
کارگر
Ali Ekber Salihi: kolaylıkla eski günlere geri dönebiliriz
Ali Ekber Salihi: kolaylıkla eski günlere geri dönebiliriz
Ali Ekber Salihi: kolaylıkla eski günlere geri dönebiliriz
İmam Hamenei’nin Avrupadaki İslami Öğrenci Teşkilatlarına Mesajı
Bismillahirrahmanirrahim
Aziz genç öğrenciler!
Gençlik ve öğrenciliğin her biri tek başına, insanın yüce değerlere ulaşmasında yardım eden güçlü etkenlerdir. Sizler bu ikisinden başka, İslami teşkilatların etkili sisteme sahip olma gibi meziyet ve ayrıcalığa da sahipsiniz. Hüccet sizlere tamamlanmıştır.
Siz azizlerden dini, ilmi ve ahlaki eğitimden daha fazlası beklenmektedir; sizden beklenen bulunduğunuz bölgelerde Allah yolunun yolcularına fiil,davranış ve sözlerinizle örnek olup etki bırakmanızdır.
Küfür ve istikbar cephesiyle asimetrik savaşta, gerçek halis İslam‘ın dalgalanan bayrağı olmak hepimizin vazifesidir. Her birimiz, İslam ve sırat-ı mustakimin doğru maarifinin bereketli çeşmesi olmalıyız.
Pak kalpleriniz aydın ve canlı olsun!
Seyyid Ali Hamenei
20.01. 2017
Myanmarlı Müslümanlara Yönelik Baskı ve Şiddet Devam Ediyor
Yahghee Lee, 12 günlük Myanmar ziyaretinin sonunda Yangon kentinde düzenlediği basın toplantısında, hükümetin Kaçin eyaletinde yaşayan azınlıklara yönelik müdahalesini ve Arakanlı Müslümanlara yönelik baskıları eleştirdi.
Raportör Lee, hükümetin yaklaşımının bu sorunları inkara yönelik olduğunu belirtti. Bu tavırların sadece ters etki yapmakla kalmayıp tüm ülkeyi kapsayan umutları da tükettiğine dikkat çeken Lee, gidişatı tersine çevirmek için çok da geç olmadığını vurguladı.
Hükümetin, Kaçin’in bazı bölgelerine seyahat etmesine engel olduğunu kaydeden Lee, bölgedeki durumun kötüye gittiğini ifade etti. Lee, seyahat edemediği bölgelerde yaşayanların kendisine, durumun giderek kötüleştiği bilgisini aktardığını dile getirdi.
Ordunun Arakan eyaletindeki̇ faaliyetlerini̇ eleştiren Lee, düzenlenen operasyonlarda Arakanlı Müslümanların haklarının ve onurunun önemsenmediğini ifade etti.
Arakan’ın Maungdaw bölgesine gerçekleştirdiği ziyarete değinen Lee, “Hatırlatmam gerekir ki bu saldırılar Rohingya nüfusuna karşı on yıllardır yapılan ve sistematik hale gelen ayrımcılık kapsamında yapılıyor. Umutsuz bireyler, umutsuz yollara başvuruyor” değerlendirmesinde bulundu.
Lee, hükümete Arakanlı Müslümanlara yönelik ayrımcılığa son verin çağrısında bulundu.
Arakan’daki ziyaretinde, sınır karakollarına saldırı düzenlediği iddiasıyla gözaltına alınanlarla da görüştüğünü belirten Lee, gözaltındakilerin çoğunun neden hapishanede olduklarını bilmediklerini söyledi.
Arakan’da 2012 yılında Budistler ile Müslümanlar arasında çıkan şiddet olaylarında çoğu Müslüman çok sayıda kişi yaşamını yitirmiş, yüzlerce ev ve iş yeri ateşe verilmiş ve binlerce Rohingya bölgeyi terk etmek zorunda kalmıştı.
Kasım Süleymani ve Barzani Görüşmesinin Arka Planı
IŞİD terör örgütünün Irak Kürdistan iklimine saldırmasından önceki gizli kalmış açılar, söz konusu bölgesel yönetim haber kaynakları ve askeri kaynakları tarafından yayımlandı.
IŞİD terör örgütünün Musul ile Erbil arasında yer alan Gevir, Hazer, ve Mahmur şehirlerine saldırmasından 10 gün önce Kasım Süleymani Erbil’e yolculuk yaptı ve Mesud Barzani’nin yüksek seviyeli komutanlarının eşliği ile söz konusu bölgelerin savaş cephelerini inceledi.
İran Devrim Muhafızları Ordusu Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani söz konusu incelemelerin ardından, aynı gün Mesud Barzani ile görüşerek, savaş cepheleri ile ilgili uyarılarda bulundu. Kasım Süleymani, Barzani’ye “Savaş cephelerindeki mevcut durum, IŞİD’in muhtemelen Erbil’e saldıracağını gösteriyor. IŞİD’in ilerlemesi çok zor engellenir’’ demişti.
