
کارگر
İslam dünyasının en büyük ihtiyacı birlik ve beraberliktir"
Bi'set bayramı münasebetiyle, İranlı üst düzey yöneticiler, şehit aileleri, Müslüman ülke temsilcileri ve büyükelçileri, İmam Hamanei ile görüştü.
İmam Hamanei, Bi'set bayramını tebrik ederken, günümüzde Müslümanların en büyük vazifesinin bilinçli olması ve kendi yol haritasını ve düşmanın komplolarını bilmek olduğuna değinerek, şu konulara değindi:
"Düşmanın asıl planı, Müslümanlar arasında ayırımcılık ve kargaşa çıkarmaktır.Öyleyse İslam dünyasının en büyük ihtiyacı, birlik, beraberlik, işbirliği ve empatidir.
Marksist ve Liberal gibi ilahi olmayan davetler insanları mutluluğa ulaştıramayınca,kalpler ve gözler İslam'a yöneldi.
Müslümanlar, insanları İslam'a davet ederken, cesur, doğru sözlü ve adil olmalıdır. Müslümanlar, İslam Peygamberi'ne (saa) yapılan düşmanlığa karşı çıkmalıdır.
Dünyanın baskıcı hükümetleri, Müslümanlar arasında ayrımcılık çıkararak , onları asıl konulardan ve gelişmekten alıkoymaya çalışıyor.
Batı geçmişte sömürgecilikle bu hedeflerini uygularken, bugün Müslümanlar arasında ayrılık çıkararak yapmaya çalışıyor."
Bi’set Bayramı Ümmete Mübarek Olsun
Recep ayının 27’si, Hz. Muhammed’in(sav) peygamberliğe tayin ediliş günüdür. Bu büyük bayram münasebetiyle başta zamanın imamı olmak üzere müslümanlara ve bütün bir insanlığa tebriklerimizi sunuyor, Ümmet-i Muhammed’in içinde bulunduğu acı durumdan kurtulması için Rabbimize yardımlarını esirgememesini diliyor ve yalvarıyoruz.
Bi’set’in daha iyi anlaşılması için İmam Hamanei’nin bu münasebetle yapmış olduğu konuşmalarından bazı pasajlar sunuyoruz:
“Nübüvvet ve Bi’set”
Nübüvvet bir kıyam ve bi’settir. Bir suskunluk ve durgunluk döneminden sonra ortaya çıkan bir yeniden diriliş ve atılım hareketidir. Bu inkılapçı kıyam, önce peygamberin kendi içinde, daha sonra çevresinde ve dış dünyada gerçekleşir.
Peygamberler, normal insandan daha üstün özelliklere sahip olduklarından, o denli büyük ve ağır bir mesuliyeti yüklenebiliyorlar. Ne var ki, bu üstün yetenekler, bi’setten önceye kadar üstü kapalı kalır ve bir süre içerisinde, peygamberler de toplumun diğer fertleri gibi hayatlarını normal olarak sürdürürler. İlahi vahyin gelişiyle birlikte peygamberin ruhunda yeni bir diriliş, değişme ve inkılap meydana gelmekte ve O’da kıyam etmektedir.
Bu ruhi inkılap, Resulüllah’ta vahyin ilk nameleriyle, yani “alak” suresinin nuzulüyle başladı:
“Yaratan Rabbinin adı ile oku. O, insanı kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O, (insana) kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti. Hayır (Rabbinin bu kadar iyiliğine rağmen yine de) insan azar. Kendini zengin(kendini yeterli) gördüğünde. Dönüş ise Rabbbinedir. ”(Alak/1-8)
Nübüvvetin Felsefesi
İnsanın iç ve dış duyguları ve bunlardan daha üstün olan bilgisi, ona saadet yolunu göstermeye yeterli değildir. Bu yüzden, aklının yol göstericiliğinden daha iyi bir kılavuza ihtiyaç duyar. İşte bu kılavuz “vahiy”dir. Başka bir tabirle, insanı yaratan, onun eksiklerini, dertlerini, ihtiyaçlarını ve bütün bunların çözümünü bilen Allah(c. c), tarafından gönderilen bir kılavuza, vahye muhtaçtır insan. Bütün ilahi dinlerin savunduğu mantık ve nübüvvetin felsefesi, bundan ibarettir.
“İnsanlar bir tek ümmetti. Allah Peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; insanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte, hak kitaplar indirdi. Ancak kitap verilenler, kendilerine belgeler geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden, onda ayrılığa düştüler. Allah, inananları, ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle hidayet etti. Allah dilediğini doğru yola hidayet eder. (Bakara/213)
“Göklerde olanlar ve yerde bulunanlar, hükümran, çok kutsal, güçlü ve hakim olan Allah’ı tespih ederler. Ümmi kimseler arasından, kendilerine ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderen O’dur. Onlar daha önce, şüphesiz apaçık bir sapıklık içindeydiler. Onlardan başkalarına da -ki henüz onlara katılmamışlardır- (kitap ve hikmeti öğretmek üzere, peygamberi gönderen Allah’tır. ) O, güçlüdür, hakim’dir. Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lutuftur. Allah, büyük lütuf sahibidir. (Cuma/1-4)
Peygamberlerin Toplumsal Kıyamı
Peygamberler, sapıklığa uğramış toplum düzeni içerisinde, insan fıtratına uygun olan ve insanı her yönüyle geliştiren toplum düzenini kurmak, yani batılı ortadan kaldırığ, hakkı hakim kılmak için kıyam ederler.
Kainatın yaratılışıyla uygunluk içerisinde olan insan, yüceliğe ve olgunluğa doğru ilerlemesini sağlayan tabii bir yapıya sahiptir. Insandaki bu fıtri gelişme, ancak, insanın ruhi ve cismi yapısına uygun, kainatın yaratılış felsefesinden kaynaklana kuralların hakim olduğu bir çevrede kendini gösterebilir.
Tarih boyunca ortaya çıkan cehalet ve sapmalar sonucu, insanlığın fıtri yaratılışına uygun düzenler ortadan kaldırılmış ve insanlık dışı sistemler, insanlara empoze edilmiştir.
