کارگر

کارگر

İran Tekvando Milli Takımı, Rusya’da düzenlenen 22. Dünya Tekvando Şampiyonası’nda, dünya şampiyonu oldu.
 

 Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre, Rusya’da düzenlenen 22. Dünya Tekvando Şampiyonası’nda İran Milli Tekvando Takımı 3 altın ve bir bronz madalya kazanarak dünya erkekler şampiyonu olurken, Dünya Tekvando Şampiyonası’nda kadınlarda ilk madalyasını da kazanılmış oldu.

İran Tekvando Milli Takımı’nın elde ettiği bu başarısı kazandığı ikinci dünya şampiyonluğu ve İran Tekvando Milli Takmı erkeklerde Güney Kore dışında dünya şampiyonluğuna ulaşan dünyanın ilk takımı.

İran Tekvando Milli Takımı erkeklerde -58, -74, ve -80’de ve ayrıca bir de bronz madalya ile ve toplam 65 puanla dünya şampiyonu olurken, kadınlar -57’de Kimia Alizade’nin kazandığı bronz madalya İranlı kadın tekvandocuların dünya şampiyonasında kazandığı ilk madalya.

Bu şampiyonada ev sahibi Rusya ikinci ve Özbekistan ise üçüncülüğe ulaşırken, Güney Kore de dördüncülükle yetindi.

“Maalesef Türkiye’nin bölgeye ilişkin cehaleti, gemlenemez ihtirasları, İhvan’ı yanlış yönlendirmesi ve “Yeni Osmanlıcılık” adı altında hortlayan İttihatçılığı Mısır ve Suriye’nin bu hale gelmesinde rol oynadı, bölgeye felaket getirdi.”


Muhammed Mursi ile yüzlerce kişi hakkında verilen idam kararları vicdanları infiale sürükledi.” diyen Zaman’dan Ali Bulaç, “Mısır’ı askeri darbeye götüren gelişmelerden en önemli olanı Türkiye’nin İhvan yönetimindeki Mısır’la kurmaya çalıştığı ilişki biçimi oldu.” değerlendirmesinde bulundu.

İşte, Bulaç’ın dikkat çeken analizi:

İdam Kararlarında Türkiye’nin Rolü

Mısır’ın ilk seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ile yüzlerce kişi hakkında verilen idam kararları vicdanları infiale sürükledi.

İdam kararları peşpeşe geliyor: Bu sene (2015) 24 Mart’ta 529; 5 Şubat’ta 183, 11 Nisan’da aralarında Müslüman Kardeşler Rehberlik Konseyi Başkanı Muhammed Bedii’nin de bulunduğu 13 kişiye idam, 37 kişiye müebbet hapis cezası verildi. 16 Mayıs günü ise önce 20 yıl hapis cezasına çarptırılmışken 17 arkadaşıyla Muhammed Mursi’nin cezası idama çevrildi.

İdam kararlarına Sünni dünyanın pek itibar ettiği Yusuf el Kardavi’nin de dahil edilmiş olması Ortadoğu’nun genelinde yeni bir baskı dönemine girdiğimizin işaretidir. Sadece siyasiler değil, baskı rejimlerine karşı olan alimler de hedef seçiliyor.

Mısır’da olup bitenler üzerinde çok yönlü düşünmek lazım. 3 Temmuz (2013) darbesine yol açan birden fazla faktör sıralamak mümkün. Zaten böylesi altüst oluşları tek bir sebebe irca etmek doğru değil, mümkün de değil. Biz, önümüzdeki zamanlarda ışık tutması dolayısıyla darbe sürecinde Türkiye’nin oynadığı rolü anlamak durumundayız.

Mursi ve arkadaşlarının idamını isteyen savcıların öne sürdüğü iddialara ve Mısır medyasında yer alan haberlere göre Mursi, Mısır’ın genel ulusal çıkarları aleyhine olmak üzere Türkiye ile ilişkiler içine girmiştir. Yurtdışı iki bağlantısı önemli (!) suç delili olarak öne sürülmektedir. Bunlardan biri Gazze’de Hamas’la, diğeri Türkiye ile ilişki kurması.

TÜRKİYE DARBE İHTİMALİ ORTAYA ÇIKINCA “DİREN” DEDİ

Yine iddiaya göre darbe ihtimalinin belirmesi üzerine oğlunu Türkiye’ye gönderen Mursi, Türkiye’den “direnin” talimatını almıştır. İstihbarat generali Azeb’e göre, İhvan üyelerinin yattığı hapishane baskınını Türkiye ve Hamas ortaklaşa planlamışlardır.

Bu iddiaların İhvan mahkumlarına idam ve müebbet hapis cezaları verilmesi için öne sürülmüş uydurma şeyler olduğunu düşünebiliriz. Nitekim İhvan’a verilen ağır cezalar da bu fiillerden dolayı değil, bunların tamamı birer bahane, yukarıdan direktif alan yargının kendini hukukla ilişkilendirmeye çalıştığı bir pamuk ipliği. Asıl zamirde yatan sebep başka!

