کارگر

کارگر

Direniş ve kıyamın ilmi, toplumsal ve ekonomik alanlarda meydana getirdiği inkılap, düşmanları korkuturken dostların şaşkınlığına neden olmuştur”


Filistin’e Dönüş Küresel Hareketi üyesi Abdülmelik Sukara Puya Haber Ajansı’na verdiği röportajda, bölgenin içinde bulunduğu mevcut durumda Filistin İntifadası’na Destek Konferansı’na ve mevcut şartlarda direnişe desteğin önceliğine değinerek şunları söyledi:

“Bugün bölgemizde direniş, korkunç bir savaşla karşı karşıyadır ve bu savaş tam anlamıyla bir dünya savaşıdır. Bu savaşa Amerika ve dünya Siyonizm’inin komutanlığı ile NATO ve çeşitli yardımlarla Siyonistlerin uşağı olan Körfez ülkeleri ve Körfez ülkeleri dışındaki Arap kuruluşlar katılmıştır.

Bu savaşı, siyasi, mali, ekonomik, medya ve yıpratıcı savaşta yüksek bir güce sahip olan bu düşmanlar yürütüyor ve onlarca yıldır bize karşı savaşıyorlar. Biz de imkanlarımız ve gücümüz dahilinde onlarla mücadele ettiğimizi ve onlara karşı efsanevi bir direniş gösterdiğimizi ve 2000 ve 2006 yıllarında Lübnan’da, 2009, 2012 ve 2014 yıllarında Gazze’de birçok zafer kazandığımızı ilan ediyoruz. Bu yüzden onlar bu savaşın kapsamını Direniş ekseninde daha da genişlettiler ve bugün Suriye, Irak ve Yemen’de şahit olduğumuz savaşların tamamının direniş eksenine karşı yürütülen savaşlar olduğunu görüyoruz. İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı uygulanan yaptırımların nedeni de İran’ın yani direnişin müdebbir aklının direnişe olan desteği değil mi? Bu yüzden onlar bu müdebbir aklı ve direnişin destekçisini hedef almak istiyorlar.

Biz bu savaşa gireceğiz. En önemli öncelik bizim kendimize olan güvenimiz ve yolumuzun doğru olduğuna dair inancımızdır. Biz kendimizi savunacağız. Biz hak üzereyiz ve batıl ile mücadele edeceğiz. Onlar yalancıdır ve büyük paralar harcayarak sapkınlık oluşturmaya çalışmaktadır. Küçük savaşlar için yüzlerce milyar dolar harcıyorlar ama biz çok az harcama yapabiliriz. Mali ve askeri imkanlarımız az olmasına rağmen yine de direniş gösterdik ve ayakta durduk. Çünkü biz hakikatin dostları ve bu toprakların sahibiyiz, direniş göstereceğiz ve asla bu toprakları terk etmeyeceğiz. Bu topraklardan göç etmekten Allah bizi korusun. Allah’ın izni ile zafer bizimdir.”

Filistin’e Dönüş Küresel Hareketi Üyesi, bu tip konferanslardan ne gibi beklentilerin olduğu konusunda şu ifadelerde bulundu: “Bu konferans en üst düzeyde önemlidir. İlk olarak, konferansın düzenlendiği zaman açısından önemlidir ve bu konferans Amerika’nın yeni Başkanı seçildikten bir ay sonra düzenlenmiştir. Hiç kimse onun programlarının ne olduğunu bilmiyor. Onun ne yapacağını kimse tahmin edemez. Her gün yeni bir siyasi tutum sergiliyor. O direniş ekseninin düşmanıdır ve bu yüzden ılık savaş döneminde beklediğimiz her şey hatta askeri bir çatışma bile olasıdır. Askeri çatışmalar yaşanması mümkündür ama düşman her ne şekilde olursa olsun askeri bir çatışma yaşandığında ağır maliyetler ödeyeceğini bilmektedir. Çünkü Direnişin, İran İslam Cumhuriyeti’nin, Irak’ın, Lübnan’ın, Suriye’nin ve Filistin’in direniş gücünden haberdardır. Bu nedenle konferansın düzenlenme zamanı bu açıdan çok önemlidir. Bu konferansın böyle bir dönemde düzenlenmesi , bizim direniş yoluna devam edeceğimiz ve düşman ne kadar güçlü olursa olsun ve ne kadar çok imkana sahip olursa olsun bu yolu sürdüreceğimiz konusu kendileri için önemli olan kişilere, eğer savaşa girerlerse bizim de savaşa gireceğimiz konusunda açık bir mesajdır.”

Abdülmelik Sukara İran İslam Cumhuriyeti’nin tecrübesine ve yoluna devam etmesi için Direnişe verdiği öneme değinerek şunları söyledi: “Biz hakikatin dostlarıyız ve batıl karşısında hakkı savunuyor ve savaştan korkmuyoruz. Biz, bizi Amerika ve Amerika dışındakileri yenilgiye uğratacak bazı imkanlar, uzmanlıklar ve tecrübeler kazandık. Böyle bir olay yaşandığı zaman farklı bir dünya oluşacaktır. Yeni bir dünya, onların insan haklarını savunduklarını iddia ettikleri yalancı bir dünya değil, hakikatin ve gerçek anlamda insan haklarının dünyası olacaktır. İnsan haklarını savunan bizleriz. Biz zulme uğradık ve onlar zalimdir. Biz kendimizi savunuyoruz. Bu yüzden bu insan haklarının dünyaya mesajı, Muhammed’i iman gerçeği mesajıdır. Görüldüğü gibi, bütün savaşlara, kuşatmalara ve yaptırımlara rağmen, İran İslam Cumhuriyeti’nin 38 yıllık tecrübesinin başarısına şahit olmaktayız. Direniş ve kıyamın ilmi, toplumsal ve ekonomik alanlarda meydana getirdiği inkılap, düşmanları korkuturken dostların şaşkınlığına neden olmuştur. Bu yüzden kazananın biz olduğunu söylüyoruz. Allah’ın izni ile İran İslam Cumhuriyeti’nin mesajı bütün bölgeyi kapsayacaktır.”

Hatemül Enbiya Hava Savunma Karargahı Komutanı, ufak uçaklar dahil balistik füzelerle cruz füzelerini de hedef alma olanağıyla donanan S-300 sisteminin düşmana karşı yıkıcı bir güce sahip olduğunu açıkladı.

Hatemül Enbiya Hava Savunma Karargahı Komutanı Tuğgeneral Ferzat İsmaili, S-300 Hava Savunma Sisteminin denemesinde gerçekleştirdiği basın açıklamasında, “Gökyüzünün dikkat çeken derinliğinde küçük bir cismi bile takibe alıp imha etmeyi başaran bu sistem, düşmanlara daha ağır şekilde karşılık verecektir” ifadelerini kullandı.

S-300 sisteminin İran’ın doğal hakkı olduğuna dikkati çeken Tuğgeneral İsmaili, sözlerini şöyle devam ettirdi: Bu sistem, “Mersad” ve “Telaş” yerel savunma sistemleriyle birlikte İran’ın velayet hava sahasını daha güvenli hale getirecektir.

S-300 Hava Savunma Sistemi’nin sahip olduğu yüksek performans kapasitesine değinen Hatemül Enbiya Hava Savunma Karargahı Komutanı, “Ufak uçaklar dahil balistik füzelerle cruz füzelerini de hedef alma olanağıyla donanan S-300 sistemi, düşmana karşı yıkıcı bir güce sahiptir ” açıklamalarında bulundu.

Tuğgeneral İsmaili, İran’ın bir sürü S-300 sistemine sahip olduğunu bildirerek, sözlerine şunları da ekledi: Bu konuda daha önemli bir başarımız S-300 sisteminin yerel yapımı olan 373-Baver isimli sistemin yakın bir gelecekte deneme aşamasına ulaşacağıdır.

İran İslam İnkılabı Rehberi Imam Hamanei, Siyonist Rejim'in İran ve Azerbaycan arasındaki ilişkileri zedelemeye çalıştığını belirtti.