Peygamberler, insanı bu batıl çizgiden çıkarıp hak yola davet etmek için gönderilmişlerdir. Bu açıklamadan anlaşıldığı gibi cahiliyet ve sapıklığa batmış toplumda, köklü ve çok yönlü bir değişme gerçekleştirmek, toplumun batıl düzenini yıkıp yerine hak nizamını kurmakla görevlidirler. Peygamberin, toplumdaki bi’set ve kıyamının manası da budur zaten. Bu muhteşem kıyamla, cahiliyet düzenlerinde geçerli olan bütün gelenekler, değerler ve kanunlar yıkılmakta ve Allah’ın dini olan, doğru nizam ve kanun onun yerine konulmakta.
Nübüvvetin Hedefleri
Doğal olarak peygamberlerin en başta gelen hedefi, insanları fesad ve bataklıklardan kurtarmak ve onların yeteneklerini devreye sokarak, insanlığın en yüksek olgunluk mertebelerine ulaştırmaktır.
Insan, fazilet ve iyilik yeteneklerinin zengin birikintileriyle doludur. Doğru, sistemli bir eğitim görerek bu yeteneklerini ortaya koyup, üstün bir kemale ulaşabilir. Peygamberlerin gönderilmelerinden gaye de bu eğitim ve terbiyenin gerçekleştirilmesidir. Kur’an-ı Kerim, bu eğitimden “tezkiye” ve “talim” terbiyeleriyle sözetmektedir. Peygamberlerin doğru terbiyeleriyle insan bu merhalelere ulaşır ve yaratılışın son gayesi temin olur.
Ancak "insan sahib olduğu yeteneklerinden yararlanıp yükselebilmesi içn hangi yolu takip etmelidir" sorusuna peygamberlerin cevabı, insanın tabii yapısına uygun, müsait bir çevrenin oluşmasıdır. İşte bu çevre, tevhidi ve ilahi adilane olan bir toplum nizamıdır . Ancak böyle bir toplum düzeninde bulunmakla insanın hedefe doğru ilerleyişi kolaylaşıp süratleşir ve insanın kemale doğru ilerlemesi sağlanır.
Demek oluyor ki vahyi, insanlara nakletmekle görevli peygamberlerin asıl gayeye ulaşmak için güttükleri yakın bir hedefleri daha vardır. O da bir islami ve tevhidi bir toplum düzeni kurmaktır. Öyle bir toplum düzeni ki, tevhid ve adalet temelleri üzerine oturtulmuş ve her türlü zulüm, şirk hurafe, cahiliyet ve insani değerleri aşağılayan kötülülüklerden uzaktır.
Davetin İlk Sesleri
Peygamberlerin davetinde ilk şiar, onların getirdikleri mektebin(ekolün) en hassas noktasını, daha doğrusu temel prensibini oluşturan tevhid çağrısıdır. Diğer dünya görüşleri hatta inkılabçı metodları savunanlar tedrici olarak yani adım adım hedefe ulaşmayı tercih eder. Ve ilk ortaya attıkları şiarlarla sadece ortam hazırlamak gayesini güderler. Ama peygamberlerin metodu bunun tam tersidir. Peygamberlerin programında asıl anlatılmak istenen tevhid, ilk baştan söylenir. Peygamberlere iman edenler, daha ilk baştan bu bağlanışın yönünün ve doğuracağı sonuçların ne olacağını idrak ederek peygamberlere bağlanırlar.
Davet’in tevhid esasına göre yapıldığını görerek, ona bağlananlar da, ona karşı çıkanlarda bu yeni sistemin her türlü beşeri tahakküme, sınıfsal farklılıklara, sömürüye ve zülme karşı çıkacağını anlıyor ve yine öğreniyorlar ki bu ilahi sistemde hürriyet, sosyal adalet ve insana değer vermeye davet edilmektedir.
“Biz, her ümmet içinde: Allaha kulluk edin, tağuttan kaçının diye bir elçi gönderdik. Onlardan kimine Allah hidayet etti, onlardan kimine de sapıklık hak oldu. İşte yeryüzünde gezinde bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuştur. ” (Nahl/36)
Bi’setin, egemen sınıflara karşı mazlum ve mustaz’af kitleleri savunmak için toplumda yapılan köklü, temel bir değişim ve inkilaptan ibaret olduğunu gördük. Bu ise, nübüvvetin en önemli konularından olan çatışmalar ve cepheleşmeler meselesini ele almamızı gerektirdi.
Şurası açıktır ki; sınıfsal imtiyazlara karşı, ortaya çıkan bütün kıyamlar, hiçbir zaman ve hiçbir yerde kolay olmamıştır. Bu mücadelede hakkı elinden alınmış mahrum tabakalarla, topluma egemen, varlıklı tabakayı temsil eden taraflar cepheleşmişlerdir. Bu cepheleşmeler, bir dizi çatışmaların ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır.
Muhalif Gruplar
Peygamberlerin karşısında yeralan grupları tanımak için Kuranı Kerime dönelim. Kuran, bu gruplardan genel olarak bahsettiği gibi, bazı yerlerde isimleri ile de zikretmektedir. Bir yerde üç sınıfı temsil eden Firavun (hakim tabaka), Haman(nüfuzlu kişiler) ve Karun(servetliler)’den sözederken, başka bir yerde de bu üç sınıfa, ruhban ve ahbarı(sapık din adamlarını)da ekleyerek dört muhalif gruptan bahsetmektedir. Kuranı Kerim, peygamberlere karşı savaşanlar arasında bu dört grup-tağut, mele, müfrit, ahbar ve ruhban- üzerine durmuştur. Bu konuyla ilgili olarak Kuran'da yeralan bir çok ayetten yalnız birkaçını zikrediyoruz.
Nübüvvetin Sonu
Peygamberlerin davet ettiği yol, insanların fıtri ve tabii yaratılışlarına uygundur. Halkın o yolda hareket etmesi, tabii yollarıyla çelişmediği için azami sür’at ve kolaylıkla gerçekleşebilir. Oysa ki, tağuti düzenler, insanları bu tabii yoldan çıkarıp yaratılışına ters düşen bir yolda yürütmeğe çalıştığı için yıkılmaya mahkumdurlar. İşte bu temele dayanarak peygamberlerin çabalarının sonucunu kestirmek mümkündür.