Halkın oyunu alarak cumhurbaşkanı seçilen Mursi’yi ve İhvan’ı idama götüren süreci başlatan faktörler sıralanırken, Mursi’nin “İhvan” adı verilen bir cemaatten talimat aldığı; Mısır’ı otoriter bir rejime doğru götürdüğü ve kendi programını diğer kesimlere kabul ettirmek üzere hareket ettiği iddia edilir. Bu iddiayı 3 Temmuz cuntası yanında başlangıçta İhvan karşıtlığıyla öne çıkan liberaller, Arap milliyetçileri ve solcular yüksek sesle dillendirmektedirler. Mısır darbesini zımnen destekleyen Batı dünyası da söz konusu argümanlara sığınarak darbeye olan tepkiyi hafifletmeye çalışıyor. Fakat bu suçlamaların ciddiye alınır bir yanı yok. Mursi’nin İhvan’dan talimat aldığı kesin değil; İhvan Mısır’ın zararına çalışan bir cemaat değil; Mursi kendi programını başkalarına zorla uygulatacak zamana sahip olmadı; ayrıca hâlâ “çoğunluk faktörü”nün rol oynadığı demokrasilerde bu soruna çözüm bulunmuş değil.

Mısır’ı askeri darbeye götüren gelişmelerden en önemli olanı Türkiye’nin İhvan yönetimindeki Mısır’la kurmaya çalıştığı ilişki biçimi oldu. Türkiye, İhvan’ın seçimleri kazanmasıyla öyle bir hava estirdi ki, sanki Mısır’ın önderliğinde Arap âlemi Türkiye’nin kontrolüne geçti; bölgenin tamamını içine alacak “Yeni Osmanlı imparatorluğu” kurulmasına ramak kaldı. Buna tuz biber eken son gelişme darbeden iki ay önce Mursi’nin Türkiye ziyareti sırasında Türkiye ve Mısır ortaklaşa ordu kurup Suriye’ye müdahale edip Esed’i devirecekleri yolunda çıkan haberler oldu. Maalesef Türkiye’nin bölgeye ilişkin cehaleti, gemlenemez  ihtirasları, İhvan’ı yanlış yönlendirmesi ve “Yeni Osmanlıcılık” adı altında hortlayan İttihatçılığı Mısır ve Suriye’nin bu hale gelmesinde rol oynadı, bölgeye felaket getirdi.

Bundan sonra Ortadoğu’yu hakiki manada dönüştürmeye aday bütün İslami hareket ve oluşumların sistemli bir biçimde tasfiye edilmeleri süreci başladı. Türkiye’nin dahil olduğu bu musibetlerle dolu süreçten şimdilik sadece Tunuslu Müslümanlar kendilerini kısmen koruyabilmektedirler. Bölgede sadece İhvan değil, İslami hareketler idam edilmek isteniyor.

 

zaman

Perşembe, 21 May 2015 01:14

Vereceğimiz karşılık çok ağır olur

Bilim adamlarımızala röportaj yapmak, onları soruşturmaya tabi tutmak demektir ve buna asla izin vermeyiz.


Devrim Muhafızları İmam Hüseyin Üniversitesi’nde düzenlenen programda konuşan İmam Hamanei, nükleer görüşmelere işaretle ‘Askeri üs ve merkezlerimizin kapısını inceleme için hiç kimseye açmayacağımızı söylemiştik’ dedi. İmam Hamanei sözlerine şöyle devam etti;

“Bugün dünyada iki farklı söylem var. İlki zulüm, zorbalık, diktatörlük ve bencillik temelleri üzerine kurulan ‘Cahiliye Söylemleri’ ikincisi ise adalet, özgürlük, istismarın yok edilmesi gibi şiarlar üzerine inşa edilen ‘İslami Söylem’dir.

‘İnsan hakları’ ve ‘terörizm karşıtlığı’ gibi süslü lafızlar kullanan ikiyüzlü ve riyakâr insanların kim olduğunu basiret sahibi ve ince düşünen insanlar çok iyi biliyor. Bu iki farklı söylem arasında barış anlaşması imzalanması asla mümkün değildir. Çünkü cahiliyet söylemleri sahipleri, ülkeler ve milletler üzerinde zorbalıkla dahi olsa hâkimiyet kurmayı hedeflerken İslami söylem taraftarları, zulmün karşısında ve mazlumun yanında şiarıyla hareket etmektedir.

Bu millet izzet ve onurunu İslami ve insani değerlere önem vererek elde etmiştir. Aleyhimize yürütülen şeytani planlardan hiçbir çekincemiz yoktur. Zira bu komplolar, İslam Cumhuriyeti’nin doğru yolda olduğunun ve her geçen gün biraz daha gelişerek büyüdüğünün göstergesidir. Bizler Allah’a tevekkül ederek ve kendimize olan güveni yitirmeyerek bu komploların üstesinden gelecek kudrete sahibiz.

Nükleer müzakereler masasında karşımızda oturanlar bizleri hiç tanımamış olacak ki tehdit içeren sözler sarf ediyorlar. Bu millet hiçbir zaman tehditlere boyun eğmeyecektir. Karşı tarafın haddini aşan taleplerine karşı sart bir duvar çekilmesi gerekir.
 
Nükleer müzakereler konusunda yeni şartlar koşulmaya, farklı sözler söylenmeye devam ediliyor. Askeri üs ve merkezlerimizin kapılarının hiçbir şartta hiçbir yabancıya açılmayacağını dile getirmiştik. Karşı taraf ‘bilim adamlarınızla yerinde röportaj yapılmasına izin verin’ deniliyor. Bunun adı soruşturmadır ve askeri üslerinizin kapısını bize açın demektir. Akıl ve izan sahibi hiçbir ülke böyle bir talebe olumlu yanıt vermez.

Biz, bilim adamlarımızın  çalışmalarına, saygınlığına ihanet edilmesine asla izin vermeyiz. Ben şahsen, her biri bu milletin öz evladı olan bilim adamlarının ileri boyutlara taşıdığı çalışmalar hakkında hiçbir yabancının ileri geri konuşmasına müsaade etmem. Nükleer müzakere masasına oturan ve boyun eğmeden savaşan aziz yetkililerimiz şunu unutmasın ki; düşmanla mücadelenin tek yolu, alınan ciddi kararlar ve nefsanî eğilimlerden uzak durmaktan geçer.