Süleymani, Barzani ile olan görüşmesinde ayrıca Peşmerge güçlerinin IŞİD’in savaş taktiklerine karşı hiçbir hazırlığı olmadığını vurgulamıştı.
Irak Kürdistan bölgesi medyası tarafından yayımlanan habere göre; birçok askeri kaynağın belirttiği gibi Kasım Süleymani Tahran’a geri döndükten hemen sonra, Irak Kürdistan yönetiminin Tahran’daki temsilcisine ve Irak Kürdistan Demokratik Partisi’nin temsilcisine söz konusu uyarıları tekrarlayarak, Gevir, Hazer ve Mahmur’daki savaş cephelerine düzenin hakim olmadığını ve IŞİD terör örgütünün muhtemelen bu fırsatı Erbil’e saldırmak için kullanacağını söylemişti.
Ancak tüm bu uyarılara rağmen Irak Kürdistan yönetimi ve temsilcileri komutan Süleymani’nin askeri analizlerini önemsemedi ve Erbil’i IŞİD’in saldırabileceğinden çok daha güçlü bir bölge olduğunu düşünmüşlerdi.
7 Ağustos 2014 yılında, IŞİD bu fırsatı değerlendirerek, 3 stratejik eksenden Erbil’e saldırdı ve saldırının sonucunda, Hazer, Gevir ve Mahmur olan 3 önemli bölgeyi kolayca işgal etmeye başladı. Söz konusu saldırı ve Peşmerge’nin çok hızlı bir şekilde yenilmesi Barzani’yi fazlasıyla şaşırttı. Bu şakınlığın üzerine Barzani, Hoşyar Zebari aracılığı ile ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile konuya ilişkin görüştü.
John Kerry aynı gece Barack Obama’ya konuyu iletiyor ancak ABD’nin savaş uçaklarının Erbil’i savunmak için havalanması 2 gün sürüyor ve sonunda 9 Ağustos ABD savaş uçakları operasyon için havalanıyor.
Yayımlanan yeni raporlardaki dikkat çeken bir diğer konu ise, ABD savaş uçaklarının Erbil’i savunmak için havalanmasından 48 saat önce, Kasım Süleymani’nin komutanlığında özel güçlerden oluşan bir birlik, Peşmerge güçleri ile omuz omuza IŞİD’e karşı savaşıyordu. Yayımlanan raporlara göre; söz konusu güçler doğrudan Mesud Barzani’nin isteği üzerine gelmişti.
Hazer, Gevir ve Mahmur’un IŞİD terör örgütünün işgalinden kurtarılması ardından, Mesud Barzani İran Cumhurbaşkanı’na şahsen bir teşekkür mektup yazdı. Mesud Barzani mektupta İran’ın bir kez daha en zor durumda Irak Kürdistan iklimini savunmak için ayağa kalktığını söyleyerek, İran’a teşekkür etti.
Söz konusu rapora göre; Erbil yetkililerinin John Kerry ve diğer yandan İran yetkilileri ile görüştüğü gece, dönemin Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu ile de iletişime geçtiler ancak Türkiye Erbil’in yüksek yetkililerinin yardım çağrısına hiçbir yanıt vermedi.
Raporun devamında yer alan bilgilere göre; Peşmerge güçlerinin IŞİD’e karşı savaşta kolayca yenilmelerinin asıl nedeni, Peşmerge komutanlarının disiplinsiz, hazırlıksız ve aynı zamanda kibirli olmalarındandı. Bu konular IŞİD’in saldırmasından 10 gün önce Süleymani tarafından Mesut Barzani ve Irak Kürdistan temsilcilerine söylenmişti ancak ciddiye alınmamıştı.
8 Ağustos tarihinde Mesud Barzani, Kasım Süleymani’nin askeri analizlerini ciddiye alıyor ve ilk olarak Mahmur ve Gevir komutanlarını değiştiriyor. Aynı günün akşamı Kürdistan terör karşıtı birliği, Peşmerge güçleri ve Kasım Süleymani ile beraber ciddi değişiklikler yaparak, IŞİD terör örgütünün hızlıca ilerlemelerini önlüyor.
9 Ağustos’ta ABD savaş uçakları söz konusu operasyona katılıyor ve IŞİD mevziilerini bombalıyor.
Irak Kürdistan medyası tarafından yayımlanan raporlar, henüz hiçbir resmi kaynak tarafından onaylanmadı ve reddedilmedi.
Tıpta Türkiye-İran ortaklığı
Tahran merkezli Ortadoğu'nun en büyük biyoteknolojik ilaç üreticisi CinnaGen'in Kurucu Ortağı ve CEO’su Dr. Ferhat Farşi, Türkiye'de kullanılan ilaçların yüzde 2'sinin biyoteknolojik ilaç olduğuna işaret ederek, "Ancak devletin harcamalarının yüzde 22'si bu ilaçlara gidiyor" dedi.
