
کارگر
Aşura Günü Musibeti
Aşura Onuncu gün anlamına gelir. Muharrem ayının onuncu günüdür. Şehitlerin efendisi Hz. Hüseyin'in (a.s), oğullarının ve yarenlerinin şehadet günüdür.
Aşura, cahiliye döneminde resmi bayram ve resmi tatil idi. Bugünde oruç tutarlardı.
Aşura gününde en güzel elbiselerini giyer, şehri ışıklandırır, saçlarına kına yakarlardı. İslam'ın Ramazan ayı orucunu farz kılmasıyla Aşura orucu nesh edilmiştir. Cahiliye döneminde Muharrem ayının onuncu gününe neden Aşura dendiği konusunda şöyle anlatılır:
"Cahiliye döneminde de Muharrem'in onuncu gününe Aşııra denirdi. çünkü on peygamber, böylesi bir günde Allah'ın keremiyle keramet sergilemişlerdir."
Şia literatüründe ise Aşura, İmam Hüseyin'in (a.s) 10 Muharrem'de şehadete ermesinden dolayı en büyük matem günü sayılmaktadır. Zira bu günde Peygamber ailesine en büyük zulümler reva görülmüş ve bundan dolayı İslam düşmanları, bugünü bayram ve sevinç günü saymışlardır. Ancak Ehlibeyt dostları bugünü yas günü olarak görür, Kerbela'da katledilen İslam kahramanlarının şehadetlerini gözyaşlarıyla yâd ederler.
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Aşura öyle bir gündür ki Hüseyin, yarenleri arasında öldürülmüş, yere düşmüştü. Yarenleri de onun etrafında yere düşmüşlerdi ve bedenleri çıplaktı."
İmam Rıza (a.s) da şöyle buyurmuştur:
"Kim Aşura'yı kendine musibet ve ağlama günü edinirse, Allah da kıyamet gününü ona sevinç ve mutluluk günü kılar."
Ziyaret-i Aşura adlı duada Emevilerin bugünü kutladıkları ve sevinç günü ilan ettikleri açıkça belirtilmiştir. Nitekim sözü edilen ziyaretnamede şöyle geçer:
"Allah'ım, bugün öyle bir gündür ki Ümeyye oğulları ve ciğer yiyen Hinde'nin çocukları bugünü kutladılar..."
Masum imamlar bugünün anısını canlı tutar, matem meclisleri hazırlar ve İmam Hüseyin'e (a.s) ağlarlardı.
Hz. Hüseyin'i (a.s) ziyaret eder, halkı da ziyarete teşvik ederlerdi. Aşura, onların hüzün günüydü.
Aşura gününde eğlenmemek, çalışmamak, yas tutup ağlamak, öğle vaktine kadar bir şey yiyip içmemek, ev için bir şey biriktirmemek ve yas hâlinde olmak, başlıca müstahap (sevap) amellerdendir.
Emevîler ve Abbasîler döneminde geniş bir şekilde matem meclisleri düzenlemeye resmî olarak izin verilmiyordu. Ancak şiiler fırsat bulduğu her yerde, Aşura gününde, teşkilatlı bir şekilde yas merasimleri düzenleniyordu.
Tarihçilerin yazdığı üzere Muizzu'd-Devle ed-Deylemî, Bağdat'ta İmam Hüseyin (a.s) için matem merasimi düzenlenmesini zorunlu kılarak Aşura günleri pazarların kapatılmasını, işlerin tatil edilmesini, hiçbir aşçının yemek pişirmemesini ve kadınların siyah giyinmiş bir halde dışarı çıkıp yas tutmalarını istemişti. Bu durum yıllarca devam etti ve kimse buna engel olamadı. çünkü o dönemde hükümet, şii hükümeti idi.
Aşura, asırlardır hak ile batıl arasında bir hesaplaşma ve din yolunda candan geçme, fedakarlık sergileme günü olarak bilinen bir gündür. İmam Hüseyin (a.s), böyle bir günde az sayıdaki imanlı, izzetli ve onurlu yarenleriyle Yezid'in taş kalpli, dinsiz ve zalim ordusuna karşı kıyam etmiş, Kerbela'yı Allah âşıklarının kalplerinde her zaman yaşayacak bir meşale kılmıştı.
Her he kadar bir günle sınırlı olsa da, Aşura'nın bıraktığı etkiler kıyamete kadar sürecektir.
Bugün, kalplerin derinliklerinde öyle derin izler bırakmıştır ki, her yıl Muharrem ayının ilk on günü, özellikle de Aşura günü, tüm Ehlibeyt dostları için hürriyet abidesi, şehadet ve cihat ekoli hâline gelmiş, İmam Hüseyin'e (a.s) karşı büyük bir sevgi seli oluşmasına vesile olmuştur. öyle ki, bu büyük insanlara karşı duyulan sevgi, sadece şiilerle sınırlı kalmamış, diğer fırkalara, hatta gayri müslimlere dahi sirayet etmiştir.