Elimizde Fars Körfez ülkelerinden bazı aptal yetkililerin düşmanlarımızla işbirliği yaparak vekâlet savaşlarını İran sınırlarına taşımaya niyetli olduğuna dair sağlam bilgiler var. Devrim Muhafızları ve Milli Güvenlik Konseyi yetkililerine konu hakkında her zamankinden daha uyanık olma çağrısı yapıyorum. Ülkemiz aleyhine şeytani  komplo planları yapanlar, vereceğimiz karşılığın çok ağır olacağını unutmasınlar.

ajanslar

Kendi mezhebini “din”in kendisi ve kendi dışındaki herkesi yok edilmesi veya en azından başı ezilmesi gereken “öteki” olarak gören yapılar oluşturmak isteyen emperyalizm, direkt veya dolaylı olarak bin bir yoldan “Selefizm, Vahhabizm, Gülenizm, Cübbelizm vb.” gibi akım ve bu akımların yapılarına yatırım yapmaktadır.


 Allah’ın adıyla

Jeopolitik konumu, sahip olduğu tabii zenginlikleriyle Ortadoğu, Yaratıcının Müslümanlara ilahi bir bağışıdır. Dünya siyasi ve ekonomik arenasında sahip olduğu kader belirleyici bu özellikler dolayısıyla Ortadoğu, tüm tarih boyunca egemenlerin iştahını kabartmıştır. Küresel müstekbirler tarih sürecinde şunu keşfetmişlerdir ki, Ortadoğu’ya hakim olmaksızın “global emperyal” bir düzen kurmak mümkün değildir. Gerek bahsi geçen bu özelliklere sahip olmak ve gerekse İslam’ın “devrimci” karakterini yok ederek veya baskılayarak bölge üzerinden tüm dünyaya egemen olmak isteyen müstekbir/egemen güçlerin gözü her zaman bu coğrafyada olagelmiştir. Tüm dünya mazlumlarının kanını emmeye göz dikmiş olmakla beraber emperyalizm ve siyonizmin hedef aldığı esas coğrafya Ortadoğu ve hedef aldığı esas toplumlar Müslüman halklardır.

Emperyalizmin “Haçlı Seferleri” ile başlattığı tüm Ortadoğu’ya sahip tüm Müslümanlara malik olma ihtirası bin yılı bulmuş durumda. Bin yıllık bu mücadele sırasında emperyalizm, İslam coğrafyası ve Müslüman halklar için bin bir türlü fitne ve plan üretmiş ve kendi cephesinden engin bir tecrübe edinmiştir.

Tarihsel süreçte daha ziyade İngiltere ve yirminci yüzyıl başlarından itibaren ise daha ziyade Amerika olarak vücut bulan emperyalizmin son iki yüzyıl boyunca yatırım yaptığı en büyük fitne alanı hiç kuşkusuz “mezhepçilik”tir!

Müslümanların vahdetine engel olmak, güç ve enerjilerini birbirlerine yönlendirmek, esas düşmanlarını tanıma ve tanımlamalarını önleyerek bölgenin fiziki ve beşeri zenginliğini yağmalamak ve hem de tüm coğrafyaya sulta kurmak için emperyalizm ve siyonizmin elindeki “en etkin silah” mezhepçiliktir!

İslam dünyasına kısa bir göz gezdirdiğimizde koca coğrafyayı üç kelime ile özetlemek mümkün: “zulüm, kan, gözyaşı”! Katledilen canların, kirletilen iffetlerin hepsi Müslüman. Harap olan şehirler, viran olan köyler, telef olan ürünler, fesada uğrayan toplumlar, yok olup giden zenginlik ve enerji… hepsi İslam ümmetine ait! Ve bunların hepsinden daha acı olanı ise tüm bu zulüm ve cinayetlerin neredeyse tamamının Müslümanlar eliyle işleniyor olması!

Küresel müstekbir planlayıcılar, gerek sahadaki tetikçilerinin ve gerekse kitlelerin bu cinayetleri kabullenme, meşrulaştırma ve içselleştirmeleri için dinsel kılıflar üretmek zorunda olduklarını biliyorlar. Küresel emperyalizm ve siyonizmin “cihadist terörist” anlayışların kullanımı için ürettiği dinsel kılıflar, genellikle mezhebi ihtilafları kullanma şeklinde tezahür etmektedir.

İslam ümmetinin enerjisini birbirlerine karşı tüketmek ve asla kendilerine dönmesine müsaade etmek istemeyen emperyalizm ve siyonizm, İslami mezhep ve fırkaların ihtilafları üzerine korkunç bir yatırım yapmaktadır. Kendi mezhebini “din”in kendisi ve kendi dışındaki herkesi yok edilmesi veya en azından başı ezilmesi gereken “öteki” olarak gören yapılar oluşturmak isteyen emperyalizm, direkt veya dolaylı olarak bin bir yoldan “Selefizm, Vahhabizm, Gülenizm, Cübbelizm vb.” gibi akım ve bu akımların yapılarına yatırım yapmaktadır.

Ancak emperyalizmin yatırım yapıp bel bağladığı yapı ve anlayışlar, sadece “Sünni Mektep” içerisinden olanlar değildir. “Mezhepçilik fitnesi”nin ateşinin bir an bile sönmesini istemeyen emperyalizm, “Şii Mektep” içerisinden de bir kısım anlayış ve yapılara yatırım yapmaktadır.

