کارگر

کارگر

İran Cumhurbaşkanı, nükleer anlaşmanın ABD tarafından ihlali doğrultusunda Dışişleri Bakanı ve Atom Enerjisi Kurumu Başkanı’na iki ayrı mektup gönderdi.İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif ve Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Ali Ekber Salihi’ye gönderdiği ayrı ayrı mektuplarda şunlar yer alıyor:

ABD Hükümeti’nin nükleer anlaşmaya ilişkin yükümlülüklerini ihmal etmesi ve son zamanlarda anlaşmanın ihlali olarak sayılan “ISA” yasasının uzatılması doğrultusunda, Yüksek Milli Güvenlik Konseyi ve Nükleer Anlaşma Denetleme Heyeti’nin yönergelerinin uygulanması için Dışişleri Bakanlığı'na bu anlaşmanın ihlaliyle ilgili, gerekli uluslararası ve hukuki takip işlemlerinin sağlanması ciddiyetle emr ediliyor.

Ayrıca İran Atom Enerjisi Kurumu’nun da bu yönde, İran İslam Cumhuriyeti’nin uluslararası yükümlülükleri çerçevesinde barışçıl nükleer programının alttaki görevler kapsamında geliştirilmesine çalışması emr ediliyor:

1. Deniz taşımacılığı alanında kullanmak üzere bilgi ve araştırma merkezlerinin işbirliğiyle ileriye dönük nükleer programının tasarımı ve yapımının planlanması.

2. Bilgi ve araştırma merkezlerinin işbirliğiyle ileriye dönük nükleer programında kullanmak üzere yakıt üretiminin tasarlanıp incelenmesi.

3. Yukarıdaki maddelerin uygulanmasıyla ilgili en fazla üç ay içinde program takviminin Cumhurbaşkanlığı'na iletilmesi.

İslam İnkılabı Rehberi İmam Hamanei, Irak Milli Yemin Hareketi Başkanı Ammar Hekim ve beraberindeki heyetini kabulü sırasında Irak’taki tüm dini ve etnik gruplar arasında vahdetin sağlanması gerektiğini vurguladı.

İmam Hamanei, Amerikalıların İslam ülkelerinin iktidarına karşı olduğunu ve onlara asla güvenilemeyeceğini ifade ederek,  “Amerika’ya hiçbir zaman güvenmeyin” dedi.

İmam Hamanei söz konusu görüşmede şunları söyledi: “İslam İnkılabı’nın bize kazandırdığı en büyük tecrübe Amerika’ya güvenmemektir. Biz, İran İslam Cumhuriyeti’nde bu tavsiyeye riayet ettiğimiz müddetçe kazanç elde ettik ve ne zaman bu tavsiyeyi unuttuk o zaman kaybettik”

İmam Hamanei sözlerinin devamında, Amerika’nın terörizmle mücadele iddiasının yalan olduğunu belirterek şunları söyledi: “Onlar zahirde olan sözlerine rağmen hakikatte tekfirci terörizmin bitmesini istemiyorlar ve şimdi gelecekteki amaçları için teröristleri korumak peşindeler. Onlar şimdi Musul’da ve Suriye’de tekfirci teröristlerin tamamen yenilmesine razı değiller.”

İslam İnkılabı Rehberi; Irak’ı aydınlık bir geleceğin beklediğini vurgulayarak, Irak’ın kalkınması ve gelişmesinin Irak ve İran halkının ortak menfaatleri açısından çok önemli olduğunu belirtti.

Öte yandan gerçekleştirilen görüşmede; Ammar Hekim de Irak’ta milli ittifakın şekillenmesi ile ilgili bir rapor sundu.

Amerika Düşünce Kuruluşu yayımladığı son raporda; İran’ın Ortadoğu’daki en büyük füze gücüne sahip olduğuna belirterek İran’ın mevcut füze gücüne ilişkin çeşitli değerlendirmelerde bulundu.

Amerika Düşünce Kuruluşu tarafından yayımlanan raporun başında şu ifadeler yer aldı:

“İran Ortadoğu’daki en büyük füze gücüdür. İran’ın tophanesinde kısa, uzun ve orta menzilli binden fazla balistik füze bulunmaktadır ve muhtemelen bu füzeler Kruz saldırı füzeleridir.

Bu füzeler çok bilinen füzeler olmasına rağmen, bunlardan bazıları nükleer teçhizatlar da taşıyabilmektedir. Tabi eğer bu ülke böyle bir imkana ulaşabilirse.

İran ile küresel güçler arasındaki Nükleer Anlaşma esasına göre, İran’ın nükleer başlık taşıyabilen füze ihtimali çok uzak görülse de, bu anlaşma İran’ın füze programına yeni sınırlamalar getirmemiştir.

Bu bağlamda İran füze kuvvetleri komitesi yaptırımların kalkmasıyla birlikte 15 yılda daha da şiddetlenebilir. O zamana kadar İran’ın artan füze ve siber gücü bölgenin füze savunma gücüne ve alt yapısına, askeri kuruluşlarına ve şehir merkezlerine karşı büyük bir sorundur. Bu yüzden İran ile yapılan Nükleer Anlaşma’nın iyileştirilmesi ve İran’ın füze programından kaynaklanan endişelerin giderilmesi gerekmektedir.

