
کارگر
Dr. İsam el-İmad: Selefiliğe 100 soru (1)
1968’de Yemen’de dünyaya gelen İsam el-İmad, Suudi Arabistan üniversitelerinde tahsil görmüş ve Bin Baz gibi önde gelen Selefi ulemasından ders almış bir Vahhabi âlimi iken, Şia ile tanışmasının ardından bu mezhebe geçmişti. 1989 yılından beri Kum’da tahsilini sürdüren Dr. İsam el-İmad pek çok kitap kaleme almış önemli bir muhakkiktir.
Soru – 1: Selefilik bidat mıdır Sünnet mi?
Bu mesele, uzun süredir meşgul olduğumuz ve hakkında yazılar yazdığımız bir konudur. Merhum hocamız Vahhabi imamı Şeyh Abdullah el-Abbas, aynı şekilde Şeyh Huzeymi ve diğer Vahhabi alimlerinin yanında şunu öğrendim, evet bid’at ile mücadele etmemiz gerekiyor. Benim onlara bir sorum var, “Biz Selefiler olarak bid’at ehlinden miyiz?” Bid’at ne demektir? Sünni âlimleri bu meseleye işaret ediyor ve diyorlar ki, “Selefilik bid’attır, mezhep değildir.” Bu gerçekten büyük bir görüş. Biz gelip İslam ümmetinin önüne, Selefilik adını verdiğimiz yeni bir mezhep kuruyoruz. Sonra, Ehl-i Sünnet’i ve tüm Müslümanları, Şeyh Muhammed Abdulvehhab’a tabi olanlar hariç Selefilik dışı kabul ediyoruz. Bu bid’at değil midir peki? Milyonlarca Müslüman camisini İslam dışı kabul edelim. Şafii, Hanbeli, Maliki camilerini, Ehl-i Sünnet ya da diğer fırkalara ait tüm mescitleri İslam dışı ilan edip, yeni camiler inşa edelim. Kendimizi diğer Müslümanlardan soyutlayıp, İslam ümmeti içinde yeni bir ümmet kurmuş olmaz mıyız? Öyleyse bu bid’at değil midir? Biz bid’at ile savaştığımızı zannedelim, ama bid’ata dayalı bir mezhep kuralım! Kendimizi Müslümanlardan izole ettik. Bunların hepsi benim bizzat yaşadığım durumlar. Biz asla Şafii camilerinde namaz kılamazdık. Maliki, Hanbeli, Eş’ari, Maturidi, Nakşibendi ya da Ticani mescitlerinde namaz kılamazdık. Öyleyse biz yeni bir mezhep kurduk ve bu mezhep selef-i salihin zamanına uygun mu diye soruyoruz. Selef-i salih zamanında Selefilere has camiler mi vardı? Hanefi ve Şafiilerin bulunmadığı mescitler var mıydı, yok muydu? Bu ayrım aynı şekilde dört mezhepten önce de, fukaha-i seb’a (7 fakih) döneminde de yoktu. Üçüncü asırda ve öncesinde de Selefilere özel mescitler yoktu. Öyleyse yaptığımız şey bid’attır. Bid’at üzerine bir mezhep kurarken nasıl bid’at ile savaşabiliriz?
Soru – 2: Vahhabiliğin kurucusu da müşrik mi?
Selef-i salih’e (r.a) bağlı olduklarını ve Selefi olduklarını iddia edenler ile karşılıklı konuşmalarımda, onlara çok önemli bir meseleyi vurguladım daima. Bu mesele Selefilerin, Ehl-i Sünnet ve tasavvuf yolunun müşriklerin yolu olduğunu ortaya atmaları idi. Onlara şunu söyledim: “Sizler, Şeyh Muhammed Abdulvehhab’ın yolundan gitmenin şirk olduğunu bir gün bile olsun hiç düşündünüz mü? Bu yol, gizli şirk yoludur.” Bana “Nasıl?” diye sorduklarında onlara şu cevabı verdim: “Şirk geniş manada ne demektir? Şirk, Allah’ın işlerine (şuunatına) müdahale etmektir. Peki, Muhammed Abdulvehhab, ‘Allah’ın (işleri) şöyledir ve Muhammed’in (s.a.a) (işleri) şöyledir’ dememiş midir? Bu Yüce Allah ve Muhammed (s.a.a) arasında bir taksim değil midir? Ve bu Allahın zati işlerine müdahalenin bir çeşididir. Buna gizli şirk adı verilir.” Öyleyse siz şirkten kaçmak istiyorsunuz, ama şirke düşüyorsunuz. Çünkü Allah’ın işlerine karışıyorsunuz. Allah ve Rasulü (s.a.a) arasındaki konumu paylaştırıyorsunuz ve diyorsunuz ki, “Bu Allah için, bu Rasulullah (s.a.a) için.” Bilmediğiniz yerden şirke düşüyorsunuz. Bu gerçekten çok önemli bir mesele. Ben bir mücadele veya çatışma derdinde değilim, ancak selef-i salihi takip ettiklerini iddia edenlere söylemek istediğim bir şey var. Siz kendiniz dışındaki Müslümanları şirk ile itham ediyorsunuz, ancak bu kelimeyi zikretmek istemiyorum ama siz müşriksiniz. Bir kez olsun kendinize Abdulvehhab’ın zikrettiğim sözünün şirkin bir çeşidi olup olmadığını sordunuz mu? “Bu Allah’ındır, bu Muhammed’in (s.a.a)” diyerek Allah’ın yasaklarını çiğniyorsunuz. Bu da Zat-ı İlahi’ye hakim olmaya çalışmaktır bir çeşit. “Allah’ın elleri bağlıdır” diyerek bunu yaptıkları için tevhid ehli olmalarına rağmen Allah (celle celâluh) Yahudileri lanetlemiştir. Ne demektir bu? Allah yarattığı kullardan birine bir makam vermek istedi, ancak Yahudiler bunu reddetti. Böylece kudreti kısıtladılar. Siz, “Allah Muhammed’e (s.a.a) bu makamı vermedi” dediğinizde, Yüce Allah’ın kudretini kısıtlamış oluyorsunuz. Bu bir çeşit şirktir!
Soru – 3: Selefiler Ehl-i Sünnet’in lugat alimlerine niçin saldırıyorlar?