Aşura, Peygamber efendimizin (s.a.a) "Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin'denim" hadisinin tecellisi olmuş, İslam dini, şehitlerin Efendisi'nin kanıyla yeniden canlanmıştır.
İmam Humeyni'nin (r.a) tabiriyle;
"Aşura, adaleti isteyenlerin az bir sayıyla, fakat büyük bir iman ve aşkla saray ehli zalim ve yağmacı müstekbirlerin karşısında yapılan görkemli bir kıyamdır!"
İmam Humeynî, Aşura hareketinin geleceğe ışık tutan konumu hakkında, bir diğer konuşmasında da şunları söylemiştir:
"Eğer Aşura olmasaydı, Ebu Süfyan'ın cahiliyet mantığıyla İslam ruhunu ve Kitab'ı yok etmeyi istemesinin ve Yezid'in eski cahiliyet dönemlerine geri dönme hayalleriyle Peygamber evlatlarını öldürüp apaçık bir şekilde 'Ne kıyamet vardır, ne de vahiy inmiştir!' diyerek İslam'ı ortadan kaldırmaya yönelik eylemlerinin ardından Kurân-ı Ke-rim'in ve yüce İslam'ın başına neler gelebileceğini tahmin bile edemezdik."
İmam Hüseyin (a.s), Kufelilerin daveti üzerine, Yezidi hükümeti istemeyen duyarlı insanlara ulaşmak ve onların önderliğini üstlenmek üzere Mekke'den Kufe'ye doğru yola çıktığında, henüz Kufe'ye varmadan Keıbela'da, İbn-i Ziyad'ın ordusu tarafından kuşatıldı. Zillete boyun eğmeyip zalim hükümete biat etmeyince Kufe ordusu onunla savaştı.
İmam Hüseyin (a.s) ve yarenleri, Aşura günü, susuz bir şekilde ve büyük bir yiğitlikle sonuna kadar savaşarak şehit oldular. Bu nur kafilesinden geride kalanlar, zalimler tarafından esir edilerek Kufe'ye götürüldü.
Yetmiş iki cengâver, insanlık tarihinin en büyük yiğitliğini sergileyerek al kanlarıyla kendilerini tarihe ve faziletli insanların vicdanlarına nakşettiler, davalarını ebedî kıldılar.
çağdaş yazarlardan Muhammed Rıza Hekimî, Kıyam-ı Cavidani adlı eserinde Aşura'yı şöyle tanımlamıştır:
Aşura, insan ruhu için her dönemde yer alan büyük bir sofradır.
Zaman mahkemesinde büyük vicdanın yüce tecessümüdür.
İman tecelligâhında insan cesaretinin metanetidir.
İhrama bürünen feryatların kan tavafıdır.
Kan mikatında Kabe'nin tecellisidir.
Hayat yolculuğunda seyahat halinde olan kafileler ve neferleri için durakları ve geçitleri gösteren bir yol haritasıdır.
Aşura, amel mabedinde Tevrat'ın, İncil'in ve Zebur'un nakaratıdır.
Ebediyet levhalarında Kuran ayetlerini tane tane okumaktır.
Tel tel damarlarda akıp giden Allah'ın kanıdır.
Tebliğin zirvesindeki Hira dağının kesilmiş boğazıdır.
Tebliğ yolunda, Kureyş'in şirki ve Umeyye oğullarının cahillikleriyle Muhammed'in (s.a.a) yeniden mücadelesidir.
Aşura, Bedir ve Huneyn'de okunan recezlerin yeniden doğduğu yerdir.
Namazda şehadetin, şehadette namazın bir kez daha infilakıdır.
Batılın helak yurdunda Hakk'ın sonsuzlaştırılmasıdır.
Toplumların uğrak yerlerinde Hüseyniyelerin kızıl feryadıdır.
Tarih boyunca mazlumların haykırageldiği gür sesidir.
Sığınağı olmayan kimselerin başlarına çekilen insanlığa ait şefkat elidir.
Adaletsizliğin ve karanlığın kol gezdiği asayişsiz dünyada hamasetle insanlığın üzerine örülen kızıl bir çatıdır.
Beşeriyet mahkemesinde adalet isteyenlerin çarpan kalbidir.
Yüksek seslerle yemyeşil vadilerde yankılanan zafer çığlıklarıdır.
Hayat okyanusunda denizler yaratan susuzluktur.
Özgürlük vaat eden esaretin omuzlarına yüklenen büyük bir risalettir.