Dar ve sathi görüşlerin aksine, peygamberlerin çaba ve hareketleri başarısız kalmış hareketler değildir. “Batıl”, tarih boyunca insanlık üzerine egemenlik kuramamıştır. Tarihin akşına peygamberler yön vermiştir. Bundan sonra da bu çizgi devam edecektir. Bu gerçek yolun habercileri, insanlık tarihinin her merhalesinde insanlığı ileriye, yani onun yaratılış olan gayesi yüceliğe ve kemale doğru götürmüş, bu yolda her türlü meşakkat ve eziyetlere katlanarak mücadele etmiş ve bu hidayet meş’alelerini Allah’ın emriyle bir sonrakine intikal ettirerek muhafa etmişlerdir. Günümüz insanı da her zamankinden daha fazla kendisini hidayet olmaya muhtaç görmektedir.
Bu tabii akım, insanlığın tekamülü yolundan bütün engelleri kaldırılarak, evrensel ilahi nizamın kurulacağı ve insanların doğru yolda ilerlemelerinin sağlanacağı güne ulaşıncaya kadar böylece sürüp gidecektir. Peygamberliğin izlediği yolun neticesi budur işte. . .
Önemli bir nokta da şu ki; her merhalede engeller olup, başarı iki faktöre bağlıdır: İman ve sabır. Bu akım içerisinde eğer başarısızlık görülmüşse, mutlaka bu faktörlerden uzaklaşmaktan ve zaferler de bu iki faktöre bağlılıktan kaynaklanmıştır.
Bütün peygamberler, hatta bazı dönemlerde zahiren yenilgiye uğrayanlar bile, insanların düşünce ufuklarını genişletmek ve onların ruhlarını etkileyerek daha ileri bir merhaleye ulaşmalarını sağlamak için, kendi hedefleri olan noktaya varmakta muvaffak olmuşlardır.
“Hizbullât” kim? Beyaz Saray’a yönelenler mi, yoksa...
Allah’ın adıyla
Mezhepçilik artık hükümet eliyle yapılıyor. İşte 3. Boğaz köprüsünün adının açıklanması ile, Hükümet ve yönlerini onlara bağlayan, onlar ne yana dönerse onlarla dönen kötüyü ve iyiyi onlara göre belirleyen medya ile bu gerçek açıkça ortaya konmuştur…
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, köprünün adını açıklarken aynen şöyle demiştir:
“Bu üçüncü köprü, eminim ki herkesin zihninde vardır, ‘acaba bu köprünün ismi ne olacak’ diye. Arkadaşlarımız, hükümetimiz hep düşündü, konuşuldu ve neticede hep beraber şu karara vardık ki; üçüncü köprünün ismi Yavuz Sultan Selim Köprüsü olsun. “
“Arkadaşlar”, hükümet, hep birlikte düşünmüşler ve hep beraber, ülkenin önemli bir kesimi için “acı ve ölüm” anlamı taşıyan, “40 bin insanın öldürülüp, hapsedilmesi”nin adı olan (1) “kaçışları, sürgünleri, ötekileştirmeyi, dağlara sığınarak ölümden kurtulma çabalarını” hatırlatan bir isim üzerinde karar kılmışlar!... Çünkü saflar artık iyice belirlenmiş, “Şiilere, özellikle de İran’a mesaj” olsun diye böyle bir isim seçilmiş… 15 milyondan fazla vatandaşı rahatsız mı olurmuş? Ne gam!... Kim takar ki onları?...
Peki “yapılan yanlışlara karşı kamuoyunun sesi olması gereken” medya ne yapmış? Her zamanki gibi yandaşlığını konuşturmuş, tevillere girişmiş tabi… Önce Yavuz’un ne büyük bir padişah, ne yüce bir şahsiyet, ne kutlu bir mümin olduğunu ballandıra ballandıra anlatmış, sonra da yarım ağızla “aslında başka bir isim de olabilirdi” diye mırıldanıvermişler hep bir ağızdan… Ama içlerinden “yavuz” olan bazıları, mesela Mümtazer Türköne gibi; böyle bir ismin faziletlerini saya saya bitirememiş, üstüne üstlük “ne büyük bir düşünce, ne büyük bir mesaj” diye de alkış çalmış avuçları patlarcasına… (2)(3)
Üçüncü köprü ve Yavuz ismi ile ilgili yazı yazan yandaşlar, İran ve Hizbullah’a da dokunmadan edememişler tabi… Hani Bekir Bozdağ’ın “Hizbullah değil, Hibuşşeytan” tanımlaması var ya, ona destek de verilmesi, bu büyük buluşun çabucak unutulmaması için, Bekir Bey’in de sözünü onaylamaktan geri de kalmamak için bunu yapmaları da gerekirmiş hani… Ama bazıları hızlarını alamamış, Bekir Bey’den dahi öne fırlama, Ona dahi sol çekme hissiyatıyla, daha galiz bir ifade bulmuş: “Hizbullât!” (4)
Gerçi, yazısını eğip bükerek, Hizbullah’ın geçmişte İsrail’e vurduğu darbelere ne kadar sevindiğini, o zamanlar Nasrallah’ı ne kadar da sevdiğini ballandıra ballandıra anlatmış, bu arada da “biz Sünniler böyleyiz, doğru olanı sever, yanlışa yanlış deriz, Takiyye de yapmayız” diye inceden de saydırmayı ihmal etmemiş… Ve Hizbullah’ın şimdiki durumuna, “ben demiyorum canım, işte o kendisine böyle dedirttiriyor” hinliği ve cinliği ile ad veriyor: “Hizbullât”… Yani, Lat putunun hizbi… Yani Mekke Müşriklerinin büyük Putu Lat’a yandaş olan… Yani, Mekke müşriklerinin günümüzdeki benzeri…
Bir “İslam alimi” de olan bu zat, hiç sıkılmadan şu anda kendilerinin İsrail ile “müttefik” olduklarını nasıl da gizliyor değil mi? Sanki “Büyük Şeytan” Obama’nın sesini özleyenler, Hilary ile “çak” yapanlar, Kerry ile “ortak kader birliği” yaptıklarını deklare edenler, destekledikleri ÖSO’nun ABD’li senatör McCain ile verdiği pozu “daha çok yardım geliyor” diye sevinerek yorumlayanlar, “Ürdün’de Suriye’yi işgal için 18 ülke anlaştı” haberleri ile bayram yapanlar kendileri değil… Çağın en büyük putu Beyaz Saray’da “şöyle ağırlandık, böyle iltifata tabi tutulduk” diye kaplarına sığmayanlar, nasıl da asıl “Hizbullât” olduklarını unutup, pişkince başkalarını suçlayabiliyorlar!...