Füzeler bir nevi İran’ın reklamı sayılmaktadır. Tüm askeri tatbikatlarda bu füzeler Amerika’ya ölüm! İsrail’e ölüm! sloganlarıyla sergilenmektedir. Hatta İsrail’i yok etmek istedikleri görülmektedir. Bu füzeler İran’ın askeri gücünün geliştiğini ve bu ülke için füze gücünün psikolojik savaş için bir araç olduğunu göstermektedir.”

Raporun başka bir bölümünde İran’ın füze çeşitliliğine değinilerek şu ifadeler yer alıyor: “İran’ın kısa menzilli füzeleri ve 300 kilometre menzilli Fatih-110 füzeleri Körfez ülkelerindeki yakın düşmanları içindir.

İran’ın Şahab-3, Kadir ve İmad gibi orta menzilli füzeleri İsrail’e özeldir. İran aynı zamanda sıvı yakıtlı iki aşamalı füze olan Secil-2 füzesini de denemiştir ve bu füze yaklaşık olarak 2000 kilometre menzillidir ve Avrupa’nın güneydoğusunu hedef alabilir. Ama henüz bu füze faaliyete geçmemiştir.”

Raporun diğer bir bölümünde İran’ın çeşitli füzeleri birçok resimle birlikte detaylı bir şekilde incelenerek şu ifadeler yer aldı: “İran’ın direniş doktrininin belki bir gün Amerika ve İsrail ya da siyasi hedeflere ulaşmak için kısıtlı bir çatışmayla sonlandığına şahit olabiliriz. Bu politika Hizbullah ve Hamas’ın da İsrail ile çatışmasına neden olmuştur.

Washington her ne şekilde olursa olsun İran’ın füze savunma ve saldırı gücünü kırmalı ve kendi gücünü geliştirerek bu ülkeyi uyarmalıdır. Yani Amerika koalisyon kuvvetlerinin füze savunmasını güçlendirmelidir.

Genel anlamda İran’ın füze gücü bir sorundur. Amerika Arap ortaklarını sivil savunmalarını geliştirmeleri konusunda teşvik etmelidir. Bu konuda İsrail uygun bir modeldir. Aynı zamanda İran’ın füze reklamlarına ve psikolojik savaş programına Amerika ve müttefiklerinin füze gücünü açıklayan stratejilerle karşılık verilmeli ve İran’ın füze saldırılarına koalisyonun hava ve füze kuvvetleri tarafından keskin bir şekilde cevap verileceği vurgulanmalıdır.”

Cuma, 09 Aralık 2016 18:40

Gözyaşı Nimeti

Allah’ın sana verdiği gözyaşı nimetinin faydasını bir gün hiç düşündün mü? Gözyaşının psikolojik sonuçlarını, özellikle de Allah için aktığı zaman insana sağladığı fayda ve sonucu hiç aklından geçirdin mi?….


İnsanoğlunun gözünden yaş akmadığı, yani insan gözyaşı dökmediği takdirde acaba ne olur? Bu gözyaşının acaba faydası nedir? Gözden akan yaş sadece ağlamaya yönelik bir araç ve sebep midir? Bu soru yüce Allah’ın “Kendi nefislerinizde de öyle. Görmüyor musunuz” (Zariyat:21) ayet-i kerimesini okuyan ve onu düşünen kimsenin hatırına gelebilir. Yüce Allah göz kapaklarımızın üzerinde bir de birkaç saniyede bir açılıp kapanan (kırpan), gözün nem ve ıslaklığını dengeleyip onu kurumaktan muhafaza eden ve gözyaşını harekete geçiren kirpikleri yaratmıştır. Gözden çıkan sıvı azaldığı vakit insanın gözünde kuraklık meydana gelir. O vakit insan, tahammül edilmesi güç acılar hisseder. Aynı zamanda gözün çıkardığı bu sıvı, yani gözyaşı gözü yıkama vazifesi görür ve onu mikroplara karşı korur.
Ağlama meselesine gelince, yüce Allah onu kitabında müminlerin güzel bir vasfı ve hasleti olarak zikretmiştir. Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Resule indirileni duydukları zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki: Rabbimiz! İman ettik, bizi (hakka) şahit olanlarla beraber yaz.” (Maide: 83). İşte burada Kur’an ayetinin şu ifadesini düşünmeliyiz: “gözlerinden yaşlar boşanır” Bilimsel olarak da ispat edildiğine göre, gözde özel pankreaslar mevcut olup, bu salgı bezleri beyne bağlı ve gözyaşı akıtmakla görevlidirler. Bunların şekli ise; su borularının suyu bolca attıkları zamanki durumu andırırlar.
Yüce Allah, Kuran-ı dinlemeleri esnasında ağlayan kimseleri överek şöyle buyurmuştur: “Ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar. (Kur’an okumak) onların saygısını artırır.” (İsra: 109).
Bu sebeple diyorum ki, Ey dostlar! Allah için ağlayan gözler ve bu gözlerden çıkan gözyaşları, sıvıların en güzeli olup, korku, üzüntü ve sıkıntı gibi farklı sebeplerle gözden çıkan gözyaşlarından daha iyidir. Ağlamak gerçek bir nimettir. Gözyaşı ise farkına varmadığımız, ancak gözlerimizde kuruluk veya gözümüzü kaybetme gibi bir durumla karşılaştığımız zaman hissettiğimiz bir nimettir. Bize bütün bu nimetleri veren Allah’a hamd ederiz.