İslam İnkılabı Rehberi Seyyid Ali Hamaney’in “İngiliz Şiiliği” olarak tanımladığı, emperyalizmin hedeflerine hizmet etmesi için fitnekar bir Şii anlayış, Londra merkezli olarak yeşertilmeye çalışılıyor!

İster Şii olsun ister Sünni, izledikleri yol ve yöntemler hatta bizatihi varlıkları küresel emperyalizmin hizmetinde olan “mezhepçilik” fitnesini kuşanmış bu anlayışlara karşı Şii’si ve Sünni’si ile İslam ümmetinin her ferdinin ayık olması; sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik tüm güçleri ile bunlara karşı koyması en büyük vazifedir.

İşte bu merhalede şöyle bir sorunun cevabını aramalıyız: “İster Şii olsun ister Sünni, acaba bilinçle veya cehalet ve taassuplarının kurbanı olarak kendilerince “İslam’a” ama hakikatte “emperyalizme” hizmet etmekte olan bu anlayış ve yapıların onları teşhis etmemizi kolaylaştıracak karakter ve özellikleri nelerdir?”

Bu soruyu cevapladığımızda “Amerikan Sünniliği” ve “İngiliz Şiiliği”nin ortak karakterini ortaya koymuş olacağız.

1-Mezhepçi bir söylem ve hareketi şiar edinmiş olma

Amerikan Sünniliği ve İngiliz Şiiliği’nin birincil ortak yönü: “Kendi mezhebini dinin kendisi ve kendi dışındaki herkesi ise “batıl” görmesidir.” Pek çok merhalesi olan bu vahim vakıanın son aşaması kendi dışındaki mezhep ve fırkaları “şirk ehli” olarak ilan edip; “kan, mal ve namuslarını helal görme” aşamasıdır ki, maalesef şu an Ortadoğu’da özellikle “Vahhabizm”den beslenmiş yapılar bu aşamaya ulaşmış durumdadırlar!

2-Vahdet karşıtlığı

Amerikan Sünniliği ve İngiliz Şiiliği’nin en karakteristik özelliklerinden biri: “Müslümanların vahdetine inanmamaları hatta karşı durmalarıdır.” Kendi dışındakileri “batıl” olarak gören bu anlayışların doğal olarak lügatlerinden “vahdet” kelimesi çıkmış durumdadır. Müslümanları İlay-i Kelimetullah bayrağı altına değil, kendi yapılarının bayrağı altına davet etmektedirler. Ve herkes kendi bayrağını esas aldığından vahdet hayal ve tefrika kaçınılmaz oluyor!

3-Diğerlerinin kutsallarına hakaret etme

Amerikan Sünniliği ve İngiliz Şiiliği’nin “en tehlikeli” karakteristik ortak özellikleri ise “Öteki ve batıl olarak gördüğü diğer mezhep ve fırkaların kutsallarına, değerlerine, ritüel ve şahsiyetlerine hakaret ve küfür etmedir.” Emperyalizmin bu anlayış ve yapılardan beklediği en büyük hizmet budur! Çünkü bu sayede mezhep ve fırkalar birbirlerine karşı kinlenecek, bilenecek ve ardı arkası kesilmeyen fitnelerin kapısı aralanabilecektir..!

4-Emperyalizm ve siyonizm ile mücadele etmeme

Amerikan Sünniliği ve İngiliz Şiiliği’nin ortak karakteristik bir başka özelliği ise “Tüm dünya mazlum ve mustazaflarının ortak ve esas düşmanı olan emperyalizm ve siyonizm ile mücadele etmemektir.” Bu türden anlayış ve yapılar, hiçbir zaman emperyalizm ve siyonizm ile hesaplaşma yolunu seçmedikleri gibi ya uşaklık veya yandaşlık yapmaktadırlar. Bazen şartlar onları emperyalizm ve siyonizm aleyhine olmaya mecbur kılar ki –aksi takdirde halklar nezdindeki konumları açığa çıkacaktır- o zamanlarda sadece söylem boyutunda kalacak yuvarlak sözler söylenir.

5-Mücadele ve cihat alanı olarak diğer mezhepleri görme

Amerikan Sünniliği ve İngiliz Şiiliği’nin ortak bir başka karakterleri ise “Dünya küfür ve müstekbirleri dururken, “cihat” alanı olarak, “öteki ve batıl” olarak belledikleri mezhep ve fırkalara yönelmiş olmalarıdır.” Dünya küfür ve müstekbirleri “Ehl-i Kitap” nitelemesi ile yumuşatılıp, flulaştırılıyorken; diğer mezhep ve fırka mensupları “şirk ehli” ilan edilerek “kan, mal ve namus”ları ile hedef tahtasına oturtulmaktadır.

İhanet, cehalet ve taassupları dolayısıyla mezhebi ihtilafları derinleştirmenin İslam ümmetini vahdetten uzaklaştırmak olduğunu ve bu tefrikanın ardında yatan ana etkenin ise emperyalizm ile siyonizmin planları olduğunu fark edemeyen/fark etmek istemeyen Amerikan Sünniliği ve İngiliz Şiiliği mensupları, çatışmacı bir dil kullanarak her zaman gerilimli bir ortam yaratmak istemektedirler. Zira bu tür anlayışlar, “tefrika”dan beslenmektedirler! Ve yine bu türden anlayışlar, menfaat ve mevzi kazanmanın yegane yolu olarak çatışmayı görmektedirler!

Sonsöz: Şii önderler ne diyor?