Resmi bir ziyaret kapsamında Tahran'a gelen Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ve beraberindeki heyet bugün akşam saatlerinde İran İslam İnkılabı Rehberi Imam Hamanei'yle görüştü.

Bu görüşmede nükleer müzakereler gibi konularda Azerbaycan devletinin İran’a yönelik sergilediği yaklaşımları çok iyi olarak nitelendiren İnkılap Rehberi ImamHamanei, “Azerbaycan devleti uluslararası konularda her zaman İran’ın yanında olmuştur ve bu olumlu tavır iki ülkeyi birbirine daha çok yakınlaştırıyor” dedi.

İran ve Azerbaycan arasındaki yakın ilişkilerden düşmanların öfkelendiğini belirten Imam Hamanei, “Bütün düşmanlardan daha çok habis Siyonist Rejim İran-Azerbaycan ilişkilerini zedelemeye çalışıyor. Dolayısıyla da buna karşı çıkmak için İran ve Azerbaycan’ın samimi ilişkileri korunmalıdır” beyanatında bulundu.

Dini eğilimleri nedeniyle Azerbaycan halkını takdir eden İslam İnkılabı Rehberi, “Halkın dini duygularına eşlik etmek Azerbaycan devleti için maslahat ve hayırlıdır. Azerbaycan halkı dini konularda devlet tarafından herhangi bir endişe duymamalıdır” dedi.

Dünya güçleri karşısında dik bir duruş sergilemek için halkın güven ve desteğini kazanmanın çok önemli bir konu olduğunu belirten Imam Hamanei, “Azerbaycan devleti halka güvenip onların desteğini kazandığını taktirde hiçbir güç size zarar veremez ve biz de Azerbaycan devleti ve halkının başarısı için dua ederiz” şeklinde konuştu.

Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev de bu görüşmede iki ülke arasındaki dini, tarihi ve kültürel ilişkilere işaret ederek, “İran ve Azerbaycan her zaman birbirlerinden yana olmuş ve olacaktır. Geçen sene içerisinde yaklaşık olarak 1 milyon kişinin Azerbaycan’dan İran’a yolculuk yapması bu kültürel ve dini ortaklıkların göstergesidir” ifadelerini kullandı.

Pazar, 05 Mart 2017 13:58

İlham Aliyev Tahran'da

Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, resmi temaslarda bulunmak üzere Tahran’a ayak bastı.Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in üst düzey bir siyasi ve ekonomik heyet başkanlığında İran’a geldiği açıklandı.

Azerbaycan Cumhurbaşkanı’nın Tahran ziyareti kapsamında İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve diğer üst düzey yetkililerle görüşeceği belirtildi. Görüşmelerde Tahran-Bakü ilişkileri başta olmak üzere Karabağ meselesi, bölgesel ve uluslararası konuların ele alınacağı öngörülüyor.

Ruhani:Suriye ve Karabağ sorunları müzakereyle çözülmelidir
Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’le beraber ortak basın toplantısı gerçekleştiren Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Suriye ve Karabağ krizlerinin müzakereyle çözülmesi gerektiğini açıkladı.İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Azerbaycanlı mevkidaşı İlham Aliyev’le birlikte gerçekleştirdiği ortak basın toplantısında, iki ülke arasındaki günden güne gelişen ilişkilere değinerek, “Bu gelişmeler, siyasi, bölgesel ve uluslararası alanlardan başlayarak ekonomik ve kültürel alanlara kadar geniş bir boyuta sahiptir. İki ülke arasındaki ticaret hacmine baktığımızda karşılıklı ilişkilerin daha da gelişmesi yönde çaba gösterildiğine tanık olabiliriz” ifadelerini kullandı.

Azerbaycan Cumhuriyeti’yle enerji ve araç üretimi alanlarında işbirliği sağlamayı planladıklarını açıklayan Ruhani, sözlerini şöyle sürdürdü: İki ülke arasındaki ortak ekonomik programlarının yakın bir gelecekte başarılı şekilde tamalanmasını ümit ediyorum. Bunların yanında, Hazar Denizi’nin kaynaklarından yararlanma konusunda da ortak bir çalışma başlatmak üzere süregelen müzakereler gerçekleştiriyoruz.

Azerbaycan Cumhurbaşkanı’yla iki ülke tarafından gerçekleştirilmesi amaçlanan üçlü oturumlara ilişkin konuşulacağına işaret eden Hasan Ruhani, “Heyetler arasında İran, Azerbaycan ve Rusya arasındaki üçlü müzakereleriyle birlikte İran-Azerbaycan-Türkiye ve İran-Azerbaycan-Gürcistan arasındaki toplantılar da konuşuldu” açıklamalarında bulundu.

Suriye ve Irak’taki olaylara ilişkin hemfikir olduklarını belirten İran Cumhurbaşkanı, konuşmalarına şunları da ekledi: Aramızdaki müzakerelerde Suriye kriziyle ilgili ülkemizin Rusya ve Türkiye’yle beraber gerçekleştirdiği çabaların nihai sonuçlara varılana dek devam edilmesi üzerinde anlaştık. Daha önce vurguladığımız gibi bu ülkelerin toprak bütünlüğüne saygı duyulmalıdır.

Karabağ sorununun da bölgedeki diğer krizler gibi görüşme ve siyasi yollarla çözülmesi gerektiğinin altını çizen Ruhani, “İran ve Azerbaycan Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler stratejik ve samimidir” diye konuştu.

 

Tahran ve Bakü arasında 2 işbirliği anlaşması imzalandı
İran ve Azerbaycan Cumhuriyeti arasındaki ortak işbirliğinin daha da geliştirilmesi için 2 anlaşma imzalandı.Azerbaycan Cumhurbaşkanı’nın İran’a gerçekleştirdiği ziyaret kapsamında, iki ülke arasındaki işbirliğinin daha da geliştirilmesi yönünde 2 anlaşma imzalandı.

Cumhurbaşkanlarının huzurunda imzalanan anlaşmalardan birisi teröre tahsis edilen para desteğinin engellemenmesi için İran’ın Kara Para Aklamayla Mücadele Merkezi ile Azerbaycan Cumhuriyeti’nin mali Pazar Denetleme Odası arasında gerçekleşti. İmzalanan bir diğer anlaşma ise demiryollarının geliştirilmesine ilişkin iki ülke arasındaki demiryolları şirketleri arasında yapıldı.

 

Cumhurbaşkanı Ruhani, Türk mevkidaşı Erdoğan’la görüşmesinde ilişkileri takviye etme üzerinde iyi anlaşmalara vardıklarını açıkladı.

EKO liderler zirvesinin kulisinde Erdoğan’la görüştüğünü belirten Ruhani, Türkiye ile ikili ilişkileri veözellikle bankalarararsı işbirliği ve ikili ticarette milli para birimlerinin kullanılması, Erdoğan’la ele aldıkları konular olduğunu belirtti.

Rehani Erdoğan’la ayrıca Türkiye’nin İran’da yatırım yapmasını görüştüklerini vurguladı.

Suriye meselesini de ele aldıklarını kaydeden Ruhani, terörle mücadelede işbirliğinin geliştirilmesi, İran, Irak ve Türkiye arasında işbirliğinin arttırılması ve Yemen krizinin Yemenli taraflarca çözümlenme zarureti, Erdoğan’la görüşmede ele alınan diğer başlıklar olduğunu ifade etti.

 Türkiye Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanının İran’a karşı suçlamaları ve bir haftadan daha kısa bir süre içerisinde Tahran’dan özür dilemesi, “esasen Türkiye neden bu suçlamaları dile getiriyor?” sorusunu gündeme getirdi.

Abdel Bari Atvan bugün kaleme aldığı yazısında Recep Tayyip Erdoğan ve Mevlüt Çavuşoğlu’nun İran’a karşı yaptıkları suçlamalara ve bir haftadan daha kısa bir süre içerisinde Tahran’dan özür dilemelerine değindi ve şunları yazdı: “Bu konuda şu soru gündeme gelmektedir: Neden Türkiye İran’a karşı bu suçlamaları dile getiriyor ve sonrasında bir hafta bile geçmeden özür dilemek zorunda kalıyor?