Ortadoğu'nun en büyük biyoteknolojik ilaç firması CinnaGen, Türkiye'de ilk fabrikasını 2018 yılında Tekirdağ Çerkezköy'de açacak. Merkezi İran'ın başkenti Tahran'da bulunan şirket, yerel ve bölgesel pazarlar için Türkiye’yi yeni üretim ve Ar-Ge üssü olarak belirledi. Biyoteknolojik ilaçların ülkemizde üretilmesi, Türkiye’nin özellikle bu kategoride yurtdışına bağımlı olan endüstrisi açısından da önemli bir gelişme.
Öte yandan dünyada biyoteknolojik ilaçların kullanım oranı yüzde 20’lere ulaşmış durumda ve benzer bir trend Türkiye için de geçerli. İlaç sektörünün yaklaşık yüzde 17’si biyoteknolojik ilaçlardan oluşuyor ve bu ilaçların neredeyse tamamına yakını ithal ediliyor.
2015 yılı verilerine göre Türkiye'de biyoteknolojik ilaçlarda yaklaşık 2.5 milyar liralık ithal ürün kullanımı mevcut. Türkiye’de yatırım yapacak CinnaGen İlaç’ın üretim sürecine geçişiyle birlikte hastaların bu ilaçlara erişimi de kolaylaşmış ve ilaç ithalatı azalmış olacak.
Tıpta Türkiye-İran ortaklığı
İstanbul'da düzenlediği basın toplantısında Türkiye’deki stratejik yol haritalarını açıklayan CinnaGen İlaç Kurucu Ortağı ve CEO’su Dr. Ferhat Farşi, şunları söyledi: "CinnaGen, Made in Turkey (Türkiye'de üretilmiştir) algısının Made in Iran (İran'da üretilmiştir) algısından güçlü olması nedeniyle Türkiye'yi yatırım merkezi olarak seçti. CinaGen, Türkiye-İran ortaklığıyla hayata geçen bir şirket.
İlk ilaçlarımızı bu yıl başka firmalarla yaptığımız anlaşmalar çerçevesinde piyasaya sunacağız. Biyoteknolojik ilaçlar, konvansiyonel ilaçlar ile karşılaştırıldığında zorlu aşamaları içeren bir geliştirme sürecine sahip. Konvansiyonel ilaçlar ile tedavi edilemeyen birçok hastalık için tedavi imkânı vermektedir.”
En büyük sorun yetişmiş insan
İlaç sektöründe en büyük sorunun yetişmiş insan gücü olduğuna işaret eden Farşi, "Türk bilim adamları dünyada önemli firmalarda çalışıyor. Sağlıklı bir yapı kurabilirsek, buraya gelebilirler. Dahası Türkiye'de eczacılar sanayide çalışmak istemiyor. Bunu değiştirmeye çalışıyoruz" dedi.
Biyoteknolojik ilaçlar kanser, MS, sedef, romatizma gibi hastalıkların tedavisinde yoğun olarak kullanılıyor. Türkiye geçen yıl 1 milyar doları biyoteknolojik ilaç olmak üzere 4.7 milyar dolarlık ilaç ithal etti.
İslamcıların İslam İnkılabına Bakışları Değişti mi Yoksa Başından Beri Böyle miydi?
Allah’ın adıyla
Bir zamanlar İslam devleti hasretiyle yürekleri yanıp tutuşan inkılabcı müslümanlar, İran İslam cumhuriyetinin zafere ulaşmasıyla bu arzularına kavuştuklarını düşünüyorlardı; İslam ülkesine isteyerek veya zorunlu hicret hazırlıkları başlamış, ailece İslam devletinin gölgesinde yaşama düşüncesi bile son derece mutlu ediyordu.
İslam cumhuriyetini görmeden övgüler yağdırmaya başlarlar; gazetelerde makaleler, dergilerde röportajlar, Cuma sonrası mitinglerin ardı arkası kesilmiyordu. İranlı düşünürlerin kitapları tercüme ediliyor, bir biri ardına kitap evleri açılıyor, hedef kültürel alanda inkılabın mesajını Türkiye’ye aktarmaktı.
Medhiyeler düzüp övgüler yağdırdıkları İslam ülkesinin nasıl olduğunu bilmiyorlardı. Zaten o güne kadar dünyanın hiçbir yerinde bir İslam devleti görmemişlerdi. Ancak hayallerde canlandırılan, arzular yumağından oluşturulmuş bir İslam devleti vardı kafalarda.
Bir İslam devletinde yaşamışlar mıydı? Hayır. Bir İslam modeli ellerinde var mıydı? Hayır. Peygamberin İslam devletini görmüşler miydi? Hayır. Öyleyse görmedikleri, yaşamadıkları bir İslam devletinin neyini onaylıyor ve benimsiyorlardı? İşte asıl mesele buydu; gerçeklerin değil de hayalin peşinden koşmanın neye mal olacağını bilmiyorlardı.