Burada merak edilebilecek en önemli hususlardan biri de: “Acaba Ehl-i Beyt Mektebi’nin önderlerinin bu konudaki yaklaşımları nedir?” sorusudur.

Öncelikle şunu söylemeliyiz ki; mezhepçi bir dil kullanarak tefrikaya sebebiyet verme, İslam’a ihanettir! Kur’an-ı Kerim’in, Hz. Peygamber (s.a.a)’in, Ehl-i Beyt (s.a)’in anlaşılmamasının önündeki en büyük engel hiç şüphesiz “mezhepçilik”tir!

Tefrika “şeytan”dan, birlik ve vahdet-i kelime “Rahman”dandır. Buyurarak vahdetin önem ve kaynağını gösteren İslam İnkılabı’nın kurucu önderi İmam Humeyni (r.a): “Biz kendi aramızda namazda elimizi şöyle bağlayalım böyle bağlayalım diye tartışıp dururken düşman gelip o elleri kesiyor.” Ve yine: “İslam ülkelerinde, kirli eller, Şiiler ve Sünniler arasında ihtilaf yaratıyorlar. Bunlar ne Şii ne de Sünni’dirler. Bunlar emperyalizmin elleridir. İslam ülkelerini ellerimizden almak istiyorlar.” Buyurarak “vahdet”in önemi ve “mezhepçilik” fitnesinin kaynağını göstermiştir. Yüce İmam (r.a): “İslam’ın, Kuran-ı Kerim ve şanı yüce Peygamberimizin asıl düşmanı Amerika ve onun şirret çocuğu İsrail’dir!” buyurarak İslam ümmeti için esas tehdit ve tehlikenin üzerindeki perdeyi de kaldırmıştır.

“Şia ve Sünni bahaneleri ile vahdeti baltalayanlar, düşmanların uşağı ve İslam düşmanıdır” sözleri ile mezhepçiliğin İslam için ne türden bir ihanet olduğunu ortaya koyan İslam İnkılabı Rehberi Seyyid Hamaney ise bir başka sözünde: “Her kim başka fırkanın kutsallarına ihanet ederse, eğer öfke ve ihanetle başka fırkaya davranırsa vahdete darbe vurmuştur. Her kim olursa olsun!” buyurmuşlardır. Rehber Seyyid Hamaney, bir başka sözlerinde “mezhepçilik” fitnesinin ne manaya geldiğini: “Mezhebi ihtilafları körüklemek, düşmanın kılıcını keskinleştirmektir” buyurarak ortaya koymuştur. Rehber Seyyid Hamaney, “mezhep-vahdet” çizgisinin nasıl çizilmesi gerektiğini de şöyle ifade etmişlerdir: “İslami vahdetin anlamı açıktır. Kastedilen mezheplerin tek mezhepte toplanması değildir. Var olan mezheplerin her biri kendi alanlarında sıradan işlerini yapsınlar; ama birbirleri ile ilişkilerini iyileştirsinler.”

Bu konu da sözü ciltler dolusu uzatmak mümkün ancak akıl sahipleri için kanaatimce bu kadarı kafidir.

Yazımızı İslam İnkılabı Rehberi Seyyid Ali Hamaney’in konumuzla ilgili olarak buyurduğu söz ile bitirelim: “Hem İngiliz modeli Şiilik ve hem de Amerikan modeli Sünnilik, İslam karşıtlığıdır!”

Muntazar Musavi

İran Cumhurbaşkanı Ruhani, İran’ın buraya kadar hiç bir ülkeye saldırmadığını ama eğer kendine yönelik bir saldırı söz konusu olusrsa, verecğei yanıtın pişan edici olacağını belirtti.
 

 Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre, İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani  İslam İnkılabı Rehberi’nin düzenin yetkilileri ve yabancı büyükelçileri kabul ettikleri görüşmede yaptığı konuşmada, İran’ın buraya kadar hiç bir ülkeye saldırmadığını ama eğer kendine yönelik bir saldırı söz konusu olusrsa, verecğei yanıtın pişan edici olacağını belirtti.

Ruhani görüşmenin başında yaptığı konuşmada, Peygamber’in halk için getirdiği şeriatın hikmet, adalet, fazilet ve ahlak-i değerler olduğunu hatırlatarak, “İslam-i şeriatın şiddet ile hiç bir alakası yoktur ve şeriatı şiddeti ile yan yana getirmek isteyen çevreler ise şeriat olayından bir şey anlamamışlardır” dedi.

Cumhurbaşkanı Ruhanı müslümanlar arasında İranofobi yaratılmak istendiğini ve bunun İran’ın ilk günden beri benimsediği adalet, sulh ve diğerlerine yardım etmek prensipleri ile tamamen aykırı olduğunu belirterek, “İran buraya kadar hiç bir ülekeye saldırmamıştır ve saldırmayacaktır ama eğer İran’a karşı bir saldırı ve ihlal söz konusu olursa, vereceği tepki aynen 8 yıllık Mukaddes Savunma dönemi gibi pişman edici olacaktır” diye konuştu.

 

4 Mayıs 2015 tarihinde Müslüman Kürt Peşmerge Şehitlerini Anma Kongresi üyelerini kabul eden İslam İnkılâbı Rehberi İmam Seyyid Ali Hamanei’nin yapmış olduğu konuşma metni bugün sabah Senendeç şehrinde düzenlenen Kongre’nin açılışında yayınlandı.