Türkiye’nin özür dileyeceği tahmin ediliyordu

Atvan’a göre, Türkiye’nin İran’a karşı yaptığı suçlamalar, onların Suriye ve Irak’ı bölme çalışmalarının İran’ın çok sert uyarısı ile karşı karşıya kalmasına dayanıyor. Tabi eski tecrübelere dayanarak ve Türkiye’nin geçen altı yıl boyunca resmi duruşuna derin bir şekilde bakıldığında Türkiye’nin şiddetli tutumunu azaltacağı öngörülüyordu.

Erdoğan ya da Davutoğlu’nun Tahran’a ziyarette bulunması muhtemeldir

Bu beklenti doğruydu ve Recep Tayyip Erdoğan ve Mevlüt Çavuşoğlu çok çabuk bir şekilde İran’a karşı yaptıkları açıklamalardan geri adım attılar. Öyle ki Çavuşoğlu İran resmi haber ajansına verdiği röportajda şu açıklamalarda bulundu: “İran halkının ve hükümetinin darbe girişiminde Türkiye’ye verdiği desteği asla unutmayacağız. Türkiye ve İran arasında birçok ortak nokta bulunmaktadır ve bu noktalar iki ülke arasındaki kardeş ilişkilerin gelişmesine yardım edecektir.”

Çavuşoğlu’nun iki ülkenin ilişkileri güçlendirmek ve yanlış anlaşılmaları engellemek için daha fazla görüşmelerde bulunulması gerektiği yönündeki açıklamaları, Türkiye Dışişleri Bakanı ya da Erdoğan’ın çok yakında Tahran’a bir ziyarette bulunmasının muhtemel olduğunu gösteriyor.

Türkiye yine hızlı bir şekilde tutumunu değiştirdi

Türkiye’nin geri adım attığına ilk kez şahit olmuyoruz. Ankara’nın bu konudaki dosyası oldukça kabarıktır ve bu olay Rusya’dan özür dilemekle başlamış, Siyonist Rejim ile stratejik ilişkilere yeniden başlamakla ve Gazze’deki kuşatmanın sonlanması konusundaki bütün şartlardan taviz vermekle devam etmiştir ve son olarak ta İran’a karşı yapılan suçlayıcı ifadeler yerini kardeşlik ilişkilerinden bahsetmeye bırakmıştır.

İran Dışişleri Bakanının Türkiye’ye tepki olarak açık ve sert ifadeleri

Erdoğan ve Çavuşoğlu’nun İran’a karşı yaptıkları suçlamaların ardından, İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevat Zarif, bu suçlamalara sert bir dille yanıt verdi ve şunları söyledi: “Türkiye hafızası zayıf, nankör bir komşudur, çünkü İran’ı mezhepçilik yapmakla suçlarken, Türkiye bir Şii hükümeti olmamasına rağmen, bizim darbe gecesi duruşumuzu ve tutumumuzu ve süreci sabaha kadar takip ettiğimizi unutmuş gibidir.”

Türkiye’nin hafızası gerçekten zayıf mı?

Bu konuda şunu söylemeliyiz ki, evet Türkiye’nin hafızası zayıf ve nankördür. Bu yüzden de etrafını dostları yerine düşmanları sarmıştır ve on yıl önce özellikle Suriye’de olmak üzere mezhep savaşının alevlenmesinde yer almış ve aynı zamanda bu ülkenin topraklarını tampon bölge oluşturma bahanesiyle işgal etmiştir.

Öte yandan şunu sormak gerekir, eğer Türkiye hükümeti Rusya ile ilişkilerin gerginleşmesinden ve Vladimir Putin’in muhtemel ekonomik yaptırımlarından korktuğu için özür dilemek zorunda kaldıysa, neden birkaç saniyeliğine hava sahasını ihlal ettiği bahanesiyle Rus uçağını düşürdü?

Diğer bir soru ise, eğer Türkiye İran’a karşı yaptığı kışkırtıcı açıklamalardan geri adım atmak zorunda kalacaksa, neden bu suçlamaları dile getirdi?

Türkiye’nin duruşuna güvensizlik

Burada şunu söylemek gerekir ki, Türkiye’nin bu sarsıntılı açıklamaları ve hızlı bir şekilde attığı geri adımlar, bu ülkenin duruşu ve tutumunda güvensizliğe neden olmuş, bu ülkenin itibarını azaltmış ve bölgesel ve uluslararası konumunu etkilemiştir ve tabi Türkiye’nin durumu bütün komşuları için çok acı vericidir.

Türkiye’nin düşmanlık çıkarmada ve dostlarını kaybetmedeki hızı

Atvan yazısının devamında şu ifadelerde bulundu: “Şu an Türkiye’nin istikrarı hükümetin politikaları nedeniyle tehdit altındadır ve düşman safları onun karşısında dizilmiş, ayrılıkçılar sınırlarında konuşlanmıştır ve bir zamanlar Ankara’nın bölgesel ve dünya boyutunda gelişmişliği ile gurur duyduğu bu ülkenin ekonomisi de çökmek üzeredir. Bu ülkenin otellerinde turist kalmamıştır ve liranın değeri de aynı şekilde düşmektedir. Bütün bunlara rağmen Türkiye yetkilileri görülmemiş bir hızla düşmanlık çıkarmaya ve birbiri ardına dostlarını kaybetmeye devam etmektedir.

Türkiye’nin İslam karşıtı Amerika Başkanı Donald Trump’a umut bağlaması boştur ve İran, Rusya ya da Çin karşısında saf tutması çok riskli bir kumardır. Çünkü Türkiye’nin gerçek gücü, komşuları ile iyi ilişkilerde bulunmasında ve mevcut krizlerin çözümü için müzakere kanallarını açık tutmasında gizlidir. Bununla birlikte Türkiye, bütün ırklarla ve gruplarla barış içerisinde yaşamaya dayalı eşsiz kültürel mirasını korumalıdır. Bunun dışında yapılacak olan tüm eylemelerin sonucu, yıkım, iç savaş ve ekonomik çöküş olacaktır.”

İran Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Genel Sekreteri Amiral Ali Şemhani, ülkesinin Suriye’yi neden desteklediğini ve bu desteğin ne zamana kadar süreceğini açıkladı.

İran’ın güvenlik politikalarının belirlendiği en önemli kurumlarından biri olan Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi’nin Genel Sekreteri Amiral Ali Şemhani, Suriye ile ilgili görüşlerini İran’da yayımlanan üç aylık dış politika dergisi Tahran’a verdiği mülakatında açıkladı.

- Sayın Şemhani öncelikle onca meşguliyetlerinize rağmen üç aylık dış politika dergisi Tahran’a vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. İzninizle sorularıma Suriye’deki gelişmelerle başlayayım Suriye Cumhur Başkanı Beşşar Esed, halkın ve siyasi muhaliflerinin taleplerini şiddet kullanarak bastırmakla suçlanıyor. Ayrıca uluslararası kurumların ve BM Suriye Özel Temsilcisinin tavsiyelerine aykırı olarak muhalif gruplara hükümetinde yer vermemekle itham ediliyor. İran İslam Cumhuriyeti’nin neden böylesi bir yönetimin yanında durduğunu açıklar mısınız?

- Ben de başlarken siyasi bakış açısını uzman düzeyine yükseltme yönünde adım atan Dış Politika Araştırmaları dergisi Tahran’a teşekkür ederim.

İran’ın Suriye’yi desteklemesinin bir çok sebebi var. Suriye, anayasadan, parlamentodan ve sivil kurumlardan yoksun olan birçok Arap ülkesiyle karşılaştırıldığında iyi bir demokrasiye sahip. Bu ülkede 2011’den sonra bugünkü krizin şekillenmesine neden olan olaylara rağmen iki kez parlamento seçimi yapıldı. 2014’te yasal gereklilik doğrultusunda cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı.