Batı Asya uzamanı Hadi Afkahi bazı medya kuruluşlarının ve Avrupa makamlarının Halep’in kurtarılması ile Suriye’de hiçbir şeyin değişmeyeceğine dair açıklamaları değerlendi.
 

Hadi Afkahi bazı medya kuruluşlarının ve Avrupa makamlarının Halep’in kurtarılması ile Suriye’de hiçbir şeyin değişmeyeceğine dair açıklamaları hakkında “ tekfirci terör örgütlerinin bölgesel ve uluslararası destekçileri bugün böyle bir açıklama yapmamış olsalardı, bu şaşırılması gereken bir durum olurdu. Dün Halep kenti teröristler tarafından kuşatma altına alındığında Beşar Esad’ın işi bitti diyen bu insanlar değil miydi? Bugün Halep’teki güç dengelerinin değişmesi ile birlikte kendi işgal ettikleri bölgeleri korumak amacıyla stratejilerini ve siyasetlerini değiştirme gereği hissetmektedirler. Ve bunu kendi medya kuruluşları ile hayata geçirmeye çalışıyorlar” ifadelerini kullandı.

Terör destekçilerinin diplomasi ve medya organları aracılığı ile Halep üzerinden insani kriz söylemlerine değinen Seyyid Afkahi söz konusu kesimin bölgede terör örgütlerini korumak amacıyla sivilleri kullandığını belirterek “ Eğer onlar için gerçekten sivillerin durumu önemli ise neden teröristler Halep’in doğusunu işgal ettiklerinde aynı tepkiyi göstermediler?” açıklamasını yaptı.

Halep Askeri Ve Diplomatik Dengeleri Değiştirecektir

Batı Asya uzamanı Seyyid Afkahi Halep kentinin askeri ve diplomatik dengeleri değiştirebilecek bir konumda olduğunu ve Suriye’de teröristlerin önemli kalelerinden biri olduğunu kaydederek “ Terör örgütlerinin ve destekçilerinin Halep kentine verdikleri önem bölgeyi stratejik anlamda önemli bir konuma getirmiştir. Halep kentini önemli kılan ilk sebeplerden bir tanesi kentin Suriye ekonomisini ve sanayisini elinde tutuyor oluşudur” ifadelerini kullandı.

“Halep’i önemli kılan bir diğer neden ise bölgede 3.5 milyon Suriyelinin yaşıyor olmasıdır. Halep bölgesi Türkiye ile olan sınır yakınlığı ile de Amerika, Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkelerin operasyonlarının merkezi haline gelmiştir” diyen Seyyid Afkahi, Halep kentinin Türkiye üzerinden teröristlere gönderilen silahlarında geçiş güzergâhı olduğunu vurguladı.

Halep’in Suriye’nin diğer eyaletlerine hakim olduğunu ve özellikle sahil kentlerine ulaşımda önemli bir geçiş bölgesi olduğunu kaydeden Seyyid Afkahi teröristlerin Halep’i ele geçirmesi halinde İdlip kentinde olduğu gibi Lazkiye ve Tarsus bölgelerinin terör örgütlerince işgal edilebileceğini kaydetti.

Eğer Batı Halep’te İnsani Duruma Önem Veriyorsa Halep İşgal Edildiğinde Sessiz Kalmayacaktı

Batının terör ile mücadelede samimi olmadığını vurgulayan Seyyid Afkahi Deyr el Zur, Musul gibi Irak’ın bir çok kenti ve Suriye toprakları teröristlerce işgal edildiğinde neden tepkisiz kaldığını sorarak “ Eğer onlar için sivillerin durumu gerçekten önemli ise 2.5 yıldır IŞİD kuşatması altında olan Deyizor bölgesinde teröristler tarafından katledilen onlarca sivili neden görmezden gelmekteler? Neden o bölgedeki siviller için insani kriz çağrısında bulunmuyorlar? Veya henüz teröristlerin işgali altında olan Halep’in batısındaki insani krizler için hiçbir çağrıda bulunmuyorlar?” ifadelerini kullandı.


Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD)’ın Teknoloji ve Lojistik Başkan Yardımcısı Shamaka Sirinanne, Tahran’da İran Cumhurbaşkanlığı Bilim ve Teknoloji Bölümü’nde yaptığı konuşmada, 10 yıldan bu yana İran’ın bilim, teknoloji ve yenilik alanında ciddi derecede geliştiğini duyurdu.

UNCTAD örgütünün dünyadaki teknoloji politikaları araştırdığını belirten Shamaka Sirinanne, İran’ın petrol ve doğalgaz bakımından geniş kaynaklara sahip olduğunu, ancak İran’ın aynı kaynaklara sahip olan diğer ülkelere göre, doğal kaynaklara daha az bağımlı olduğunu ifade etti.

Sirinanne, İran’ın insan kaynakları ve ekonomik bakımından da kayda değer potansiyellere sahip olduğunu kaydederek, “İran’da bilim ve teknolojinin geliştirilmesi için özel sektörün kapasiteleri değerlendirilmeli. Ayrıca küçük ve orta ölçekli şirketlerine finansal destek sağlanmalıdır” dedi.

