کارگر

کارگر

 İmam Hamanei, İslami değerler üzerinden kalkınma modelinin tasarlanmasını büyük, onurlu, uzun vadeli ve derin bir çalışma olarak niteledi ve bu modelin gerçekleşmesi için toplumun önde gelen seçkin kesimleri arasında tartışılması gerektiğini vurguladı.

İranlı kalkınma model tasarımı yüksek konseyi düşünce kurumlarının üyeleri ile görüşmesinde bu açıklamayı yapan İmam Hamanei, kalkınmanın İslam-İran modelini tasarlamanın aslında İslam inkılâbının ürününü sunmaktan ibaret olduğunu ve yine İslam düşüncesine göre tüm alanlarda gelişmiş, yeni bir medeniyetin tasarımı sayıldığını bu yüzden çalışma ufkunun uzun vadeli ve derin olması gerektiğini beyan etti.

Günümüz dünyasının batı medeniyeti ve kalkınma modelinin etkisi altında olduğunu ve batı medeniyetinin yaşamın tüm alanları üzerinde sulta kurduğunu kaydeden İmam Hamanei, bu şartlarda İslam-İran kalkınma modelini tasarlamak için büyük cesaret gerektirdiğini ifade etti.

İmam Hamanei bu hareketin esas ruhunun, düşünce olduğunu ve uzun vadeli sayılan bu süreçte her türlü muhtemel eksiklik veya kusurun düzeltilebileceğini belirterek, bu harekette her türlü acelecilikten kaçınmak, yeni deneyimleri ve genç yetenekleri kullanmak ve böylece hareketin motorunun sürekli çalışmasını sağlamak gerektiğini vurguladı.

İran’ın nano teknoloji, nükleer teknoloji ve savunma sanayii kurumları gibi gelişmiş bilimsel merkezlerinde genç bilim adamlarının faaliyet gösterdiğine vurgu yapan İmam Hamanei, gençlere güvenmek gerektiğini, çünkü gençlerin enerjisinin tükenmeyen enerji olduğunu ifade etti.

İmam Hamanei, İslam-İran kalkınma modelinin tasarımında çalışmanın esası olarak İslam ilkelerini göz önünde bulundurmak gerektiğini tasarımın tüm aşamalarında İslam ilkelerine titizlikle uyulması gerektiğini ve bu konuda asla müsamahakâr davranmamak gerektiğini vurguladı.

Dini ilimler merkezinin kapasitelerinden bu süreçte yararlanmanın zaruretine vurgu yapan İmam Hamanei, kalkınmanın İslam-İran modeli tasarlanırken düşünce, bilim, maneviyat ve yaşama alanları üzerinde durmak gerektiğini, bu dört alan arasında düşüncenin, diğerlerine nazaran daha köklü olduğunu kaydetti.

Salı, 05 Mart 2013 12:13

İSLAMİ VAHDETE ÇAĞRI

Biismihi Teala

Allah, Tebarek ve Teala vahittir. O İslami vahdeti sever ve Müslümanları vahdete, birliğe teşvik eder. Çünkü Hakk’da vahdet, Hakk’ın dışında ise ihtilaf vardır. Hakk ile vahdete gidildiği zaman insanoğlu iki yönden kazançlıdır. Hem Allah katında mükafatını kat be kat alır, hem de dâhili ve hârici düşmanlara karşı zafer kazanır. İç düşmandan kastımız nefsani hastalıklar, dünyaya eğilimdir. Harici düşman ise, şeytani güçler yani emperyalizm ve onların yerli işbirlikçileridir.

Yukarıda işaret ettiğimiz gibi Allah, Tebarek ve Teala vahittir. Vahdette izzet, vakar, şeref, şefkat, merhamet, sevgi, güç, hoşgörü, yardımlaşma, adil paylaşım, kucaklaşma, birbirlerinin derdiyle dertleşme, mazlum ve mustazafı kucaklama ve daha nice ilahi tecelli ve güzellikler vardır. Daha açık bir ifadeyle ilahi vahdet, her türlü güzelliğin ve zaferin kaynağıdır.

Bilinmelidir ki vahdet, Allah, Tebarek ve Teala’nın, Allah Resulu’nun ve Resulullah’ın (s.a.a.) Ehl-i Beyti’nin emridir ve kaynağı ilahidir.

Vahdet, insanı Allah’a yakınlaştırır ve izzet kazandırır.

Halbuki ihtilafta kavga, gürültü, patırtı, gözyaşı, kin, nefret, fesat, güçsüzlük, izzetsizlik, inhiraf, bozulma, çokluk, cehalet, bencillik ve nefsani arzular vardır. Kısacası ihtilaf her türlü kötülüğün, günahın ana kaynağıdır. Ve temeli şeytana, şeytan mizaçlı fakat insan görünümlü tağuta, zalime ve onlara uşaklık yapanlara dayanır. İhtilaf insanları, toplumları Allah Tebarek ve Teala’dan uzaklaştırır ve her türlü kötülüğü, fesadı ve zulmü yaygınlaştıran zalimlere yaklaştırır.

Ey mu’minler! Ey henüz fıtratı bozulmamış ve basireti açık olan insanlar! Gelin, zalimlere, istikbara, emperyalizme, sömürüye ve adaletsizliğe karşı hep beraber ilahi vahdette birleşelim. Yatarken, kalkarken, çalışırken, şiarımız, sloganımız, hedefimiz bu güzellik olsun. Gelecek için yepyeni bir dünya kurulsun. Çatışmanın, gözyaşının, kin ve nefretin olmadığı; adaletin, eşitliğin uygulandığı bir dünya olsun. Ne mutlu dünya ve ahiretini imar edenlere ve ne mutlu bunun için çalışıp çaba gösterenlere!

İşte böyle adil bir dünya sisteminin kurulmamasının temel nedenlerinin başında zulüm, cehalet, ırkçılık ve ihtilaf gelir. Dünün dünyasında İbrahim (a.s.) ile Nemrut; Musa (a.s.) ve Firavun, Muhammed (s.a.a) ve Kureyş müşrikleri, Ali (a.s.) ve fasık emevi, abbasi ve diğerleri. Bugün ise, mazlum İran ile diğer ülkeler ve batı emperyalizmi sahnede yerlerini almışlardır. Kural aynı kural, sadece isimler farklıdır.

Bugünün zalim batı emperyalizmi 19. yy’a yakın bir zamana kadar gerek kendi ülkelerinin insanlarıyla gerekse diğer ülke insanları arasında hep çatışma halindeydiler. Avrupa tarihindeki 30 yıl, 100 yıl savaşları bu mezhebi ihtilafların birer ürünüydü.

1789 Fransız İhtilali’nden sonra bugünkü zalim batı emperyalizmi harp sanayiini ve diğer yan sanayiini hızla geliştirdiler. Bu aç gözlüler, bu güç ve kuvvetle dünyanın muhtelif bölgelerinde sömürge hâkimiyetlerini uzun bir süre sürdürdüler. Ez cümle; Kuzey Afrika’da Fransızlar, Hindistan’da İngilizler, daha önceleri de Hollanda ve Portekizliler vardı. Bu zalim emperyalistler gasp ettikleri ülkelerin hem insan gücünden hem de o ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerinden bir hayli istifade ettiler. O ülkeleri adeta talan ettiler. Fakat yavaş da olsa insanların zaman içinde derin uykudan uyanmaları onlara pahalıya mal olmaya başladı. Savaşlar emperyalistlerin insan kaybına ve maliyetlerin artmasına yol açınca şeytani akıl ve yeni siyasetlerini kullanarak sömürülen ülkelerden yavaş yavaş çekilmeye başladılar. Ancak; geride hem sorunlu bölgeler bıraktılar hem de kendilerine hizmet edecek kapıkulu krallar, şahlar, sultanlar, cumhurbaşkanları ve başbakanlar bıraktılar. Bu yerli zalimler efendilerini memnun etmek için halklarına her türlü zulmü reva gördüler. Ve efendilerinin reçetelerini, plan ve programlarını harfiyen halklarına zorla uyguladılar. Kalkınmayı ve adaleti tatile gönderdiler. Sadece zevk ve sefalarına daldılar. Ülkelerinin tüm güzelliklerini akrabalarına ve kapıkullarına dağıttılar, peşkeş çektiler.

Zalim emperyalistler fiili sömürgecilikten sonra geride sorunlu bölgeler oluşturdular. Ki bunların ekserisi halkı Müslüman olan coğrafyalarda yer aldı. Kıbrıs, Ege adaları, Keşmir, Haliç Körfezi, Karabağ, Afganistan- Pakistan, Bosna Hersek gibi daha nice yerleri sayabiliriz.

Zalim istikbar, atadıkları zalim uşakların eliyle toplumları kendilerine zarar ve ziyan vermeyecek, iktidar ve saltanatlarına halel getirmeyecek ölçüde bölük pörçük ayırdılar. Kimini ırkçılığa, kimini solculuğa, kimini laikliğe, kimini sulandırılmış bir din ve mezhebe yönlendirdiler. Yeraltı ve yerüstü zenginlikleri zalim batılı istikbara peşkeş çektiler. Batının çağdaş ilmiyle değil, onların kötü örf adet, ananelerini ve iktidarlarına zarar vermeyecek kanunlarla halkları itaate zorladılar. Gayri ahlaki prensiplerinin toplumlarda dal budak salmalarına vesile oldular. Toplumu inhirafa, bozulmaya götüren bütün yolları mübah ve meşru gördüler.

Zalim istikbar, bu ülkelerde okullarını açtırıp kendilerine hizmet edecek kadroları buralarda yetiştirdiler. Medya ve siyasette bu kadrolar hakim oldular. Bu vesileyle adeta toplumları aptallaştırıp ahmaklaştırdılar. Sadece efendilerinin ürettikleri mallara rağbet ettirdiler. Çünkü efendiler (!) böyle istiyordu.

Daha önce değindiğimiz gibi batılı emperyalistler sorunlu sömürgecilikten modern (!) sömürüye geçiş yapınca sınırları çizilmiş bir toprak parçası, sınırları çizilmiş bir toprağın bir zalimi ve efendilerini birlikte karşılamak için bir bayrak ve bu bayrağı tamamlayan bir de marşları oldu. Bu kez sömürülerini atanmışların eliyle devam ettirdiler.

Bu zalim emperyalist şeytanlar şeytani akıllarını kullanarak daha önce Cemiyet-i Akvam teşkilatını kurdular. Yalta ve Postam Konferansı ile dünyayı kendi aralarında paylaştılar ve halkları birbirleriyle çarpıştırdılar.

