaycan’ın eline düşmesini engellediği için bu anlaşmadan dolayı Rusya’ya teşekkür etmesi gerekir.
Zamanında müdahalesiyle her iki tarafı da kendinden memnun eden ve askeri birliklerini Sovyetlerin dağılmasından sonra yeniden Karabağ’a konuşlandıran Rusya’nın herhangi bir bedel ödemeden bu savaştan kazançlı çıkan taraf olduğu inkar edilemez.
5. İran’ın Karabağ siyaseti nasıl, Sosyal medyada Azerbaycan’a destekte geç kaldı deniyor düşünceniz nedir?
İran’ın Karabağ konusundaki tavrı daima Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünün korunması, işgal altındaki topraklarının geri alınması yönünde olmuştur. İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Hamanei bu siyaseti daha çatışmaların başladığı 1990’lı yıllarda açıkça ilan etmiş ve hatta bu konuda Azerbaycan güçlerine yardım etmesi için İslam Devrimi Muhafızlar Ordusu Kudüs Güçlerinin bölgeye girmesine izin vermiştir. İran buna ilaveten Afganlı mücahitlerin Azerbaycan güçler saflarında savaşması için binlerce Afganlı mücahidin bu ülkeye girişini de koordine etmiştir.
Ancak o sıralar işbaşında bulunan Ebulfazl Aliyev Elçibey’in (Aliyev, yani Ali oğlu adını İslam’a duyduğu kinden dolayı kullanmayıp Elçibey soyadını kullanmıştır) Pantürkist ve İran düşmanlığına dayanan siyasetleri yüzünden Ermenistan işgalini İran’ın bu cömertçe yardımlarına tercih etmiştir. Haydar Aliyev hükümeti döneminde ise ateşkes ilan edildiği için Devrim Muhafızları ve Afganlı mücahitler Azerbaycan’dan ayrılmışlardır. Pantürkistler ve ardından Rusya yanlısı Haydar Aliyev dönemlerinde sürdürülen İran karşıtı siyasetlere rağmen İran işgal bölgelerinden göçe zorlanan on binlerce Azerbaycanlıya ya ev sahipliği yapmış veya yıllarca Azerbaycan topraklarında ihtiyaçlarını gidermiştir.
Zamanla Rusya’yı dengelemek için Batı’ya yönelen Haydar ve oğlu İlham Aliyev döneminde Azerbaycan ABD’nin baskısıyla İsrail’le işbirliğine girmek suretiyle Amerika’nın İran’ı kuşatma siyasetine katkıda bulunmuştur. İlham Aliyev hükümetinin bu basiretsiz siyasetlerine rağmen İran daima Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü Karabağ sorununun çözümü için şart koşmuştur. İran’ın Ermenistan’a yardım ettiği ise ABD ve İsrail güdümündeki Pantürkistlerin temelsiz iddialarından ibarettir.
Geçen bu süre içerinde Azerbaycan hükümetinin nankörlükleri ister istemez İranlı siyasetçiler üzerinde de olumsuz etkilerini göstermiş ve İran’ı Azerbaycan konusunda ihtiyatlı davranmaya sevk etmiştir. Buna rağmen savaş devam ederken İmam Hamanei’nin açık seçik bir şekilde 26 yıl önceki tavrını tekrarlayarak Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünün korunması için işgal altındaki topraklarının kurtarılmasının zaruretine vurgulama yapması, savaşın daha ilk günlerinde dört eyaletteki temsilcilerinin Azerbaycan’a desteklerini ilan etmeleri İran’ın Azerbaycan’ın yanında durduğunun ispatıdır. İran yine Karabağ sorununu siyasal yoldan çözmek için hazırladığı barış planını başta Azerbaycan olmak üzere taraflara sunmuş ve Azerbaycan hükümeti tarafından tümüyle olumlu karşılanmıştır. Ayrıntıları açıklanmasa da İran’ın hazırladığı planının da hemen hemen Rusya aracılığıyla varılan maddeleri içerdiği belirtilmiştir.