1-Hayal ve Ütopya(Tasarlanmış İdeal Toplum)
Bu devrimci İslamcılar zihinlerinde tasarladıkları arzular yumağından bir İslam devleti kurmuşlardı; hadislerden okuduklarından duydukları Medineyi fazılanın/ideal toplumun özellik ve güzelliklerden, cennet nimetlerinden donaltılmış bir devlet kurmuşlardı hayallerinde.
Kafalarındaki ideal İslam devlet modeli ile birlikte gittikleri İran’da ilk gördükleriyle şok oluyorlar, “Olsun inkılab daha yenidir, bunlar olabilir” diyerek kendilerini avutmaya başlıyorlardı.
Zamanla bazı şeylerin yolunda olmadığını düşünmeye başladılar, “dayatılmış bir savaş vardı İran’a, öyleyse gördükleri normal karşılanabilirdi, vb bahanelerle kendilerini kandırmayı tek seçenek olarak görüyorlardı. Yıllar geçmişti hala kafalarındaki İslam devletini arıyorlardı, kendi hayal güçleriyle oluşturdukları İslam devlet modelinden vazgeçmiyor, kafalarının bir köşesinde duruyordu.
Sekiz yıllık savaş süresince cephelerden eksik olmadılar, bazıları gizli, bazıları aşıkara savaş cephelerine gidiyor, İslam inkılabının korunması için canlarını dahi feda etmeye hazır olduklarını gösteriyorlardı. Kendileriyle konuştuğun zaman sadakat ve samimiyetlerinden şüphe etmezdin.
Arzuladıkları İslam modelini pratikte göremiyorlardı; taşlar yerine oturmuyor, dikilen hayal binasında bir boşluk hemen sırıtıyordu; kendilerini savaş, cephe, mücadele, cihad gibi değerlerin üzerinde saatlerce konuşarak doyurmaya çalışıyorlardı. Sabahlara kadar tahlil ve analiz ederlerdi; bıkmadan yorulmadan konuşuyor, konuştukca daha da çıkmaza giriyorlardı.
Katıldığım bir kaç toplantılarında öyle heyecan verici, insanı coşturucu sözler duydum ki, sanki inkılabı bunlar gerçekleştirmiş, inkılabın gerçek sahipleri bunlar ve gördükleri hataları da yakında düzelteceklerdi.
Bu devrimci İslamcılar, “hayali İslam devletiyle gerçeklerin İslam devletinin” farkını anlayamayacak kadar ütopyacıydılar.
2- Hodmihverlik ( ben eksenlilik)
Bu devrimci İslamcılar kendilerini, bu hayali düşüncelerine öyle kaptırmışlardı ki kendilerinden başkasını beğenmez, kimsenin kendilerinden daha iyi anlayabileceğini kabul etmezlerdi. Görüşlerine yakın birini bulsalar onu kendilerine delil sunarlardı. Kendilerini herşeyin odak noktasına oturtarak kendilerini mihver görüyorlardı, neticede “hodmihverlik” oluşmuştu ruhlarında.
Bu devrimci İslamcıların en tehlikelisi sözde İran İnkılab uzmanı sayılan abilik görevi üstlenmiş kişilerdi ve kendilerine teveccühü bir fırsat bilip kendi İslam anlayışını çaktırmadan empoze ediyorlardı.
Bazıları ise basın yayın organlarında can siperane çalışıyorlardı; gece gündüz demeden basın yayın aracılığıyla tebliğ ediyor inkılabın mesajını dünyaya çeşitli dillerde duyurma mücadelesi veriyorlardı.
Kendilerine bazı gerçekler anlatılmaya çalışılsa da anlamakta zorlanıyorlardı, kafalarındaki ütopyanın uçup gitmesinden, hayallerinin yıkılmasından korkuyorlardı. İslam inkılabının her şeyini toz pembe gösteren bazı inkılabcı kesimın tavır ve davranışları bunların bu düşüncelerinin tuzu biberi oluyordu.
Hz.Ali (as) hükümetinin gerçekleştiğini gördüklerinde hemen biata yönelip hz.Ali’nin (as) yanında yer alıyorlar ve Muaviye’ye karşı savaşa koşuyorlar. Hz. Ali (as) hükümetinin adalet yüzü kendilerine gösterilince, haricilerin yolunu tutmaktan çekinmezler bu tip devrimci, ütopyacı müslümanlar.
Çünkü kendilerini hak ölçüsü görüyor, İslam devletinin doğruluğunu da kafalarındaki hayaller ülkesi ile tatbik etmeye çalışıyorlardı.
İmamHumeyni’nın barış beyannamesini kabul etmesiyle sesler yükseliyor, mırıldanmalar itiraza dönüşüyor. hz. Ali’ye (as) Sıffeyn mütarekesini dayatanlar hz. Ali’yi (as) neden barışı kabul ettin diye tekfir edip hariciler adında.sapık bir grup olarak ortaya çıkarıyorlardı.