Bu batılı emperyalistler, söylemi kulaklara hoş gelen “insan hakları, adalet, eşitlik, hürriyet, demokrasi” gibi söylemleriyle mazlum ve mustazaf toplumları yerli işbirlikçileriyle istedikleri gibi yönlendirdiler. Sonra Cemiyet-i Akvam yerine daha kapsamlı Birleşmiş Milletler’i kurdular. Bu teşkilatın omurgasını teşkil eden Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’dir. Bu Konsey’in 5 daimi temsilcisi vardır. ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa. Bu zalimler istedikleri şekil ve tarzda dünyayı yönetmeye başladılar. Hemen hemen her gün tekerrür eden birkaç olayı dikkatinize sunmak istiyorum:

a) 1945’lerde İngiltere’nin öncülüğünde Filistin topraklarında kurdurulan gasıp ve gayri meşru İsrail devleti hakkında Birleşmiş Milletler’de yüzlerce karar çıkmasına rağmen “meşru hak(!)” gerekçesiyle genellikle ABD’nin vetosuyla bu kararlar hep reddedildi. Gayri meşru çocuk olan gasıp İsrail bu 5 devletin korunması altında, gün geçtikçe ve göz göre göre dünya kamuoyunun tepkisine rağmen her türlü silah kullanılarak mazlum Filistin halkına karşı saldırganlığına devam etti ve her seferinde topraklarını genişletmeye devam etti, binlerce Filistinli şehit oldu, bir o kadar da sürgün oldu. Yine binlerce insan zindanlara dolduruldu, bir o kadar sakat, dul ve yetim kaldı. Ambargolar uygulandı ve o halka her türlü zulüm reva görüldü. Ayrıca Filistin halkını çeşitli kamplara ayırarak zaman zaman birbirlerine kırdırdı. Mazlum halkların kralları, şahları, sultanları, cumhurbaşkanları ve başbakanları bu zalimlere en ufak bir tepki göstermedikleri gibi zaman zaman onlara alet bile oldular. İşte zalim emperyalizmin gerçek çehresi budur.

Tekrar ediyorum; zalim ve gayri meşru israilin yıllardır mazlum Filistin halkına karşı işlediği cinayetleri “meşru müdafaa” olarak nitelendiren ABD ve diğer yavru emperyalistlerin tutum ve davranışlarına her gün hepimiz şahidiz.

b) Sözde BM askerlerinin koruması altında Srebrnica’da Sırp canileri tarafından Temmuz 1995’te şehit edilen 8372 Boşnak’ın, ayrıca Saraybosna’da ve Bosna Hersek’in diğer şehirlerinde şehit edilen kadın, çocuk, yaşlı Müslümanın şehadetlerine, kadınların tecavüzlerine göz yuman bu batılı emperyalistler değil miydi?!

c) Şubat 1979’da devrilen tağuti sistemin yerine kurulan İran İslam İnkılabı’na karşı ta ilk günden bu güne dek, büyük şeytan ABD’nin önderliğinde mazlum İran halkına karşı uygulanan ambargo, nükleer santralinin inşa edilmemesi için bunca engellerin mimarı (!), zalim Saddamı İran’a karşı savaş ateşine tutuşturanlar ve 8 yıl süren bu savaşta şehit edilen bunca şehitlerin, geride bıraktıkları binlerce malulün, dul ve yetimin, milyarlarca kaybolan maddi zararın müsebbibi büyük şeytan ABD, ABD’nin yavru emperyalistleri ve onların yerli uşakları değil miydi?!

Yıllardır Afganistan’da, Irak’da, Türkiye’de, Suriye’de, Sudan’da, Lübnan’da, Yemen’de, Filistin’de, Pakistan’da ve daha nice coğrafyalarda katliamları çıkaranlar bu batılı emperyalistler değil mi?

Bu zalim batılı emperyalistler Myammar’ın kuzeybatı bölgesinde yer alan Arakan’da yaşayan Müslümanları diri diri yakan Budistlere neden müdahale etmediler? Bugün emperyalist Fransa’nın Mali’ye karşı geliştirilen silahları kullanarak katliam yapmasına neden ABD, diğer emperyalistler ve diğer yerli uşaklar ses çıkarmıyorlar? İsrail zalimine karşı gösterilen hassasiyeti neden Mali için göstermiyorlar?

Nato’nun Suriye- Türkiye sınırına yerleştirilen Patriotlarının temel amacı israili korumak değil mi?

Sözde Arap Baharı(!) ateşini tutuşturan bu batılı emperyalistlerin hüneri(!) ve oyunu değil mi?

İşte emperyalizmin içyüzü budur. Sürekli halkı Müslüman olan coğrafyada fesadı körüklemek, kargaşa çıkarmak ve onları birbirleriyle çatıştırmaktır. Müslümanlar bu zalimlerin zulümlerini görmedikçe, onlara ve onların yerli işbirlikçilerine karşı birlikte kıyam etmedikleri sürece zilletten ve sömürülmekten kurtulamayacaklardır.

Bu zalim emperyalistler İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanları birbirine düşürmek için yıllarca çalışıp çaba gösterdiler. Bu coğrafyada okullarını açtılar; medyalarını kurdular, misyonerlik hareketlerine hız verdiler. Bu bölgeler üzerinde çalışma yapacak kurumlar oluşturdular. Bu çalışmalarda harcamak için milyonlarca ödenek ayırdılar ve sonuçta çalışmalarını özellikle şu iki konu üzerinde yoğunlaştırdılar:

1) Irkçılık: Özellikle Fransa ihtilalinden sonra zalim emperyalistler halkı Müslüman olan coğrafyada ırkçılığı aşırı bir şekilde körüklediler. Örneğin İran’da aşırı İran ırkçılığını, Arap ülkelerinde aşırı Arap ırkçılığını ve Türkiye’de aşırı Türkçülük ırkçılığını alevlendirdiler. Ve sonuçta halkları birbirleriyle çarpıştırarak Müslümanların vahdetini bozdular.

Batılı emperyalistler Müslümanları denetimleri altında tutabilmek için ırki sınıflandırma ile onların vahdetini sürekli engellediler.

Emperyalizmin temel felsefesi fesattır, ayrımcılıktır. Bunca iç çatışmaların temelinde mutlaka ırkçılık vardır. Halbuki bu konuda Allah Resulu (s.a.a) ne kadar da güzel buyurmuştur:

Hadisin ravisi Cübeyr bin Mud’im diyor ki: Resulullah (s.a.a.) şöyle buyurdu:” Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık davası üzerine birbirini öldürenler bizden değildir. Irkçılık üzerine ölenler de bizden değildir.”(1)

2) Mezhep İhtilafı: Batı emperyalizminin temel hedeflerinden bir diğeri Müslüman coğrafyada mezhebi ihtilafları gündeme taşımak ve Müslümanlar arası ihtilafı körükleyerek vahdeti engellemektir. Yeryüzünde fesadı yaymaya çalışan zalimler, tarih boyunca bu meseleyi gündemde hep canlı tutmuş ve Müslümanların birliğini engellemişler.

Müslümanlar ile Allah’ın sadık kulları arasında bile ihtilaf baş gösterdiği yerde ve mekanda muhakkak İslam düşmanlarının parmağı vardır. Ama eğer Müslümanlar selim akıl sahibi ve açık basiret sahibi olurlarsa elbette onların planları bozulur ve Müslümanlar arasında vahdet oluşur. Bu konuda Allah Resulu (s.a.a) ne kadar da güzel buyurmuştur: Ravi olan Sevban diyor ki, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Yakında milletler yemek yiyenlerin çanağına eğilerek toplandıkları gibi sizin aleyhinize toplanacak, birleşecekler.” Bir zat, biz o gün sayıca az mıyız, dedi. Resulullah (s.a.a): “Belki siz o gün çoksunuz, fakat siz selin üzerinde taşıdığı çer çöp gibi dağınık olacaksınız, Allah sizin korkunuzu düşmanlarınızın kalbinden çıkaracak, Allah sizin kalbinize korku atacak.” Bir zat, “vehen” ne demektir ey Allah’ın Resulu, dedi. Resulullah (s.a.a): “Dünyayı sevmek, ölümü sevmemektir.” buyurdu.(2)

Bu hadisi her mu’min ezberlemelidir. Çünkü Müslümanlar sayı bakımından az değil, ancak Müslümanlar kendi aralarında darmadağın, paramparça, mezhebi ihtilaflar had safhada ve birbirleriyle savaş halinde oldukları için güç ve kuvvetleri bitmiş, zelil hale düşmüşlerdir. Halkı Müslüman olan coğrafyalarda yaşayanlara karşı zalimler kendi aralarında birleşmeyi bilebiliyorlar, çünkü küfür tek millettir. Ve onlar Müslümanlara karşı asli görevlerini(!) asla ihmal etmediler. Fakat Müslümanlar bir türlü derin uykularından uyanmadılar ve işte işin asıl acı tarafı da bu değil mi?

O halde ehil olan aydın Müslümanlar ve alimlerin şefkat ve muhabbetle birbirlerini kucaklamaları gerekmez mi? Özel toplantılar, seminerler ve konferanslar tertipleyip, yapıcı münazara ve diyalog ile mezheplerinin en ayrıntılı yönlerini konuşmaları gayet normaldir. Düşman olan emperyalist güçlere karşı tek yumruk olmaları gerekmez mi? Elbette gerekir. Allah’ın, Allah Resulu’nun (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’in (a.s.) çağrısı budur. İşte o zaman Müslümanlar izzet ve şeref bulurlar. İşte o zaman düşmana karşı ekonomik, siyasi, ahlaki ve diğer konularda galip gelirler.

Dün olduğu gibi bu gün de mezhepler arası ihtilafı körüklemek evrensel istikbarın temel hedefidir. Müslümanlar bu tuzağa düşmemelidirler. Müslümanların açık basireti er veya geç mutlaka emperyalizmin bu oyununu bozacaktır, inşaallah!

Allah Resulu (s.a.a) ne de güzel buyurmuştur: Enes bin Malik dedi ki, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:”Kederi en büyük olan insan, dünyasının işine de ahiretinin işine de önem veren mu’mindir.”(3)

Ey Müslümanlar! Bu ilahi menşeli sese hep beraber kulak verelim ve vahdet saflarımızı emperyalist düşmana karşı pekiştirelim.

Şu bir gerçektir ki Allah Resulu daha Mekke’de iken zalim ve münafıkların eliyle Müslümanlar arasına ihtilaf tohumları ekilmeye çalışıldı. Medine’de ve hele Uhud Savaşı sırasında hepten kendileri Resulullah’a (s.a.a.) karşı gövde gösterisinde bulundular. İç güçler, Rumlarla işbirliği yaparak Mescid-i Dırar’ın temelini attılar. Amaç; Müslümanlar arasında ihtilafı körüklemek idi. Ancak ilahi irade ile beslenen Muhammed (s.a.a.) onların tüm plan ve tuzaklarını bozdu. Fakat onlar boş durmadılar. Resulullah’ın vefatından hemen sonra Müslüman ümmet arasına nifak ve ihtilaf tohumları atılmış ve tarihi süreç içerisinde bu fesat tohumlarının yeşerip boy attığı, Cemel, Sıffin ve Kerbela’da safların ayrıştığı o kapkara bulutun ümmeti sardığı günden itibaren yaranın daha da derinleştiği tarihi bir vaka olarak görülmüştür. Nitekim Resulullah (s.a.a.) bu tarihi vakaya işaret etmişti. Ama buna rağmen Müslümanlar vahdetten çok ihtilafı tercih ettiler.