İran’ın bilim ve teknolojisinin farklı alanlarında da çalışması gerektiğini vurgulayan BM yetkilisi, E-ticaret ve bilgi tabanlı ekonomisinde İran’ın bir çok mesafe katettiğine dikkat çekti.

Namaz bireysel ve toplumsal birçok derdin dermanıdır. Bu fariza hakkıyla eda edilmemiştir. Hepimiz namazı ayakta tutma sorumluluğunda ortağız.

İran İslam İnkılabı Rehberi İmam Hamaney, 25. Ulusal Namaz Zirvesi için yayımladığı mesajında, herkesin namazı ikame etmede sorumlu olduğunu vurguladı ve şunları söyledi: Hepimiz namazı gerektiği şekilde tanımalıyız ve tanıtmalıyız ve namaza karşı şahsi amelimizi de her geçen gün daha da ilerletmeliyiz.

İran İslam İnkılabı Rehberi İmam Hamaney’in mesajı, Elborz eyalet temsilcisi ve Kereç Cuma imamı Hüccetü’l-İslam ve’l Müslimin Hüseyni Hamedani tarafından kıraat edildi.

Bismillahirrahmanirrahim

Namaz, İslam ümmetinin yüzüne açılmıştır öyle ki; namaz sayesinde Allah’ın rahmetine ve hidayetine ulaşılabilir ve İnsan yaşantısını bereket ve hayır ile dolu doğru bir yöne yönlendirebilir.

Her şahsın manevi sağlığı namaza bağlıdır ve her toplumun pak bir yaşantıya sahip olması ve doğru yola ulaşması, sadece ve sadece namaz sayesinde muhakkak olur.

Zaten Kur’an ve Nebevi Sünnette namaza bu kadar önem verilmesinin nedeni; Müslüman bireyin ve toplumun yüzüne açılan bu rahmet kapısından faydalanılacak fırsatı elden vermemek içindir.

Yıllardır bu slogan İran İslam Cumhuriyetinde el üstünde tutulmaktadır:

الَّذینَ إِن مَکَّنّاهُم فِی الأَرضِ أَقامُوا الصَّلاة...

Onlar öyle mükemmel insanlardır ki şayet kendilerine dünyada hakimiyet nasib edersek namazlarını hakkıyla ifa eder (Hac Suresi, Ayet 41)

Bu zirve yıllardır yorulmak bilmeyen alim ve mücahit Sayın Hüccetü’l-İslam ve’l-Müslimin Kıraati’nin himmet ve çabaları sayesinde düzenlenmektedir ve namazı yaymak ve namazlarımızın keyfiyet ve içerik açısından gerekli yere ulaşması için tavsiyeler tekrar edilmektedir.

Tüm bunlara rağmen, bireysel ve toplumsal dertlere derman olan bu ilahi farizanın hakkıyla eda edilmediğini itiraf etmeliyiz.

Biz yetkililer, biz konuşmacılar, ülke işlerinde önde gidenler, Biz din alimleri, dini öğreten ve tebliğ edenler ve tüm halk kesimleri, namazı ayakta tutma sorumluluğunda ortağız.

Hepimiz himmet etmeliyiz öyle ki; namazı kendine layık konuma yani; Kur’an ve Hadis’in diliyle tanımalıyız, tanıtmalıyız ve şahsi amelimizi ona mütenasip bir şekilde yüceltmeliyiz.

Hepinizin, özellikle de Sayın Kıraati’nin başarılarının devamını yüce Allah’tan temenni ederim.

Ve’s-Selamu Aleykum ve Rahmetullah

Seyyid Ali Hamaney

8 Aralık 2016 Perşembe 

1968'de Yemen'de dünyaya gelen İsam el-İmad, Suudi Arabistan üniversitelerinde tahsil görmüş ve Bin Baz gibi önde gelen Selefi ulemasından ders almış bir Vahhabi âlimi iken, Şia ile tanışmasının ardından bu mezhebe geçmişti. 1989 yılından beri Kum'da tahsilini sürdüren Dr. İsam el-İmad pek çok kitap kaleme almış önemli bir muhakkiktir.

11. mesele: Abdulvehhab'ın "Tevhid" kitabı yüzünden bir milyondan fazla insan öldürüldü

Suudi Arabistan'da bulunduğumuz günlerde, bizi etkisi altında bulunduran önemli bir mesele vardı. Bütün Müslümanlar tevhid hakkında kitaplar yazıyor? Meşhur âlimlerden tevhid kitabı yazmayan bir tek kişi bile yok. Peki, hakkında kitaplar yazılan tevhid ne demek? Eğer vahdet sağlamak için tevhid kitapları yazılarak Kur'an-ı Kerîm tefsir ediliyorsa, öyleyse niçin diğer tevhid kitapları Abdulvehhab'ın tevhid kitabı kadar İslam dünyasında gürültü ve kargaşa yaratmadı. Söylemek istediğim şu; İmam Gazali et-Tûsi, Kur'an şehidi Seyyid Kutup, Taberî, Ahmed bin Hanbel gibi birçok âlimin kaleme aldığı tevhid kitapları nedeniyle niçin tek bir Müslüman dahi öldürülmedi? 