Savaş sonrası teker teker dökülmeye başlıyor bu İslam devleti arzusuyla yanıp tutuşanlar, neden mi? Meğer bunlar, İslam devletinin kendi kafalarındaki gibi olması gerektiğini düşünüyor, dünyanın neresinde olursa olsun kafalarındaki ütopyacı modele uymayan devletin İslami olmadığını söylemeye başlıyorlardı.
Yıllarca Allah için az da zahmetlere katlanmadılar yani; inkılabı tanımak isteyenlere kendi kafalarındaki İslam devleti modelini anlattılar, inkılabçı olmak isteyenleri vazgeçirdiler, İslam cumhuriyetine ziyarete gelenleri donanmış bir zıddı inkılab olarak geri gönderdiler.
İslam Cumhuriyeti’nin dayandığı ilkeleri, Şia’yı tanımak isteyen Sünni müslümanları Şia’ya düşman yapıp salıverdiler. Araziye uymak için kendilerini Şia gösterip kendi İslam/inkılab anlayışlarını bir Şia’nın ağzından söyleniyormuş imajı verdiler. Şia mektebini seçmek isteyenlere engel olup İmam’ın bizlerden böyle birşey istemediğini hatta muhalif olduğunu empoze ederek insanları ikileme sürüklediler.
3- İmam “Sünnilerin Şii olmasını istemiyor ve buna karşıdır” zihniyetinin tahripleri
Ne yaptığının farkında olmayan bu sözde devrimci İslamcılar her yeni dönemde bir yol tutuyor; hariciler gibi renkten renge bürünüyorlar; ne istikrarlı bir yolları var, ne belli bir hedefleri. Ne bir önderleri var, ne de yarenleri. Tek yapabildikler iş kafa karıştırmak, kavramlar kargaşası içinde hakikati boğmaktı. “Şii olduk” diyor İmam Caferi Sadık’a benzerlikleri yok, dostlarıyla bir araya gelince Hanefi fıkhını savunuyor ona göre amel ediyorlardı. Ne Cafer-i Sadık ile sadakati yakalayabildiler, ne de Hanefi ile hanif yolunu bulabildiler.
Şartlara göre mezhebi görünüm sergiliyorlar, bunu da erdemmiş gibi savunuyorlardı. Kendilerini mezhepler üstü görüyor ve yeni bir yol çıkararak mezhebi takıntıları olmadıklarını göstermeye çalışıyorlar. Bu mezhebsizlik görüşlerine de İmam Humeyni’den (r.a) delil getirmeye çalışıyorlar; “İmam kimsenin mezhep değiştirmesini istemiyor, İmam buna karşıdır”.
Bu devrimci İslamcılar, bir şey duymuşlar ama nasıl olduğunu kavrayamamışlardı, kapasite meselesi iste.
İmam, İslami vahdetin manasını açıklarken, “İslami vahdet, Sünninin Şia , Şiinin de Sünni olması değildir, bir kimsenin kendi mezhebini bırakıp başka bir mezhebi seçmesi değildir. İslami vahdet, herkesin hendi inancını koruyarak müştereklerde bir olmasıdır”. İmam’ın diğer bir görüşü ise “mezhepcilik politikası güdülmemesi” ve “mezhep yaylımcılığı politikasına” karşı oluşudur. Bu iki düşüncenin neresinden bu devrimci İslamcıların çıkardığı mana anlaşılıyor? Aslı astarı olmayan “La Şiiye- la sünniye, vahdeti İslamiyye” sloganını Osman’ın gömleği yapıp hem Şiiye, hem de Sünniye darbe vurmaktan çekinmezler çünkü hayali İslam devlet anlayışlarının yanına bir de hayali mezhep modeli çıkarıyorlar. Halbuki vahdet her iki kesimi reddetmekle değil her iki kesimin gerçekliğini kabul etmekle mümkündür.
4- Türkiye-İran savaşının çıkmasından korkuyorlarmış
Bu sözde devrimci müslümanlar yıllarca Türkiye tağut rejimdir diye mücadele verdiler. Her türlü propaganda ve tabliğatı yaptılar. Hatta bunun için en iyi yerin o zamanlar İslam Cumhuriyeti olduğuna inandıkları İran olduğunu düşünüp hicret edenler bile olmuştu. Şimdi ise İran’dan kaçıp geri dönünce tekrar kaset başa sardı; İran aleyhine propagandaya başlıyorlar.