Bunların bu pişkinliği neye delalet? Basının büyük kısmını satın almış, satın alamadıklarının da boğazını sıkarak baskı altına almışlar ve meydanı boşaltmışlar… Ve şimdi de bu boş meydanda at koşturuyorlar dilediğince… Kimse soramıyor: “Yahu siz dün Reyhanlı’da yaşanan facianın müsebbibi olarak anında “Esed” dediniz, ama bakın sizin himayeniz altında olan El Nusra militanları, Antep ve Adana’da da katliam yapmak için Suriye’de adam eğitip, Libya’dan “sarin gazı” getiriyorlar. Bu ne iş?”
“Katliama seyirci kalırsak, ahrette Allah bizden sorar” diye nutuk atanlar ve yandaşları, yanı başımızda Irak’ta bir günde yüzlerce kişini öldürülmesinden sorumlu El Kaide’nin hamisi olduklarını ne de çabuk unutuyorlar… Ve yandaş gazeteler, El Kaide’nin bombaları ile parça parça olanlara, satır aralarında dahi yer vermiyorlar, ya da “üçüncü sayfa haberi” muamelesi çekiyorlar… Ve bunun adı da “İslami duyarlılık” oluyor… Çünkü öldürülenler Şii… Çünkü, o üçüncü köprüye adını verdikleri Yavuz’un Şeyhülislamı Müftü Nurettin El Hamza, bu Şiiler için aynen şu fetvayı vermişti:
“Müslümanlar! Bilin ve öğrenin ki şu Kızılbaş toplumunun başkanları Erdebil-oğlu Şâh İsmail'dir. Peygamberimiz aleyhisselâm'ın şeriatini ve sünnetini ve İslâm dînini ve din bilgisini ve Kur'ânı küçümsedikleri ve de Allah Tâlâ'nın haram kıldığı günahlara "Helâldir" dedikleri ve Kur'ân'ı ve mushafları ve şerîat kitaplarını hor görüp ateşte yaktıkları ve de bilginlere ve dindarlara ihanet edip öldürüp mescitlerini yaktıkları ve de pis başkanlarını Tanrı sayıp secde ettikleri ve de Hazret-i Ebû Bekir'e ve Hazret-i Ömer'e sövüp halifeliklerini inkâr edip sövdükleri ve de peygamberimizin şeriatini ve İslâm'ı yok etmeye kast ettikleri, bu anılan ve de bunların Şeriat'a karşı söz ve davranışları bu fakire ve diğer İslâm âlimlerine göre tevâtürle bilinip açıkça belli olduğundan biz dahî Şeriat’ın hükmü ve kitaplarımızın nakli ile fetvâ verdik ki adı geçen toplum Kızılbaşlar kâfir ve dinsizdirler ve de her kimse ki onlara uyup o sapık dinlerine râzı ve yardımcı olursa onlar da kâfir ve dinsizlerdir.
Bunları dahî öldürüp toplumlarını darmadağın etmek, tüm Müslümanlara vâcip ve farzdır. Müslümanlardan ölen said ve şehid olup Cennet'e girer ve onlardan ölen aşağılayan Cehennem'in dibindedir. Bunların hâli kâfirlerin hâlinden daha fena ve çirkindir. Zîrâ bunların kestikleri ve avladıkları ister doğanla, ister ok ile ve av köpeği ile olsun, murdardır ve nikâhları gerek kendilerinden, gerek başkasından alsınlar, bâtıldır ve de bunlara kimseden mîras yoktur.
Bir bucak halkı bunlardan olsa da Allah yardımcısı olsun, Osmanlı Padişahı'na gerekir ki bunların (Kızılbaşların) ileri gelenlerini öldürüp mallarını ve kadınlarını dahî ve çocuklarını İslâm gâzilerine taksim ede ve bunları ele geçirilince tövbeliklerine ve pişmanlıklarına inanmayıp öldürülmeli ve de bir kimse ki vilâyette olup onlardan olduğu bilinirse ya da onlara giderken yakalanırsa öldürülmeli ve tüm bu toplum hem dinsizdir ve hem bozguncudur, iki yönden katledilmeleri vâciptir. Ey Allah'ım! Dîne yardım edene sen de yardım et ve Müslümanları hor göreni sen de hor gör, (bu fetvâyı veren) Sarı Görez adıyla meşhur el-Müftü Hamza" (5)
Herhalde bunun için Samanyolu Tv’de yayınlanan “Derin devlet Osmanlı” adlı dizide, bir “Şii karaktere” aynen şunları söyletiyorlar:
“Biz Acemler (İran halkı), zorla Müslüman edilmiş bir milletiz. Aslında Müslüman değiliz. Müslüman gibi gözüküp İslam'ı yok etmeye çalışıyoruz!!”