Hiç düşündünüz mü bunca âlimin tevhid kitapları için tek bir Müslüman'ın dahi kanı akmamışken, niçin Muhammed Abdulvahhab'ın tevhid kitabı için bir milyondan fazla Müslüman öldürüldü? Size soruyorum, binlerce Müslüman'ın öldürülmesine sebep olan bir kitap fitne kitabı değildir de nedir? Nasıl olur da bir tevhid kitabı Müslümanlar arasında fitneyi yaygınlaştırır? Niçin Abdulvahhab'ın kitabı dışında yazılan binlerce tevhid kitabı İslam dünyasında böylesine bir gürültü koparmadı? Ben Selefi kardeşlerimden, Müslümanlar arasındaki fitnenin sebebi olmamaları için bu sorunun cevabını vermelerini rica ediyorum.

 

12. mesele: İbn Teymiyye'nin Hz. Fatıma'yı (a.s) suçlaması

Daha önce kısaca bahsettiğimiz gibi, İbn Teymiyye ve Vehhabiler, açık ve gizli nasıbilik (Ehl-i Beyt düşmanlığı) arasındaki ince ayrımın farkında değiller. Çünkü onlar, Selefi olduğum günlerde benim de düştüğüm bir hataya düşerek, Hz. Muhammed'in Ailesini sevdiklerini düşünüyorlar. İşte gizli nasıbiliğin sorunu, kişinin aslında Ehl-i Beyt'e düşmanlık ettiğini bilmemesidir. Sana'daki İslam Enstitüsü ve Muhammed Suud Üniversitesi'nde eğitim gördüğüm günlerde, Muhammed Zahir Şah'ın kitaplarını ve İbn Teymiyye'nin "Minhac" eserini insanlara dağıtıyorduk. Biz farkında değildik, ancak bu kitaplar dolaylı yollardan gizli Ehl-i Beyt düşmanlığı içeriyordu. Zahir Şah'ın kitabında, Fatıma (s.a.a) ve çocukları İslam'ın "beşinci kolu" olmakla suçlanıyordu. İslam'ın beşinci kolunu münafıklar oluşturur. 

Suudi Arabistan'da iken, aynı itikada sahip olduğumuz (Vehhabilik) bir grup arkadaşım ve Şeyh Hasan Hakimi'nin katılımı ile toplantılar düzenliyorduk. Bu toplantılarda hepimiz Hz. Fatıma'nın İslam'a karşı düşmanca bir cephe oluşturduğunu düşünüyorduk. Niçin? Çünkü biz, İslam'ın Ebubekir ve Ebubekir'in de İslam olduğuna inanıyorduk. Dolayısıyla İslam'a (Ebubekir'e) itiraz eden herkesi münafık sayıyorduk. Öte yandan, Hz. Fatıma'ya dair onlarca sayfalık faziletlerin varlığı bizim Ehl-i Beyt'e düşmanlık ettiğimizi anlamamızı da engelliyordu. Dünya kadınlarının efendisi Hz. Fatıma'nın etrafında birleşmenin ne demek olduğunu bilmiyorduk. Daha da ileri gidip, Fatıma'nın (a.s) münafık bir grup oluşturduğunu söylüyorduk. 

İbn Teymiyye "Fatıma zahiddir, Ehl-i Kisa'dandır..." diyor ancak O'nu münafıklara benzetiyor ve diyor ki "Fatıma (a.s) Ebubekir'e gidip sadaka istedi ve (Allah'a sığınırım) bunu daha önce münafıklar yapıyordu. Resulullah (s.a.a) onları reddediyor ancak münafık olduklarını açıklamıyordu." Buna karşın Fas İmamı Sıddık el-Ğimari, İbn Teymiyye'nin bu ifadesinin Hz. Fatıma'yı küçümsemek için söylenmiş bir yalan ve iftira olduğunu vurgulayarak Fatıma'nın (a.s) münafıklık ile itham edildiğini açıklıyor. Bunu ben değil, İmam Ğimari söylüyor. Vehhabi kardeşlerimiz, Ğimari'nin İbn Teymiyye'ye karşı adaletsizlik ettiğini öne sürüyorlar. 

Ben de buradan diyorum ki, hayır! Ben İbn Teymiyye'nin cemaatinde yer aldım ve o, Hz. Fatıma'nın Ebubekir'den sadaka istediğini söyleyerek (!) O'nu münafıklara benzetiyordu! Burada çok büyük bir problem var. Zahir Şah da aynı şekilde "Resulullah'tan (s.a.a) sonra Hz. Fatıma İslam'ın beşinci kolunu oluşturdu ve İslam'ı (Ebubekir) kalbinden bıçakladı" diyerek, Ebubekir'in yanında konum almadığı için Hz. Fatıma'yı İslam'a ihanetle suçluyor! Tüm bunlar ben ve benimle birlikte Muhammed Suud Üniversitesi'nde eğitim gören kardeşlerimin, Hz. Fatıma'ya (s.a.a) karşı yaptığımız haksızlıklarımızın sebebidir.

 

13. mesele: Cabir'i doğrularken Hz. Fatıma'yı (a.s) niçin yalanlıyorsun?