Ebu Hureyre diyor ki, Resulullah (s.a.a.) şöyle buyurdu:”Yahudiler 71 veya 72 fırkaya ayrıldılar, Hrıstiyanlar 71 veya 72 fırkaya ayrıldılar ve benim ümmetim de 73 fırkaya ayrılacak.”(4)

Ama bu değişmez ilahi bir Sünnetullah değil ki kıyamete dek sürsün. Nice kan davalarında bile insanlar samimi bir şekilde dostluk ellerini birbirlerine uzatarak kucaklaşmışlar ve akan kanı dostlukla, akılla durdurmaya muvaffak olmuşlar. Ve sonuçta kardeş olmuşlardır.

Bu konuda yüzlerce örnek getirebiliriz; ancak konunun en canlı örneği miladi 22 Eylül 1980 yılında batı emperyalizmin kuklası olan ve başta büyük şeytan ABD olmak üzere batı istikbarı ve onların yerli uşaklarının tüm desteğini alan zavallı ve zalim Saddam topyekûn olarak İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı hücuma geçti. Ve İran topraklarını işgal etti. Savaş 8 yıl sürdü. Her iki tarafın maddi zararı milyarlarca doları buldu. Her iki ülkede kalkınma tamamen durdu. Sorunlar çığ gibi büyüdü. Her iki tarafta binlerce insan şehit oldu. O nispette insan sakat kaldı. Geride binlerce dul ve yetim bırakıldı. Zalim Saddam’ın asılmasından sonra sular yavaş yavaş duruldu. Selim akıl, gönül birliği coştukça coştu ve dostluk elleri birbirine uzatıldı ve sonuçta her iki ülkenin insanları kardeş oldu. Sonunda vahdet oluştu. Emperyalizmin kolları kesildi ve defolup gitti. Çünkü Allah Tebarek ve Teala mealen şöyle buyuruyor:

Mu’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah’tan korkup-sakının umulur ki siz merhamet olunursunuz. (Hucurat 49:10)

Ey iman edenler… iyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın…(Maide 5:2)

Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup-sakının ve siz ancak Müslüman olmaktan başka (bir yol ve tutum üzerinde) ölmeyin. (Al-i İmran 3:102)

Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. (Sakın) Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kenarında iken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, ayetlerini böyle açıklar. (Al-i İmran 3:103)

Ey nu’minler!

İnkar edenler birbirlerinin velileri (yardımcıları)dır. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk olur. (Enfal 8:73)

(Muhakkak) Sizden hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır. (Al-i İmran 3:104)

Ey mu’minler!!!

Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır. (Al-i İmran 3:105)

O halde;

Allah’a ve Resulu’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, (bütün) gücünüz gider. (Ancak olaylar karşısında) sabredin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir. (Enfal 8:46)

İşte bu uyarıcı ve birleştirici ayetlerin derin anlamlarını idrak eden şehit Mutahhari: ‘’ ...Müslümanların ihtişamını yok eden, Müslümanları gayri müslim milletlerin etkisine ve zulmü altına sokan ve müslümanların başına gelen bütün belalar ve illetler, müslümanların ayrı ayrı fırkalar halinde olmasıdır... (emperyalizmin) en iyi aleti olan; müslümanlar arasındaki tefrika çıkarma işi, din adıyla ve merhamet adına, İslam için, ona karşı koyabilmek için sürekli sömürücülerin etkisinin altındadır ve bunu sürekli (müslümanların eliyle) kullanmışlar, tefrikaları sürekli körüklemişlerdir. Aceba... şimdiye kadar bundan tattığımız acı kafi değilmidir ki; tekrar (tekrar) bu paraça parça halimizi devam ediyoruz. Aceba bu tarz konuların açılması sömürünün hedeflerine yardım etmek değil midir?

Dünya müslümanlarının arasında varolan ve kökleri çok eskiye dayanan birbirlerine karşı besledikleri kinler, İslam dünyasının en esaslı derdi ve en esaslı problemidir. Dolayısıyla müslümanların en muhkem isteklerinin, ittifak ve birlik isteği şüphe kabul etmez bir gerçektir. Düşmanlarımız da herzaman bütün bu kin ve garazlarımızdan istifade etmişlerdir ve her durumda ve dönemde edeceklerdir de...

‘’İslami ittihad’’ mefhumunu (özellikle) son yüz yılda İslam uleması, faziletli müminler ve İslamcı aydınlar arasında açılmış bir konu... Birbirini anlama ve (birbirini) anlayışla karşılama çerçevesi içinde oluşur...

Asrımız Şia alimlerinden merhum Ayetullah-ul Uzma Brucerdi, Ehl-i Sünnet alimlerinden Allame Şeyh Abulmecit Selim ve Allame Şeyh Mahmud Şeltut’un bu işin başında kararlaştırdıkları, evet büyük ‘’İslami İttihat’’ düşüncesinin bu büyük planlayıcıları (ki Cemaleddin-i Afgani, Muhammed İkbal, Muhammed Abduh, Mehmet Akif Ersoy gibi) o büyük inasanların sahip oldukları görüş, fıkıh, kelam ve diğer ilimlerde beraberce sahib oldukları ihtilaflarında bulunan, bir çok müşterekler vasıtasıyla hareket ederek İslamın tehlikeli düşmanları karşısında kardeşce elele verebilecekleri ve tek bir cephe oluşturabilecekleri görüştür. Bu büyük insanlar, hiçbirzaman ameli olmayan İslamın vahdeti adı altında, mezhebi bir vahdetin ortaya konması niyyetinde değillerdi...

‘’Cephe Birliği’’... çeşitli (mezhebi) grupların gidiş, yol, ideoloji ve mesleki ihtilaflarda, aralarında bulunan müşterekler vasıtasıyla ortak düşmanları karşısında tek saf olarak... oluşturma anlamındadır.

... olması gereken şey, karşılıklı kinleri, taassupları (değil)... akıl (ile meseleyi çözmek).

(Hiçbir zaman hakkı açıklamak vahdete aykırı değildir. İmam Ali (a.s) bunu yaptı. Ali aleyh-us selam) ‘’Cuma namazına ve cemaata katılırdı. Zamanın savaş ganimetlerinden payını alırdı. Halifeleri irşad etmeyi bırakmazdı. Başkalarının parçaladığını o tekrar birleştirirdi.’’(M. Mutahhari, İmamet ve Rehberiyet, s.25-30, Endişe y. Akara-1991)

Günümüz zalim batılı istikbara karşı dik duran alim, fazıl, çilekeş ve mazlum Seyyid Ali Hüseyni’nin sesine pür dikkat hep beraber kulak verelim. Ve amelimizi bu uyarıcı mesajlarla süsleyelim. O, bir konuşmasında şöyle buyuruyor:”…Müslümanların ittihadı, Müslümanların ve çeşitli fırkaların kendine özel fıkhi ve kelami inançlarından vazgeçmesi demek değildir. Aksine Müslümanların ittihadının iki başka anlamı vardır… : Birincisi, çeşitli İslam fırkaları…İslam düşmanlarına karşı gönül birliği, el birliği, iş birliği ve fikir birliği yapmalıdırlar. İkincisi, çeşitli Müslüman fırkalar (gruplar) kendilerini diğerlerine yaklaştırmaya, birbirlerini anlamaya çalışmalı. Fıkhi mezhepleri birbiriyle kıyaslamalı ve uyumlu hale getirmelidirler. Fakihlerin ve ulemanın fetvalarının çoğu eğer alimane fıkhi tartışma konusu edilirse, ufak değişikliklerle iki mezhebin fetvalarının birbirine yaklaştırılması mümkündür.”(5)

Başka bir konuşmasında:” Biz, dünyadaki Sünniler gelip Şia olsunlar veya dünyadaki tüm Şialar inançlarından (da) vazgeçsinler demiyoruz. Elbette eğer bir Sünni veya bir başkası araştırma sonrası neye inanırsa, inancına ve araştırmasına göre amel etmelidir. Bu, Allah’la arasındadır… (Yalnız) Müslümanlar beraber birlik olsunlar ve birbirleriyle düşmanlık yapmasınlar. Eksenleri de Allah’ın Kitabı, Resulullah’ın (s.a.a.) sünneti ve İslam şeriatı olsun…(İşte) Bu söz her akıl ve insaf sahibinin kabul edeceği bir sözdür.” (6)

Aslında “İslami vahdetin anlamı açıktır. Kastedilen mezheplerin tek mezhepte toplanması değildir. (Öte yandan) Bazı kimseler Müslümanların ittihadını sağlamak için mezhepleri reddediyorlar. Mezhepleri reddetmek bir sorunu halletmez, mezhepleri ispatlamak sorunları halleder. Var olan mezheplerin her biri kendi alanlarında sıradan işleri yapsınlar; ama birbirleriyle ilişkilerini iyileştirsinler.”(7) ve diyaloglarını geliştirsinler.

Mu’minlere muhabbetle kucak açarak ellerini dostane ve samimane bir şekilde uzatarak Müslümanların vahdeti için feveran eden mu’minlerin Rehberi yine şöyle buyuruyor:” (Elbette) Şia ve Sünninin inançla ilgili ihtilafları vardır; ancak inanç ihtilafı düşmanlık anlamında değildir. Aynı görüşte oldukları, karşı görüşte oldukları şeylerden daha fazladır. Düşman daha fazla olan müşterek konuları görmezden gelmemizi, daha az olan ihtilaflı konuları ise büyütmemizi istiyor. Düşmanın yaptığı maalesef hem Şia olan kimseler arasında ve hem de Ehl-i Sünnet’ten olan kimseler arasında etki bırakmıştır. (Hep beraber) Bununla savaşılması gerekir.” (8)

“İslami vahdet fikri, çabucak gelip geçecek yeni bir fikir değildir. (Bu fikir) Kalbimizin derinliklerinde kaynamaktadır. Sünni kendisi için Sünni’dir, Şia da kendisi için Şia’dır. Gerçek şudur ki, her ikisi de tek Allah’a, tek Kıbleye, tek Nebiye, aynı hedeflere ve değerlere ve tek İslama inanıyorlar. Neden bunları unutalım?” (9)

“Benim Sünni ve Şia alimlere, talebelere; ilim ve marifet Ehl-i Sünnet ve Şia gençlere dünkü, bugünkü ve yarın ki tavsiyem şudur: Aranızdaki dostluğun, muhabbetin ve anlayışın günden güne daha da derinleşmesi için çaba gösterin. İki talebenin yaptığı gibi, ilmi merkezlerde birbirinizle ilmi müzakerelerde bulunmanızda birbirinizin inancını tartışmanızda bir engel yoktur; ama (birbirinize hakaret etmeyin ve) güç gösterisinde bulunmayın.” (10)

Ey Müslümanlar! Allah için “Vahdeti ezberleyin. Eğer toplumda sizin aranızda bunun tam tersine davranan kimseleri görürseniz onları dışlayın. Muhalefetinizi onlara gösterin ve ilan edin. Bunlar (islami vahdete) zarar verirler, (Müslümanlar arasındaki birliğe) darbe vururlar. İslama darbe vururlar, İslam toplumuna darbe vururlar. (Zaten iç ve dış düşmanların da istediği budur. Bilmeden, düşünmeden düşmana hizmet etmiş olursunuz.) Bu, çok önemli meselelerdendir.”(11)

Bu çilekeş ve mazlum alimin 311 sayfadan oluşan “İslami Birlik” kitabının 19 bölüm başlık altında muhtelif zaman ve mekanlarda fert ve topluluklarla görüşmesi sırasında 528 konuşmasının tamamı Müslümanların vahdetine vurgu yapmıştır. Daha nice söylem ve vurguları yine bu niteliktedir.