Ülkemizde, “Mezhep savaşının” sonuçları bütün acısıyla yaşanmışken, böylesine bir basiret körlüğü ile mezhepçiliği kaşıyan, halkını ötekileştiren bir hükümetin ülkeyi nereye götürmekte olduğunu gören gözlerin dillerine pranga vurulmuş ne yazıkki…
Evet, bir meydan ki, Şeytan dahi bu meydanda şaşkın… O bile bu kadarına akıl erdiremiyor… Çünkü bu meydanda kendi sıfatlarını başkalarına yamayan çığırtkanların sesi yankılanıp duruyor…
---------------------
(1)İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı tarihi, Cilt 2, sayfa 257
(2)Mümtazer Türköne, “Yavuz” başlıklı yazı, zaman Gazetesi, 30.05.2013
(3)Mümtazer Türköne, “Yavuz’un Bıraktığı Miras” başlıklı yazı, zaman Gazetesi, 31.05.2013
(4)Faruk Beşer, “nasrallah Hizbullah mı, Hizbullât mı” başlıklı yazı, Yeni Şafak, 31.05.2013
(5)http://tr.wikisource.org/wiki/M%C3%BCft%C3%BC_El_Hamza%27n%C4%B1n_K%C4%B1z%C4%B1lba%C5%9Flarla_ilgili_fetvas%C4%B1
( Not: Sitenin bu fetva için gösterdiği kaynak:
Şehabeddin Tekindağ, "Yeni Kaynak ve Vesîkaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi", İstanbul Üniversitesi Eedbiyat Fakültesi Tarih Dergisi, Sayı 22, s. 17, 1968
↑ Gülağ Öz. İslamiyet Türkler ve Alevilik. s. 188, 1999, Ankara, ISBN 9757059021
MUHSİN KÜÇÜKER - rast habar
NATO müftüsü Kardavi: Alevi ve Şialar Yahudi ve Hıristiyanlardan daha kafirdir!
Şeyh Yusuf el Kardavi, dünya Müslümanlarının Suriye ve Kuseyr'de huzur bulmalarının farz olduğunu ilan ederek şunları söyledi: Hafız Esad mezhepçilikle! Ve ondan sonra oğlu bu ülkede hükümeti ele geçirdikten sonra bu ülke halkının huzuru ortadan kayboldu!
Aşırı radikal Selefilerin manevi babası olarak kabul edilen Katar sakini Mısırlı alim şeyh Yusuf el Kardavi, Katar'ın başkenti Doha'da kıldırdığı Cuma namazının hutbesinde bir kez daha Şialara karşı olan inat ve kinini ortaya koydu.
Dünya Müslüman Alimler Birliği Başkanlığı sıfatı bulunan NATO ve Amerikancı (Amerika ve NATOA'yu Suriye'ye müdahaleye çağıran fetvalarından dolayı bu isimle anılmaktadır) Şeyh Yusuf el Kardavi, dünya Müslümanlarının Suriye ve Kuseyr'de Suriye devletine karşı savaşmaları için huzur bulmalarının farz olduğunu ilan ederek şunları söyledi: Hafız Esad mezhepçilikle! Ve ondan sonra oğlu bu ülkede hükümeti ele geçirdikten sonra bu ülke halkının huzuru ortadan kayboldu!
Yusuf el Kardavi, Şia ve Alevilerin Yahudi ve Hıristiyanlardan daha kafir olduğunu, konuşmasının devamında ise Rusya ve Hizbullah'ın Beşşar Esad'ı desteklediğinden ötürü Rusya ve Hizbullah'ı şiddetle eleştirdi.
Tartışmalı konumuyla meşhur olan Kardavi, Arap ülkelerinden Tahran ve Moskova'ya Şam hükümetini desteklediklerinden ötürü bu ülkelere siyasi ve ekonomik yaptırımlar uygulamasını istedi.
Halbuki teröristler her gün Suriye halkını hedef almakta, bombalamakta; buna karşın Suriye Ordusu yabancı teröristlerle bu ülkede savaş vermektedir. Ama Dünya Müslüman Alimler Birliği Başkanı Yusuf el Kardavi, Suriye halkının katledilme sorumluluğunu İran ve Rusya'nın üzerine atmakta ve şunları söylemektedir: Katar Emiri Şeyh Hammad Al-i Sani Esad'a karşı savaş çağrısında bulundu, ancak onu bu konuda himaye edecek kimseyi bulamadı!
Katar'da yaşayan Mısırlı müftü Yusuf el Kardavi, radikal Selefi grupları desteklediğinden dolayı bu akımların manevi babası olarak sayılmaktadır.
Kardavi'nin son yıllardaki Amerika ve Batılıları sevindirici tarzdaki çıkışları dünya genelindeki devrimci Müslümanlar nezdinde şiddetle kınanmakta ve eleştirilere maruz kalmaktadır. Şu anda Filistin, Lübnan, Mısır, Irak… gibi ülkelerde NATO müftüsü olarak anılmaktadır.
Sünni Aliminden Kardavi'ye Sert Tepki
Mescid-i Aksa İmamlarından Şeyh Salahuddin Bin İbrahim Ebu Arafe'den Yusuf el Kardavi'nin katliam fetvalarına sert tepki gösterdi. Mescid-i Aksa İmamlarından Şeyh Salahuddin Bin İbrahim Ebu Arafe, başta Karadavi olmak üzere saray alimlerinin geçen iki yıl içerisinde haramı helal yaptıklarını belirterek bu alimleri Allah ve Resulü'nün yoluna ihanet ettiklerini söyledi. Hz. Resul-i Ekrem'in Müslüman olan bir kişinin öldürülmesini hiç bir zaman mübah kılmadığını söyleyen Şeyh Ebu Arafe, "nasıl olur da Karadavi, ilim, iman ve din üzerine saçlarını beyazlaştıran Allame Dr. Muhammed Said Ramadan el-Buti’nin öldürülmesini mübah kılar? Rejimi destekleyen alim, cahil, sivil ve askerlerin öldürülmesini insanlara caiz kılan Karadavi, beraber okuduğu ve büyüdüğü kardeşi Buti’yi nasıl olur da öldürebildi, nasıl olur da prensin sarayında ikamet eden bir prens haline geldi? diye sordu.
Karadavi’nin Allah'ın haramlarını helal kıldığını söyleyen Şeyh Ebu Arafe, "Kardavi, Amerikan demirini arkasına alarak kardeşlerini yaktı. Ne ABD’nin ne de Filistin’i işgal eden Siyonist varlığın yapamadığını kardeşlerine yaptı" dedi.Şeyh Kardavi bir televizyon programında Suriye'deki rejimi destekleyen alimlerin öldürülmesinin caiz olup olmadığını sorusuna "Rejimle çalışanlar ister sivil olsun, ister asker, isterse de ulema, herkes öldürülmelidir" şeklinde fetva vermiş, fetvanın ardından İslam dünyasının önde gelen alimlerinden Allame Ramazan el Buti bir camiide onlarca kişiyle birlikte bombalı bir saldırıyla şehid olmuştu.