Aşura, namaz kılanların yüz akı, Müslümanların onurudur.
Aşura Kabe'nin esası, kıblenin temeli, ümmetin direği, Kurân'ın hayatı, namazın ruhu, haccın bekası, Safa ve Merve'nin ihlası, Meşar ve Mina'nın can damarıdır.
Aşura, İslam'ın insanlığa ve tarihe hediyesidir..
Nasrullah: İsrail'in Daha Fazla Direnme Gücü Yoktu
Lübnan Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, "Siyonistlerin daha fazla direnme gücü yoktu ve direniş güçleri kendi şartlarını dayatma yeteneğine sahiptir." dedi.
Lübnan Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah Muharrem ayının 10.gecesinde yaptığı konuşmada, Siyonist Rejim'in Gazze Şeridine yönelik 5 Ağustos'ta başlattığı saldırılar ve İslami Cihad Hareketinin misilleme operasyonu ile ilgili açıklamada bulundu.
Nasrullah, "İsrail'in durumu zaten belli ve savaşın sona ermesini istiyor. İsrail savaşı sürdürmeyi göze alamazdı. Aşkelon ve Tel Aviv'in yanı sıra Gazze çevresindeki yerleşimcilerin savaşa karşı daha fazla direnme gücü kalmamıştı." dedi.
Hasan Nasrullah, " Direnişin ortaya çıkardığı bu konu her zaman üzerinde durulması gereken düşmanın zaaflarından biridir." ifadesini kullandı.
Filistin direnişinin mücadelesini övgü ile karşılayan Hizbullah Hareketi lideri, "Komutan Teysir el-Caberi ve kardeşlerinin canice katledimesi cevapsız kalmamalıydı.Aslında cesurca verilen tepki uygun bir zamanda yapıldı ve bu düşmana karşı caydırıcılık vurgusudur." yorumunda bulundu.
Seyyid Hasan Nasrullah, Filistin, Lübnan ve her yerde direniş, kendi milletini ve onurunu savunabilir, aynı zamanda caydırıcılık denklemlerini kurabilir ve düşmana şartlarını da dayatabilir, çünkü diğer seçenek hezimet, boyun eğme ve geri çekilmedir." şeklinde konuştu.
Siyonist Rejim, 5 Ağustos'ta saldırı hazırlığında olduğu gerekçesiyle Gazze'de İslami Cihad'a ait olduğunu iddia ettiği hedeflere saldırı başlatmıştı. Filistin direnişi de misilleme olarak işgal hedeflerine yönelik füze saldırılarını başlatmıştı.
Siyonist İsrail ile Gazze'deki İslami Cihad Hareketi arasında Mısır'ın ara buluculuğuyla varılan ateşkesin, dün yerel saatle 23.30'dan itibaren yürürlüğe girdiği duyurulmuştu.
Filistin medyası dün akşam Gazze'nin merkezindeki Samer kavşağında işgal uçağının bombalaması sırasında yaralanan polis Mahmud Davud'un şehit olduğunu bildirdi.
Böylece işgalci siyonist rejimin, Gazze Şeridi'ne yönelik 3 günlük saldırılarında şehit olanların sayısı 45'e yükseldi.
Saldırılarda şehit olanlardan 14'ü çocuk, 4'ü ise kadınlardan oluşuyor. Saldırılarda 360 kişi de yaralandı
İran: İşgale Karşı Çıkmak Filistin Halkının Tabii Hakkıdır
İran Dışişleri Bakanı, uluslararası ve İslami kurumlara yazdığı bir mektupta, Gazze ve Filistin topraklarındaki krizin tırmanmasının sonuçlarının tamamen gaspçı ve saldırgan Siyonist rejimden kaynaklandığına dikkat çekti.
İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Siyonist rejiminin Gazze halkına yönelik vahşi ve saldırgan saldırılarının ardından İslam ülkelerinin dışişleri bakanlarına, Birleşmiş Milletler, İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri, Bağlantısızlar Hareketi Başkanı ve Afrika Birliği Genel Sekreteri'ne mektuplar göndererek İslam Cumhuriyeti'nin derin endişesini iletti.
İran Dışişleri Bakanı gönderdiği mektuplarda, Siyonist rejimin uluslararası örgütlerin sessizliği ve eylemsizliğinin gölgesinde gerçekleştirdiği suç ve saldırılarını kınarken, yaşananların sonuçlarından Siyonist rejimin sorumlu olduğuna işaret etmiştir.
Emir Abdullahiyan, işgale karşı çıkmayı ve anavatanı savunmayı Filistin halkının doğal hakkı olarak değerlendirdi ve uluslararası toplum ve Birleşmiş Milletleri, özellikle de bu örgütün Güvenlik Konseyi'nin acil ve kararlı bir şekilde harekete geçmesi gerektiğini vurguladı.