Şunuda belirtelim ki; halkı müslüman olan coğrafyada yaşayan insanlar bilsinler ki Suriye konusundaki bloklaşma mezhebi bir bloklaşma değil, siyasi bir bloklaşmadır. Türkiye, Suudi Arabistan Krallığı, Katar, Mısır ve benzeri ülkeler; ABD, Gasıp Siyonizim Rejimi ve diğer batlı emperyalislerin dediğini, İran, Irak, Hizbullah ise Rusya, Çin ve diğerlerini peşinde sürüklediği bloktur. Gerçi batı medyası ve onun güdümündeki yerli basın Suriye olayını mezhebi boyutuna çekme gayretindedir. Ancak konu tamamen siyasidir. Müslüman halkların bu konuda uyanık olmalarını tavsiye ederiz!...

Bütün Müslümanların vahdeti için;

1) Önce her mezhep kendi içinde birlik ve beraberliği sağlamalı,

2) Her mezhep kendisine en yakın olan inanç gruplarıyla birlik oluşturmalı,

3) Her mezhep iyi niyet ve samimiyetle diğer mezhepler arasında birliğe gitmeli,

4) Her mezhep ortak bir platformla ırkçılık felaketini toplumlara anlatmalı,

5) Mezhebi tartışmalar halkın dilinden değil, ehil olan alim ve aydınlar tarafından yapıcı bir şekilde halka anlatılmalı,

6) Tarihten ders alarak yine ehil olanlar tarafından halklara izah edilmeli,

7) Her ülke siyasetçilerinin kışkırtmalara ve birbirlerinin içişlerine karışmamalı ve yapıcı diyalog içinde olmalı,

8) Karşılıklı ticari ilişkileri geliştirmeli ve ortak tesisler ve kurumlar oluşturulmalı,

9) Karşılıklı olarak turizm geliştirilmeli,

10) Yine karşılıklı olarak spor müsabakaları tertiplenmeli,

11) Karşılıklı olarak vize kaldırılmalı ve ortak bir para birimi oluşturulmalı,

12) Ortak askeri tatbikatlar yapılmalı,

13) Müslüman ülkeler arasında siyasi bir birlik kurulmalı,

14) Ortak medya birliği, haber alışverişi yapılmalı,

15) Ülkeler karşılıklı olarak okullar açmalı ve birbirleriyle bilgi transferi yapmalı,

16) Emperyalizmin hedefleri, amaçları ve sonuçları kitlelere anlatılmalı,

17) Mazlumları korumak, adaleti insanlar arasında yaygınlaştırmak için ortak bir fon oluşturulmalı,

18) Ehl-i Beyt’in (a.s) misyonu kitlelere anlatılmalı,

19) Olumsuzluklar değil hep güzellikler gündeme taşınmalı,

20) Üniversiteler arası fikir alışverişlerinin geliştirilmesi için ortak seminerler, konferanslar tertiplenmeli.

İşte bu ve benzeri güzellikler yaşanıldığı ve toplumlara taşınıldığı, toplumlar bu güzelliklerle tanıştığı takdirde elbette Müslümanlar arasında birlik ve vahdet oluşacaktır. İşte o zaman Müslümanlar izzetli ve düşman olan emperyalizm zelil olacaktır.

Ey Müslümanlar! Asrımız aydınlanma ve akletme asrıdır. Er veya geç Müslümanlar arasında bir gün mutlaka vahdet oluşacaktır. Çünkü bu Allah’ın vaadidir. O doğum mutlaka gerçekleşecektir. Fecr çok yakındır.

Müslümanları ilahi müjdeyle müjdeledikten sonra makalemi noktalamak istiyorum. Alemlerin Rabbi olan Allah, Tebarek ve Teala mealen şöyle buyuruyor:

Yemin olsun ki, biz Zikir’den sonra Zebur’da da:”Şüphesiz Arz’a salih kullarım varisçi olacaktır.” diye yazdık (Enbiya 21:105)

Selam olsun yol gösterici hidayetçiye tabi olanlara…

Vesselamu aleyküm ve rahmetullah

Dipnotlar:

1) S.E. Davud, Kitabu’l Edeb, c.5, s.613, H.5121, Milli Gazate Y. İst. 1983

2) S.E. Davud, Kitabu’l Melahim, c.5, s..104, H.4297, Milli Gazate 1983

3) S.İ. Mace, c.6,s.103, H.2143, Kahraman y. İst. 1983

4) S.E. Davud, Kitabu’s Sünnet, c.5, s.35, H.4596, Milli Gazate İst. 1983

5) Seyyid Ali Hamanei’nin 09.07.1381 (H.K.) tarihinde Şia ve Sünnilerden oluşan bir grup fazıl ve ulema ile görüşmesindeki demeci,

6) Seyyid Ali Hamanei’nin 09.07.1368 (H.K.) tarihinde Şahrud, Helhal, Bircend, Gidar, Humse, Kiran ve Çaluş şehirleri halkının muhtelif kesimlerden çok sayıda bir topluluk, kara kuvvetleri ordusunun siyasi, askeri büro müdürleri, din adamları ve Pakistan Serhat Eyaleti Şialarından bir grup ile görüşmesi sırasındaki konuşması,

7) Seyyid Ali Hamenei’nin 01.05.1376 (H.K.) tarihinde Resulullah (s.a.a.) ve İmam Cafer Sadık’ın (a.s.) viladeti yıldönümünde İslami Vahdet konferansı misaferleriyle görüşme sırasında yaptığı konuşmasından,

8) Seyyid Ali Hamenei’nin 27.10.1372 (H.K.) tarihinde Mevlevi İshak Medeni’ninde katıldığı Pakistan’ın Ehl-i Sünnet ulemasından birkaç kişiyle olan görüşmesi sırasındaki konuşmasından,

9) Seyyid Ali Hamenei’nin 17.05.1385(H.K.) tarihinde Ali bin Ebu Talib (a.s.)’ın viladeti münasebetiyle halkın muhtelif kesimleriyle görüşmesi sırasında yaptığı konuşmasından,

10) Seyyid Ali Hamenei’nin 04.12.1381 (H.K.) tarihinde fazıl ve ulemadan oluşan Şia ve Sünnilerden oluşan bir grupla görüşmesi sırasında yaptığı konuşmasından,

11) Seyyid Ali Hamenei’nin 18.02.1383 (H.K.) tarihinde vahdet oturumuna katılan misafirlerle ve devlet çalışanlarıyla görüşmesi sırasında yaptığı konuşmasından.

Ahmet MUHTAR

 İran aleyhinde uygulanan yaptırımlardaki yabancı istihbarat servislerinin etkisini anlatan İran İslam Cumhuriyeti İstihbarat Bakanı, İran’ın anlaştığı bankaların CIA’nin tehdidi altında olduğunu bildirdi.

Mehr haber ajansının bildirdiğine göre, bir toplantıda yaptığı konuşmada yabancı istihbarat servislerinin İran aleyhinde uygulanan yaptırımlardaki etkilerini anlatan İran İslam Cumhuriyeti İstihbarat Bakanı Hüccetül İslam Haydar Muslihi, İran’ın anlaştığı herhangi bir yabancı bankanın CIA tarafından tehdit altına alınarak İran ile işbirliğini yapmaları önlenmeye çalışıldığını söyledi.

Yaptırımaları etkisizleştirmek için yapılan çalışmalara işaret eden Haydar Muslihi, yaptırımların genişlendiği bu günlerde onları ciddi almak gerektiğinin altını çizdi.

Kutsal Savunma döneminde İran aleyhinde uygulanan yaptırımlara da işaret eden İran İslam Cumhuriyeti İstihbarat Bakanı, o dönemde uygulanan yaptırımların bugü ile kıyaslaşarak daha zor ve şiddetli olduğunu hatırlattı.

 

 

  İran’ın günlük petrol üretimi 4 milyon 500 bin varile yükseldiğini ifade eden İran Petrol Bakan Yardımcısı, gaz üretimi ise 3 kat arttığını bildirdi.

İran’ın en son ham petrol ve gaz üretimi hususunda Mehr Haber Ajansı muhabirine konuşan İran Petrol Bakan Yardımcısı Muhsin Hucesteh, halihazırda İran’ın gaz üretimi günlük 700 milyon meteküp olduğunu ve beşinci kalkınma programı sonunda bu miktarın bir milyar 480 milyon metrekübe artacağını ifade etti.

Hucesteh, İran’ın günlük petrol üretimi 4 milyon 500 bin varile yükseldiğini ifade ederken, gaz üretimi ise 3 kat arttığını bildirdi.

Beşinci kalkınma programı sonunda İran’ın petrol üreteimi günlük bir milyon varil ekleneceğinin bilgisini veren İran Petrol Bakan Yardımcısı, gaz üretiminin artmasını ön gören ülkenin en büyük ekonomik projesinin Güney Pars’ta devam etmekte olduğunu konuşmasına ekledi.

 

 

İran Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Sekreteri ve nükleer başmüzakerecisi, İran ve 5+1 ülkeleri arasındaki müzakerelerin 05 Nisan’da devam edeceğini bildirirken, bu müzakerelerdeki 5+1 ülkelerin yaklaşımını olumlu olarak değerlendirdi.

Mehr haber ajansı muhabirinin bildirdiğine göre, İran Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Sekreteri ve nükleer başmüzakerecisi Said Celili, 5+1 ülkeleri ile müzakerelerin bitiminde düzenlediği basın toplantısında ilerdeki müzakerelerin 05 Nisan’da Almatı’da ve uzman düzeyde müzakerelerin 16 ve 17 Mart’ta İstanbul’da devam edeceğini bildirdi.

5+1 ülkelerin yaklaşımını olumlu olarak değerlendiren Celili, 5+1'in İran'ın nükleer meselesine yönelik stratejisini değiştirerek diyalo sürecini gerçekçi bakışla takip ettiği sürece işbirliğin yolu açılarak bir atıf noktasına ilerleyebileceklerini ifade etti.

Celili, 5+1'in Almatı önerileri daha gerçekçi ve mantıklı olarak görüldüğünü, sekiz ay sonra yaklaşımlarını değitirmeleri gerektiği kanaatine vardıklarını konuşmasına ekledi .