ABNA
Hizbullah karşıtı ve direniş yanlısı medya mücadelesi
"El Cezire" TV kanalı, bu savaşın başını çekiyor. Bugün, Lübnan’ın bir numaralı partisi bu Katar kanalının ilgi odağında ve kanal, Suriye rejimi ve Başkan Beşar Esad’a karşı savaşını sürdürüyor.
Hizbullah karşıtı ve yanlısı medya kuruluşları şu günlerde ateşli bir medya seferberliği içinde karşılıklı atışıyorlar. Bu savaş kademeli olarak tırmanarak, Hizbullah Lideri Seyyid Hasan Nasrallah'ın Direniş ve Kurtuluş Günü vesilesiyle yaptığı son konuşmanın ardından zirve noktasına ulaştı.
"El Cezire" TV kanalı, bu savaşın başını çekiyor. Bugün, Lübnan'ın bir numaralı partisi bu Katar kanalının ilgi odağında ve kanal, Suriye rejimi ve Başkan Beşar Esad'a karşı savaşını sürdürüyor.
Seyyid Nasrallah'ın geçen Cumartesi günü yaptığı konuşmanın hemen sonrası, kanal için harekat başlangıç saati oldu. Kanal ateş açtı ve önceden hazırlanmış planını başlattı. Doha kanalının misyonu, bazı Lübnanlı gazetecilere ve diğer Müslüman Kardeşler destekçilerine verildi. Bu bağlantı noktasında, mezhepçiliği alevlendirmek izleyici kitlelerine ulaşmanın en kolay yolu.
Geçen Cuma gününün “Direniş Şarlatanının Cuması/Kudüs Humus'ta değildir” diye etiketlenmesi, El Cezire lobisinin çabalarıyla yapıldı. Ayrıca, talk show programcısı Faysal El Kasım'ın sorduğu “Hizbullah'ın Arap ve Müslümanların çoğunluğunun gözünde düşman haline geldiğini düşünüyor musunuz?” sorusu gibi, Hizbullah hakkında provokatif kamuoyu anketleri yapıldı. Pek çok kişi, Facebook'ta sonuçların manipüle edildiğini gösteren bir fotoğrafın paylaşılmasından sonra, anket sonuçlarının üzerinde oynandığını söyledi.
Aynı sırada El Menar kanalı dürüstlüğü tercih etti ve Direniş'i hedef alan bütün medya bağlantılı meselelere yayınlarında yer verdi. Kanal geçen hafta, Suriye'de Direniş bayraklarının ve Nasrallah resimlerinin yakıldığını kabul etmeye başladı.
Sosyal medyada, 400 binden fazla aktivisti bir araya getiren “elektronik direniş” isimli bir grup ortaya çıktı.
Grubun adminlerinden biri olan Rabih, El Ahbar'a "Biz psikolojik savaş, özellikle de Direniş'i hedef alan psikolojik savaş alanıyla ilgileniyoruz” diyor.
"Yıllardır ‘İsrail' medyasının bizimle hangi biçimlerde uğraştığını inceledik” diye ekliyor ve şu günlerde ağır basan tarzın, düşmanın tarzına benzemesinden kaynaklı üzüntüsünü ifade ediyor.
Rabih, örgütlenmemiş olsa da grubunun Direniş'in yolunda olmasından övünüyor. “Bizim görevimiz, kitle olarak bizim peşimizden gelen tehlikelerle yüzleşmektir” diyor.
Rabih, gençliğin eğitilmesinin ve onların arasında duyarlılık geliştirilmesinin esas nokta olduğunu söylüyor. Sanal sitelerin gençliğe daha yakın olduğunu görmüş. “Savaş bugün Temmuz Savaşı'ndan daha zor” itirafında bulunuyor.
El Cezire sorulduğunda, kanal için çok az istek gösteriyor. Ona göre zafer kaçınılmaz, ama biraz zamana ihtiyaç var.
Savaşın amaçlarının ötesinde, bir soru kalıyor: El Cezire, bir zamanlar bir muhabirinin “Burada, Beyrut'un güney banliyösünde, yahut sakinlerinin vermeyi tercih ettiği isimle Direniş'in başkentinde, çok soylu ve haysiyetli Hizbullah gerçeği var” dediği bir programı yayınladığı izleyici kitlesine ne diyecektir?
medyasafak.com
İran'da adaylar canlı yayında sorunları tartıştı
İran’da cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde canlı yayına çıkan adaylar ülkenin ekonomik sorunlarını tartıştı.
Adaylar, ülkenin önemli gündem maddeleri olan enflasyonun kontrol altına alınması, yönetim şekli, devlet konutları, ekonomik adaletin sağlanması, ambargolar neticesinde azalan petrol geliri, ulusal üretim, sermaye ve iş gücünün desteklenmesi ve sübvansiyonların hedeflendirilmesi konularında uygulamayı planladıkları programlarını açıkladı.
ENFLASYONUN KONTROL ALTINA ALINMASI
Adaylardan Seyyid Muhammed Garezi, İran’da devrimden beri enflasyon sorunu olduğunu ve yerli üretimi artırmadan bunun çözülemeyeceğini savundu.
Gulam Ali Haddad Adil ise önceliğin iş olanakları sağlamak olduğuna ve kepenk kapatmış çok sayıdaki fabrikaya teşvik yardımları yapılarak iş fırsatlarının yaratılması gerektiğine dikkati çekti.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde yarışan reformist aday Muhammed Rıza Arif, yaptıkları anketler sonucu yıllık 1 milyon iş fırsatına ihtiyaç duyulduğunu ve hazırladıkları en önemli projelerden birini turizm sektörüne yatırım yaparak 200 bin iş olanağı yaratmak olduğunu belirtti.
Merkez aday Hasan Ruhani de ülkede 3 milyon işsiz olduğunu ve öncelikli politikasının uzman kadrolar yetiştirerek iş fırsatları yaratmak olduğunu kaydetti.
DEVLET YÖNETİM MEKANİZMASI
Reformist aday Arif, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sorunların temelinde, yönetimi tek başına elinde bulunduran muhafazakar akımın diğer oluşumları her alandan dışlamasının yattığını ve bu bağlamda bir çok alanında uzman olan potansiyellerin yitirildiğini belirtti.