İran’ın Suriye konusunda haksız olduğunu, Türkiye’nin ise Suriye hakkında doğru siyaset takip ettiğini düşündüklerinden, sanki savaş ihtimali varmış da(!) İran ile Türkiye arasında savaş çıkmasından korkuyorlarmış. Geldikleri nokta; dün yıkmak istedikleri laik sisteme daha yakın hissediyorlar kendilerini. Daha adil davranıyormuş bölgesel meselelerde. Daha anti emperyalistmiş. Daha anti siyonistmiş ve…
Son gelinen nokta ise Şiiler aleyhine probaganda başlatıp İslam Cumhuriyetinin Ortadoğu’da takip ettiği siyasetin doğruluğunu gölgelemek ve halkların uyanışını engellemekdir.
İran üzerinden Şiiliği karalama, Şiilik üzerinden İran’ı yıpratmayı düşünüyorlar.
Abdullah Özgür
Halep’te 4 Sene Boyunca Neler Yaşandı?
Halep cephesinde savaşan Suriye Ordusu askerleri Halep’in doğusunun tekfirci teröristlerin elinden kurtarılması operasyonuyla ilgili bilinmeyenleri anlattı.
Yaklaşık 4 yıldır Halep cephesinde teröristlerle mücadele eden Suriye Ordusu askerleri Tesnim Haber Ajansı’na verdikleri röportajda; savaş günleriyle ilgili anılarını paylaştı.
Askerlerden biri şunları söyledi: “Biz 4 yıldan beri buradayız. Teröristlerle bizim aramızda çatışma olan noktaların her birinde patlamalar yaşanmaktadır. Silahlı kişiler, bize ağır silahların ulaştırıldığı yolları kesmeye çalıştılar. Savaş düzensiz ve dağınık bir savaştı. Bu nedenle biz silahlı kişileri uzaklaştırarak onları kuşattık böylece onlardan birer birer kurtulduk. Sonuç olarak onlar başka bölgeye kaçmak zorunda kaldılar.”
Söz konusu asker kendisine yöneltilen “Teröristler Halep’e yaptıkları saldırılarda neye güveniyorlardı, tünellere mi yoksa nüfuzlarına mı?” sorusunu şöyle yanıtladı:
“Onlar hep bize yakalanmaktan ve bizimle birebir savaşmaktan korkuyorlardı. Bu nedenle 3-4 siperin arkasına saklanıyorlardı. Bazen bir tank mermisinin bile onlara zararı olmuyordu. Biz pencerelerden onlara ateş ediyorduk ancak biri bize ateş etmek istediğinde 4 siperin arkasından ateş ediyordu. Onlar yer atında kalıyorlardı ve biz onları dışarıda görmüyorduk.
Sizin bulunduğunuz bu bölge Halep’in en eski ve en sağlam bölgesidir. Suriye Ordusu burada bulunmaktadır ve teröristler bu bölgenin hiçbir noktasını ele geçiremediler. Bundan dolayı Allah’a şükrediyorum.
Teröristler için kendi tünellerini patlatmaktan başka yol kalmamıştı. Öte yandan biz enkazların altında 80 şehit verdik. Allah onların şehitliğini kabul etsin ve ruhları şad olsun. Biz aslında şehadet için buradayız.
Söz konusu asker kendisine yöneltilen “Burada hangi gruplarla savaşıyorsunuz?” sorusuna şu cevabı verdi: “Çeşitli gruplar vardı. Suriye’deki tüm silahlı gruplar bu bölgeyi kullanmak için buraya gelmişlerdi. Çünkü bunların hepsi birer hırsız ve hayduttur. Onlar bu iş için kadın pazarlarını, mücevher pazarlarını seçiyorlardı ve doğu mahallelerinden çıkan terörist kafilelerinin yanında bulunan altın ve paralar bunun ispatıdır.
Teröristler eski pazarı yağmaladılar ve geri çekilmeden önce, orayı patlattılar, onlar büyük camiyi de patlattılar. Nitekim orada bu saldırının etkileri açıkça görülmektedir. Onlar tünel kazmak ve onu patlatmak yöntemini kullandılar. Her ne kadar bunun bize zararı dokunduysa da ancak bizim irademizi ve azmimizi zedeleyemedi. Onlar bölgedeki bir karış toprağı bile ele geçiremediler. Bizimle birebir savaşamadılar.
Emevi Camisi’ne girdiğimizde, tedbiri elden bırakmadık çünkü terörist gruplar caminin büyük bir bölümünü tuzaklamışlardı. Bizim için camiye girmek ve onu kurtarmış olmak büyük bir gurur kaynağıdır. Allah’a şükürler olsun, teröristlerin tüneller kazmış olmalarına ve kaleye ulaşmak için tüm çabalarına rağmen bu kale tek parça olarak istikrarlı bir şekilde kaldı ve dağılmadı. Onlar bu tünellerin içinde helak oldular ve cesetleri toprak altında kaldı. Ve toplayıp yanlarında götürmek istedikleri şeyler de tünellerde kaldı.”