 

İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, Suriye halkının izzet ve zaferi yolunun yalnızca milli diyalog olduğunu söyledi.

 İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, dün akşam Suriye Dışişleri Bakanı Velid el Muallim'i kabulünde yaptığı açıklamada, şiddetin bir an önce son bulması ve milli diyalogun başlaması gereğine vurgu yaparak, Suriye sorununun tek çıkış yolunun milli diyalog olduğunu söyledi.

Suriye'ye yönelik dış güçlerin müdahalesinin son bulması gerektiğini de belirten İran cumhurbaşkanı, çatışan taraflardan şiddete son verip, görüşmeleri bir an önce başlatmaları gerektiğini söyledi.

Ahmedinejad, demokrasi sloganına sığınan güçlerin silah ve işgalle insanları öldürdüğü günümüz dünyasında sözkonusu güçlerin derhal silahtan arınma yönünde ciddi olmaları gereğine vurgu yaptı.

Sözkonusu görüşmede Suriye Dışişleri Bakanı Muallim de, Suriye'ye yönelik dış güçlerin müdahalesine temasla, dünya zorba devletlerinin Suriye aleyhinde bir komplo içinde olduklarının bunun da başını Amerika ve Siyonist İsrail'in çektiğini ama Suriye halkının düşmanların komplolarını şu ana kadar etkisiz hale getirmeyi başardığını ve Suriye'de yönetimin de halkın desteğinde güçlü bir şekilde devam ettiğini söyledi.

 

 

İran Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Sekreter Yardımcısı, İran ve 5+1 müzakerelerinin inisiyatif, mantık ve iktidara dayalı olduğunu belirtti.

İran Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Sekreter Yardımcısı Ali Bakıridımcısı İRİB 2.kanalına verdiği özel demeçte, İran ve 5+1 grubu arasında Almatı'da gerçekleşen yeni tur müzakerelere işaretle, 3 yıldan beri gerçekleşen nükleer müzakerelerde İran'ın inisiyatif, mantık ve iktidara dayalı olarak adım attığını, nitekim nükleer konusunda İran'ın mantıklı tutumunu 5+1'e kabul ettirmeyi başardığını söyledi.

Bakıri 5+1'in Almatı görüşmelerinde İran önerilerine verdiği cevaplarla Siyonist rejimin ihlalci çalışmalar ortamını kısıtladığını belirterek, hali hazırda batının büyük bir sınavdan çektiğini, bu sınavdan başarı ile geçebileceğini, sınavın ise Siyonist rejime imtiyaz vermemek olduğunu söyledi.

İran Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Sekreter Yardımcısı, 'iyi niyet', 'gelecek perspektifini aydınlatmak ve her iki tarafın ona göre hareket etmesi' ve ' müzakerelerde iki tarafın dengeli eşit seviyede adım atması'nın İran ve 5+1 arasında anlaşmanın temeli olduğunu ifade ederek, İran İslam cumhuriyetinin kendi meşru hakkından daha fazla bir şey istemediğini ve bu bağlamda hiçbir şartı da kabul etmeyeceğini söyledi.

İran'ın nükleer silahlara karşı olduğunu ve bunu defalarca ve resmi olarak açıkladığını belirten Bakıri, zenginleştirme faaliyetlerine dair İran meşru hakkının kabul edilmesi gerektiğini vurguladı.

 

 

Pazar, 03 Mart 2013 14:02

SURİYE, YİNE SURİYE

 Allah’ın adıyla

Suriye krizi uzadıkça bazı çevreler için öne çıkan belirsizlikler, meçhuller de aydınlanmaya başlıyor. ABD, İsrail ve AB şer üçgeninin başından beri Suriye krizinin arkasında olduğu, bu ülke halkının- muhalif ve muvafık- katliama uğratılmasını organize ettiği ve desteklediği her geçen gün daha bir su yüzüne çıkmaktadır. Müslüman halklara bu müstekbir güçlerin Suriye rejiminin arkasında olduğu yalanı medya aracılığıyla söylene dursun Roma’da düzenlenen sözde Suriye’nin dostları toplantısında ABD dışişleri bakanı John Kerry’nin yaptığı açıklama her şeyi ortaya koyuyor.

Suudi Krallığı, Katar Emirliği ve AKP hükümetinin Suriye krizinde Batı müstekbirliğinin komplo planlarının uygulanmasında bilerek veya farkında olmadan maşa rolü üstlendiklerini, bölgenin müslüman halkları için onarılması imkansız yaralar açtıklarını, bu hizmete karşılık aç gözlü Batılıların bölgesel işbirlikçilere Suriye’de zırnık bile kaptırmıyacaklarını önceki yazılarda dile getirmeye çalıştık.

Batı müstekbirliğinin bölgesel işbirlikçileri buna rağmen taşeronculuk rolünü kendi halklarına kabul ettirmek için mezhepçilik silahına sarılarak efendilerinin başaramayacağı görevleri yerine getiriyorlar. Suriye’de rejim değişikliği bölgesel işbirlikçilerin açtığı tahrip ve mezhep fitnesi yanında devede kulak kalır desek meseleyi abartmış olmayız.

Suriye’de mezhepçilik silahının istedikleri sürede sonuç vermediğini gören işbirlikçiler nitekim bu fitneyi son sıralarda bölge ülkelerinden Irak ve Lübnan’a da yaymaya çalıştıklarına tanık olmaktayız.

Batı emperyalizmi açısından Suriye halkının nasıl bir yönetim istediği değil Ortadoğu’da kendi uğursuz çıkarlarını nasıl koruyacakları, uzun süreli planlarını nasıl uygulamaya koyacakları önemlidir. Bunun için Suriye krizini sonlandırmak konusunda pek aceleleri yoktur. Çünkü Suriye krizi İslam dünyasındaki uzun süreli planlarının sadece bir bölümünü oluşturuyor. Bunun için Suriye’de daha çok kan dökülmesi, düşmanlıkların daha çok derinleşmesi ve muhtemel bir rejim değişikliği sonrasında karışıklıkların uzun süre devam etmesi gerekir.

Peki Batılı müstekbirlerle bölgesel taşeronlar böyle bir yol izlerken Suriye halkı ve muhalifler de acaba aynı görüşteler mi? Suriye halkının bir kısmının mevcut rejimin yanında olduğu inkar edilemez. Aksi takdirde istenmeyen bir rejimin halka rağmen iki yıl ayakta durması görülmüş bir durum değildir. Muhaliflerin büyük bir kısmının da iç savaşın sürdürülmesi yanlısı olmadıkları ve bu görüşlerini gevşek bir ortam bulduklarında dile getirdikleri bilinmektedir. Muhalifler koalisyonu başkanı Muaz el-Hatib’in son sıralarda bu gerçeğin farkında olarak mevcut rejimle görüşmeye dair açıklamaları bunun açık bir kanıtıdır. Suriye hükümeti üst düzey yetklilerinin muhaliflerle ön şartsız görüşme masasına oturmaya hazır olduklarını açıkladıkları da biliniyor.

Batı emperyalizminin komplolarını hatırlatıp duran İran ise başından beri Suriye krizinin Suriyelilerin kendileri tarafından çözüme kavuşturulması gerektiğini, Batılı müstekbirlere müdahale fırsatı verilmemesi için her türlü çabadan kaçınmamaktdır. Bu doğrultuda muhaliflerle rejim arasında uzlaşma yolları arama yanında bölgenin etkili ve krize müdahil ülkelerinden Türkiye, Mısır ve Suudi krallığını işbirliğine davet edip durmaktadır.

Peki muhaliflerin sözcüsü Muaz El-Hatib’i rejimle görüşmeye oturmaktan alıkoyan nedir? Veya meselenin bölge ülkelerinin denetiminde ve Suriye halkının iradesiyle çözüme kavuşturulmasını isteyen İran’ın çabalarının sonuç vermesini kimler ve niçin engellemektedir?

ABD dışişleri bakanı John Kerry medyada yayınlanan son açıklamasında “Esed'in bundan sonra yapacağı seçimlerin de önemi yoktur” demiş. Bunun anlamı şudur: ABD ve bölgedeki taşeronları uşaklarını seçimle iş başına getiremiyecekleri sonucuna varmış olarak Suriye halkının görüşüne, iradesine başvurmadan silahlı çeteleri iktidara taşımaya karar vermişlerdir. Muaz el-Hatip ve öteki muhalif liderleri de bu yüzden mevcut hükümetle görüşmelerden alıkoymaktadırlar. Bundan sonra muhaliflerle hükümet arasında görüşme iddiaları ortaya atılsa bile bu kamuoyunu yanıltmak amacıyla başlatılacak taktiklerden öteye geçmeyecektir.

Kısacası bölgede oldukça karmaşık oyunlar sergilenmektedir, Suriye bu oyunun sadece bir parçasıdır. Taşeronlar ise defalarca dile getirdiğimiz üzere müstekbirler adına büyük bir kumar oynamaktalar. Öyle bir kumar ki yenseler de yenilseler de efendilerine hizmet etmekten başka bir kazançları olmayacaktır.

Suriye’de halkın iradesi ve desteğinden yoksun herhangi bir rejim müstekbirlerin oyuncağı olmaya mahkumdur. Bu ise daha çok katliam, daha çok karışıklık, daha derin anlaşmazlıklar demektir. Çünkü müstekbir güçler bölge halklarının ihtilafları üzerinde sultalarını sürdürebilirler ancak. ABD ve müttefiklerinin, kuklalarının şimdiye kadar herhangi bir ülkeye özgürlük ve halk iradesine dayalı bir düzen getirdikleri görülmüş, duyulmuş değildir.

Bu gerçekler ortadayken bölgedeki taşeronları bunu niçin farkedemiyorlar sorusuna gelince; yayılmacılıkta/büyümekte işverene benzemeye çalışmak, leş kargalarına özenmek ve efendilerince kendilerine rakip olarak gösterilenlere duyulan kıskançlık ve onlardan öne geçmek isteği taşeronların özelliklerindendir. Bu arzularını gerçekleştirmek için bir defa yola koyuldular mı artık her türlü cinayete, katliama ortak olmaya; kendi halklarının inançlarını istismar etmeye, mezhepçilik yapmaya kadar vardırırlar işi.

Taşeronların ve dolaylı olarak müstekbir güçlerin planlarını kendi halklarına tersyüz gösteren sözde din alimleri ve kalem erbabının düştüğü durum ise daha acıdır. Bunların sorumluluğu ve suçu taşeronlar ve müstekbir efendilerininkinden daha büyüktür. Çünkü zalimler bu alim müsveddeleri ve kalem erbabı aracılığıyla müslüman halkları sultalarını kabul etmeye ikna etmektedirler.

Son söz olarak şunu diyebiliriz ki, Suriye krizi ancak ve ancak bölge ülkelerinin arabuluculuğu ve denetiminde ve de bu ülke halkının iradesine başvurularak çözüme kavuşturulabilir, ABD-AB-İsrail şeytan üçgeninin müdahil olmasıyla değil.