Muhafazakar 2+1 koalisyonunun üyesi Haddad Adil, Arif’i ülke sorunlarını muhafazakarların üzerine atmakla suçlayarak, aynı uygulamanın (dışlama) reformistlerin döneminde muhafazakarlara yapıldığını öne sürdü.
Haddad Adil, cumhurbaşkanı görevine gelmesi durumunda siyasi meseleler ile uzmanlık gerektiren alanların tamamen birbirinden ayrı değerlendirileceğini iddia etti.
Merkez aday Ruhani ise devletin farklı siyasi görüşlere sahip kişilerce yönetilerek çeşitlilik oluşturulması gerektiğini, topluma mutlak ifade özgürlüğü verilmeden ülkedeki sorunların ortadan kaldırılamayacağını kaydetti.
Ali Ekber Velayeti, Ruhani’nin farkılı siyasi görüşlerin ülke yönetiminde yer alması düşüncesine, bu kişilerin düzene ve "velayeti fakih"e bağlılık noktasında birleşmeleri durumda katıldığını ifade etti.
SÜBVANSİYONLARIN HEDEFLENDİRİLMESİ
Tüm adaylar, Ahmedinejad döneminde uygulamaya konulan sübvansiyonların hedeflendirilmesi politikasını prensipte doğru, uygulamada eksik ve hatalı olarak tanımladı. Adaylar, ülkedeki yüksek enflasyonun bu hatalı uygulamanın sonucu olduğu konusunda fikir beyanında bulundu. Cumhurbaşkanı adaylarının tümü, seçimi kazanıp hükümet kurmaları durumunda sübvansiyonların hedeflendirilmesine anayasadaki maddelere bağlı kalarak devam edeceklerini belirtti.
AMBARGOLAR SONUCU AZALAN PETROL GELİRİ
Cumhurbaşkanı adayları, İran’a uygulanan petrol ambargosunun ekonomide bir tehdit olmasına rağmen, doğru politika ve öngörülerle fırsata dönüştürülebileceğini ifade etti.
Adaylar, ülke ekonomisinin petrol gelirine olan bağımlığının azaltılmasını ve ham petrol satışı yerine bunun işlenerek ürün çeşitliliği elde edilmesinin programları dahilinde olduğunu kaydetti.
REFORMİST ADAY ARİF, TARTIŞMA PROGRAMININ FORMATINI ELEŞTİRDİ
Reform kanadının adayı Arif, programın ikinci bölümünde yer alan şıklı test sorularını muhtemel cumhurbaşkanı olarak ne kendisine ne de diğer adaylara yakıştırmadığını ifade ederek, programın bu kısmını protesto etti ve soruları cevapsız bıraktı. Arif, “Ben bu testleri 45 yıl evvel cevapladım” dedi.
Merkez adayı Ruhani ile muhafazakar bağımsız aday Rızai de Arif’in itirazına katıldıklarını dile getirerek, “İran Devlet Televizyonu, tartışma programının formatını biz adaylara danışarak belirlemeliydi” serzenişinde bulundular.
Programın söz konusu ikinci bölümünde, cumhurbaşkanı adaylarına ekonomik sorunların çözümüyle ilgili iki cevap şıkkı olan sorular soruldu. Program sunucusu adayların bu uygulamayı basit ve yakışıksız bulması üzerine sorularını sormaktan vazgeçti.
Canlı yayında tartışma proglarmları gelecek haftada kültür ve en son siyaset tartışmalarıyle devam edecektir.
Gerçek Syriye Dostları Olduklarını Kanıtladılar
Suriye Arap Cumhuriyeti; Tahran’da düzenlenen Suriye Dostları Konferansı ve bu konferansın sonuçlarından memnuniyetini ifade etti.
Sana ajansının bildirdiğine göre, Suriye Dışişleri ve Gurbetçiler Bakanlığı sözcüsü yaptığı açıklamada Suriye Arap Cumhuriyetinin, Tahran’da düzenlenen Suriye Dostları Konferansı ve bu konferansın sonuçlarından memnuniyet duyduğunu belirtti.
Sözcü konferansın; Suriye'deki şiddetin son bulmasıyla birlikte krizin çözümü hedefiyle Suriyeliler arasında ulusal diyalogun başlatılması gereğine vurgu yaptığını, herhangi bir müdahale olmaksızın Suriye halkının kendi geleceğini kendi elleriyle belirlemesi ve yapılandırması önemi ve Suriye'nin ulusal egemenliğine saygı duyulması gereğinin altını çizdiğine dikkat çekti.
Suriye'deki krize siyasi ve barışçıl çözüm sağlanması amacıyla harcadığı çabalardan dolayı Suriye'nin İran İslam Cumhuriyetine takdir ve şükranlarını ifade eden sözcü; İran'ın Suriye'deki krizin kapsamlı diyalog aracılığı ile siyasi yollarla çözülmesi ve devletlerin Suriye'deki terör gruplarına silah gönderimine son vermeleri aracılığı ile ülkedeki şiddetin son bulması gereğine vurgu yaptığını belirtti.
Sözcü Suriye'nin; konferansa 40’tan fazla devletten temsilcinin katılmasını yüksek bir takdirle karşıladığını ifade ederken, bunun katılımcı devletlerin gerçekten Suriye ve halkının dostları olduğunu, Suriye ve halkına uygulanan ekonomik yaptırımların kaldırılmasıyla birlikte ülkedeki krizin siyasi yollarla çözümünü dürüstçe desteklediklerini kanıtladığını belirtti.
Salihi: “ABD Orman Kanunu Uyguluyor”
ABD’lı senatör John MacCain’in muhalefetiyle yaptığı ziyareti eleştiren İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi, Amerika’nın orman kanunu uyguladığını söyledi.
Mehr haber ajansı muhabirinin bildirdiğine göre, Tahran’da düzenlenen Uluslararası Suriye Toplantısı ardından gazetecilere konuşan İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi, ABD’li senatör John MacCain’in Suriye topraklarında silahlı gruplarla görüşmesi hususundaki muhabirimizin sorusuna, uluslararası konvansiyonlara karşı olan MacCain’in bu davranışını İran İslam Cumhuriyeti şiddetler kınadığını bildirdi.