Öte yandan başka bir asker de şu açıklamalarda bulundu: “Silahlı kişilere ait tünellere girdiğimizde yüklü miktarda gıda ve gıda maddesi bulduk. Teröristler bölgede yaşayan halkını bu gıda maddelerinden mahrum bırakıyorlardı. Halk bölgeden çıkmak istediğinde teröristlerin onlara cevabı şu oluyordu: ‘Eğer bizimle birlikte silahlanıp orduyla savaşmazsanız size yiyecek yok.’
Doğu bölgesindeki mahallelerde bulunan halkın çoğunluğu değerli insanlardır. Onlara selam olsun ve şapkalarımızı onlara saygımızı göstermek amacıyla çıkarıyoruz. Teröristler ölüm yolunu seçmişlerdi. Biz direniş gösterebilmek için çok sayıda kurban verdik. Teröristlerle çok kirli bir yol savaşına girdik ancak sorumluluğumuzu bilmemiz sebebiyle onları bölgeden çıkardık. Tüm bu sözlerin en büyük ve en iyi ispatı ise Halep’in kurtarılmış olmasıdır. Allah’a şükürler olsun.”
AYETULLAH, HÜCCETÜL İSLAM UNVANLARI ÜZERİNDEN YANLIŞ ANLATIMLARA CEVAPLAR
Son zamanlarda televizyonlarda program yapan ve mezhepçi bir üslup ile konuşan sözde bazı ilahiyatçılar Şia mektebindeki dini terimleri ve unvanları çarpıtarak farklı bir şekilde anlatmaya başlamış ve böylelikle unvanlar ve sıfatlar üzerinden Şialar hakkında yanlış kanıların oluşmasına yeltenmişlerdir.
Müslümanlardan her toplum içerisinde din adamlarına verilen unvanlar vardır ve bu unvanlar ne olursa olsun kişiyi İlahlaştırma anlamında kullanılmaz. Örneğin Ehlisünnet’de “Büyük İmam” veya “imamların imamı”, (الإمامالأكبر) El-Ezher Üniversitesi ve El-Ezher Camii'nde önemli bir unvan olarak bilhassa Mısır'daki Sünni Müslümanlar arasında önemli yeri olan resmi unvandır. Veya “Büyük Müftü” (مفتيعام) bazı Sünni cemaatlerde üstün konumdaki din adamlarını ifade etmektedir. Yahut “Müceddid”, “Şeyhülislam”, “Gavs” “Kutub ve kutbu'l-aktâb” (kutublar kutbu) gibi unvanlar.Gavs; Tasavvuf ehlinin kullandığı bir terimdir. Halk arasında en çok bilinen anlamına göre kendisinden yardım talep edilen ve manevi değeri büyük olan kimse demektir. Tasavvufta ise manevi makamı çok yüksek olan, kendisinden yardım istendiğinde yardım eden ve birçok sırlara müttali olan zat anlamında kullanılmaktadır. Kutub ve kutbu'l-aktâb (kutublar kutbu) tasavvufta kâinatın yönetiminden sorumlu olduğuna inanılan velîler örgütünün başına denir. Manevî makamı esas alındığında daha çok kutup ya da kutbu'l-aktâb denildiği halde, özellikle kendisinden yardım istenilmesi durumunda "yardım eden" anlamında gavs ya da gavsu'l-âzam (en büyük gavs) olarak anılır.
Ehlisünnet kültüründe ve tasavvuf ehlinde din adamlarına bu unvanlar verildiği gibi Şia camiasında ve kültüründe de din adamlarına verilen Hüccet-ül İslam, Ayetullah, Sıkat-ül İslam, Ayetullah uzma” gibi unvanlar vardır. Ehlisünnet kültüründe olan unvanları Şialar hakaret malzemesi ve yanlış söylemlere malzeme yapmadıkları gibi Ehlisünnetin de Şia kültüründe olan din adamlarına söylenen unvanları yanlış göstermeye malzeme yapmamalıdırlar.
Ancak 21/12/2016 Çarşamba gecesi TRT de Pelin Çift hanımefendinin sunumunu yapmış olduğu “Gündem Ötesi” programda Şialar arasında bazı din adamlarına verilen “Ayetullah” kelimesi üzerinden (anlamı, içeriği, söylenme amacı) bilinmeden bu kelime üzerinden Şialar farklı bir şekilde tanıtılmaya çalışılmıştır. Bundan dolayı Şia camiası içerisinde din adamlarına söylenen ve yaygın olan unvanların anlamlarını ve unvan sahiplerinin konumlarını yazma gereği duyduk. Gerek duyduk ki bir daha bu unvanlar üzerinde konuşanlar halkı kirli bilgilerle zehirlemesinler.