Y. ZİYA T.YILMAZ

Suriye Dışişleri Bakanı Muallim, silahlı muhaliflere diyalog çağrısını yinelerken, Türkiye'nin ise muhaliflere diyalog görüşmelerine katılmamaları için baskı yaptığını ifade etti. Muallim, "Suriye'nin geleceğine bizzat Suriye halkı karar verecekti" dedi.

İran'ın başkenti Tahran'da,  Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi'yle birlikte ortak basın açıklaması yapan Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim, muhaliflerle diyalog çağrısını yineledi.

Yurt Gazetesi’nin haberine göre, Muallim, ''Biz diyaloga inanıyoruz, diyalogu reddeden şiddeti savunmuş olur'' dedi.

Kendilerinin hukuk önünde eşitlik ve çok sesli demokrasiden yana olduğunu belirten Muallim, "Silah taşıyanlar bilmelidir ki: Şiddet ve silah geleceği inşa etmez, sadece ıslah geleceği inşa eder'' diye konuştu.

“Türkiye diyalogu engelliyor”

Suriye'deki krizi yönetmeye çalıştıklarını söyleyen Muallim, ''Biz yönetimimizle ve yanımızda duran dost ülkelerle birlikte direnmeye devam ediyoruz" diyerek, Katar'ın Libya'da olduğu gibi Suriye'ye askeri müdahale için baskı yaptığını, Türkiye'nin ise muhaliflere diyalog görüşmelerine katılmamaları için baskı yaptığını ifade etti.

Muallim, sözlerini şöyle sürdürdü: ''Biz başta ABD olmak üzere her kanaldan gelecek samimi görüşmelere açığız. Amerika bu kanı durdurabilir. Tek çözüm siyasi çözümdür. Suriye hükümetinin, tüm silahlı gruplar olmak üzere herkese diyalog kapısı açıktır''

“Suriye’nin geleceğine bizzat Suriye halkı karar verecektir”

"Siyasi diyalogun başarısı için şiddet durmalı. Bu da şiddetin kaynağının kurutulmasıyla mümkün olacak" diyen Muallim şunları kaydetti: "Tüm Suriyelilere sesleniyorum, artık bu kadar kan dökülmesi yeter, Suriye'nin geleceğini inşa etmek isteyenler müzakerelere katılmalı."

Suriye'nin içişlerine müdahaleyi, baskı ve dikteyi kabul etmediklerini belirten Muallim, "Suriye'nin milli hâkimiyetine halel getirilmesine izin vermeyeceğiz" ifadesini kullandı.

Muallim, "Suriye'nin geleceğine bizzat Suriye halkı karar verecekti" dedi ve halkın oylarla hür iradesini ortaya koyup kendi liderlerini seçeceğine olan inancını dile getirdi.

“ABD gizli taktikler kullanıyor”

Rusya’nın BM Daimi Temsilcisi Vitali Churkin, Russia Today televizyonu muhabiriyle konuşurken, ABD’yi, Suriye hükümetiyle muhaliflerinin görüşme masasına oturmalarını engellediğini söyledi.

Churkin bu konuda “ABD, Suriye karşıtlarına direkt silah satmıyor, ama başka ülkeleri bu iş için kışkırtıyor” şeklinde konuştu. Churkin ayrıca “ABD aynı zamanda gizli taktikler kullanarak Şam hükümetiyle muhaliflerinin müzakere masasına oturmalarına engel olmaya çalışıyor” dedi.

Churkin açıklamalarının devamında Moskova’nın daima Suriye krizine tek çözüm olarak karşıt tarafların görüşmeleri tezini savunduğunu vurguladı.

 

BAYRAKTAR VE KOTİL-KABAHATİN BÖYLESİ

Birisi dost diye gorquram indi. (şimdi) Azerice şiir.

Düşmandan gelecek taşa tedbir almıştık, lakin dost sandıklarımızdan gelen gül yaraladı bizi; hem de öyle derinden, öyle yürekten yaraladı ki; bilmem sargı tutar, merhem kabul eder mi bu yara?

Sünni, Şia, Alevi vahdetini ilke edinen ve gerçek vahdetin necat gemisi olan Ehlibeyt gemisinde sağlanacağını haykıran ve bu uğurda geceli gündüzlü çalışan Sayın Prof. Dr. Haydar Baş hoca efendi, kadrosu, İcmal gençliği özellikle son yıllarda çok güzel hizmetlerin altına imza atmalarına rağmen ne yazık ki bu hizmetlere bu kadronun içerisinde bulunan iki önemli kalem (kanaatimce farkında olmadan) gölge düşürmüştür. Dolayısıyla kaleme aldığım bu satırların muhatabı kesinlikle Sayın Prof. Dr. Haydar Baş hoca efendi, kadrosu, Meltem medya kuruluşu ve İcmal gençliği değildir. Muhatap sadece ve sadece bu kadronun içerisinde bulunan ve İran hakkında asılsız konuları yazan iki kalemdir.

Türkiye’de yaşayan biz Şii’ler inanç bakımından İran, Irak, Bahreyn gibi ülkelerde ki Şiilerden bir farkımız yoktur. Ülkeler nazarında ve ülkemiz içerisinde en sakin topluluklarız. Yıllardır özellikle son 15 yıldır Tv ekranlarında, Sanal Medya ve Sitelerde, Siyonist ve Emperyalistler gibi İslam Düşmanı güçler ve o güçlere hizmet eden Vahhabi, Harici kimselerin İran – Şia –Ehl-i Beyt üzerine çirkin mi çirkin iftiralarına tanık olduk. Yeri geldi İran İslam Devrimini Fransa'ya yaptırdılar yeri geldi İsrail'e, yeri geldi ABD’ye yaptırdılar. Yeri geldi İmam Humeyni Fransız, bazen ABD ajanı oldu çıktı. Yeri geldi İran'da yapılan İslam Devriminin aslında İsrail'i, ABD’yi sevindirdiğini onlardan bağımsız bir devrim yapılamayacağını söylediler. Yeri geldi İRAN’IN, ABD ve İsrail'in bir Eyaleti olduğunu bildirdiler. Yeri geldi, İran’ın aslında İsrail'e Düşman olmadığını, düşmanmış gibi gözüküp her türlü silah anlaşmasını yapıp Sünnilere Saldırmak için fırsat kolladığı iftiralarını yağmur gibi yağdırdılar. Bunlara ek olarak özellikle Şia’da ki Takiyye mekanizmasını da yanlış algılayarak güç aldılar. Bu maddeleri uzatmak daha da mümkündür.

Derken bir grup çıktı ortaya. Prof. Dr. Haydar Baş ve Ekibi. Gerek İran ile ilgili açıklamaları, gerek Ehl-i Beyt ile ilgili itiraf gibi açıklamalar ve gerekse Şiilere yaklaşımları yüreğimize su serpti. Bu ekip çalışmalarını Kitap, Külliyat, Program, konferans, Şii Âlimlere söz hakkı verme fırsatı ile de güçlendirdi. Ve biz Şiiler bunlara çok sevindik. Önce şaşırdık sonra gülümsedik. Neden şaşırdık derseniz, dedim ya en başında yıllarca hasret kaldık bu tür çalışmalara. Bunlardan dolayı prof. Dr. Haydar Baş hoca efendiye ve Ekibine her fırsatta Teşekkür ettik, onlar hakkında yapılan eleştirileri göğüsledik ve verdiğimiz cevaplarla eleştiri yapanların veya şüphede olanların yahut temkinli olan insanların bu konu da rahatlamalarını sağladık. Yer yer kendi camiamız içerisinde bulunanlarla ters düştüğümüz bile oldu. Ama yine de biz inandığımızdan geri durmadık.

Ama gel gelelim, geçenlerde Bu ekibin en önde gelen iki yazarı yenilir yutulur cinsten olmayan iki yazı yazdı ki o an yukarıda da belirttiğim gibi daha düne kadar bu ekibin savunmasını yaparken acaba biz mi hataya kapıldık diye düşündük ve bu düşünce bizleri konu ve bu ekibin çalışmaları hakkında ister istemez karamsarlığa sürükledi. Kendi kendimize dedik ki acaba yoksa bu da mı bir oyun. Bu yazılar da neyin nesidir. Şimdi dilerseniz yazıları satır satır inceleyerek Vahhabilerin, Şia Düşmanlarının biz Şiilere ve İran’a attığı iftiralar ile karşılaştırıp cevabını verelim. Zira malum yazar kardeşlerimin yazdıkları yazı ve ortaya attıkları düşüncelerin yıllarca Müslümanlar arasında mezhep çatışması çıkarmak isteyen vahhabilerin görüşlerinden pek de fazla farkı yoktur.

Önce Sayın Muharrem Bayraktar’dan başlayalım:

Yazısının Başlığı: İran’a ne kadar Güvenilebilir?

Yazılış Tarihi: 22.11.2012

Yazar Muharrem Bey daha yazısının ilk girişinde tüm okuyucuların şaşıracağını, şoke olacağını bildiğinden bunu itiraf edercesine diyor ki: Hatta bazılarınızın “nereden çıktı bu başlık?” diye sormaya başladığını duyar gibiyim.

Evet! Yazar neden şaşırmasın ki; Çünkü daha düne kadar böyle bir şey yazmış değil. Peki, durup dururken böyle bir yazı yazmanın gereği nereden doğdu? Doğrusu Merak konusu değil midir bu?

Biz Yazarın Madde Madde ne dediğine değineceğiz. Ama önce girişini bir özetleyelim:

Geçtiğimiz günlerde Rusyadan kalkıp Suriyeye gitmekte olan bir Uçak Türkiye Hava Sahasında belirtildiği gibi gelen bir istihbarat sonucu indirildi. Medyada kimileri bu istihbaratın Almanyadan, Kimileri ABD’den, Kimileri Rusyadan kimileri ise Suriye İstihbaratında ki köstebekler vasıtası ile geldiğini söylemişti. Vel hasıl bu güne kadar kimse Medyada Muharrem Bayraktarın söylediğini söylememişti. Bakalım Yazar ne diyor:

Suriye’ye yolcu taşıyan Rus uçağının Türkiye’ye zorunlu indirilişinden sonra en çok tartışılan konu “uçakta silah olduğu istihbaratının Türkiye’ye kimler tarafından verildiği” idi. Biz bu konuda yazdığımız yazıda, bu istihbaratın CIA kaynaklı olabileceğini söylemiştik ama kafamızda aksi yönde birtakım kuşkular da yok değildi. Zira aynı günlerde bazı yayın organları bu istihbaratın İran ajanları tarafından Türkiye’ye verildiğini iddia ettiler.

Yazar bu sözü sarf ettikten sonra bir de soruyor: İran istihbaratı böyle bir şey yapar mıydı?