Bazı Arap ülkelerinde kadınların araba sürmesi yasakken son yapılan seçimlerin ardından Suriye Meclisi başkanlığına bir kadın seçildi. Referandumla halk tarafından kabul edilen yeni anayasada siyasi reformlar temellendirildi.

Öte yandan Suriye, siyonist rejimle mücadelede Direniş Cephesinin ileri hattında bulunuyor. İşgalci rejimle mücadelesinden vazgeçmeyen Filistin’in en önemli destekçisidir.

Suriye, krizden önce sürekli olarak Amerika’nın ve gerici Arap rejimlerinin baskısı altındaydı onlar, Suriye’den Direniş hattından ayrılmasını, İran’a ve Direniş Cephesine yardım etmek yerine Hizbullah’ı dizginleme konusunda işbirliği yapmasını istiyorlardı.

Ancak bu istekler hiçbir zaman Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed tarafından onaylanmadı. O da Irak’la bize dayatılan 8 yıllık savaş sırasında Saddam’ı destekleyen Arap ülkelerinin aksine tıpkı merhum Hafız Esed gibi İran’ı destekledi.

Suriye’yi ve Beşşar Esed’i desteklemek, Batılı ülkelerle Arap ülkelerinin liderlerinin Suriye’yi Direniş Cephesinden ayırmak hedefiyle yaptığı baskılara karşı İran İslam Cumhuriyeti’nin Direniş Cephesini koruma stratejisidir.

Suriye hükümeti her hükümet gibi vatandaşlarını korumaktan sorumludur. Güvenliği sağlamak için silah kullanmak devletler açısından en açık yasal haklardandır; ama muhalif grupların silah kullanmasını onaylamanın hiçbir ülkede yasal bir dayanağı yoktur.

Nasıl ki Bahreyn’de muhalif gruplar, siyasi hedeflerine ulaşmak için kendilerine silah kullanma izni vermedi ve silah kullanmadıysa, Suriye’de de hiç kimsenin bu ülke yönetiminin yabancı ülkeler tarafından desteklenen silahlı gruplara karşı sadece nasihatte bulunması beklenemez.

Suriye meselesi, halkın hakları meselesi değildir. Bu ülkenin Direniş Cephesinden koparılması meselesidir. Bildiğiniz gibi Suudi Arabistan Savunma Bakanı, Suriye Ulusal Güvenlik Bürosu Başkanı General Ali Memluk ile geçen yıl yaptığı görüşmesinde ondan Suriye iç savaşının ve IŞİD ile diğer terörist grupların sona ermesi için İran’la işbirliğine son vermesini istedi.

Bugün Amerika, Suudi Arabistan gibi ülkelerin yanında Suriye halkının haklarını bahane ederek Suriye’yi Direniş Cephesinden silmeye çalışıyor.

Halbuki Suriye’deki demokrasi diğer ülkelerdeki durumla ve Ortadoğu standartlarıyla kıyaslandığında Amerika’nın desteklediği ülkelerdeki demokrasiden çok daha iyi durumdadır. Ayrıca Suriye yönetimine karşı savaşan terörist gruplar, halk tabanından yoksundur, onlar yabancı ülkelerin desteği ile savaşı sürdürmektedir.

Halep’te bu grupların esaretinden kurtulan halkın söyledikleri, halkın bu gruplardan ne kadar uzak olduğunun en açık göstergesidir. Buna karşılık devlet kurumları ve bu ülkede savaşın asıl yükünü taşına ordu ve gönüllü güçler, halkın desteği sayesinde ayaktadır.

Dolayısıyla İran İslam Cumhuriyeti, ahde vefadan ve demokrasiye ve halkın hakları ilkesine bağlılığından dolayı stratejik müttefiki olan Suriye’yi ABD tarafından hazırlanan Ortadoğu ülkelerini parçalama projesine karşı koruyor. İslam dünyasına ve diğer halklara yönelik ciddi bir tehdit olan aşırılıklarla mücadele ediyor ve Suriye’nin yasal cumhurbaşkanı olan Beşşar Esed’i destekliyor.

-Amerika, Fransa, Suudi Arabistan, Türkiye vs. gibi ülkelerin Beşşar Esed’i devirmek ve Suriye yönetimini değiştirmek yönündeki çabalarına karşılık siz, Suriye’yi koruma konusunda İran’ı ne ölçüde başarılı görüyorsunuz?

- Suriye’deki bugünkü savaş, Arap ve Batı desteği açısından İran İslam Cumhuriyeti’ne dayatılan 8 yıllık savaşla benzerlik taşıyor. Bize dayatılan savaş sırasında dünya, tüm kapasitesiyle Saddam’ın yanındaydı. Beri tarafta ise ‘Suriye’nin Dostları’ adı altında 80 ya da 30 ülke koalisyon oluşturdu.

Bu ülkeler, terörist gruplara silah, para ve silahlı eğitim desteği konusunda ellerinden geleni esirgemedi. Batılı ülkelerle bölge ülkelerinin bu gruplara verdiği silahlar bir klasik orduyu donatacak kadardı.

Savaş, Suriye sınırları karşısında iki kat fazla bir atmosferle bu ülkeye dayatıldı. Bu ülke yönetiminin savunma kabiliyetini işlevsiz kılmak için halk canlı kalkan olarak kullanıldı.

BM’de ve tüm uluslararası toplantılarda Suriye yönetimine yönelik siyasi baskılar her gün arttırılıyordu.

IŞİD’in petrol satması ve terörist grupların mali bünyesinin güçlendirilmesi için işbirliği yapıldı; buna karşın Suriye’ye ekonomik yaptırımlar uygulandı. Bu süreç içerisinde güvenlik tehdidi Suriye başkentinin kalbine kadar ulaştı.

Fakat Suriye, sahadaki yiğitleriyle, komutanlarının cesaretiyle, halkın desteğiyle; İran, Rusya ve Hizbullah gibi müttefiklerinin yardımıyla sahada ciddi değişiklikler yarattı ve ülkenin büyük bir kısmını kurtardı.

Beşşar Esed hükümetinin devam etmesi, bu ülkede gerçekleştirilen başarılı seçimler, Halep’in kurtarılması, başkent çevresinin askeri operasyonlarla ve siyasi uzlaşmalarla temizlenmesi; İran, Rusya ve Direniş Cephesinin Amerikan cephesi karşısındaki başarılarının kanıtıdır ve Allah’ın yardımıyla bunlar devam edecektir.

- Rusya’nın Suriye’deki rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Rusya’nın Suriye denkleminde askeri rolü konusundaki motivasyonu bir yana, şunu söylemek gerekir ki onların bu dosyaya girmeleri sahadaki dengeyi Suriye lehine değiştirdi. Daha önce Rusya’nın rolünü, BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinden biri olarak Suriye ile ilgili siyasi gelişmelerde Amerika karşısında direnç göstermesi çerçevesinde aramak gerekiyordu. Rusya, tüm gücüyle Suriye’de zaferi düşünüyordu.

Bu yaklaşım Suriye halkına kazanım getirmekten başka Rusya’nın diğer denklemlerde de Amerika karşısında güçlenmesine yardım etti.

Bugün İran ve Rusya işbirliği iki stratejik müttefik çerçevesinde devam ediyor. Bu ittifak, bölgedeki gelişmelerde ve Suriye’deki olaylarda olumlu etki yaptı. Bu etkilerden birisi Halep zaferdir.

Özet bir toparlamayla şunu söyleyebiliriz. İran İslam Cumhuriyeti, sahadaki gelişmelerde daha etkili, Rusya’nın siyasi gelişmelerdeki gücü ise daha derindir. Bu kapasiteler yan yana gelerek dengenin Direniş Ekseni lehine gelişmesini arttırdı.

Bu süreç, sahadaki işbirliğinin ve siyasi koordinasyonun güçlendirilmesiyle gelişerek sürüyor.