İslami Cihad Hareketi: İşgal Güçleri Gazze'de Bir Metre Bile İlerleyemedi
Filistin İslami Cihad Hareketi Genel Sekreteri Ziyad en-Nehale, Gazze'de ateşkes sağlandığını belirterek "İşgal güçleri Gazze'de bir metre bile ilerleyemedi." dedi.
Filistin İslami Cihad Hareketi Genel Sekreteri Ziyad en-Nehale, düzenlediği basın toplantısında Gazze Şeridi'ndeki son durumu değerlendirdi.
Ziyad en-Nehale, Gazze'de ateşkes sağlandığını belirterek, "Filistin halkı düşman işgaline karşı büyük bir başarı elde etti." dedi.
Nehale, Filistin halkına ve Filistin direnişiyle dayanışma gösteren Arap ve İslam milletlerine selamlarını ileterek, İslami Cihad'ın Filistin'i savunmak için kararlı olduğunu ve her zamankinden daha güçlü olduğunu söyledi.
Nehale, "Çatışma sırasında Siyonistlere ait 58 yerleşim noktası Kudüs Tugayları roketlerinin ateşi altındaydı." açıklamasında bulundu.
"Ateşkesin sağlanması için elinden geleni yapan taraf Siyonist düşmandı" diyen Nehale, düşmana direnişin şartlarını dayattıklarını kaydetti.
İlk andan itibaren, İslami Cihad Hareketi yöneticilerinden Bessam es-Saadi ve açlık grevindeki Halil el-Avavide'nin serbest bırakılmasını şart koştuklarını kaydeden Nehale, İsrail'in bu talebi kabullenmede önce yavaş davranmaya çalıştığını ancak sonunda kabul ettiğini aktardı.
İslami Cihad Genel Sekreteri, Siyonist Rejim'in kabul ettiği şartları yerine getirmemesi halinde ateşkes anlaşmasını yok sayacaklarını ve savaşa yeniden başlayacaklarını söyledi.
İşgalcilerin tüm şehirlerinin direniş füzelerinin menzilinde olduğunu anlatan Nehale, "İşgal güçleri Gazze'de bir metre bile ilerleyemedi ve korku dengesini sağlayan biz olduk." dedi.
Ziyad en-Nehale, "Biz ve Hamas aynı koalisyondayız ve düşman aramızda ihtilaf yaratamaz." diye konuştu.
Siyonist Rejim, 5 Ağustos'ta saldırı hazırlığında olduğu gerekçesiyle Gazze'de İslami Cihad'a ait olduğunu iddia ettiği hedeflere saldırı başlatmıştı. Filistin direnişi de misilleme olarak işgal hedeflerine yönelik füze saldırılarını başlatmıştı.İsrail'in Gazze şeridine düzenlediği saldırılar sonucunda aralarında 14 çocuk, 4 kadının yer aldığı 44 kişi hayatını kaybetmişti. Siyonist İsrail ile Gazze'deki İslami Cihad Hareketi arasında Mısır'ın ara buluculuğuyla varılan ateşkesin, dün yerel saatle 23.30'dan itibaren yürürlüğe girdiği duyurulmuştu.
İran: İşgale Karşı Çıkmak Filistin Halkının Tabii Hakkıdır
İran Dışişleri Bakanı, uluslararası ve İslami kurumlara yazdığı bir mektupta, Gazze ve Filistin topraklarındaki krizin tırmanmasının sonuçlarının tamamen gaspçı ve saldırgan Siyonist rejimden kaynaklandığına dikkat çekti.
İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Siyonist rejiminin Gazze halkına yönelik vahşi ve saldırgan saldırılarının ardından İslam ülkelerinin dışişleri bakanlarına, Birleşmiş Milletler, İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri, Bağlantısızlar Hareketi Başkanı ve Afrika Birliği Genel Sekreteri'ne mektuplar göndererek İslam Cumhuriyeti'nin derin endişesini iletti.
İran Dışişleri Bakanı gönderdiği mektuplarda, Siyonist rejimin uluslararası örgütlerin sessizliği ve eylemsizliğinin gölgesinde gerçekleştirdiği suç ve saldırılarını kınarken, yaşananların sonuçlarından Siyonist rejimin sorumlu olduğuna işaret etmiştir.
Emir Abdullahiyan, işgale karşı çıkmayı ve anavatanı savunmayı Filistin halkının doğal hakkı olarak değerlendirdi ve uluslararası toplum ve Birleşmiş Milletleri, özellikle de bu örgütün Güvenlik Konseyi'nin acil ve kararlı bir şekilde harekete geçmesi gerektiğini vurguladı.