6. İsrail konusundaki düşünceniz nedir, İsrail neden Azerbaycan’a destek verdi?
Azerbaycan Rusya ile Batı arasında denge kurma siyaseti izlemeğe başladığı zaman başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin ilk şartı işgalci İsrail rejiminin varlığını kabul edip bu rejimle diplomatik ilişkiler kurmak olmuştur. Hatta Azerbaycan’ın silah talepleri de Batının bölgedeki ön karakolu konumundaki bu işgalci rejime kanalize edilmiştir. Bu ilişkiler zamanla Siyonist rejimin Azerbaycan’la askeri ve ekonomik ilişkilerini geliştirmesine de ortam hazırlamıştır. Bugün İsrail’in petrol ihtiyacı büyük çapta Azerbaycan tarafından sağlanmaktadır. Siyonist rejimin Azerbaycan’la ilişkilerini artırmaktaki hedeflerinden biri de hiç kuşkusuz İslami İran’ı Batı emperyalizmi adına kuzeyden kuşatmaktır. Ama Azerbaycan’ın İsrail’e tanıdığı bunca avantaja rağmen İsrail, Ermenistan ile de yakın ilişkiler kurmuş bulunuyor. Hatta son savaşta Ermenistan’a da silah gönderdiği haberleri yayınlandı. İslam ve insanlık düşmanı İsrail’in şimdiye kadar kimseye faydası olmadığı gibi Azerbaycan ile ilişkilerinin de bu ülkeye faydadan çok zararı olduğu kesindir.
7. Geleceği nasıl görüyorsunuz, Azerbaycan hakkında ne dersiniz?
Azerbaycan’ın bağımsızlığa kavuştuğu ilk yıllardan beri hükümetler Karabağ sorunu nedeniyle iktidardan uzaklaştırılmış ve iş başına geçmişlerdir. Ayaz Muttalibov Karabağ’ın Ermenilerce işgaline seyirci kaldığı için iktidarı bırakıp kaçmış; Ebulfazl Aliyev(Elçibey) Karabağ’ı kurtarmak iddiasıyla seçimleri kazanmış ve Karabağ savaşı komutanlığına atadığı general Suret Hüseynov tarafından iktidardan uzaklaştırılmış; Haydar Aliyev ihtilaflara hakemlik etmesi için bizzat Ebulfazl Elçibey tarafından davet edilerek Bakü’ye getirilmiş, ardından rakiplerini saf dışı bırakarak ve Karabağ’ı Rusya ile diplomatik yoldan çözmek iddiasıyla işbaşına geçmiş ve oğlu İlham Aliyev de 2003 yılından beri Karabağ sorununu ulusal bir sorun olarak öne sürerek iktidarını sürdürmekte, muhaliflerine göz açtırmamaktadır.
Karabağ sorunu tamamen çözüme kavuşturulmuş olmasa da işgal altındaki toprakların kurtarılması İlham Aliyev için büyük bir itibar ve avantaj sağlamış bulunuyor. Bu durumda Azerbaycan halkı için farklı perspektifler öngörülebilir. İlham Aliyev ve çevresi bu zaferi kendi iktidarını takviye edip halkın özgürlük taleplerini erteleme yönünde kullanabilir, savaş kahramanı olarak ömür boyu cumhurbaşkanlığının tasvip edilmesini isteyebilir ve hatta muhaliflerine karşı geçmiştekine oranla daha acımasız davranabilir. Ama zaferin asıl sahibi Azerbaycan halkıdır. Savaş meydanında hünerini ortaya koyan, vatan toprağının azatlığı için canından, malından geçen bu halk özgürlüğü fazlasıyla hak etmektedir. İktidar artık bahaneleri bir yana bırakıp geçmiş hatalarından vazgeçer halkın özgürlük taleplerine olumlu cevap verirse bu şüphesiz Azerbaycan’ın geleceği için, halk ve yönetim için daha hayırlı sonuçlar doğuracaktır. Aksi takdirde savaş meydanında cesaretini ortaya koyan geniş halk kesimleri özgürlük mücadelesinde de bunu tekrarlayabilir.