- Sizce Halep’te ordunun ve halk güçlerinin kazandığı son zaferin önemi nedir?

- Doğu Halep’teki zafer, sadece ülkenin belli bir kısmının kurtarılması değildir. Bu zafer, bir yönüyle Batılı ülkelerin, İsrail’in ve bazı Arap ülkelerinin Suriye’yi bölmek için hazırladığı stratejik planı başarısızlığa uğrattı. Diğer yönüyle ise terörist grupların ve onları destekleyen ülkelerin sahadaki gücünü zora soktu.

Halep, yabancı ülkelerin desteği ile terörist grupların toplanma yeri haline gelmişti. Batı’nın Suriye’yi bölme planı da bu grupların kapasitelerine göre şekillenmişti.

Batılılar, geçtiğimiz yıllarda Halep’te uçuşa yasak bölge veya güvenli bölge kurmaya çalıştı ve Libya modelini tekrar ederek terörist gruplar için alan açmak ve Suriye üzerinde baskı oluşturacak zeminleri arttırmak ve Suriye’yi bölmek istediler.

Dört hakimiyet bölgesi (Doğuda Sünniler, İsrail sınırı bölgesinde Dürziler, sahil bölgesinde Aleviler, kuzeydoğuda da Kürtler için bölge) oluşturmak onların gündemindeydi.

Halep’in öyle bir jeopolitik konumu var ki orada zafer kazanan taraf, diğer alanları kendi lehine yönetebilme imkanı kazanır.

Ayrıca bu zafer gizli birtakım sırları ortaya çıkardı; ondan önce tekfirci grupları destekleyen ülkeler, bunu kabul etmeye yanaşmıyordu. Bu savaşta bazı şahıslar ve askerler yakalandı ve böylece bazı Arap ülkelerinin mezhep savaşını körüklemek ve terörizmi bir araç olarak kullanmak şeklindeki rolü ortaya çıktı. Halep zaferiyle karşı tarafın tüm kazanımları darmadağın oldu.

İşte bu yüzden Arap başkentlerinde ve medyasında İran, Suriye, Direniş Cephesi ve Rusya aleyhine çok geniş çaplı bir saldırıya tanık oluyoruz.

Bazı komşu ülkelerde bizim elçiliklerimizin önünde yapılan aleyhte gösterilerin de bu senaryo doğrultusunda gerçekleştiği değerlendiriliyor.

Onların teröristlerle ilgili olarak insani meselelere ve insan haklarına odaklanmaları şaşkınlık verici bir şey. Zira Foa ve Keferya’da ölen kadın ve çocuklardan ve mültecilerden hiç söz etmiyorlar. Bu iki ayrı tutum Halep’teki zaferi gölgelemeye ve Doğu Halep’te kuşatma altında kalan terörist unsurları kurtarmaya yönelikti.

- Peki Suriye’nin bölünmesi tamamen imkansız hale gelmiş oldu mu?

- Bu konuda hiçbir endişenin kalmadığı iddia edilemez; ama Suriye devletinin Halep’e hakim olmasıyla bu, onların hedef menzilinden uzaklaşmış oldu.

Biz, ülkelerin bölünmesine karşıyız ve böylesi bir durumun ortaya çıkmasını engellemek için Suriyeli ve Iraklı kardeşlerimizin yanında yer alıyoruz. Türkiye ve Suudi Arabistan gibi ülkeler ise artık kendi pozisyonlarını netleştirmelidir. Suriye’nin ve diğer İslam ülkelerinin bölünmesi sürecini olumlu mu karşılıyorlar?

Türkiye hükümeti yaptığı açıklamalarda Suriye’nin bütünlüğünü vurguluyor. Ama acaba Suriye’deki politikalarının kendi güney sınırlarındaki Kürt meselesini daha da şiddetlendirebileceğinden endişe etmiyor mu? Acaba Arabistan bölgedeki bölünme ateşinin alevlenmesinden güvende kalabilir mi?

Bölgedeki mevcut düzenin bozulmasının tüm bölge ülkelerine pahalıya mal olacağı ve Siyonist rejimin kazanımlarını daha da arttıracağı görülüyor. Bu yüzden bölgede rolü olan tüm aktörler, Suriye’deki siyasi yaklaşımlarından uzak bir şekilde Suriye’nin bölünmesine neden olacak adımlardan veya politikalardan sakınmalıdır.

- Şimdiye kadar üzerinde pek durulmayan önemli bir konuya değindiniz. Sizce acaba Suriye’deki olaylarla Suudi Arabistan’ın bütünlüğü arasında bir ilişki var mı?

- Evet, etkilerini aşamalı olarak gösterebilecek olsa da kesinlikle güçlü bir ilişki var. İzin verirseniz bir konuyu ilk defa burada açıkça söylemiş olayım. İslam dünyasındaki birçok kişinin ve Suudi liderlerinin sandığının aksine İran İslam Cumhuriyeti, Suudi ailesinin devrime peşinde değildir hatta Arabistan içinde onları devirme yönündeki eğilimleri frenliyor.

Suudi ailesinin devrilmesiyle elde edilecek olan nedir? Bizce bu ülkede Vehhabilik ideolojisi geliştikçe bu rejimin devrilmesiyle Arabistan’da asla daha iyi bir yönetim ya da Ehl-i Sünnet aklının yönetimi kurulmayacaktır.

Suudi ailesi devrildiğinde kesinliğe yakın bir ihtimalle Arabistan bölünecek ve aşağılık IŞİD düşüncesi, kutsal Hicaz topraklarının büyük bir bölümüne hakim olacaktır.

Arabistan toplumunu ve o ülkedeki aktif siyasi eğilimleri tanıdığınızda bu gerçekliği kolayca anlayabiliyorsunuz.

İran İslam Cumhuriyeti, ülkelerin bölünmesine ve terörist düşüncelerin İslam ülkelerine ve İslam dünyasının stratejik çıkarlarına hakim olmasına karşı olduğu için aşırılık yanlısı düşüncelerle mücadele ediyor ve bölge ülkelerinin toprak bütünlüğünü savunuyor.

Asli hedefleri güçlerini yaymak olan gruplar, önemli İslam ülkelerine ve özellikle de Arabistan’a hakim olmak istiyorlar.

- Suriye’nin geleceğine dair perspektif nedir? İran, Suriye’yi ne zamana kadar destekleyecek?

- İran İslam Cumhuriyeti açısından Suriye’nin geleceği, siyasi sürecin gelişmesine ve bu ülke iççindeki uzlaşmaya bağlıdır. Tüm taraflar eş zamanlı olarak terörizmi kontrol altına almalı, terörist gruplara yabancı yardımlar durdurulmalı ve Suriyeliler ulusal bir diyalog başlatmalıdır.

Biz bu süreci bu ülkedeki krizi sona erdirecek en iyi yol olarak görüyor ve yıllardır da bu süreci takip ediyoruz.

İran İslam Cumhuriyeti, Suriye krizinin çözümü için öngördüğü planı daha önce resmi olarak açıkladı. Bu, dört maddelik plan diye meşhurdur.

Bu planın en öneli noktaları, acil ateşkesin sağlanması, reformların yapılması ve ulusal diyalogun şekillendirilmesidir.

Suriye’nin geleceği, yabancı güçler tarafından değil, Suriye halkı tarafından belirlenmelidir. Biz, halkın kendi kaderini tayin etme hakkının olduğunu düşünüyoruz. Suriye halkının kendi geleceği ile ilgili karar verebilecek düzeyde siyasi bilinç taşıdığına inanıyoruz. Amerika ya da bazı diğer ülkelerin Suriye halkının yerine karar vererek cumhurbaşkanı adaylığına kimin hakkının olmadığını ve kimin hakkının olduğunu söylemeleri, demokrasi ilkesine de halkın kendi kaderini kendisinin tayin etmesi ilkesine de aykırıdır.