İmam Hamanei bu konuşmasında Müslüman Kürt Peşmerge şehitlerinin anısını saygıyla ve rahmetle anarak, bu mümin ve ihlaslı gençlerin fedakarlıklarına ve canlarını feda etmelerine temasla, Müslüman Kürt Peşmergelerin savaş meydanlarında boy göstererek hem kendi canlarını tehlikeye düşürdüklerini ve hem de İnkılab düşmanı terörist grupların onların ailelerinin güvenliğini tehdit etmelerine sebep olduklarını, ama tüm bunlara rağmen bu yiğit gençlerin gerçekten de çok iyi bir sınav verdiklerini söyledi.

Düşmanların, Kürdistan bölgesini istikrarsızlaştırmak ve güvensizleştirmek için “Mezhep” ve Kavmiyet” faktöründen yararlanma ve bu bölgeyi İslam İnkılabının zayıf bir halkasına çevirmede başarısız kaldığını belirten İmam Hamanei, İslam İnkılabının ilk yıllarında inkılap düşmanlarının kendi tüm güçlerini toplayarak bu bölgeyi güvensizleştirmeye çalıştıklarını, fakat Kürt halkı ve ulemasının yüreği ve gayretinin İnkılapla birlikte olduğunu, onların hatta Kürt alimlerden bazılarını şehid bile ettiklerini ve rahmetli Şeyh’ul İslam gibi pak, temiz bir insanın şehid edilmesinin ise bunun en son örneği olduğunu söyledi.

Konuşmasının bir başka bölümünde ise düşman’ın artık boş oturmadığını, elinde bulundurduğu propaganda, güvenlik ve finans imkânlarını sonuna kadar kullanarak düşmanlığını sürdüreceğini hatırlatan  İmam Hamanei, elbette İran’da düşman Kürtlerle ilgili etnik kışkırtıcılıktan yararlanamaz, bunun için de Şii –Sünni ayrışımı ve ihtilafını ön plana çıkararak kışkırtıcılıkta bulunmaya çalışmaktadırlar. Birileri de gaflet içinde bu oyuna alet olmaktadırlar” ifadesini kullanan İslam İnkılabı Rehberi, “gerek Sünni kisvesi içinde Şii müslümanlara yönelik saldırıda bulunanlar olsun ve gerekse Şii kisvesi içinde Sünni müslümanlara yönelik saldırı içinde olanların hiç biri gerçekte İslam’la ve dinle hiçbir alakaları yoktur” dedi.

Şii ve Sünni müslümanlar arasında ihtilaf çıkarma konusunda İngilizlerin geniş tecrübe sahibi olduklarını ve bun projenin bugün ABD kongresinde Irak Ehli Sünnetine destek adı altında bir projede kendini gösterdiğini hatırlatan  İmam Hamanei, “Acaba onlar gerçekten de Enli Sünnet’e ilgi mi duyuyorlar” sorusunu gündeme getirdi.

Onların İslam’dan bir belirtisi olan her şeye düşman olduklarını ve Şii ve Sünni olmanın onlar açısından hiçbir farkının bulunmadığını, mezhep ve etnik gibi meselelerin onlar için ihtilaf çıkarma ve fitnecilikte bulunma için bir bahaneden ibaret olduğunu söyleyen İslam İnkılâbı Rehberi, bu bahanelerin düşman’ın elinden alınması gerektiğini hatırlatarak, Müslüman Kürt Peşmerge şehitlerinin anısına düzenlenen kongre gibi kültürel etkinliklerde bulunmak ve özellikle de gençlerin meselelerine gereken ilgiyi göstermenin zaruret olduğunu söyledi.

Leader

İran Dışişleri Bakanı Güney Afrikalı mevkidaşı ile düzenlediği ortak basın toplantısında, ABD hükümetinin Nükleer Müzakereler’le ilgili taahhütlerinin uygulamasından sorumlu olduğunu belirterek, müzakerelerin nihai sonuca varması halinde ABD hükümetinin verdiği taahhütleri yerine getirmesi gerektiğini söyledi.
 

 İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif,  Güney Afrika Uluslararası İlişkiler ve İşbirliği Bakanı Maite Mashabane ile düzenlediği ortak basın toplantısında,  ABD Senatosu’nun İran ve 5+1 Grubu arasında varılacak olası Nükleer Anlaşma’nın uygulama aşamasına denetimini öngören kararın alınması üzerine sorulan soruya “Bence Amerika içinde ve dışındaki bazı siyasi çevreler bu konunun çözümünden yana değil ve engel çıkarmakta” diye yanıt verdi.

Zarif sorulan bu soruya verdiği yanıtın bir diğer kısmında ise İran İslam Cumhuriyeti’nin ciddiyetle müzakereleri takip ettiğini söyledi ve “Eğer Amerika hükümeti İran halkına ve hükümetine saygı duyarak müzakereleri devam ettirmek ve sonuca ulaştırmak istiyorsa, Kongre ile koordineli olarak çalışması ve iç sorunlarının giderilmesi  Amerika hükümeti sorumluluğundadır.” açıklamasında bulundu.

İran Deniz Kuvvetleri’ne ait 34. Deniz Filosu’nun Aden Limanı yakınlarında koalisyon güçlerine ait savaş gemilerine verdiği uyarı sonucu, Fransız ve Amerikan savaş gemileri İranlı taraftan özür dileyerek rotalarını değiştirdi.
 

Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre,  bugünlerde Bab el Mandab boğazında bulunan , İran İslam Cumhuriyeti Ordusu Deniz Kuvvetleri’ne ait 34. Deniz Filosu 9 Mayıs gecesi Aden limanı yakınlarında seyr ederken, bölgede bulunan Amerikan ve Fransız savaş gemileri ve Amerikan uçak gemisinden kalkan helikopter ve savaş uçakları İran filosuna uluslararası anlaşmalar gerği uyulması gereken 5 mil'lik mesafeden daha fazla yakınlaşmak istedi ama İranlı deniz komutanlarının uyarısı üzerine özür dileyerek sahneyi terk etmek zorunda kaldı.