Acaba Yazısının içeriğinde buna delil olabilecek net bir bilgi mevcut mu! HAYIR! O zaman biz Sayın Muharrem Bayraktar’a soruyoruz: NET BİR DELİL İLE BUNUN DELİLİNİ SUNMADIĞINIZ SÜRECE HANGİ DURUMA DÜŞECEĞİNİZİ SİZ BİZDEN DAHA BİLİRSİNİZ. BUNUN DELİLLERİNİ SUNAR MISINIZ?

Yazar yazısında meselenin daha doğruluğunu bile ispatlayamamışken kendi yazdığına kendisi inanmış olacak ki ardından hemen şöyle demiş: İran, destek verdikleri Suriye rejimine yardıma giden bir uçağı ihbar ederek “dostunu arkadan hançerleyebilirler miydi?”

Anlaşılan o ki Sayın yazarın kendisi de bu konuda gerçekten net değil. Ve Yandaş Medyada ki taktiği güzel kullanıyor. Ve Şöyle diyor: Bu iddialar neden İran tarafından yalanlanmamıştı?

Peki, biz soralım. Bu İddiaları hangi Gazete, Hangi Köşe yazarı, Hangi Haber sitesi yazdı Sayın Bayraktar! Bize bir Yazar, bir İstihbaratçı, bir Gazete ismi verir misiniz?

Ve yine Faraza yine dediğinizi doğru sayar isek, gerçekten de bir Gazete bunu yazmış olsun (Ki daha bilmiyoruz siz diyeceksiniz) Allah Aşkına İran neden buna cevap vermek zorunda olsun ki? 15 yıldır daha doğrusu 30 yıldır İran Hakkında o kadar uç sözler söylendi ve söyleniyor iken İran bunların hangisine yetişsin, hangisine cevap versin? Söyleyin Bakalım? Ve her yazılana cevap vermek bir Devlet geleneği midir? Mecburiyeti var mıdır?

Yazar Bayraktar yine diyor ki: İsrail’in ve ABD’nin İran’a olası bir saldırısını önlemek için görünürde “hiçbir şeyden korkmuyoruz, geleceğiniz varsa göreceğiniz de var” diyorsa da perde arkasında Türkiye’yi devreye koyarak bu saldırıyı önlemek için her şeyi yapmaya hazır oldukları görülüyor. Bu konuda “Ankara’nın İran adına Amerika ve İsrail nezdindeki girişimlerin” ayrıntılarını yakında öğrenirsiniz.

Şayet İran'ı yıllarca takip eden ve İnancını sözde iyi bilen Bayraktar’ın bu sözleri sarf etmesi, bizim için Acaba bu sözleri Muharrem Bayraktar yazmadı da kendisine yazdırdılar mı düşüncesi hâkim oldu? Yakında öğreneceğimiz dediğiniz o bilgileri sabırsızlıkla öğrenmek için bekliyor olacağız.

Yazar diyor ki: Yani İran, Haçlı güruhunun olası saldırısını Türkiye’de çok güvendiği AKP’li iktidar tarafından bertaraf edilebileceğini umuyor.

İran’ı ve İranlıları yakından tanıyan bir yazar İran’ın Umudunun AKP değil bizzat Allah olduğunu mutlaka bilir. Yazarımız Mahmut Ahmedi Nejat'ın, BM konuşmalarını galiba takip etmemiş. Tahran’da, Kum’da, Erdebil’de ve birçok şehir de Cuma Namazlarında Ayetullahların İsrail’e, ABD’ye ateş püsküren sözlerini ve Dayanaklarının Allah olduğunu belirten sözlerini duymamışlar galiba. Ve yazar şayet konuya vakıf olmuş olsa idi, Suriye meselesinden sonra İran'ın AKP konusunda ki İHTİYATININ zirveye çıktığını anlardı.

Muharrem Bayraktar: İndirilen Rus uçağının istihbarat akışında İran parmağı varsa (ki ben buna yüksek ihtimal vermeye başladım)…

Daha İddiasını güçlendirmeden, delillendirmeden İddianın doğruluğuna inanmaya başlamış. Buna kendin pişir kendin ye mi derler, kendin çal kendin oyna mı derler bilemiyorum artık.

Sayın Muharrem Bayraktar Çıtayı yükselterek İnancımızdan bir terim kullanarak İrana saldırmaya devam ediyor: İran siyaseti “takiye” üzerine kurulu. Ne zaman doğru ne zaman yanlış söylediklerini bilemezsiniz.

30 Yıla yakındır Vahhabilerin, Şia, İran Düşmanlarının İran'a, Şialara her saldırışında kullandığı kelimedir TAKİYYE! Aslında yazar bu sözü ile sadece İran’a Değil Tüm Şiilere de Hakaret etmiştir.

Şimdi Sayın Bayraktarın Yeni Mesaj gazetesindeki köşe yazılarında düne kadar İran hakkında düşündükleri ve yazdıklarından birkaç örnek verecek ve muhakemeyi siz okurlara bırakacağım:

Sayın Bayraktar 21 Eylül 2012 tarihinde Yeni Mesaj gazetesinde kendi köşesinde "Şevket Eygi neden Şia düşmanı?" başlıklı yazısında bakın ne diyor; "Bu cahiller arasında pek çok gazeteci - yazar tayfası da bulunmaktadır ki, bunlar hem İran’a hem Türkiye Caferilerine karşı korkunç bir saldırı ve düşmanlık içine girmişlerdir. Bu saldırının sadece içten değil dışarıdan da desteklendiğini tahmin etmek zor değil. Mesela Milli Gazete yazarı Mehmet Şevket Eygi de bunlardan biri."

Bu sözler bire bir Sayın Bayraktara ait satırlardır. Sayın Bayraktar iki ay önce İran'a saldıranlar hakkında "Bu cahiller arasında pek çok gazeteci - yazar tayfası da bulunmaktadır ki, bunlar hem İran’a hem Türkiye Caferilerine karşı korkunç bir saldırı ve düşmanlık içine girmişlerdir. Bu saldırının sadece içten değil dışarıdan de desteklendiğini tahmin etmek zor değil diyor" Şimdi biz, ister istemez sormak durumundayız; Sayın Bayraktar bu noktada cahiller diye nitelendirdikleriniz ile sizin durumunuz nasıl olmuş oluyor! Onları içeriden ve dışarıdan yönlendirenlerin olduğundan söz ediyorsunuz. Acaba sizi demi birileri bu konuda çark ettirdi. Ne değişti iki ay öncesi ve iki ay sonrası ile. İran'ın değişmediği bir gerçek. İran değişmediğine göre o zaman değişen siz olmuş olmuyor musunuz?

Sayın Muharrem Bayraktar’ın yazısını burada Noktalayıp şimdi yazıların, köşe yazılarının en kötüsü, bizi kalbimizden hançerleyen Sayın Selim Kotil beyin Yazısına gelelim:

Yazının Başlığı: Şii Dünyanın AKP’si İRAN

Yazı Tarihi: 20.11.2012 (Yani diğer yazıdan 2 gün önce)

Selim Kotil yazıya Muharrem-Aşura-Hz. Hüseyin Motifleri ile başlıyor ve Devamında Sünni Dünyada, Arap ülkelerinde Haçlı Dinler Arası Diyalog Dansına tutulanlara değiniyor ve biz Şiilerin kınadığı gibi kendiside kınıyor. Fırtına devamında başlıyor ve diyor ki: Şii dünyayı temsil ettiğini söyleyen İran da durum maalesef bundan farklı değil.

Şii Dünyayı Temsil eden İran Acaba ne zaman Haçlı ile kol kola oldu? Ne zaman Dinler Arası Diyalog Masalına F Tipi yapı gibi kandı, inandı, yapılandırdı ve dansa tutuldu? Hayırdır durup dururken İran'a bu denli saldırının nedeni nedir acaba?

Sayın Selim Kotil diyor ki: İmam Cafer-i Sadık’ın “din adına düşmana kâfire karşı hile yapılır, buna takiye denilir”ölçüsünü, kendi siyasi ikballeri için nefsi adına “dini Müslümana karşıkullanmak” diye algılayan İran’ın durumu bundan farklı değildir.

Bu sözü Sarf eden Selim Kotili, Haydar Baş Hocanın yazdığı İmam Cafer-i Sadık İsimli kitabı çok iyi okumaya davet ediyorum, şayet okumuş ise bir daha anlaması için okumaya davet ediyorum. Takiyye Hilekârlık, Yalan konuşmak değildir. Şia’nın Takiyyeye Bakış açısını bilmeyenlerin VAHHABİ ağzı ile Takiyyeyi anlatması ne kadar da çirkin ve alışık olmayan bir durum değil mi?

Selim Kotil: Takiyeyi Müslümana karşı yapan, arka planda düşman gördüğü ile el sıkışmayı siyaset sayan İran, maalesef Şii dünyanın AKP’si olarak karşımızda duruyor.

Yazar, İran'ın Görünürde Takiyye Yaptığını Düşmana Ateş püskürdüğünü arka planda ise El sıkıştığını söylüyor. Peki, kimmiş bu düşman veya Düşmanlar? Bir bakalım ne diyor Yazar: İran, ABD ve İsrail ile kavgalıdır, basında hep böyle yazılıp çizilir çizilmesine ama acaba gerçek acaba böyle midir?

Bu tür sorular dediğim gibi 15 ila 30 yıldır İran – Şia düşmanları tarafından yoğunlukla sorulur ve İran’a karşı mideler bulandırılmaya çalışılır. Soru o kadar iğrenç ki devamında bakın Sayın Selim Kotil nasıl döktürüyor:…İran - Irak savaşında ABD milyarlarca dolar silah satmıştır İran’a…

Aslı hakikati olmayan ayrıştırıcı bu söylemin fenalık bakımından büyüklüğüne bakar mısınız? Bu söze sağır sultanlar bile güler geçerler. 8 Yıllık Savaş boyunca ABD Acaba Saddam'ın Irağına mı Silahları Peşkeş çekti yoksa Kendisine sert bir tokat Atan Ayetullah Humeynili İrana mı? Yazar vallahi bu gerçeği biliyor olmasına rağmen, böyle yazmasının nedenini büyük soru işaretleri ile düşünmekte ve derinden üzülmekteyiz. Zira Türkiye de Müslümanların birliğine, Ehlibeyte dair birçok programlar yapan Sayın prof. Dr. Haydar Baş hoca efendinin, ekibinin bunca zahmetlerinin iki yazar tarafından bazılarının gözünde hiç edilmesi ve bazılarının yanında da gölgelenmesi akli selim olan her Müslüman'ı üzer ve üzmelidir de. Ben şahsi kanaatim olarak birilerinin düşündüğü ve söylediği gibi bu iki yazıyı yazdıranın birileri olacağına kanaat etmiyorum. Sadece yazılanları yanlış bilgilendirilmeden dolayı büyük bir hata olarak değerlendiriyorum. Biz bu iki yazıda geçen bir takım söylemleri İran ve Şia düşmanlığı yapan web sitelerin de bile görmedik. Yazık değil mi Sünni, Şia, Alevi birliği için onca yapılan programlara, çekilen zahmetlere. Bu iki yazıdan sonra yazarların Sünni; Şia, Alevi vahdetine, birliğine dair yaptıkları çağrıları ve yapılan konferanslarda bu dalda konuşmaları ne kadar inandırıcı olabilir acaba?