Eğer uluslararası güçler ve bölge ülkeleri, hala demokrasiye inanıyor ve Suriye’ye huzurun gelmesiyle ilgileniyorsa terörist grupların yok edilmesine yardım ederek ve halkın oyunu seçim sandıklarında ortaya koymasına zemin hazırlayarak bu ülkenin siyasi geleceğinde çözüm üretici olabilirler. Zira Suriye’nin geleceği, Suriye halkına aittir ve onların vereceği oya bağlıdır. Bize göre demokrasi, silah kullanılarak ya da askeri yollarla sağlanamaz.

Suriye’yi daha ne zamana kadar destekleyeceğimiz konusuna gelince… Şunu söylemeliyim ki, Suriye Batılı ve Siyonist komploların pençesinde oldukça, tekfirci terörist gruplar bölgenin bazı gerici ve yenilmiş ülkeleri tarafından desteklendikçe ve Suriye devleti ihtiyaç duydukça, İran İslam Cumhuriyeti Suriye’nin yanında durmaya devam edecektir.

- Sizce ABD ve bazı bölge ülkeleri, Beşşar Esed’in cumhurbaşkanlığına yeniden aday olmasına neden karşı çıkıyor?

- Amerika, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın yaptığı propagandaların aksine Beşşar Esed Suriye’de güçlü bir halk desteğine sahip. Bu ülkenin halkı siyasi ve ekonomik baskılara ve güvenlik sorunlarına rağmen onun beş yıldır direndiğini görüyor.

Kriz öncesinde halkın geçim durumu, teröristlerin sebep olduğu mevcut duruma kıyasla çok daha iyiydi. Suriye halkı bugün şunu çok iyi biliyor ki kendi ülkelerinin yıkıntılarının üstünde bir ABD hegemonyası kurulsun diye petrol servetleri ve Batı’nın silahları kendilerine karşı kullanılıyor. Onlara göre Beşşar Esed bu komploya karşı koyan bir kahramandır.

O, bugünkü durumda rekabet edeceği her adaydan çok daha fazla halkın evet oyunu kazanacaktır.

Onun sağlıklı ve şeffaf bir seçim rekabetinde kazanacağı zafer, Halep’te terörizmi destekleyenler için ağır bir yenilgi olacaktır. Onlar işte bu sebeple Beşşar esed’in aday olmasına karşı çıkıyor.

Biz ise Suriye’deki seçim yasası ona bu izni veriyorsa hiçbir şeyin onun seçime katılmasına engel olamayacağına inanıyoruz. Eğer Batılılar Beşşar Esed’in halk desteğine sahip olmadığına inanıyorsa onun adaylığından neden endişe ediyor?

- Teşekkür ederiz.

Çeviri: YDH

Körfez’in fonlarına ulaşma ve savunma ekonomisini büyütme hedefi güden Türkiye’nin İran’ı kızdıran çıkışları ekonomik ilişkilere gölge düşürdü. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Körfez turunda, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun da Münih Güvelik Konferansı’nda İran’ı hedef alan açıklamalar yapması Tahran’ı kızdırdı. Ortaya çıkan gerilim Türk iş adamlarının Tahran’a çıkarma yapma planını alt üst etti.
 
 
İmparatorluk geçmişleriyle övünen İran ve Türkiye aslında 1639 Kasrı Şirin Antlaşması’ndan beri barışçıl sınırlara sahip birer komşu olmanın kıymetini özümsemiş iki ülke. Bölgesel rekabetten kaynaklanan siyasi gerilimlerin ekonomik ilişkilere yansımaması konusunda taraflar belli bir hassasiyete sahip. Her iki ülke de kafa kafaya gelmemek için kritik eşiklerde kendini tutmasını biliyor. Ancak Suriye krizinden beslenen siyasi gerilimler bu hassasiyeti aşındırdı ve korunaklı olduğunu düşündüğümüz ekonomik alanı da etkilemeye başladı.
 
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Körfez turunda, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun da Münih Güvelik Konferansı’nda İran’ı hedef alan açıklamalar yapması Tahran’ı kızdırdı. Ortaya çıkan gerilim Türk iş adamlarının Tahran’a çıkarma yapma planını alt üst etti.
 
Türkiye Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’nun (DEİK) öncülüğünde 25 Şubat’ta Tahran’da Türk- İran İş Forumu düzenlenecekti. Foruma Türkiye’den Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci, İran’dan da Sanayi, Maden ve Ticaret Bakanı Rıza Nimetzade ile İletişim ve Bilgi Teknolojileri Bakanı Mahmut Vaizi katılacaktı.
 
İki ülke arasındaki söz düellosu yüzünden Zeybekci Tahran’a gitmekten vazgeçti. Bunun üzerine Türkiye’den 100 firmayla 250 kişinin katılacağı forum ertelendi. Bu etkinlik sırasında Türk Ticaret Merkezleri’nin de açılışı yapılacaktı. Yeni koşullarda DEİK açılışı daha düşük profilde bir katılımla yapmayı kararlaştırdı.
 
Türk iş adamları İran’a uygulanan yaptırımların kalkmasıyla ülkede enerji, petrokimya, madencilik, inşaat, perakende, lojistik ve turizm-otelcilik alanlarında yeni fırsatları değerlendirmek için bu tür bir forumu önemsiyordu. DEİK’e göre Tahran’daki toplantı “iki yılda ticaret hacminin 30 milyar dolara” çıkarılması hedefinin yakalanması açısından önemliydi.
 
Erdoğan Bahreyn’deki konuşmasında İran’ı Pers milliyetçiliği ile Irak ve Suriye’de bölünme yaratmaya çalışmakla suçlayıp bunun önlenmesi gerektiğini savundu. Çavuşoğlu da Münih’te “İran, Suriye ve Irak’ı iki Şii devleti haline getirmeye çalışıyor. Bu çok tehlikeli. Bu eğilime son vermeli” dedi.
 
İran Dışişleri Sözcüsü Behram Kasımi bu açıklamalara sert karşılık verdi: “Terör örgütlerini destekleyen, kan dökülmesine yol açan, gerilimlerin tırmanmasına ve bölgede istikrarsızlığa yol açanlar, başkalarını suçlayarak bu adımlarının sorumluluğundan kaçamaz. Sabırlı davranıyoruz ancak sabrımızın da bir sınırı var… Türk dostlarımız bu tip ifadelerini tekrarlarsa biz de susmayıp karşılık vereceğiz.”
 
İranlı diplomatik kaynaklar Al-Monitor’a Zeybekci’nin ziyaret iptalinin İran’dan kaynaklanmadığını, Türkiye’yle ilişkilere önem verdiklerini ve bu tutumun değişmediğini belirtti. İş dünyasından kaynaklar da ziyareti iptal kararının siyasi gerginlik yüzünden Zeybekci’den geldiğini belirtti.
 
İran’a ambargoların kalkmasının ardından Tahran’a hem geç hem hazırlıksız giden ve bu yüzden fırsatları değerlendiremeyen Türk firmaları şimdi projelerini ne denli yürütebilecekleri konusunda tereddütlüler. Henüz yatırım planlarını geri çeken yok ama “temkinliyiz” diyen de çok.
 
Türk şirketlerinin İran’da işlerinin eskisi kadar kolay olmayacağına dair bazı işaretler önceden de gelmişti. Mesela İran Sivil Havacılık Dairesi geçen ay Türkiye’ye charter uçuşlarının izinlerini ertelemişti. Bu tutum, her yıl İran’dan ortalama 1.5-2 milyon insan ağırlayan Türkiye’nin turist alanındaki beklentilerine gölge düşürmüştü.
 
Ankara-Tahran hattındaki gerilimin arka fonunda yer alanlar önemli. Kışkırtıcı faktör sadece iki ülkenin Irak ve Suriye’de izlediği politikaların taban tabana zıt olması değil. Kuşkusuz Türkiye, Suriye’deki hezimet ve Irak’taki etkinliğini kaybetmesinden dolayı suçlayacak birini arıyor. Hükümet kanadı basitçe “İran’ın müdahaleleri olmasaydı biz başarılı olacaktık” demeye çalışıyor. Ancak bunun ötesinde üç önemli nokta daha var.
 