Suudi Arabistan’da bulunduğum yıllarda, hala cevabını bulamadığım önemli bir problem dikkatimi çekmişti. 10 ya da 15 yıl önce arkadaşım Şeyh Osman Hamis ile belki bir yıldan fazla süre boyunca sürdürdüğümüz münazaralarımızda, Selefilerin dilbilimcilere saldırısı konusunu tartıştık. Selefi metodunun benimsendiği Ümmül Kur’a Üniversitesinde ve diğer Suudi üniversitelerinde, dilbilimcilere karşı akıl almaz bir saldırı söz konusu. Burada, “Müfredat”ın yazarı Ragıb el-İsfahani’ye, Lugat yazan İmam Zemahşeri’ye, “Lisanül Arab”ı kaleme alan İbn-i Manzur’a, İmam Firuzabadi’ye ve daha bir çok lugat âlimine karşı şiddetli saldırılar yapılıyor. Hatta ne yazık ki, modern çağın Selefi âlimleri bile dilbiliminin tevhidi bozduğunu iddia ediyorlar! Allah aşkına! Kur’an-ı Kerim’in dilini en iyi şekilde kim biliyor? Dilbilimciler, sözlük (lugat) yazarları değil mi? Sibeveyh’ten İbn Akil’e hatta çağımıza kadar tüm dilbilimciler böyle değil mi? İmam Muhammed Abduh, onlara meydan okuyor ve diyor ki “İmam Cürcani’nin ‘Esrar el-İ’caz’ kitabını okutmak benim işim değildir, ben daha büyüğüm!” Onlara diyorum ki eğer geçmişte ve günümüzde dilbilimcilerin tevhid anlayışında hata edip, hepimizi hataya düşürdüklerini düşünüyorsak, bizim önce dönüp kendi tevhid anlayışımızı gözden geçirmemiz daha evla değil midir? Lugat âlimleri değil de, biz hata ediyor olamaz mıyız? Önce tefsir âlimlerine saldırdık, çünkü tevhid konusunda hata ediyorlardı. Ardından sıra dilbilimcilere geldi! Şeyh Muhammed Abdulvehhab’ın Arap diline dair hatalı teorilerine dayanarak, kendimiz ile dilbilimciler arasına kalın çizgiler çektik.
Soru – 4: Adam kıtlığı mı var ki İbn Teymiyye’yi önder kılıyorsunuz?
Suudi Arabistan Krallığı müftüsü olan hocamız Şeyh Binbaz gibi birçok Selefi şeyhten öğrendiğimiz önemli bir mesele, dini üzerinde şüpheye düşülmeyen bir kişiden almamız gerektiği mevzusu idi. Benim bu konuda söylemek istediklerim var, öyle ki Selefi mezhebini terk etme sebeplerimden biri de bu konudur. Selefi olduğum günlerde gördüm ki, İbn Teymiyye ile muasır olan büyük âlimler, büyük Ezher ve Şam âlimleri ve Ehl-i Sünnet ulemasından yüzlerce diğer kişi İbn-i Teymiyye’yi bid’at sahibi olmakla suçluyor. Madem yüzlerce Ehl-i Sünnet âlimi İbn Teymiyye’yi bid’at ile suçluyor, öyleyse Vahhabi ve Selefi okullarında bunları öğrenmeye neden karşı çıkıyoruz? Bu dinin, üzerinde şüpheye düşülen kişiden alınmaması gerekiyor. Bu bir şüphedir, öyleyse niçin şüphe edilmeyen birinden almıyoruz bu dini? Gördük ki bu kişi hakkında birçok Ehl-i Sünnet âlimi farklı düşüncelere sahip. En azından biz Suudi Arabistan’da İbn-i Teymiyye’nin Nasıbi (Ehl-i Beyt düşmanı) olmadığı hakkında kitaplar yazıyor, onun Nasıbi olmadığını iddia ediyorduk. Onu bununla suçlayan ise, Ehl-i Sünnet imamı Askalani’dir. Ben de diyorum ki böylesine büyük bir itham ile suçlanan kişiyi niçin terk etmiyoruz? Nasıbilik bu suçlamaların en hafifi. Allah’ı cisim kabul etmek (tecsim) ile de suçlanıyor. Fakat liderlik yine de İbn Teymiyye’den başka kişiye geçmiyor. Selefiliğin metodu bu mu? Resulullah (s.a.a), “Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene yönel” buyurmadı mı? Eğer bizim içimize İbn Teymiyye hakkında bir şüphe düştüyse, niçin bu dini onun dışında, şüphe etmediğimiz, üzerinde icma edilmiş başka birisinden almıyoruz? İslam ulemasında kıtlık mı var ki, hakkında şüphe edilen bir adama sığınalım?
Devam edecek…
Medyasafak Nasr TV’de yayınlanmış olan “Selefiliğe 100 Soru” programından çevirmiştir.
Bin Ladin’i Bulanlar Ebubekir Bağdadi’yi Neden Bulamıyor?
İmam Hamanei’nin Askeri Danışmanı ve Özel Yardımcısı Tümgeneral Seyyid Yahya Rahim Safevi, İmam Hüseyin Üniversitesi’nde İran İslam Cumhuriyeti’nden ilk danışmak olarak Suriye hükümetinin daveti üzerine Suriye’ye giden Şehit Hemedani’nin komuta ve yönetim modeli hakkında düzenlenen konferansta konuştu.
Safevi, savaş komutanlarının stratejik, operasyon ve taktik olmak üzere kısımlara ayrıldığını belirtip, Şehit Hemedani’yi stratejik bir komutan olarak nitelendirerek şunları söyledi:
“Stratejik bir komutan düşmanı ve düşmanın hedeflerini tanımalı ve düşmanın hedefinin ne olduğunu bilmelidir. Şehit Hemedani stratejik bir komutan olarak, Amerika, Suudi Arabistan ve bazı Arap ülkelerinden oluşan koalisyonunun hangi hedef doğrultusunda ilerlediğini ve direniş ekseninden Beşar Esad’ın silinmesinin ne gibi sonuçları olacağını biliyordu.
Kültür savaşı planlayanlar, bu savaşı İslam kültürünün içerisine getirdiler. Bugün Müslümanların parasıyla, savaş Müslümanların arasına çekildi. İslam’ın dört bin yıllık medeniyet tarihi vardır. Irak ve Suriye’nin de aynı şekilde ama düşman İslam medeniyeti arasında savaş çıkararak İslam ülkelerinin alt yapısında kendi lehlerine olacak şekilde etki bırakıyorlar. Biz bugün alt yapıların Siyonistlerin lehine yok olduğuna şahit olmaktayız.
Sadece Barack Obama’nın başkanlığı döneminde Suudi Arabistan’a yüz milyar dolar silah satıldı. Aynı dönemde Birleşik Arap Emirlikleri’ne ’de 12 milyar silah satıldı. Bu silahların bugün nerelerde kullanıldığını görmemiz gerekir.
Asıl soru teröristlerin askeri teçhizatlarını kimin sağladığıdır. Bin Ladin’i bulanlar, neden Ebu Bekir Bağdadi’yi bulamıyorlar? Ve neden bugün Suriye’deki çatışmalardan 66 aydan sonra, teröristlere hala mali destek sağlanıyor ve teröristlerin irtibat kanalları kesilmiyor?
Ben 7’den fazla defa Halep’e gittim. Halep’in resmini çekiyorlar. Bu şehirde hiçbir şeyden eser kalmamış. Bugün savaş sona erse bile, bu şehrin yeniden yapılandırılması yıllar sürecek. 9 milyon Suriyeli mülteci ne yapacağını bilmiyor. Bu durum Suriye savaşının gerçeğidir.