Unvan ve sıfatların anlamlarına geçmeden önce iki noktanın altının çizilmesinde fayda vardır;
1-Tarih süreci içerisinde bu unvanlar değişikliğe uğramıştır. Örneğin bugün “Sıkat-ül İslam”makaddime ilimlerini tahsil eden bir talebe için kullanılır ama çok eski tarihlerde büyük alimler için kullanılan bir unvandı. Mesela “Sıkat-ül İslam Kuleyni” gibi. Veya “Hüccetül İslam velMüslimin”taklit mercii olan müçtehitler için kullanılırdı. Nitekim merhum Ayetullah Burucerdi’nin ilmihal risalesinin üzerine “Hüccet-ül İslam velMüslimin” yazılırdı. Ancak bu unvan bugün başka bir anlam kazanmıştır. Hatta bazı unvanlar yeni ortaya çıkmış ve son yüz yıla ait olan unvanlardır. Ayetulllah el Uzma lakabı merhum Ayetullah Burucerdi’den sonra yaygınlık kazanmıştır.
2-Din adamları için söylenen bu unvanlar ve lakaplar havza muhitinde tamamen örfidir ve bu lakapların bazılarına verilmesi için özel bir kurum bulunmamaktadır. İşte bundan dolayı bu lakaplar ve unvanlar üzerinde toplumları kirli bilgilerle zehirlemek ya cahilliktir yahut bağnazlıktır. Bu lakaplar ve unvanlar bir takım etkenlerden dolayı bazı din adamları için kullanılmaktadır.
Şia camiasında din adamları için kullanılan unvan ve lakapların en meşhur olanları ve anlamları şöyledir;
1-Sıkat-ül İslam: İlim tahsiline yeni başlayan ve mukaddimat ilmi okuyan talebeler için kullanılan bir lakaptır. Mukaddimat ilimleri havzada okutulan “Şerh-i Lume” kitabının bitimine kadar olan dönemdir ve yaklaşık altı yılda tamamlanmaktadır. Bu dönemde talebe geniş bir şekilde Arap dili edebiyatı, istidlali olarak fıkıh ve usul eğitimi alır. Sıkat-ül İslam lakabı çok az kullanılan ve genelde yaygın olmayan bir unvandır.
2-Hüccet-ül İslam: Hüccet-ül İslam “Satıh” ilimlerini okuyan din talebeleri için kullanılan bir unvandır. Bu dönemde talebeler “Resail, Kifaye ve Mekasib” kitaplarının dersini alırlar. Bu üç eser kapsamlı olarak fıkıh ve usul ilmini istidlali olarak öğretmektedir. Bu dönemin eğitimi ise yaklaşık dört yılda tamamlanmaktadır.
3-Hüccet-ül İslam velMüslimin: Bir sonraki aşamanın eğitim döneminde din talebeleri havzada harici ders diye nitelendirilen uzmanlık eğitimine başlarlar ve böylelikle din talebelerinin unvanı daha da ağırlık kazanmış olur ve onlara Hüccet-ül İslam velmüslimin” lakabı verilir. Uzmanlık eğitim dönemi bir önceki “satıh” döneminin devamıdır. Bu dönemde usul ve fıkıh ilmi daha geniş ve kapsamlı bir şekilde istidlali olarak öğretilir.
4-Ayetullah: Ayetullah unvanı uzmanlık eğitim dönemini geride bırakıp içtihat derecesine ulaşan din adamları için kullanılan bir unvandır. İçtihattan maksat, içtihat derecesine ulaşan ilim adamının fıkıh ve usul delillerine dayanarak hükümleri kaynaklarından çıkarma kapasitesine sahip olduğu anlamındadır. Ayetullah, bu eğitim dönemini geride bırakmanın yanı sıra yıllarca usul ve fıkıh ilminin de üstatlığını yapması gerekir ve böylelikle böyle bir ilim adamına Ayetullah unvanı verilir. Usul ve fıkıh eğitimini bu düzeyde almayan ve üstatlık yapmayan ancak felsefe ve kelam ilminde uzman olanlara Ayetullah unvanı kullanılmaz.
4-Ayetullah Uzma: (Büyük Ayetullah) Taklit mercii müçtehitler Ayetullah Uzma unvanı ile tanınırlar. Taklit mercii şartlara haiz olan en bilgin müçtehittir. Her müçtehit taklit mercii makamına ulaşmaz. Merhum Seyid Muhammed Feşareki gibi bazı müçtehitler bu unvandan ve makamdan sakınmışlardır. Şeyh Muhammed Ali Kazimi gibi bazı müçtehitler üstatlarına olan saygıdan dolayı taklit merciliği unvanını kabul etmemişlerdir. Bazı müçtehitler ise kendilerinden başkasının taklit merciliğini kabul ettikleri için bu unvandan sakınmışlardır.
Dolayısıyla Müslümanların toplumlarında kendi kültürlerine göre din adamları için kullanılan unvanlar vardır ve bu unvanlar unvan sahiplerini ilahlaştırmak veya masumlaştırmak anlamında kullanılmamaktadır. Bundan dolayı bu unvanlar üzerinden Müslümanlardan bir kitleyi yanlış bilgilerle zehirlemek ya cehalettir yahut bağnazlıktır.
Selam ve dua ile…
Mehdi AKSU