Birincisi, Türk parası dolar karşısında gerilerken piyasaları rahatlatmak için Körfez’ten gelecek sıcak paraya ihtiyaç duyuluyor. İran karşıtı bir duruşla ‘Şiafobik’ Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleriyle ilişkilerin kolaylaşacağı umuluyor.
 
İkincisi Türkiye, son yıllarda çok önem verdiği yerli savunma sanayine pazarlar ararken gözüne silahlanmaya ciddi bütçeler ayıran Körfez ülkelerini kestirmiş durumda. Ankara’daki siyasi akıl, Körfez’in dış politikasını şekillendiren abartılı “İran tehdidi” algısını kullanmaya çalışıyor.
 
“O füzeler Mekke’ye düşmeden”, “Mekke savaşları başlamadan” ve “Tanklar Kabe’ye dayanmadan” gibi başlıklarla İran karşıtlığında başı çeken Yeni Şafak gazetesinin şu yorumu iktidarın motivasyonunu da yansıtıyor:
 
“Özellikle Suudi Arabistan’da yaşanan ekonomik sıkıntılar, Körfez ülkelerinin yıllardır ABD bankalarında tuttuğu, yüz milyarlarca doları bulan birikimlerini geri alamaması, güvenlik tehditleri alabildiğine arttığı için bölge ülkelerinin savunmaya yönelmesi Türkiye ile bölge ülkeleri arasında yeni tür bir ekonomik yakınlaşmaya zemin hazırladı. Bölgenin savunma ihtiyaçları büyük oranda hala ABD ve Avrupa’dan sağlansa, milyar dolarlık silah anlaşmaları bu ülkelerle yapılıyor olsa da, yeni durum büyüyen Türk savunma sanayii için yeni fırsatlar sunuyor. Körfez fonlarının ‘savunma ekonomisi’ üzerinden Türkiye’nin bölge ile ilişkilerinde yeni bir dalga oluşturacağı bir tahmin değil artık. Ortak savunma anlaşmaları da böyle bir yakınlaşmanın zeminini oluşturuyor. Ancak Suudi Arabistan ve Katar, Bahreyn gibi Körfez ülkeleri için durum ekonominin çok ötesinde. Bu ülkeler ciddi tehdit altında. (…) Bir Fars yayılma haritası, bir Fars milliyetçi dalgası söz konusu. İran’ın bütün Arap dünyasını hedef alan, doğrudan Mekke’yi ele geçirmeye ayarlı bir macerası söz konusu. Yemen üzerinden Riyad’a gönderilen İran füzeleri Tahran’ın niyetlerini açık etmiştir.”
 
Üçüncü faktör Donald Trump’ın başkanlığındaki yeni ABD yönetimiyle ortaklık zemini yakalama hedefidir. Trump’la birlikte İran’ın yeniden hedef tahtasına konması Körfez’i ziyadesiyle memnun etti. Erdoğan da yeni konsepte yatırım yapıyor.
 
Fehim Taştekin

Pazar, 26 Şubat 2017 16:20

Allah'a Karşı Suizan

İlk suizanda bulunan varlık Şeytandır. O, Allah'ın fiilini kötü ve yanlış bildi...


Rivayette şöyle geçer; "Şeytan 6 bin yıl her gökyüzü tabakasında bir yıl Allah'a itaat etti ama Allah'ın fiiline kötü zanda bulunup itaat etmeyerek suçlu duruma düştü." Bunun için Suizan Şeytan'ın bir sıfatıdır.

Bu konu oldukça fazla araştırılma gerektiren bir konudur. Kötü düşünce ve suizannın kökleri nelerdir? Neden bazıları Allah'a suizanda bulunur?

Bir imtihan ve bela anında Allah’a suizanda bulunurlar; insanların çoğu bu günaha müpteladırlar. Belalar ve musibetler Allah'ın İmtihanıdır.

“İnsanlar imtihandan geçirilmeden sadece iman ettik demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar.” Ankebut/2

Bazıları Allah'ın imtihanını doğru bir şekilde anlayıp tahlil edemiyorlar. Bu yüzden suizanda bulunuyorlar. Dr. Refii şöyle anlatır:

"Bir gün İmam Rıza'nın (a.s) türbesine gitmiştim. Haremin bahçesinde bir genç yanıma geldi ve şöyle dedi:

'Ben eskiden Ehl-i Beyt meddahıydım. Ehl-i Beyt hakkında çokça meddahlık yaptım; mersiye ve sinezen okudum. Bir süre önce de Kerbela’ya kafile götürdüm. Kırk kişiydik ve otobüsle yola çıktık. Bu yolculuktan maneviyat kazanmak için çok çalıştım. Allah’ın rızasını kazanmak için doğru bir şekilde mersiye ve ağıtlar okumaya çabaladım. Kerbela ve Necef ziyaretimizi tamamladık. Derken dönüş yolunda trafik kazası geçirdik. Bütün yolcular kazayı sağ salim atlattı ama o kırk kişi içerisinden yalnızca ben sağlığımdan oldum; artık yürüyemiyorum. O günden beri Allah’a karşı kötü düşüncelere kapıldım. Peki ben ne yapmıştım ki başıma bu olay geliverdi? Bu yolcular arasında öyle ciddiyetsiz, şımarık insanlar vardı ki hatta bazıları ibadetlerinde özensiz ve bazıları da günah işlemekten çekinmeyen insanlardı. Ama ben onların hepsinden daha fazla dikkat ediyordum. Bütün dikkatimi ziyarete vermiştim layıkıyla ibadet yapmaya çalışıyordum. Onlara mersiye ve ağıtlar okuyordum. Neden sadece ben bu şekilde oldum? Ben ne günah işledim ki bu musibetler benim başıma geldi?

O şahsa dedim ki; 'Ben sana bu kadarını söyleyeyim; imtihan, musibet ve bela birkaç kısımdır. Bazıları günahkarlar ve kafirler içindir. Günah işleyen ya da hata yapan insan imtihan edilir. Onun için bir uyarıcıdır, doğru yola yönelsin diye. Bazıları müminler içindir; çünkü Müminlerin Allah katında dereceleri vardır. Bu imtihan ve belalar müminlerin Allah katındaki derecesini yükseltir. İmanının gelişmesine ve yücelmesine sebep olur. Bütün peygamberler, Hz. Eyüp, Hz. Yusuf, Hz. Yakup hepsi zorluklar çekmiştir. Kerbela'da İmam Hüseyin'in başını bedeninden ayırdılar. Evlatları ve yarenleri şehit oldu. Acaba İmam Hüseyin bir hatamı yapmıştı? İmtihana tabi olan ve musibet gören her insan günahından ya da hatasından dolayı yaşamaz bunları. Allah sadece günahkarları değil evliyaları da imtihan eder.

Yahudi bir şahıs Hz. Ali'nin yanına gelir ve der: 'Ey Efendim! Vasilerde imtihan edilir mi?' İmam şöyle buyurur: 'Evet, evliyalar, vasiler ve enbiyalar hepsi imtihan edilir. Kimisi servetle Hz. Süleyman gibi, kimisi fakirlikle Hz. Eyüp gibi. Bazısı elindeki imkanlar alınarak imtihan edilir. Allah Hz. Musa’ya 38 çocuk verdi ama İmam Rıza'ya 48 yıl bir çocuk bile vermedi. 48 yaşındaydı İmam Cevad ona verildi ve o İmam Rıza’nın tek çocuğuydu.

Hz. İmam Hüseyin'in çocukları ve yârenleri Kerbela'da şehit edildi. Allah sadece İmam Zeynel Abidin'in kalmasını istedi bu tesadüf ve cebir değildir. İnsan vazifesini yerine getirir ve Allah'ın İmtihanı kabul ederse yüce mertebelere ulaşır.'