Suriye ve Irak savaşları halk kuvvetlerini teröristlerle mücadele konusunda seferber etti. Kasım Süleymani Haydar El-İbadi’ye, “Klasik bir orduyla IŞİD ile savaşamazsınız” dedi. Bu yüzden Haşd-i Şaabi oluşturuldu. Suriye’de de Şehit Hemedani tarafından halk kuvvetleri oluşturuldu. Bu literatüre dayalı olarak bugün Irak’ta 20 Haşd-i Şaabi birliğinin oluşturulduğunu görmekteyiz.
Şehit Hemedani Suriye’de teröristlerle mücadele için 20 bin kara kuvveti sağladı. Çünkü Suriye ordusu, daha doğrusu ordular halk savaşlarına inanmıyorlar.”
General Hemedani 8 Ekim 2015’te operasyon bölgelerini belirlediği sırada Halep yakınlarında şehit oldu.
Amerika Halep’teki Teröristleri Silahlandırmaya Devam ediyor
Suriye Meclis Başkan Yardımcısı Necdet Anzur, Amerika’nın Halep’te terörist grupları silahlandırdığını ve Kürt kartı ile istediği şekilde oynadığını söyledi.
Necdet Anzur, Türkiye ve Amerika’nın Kürt kartı ile oynadığını ve Halep’in Amerika’da yeni hükümet göreve başlamadan önce kurtarılacağını ifade etti.
Suriye Meclis Başkan Yardımcısı Necdet Anzur Tesnim Haber Ajansı’na verdiği röportajda, Amerika Birleşik Devletleri’nin son dönemde Halep’teki teröristleri silahlandırdığını, Türkiye ve Amerika’nın Kürt kartı ile istediği gibi oynadığını belirtti.
Necdet Anzur uluslararası tarafların, Suriye krizinin çözülmesi ile ilgili bahaneler üretmesi hakkında şunları söyledi: “Özellikle Halep olmak üzere Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Suriye ile ilgili belirsiz ve şüpheli rolüne değinmek istiyorum. Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi Halep’in kurtarılmasını geciktirmekte ve bu savaşın sona ermesine engel olmaktadır. Son günlerde çeşitli çabalarda bulunuldu. Hatta bazı silahlı gruplar Halep’in doğu bölgelerinden çıkılmasını ya da en azından yaralıların çıkarılmasını kabul etti. Ama maalesef bazıları buna engel oldu.”
Anzur, tekfirci teröristlerin Büyük Halep Hamasisi olarak adlandırdıkları operasyonun gecikmesinin nedenleri ile ilgili olarak şunları söyledi: “Gerçek yiğitliğin şu anda Suriye Ordusu ve müttefiklerinin iş birliği ile gerçekleştirilen operasyonlar olduğuna inanıyorum. Daha da büyük yiğitlikler kesinlikle Halep’in terörist grupların pençesinden kurtarılmasıyla meydana gelecektir. Allah’ın izni ile bu zafer çok yakındır.”
Anzur, Amerika’nın Suriye’deki terörist grupların daha fazla silahlandırılması yönündeki açıklamaları, raporları ve bu silahlandırmadan sonra teröristlerin savaş meydanını değiştirme ihtimali ile ilgili olarak şu açıklamalarda bulundu:
“Amerika hükümeti tarafından birçok açıklamalarda bulunuluyor ve çeşitli tutumlar sergileniyor. Bilin ki bu silahlandırma gerçekleştirildi. Teröristlerin silahlandırılması sona erdikten sonra bunun haberi ortaya çıkacak. Suriye krizinin başında teröristler özellikle Türkiye olmak üzere hem komşu ülkeler tarafından silahlandırıldı hem de Katar ve Arabistan tarafından mali destek gördü. Teröristlere en büyük lojistik destek de Ürdün’den geldi.”
Anzur, Amerika’daki başkanlık seçimlerinden ve Amerika’da yeni hükümet kurulduktan sonra Suriye’deki muhtemel değişiklikler hakkında şunları söyledi: “Ben Halep’in Amerika’da yeni hükümet göreve başlamadan önce kurtarılacağı hususunda ve Suriye sahnesinde hükümet ve müttefiklerinin lehine yeni gerçeklerin şekilleneceği konusunda ümitliyim.”
Suriye Meclis Başkan Yardımcısı Anzur, Irak Ordusu ve Haşd-i Şaabi’nin operasyonlarından sonra Musul’dan Suriye’ye iki bin IŞİD teröristinin geldiği yönündeki haberler hakkında şunları söyledi:
“Biz Irak tarafının teröristlerin Suriye topraklarına kaçmasına izin vermeyeceği konusunda umutluyuz. Ama eğer böyle bir şey yaşanırsa, savaş çerçevesinde normal bir durumdur ve ister sayıları az olsun ister fazla, ülkemizin bütün topraklarını kurtarma konusunda kararlı olmalıyız.
Bizim Halep’i kurtardıktan sonraki hedefimiz, önce Rakka’yı ve daha sonra da Deyrizor’u kurtarmak olacaktır. Aynı şekilde bir sonraki büyük savaşta İdlib şehrinde yapılacaktır. Hazır olacağız yani bütün Suriye topraklarını teröristlerin pençesinden temizleyeceğiz. Suriye hükümeti de teslim olan ve istenilen şartlarda silahlarını bırakan herkese kucağını açacaktır.
Eğer sorunlarının halledilmesine karşı çıkan gruplara bakacak olursak, onların hepsinin yabancı gruplar olduğunu görmekteyiz. Bu durum, bölgede ve muhalif grupların kararlarında yabancıların müdahalesi olduğunu göstermektedir. Bu müdahale durmadığı sürece, bütün teröristlerin sonu ölümdür. Onları ölümden başka bir şey beklememektedir.”
Necdet Anzur, Suriye’nin çeşitli bölgelerinde ateşkesin süreci, silahlı grupların barışı onaylaması ve işgal ettikleri bölge ve kasabalardan çıkması hakkında şunları söyledi: “Suriye Ordusu’nun ve hükümetinin hedefi Suriye’de kan dökülmesini durdurmaktır. Terörist gruplara yapılan bütün mali ve silah yardımı durduğu takdirde, onların Suriye hükümetinin iradesi karşısında teslim olmaktan başka şansı kalmayacaktır. Kandırılan köy ve kasaba sakinleri vatan kucağına geri dönmelidir. Suriye hükümeti kan dökülmesini durdurmaya çalışıyor. Suriye hükümetine cinayet işlediği yönünde atılan iftiralar, düşünceleri asıl mesele olan bu toprakların kurtarılmasından saptırmak içindir.”