İslami Cihad Hareketi: İşgal Güçleri Gazze'de Bir Metre Bile İlerleyemedi
Filistin İslami Cihad Hareketi Genel Sekreteri Ziyad en-Nehale, Gazze'de ateşkes sağlandığını belirterek "İşgal güçleri Gazze'de bir metre bile ilerleyemedi." dedi.
Filistin İslami Cihad Hareketi Genel Sekreteri Ziyad en-Nehale, düzenlediği basın toplantısında Gazze Şeridi'ndeki son durumu değerlendirdi.
Ziyad en-Nehale, Gazze'de ateşkes sağlandığını belirterek, "Filistin halkı düşman işgaline karşı büyük bir başarı elde etti." dedi.
Nehale, Filistin halkına ve Filistin direnişiyle dayanışma gösteren Arap ve İslam milletlerine selamlarını ileterek, İslami Cihad'ın Filistin'i savunmak için kararlı olduğunu ve her zamankinden daha güçlü olduğunu söyledi.
Nehale, "Çatışma sırasında Siyonistlere ait 58 yerleşim noktası Kudüs Tugayları roketlerinin ateşi altındaydı." açıklamasında bulundu.
"Ateşkesin sağlanması için elinden geleni yapan taraf Siyonist düşmandı" diyen Nehale, düşmana direnişin şartlarını dayattıklarını kaydetti.
İlk andan itibaren, İslami Cihad Hareketi yöneticilerinden Bessam es-Saadi ve açlık grevindeki Halil el-Avavide'nin serbest bırakılmasını şart koştuklarını kaydeden Nehale, İsrail'in bu talebi kabullenmede önce yavaş davranmaya çalıştığını ancak sonunda kabul ettiğini aktardı.
İslami Cihad Genel Sekreteri, Siyonist Rejim'in kabul ettiği şartları yerine getirmemesi halinde ateşkes anlaşmasını yok sayacaklarını ve savaşa yeniden başlayacaklarını söyledi.
İşgalcilerin tüm şehirlerinin direniş füzelerinin menzilinde olduğunu anlatan Nehale, "İşgal güçleri Gazze'de bir metre bile ilerleyemedi ve korku dengesini sağlayan biz olduk." dedi.
Ziyad en-Nehale, "Biz ve Hamas aynı koalisyondayız ve düşman aramızda ihtilaf yaratamaz." diye konuştu.
Siyonist Rejim, 5 Ağustos'ta saldırı hazırlığında olduğu gerekçesiyle Gazze'de İslami Cihad'a ait olduğunu iddia ettiği hedeflere saldırı başlatmıştı. Filistin direnişi de misilleme olarak işgal hedeflerine yönelik füze saldırılarını başlatmıştı.İsrail'in Gazze şeridine düzenlediği saldırılar sonucunda aralarında 14 çocuk, 4 kadının yer aldığı 44 kişi hayatını kaybetmişti. Siyonist İsrail ile Gazze'deki İslami Cihad Hareketi arasında Mısır'ın ara buluculuğuyla varılan ateşkesin, dün yerel saatle 23.30'dan itibaren yürürlüğe girdiği duyurulmuştu.
İnsanın Allah ile Savaşı
Allah insanı alim, adil, arif, abid yapmak istiyor.
Allah insanı kerim kıldığını buyuruyor.
Allah insanı halifetullah yapmayı irade ettiğini beyan ediyor.
Bunlara ulaşma yolunun marifetullah ve ubudiyyet olduğunu buyuruyor.
Peki insanın halifetullah olmasını engelleyen nedir? Allah’a kul olmasını, insan gibi insan olmasını engelleyen nedir?
Hiç şüphesiz en büyük engel “İblis“ ve onun isteklerine eğilimi olan “Nefistir“.
Allah'ın bu iradesinin karşısına dikilen İblis, kendisi gibi insanın da Allah‘ın dergahından kovulup daimi olarak rahmetinden mahrum kalması için uğraşıyor.
Şeytan, insanoğlu yaratıldığı günden beri onu isyan, günah, ilahi hükümleri ihlallere sürüklemekten hiç bir zaman vazgeçmedi.
Elbette İblis bununla yetinmeyeckti hedefini daha da büyütecekti; asırlar sonra bazı insanların Allah‘a karşı diklenmesini, kendisini ilah yerine koymasını istemekte ve teşvik etmektedir. İblis hizmetine aldığı insanlar aracılığıyla bu hedefini küreselleştirmek istiyor.
Şimdi bu ilahlık taslayan insan yeni bir dünya düzeni kurmak istiyor; kontrolleri ellerinde olacak “Dijital hayata geçiş“ için denemeler yapıyor.