Yazar Komik ve bir o kadar da hoş olmayan sözünü günümüze taşıyarak devam ediyor ve diyor ki: …Sadece ABD değil halen günümüzde dahi el altından İsrail’in sürekli İran’a silah sattığı bilinen gerçektir…

Sormak Lazım Sayın Selim Kotile:

1- 40 Yıla yakındır, Özellikle Son 20 Yılda, Hizbullah’a Lübnan Ordusu bile Silah vermez iken, Hizbullah Ordusunun İsraile karşı yaptığı amansız mücadelede, Hizbullah Ordusu Silah ve Teçhizatı nereden Aldı?

2- İsraile karşı defalarca Zafer kazanan Hizbullah Ordusu ve Komutanı Merceiyyet anlamında dini lider Veliyyi emr-i Müslimin Ayetullah Hamanei’ye bağlı mıdır değil midir? Sözünüz doğru ise bu İsrail Kafayı mı yedi İran’a Silah satacak aynı silahı da İran Hizbullah’a verecek Hizbullah’da İsraili vuracak! Bu akıl kârımıdır? Buna vallahi kargalar bile güler!

3- Yıllardır Filistin'de İsrail’e karşı mücadele eden başta Hamas olmak üzere birçok grubu her türlü silah, gıda, eğitim ile destekleyen İran’a, Hamas komutanının, Filistin Yöneticilerinin, Hamas üyelerinin defalarca ve defalarca teşekkürü olmuş mudur olmamış mıdır? Daha geçtiğimiz günlerde Gazze saldırısı ve sonrasında gelen zaferde Hamas yöneticileri zaferlerine İran’ı ortak ettiler mi etmediler mi?

4- Orta doğu ülkelerinde İsrail ve ABD için tek ve yegâne düşman İran mıdır değil midir?

5- 30 yıldır her türlü ambargonun uygulandığı ülke İran değil midir?

6- 2006 yılında 33 gün İsrail'e karşı savaşında Hizbullah’ı destekleyen, gururla onura eden İran mıdır değil midir?

7- Sayın Selim Kotil beyefendiye şunu sormadan edemeyeceğim; Dün nerelerdeydiniz. Bunları söylemek yeni mi aklınıza geldi. Düne kadar böyle bir şey demiyordunuz. Hayırdır.

Şimdi Kısa birkaç bilgi “Haber” Paylaşalım:

İRNA'nın Beyrut'tan bildirdiğine göre dün (01/12/2012) Filistin İslami Cihad hareketi genel sekreteri, Ramazan Abdullah "İran halkı ve devletinin yardımları olmasaydı, Filistinli ve Lübnanlı savaşçılar Siyonist İsrail rejim karşısında zafer elde edemezlerdi" dedi.

Filistin'in önde gelenleri İran'ın İsrail'e karşı kendilerine her zaman yardım ettiklerini söylemelerine rağmen Sayın Kotil neden bu gerçeği çarpıtıyor acaba!

Şimdi Sayın Kotil'in Yeni Mesaj gazetesindeki köşe yazılarında düne kadar İran hakkında düşündükleri ve yazdıklarından birkaç örnek verecek ve muhakemeyi siz okurlara bırakacağım:

18 Kasım 2012 yani İran hakkındaki olumsuz yazıyı kaleme almadan tam iki gün önce "ABD, Patriotları İran’a karşı mı kullanacak?" Başlığı altında köşe yazısında şunları söylemiş:

Yazısından 5 Nolu Madde: Bir diğer ihtimal de şu: Eğer İran’ın elinde Rus yapımı balistik füzeler varsa, İran sadece İsrail’i değil ABD’yi de vurur çünkü menzilleri 12000 kilometreyi buluyor….

Sayın Kotil iki gün önceniz ile iki gün sonranız çelişkiler yumağına bürünmüş. Bunu sizin kendinizde fark ettiniz mi. İlim adamlığı, gazetecilik, siyaset kusura bakmayın ama bu değildir. İki gün önce dost dediğini iki gün sonra düşman ilan etmek ilim, siyaset, gazetecilik hiçbir şeyle bağdaşmaz.

Bu kadronun önemli kalemlerinden birisi olan Hukukçu Ahmet Erimhan beyefendi 01 Aralık 2012 de Yeni Mesaj gazetesinde Bayraktar ve Kotil'in tam aksini dile getirmiştir. Bakalım Erimhan ne diyor:

İkincisi ise unutmamalıyız ki Suriye’nin, özellikle bu yönetimin Filistin ve Lübnan’daki direnişin yanında duruşu, sadece bir duruştan ibaret değildir. Lübnan’daki ve Filistin’deki direnişi desteklemiştir. Bu en önemli etkenlerden birisidir. Hatta İran’ın desteği bile, Suriye kanadıyla direnişe ulaşmaktadır. Eğer Suriye’nin iradesi ve duruşu olmasaydı, İran’ın desteği ne Lübnan’a ne de Filistin’e ulaşırdı.

Ben bu konu için kırk tane basiretli ve şuurlu genç görevlendirdim ve Sayın Bayraktarın son on yılda ve Sayın Kotil'in son sekiz yılda Yeni Mesaj da kaleme aldıkları köşe yazılarını dikkatlice okumaları görevini verdim ve bu güne kadar bu iki yazarın İran hakkında asla olumsuz yazılarına rastlanmadı. Acaba birden bire yüz seksen derece çark etmenin nedeni ne olabilir?

Sözün sonu:

Sayın Bayraktar ve Kotil kardeşlerim: Bu zihniyet ve düşünce ile gazetecilik, yazarlık, siyaset sahibine kendi etrafında dönmesinden başka bir şey sağlamaz. Sahibini asla ileri götürmez, aksine her geçen gün geri götürür. Sayıların çoğalmasına değilde sayıların azalmasına, nefretlerin artmasına sebep olur. Ben derim ki, yanlış kula mahsustur ve özür sahibini alçaltmaz, aksine yüceltir. Bu güne kadar Sayın Prof. Dr. Haydar Baş hoca efendinin, kadrolarının, İcmal gençliğinin, Meltem medya grubunun ümmet adına yaptıklarının fırsat kollayanlar, malzeme arayanlar tarafından menfi anlamda dillere destan edilmemesi, dostların üzülmemesi, münafıkların daha fazla sevinmemesi için kendi üzerinize düşeni en güzel şekliyle yerine getirirsiniz inşallah. Bu benim âcizane düşüncem ama yine de son karar sizindir.

Şahsım cevap nitelikli bu yazıyı ahret kaygımdan dolayı kaleme almak ve Müslümanların birlik ve beraberliğine çok önemli hizmetler yapan ve bu sebepten dolayı İran, Irak, Azerbaycan, Türkiye kısacası tüm Şia dünyasında takdir ile karşılanan Sayın Prof. Dr. Haydar Baş Hoca Efendi ile kadrosunun ve İcmal gençliğinin emeklerinin iki yazıdan dolayı hiç olmasına veya hiç edilmesine yahut gölge düşürülmesine gönlüm razı olmadığı için yazma gereği duydum.

Tevfik Allah'tandır.

Selam ve Dua ile…

NOT: ANTALYA EHLİBEYT KONFERANSINDA ÇIKARMAMI İSTEDİKLERİ VE İTİRAZ ETTİKLERİ VE SÖYLEMEMİ İSTEMEDİKLERİ BÖLÜM kırmızı bölümdür:

İmam Hüseyini anlamak; yaklaşık otuz küsur yıldır mazluma ümit, zalime, siyonizme, emperyalizme korku olan ve şii bir ülke olarak İsraile ve çağımız zalimlerine karşı sünni Filistine her türlü yardım ve desteği veren İran İslam Cumhuriyetini iyi tanımak, iyi okumak, İran'ı ve beraberinde Şiayı İsrail işbirlikçisi tanıtmamaktır. Zira bu sünni şia vahdetine vurulabilecek en büyük darbelerden bir tanesidir. Bu görüşleri dile getirenler vahdetten ve Ehlibeytten söz ederlerse kendileri kendi yaptıkları güzelliklere gölge düşürmüş olurlar. Onun için insan bir sözü söylemeden önce sonuçlarını iyi okumalı ve ona göre konuşmalıdır.

İmam Hüseyini anlamak; Şahdan sonra Merhum İmam Humeyninin ve bu gün veliyyi emri müslimin SEYYİD ALİ HAMANEİnin İranında ibre ve ilkenin mezhep ayrılığı yapılmadan daima müslümanlardan yana olduğunu bilmek ve bil husus bu gün veliyyi emri müsliminin siyonist ve emperyalistler karşısındaki dimdik ve ilkeli duruşuna, ferasetine, basiretine, takvasına, ilmine lebbeyk demektir.

İmam Hüseyini anlamak; Şiilerin merkezi olan İranı dün övüp bugün ise İsrail ile işbirliği içinde olduğunu savunmak demek değildir. İranı takiyyecilikle suçlayanlar kendileri ile çelişiyorlarken takiyyemi yapıyorlardı acaba?

İmam Hüseyini anlamak; günlük, haftalık, aylık, yıllık ve dönemlik hareket etmek, dostun ve düşmanın yerini olaylara göre değiştirmek demek değildir. Dost; dün de dostundur, bu gün de dostundur ve dost hata bile yapsa asla düşman olmaz. Düşman oluyorsa demek ki dün dost görülmediği, sadece takiyyeden dolayı dost addedildiği için bir anda düşman ilan edildi.

Sözlerimi iki hadis ile noktalıyorum:

Hz. İmam Ali (a.s) şöyle buyuruyorlar; “Allah Tebareke ve Teâlâ dileseydi, kendisini kullarına doğrudan tanıtırdı. Fakat bizi, kendisini tanımanın kapıları, yolu, aracısı ve izlenen yönü olarak belirledi. Kim bizim velayetimizden ayrılırsa veya başkasını bize tercih ederse, kuşkusuz onlar doğru yoldan ters yüz döndürülmüşlerdir. İnsanların sığınıp doğruyu bulmalarına vesile olan gerçek imamlarla, kendilerini korunmaya ve yol göstericiye muhtaç olan kimseler bir olur mu? Bizden başkasının peşine düşenler, sularını bir birinden alan ve küçük bir su sızıntısı akıtan çeşmelere gidip susuzluklarını gidermeye çalışan kimselere benzerler. Ama bizim peşimizden gelenler, Rabbinin izniyle berrak ve gür sularını akıtan, tükenmeyen ve kurumayan pınarlara giden kimselere benzerler.”

İmam Caferi Sâdık şöyle buyurmuştur: Sırat köprüsü iki tanedir. Birisi dünyada diğeri ahirette. Dünyadaki sırat (yol) masum 12 imamın yoludur. Herkim bu dünyada o yoldan giderse kıyamette de sırattan geçecek. Aksi halde... yüz üstü ateşe düşecektir.

mehdı aksoy