Anzur “Rusya neden bütün toplantılarda ve her fırsatta Amerika’dan ılımlı olarak nitelendirdiği grupları teröristlerden ayırmasını istiyor” sorusu üzerine şunları söyledi: “Bu talebin politikanın en üst düzeyinde bulunan bir talep olduğundan eminim. Siyasi faaliyetlerin önemi askeri faaliyetlerden az değildir. Rusya bütün dünya ve batılılar karşısında bu teröristlerin Amerika ve müttefiklerinin desteği altında olduğunu ifşa etmek istiyor. Bu bilgilerin dünyaya hatırlatılmaması Amerika’nın Suriye’nin geleceğinde karar alabilmesi adına terörist grupların varlığını korumak içindir.”
Anzur, Suriye hükümetinin Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyindeki varlığını geri püskürtmek için Kürt Arap direnişi oluşturulması hakkındaki tutumu ile ilgili olarak şu açıklamalarda bulundu: “Bazı Kürt grupların yolunu kaybettiğine inanıyorum. Terörizmden kurtulmanın tek yolu Kürtlerin Suriye hükümeti ile birleşmesi, Suriye Ordusu ile askeri ve güvenlik alanlarında tam bir koordinasyon içinde olmasıdır. Ben kesinlikle tek başına ve başına buyruk olarak bir sonuca ulaşılamayacağına inanıyorum.
Amerika ve Türkiye ellerindeki Kürt kartı ile istedikleri şekilde oynamak istiyorlar. Oysaki Suriye Ordusu Kürtleri Suriye toplumunun bir parçası olarak görüyor. Bu yüzden yanlış anlaşılma ve etkileşim Suriye tarafından değil Türkiye tarafından yapılıyor.”
Mezhepçilik Yapanların Başkalarını Mezhepçilikle Suçlama Komikliği
Başta CB Erdoğan, Başbakan ve Dışişleri Bakanı olmak üzere AKP Hükümeti ve yandaş medyadaki kiralık kalemler bir süredir bir terane tutturmuş gidiyorlar; Sünni Musul’a Şiiler giremezmiş! Niçin? Sünnilere baskı yapacaklarmış! Sünnileri katliama uğratacaklarmış ve…
Pekala Musul bağımsız bir ülke olan Irak’a ait değil mi? Irak’ın bir parçası değil mi? IŞİD işgalinden kurtarılan halkı Sünni Ramadi, Felluce, Tikrit ve Beyci şahirlerini Şii gönüllü halk güçleri(Haşdi Şaabi) kurtarmadı mı? Sünnilere kurtarılan bu şehirlerde herhangi bir katliam ve sürgün uygulamayan aynı Şii güçler yüzde otuzu Şii halktan oluşan Musul’da Sünnilere niçin katliam yapsınlar?!
İkide bir Irak’ın toprak bütünlüğünden yanayız diye tekrarlayıp dururken Musul’u sanki başka bir ülkenin toprağıymış gibi göstermekle kendinizle çeliştiğinizi görmüyor musunuz?
Nüfusunun %65’ini şiilerin oluşturduğu egemen bir ülkenin ordusu veya halk seferberlik güçlerine kendi ülkenin bir bölgesini kurtaramazsın, o şehre giremezsin demek hangi mantığa sığar? Çok doğal olarak bu ülkenin ordusu, polisi ve gönüllü milis güçlerinin önemli bir bölümünü Şiiler oluşturmaktadır. Birileri de kalkıp çoğunluğu Sünnilerden oluşan Türk ordusu veya polis güçlerine Türkiyedeki falanca Alevi bölgesine giremez denilse nasıl bir tepki gösterirdiniz? Kendin için uygun görmediğini komşuna hangi yüzle reva görebiliyorsun?
Musul Sünnilere teslim edilmeli derken bir de kalkmış biz mezhebimizi dinimizin önüne geçirmeyiz demekle kimi kandırdığınızı sanıyorsunuz? Aynı sözü başkaları Türkiye’nin etnik veya mezhebi farklı bir bölgesi için söyleseler nasıl bir tepki verirdiniz?
Musul’un teslim edilmesini istediğiniz Esil Nuceyfi ve adamları merkezi hükümete ihanet ederek şehri iki yıl önce IŞİD’e teslim etmişken yeniden bu hainlere teslim edin demek de ne oluyor?
Gerçek şu ki; IŞİD denilen ölüm makinası Irak ve Suriye’de kalıcı olarak bulunsunlar diye üretilmedi. ABD ve müttefiklerinin bu her iki ülkeyi de üç bölgeye bölme planını gerçekleştirmesi ve bu görevi tamamladıktan sonra ortadan kaldırılmak üzere kuruldu, desteklendi, silahlandırıldı ve bu iki ülkeye musallat edildi.
Kısacası eninde sonunda yok edilmesi başından beri planlanan bu katil çeteleri görevlerini efendilerinin istediği zamanda ve biçimde yapamadılar. Nedeni ise efendilerinin hesaplayamadığı üzere IŞİD’in öteki terör çeteleri gibi Direniş Cephesi duvarına çarpmasıydı. Irak’ta önemli bir bölümü yenilgiye uğratılıp yok edilen bu katiller ordusu Musul’da da yenilgiyi beklerken son sıralarda ABD ve bölgedeki müttefikleri Musul’u kurtarma adı altında gerçekte bu teröristleri yok olmaktan kurtarma ve Suriye’de kullanma planı yapmaktadırlar. Yoksa Musul’u ve Irak’ı düşündükleri yok bu sultacıların.
Selefi-Vahabi sapkın ideolojisine bağlı IŞİD’in ABD tarafından Irak’ta kurulduğu, Türkiye’de eğitilip Suriye’ye gönderilen Suriyeli ve yabancı uyruklu teröristlerin katılmasıyla takviye edildiği artık inkar edilemiyecek boyutta bir gerçek olarak ortadadır.
Başkent Bağdat’ı alarak Irak merkezi hükümetini devirmesi için IŞİD’in Musul’a girmesini koordine eden, Irak içinde Bağdat’a doğru ilerlemesini alkışlayan ve “Sünni gençlerin öfkesi/tepkisi” olarak niteleyerek kimin yanında olduklarını gizlemeyenler şimdilerde nedense IŞİD karşıtı(!) kesilmiş bulunuyorlar.
Ülkesi parçalara bölünmüş Irak halkının hükümeti, meclisi, ordusu ve halk seferberlik güçleriyle yabancı güçlerin ülkelerinden çıkmasını istemesi anormal karşılanmamalıdır.
Irak ordusu ve halk güçleri öteki şehirleri olduğu gibi Musul’u da başka ülkelerin desteği olmaksızın kurtaracak güçte olduğunu gösterdi. Amerikan emperyalizmine gücü yetmediği için ABD askeri varlığına şimdilik tahammül eden bir ülkeye beni niçin kabul etmiyorsun demek hangi mantığa sığar? Daha da ilginç olan Irak’taki askeri varlığını sürdürmeyi bu ülke yasal hükümetiyle değil de ABD ile koordine etmeye çalışmaktır.