Sonra Hz. Ali (as) o Yahudi’ye şöyle der: '14 defa imtihana tabi tutuldum. 7 defa peygamber zamanında 7 defa peygamberin vefatından sonra.

Allah Davut peygambere şöyle buyurdu: 'Sana cennette seninle aynı terazide olacak birini tanıtmamı ister misin?' Bazen insan cennette peygamberle olabilir ama onun derecesinde olamaz. Davut peygamber 'evet' dedi. Şöyle hitap geldi: 'Git falan semtte falan kadının yanına o hem cennetliktir hem de senin derecendedir.' Kimdir ki hem cennetlik olsun hem de Davut Peygamber ile aynı derecede olsun. Hz. Davut gitti, o kadını buldu ve sordu: 'Yaptığın amelini bana açıklar mısın? Hangi ameli işledin ne yaptın anlatır mısın?'

Peygamber şöyle der: 'Bu kadının özel bir ameli yoktu. Normal bir insan, benden farklı değil. Vacip amelleri yerine getiriyor, hatta müstehap amel bile çok fazla yapmıyordu. Kendi kendime nasıl oluyor da bu kadın cennette benimle aynı derecede olur dedim. Kadına: 'Biliyor musun Allah seni cennette benimle aynı derecede karar kıldı.' Kadın: 'Evet, bana da söyledi.' Hazreti Davut: 'Nereden biliyorsun? Nasıl bu makama ulaştın?' diye sorunca kadın: 'Sebebi şudur; yaşantımda karşılaştığım her duruma şükür ettim. Fakirlik görsem şükrettim, servet sahibi olsam şükrettim. Allah neyi benim için istediyse ona şükür ettim. Hiçbir zaman suizanda bulunup isyan etmedim.'

Üstat Dr. Refi'i

Bunun Suriye’deki tezahürü Rusların İran’la ilişkilerini zayıflatmak üzere bir işbirliği yoluna gitmek. Irak’ta ise Ayetullah Sistani gibi Şii figürler dahil İran’ın artan nüfuzundan rahatsızlık duyan unsurları güçlendirmek.

Pentagon 28 Şubat günü başkan Trump’a IŞİD ile mücadele konusunda nihai önerilerini sunacak. Akabinde ak koyun kara koyun belli olacak. ABD Rakka operasyonu için Suriyeli Kürtlerle mi yola devam edecek, yoksa Türkiye’nin önerileri doğrultusunda Özgür Suriye Ordusu ile birlikte mi hareket edecek?

Türkiye’nin önerdiği plan basına sızdığı kadarıyla az çok biliniyor. Ya Akçakale’nin karşısında bulunan ve YPG denetiminde bulunan Tel Abyad üzerinden, ki bunun için YPG’nin rızası gerekiyor, ya da El Bab üzerinden 100 kilometreyi aşkın bir yol kat ederek ve Suriye ordusuyla çatışmayı göze alarak Rakka’ya gidilecek. Her iki önerinin de pek gerçekçi olmadığını anlamak için askeri deha olmaya gerek yok.

Son iki yıldır Türkiye hep kalabalık Suriyeli muhalif ordusu kurmaktan bahsediyor ve resmi kaynaklardan edinilen bilgiye göre halihazırda Hatay’da Serinyol 12’inci Jandarma Eğitim Alay Komutanlığında eğitimleri sürüyor.

Ama gelin görün ki ortada hala ikna edici sayı ve kabiliyette bir güç yok. YPG’nin Suriye Demokratik Güçleri adı altında topladığı Sünni Arap savaşçılarının sayısı daha yüksek. Üstelik Türkiye’nin eğittiği unsurlar arasında radikal unsurların yer aldığına dair ciddi kaygılar bulunuyor.

Buna rağmen, sırf Türkiye’yi hoş tutmak ve karşılıklı güvensizliği giderebilmek adına olsa dahi, an itibarıyla ABD’li askeri yetkililer Türk mevkidaşlarıyla birlikte harıl harıl Türkiye’nin en geç 27 Şubat’a kadar ABD tarafına teslim etmesi gereken ‘YPG’ye alternatif’ plan üzerinde çalışıyorlar.

Ama neticede Trump yönetiminin de YPG ile yola devam edeceğine neredeyse kesin gözüyle bakılıyor. Bunu Türkiye de görebiliyor. Ve TSK’nın Rakka’ya gitme noktasında gönüllü olup olmadığı konusunda ciddi şüpheler var. Ankara’nın ABD’yi Rakka üzerinden bilinçli şekilde sıkıştırmaya devam etmesinin nedeni iç siyaset. İktidar Suriye’deki başarısızlıklarını ABD’nin üzerine yıkarak, referandum öncesi olası eleştirilerin önünü alıyor; milliyetçiliği köpürtüyor.

Aynı zamanda ABD’den başka tavizler koparmaya bakıyor. Örneğin, PKK’ya karşı işbirliği ve Gülen’in iadesi konusunda.

ABD Genelkurmay başkanı Dunford, epeydir ABD’nin Rakka için takviye güç yollaması gerekebileceğini dillendiriyor. Bunun için Rojava’daki mevcut dört Koalisyon üssüne ilave altyapı oluşturulması gerekiyor. Böylece ABD’nin ‘hafif’ diye tabir edilen ‘ayak izi’ derinleşebilir.

Washington’da en hararetli tartışma ise bunun ötesine gidip ABD’nin Irak’ta yaptığı gibi yerel konseyler ve benzeri idari yapılar kurma işine bulaşıp bulaşmaması etrafında dönüyor. Buradaki amaç Irak’ta olduğu gibi ulus inşası değil, idari boşluğu doldurarak IŞİD’in geri dönmesini engellemek.

Dışişleri Bakanlığı ise kısıtlı müdahaleden yana. Rakka özgürleştikten sonra kentin temel ihtiyaçlarının sağlanmasına yardımcı olmalı. Elektrik ve su yeniden bağlanmalı ve halkın temel gıda ihtiyaçlarını giderecek fırınlar vs. açılmalı, ama bu kadar. Çünkü ortam güvenlik açısından çok riskli. Lojistik olarak da tam bir kabus. PYD’yi güçlendirecek herhangi bir hamleye ne Türkiye ne de Barzani yönetimi destek olmayacağı için Rakka’nın yeniden inşası için gereken malzemeler nereden gelecek? Rakka’ya yeni hava alanı kurulup taşınır da, nereden? Bunlar soruluyor.

Pentagon ise Rakka’da istikrarlı bir düzen kurulana dek ABD’nin idari yapılanmaya el atmasından yana. Ulusal Güvenlik Konseyi’nde yer alan asker ve istihbarat kökenli albaylar Derek Harvey ve yardımcısı Joel Rayburn gibi şahinler ise ayrı bir havada. Güvenilir bir kaynağın ifadesiyle “Haritaya baktıklarında Irak ve Suriye arasındaki sınırları görmüyorlar. Irak’tan Suriye’nin kalbine uzanan Cezire dedikleri istikrara kavuşturulması gereken Sünni yoğunluklu bir alan görüyorlar. Ve varsa yoksa İran tehdidi.”

Başka bir ifadeyle Trump yönetiminin Ortadoğu politikası bir yandan IŞİD odaklı olmaya sürerken, Obama’dan farklı olarak İran’la mücadele üzerine kurulmaya aday. Bunun Suriye’deki tezahürü Rusların İran’la ilişkilerini zayıflatmak üzere bir işbirliği yoluna gitmek. Irak’ta ise Ayetullah Sistani gibi Şii figürler dahil İran’ın artan nüfuzundan rahatsızlık duyan unsurları güçlendirmek. Suudi Dışişleri Bakanı Adil Cübeyir’in bugünkü tarihi nitelikteki Bağdat ziyareti —2003’den beri ilk kez bakanlık düzeyinde bir Suudlu bakanı Irak’a ayak basıyor— bu çerçevede değerlendirilmeli. Özetle görünen o ki Trump yönetiminin desteğini edinmenin yolu İran’a karşı işbirliğinden geçecek.