Bu bölümde, daha önce de bahsettiğim açık ve gizli nasıbiliği (Ehl-i Beyt düşmanlığı) biraz vurgulamak istiyorum. Nasıbilik bir aldatmadır, açıkça düşmanlıktır. İnsanı, Hz. Muhammed'in Ailesi hakkındaki yanlış düşünceleri doğru gibi algılamaya götürüyor. Fatıma'nın (a.s) hata ettiğine inandırıyor. Onlar Fatıma (a.s) için önce "selamullahi aleyha" diyor, ardından O'nu kötülüyor ve münafık olduğu (Allah'a sığınırım) yönünde iftiralar atıyorlar. İbn Teymiyye'nin yolunu takip ettiğim Vehhabilik günlerimde biri gelip bana Ehl-i Beyt düşmanı bir nasıbi olduğumu söyleseydi, onunla savaşırdım. Neden? Çünkü ben Fatıma'nın (a.s) dört faziletini kabul ettiğimde nasıbilikten çıktığımı zannediyordum. Ama ne yazık ki, Peygamber Efendimizin pak kızını yalancılıkla suçladığımın farkında bile değildim. Münafıklık ile suçlayan, yalancılık ile niçin suçlamasın? Bakın bu konu miras meselesi değildir. Bu, Hz. Fatıma'nın yalancılık ile suçlanması meselesidir. 

Fatıma (a.s) Rasulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra Ebubekir'den hakkı olan Fedek payını istedi. Ebubekir ise, buna (Fedek'in babası tarafından Fatıma'ya bırakıldığına) şahit getirmesi gerektiğini söyledi. Bu ne demek? Hz. Fatıma, Rasulullah'ın (s.a.a) Fedek arazisini kendisine hibe ettiği ve verdiği yönünde şahit getirdi. Çünkü Fedek, savaş olmadan, at sürmeden ve yolculuk yapılmadan alınan bir araziydi. Bu sebeple arazi sadece Nebi'nin idi. Akraba ayeti nazil olduğu vakit, -“Ben sizden, peygamberlik görevime karşılık bir ücret istemiyorum. İstediğim ancak akrabalık sevgisidir" (Şura, 23)- Fedek Fatıma'ya verilmiştir. Buna önce Fatıma (a.s) şahitlik etti, ardından Hasan (a.s), Hüseyin (a.s) ve İmam Ali (a.s) şahitlik ettiler. Ancak hiç birinin şahitliği kabul edilmedi! 

Çocukluk yıllarımda öğrendiğim bu olay, benim üzerimde büyük etki bırakmıştı. Ben Peygamber kızı Fatıma'yı (a.s) zihnimde haşa yalancı olarak tasvir ediyordum! Çünkü bu olaya bakılırsa O, yalan söylemişti! Dolayısıyla bu konu, bir toprak parçası meselesinden çok öte, Seyyide Fatıma'nın şahitliğinin kabul edilmeyerek yalancılıkla suçlanması meselesidir. 

Çok gariptir ki biz Vehhabi üniversitelerinde başka bir konuyu da tam olarak şöyle öğrenmiştik: Cabir el-Ensari (r.a) aynı dönemde Ebubekir'e gelip, Rasulullah'ın (s.a.a) kendisine vaad ettiği bir takım şeyleri istedi. Ebubekir bunu tek bir şahit bile istemeden kabul etti. Öyleyse niçin Cabir'in sözüne güveniyor da Hz. Muhammed'in kızı Fatıma'yı (a.s) yalancılık ile suçluyorsun? 

 

14. mesele: İbn Teymiyye'nin Âl-i Muhammed'e (s.a.a) düşman bir ailede doğması

Suudi Arabistan'daki İmam Muhammed İbn Suud Üniversitesi'nde eğitim gördüğümüz sırada, İbn Teymiyye'nin "Minhacü's-Sünne" kitabında dikkatimi çeken bir şey vardı. Kitapta Hz. Fatıma hakkında çok garip sözler kullanılıyordu. Örneğin, "kusurlu, ayıplı" kelimesi Hz. Fatıma (a.s) için çok kullanılırdı. Burada çok tehlikeli bir sorun var ki, o da bizim Vehhabi enstitülerinde aldatılmış olmamızdır. Biz Fatıma'nın (a.s) faziletler denizinde "kusurlarını" zikrediyorduk! Bu gizli nasıbiliktir ve bana kalırsa, gizli düşmanlık açık düşmanlıktan çok daha tehlikelidir. Çünkü Ehl-i Beyt'e açık şekilde düşmanlık edeni gördüğünde insana yanlış bilgileri tanımanın kapısı açılır. Ancak bir kişi Muhammed'in (s.a.a) Âl'ini sevdiğini düşünüyorken diğer yandan bu aileye iftiralar atabiliyorsa, gizli nasıbiliğe düşmüştür. Başka bir deyişle, Muhammed (s.a.a) Âl'ine karşı nasıbilik ve düşmanlık ediyordur. 

Vehhabi olduğum günlerde, birçok Selefi kardeşimin Hz. Muhammed'in Ailesine düşmanlık ettiklerinin farkında bile olmadığını gördüm. Niçin bu düşmanlık fark edilemiyordu? Çünkü, İbn Teymiyye, "Minhac" kitabında ve diğer eserlerinde onlarca sayfa boyunca Hz. Fatıma'nın faziletlerinden bahsediyordu. Kitapta "Fatıma (s.a) dünya kadınlarının efendisidir, Kisa Ehli'ndendir (Âbâ Ehli), çok faziletlidir, cennetliktir" diyor, ardından haşa "ancak o çok hastalıklıydı" (kusurlu) diyordu. İşte bu gizli düşmanlıktır. Açık nasıbi olan kişi, Hz. Fatıma için lanet okur, insanlar da onun Ehl-i Beyt düşmanı olduğunu ve hata içinde olduğundu anlar, ondan uzaklaşırdı. Ancak İbn Teymiyye, "Seyyide Fatıma (r.a) cennet ehlidir, Rasulullah'ın (s.a.a) kızıdır, kisa ehlidir, dünya kadınlarının efendisidir, temizdir, faziletlidir, müminedir ancak o kusurludur" diyor ve sonra "kusurlarını" (!) saymaya başlıyor. Bu apaçık bir aldatmadır. 