Yandaş medyada Irak ile ilgili haber ve yorumlara bakıldığında sanki bu ülke halkı tarafından – en az Türkiye’deki kadar demokratik yolla- seçilmiş bir hükümeti, seçilmiş bir meclisi bulunan değil de Körfez ülkelerindeki şeyhliklerden biriyle konuşuyorlar.
Evet, komşularının da mezhepçi müdahaleleri yüzünden maalesef ABD’ye ihtiyaç duyduğu bir gerçektir. Ama NATO üyesi çoğu ülkeden veya Körfezdeki ilkel şeyhlikler, emirlikler ve hanedanlarla karşılaştırıldıklarında çok daha bağımsız oldukları inkar edilemez.
Merkezi hükümete karşı isyan bayrağı açan Nuceyfi ve aşiretini eğitip donatan, suçu ispatlanmış kaçak cumhurbaşkanı yardımcısı Haşimi’yi açıkca koruyan ve her fırsatta mezhebi söylemleri seslendiren komşu bir ülkenin iyi niyetine inanmasını Irak’tan hangi yüzle bekleyebiliriz?
ABD’nin aynı parallelde bir başka planı da Kürt projesini hayata geçirmektir. Bu projenin Irak, Suriye ve İran gibi Türkiye’nin de aleyhinde olduğunu her konuda olduğu gibi geç farkeden mezhepçi yöneticilerimiz son sıralarda Suriye’de ABD ile ters düşünce FETÖ darbe girişimiyle karşılaştılar.
Halkın meydana çıkmasıyla son anda yenilgiye uğratılan bu Amerikan darbe planı sonrasında ürkek ve çekingen de olsa ABD’nin bölgesel planlarına tümüyle evet demeyen hükümet hala stratejik ortağımız dediği ABD tarafından tedrici bir şekilde ve sinsice devre dışı bırakılmaktadır.
Türkiye’nin Musul konusunda devre dışı bırakılması da bu doğrultuda değerlendirilmelidir. Amerikan-Suudi-AKP ortak ürünü IŞİD’ı Musul’dan çıkarma operasyonu yaklaşırken Türkiye stratejik ortak dediği ABD tarafından devre dışı bırakılmış bulunuyor, Irak hükümeti tarafından değil. Irak hükümetinin Başika bölgesinde bulunan Türk askeri varlığına karşı çıkışı ise Musul operasyonu ile ilgili görünse de aslında hükümetin mezhepçi söylemlerine bir tepkidir.
Hükümetin birtakım olumsuzluklara ortak olduktan sonra bölgesel konulardaki gerçekleri geç de olsa idrak etmesi ve Rusya ile ABD arasında denge politikası başlatması kabul edilebilir bir gelişmedir ve bu çizginin sürdürülmesi ümit edilir.
Ancak bundan daha elzem olan içişlerine müdahil olduğumuz komşu ülkelerle ilişkilerin düzeltilmesidir. Komşu Rusya ile ilişkilerin geliştirilmesi olumlu bir adım olmakla birlikte Rusya da sonuçta bölgede kendi çıkarları peşindedir. Suriye, Irak ve öteki bölgesel krizlerde ABD ve Rusya ile pragmatik işbirliği yerine komşu ülkeler hükümetleriyle samimiyet ve dürüstlüğe dayalı işbirliği Türkiye’ye daha çok kazanç sağlıyacaktır kuşkusuz.
Bu bölgesel işbirliğinin başlatılmasının en önemli şartı ise mezhepçilik ve tarihi hayalcilik içeren söylemlerden ciddi olarak kaçınmaktır.
Ziya Türkyılmaz
ABD’nin Kriterlerine Uymadığımız İçin Devirmek İstiyorlar
Ordu dışında herhangi bir gücün Suriye’deki savaşı kazanmasının mümkün olmadığını belirten Devlet Başkanı Beşar Esad, en azından 2021 yılına kadar görevde kalmayı planladığını söyledi.
New York Times’ta yer alan habere göre, ABD’li ve Batılı gazetecileri ağırlayan Esad, Suriye’deki sosyal dokunun çatışma döneminin başlangıcından daha iyi durumda olduğunu belirtti. ‘Kötü başkan, iyileri öldürmeye çalışan kötü adam’ olarak gazete başlıklarına çıkarıldığını ifade eden Esad, “Bu hikayeyi biliyorsunuz. Asıl sebebi hükümeti devirmek. Bu hükümet ABD’nin kriterlerine uymuyor” dedi.
‘HALKIM BENİ DESTEKLEMESE NASIL BAŞKAN OLURDUM?’
Binlerce Suriyelinin teröristler tarafından öldürülmesine rağmen kimsenin ‘savaş suçlarıyla’ ilgili konuşmadığını kaydeden Suriye Devlet Başkanı, hükümet güçlerinin hastanelere ve sağlık çalışanlarına saldırı düzenlediğine dair iddialarla ilgili şunları söyledi: “Hadi bu iddiaların doğru olduğunu kabul edelim; devlet başkanı kendi insanlarını öldürdü ve ABD Suriyelilere yardım ediyor. 5.5 yılın ardından beni kim destekledi? Halkım beni desteklemese nasıl başkan olurdum? Bu gerçekçi bir hikaye değil.”
‘BAAS’I ELEŞTİRENLER DE BENİ DESTEKLİYOR’
Kendisine destek verenlerin bir kısmının Baas Partisi’nin politikalarını eleştirdiğini ancak aşırılıkçıların yönetime geçtiği alternatif senaryodan korktuğunu ifade eden Esad, “Devletin önemini öğrendiler. Onları bize getiren bu oldu, politik olarak görüşlerini değiştirmeleri deği” diye konuştu.
ABD İsrail ve Kendi Çıkarları İçin Bölge Ülkelerini Parçalamak İstiyor
İmam Hamenei’nin uluslararası işler müşaviri Ali Ekber Velayeti, bölge ülkelerinin düşman tarafından parçalama komplolarına karşı son derece dikkatli olunması ve direnilmesi gerektiğini söyledi.
İRNA’nın haberine göre, Ali Ekber Velayeti, dün Tahran’da Irak Kürdistan Yurseverler Birliği’nin siyasi ofisi yürütme sorumlusu Mela Bahtiyar ile görüşmesinde, Amerikalıların bölgenin tarihi ve güçlü ülkelerini siyonist İsrail’in güvenliği ve kendi çıkarlarını temin etmek için parçalamak istediklerini ve onların bu oyunlarına karşı direnmek gerektiğini söyledi.
Ali Ekber Velayeti, Amerika’nın bir komplosu olan Büyük Ortadoğu Projesi’ne temasla, Amerika ve onun bazı bölge müttefiklerinin bölge ülkelerini parçalamak ve tefrika çıkarmak için yoğun çaba içinde olduklarını söyledi.