Dijital dünya düzeni ne içeriyor;
- Ekonomi temelli bir dünya düzeni kurmak; din merkezli ve ulusal merkezli yönetimleri yok etmek, fiziksel parasız alış-veriş, dijital ticareti yaygınlaştırmak, bağımsız şirketleri kendilerine bağımlı kılmayı içeriyor.
- Tek tür beslenme programı; yeni gıda üretim ve tüketim programı, kendi ürettiklerini piyasaya hakim kılmak, dijital sipariş sistemi oluşturmayı içeriyor.
- Tek eğitim sistemi; uzaktan dijital eğitim programı bir denemedir; yönlendirme, bilgilendirme, kontrol, tek tip insan yetiştirme, 2030 eğitim prtogramının hazırlıkları için 2020 dijital eğitimle denemesi yapılıyor.
- Tek merkezli sağlık sistemi; sağlık kriterlerini tayın etme, hastalıklarla mücadele, tedavi, ilaç üretimi ve tüketimi tekelinde bulundurmak, hastalandırmak, iyileştirmek kendi kontrollerinde ve öldürmek kendi yetkilerindr olacak şekilde dizayn etmek istiyor.
- Yeni bir hayat modeli/tarzı; kural ve kanunlarını kendilerinin belirleyeceği; chip ile kontrollü bir yaşam; uyumsuz, kural ihlali, sisteme aykırı, düzeni bozan kişilerin sistemin dışına atıp imha etmeyi planlıyor.
İşte günümüzde şeytanlaşmış ve kendisini ilah gören insan Allah‘a karşı savaş açmıştır.
Bütün dünyayı hegemonyasına almak isteyen bu insanın talebi;
- Humanizmi hakim kılarak İnsanların birbirinden kopmasını sağlayıp toplumsallıktan individualizme geçiş; yardımlaşma, dayanışma, paylaşım, istişare, görüş alış-verişi, “emri bilmaruf nehy anil münkeri“, “silayı rahmi“ devre dışı bırakıp sentetik/yapay insan, biyonik insan, robotik insan yaratmak istiyor.
Allah‘a savaş açmış insan bunu nasıl gerçekleştirmek istiyor?
Bu projeyi siyasal, sosyolojik, dini, psikolojik, ekonomik yönü açıklanmadan anlamak zordur.
Küresel şoklar yaratarak; biyolojik saldırılar, ekonomik krizler, küresel sağlık sorunları, siyasal krizler, bölgesel savaşlar çıkararak insanları küresel sorunlara inandırmak istiyorlar.
Hollywood senaristlerinin ve siyasi stratejistlerin kurguları pratize ediliyor, küresel medya da insanları buna inandırmaya sevkediyor.
Daha sonra kurtarıcı olarak ortaya çıkıp “münci/kurtarıcı“ olarak bütün ipleri eline geçirip herkesi kendisine mahkum ederek; ister gönüllü ister zorla herkese kabul ettirerek kendisine itaat ettirmeyi planlıyorlar.
Aynı Firavun‘un yaptığı gibi, hani Firavun kavmini zayıf düşürmüş, onların akıllarını boşaltmış ve yeni kriterler yükleyerek “Ena rabbikum'ul ala“ düşüncesini empoze etmişti. Bu anlayışı herkese aynı şekilde aşılamak suretiyle böylece insanların her biri “ena rabb“(ben rabbim) demeye başlayacak, kendileri de “rabbul erbab“ (rablerin rabbi veya en büyük rab) olacaklar.
Bu tip insan Allah’a açtığı savaşta tevhidi ve tümden dini devre dışı bırakıp dünyanın sahibi olduklarını ilan edecekler.
İnsanın varacağı son nokta işte budur.
Kendisini ilah gören bu insanın bu hedefine ulaşmasına engel olacak ilahi bir proje var mıdır?
Bir Musa Kelimullah (as), bir İbrahim Halilullah (as), bir İsa Ruhullah (as), bir Muhammed Mustafa (saa) çıkıp bunlara dur diyecek mi?
İlahi hüccetler yeryüzünde bunun için bulunmuyor mu?
Öyleyse zamanımızın Müncisi, Hadisi, Hidayet önderi ilahi hedefi gerçekleştirecek ilahi Hücceti Hz. Mehdi‘nin (af) gaybet perdesinden çıkıp zuhur edeceği günün yaklaştığına inanmak o kadar zor mu?
Peki bizler ne yapmalıyız?
Allah’a savaş açmış bu insanların projeleri karşısında susmak, onlara itaat etmek, onların istediği gibi hareket etmek, onların isteklerine boyun eğmek kader midir?