Biz Vehhabi iken, Fatıma'yı (a.s) sevmekte aşırı giden rafıziler ile Fatıma'ya (a.s) düşmanlık eden nasıbiler arasındaki doğru yerde olduğumuzu düşünüyorduk. Yani biz, bu iki aşırı konumun tam ortasında olduğumuzu zannediyorduk. Bu anlattıklarımı insanların etraflıca düşünmelerini diliyorum. İbn Teymiyye'nin eserlerini incelerken, Hz. Fatıma ile ilgi sadece faziletleri hakkında yazılanları göz önünde bulundurmasınlar. Çünkü bana kalırsa İbn Teymiyye bu konuda hata ettiğini kendisi dahi bilmiyorken okuyucularının bunu anlaması çok zordur. Bu bağlamda İmam Zehebi, İbn Teymiyye için, "O, kendisine Âl-i Muhammed'e (s.a.a) nefreti öğreten bir ailede doğdu" sözlerini kullanıyor. Bu sebeple İbn Teymiyye, Âl-i Muhammed'e (s.a.a) düşman bir atmosferde yaşıyordu. Ancak Ehl-i Beyt'e düşman  olduğunu kendisi bile bilmiyordu.

 

15. mesele: Ehl-i Kisa'nın tanıklığı niçin kabul edilmedi?

Daha önce de vurguladığım gibi, açık ve gizli nasıbilik (Ehl-i Beyt düşmanlığı) sorunu Vehhabi toplumunun yaşadığı en büyük açmazlardan biridir. Selefilerin büyük çoğunluğu, Fatıma Zehra'ya (a.s) haksızlık ettiklerini anlamıyorlar. Ben de aynı şekilde bunun farkında değildim. Buradan tüm dünyadaki Selefi kardeşlerime, Cabir (r.a) ve Fatıma (a.s) hadiselerini iyi mukayese etmeleri çağrısında bulunuyorum. Cabir, Hz. Muhammed (s.a.a) dünyadan göç ettikten sonra geldi ve Ebubekir'e, "Rasulullah bana denizden dönersen sana şunları vaad ediyorum dedi" diyerek hakkını istedi. Cabir'in şahitliği yeterli görüldü ve başka şahit istenmedi. Öyleyse aynı mevzuda Hz. Muhammed'in temiz kızı niçin yalancılıkla suçlandı? 

Biz Fatıma (a.s) kadın sahabelerdendir diyoruz. İmam Askalani'nin "el-İsabe" kitabında zikrettiği gibi, Fatıma Muhammed'in (s.a.a) ashabındandı. Yine Askalani'nin Buhari şerhinde, Cabir el-Ensari'nin şahitliğinin kabul edildiği, çünkü onun sahabe olduğu ve sahabelerin her birinin iki şahit kabul edildiği yazıyor. Bu sebeple ikinci şahide gerek kalmıyor. Ben Ehl-i Sünnet ve Selefi âlimlerine şunu söylemek istiyorum, eğer bir sahabenin şahitliği iki kişinin yerine geçiyorsa, öyleyse Fatıma'nın (a.s) şahitliği niçin kabul edilmedi? Niçin kendisine şahit getirmesi istendi? Ardından cennet gençlerinin efendileri Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin şahit oldu, sonra Ümmü Eymen şahit oldu ancak hiçbiri kabul edilmedi. Bu, bizi düşünmeye davet etmiyor mu? Eğer siz Ebubekir'in Cabir el-Ensari'nin şehadetini kabul etmesinin, bir sahabenin iki sahabeye denk olduğunu gösterdiğini ve başka şahide ve yemine ihtiyaç duymadığını söylüyorsanız, öyleyse niçin Kisa Ehlinin şahitliği kabul edilmedi? Muhammed'in (s.a.a) Ehl-i Beyt'inin değeri bu kadar mıydı? 

Çeviri: Merve Soydaş Gök

On birinci İmam Hz. Hasan Akseri’nin (a.s) şehadetinden sonra, beşeriyetin kurtarıcısı Hz. Mehdi’nin (a.f) imamet dönemi başlamış oldu.

Ellahumme kun li veliyyikel-Huccetibnil-Hasen sala atuke aleyhi ve ala abaihi fi hazihissaeti ve fi kulli daeti veliyyen ve hafizen ve qaiden ve delilen ve aynen hatta yuskinehu erzeke tav’an ve tumettiahu fiha tavilen. Bi rahmetike yaerhamerrahimin.

Hicri 260 yılından 329 yılına kadar yani 69 yıllık süre, İmam Mehdi’nin (a.s) “Gaybet-i Suğra” –küçük gizlilik- dönemidir.[1] O tarihten itibaren Hz. Mehdi’nin (a.s) zuhur edeceği zamana kadar geçen süreç “Gaybet-i Kübra” -büyük gizlilik- dönemidir.