Velayeti, Irak halkı ve devletinin teröristlere karşı mücadelesine de temasla, İslam düşmanlarının bölgede vekalet savaşlarını hayata geçirmek ve sözde İslami görünen tekfirci grupları da bölgenin başta Irak ve Suriye olmak üzere mazlum milletleri aleyhinde cinayetlerde kullanmak suretiyle şeytani oyunlarını sürdürdüğünü söyledi.
Bu arada sözkonusu görüşmede Mella Bahtiyar da, diktatörlük ve sömürgecilik döneminin geride kaldığını ve komplocuların bölgede tefrika çıkarmak yoluyla gerçekleştirmek istedikleri hedeflere asla varamayacaklarını söyledi.
Mella Bahtiyar, ayrıca İran İslam Cumhuriyeti’ne ve İran’ın Iraklıları destekleyen tutumunu da takdir etti.
Hizbullah’ın Cumhurbaşkanı Adayı Lübnan Cumhurbaşkanlığına Seçildi
Lübnan Meclisi’nde 13. cumhurbaşkanını seçmek üzere düzenlenen 46. oturumun ikinci turunda Özgür Yurtsever Hareketi’nden General Mişel Avn, 83 vekilin oyunu alarak iki buçuk yıldır boş olan cumhurbaşkanlığı koltuğuna seçildi.
Lübnan’ın en yaşlı cumhurbaşkanı unvanını taşıyacak 81 yaşındaki Avn, 6 yıl boyunca bu görevi yürütecek. Gerçekleştirilen 46. oturum için sabah saatlerinden itibaren meclise gelmeye başlayan milletvekilleri arasında Başbakan Temam Selam, kabine üyeleri, eski başbakan Saad Hariri, Dürzi lider Velid Canbolat, Ketaib Partisi lideri Sami Cemayel de yer aldı.
Meclis Başkanı Nebih Berri’nin yoklama yapmasının ardından 127 milletvekilinin hazır bulunduğu mecliste oylamaya geçildi. Oylamada hiçbir aday gerekli olan 86 vekilin oyunu alamayınca ikinci tura geçildi.
Oylamada 36 oy boş çıkarken 7 oy geçersiz sayıldı. İlk turda düzenlenen oylama için dağıtılan oy pusulalarının bazılarında “Sedir Devrimi Lübnan’ın hizmetinde” yazılı geçersiz oylar da çıktı.
Meclis Başkanı Berri, Avn’ın seçilmesinin ardından meclise hitap ederek teşekkürlerini sundu. Berri’nin konuşmasından sonra cumhurbaşkanı seçilen General Mişel Avn teşekkür konuşması yaptı.
Avn’ın seçilmesinin hemen ardından taraftarları havai fişek ve kornalarla kutlama yapmaya başladı. Lübnan Parlamentosu yapılan 45 oturumun sonunda Mişel Avn’ı cumhurbaşkanlığına seçmiş oldu.
Lübnan Stratejik Konular Uzmanı Hişam Cabir Tasnim Haber Ajansı’na seçimlerle ilgili olarak şunları söyledi:
“Şüphesiz Mişel Avn’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesi Lübnan direnişi için bir başarı sayılmaktadır. Çünkü Mişel Avn’ı öneren ve seçilmesi vurgusunda bulunan Hizbullah Hareketi ve Seyyid Hasan Nasrallah’dı. Mişel Avn vefalı bir insandır ben onu uzun süredir tanıyorum. O, 10 yıl önce Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri ile mutabakat mektubu imzalamış ve imzaladığı bu mutabakata tamamen sadık kalmıştı. Bu sebepten Avn’a direniş karşıtı olan bazı ülkeler tarafından politikasını değiştirmesi için baskı yapılmasına rağmen o anlaşmaya sadık kaldı. Bununla birlikte şunu söyleyebiliriz ki Mişel Avn’ın seçilmesi direniş ekseni için bir başarıdır. Ayrıca bu durum seçim krizinden çıkılmış olması nedeniyle Lübnan için de bir başarı sayılmaktadır.”
Mişel Avn’ın Cumhurbaşkanı Seçilmesi İsrail’i Üzdü
Lübnan Parlamentosu’nun Hristiyan milletvekillerinden Emile Rahmet, Mişel Avn’ın Lübnan’ın yeni Cumhurbaşkanı seçilmesinin direniş ekseninin temel isteği olduğunu ve bu seçimden Siyonist rejimin fazlasıyla rahatsız olduğunu belirtti.
Mişel Avn Lübnan’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda 83 üç oyla, yani çoğunluğun onayını alarak Cumhurbaşkanı seçildi. Bu seçimlerde 36 milletvekili sandığa beyaz oy atarken, 7 oy geçersiz sayıldı.
Mişel Avn’ın Cumhurbaşkanı olarak seçilmesiyle birlikte özellikle Mişel Avn’ın doğduğu bölgede kutlamalar yapıldı.
Lübnan Parlamentosu nihayet 45 başarısız toplantının ardından Mişel Avn’ı Lübnan’ın 13. Cumhurbaşkanı olarak seçti.
Lübnan Parlamentosunun Hristiyan milletvekillerinden Emile Rahmet Tesnim Haber Ajansı’na verdiği röportajda eski General Mişel Avn’ın Cumhurbaşkanlığına seçilmesi hakkında konuştu.
Mişel Aun’un seçilmesi direniş ekseninin temel isteğiydi
Emile Rahmet konuya ilişkin olarak şunları söyledi: “Mişel Avn’ın Lübnan Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi, bu ülkede direnişin bir zaferi sayılmaktadır.
Mişel Avn’ın seçilmesi bizim eksenimizin temel isteğidir ve bu istek gerçekleşmiştir. Bu isteğin gerçekleşmesi Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah’ın çabalarıyla olmuştur. Hasan Nasrallah’ın bu konuda sabit bir duruşu vardı. Eğer bu duruş olmasaydı biz bu sonuca ulaşamazdık. General Avn Lübnan’ın sütunlarından biridir ve ülkede daha önce yitirilmiş olan ulusal dengeleri oluşturabilir.
Aslında Mişel Avn’ın cumhurbaşkanı olarak seçilmesindeki bütün bölgesel anlaşmalar Seyyid Hasan Nasrallah’ın elindeydi. İran ve Suriye olmak üzere bizimle birlikte olan bölgesel eksenler bu konuya hiçbir şekilde müdahalede bulunmamayı tercih ettiler. Bu yüzden bizim eksenimizde hiçbir ülkenin müdahalesi bulunmadı ama kendilerini destekleyen ülkelerle devamlı ilişkilerinin bulunduğu çok açık olan bizim karşımızdaki eksen de bu aşamada bir zarar veremedi.”
İsrail Mişel Avn’ın seçilmesine çok üzüldü
Emile Rahmet, Mişel Avn’ın seçilmesinin Siyonist rejim üzerindeki etkisi hakkında şunları söyledi: “İsrail, Mişel Avn’ın cumhurbaşkanı olarak seçilmesinden son derece üzgündür. Çünkü Mişel Avn defalarca, ‘Biz mümkün olan her şeyle İsrail karşısında direniş göstereceğiz ve Direniş Kuvvetleri Lübnan Ordusu’nun yanında İsrail’i pusuda beklemektedir’ açıklamasında bulunmuştu.