Hz. Mehdi’nin (af) zuhurunu beklemek oturup miskinler gibi ağlamak mıdır?
Zuhur için ortam hazırlayamıyorsak, bir çaba içinde bulunmuyorsak en azından zuhuru geciktirecek işlerden kaçınmamız gerekmiyor mu?
Sabahattin Türkyılmaz
İmam Hüseyin’in (a.s) Kıyamı
Felsefi açıdan her doğal olay dört nedene dayanmaktadır. Bu dört nedenden biri olmadığı taktirde söz konusu hadise vücuda gelemez. Örneğin bir yazı masasını yaparken marangoza, masanın maddesini oluşturan tahtaya, tahta parçalarının birbirinin eklenmesiyle oluşan bir şekle ve sonra da bu masadan ortaya çıkan etki ve faydalara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu durumda marangoz faili neden, tahta maddi neden, masanın şekli suri (şekilsel) neden ve bu masanın faydaları ise gai (hedefsel) neden konumundadır.
Hareketlerde dört neden
Bu kanun sadece doğal hadiseler için geçerli değildir. Tarihte yer alan hareketler de bir şekilde bu dört nedene bağlıdır. Araştırmacı bir kimse tarihi yorumlayarak hareketin sebeplerini ve etkilerini açık bir şekilde elde edebilir. Böylece hareketin hedefini, unsurlarını ve şeklini tanıyabilir. Bu durumda kıyamın gerekleri ve halk kıyamı faili bir neden, bu devrimin sonuçları hedefsel bir neden, diğer nedenler ise bu devrimin şekli ve maddi nedenleri sayılmaktadır.
Hüseyin b. Ali’nin (a.s) Kıyamı
İmam Hüseyin (s.a) kanunu da bu olayların genel kanunundan hariç değildir. Hz. Hüseyin’in devriminin de gerekleri hedefleri, etkileri ve sonuçları olmuştur. Biz bu dört etkeni yorumlarken sadece ilk etkeni, yani Hz. Hüseyin’i devrime sevk eden nedenleri özel bir açıdan incelemeye çalışacağız. Burada iki ihtimal söz konusudur:
1-Hz. Hüseyin’in (a.s) kıyamı tam biz özgürlük ve hürriyet içinde gerçekleşti. Hz.Hüseyin (s.a) bu devrim hareketini çeşitli nedenlerden dolayı susmaya tercih etti. Oysa o kıyam etmeyebilir, kendisini ve takipçilerini hakim sınıfa uydurabilir, en azından hakim sınıf karşısında lakayt davranabilirdi. Bütün cinayetler karşısında susarak sessizliği harekete tercih edebilirdir.
2-Baskı zulüm ve sitem o günkü İslam toplumunda öyle bir yere varmıştı ki artık toplum dayanamaz bir hale gelmişti ve ister istemez o toplumda bir patlama olacak ve bir hareket başlatılacaktı.
Devrimleri bilinçsiz bir patlama olarak yorumlayan ve Hegel’in görüşü üzere niceliğin niteliğe dönüşümü olarak izah edenler Hz. Hüseyin’in (a.s) devrimini ele aldıklarında bu yorumlarının genel bir kanun olduğunu göstermek için Hz.Hüseyin’in (a.s) devrimini de bilinçsiz bir patlama olarak göstermeye çalışmaktadır.
Onların dediğine göre maddi olaylarda değişimler bazen öyle bir noktaya gelmektedir ki söz konusu maddi olaylar değişimleri kabullenememekte ve bu cüz’i değişimler yeni bir türün ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Örneğin suyun kaynamasının belli bir sınırı vardır. Isı yükselince ister istemez su buhara dönüşmektedir.
Onlara göre bu kanun toplum ve tarih içinde geçerlidir. Toplum bir yere kadar zalimlerin zulmüne boyun eğmektedir. Ama bu olay dayanılmaz bir hal alınca sonunda hakim zulüm aleyhine patlama olmakta ve devrim vücuda gelmektedir.
Bu esas üzere bazı kimseler şöyle demektedir: Hz. Ali’nin (a.s) şahadetinden sonra Emevi yönetimi Müslüman ve mazlum halk üzerindeki baskısını artırdığı Muaviye’nin ölümünden sonra oğlu Yezid bu baskıyı daha da artırdı ve toplum bu zulme dayanmaz bir hale geldi. Sonuçta Hz. Hüseyin’in (a.s) kıyamı bu patlamanın ve kaçınılmaz devrimin ifadesi olmuştur.