İran Ordusu Deniz Kuvvetleri’ne ait ve Alborz muhribi ve Buşehr  lojisitik kruvazöründen oluşan 34. Filo geçen günlerde ise ybancı bir ülkeye ait bir ticari gemiyi deniz korsanlarının elinden kurtarmıştı.

İslami Şura Meclisi Başkanı Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi eski başbakanı ile bir araya geldiği görüşmede, İran’ın sonuna kadar Irak’ın toprak bütünlüğünü destekleyeceğini belirtti.
 

 Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre, İran İslami Şura Meclisi Başkanı Ali Laricani, Irak Kürdüstan Bölgesel Yönetimi eski başbakanı ve KYB genel sekreter yardımcısı Berhem Salih ile gerçekleştirdiği ikili görüşmede, İran ve Irak arasında kardeşliğe dayalı ilişkilerin hakim olduğunu hatırlattı ve “İran İslam Cumhuriyeti her zaman Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olacak ve Irak’ın toprak bütünlüğünü savunacaktır” dedi.

Larican Iraklı siyasetçi ile bir araya geldiği görüşmede Batı’nın Irak ve Suriye’yi bölmek ve parçalamak için ortaya attığı planları eleştirerek, “Bazı Batılı liderler yanlış düşüncelerince bölge ülkelerini bölerek ve parçalara ayırarak  bölgede karşı karşıya oldukları sorunlarını hal edebileceklerini düşünüyorlar o haldeki bu plan ve düşünce tamamen yanlış ve gerçek dışıdır”diye konuştu.

İslami Şura Meclisi Başkanı ayrıca Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olduğunu belirterek, “Iraklı Kürt, Şia, Sünni ve tum mezhep ve grupların temsilcisi olarak ulusal birlik hükümetini savunmak tüm sorunları yenmenin tek yoludur” dedi.

Bu görüşmede Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi eski başbakanı ve KYB genel sekreter yardımcısı Berhem Salih ise Batılı ülkelerin Irak’ın huzurunu bozmasına izin vermeyeceklerini belirterek, İran’dan Irak halkı ve Bölgesel Kürt Yönetimi’ne verdiği desteklerden ötürü teşekkür etti.

Söylentilerden biri İran’ın Suriye’den vazgeçtiği yönündeydi ki bunun hiçbir aslı temeli yok. Birkaç gün önce İmam Hamenei yaptığı bir konuşmada bu meseleye işaret etti ve müzakerelerin yalnızca nükleer meseleyle sınırlı olduğunu, nükleer program dışında hiçbir konunun müzakere edilmediğini açıkladı. Dolayısıyla İran’la ilgili bu söylentilerin hiçbir şekilde aslı astarı yok.


Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, İdlib’de sahadaki bir gelişmeyle ilgili olarak Suriye’ye yönelik psikolojik savaşın tırmandırıldığını söyledi.

Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, Salı akşamı yaptığı konuşmasının Suriye’deki gelişmelerle ilgili bölümünde de şunları söyledi.

Suriyeliler, Lübnanlılar ve bu bölge sakinleri, İdlib’in Cisr eş-Şugur kasbasının silahlı gruplar tarafından ele geçirilmesi üzerine medyanın yaydığı büyük bir söylenti ve baskı dalgası ile karşı karşıya kaldı.

Bu medya baskısını görsel ve yazılı basında ve internet sitelerinde gözlemlemek mümkün. Bütün bu medya baskıları, hedefsiz bir medya savaşından başka bir şey değil. Bunlar yıllardır kara operasyon odalarında bölge ülkelerine yönelik psikolojik savaş için idare ediliyor ve her bir olay ve fırsatta bundan halkı hedef alan bir psikolojik savaş için yararlanılıyor.

Bu şayialardan sonra bazı medya organları, Suriye gelişmelerindeki mezhebi boyuta yoğunlaştı. Bu psikolojik savaşın hedefi, ‘İdlib ve Cisr eş-Şugur’un düşmesiyle Suriye yönetiminin işi bitti, Suriye yönetimi son günlerini yaşıyor’ algısının oluşturulmasıydı.

Bununla Suriye ordusunun mücadele gücünü yitirdiği ve çökmekte olduğu imajı yaratılmak istendi.

Bazı medya organları bu psikolojik savaş çerçevesinde, Suriye’nin müttefiklerinin Suriye’den vazgeçtiğini, İran’ın nükleer meseleden dolayı Suriye’yi sattığını, Rusya’nın Suriye’yi terk ettiğini iddia ettiler.

Psikolojik savaşın hedefi Suriye’nin direncini kırmak  

Ayrıca Suriye’deki iç durumla ilgili yalan haberler yayımladılar. Suriye’de yaşamın zorlaştığını, halkın kaçmayı düşündüğünü iddia ettiler, özetle tuhaf bir Suriye görüntüsü yaydılar.

Onların yalanlarından biri şuydu: Suriye’nin sahil bölgeleri çöküş aşamasında çok sayıda Suriyeli Alevi, sahil bölgelerinden Lübnan sınırına doğru kaçıyor, Lübnan hükümeti onların girişine engel olmaya çalışıyor. Hizbullah, Alevilerin Lübnan’ girişine izin verilmesi için Lübnan hükümetine baskı yapıyor. Bunlar içi boş yalanlar…

Ayrıca Suriye yönetiminin Şam’daki ve diğer yerlerdeki Alevilerden evlerini terk etmelerini istediğine dair söylentiler yaydılar. Bunlar temelsiz, aslı astarı olmayan söylentiler.