Ankara Misak-ı Milli Sınırlarına Geri Dönmek İstiyor
Rasthaber Genel Yayın Yönetmeni Ziya Türkyılmaz, Tesnim Haber Ajansı’na verdiği röportajda, Türkiye’nin desteği altında olan kuvvetlerin Halep’in kuzeyine yaklaşması ve bu kuvvetlerin Suriye Ordusu ve Direniş Kuvvetleri’yle çatışması ihtimali hakkında, Türkiye’nin kendisinden ayrılan toprakları birleştirmek istediğine değinerek şunları söyledi:
“2011 yılında Suriye krizinin başlamasından itibaren, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu açık bir şekilde, ‘Türkiye bir asır önce bu ülkeden ayrılan yakınlarını yeniden birleştirecektir’ açıklamasında bulundu.”
Türkyılmaz sözlerinin devamında Mondros Ateşkes Antlaşması’nı hatırlatarak şu ifadelerde bulundu: “Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra, Osmanlılar ve İngiltere, Fransa ve İtalya olmak üzere kazanan devletler arasında Türkiye’nin batı kıyılarında bulunan Mondros adasında Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandı. Batılılar o dönemde, Osmanlılar tarafından belirlenen Türkiye’nin yeni sınırlarını üstü kapalı bir biçimde kabul ettiklerini açıkladılar.”
Türkyılmaz, Türkiye’nin Irak ve Suriye topraklarının bazı kısımlarının Mondros Antlaşması dahilinde olduğu yönündeki iddiaları hakkında şunları söyledi:
“Türkiye Mondros’ta kabul edilen Türkiye sınırlarını Misak-ı Milli sınırları olarak adlandırdı. Halep, Rakka, Musul ve Kerkük’te Misak-ı Milli sınırları içerisinde bulunmaktaydı. Ama daha sonra 1918 yılında İsviçre’de düzenlenen Lozan Antlaşması’ndan sonra Türkiye, şu an Irak ve Suriye’de bulunan bahsedilen bölgeleri Fransa ve İngiltere’ye vermek zorunda kaldı”
Türkyılmaz, Misak-ı Millînin yeniden oluşturulması yönünde Türk yetkililerin açıklamalarına dikkat çekerek şu ifadelerde bulundu: “Türk yetkilileri son haftalarda Misak-ı Milli sınırlarına dönmek istediğinden bahsediyor. Ankara yetkilileri, batılıların ilk başta kabul ettikleri ama sonra karşı çıktıkları Misak-ı Millîye döneceğini söylüyorlar.”
Türkyılmaz, Türkiye’nin Halep ve Musul’a müdahalesi hakkında da şunları söyledi: “Erdoğan son günlerde Misak-i Milli sınırlarına dönme konusunu açık bir şekilde ifade ediyor. Erdoğan, Halep, Musul ve Kerkük’ün Türkiye’nin kontrolü altında olduğunu iddia ediyor. Ankara bu bölgeleri işgal etmek isteğini söylemiyor ama Türkiye’nin bütün ülkelerden daha fazla müdahale hakkı olduğunu ifade ediyor.”
Türkyılmaz, Türkiye’nin Halep ve Musul’da operasyonda bulunmasının mümkün olduğunu belirterek şunları söyledi: “Türkiye, Halep, Rakka, Musul ve Kerkük şehirlerindeki konulara müdahalede bulunmayı kendi hakkı olarak görüyor ve hiç kimsenin buna engel olamayacağını iddia ediyor.
Bu konu Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırlarını gündeme getirerek, yeniden o coğrafyaya dönmek istediğini gösteriyor. Eğer Türkiye perde arkasında batılılarla bir anlaşma sağlarsa, bahsedilen şehirlere saldırmak ve bu şehirleri ele geçirmek isteyecektir. Eğer Türkiye uzun bir süre bahsedilen şehirleri işgal edemese bile, bölgedeki gelişmeleri gözlemlemek için bu bölgelerde müdahale hakkı bulunduğunu iddia edecektir.
Türkyılmaz, kendisine yöneltilen “Acaba Türkiye’nin Fırat Kalkanı operasyonlarının amacı da Halep ve Musul gibi şehirleri ele geçirmek mi?” sorusunu şöyle yanıtladı: “Bu operasyonlarda tam olarak bu amaç bulunmaktadır. Türkiye ve Amerika arasında Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi konusunda ihtilaflar bulunmaktadır. Ama Amerika, Türkiye’de meydana gelen 15 Temmuz darbe girişimine karışması nedeniyle Türkiye’ye bazı ayrıcalıklar vermek istemektedir. Amerika, darbe girişimini planlayan ve uygulayan ülkeydi ve onların darbedeki rolü ortaya çıktı. Bu yüzden Washington, bazı ayrıcalıklar vererek Türkiye’nin gönlünü alamaya çalışmaktadır.”
Türkyılmaz, Washington’un Ankara’nın Suriye’ye girmesini desteklemesi ile ilgili olarak da şu açıklamalarda bulundu: “Öyle görünüyor ki, Türkiye’nin bu derece Suriye’ye nüfuz edebilmesi ve Rusya’ya yönelmemesi için batılar perde arkasında Türkiye’ye bazı izinler vermiş. Türkiye NATO’nun bir üyesi olarak bu kuruluşun ve Amerika’nın izni olmadan bir eylemde bulunamaz. Bu yüzden Türkiye’nin Suriye’ye girişi Amerika’nın izni olmadan mümkün değildir.”
Türkyılmaz sözlerinin sonunda Türkiye’nin bölgeye müdahalesinin Amerika’nın izni ile gerçekleştiğini belirterek şunları söyledi:
“Rusya, meydana gelen bu durumu kullanarak Türkiye’yi kendi tarafına çekmeye çalıştı. Ankara yetkilileri Washington ve Moskova’yı aynı anda idare edebileceğini ya da doğu ve batı ile olan ilişkisinde denge oluşturacağını zannediyor. Batılılar Türkiye’nin Rusya’ya yakınlaşmasını istemiyor. Çünkü Ankara, batının kampının bir parçası sayılıyor ve batılılar bundan çok kolay bir şekilde vazgeçmezler.
Türkiye yetkililerinin son günlerdeki üstü açık açıklamaları ve bölgeden pay istemesi, Amerika’nın Ankara ile uzlaşma sağlamaya çalıştığı günlerde yaşanmaktadır.”
İran ve Bosna-Hersek ilişkilerinde yeni bir sayfa açılacak
Cumhurbaşkanı Ruhani, Bosna-Hersek Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanı İzzet Begoviç’le düzenlediği ortak basın toplantısında, İran ve Bosna-Hersek ilişkilerinde yeni bir sayfa açılacağını belirtti.