Gaybet-i Suğra’da halkın İmam Mehdi (a.s) ile irtibatı tamamen kesilmemekle beraber sınırlıydı. Ehl-i Beyt dostları, Ehl-i Beyt mektebinin büyüklerinden olan “özel naipler” vasıtasıyla sorunlarını İmam’a iletip cevap alabiliyorlardı. Bu dönem, halk ile İmam arasındaki irtibatın tamamen kesildiği ve halkın, İmam’ın genel vekilleri olan Ehl-i Beyt mektebine bağlı müçtehit ve fakihlere başvurmakla görevlendirildiği “Gaybet-i Kübra” dönemine bir hazırlık olarak tanımlanabilir.

Eğer Gaybet-i Kübra ansızın ve birden gerçekleşseydi, düşüncelerin sapmasına ve zihinlerin onu kabullenmemesine sebep olabilirdi; ama Gaybet-i Suğra müddetince zihinler yavaş yavaş hazırlık kazandı ve daha sonra Gaybet-i Kübra başladı. Yine Gaybet-i Suğra zamanında, özel naipler vasıtasıyla İmam (a.s) ile sağlanan irtibat ve bu süreç zarfında Ehl-i Beyt dostlarından bazılarının İmam Mehdi (a.s)’ın huzuruna varmaları, onun doğum ve hayatı meselesini de daha fazla sabitleştirdi. Eğer Gaybet-i Kübra bunlardan önce olmuş olsaydı, belki de bu mesele bu kadar açık olmayacak ve bazıları şüpheye düşecekti. Allah Teala kendi hikmetiyle, (Peygamber (s.a.a) ve İmamlar (a.s)’ın da bildirdikleri gibi) Ehl-i Beyt izleyicilerinin İmamlara olan inançlarının sarsılmaması, Hz. Mehdi (a.s)’ı ve ilahi kurtuluşu beklemeleri, gaybet zamanında Allah’ın dinine sarılıp kendilerini eğitmeleri ve İmam Mehdi (a.s)’ın kıyamı için Allah’ın emri gelinceye kadar dini vazifelerini yerine getirmeleri için, tam gaybete hazırlık gayesiyle kısa müddetli “Gaybet-i Suğra” ve ondan sonra uzun müddetli “Gaybet-i Kübra” olmak üzere, İmam Mehdi için iki çeşit gaybet takdir etti.

Gaybet-i Suğra zamanında Ehl-i Beyt büyüklerinden dört kişi İmam Mehdi (a.s)’ın özel naibi olmuştur. Onlar İmam’ın huzuruna gider, halkın sorularını İmam’a iletir, İmam’ın da mektupların kenarına yazdığı cevapları halka iletirlerdi.

Bu dört naibin dışında İmam (a.s)’ın çeşitli şehirlerde de vekilleri vardı; onlar da bu dört naip vasıtasıyla halkın meselelerini İmam (a.s)’a ulaştırıyorlardı. İmam (a.s) tarafından onlara mektup ve fermanlar çıkarılmıştı.[2] Merhum Seyyid Muhsin Emin’in belirttiği gibi, dört kişi mutlak ve umumi temsilci idiler, diğerleri ise bazı hususi işler için görevlendirilmişlerdi. Bu vekiller arasında Ebu Hüseyin Muhammed bin Cafer bin Esad, Ahmed bin İshak-ı Eş’ari, İbrahim bin Muhammed-i Hamedani ve Ahmed bin Hamza bin Yesee gibi müminler vardır.[3]

[1] – Rahmetli Seyyid Muhsin Emin “A’yan’uş Şia” adlı eserinde Gaybet-i Suğrayı 74 yıl olarak kabul etmiş ve onun başlangıcını İmam Mehdi’nin doğumundan hesaplamıştır. (c.4, 3. kısım, s.15).

[2] – el-Mehdi, s.182.

[3] – A’yan’uş-Şiâ, c.4, üçüncü bölüm, s.21.

İran İslam Cumhuriyeti İstihbarat Bakanı Mahmud Alevi yaptığı açıklamada; IŞİD komutanı Ebu Ayişe Kürdi’nin İran İstihbarat Bakanlığı elemanları ile teröristler arasında çıkan çatışmada öldürüldüğünü ifade etti.

Söz konusu başarının, İran İstihbarat Bakanlığı elemanları ile tüm güvenlik güçleri arasındaki  koordine sağlanarak gerçekleştirildiğini belirten İran İslam Cumhuriyeti İstihbarat Bakanı, İran’da intihar saldırılarında bulunmak isteyen tüm terör elemanlarının belirlendiğini ve düşmanın bu gibi terör girişimleri ile ülkenin güvenlik ve huzurunu bozmasına izin verilmeyeceğini söyledi.

İran güvenlik güçlerinin, ülkenin güvenliğini yok etme fırsatı ve imkanının düşmanlara vermeyeceklerini belirten Alevi, ayrıca toplumda ahlakın yayılması zaruretini hatırlatarak, İslam İnkılabı’nın İran toplumunda nebevi ahlak ve kültürün, sevgi ve muhabbetin yayılması temelleri üzerine kurulduğunu bildirdi.