Biz şu an Suriye direnişinin azim ve iradesini kırmaya yönelik bir psikolojik savaşla karşı karşıyayız.

Bu yalanların ve söylentilerin bir diğer hedefi, Suriye halkına dayatılan 4 yıllık uluslararası savaşın acizliğini gölgelemekti.

Bazı noktalarda bu tür söylentilerin sonuç vermesi mümkündür. Bu meseleye IŞİD’le ilgili olarak Musul’da ve bazı Irak kentlerinde tanık olduk.

Şartlar dört yıl önce daha zordu

Birinci olarak hiç kimse bu söylentileri ve psikolojik savaşı dikkate almamalıdır. Özellikle Lübnanlılar ve Suriyeliler bu yalan ve söylentilerin psikolojik savaşın bir parçası olduğunu, bunun yeni bir şey olmadığını ve 4 yıldır bu tür söylentilere ve yalanlara tanık olunduğunu anlarlar.

Dört yıl önce bu söylentileri Şam ve Halep’teki çatışmaların çok daha zorlu, şartların da çok daha ağır olduğu dönemlerde de duymuştuk. O dönemde şartlar şimdikine göre çok daha kötüydü.     

Bugün Suriye içinde de uluslararası alanda da şartlar çok daha fazla değişti.  Dolayısıyla bu durum bizim bu söylentileri veya öngörüleri dikkate almamamıza neden oluyor.

İran ve Rusya söylentilerinin aslı yok

Söylentilerden biri İran’ın Suriye’den vazgeçtiği yönündeydi ki bunun hiçbir aslı temeli yok. Birkaç gün önce İmam Hamenei yaptığı bir konuşmada bu meseleye işaret etti ve müzakerelerin yalnızca nükleer meseleyle sınırlı olduğunu, nükleer program dışında hiçbir konunun müzakere edilmediğini açıkladı. Dolayısıyla İran’la ilgili bu söylentilerin hiçbir şekilde aslı astarı yok.   

Aynı şey Rusya için de geçerli. Ben İran’a kıyasla Rusya’dan daha fazla bilgi sahibiyim. Rusya’nın Suriye konusundaki politikasını değiştirdiği yönünde en küçük bir belirti yok. Dolayısıyla sahada bir gelişme olduğu zaman sahadaki sebepleri dikkate almak gerekiyor.

İdlib ve Cisr eş-Şugur gelişmeleri konusunda silahlı grupların ve Suriye ordusunun durumuna, askeri ve lojistik meselelere dikkat etmemiz gerekir.

Bir saha gelişmesini incelerken bölgesel, uluslararası meseleler, müttefikler ve Suriye’nin iç durumu gibi konulara girmek doğru değil.

Suriye yönetiminin ve ordusunun çöktüğü nasıl söylenebilir? Suriye ordusu birçok cephede direnişini sürdürüyor ve her gün bu ordudan yeni bir zafer duyuyoruz.

Dolayısıyla sahadaki bir gelişmeyi değerlendirirken tekrar aynı sorunlarla karşılaşmamak için sahadaki sebepleri ve sorunları göz önünde bulundurmalıyız. Her savaşın muhtelif dönemleri vardır. Bir tarafın bir sahada zafer kazanması, savaşta zaferi kazandığı anlamına gelmez.

Dört yıldır ordu, Ulusal Savunma Güçleri ve Suriye’nin müttefikleri birçok zaferler kandılar; ama bu savaşta zafer kazandıklarını iddia etmediler. Bir tarafın sahada yenilmesi mümkündür; ama bu, savaşta yenildiği anlamına gelmez.

Bu psikolojik savaşı yürütenler, sahadaki değişimle birlikte kendi taraftarlarını umutsuzluğa düşürüyorlar. Kimse bu söylentilerden etkilenmemeli.

Biz bu duruma Lübnan’da tanığız. Bu ülkedeki bazı vatandaşlar bu söylentiler karşısında aceleci davranıyorlar; ama bir müddet sonra bunun asılsız olduğunu anlıyorlar.

Şartlar ne olursa olsun Suriye halkının yanındayız

Bu vesileyle aziz Suriye halkına diyorum ki sahadaki şartlar her ne olursa olsun Suriye halkının yanındayız ve öyle kalacağız. Şimdiye kadar bulunmamız gereken her yerde var olduk. Bundan sonra da bulunmamız gereken her yerde var olacağız.

Son dönemde öyle yerlere girdik ki geçen yıllarda oralara girmemiştik. Biz Suriye’deki bu savaşın yalnızca Suriye halkına ait bir savaş olmadığına inanıyoruz.

Biz bu savaşa duygusal, şahsi, partisel, grupsal sebeplerle girmedik. Doğru bir teşhisle bu savaşa girdik. Teşhisin tüm kanıtları, bizim Suriye gelişmeleri konusundaki anlayışımızı teyit ediyor.

Suriye’yi savunmak, Lübnan’ı Filistin’i, tüm bölgeyi savunmaktır. Dolayısıyla kinleri bir tarafa bırakıp tüm açıklığıyla şu meseleyi düşünmeliyiz: Eğer silahlı gruplar Suriye’ye hakim olsaydı, Suriye, Lübnan ve bölge halklarını nasıl bir kader bekliyor olurdu?

Bölgeye şöyle bir bakılarak bu soruya cevap verilebilir. Biz sorumluluklarımızı yerine getireceğiz.