İran Cumhurbaşkanı Ruhani, resmi bir ziyaret kapsamnında Tahran’a gelen Bosna-Hersek Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanı Bakir İzzet Begoviç'le düzenlediği ortak basın toplantısında gündemdeki konulara dair açıklamalarda bulundu.
Basın toplantısında İran ve Bosna-Hersek’in iyi ilişkilere sahip olduğunu vurgulayan Ruhani, “Yaptırımlar nedeniyle iki ülke arasındaki ilişkilerde geçici bir duraklama yaşandı. Fakat şu an mevcut engelleri aşmış durumdayız. Nükleer anlaşmadan sonra İran ve Bosna-Hersek arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi için iyi bir ortam sağlanmıştır” dedi.
Bosna-Hersek’teki etnik grupların barışçıl bir yaşam sürdüklerine de işaret eden Cumhurbaşkanı Ruhani, bu ülkede, Müslümanlar, Sırplar ve Hırvatların dostluk ve barış içerisinde olmalarından duyduğu mutluluğu dile getirdi.
Radikalizm ve terörizme karşı mücadele edilmesi gerektiğine vurgu yapan Hasan Ruhani, bütün dünya ülkelerinin bu çirkin olguya karşı ciddi mücadelede bulunmasının büyük önem taşıdığını söyledi.
Bakir İzzet Begoviç de bu basın toplantısında, İran ve Bosna-Hersek’in dostane ilişkilere sahip olduğunu hatırlatarak, savaş döneminde İran’ın Bosna-Hersek’te barış ve istikrarın sağlanması için çok çaba sarfettiğini ifade etti.
İran’ın yaptırımlar dönemini atladığı için iki ülke arasında ilişkilerin geliştirilmesine uygun bir ortam sağlandığını kaydeden İzzet Begoviç, yarın İran’ın İsfahan eyaletine gideceğini ve bundan dolayı da mutluluk duyduğunu belirtti.
İslam’ı barış, istikrar, huzur ve rahmet dini olarak niteleyen İzzet Begoviç, “Teröristler yaptıkları cinayetlerle İslam’ın aydınlık yüzünü karartmaya çalışıyor. Oysa ki onların İslam ile hiçbir ilgisi yoktur” diye konuştu.
Bölge ve dünyanın en büyük sorunu terörizmdir
İran Meclis Başkanı Laricani, Tahran’da bulunan Bosna-Hersek Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanı Bakir Begoviç’le yaptığı görüşmede, bölge ve dünyadaki en büyük sorunun terörizm olduğunu söyledi.
İran İslami Şura Meclisi Başkanı Ali Laricani, resmi bir ziyaret kapsamında Tahran’a gelen Bosna-Hersek Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanı Bakir İzzet Begoviç ile yaptığı görüşmede, İran-Bosna Hersek arasında ekonomik ve ticari ilişkilerin siyasi ilişkiler kadar gelişmediğini ifade ederek, şimdiki ortamda iki ülke arasındaki ilişkilerin artırılmasının iki millet için de yararlı olacağını söyledi.
Laricani, terörizmin bütün dünya güvenliğini tehdit ettiğini ayrıca İran'ın da bölgede en istikrarlı ve huzurlu ülke olduğunu belirterek, "Son yıllarda teröristlerin faaliyetleri çoğaldı. Bu yüzden de halihazırda terörizm bölge ve dünyanın büyük sorunudur" şeklinde değerlendirme yaptı.
Terörizmle ilgili açıklamada bulunan İranlı yetkili, "Gerici terör örgütlerinin faaliyetlerindeki artışın nedeni bazı ülkelerin teröristleri bir araç gibi kullanmasıdır. Halbuki bir süre sonra söz konusu ülkeler teröristleri kontrol altında tutamaycak" diye konuştu.
Bosna-Hersek Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanı Bakir İzzet Begoviç de bu görüşmede, ikili siyasi ilişkilerin en üst seviyede olduğunu belirterek, nükleer anlaşmadan sonraki dönemde de ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi gerektiğini vurguladı.
Bosna-Hersek'in Avrupa'da en uygun konuma sahip olduğunu söyleyen İzzet Begoviç, "İran, Bosna-Hersekli şirketlerle ortak şirket oluşturarak, Avrupa Birliği (AB) piyasasına ulaşabilir" şeklinde konuştu.
Terörizmin Kaynağı ABD ve Bazı Batılı Ülkelerdir
Resmi ziyaret kapsamında İran’a gelen Bosna-Hersek Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanı Bakir İzzet Begoviç, İslam İnkılabı Rehberi İmam Hamanei ile görüştü.
İmam Hamenei bu görüşmede, bazı Batı ülkelerinin terörizmi destekleme politikasına işaret ederek; “Bağımsız ülkelerin, emperyalist devletlerin etkisi altında kalmadan birbirleriyle ilişkilerini geliştirmek yoluyla çatışma ve ihtilaf ateşini söndürmeleri gerekir” dedi.
Avrupa’ya kadar yayılan ve ileride de daha kötü bir hale gelebilecek tekfir ve terörizm dalgasına da değinen İmam Hamanei, “Görünüşte bu olgunun kökeni Arap bölgesi olarak algılanır, lakin ABD yönetimi ve bazı Avrupa ülkeleri bu olayların ortaya çıkmasının asıl failleridir” ifadelerini kullandı.
Batılı devletlerin oluşturduğu teröre karşı koalisyonun hakiki anlamda olmadığını belirten İslam İnkılabı Rehberi, “Bu koalisyon, bazı zamanlar teröristlere karşı savaş açarsa da gerek Irak gerekse de Suriye’de terörizmin kökünün kazınmasını istemiyor. Onların kötü ve çirkin politikaları insanların sorunlarını günbegün artırmaktadır” değerlendirmesinde bulundu.
İmam Hamanei, bölgedeki durumun çözüm yolunun sorunların temelini bulmaya çalışmak ve ciddi bir iradeyle mümkün olduğunu kaydederek, “Bazı zengin ve güçlü Avrupa ülkelerinde Müslüman gençlerin aşağılanması onların IŞİD gibi sapık terör örgütlerine katılmalarına yol açıyor. İşte bu gençler de tekrar Avrupa’ya döndükleri zaman terör ve katliam yapıyorlar” diye konuştu.
İmam Hamanei, İran ve Bosna Hersek’in dostane ilişkilerinin geçmişine ve bu ülke halkına dayatılan zor savaş dönemine temasla, bir milletin büyümesi ve gelişmesi için bütün hayati erkanın tahakkuku için gereken şartın güvenlik ve huzur olduğunu belirtti.
Bosna Hersek Konseyi Başkanı da, Tahran ziyaretinden dolayı memnuniyetini dile getirerek, İranlı yetkililerle müzakerelerini başarılı olarak niteledi. İki ülkenin dostane ilişkilerinin iki tarafın çıkarı ve etkin ekonomik işbirliğine dönüşmesini temenni etti.