Salihi, medya gücü ve zorbalıkla bu gibi tutumlar sergileyen Amerika’nın orman kanunu uyguladığını konuşmasına ekledi.
Myanmar'da müslümanlara yönelik saldırılar devam ediyor
Bir cami ve yetimhanenin yakıldığı Myanmar'da çatışmalar devam ediyor, Budist saldıganlar Müslümanlara motosiklet ve palalarla saldırıyor
Myanmar'ın kuzeydoğusunda 130 bin nüfuslu dağlık Lashio kentinde Budist çetelerin Müslüman nüfusa yönelik saldırıları ikinci gününde de devam etti.
İlk gün bir cami ve bir yetimhanenin yanı sıra pek çok ev ve işyerini de ateşe veren saldırganlar, dün de şehirde terör estirdi. Motosikletler ile sokakları dolaşan sopa ve palalı çeteler, şehirdeki turistlerin haber ajanslarına yansıyan ifadelerine göre, gördükleri her Müslüman'ı öldürme niyetindeler.
Bu bilgilere göre saldırganlar arasında Budist rahipler de bulunuyor. Müslümanların ise yaşadıkları evleri terk ederek şehrin nispeten daha güvenli bir bölgesine kaçtıkları söyleniyor. Şu ana kadarki saldırılarda bir kişinin öldüğü ve 4 kişinin de yaralandığı gelen haberler arasında.
YÖNETİCİLER SALDIRILARA MÜSAMAHAKAR DAVRANIYOR
Saldırılar sürerken hükümet sözcüsünün yaptığı açıklama ise saldırganlara karşı 'müsamahakarlığı'nı da gözler önüne serdi. Devlet Başkanlığı Sözcüsü konuşmasında 'cami' ismini bile kullanmadan 'bazı ibadet yerleri zarar gördü' dedi. Sözcü açıklamasında 'dini simgelere zarar vermek, toplumda dinsel şiddeti meşru göstermek demokrasimize zarar veriyor' açıklaması yaptı.
İkinci gününde devam eden şiddet olayları, müdahale için bölgeye sevk edilen askerlerin sükûneti teminde başarısız olduklarını gösteriyor.
60 milyonluk Myanmar'da Müslümanlar, nüfusun yüzde 5'ini teşkil ediyor.
Yandaş medyanın bitmeyen ''İran ve Şia '' düşmanlığı...İran, Suriye ve İslâm’a derin ihanet!..
28 Mayıs akşamı, Habertürk’teyiz.
Üç partinin milletvekilleri, “Suriye” meselesini tartışıyor.
CHP ve MHP temsilcileri, “Suriye’de dökülen kan Müslüman kanı... Orada Müslüman Müslüman’ı öldürüyor.” dedikçe...
AKP milletvekili, “Esed tarafını Yezid’le”özdeşleştirerek, Müslümanlıkla pek de alakasının olmadığını imâ ediyor.
Tabi o vakit, bu “Yezid benzeri diktatörle, 2 sene evveline kadar, AKP liderinin ailece dostluğu, kankalığı ne iş idi?” suali kafalarda asılı kalıyor.
Neyse, bugüne bakalım:
Siyasîlerin tartıştığı bir programda, bunlardan birisinin Esad ve yanlılarına “Müslüman değil” suçlamasını “siyasî bir söylem”, “işine öyle geldiği için öyle söylüyor” deyip geçebilirdik. Bu söylemin geçici, siyasî durum gereği söylenmiş bir söz olduğunu düşünebilirdik.
Aynı akşam, tam da buna paralel bir söylemle karşılaşmasaydık!
x x x
GERÇEK VE SAHTE MÜSLÜMANLAR
Aynı akşam, 28 Mayıs’ın geç saatlerinde, Samanyolu’ndaki “Osmanlı’da Derin Devlet” adlı diziyi seyrediyoruz.
Acem (İran) casusları sarayın kalbine kadar, Valide Sultan’ın yanıbaşına kadar sızmış. Valide Sultan’ın en güvendiği hizmetlisi Firdevs, Padişah 3’ncü Ahmet’i zehirlemeye cüret edecek kadar Osmanlı düşmanı bir Acem ajanı...
Valide Sultan, Firdevs’in ihanetini ortaya çıkarıyor.
Yanına çağırıp, neden böyle bir ihanete alet olduğunu soruyor.
Firdevs’in cevabı, hem iç, hem de dış politikadaki pek çok soru işaretini çözecek cinsten... Firdevs, “Biz Acemler (İran halkı), zorla Müslüman edilmiş bir milletiz. Aslında Müslüman değiliz. Müslüman gibi gözüküp İslam'ı yok etmeye çalışıyoruz!!”
Yani burada verilmek istenen mesaj; Şiiliğin İslâm’la alakasının olmadığı, İran’ın kendisini İslâm olarak kabul etmediği, hatta İslâm düşmanı olduğu algısı yerleştirilmek isteniyor!
Peki, gerçek böyle mi?
Hiçbir tarih kitabı böyle bişey yazıyor mu?
Tarihte böyle bişey öğretildi mi?
Hiçbir tariçi makalesinde “İran’ın Müslüman olmadığını”, Şiilerin “sahte Müslüman” olduklarını,“Müslüman gözüküp İslâm’ı bitirmeye çalıştıklarını” yazdı mı?
Hayır!
Peki, iktidar milletvekili ve iktidar yanlısı kanalın bu iddiaları nereden çıkıyor?
x x x
Demek ki dünyanın siyasî ve sosyal durumu, yani konjoktür bunu gerektiriyor.
İran, Irak, Suriye gibi Şii çoğunluk veya Şii yönetiminde olan devletler “sahte Müslüman”! Bu “sahte Müslüman”ların özelliği ne?
Amerika, İsrail ve Batı karşıtı olmaları...
Peki, gerçek Müslüman devlet nasıl oluyor?
Şöyle:
Amerika, İsrail ve Batı ile dost ve müttefik, mümkün olduğu kadar Batı’ının etkisi ve güdümünde olan ülkeler...
Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, Katar ve Türkiye gibi...