Bilinçli devrim
Hz. Hüseyin’in (a.s) hareketi hakkında böyle bir hüküm doğru değildir. Ve de maddeci yorumcuların şahsi inançlarından kaynaklanmaktadır. Eğer onlar bu hareketin tarihini inceleyecek ve olayları doğru görecek olsalardı asla bu değerli devrim hakkında böyle hüküm vermezlerdi. Bu tür yorumcular niceliğin niteliğe dönüşümünü doğal olaylar hakkında kabullenmiş ve bu kanunun toplum ve tarih hakkında da az çok hakim olduğunu dile getirmişlerdir. Dolayısıyla Hz. Hüseyin’in (a.s) kıyamını da böyle yorumlamak zorunda kalmışlardır. Eğer onlar bu ilkeyi evrensel kabul etmez veya genelleştirmeselerdi asla Hz. Hüseyin’in (a.s) devrimini de değersiz göstermek için bilinçsizlikle itham etmezlerdi. Onların en büyük sorunu bütün hareketleri kendi sınırlı ölçüleriyle değerlendirmeye kalkmalarıdır. Onlar aykırı bir durum gördüklerinde de çaresiz bir şekilde tahrife yönelmekte ve tek boyutlu tezlerini korumaya çalışmaktadırlar. Toplumsal patlamalar buhar kazanının patlamasına benzetilebilir. Güvenlik supabı kâmil bir şekilde kapandığında ister istetmez patlama olmaktadır. Aynı şekilde toplumda zulüm ve baskı her yeri kaplayınca kesin bir hadise olarak toplumsal patlama ve devrim vücuda gelmektedir. Patlama kıyamı küçük bir mukayese ile aşağılık kompleksi olan bir insanın patlamasın andırmaktadır. Böyle bir insan her ne kadar pişman olsa da içinde var olan her şeyi dışarı dökmek istemektedir. Patlama esasına dayalı kıyam her türlü ahlaki değerden yoksundur. Hiçbir zaman devrimin kahramanını övmek olmaz. Zira kıyam edenler aslında devrimi seyredenlerdir; oynayanlar değil. Etkili olan unsur çelişki ve zulümlerin artmasıdır. Bu çelişkiler ve zulümler kendisini heyecan ve isyan şeklinde göstermekte ve isyancı grupları muhalefet ve isyana zorlamaktadır.
Bu teze inanan insanlar toplumsal infiali öne almak için çelişkileri ve rahatsızlıkları artırmak için didinirler. Toplumsal buhar kazanını patlatarak düzeni altüst etmeye çalışırlar. Burada işu iki derin konuya dikkat etmek gerekir:
1-Acaba patlama esasına dayalı devrimlerin ahlaki bir değeri var mıdır?
2-İmam Hüseyin’in (aç.s9 devrimi bu türden bir devrim miydi yoksa bilinçli bir kıyam mıydı? Acaba bu devrimi meydana getiren etkenler baskılar ve çelişkiler miydi yoksa vicdani ahlaki ve deruni bir etken miydi?
Birinci hususta irade dışı işlerin her ne kadar faydalı da olsa hiçbir değer taşımadığını bilmek yeterlidir. Farz edelim yırtıcı bir hayvan değerli bir insana saldırmak istemektedir. Bilinçsiz bir ok atıcı bir ok atarak yırtıcı hayvanı öldürmekte ve o değerli insanın canın kurtarmaktadır. Bu durumda insan hedefsiz ok atıcının işini övemez. Zira bu kimse yaptığı iş hakkında herhangi bir bilince sahip değildir. Dolayısıyla da onu övmek gerçekçi olamaz.
Toplumsal infiallerde daha büyük bir ölçüde bu kategoride değerlendirilmektedir. Özgürlük ve irade yoksunu devrimciler bir dağı sarsan ve ardından seller akıtan ama deruni baskılar ve sınıf çelişkileri sebebiyle harekete geçmiş kimseler gibidir. Dolayısıyla böyle bir işin ahlaki bir değeri yoktur.
İspanyanın fethinde bu topraklara giren İslam ordusu komutanı bütün gemilerin yakılmasını emretti. Yetecek az bir miktar dışında tüm yiyeceklerin denize dökülmesini istedi. Daha sonra İslam komutanı orduya şöyle seslendi: “Arkanızda derya önünüzde ise güçlü bir düşman! Burada durmanız sizin için ölüm demektir.” Bu durumda savaşmaktan ve İspanyayı fethetmekten başka bir çare kalmamıştı. Dolayısıyla hep birden ilerlediler. Burada komutanın yaptığı iş herkes tarafından övülmektedir. Zira komutan özgürlüğünü düşman karşısında tehlikeye soktu ama böyle bir zafer ahlaki açıdan övülemez ve değerli bir iş olarak kabul edilemez. İnsanı kavşak noktasında tutan ve faziletli yolu hürriyet ve özgürlükle seçtiren bir iş olarak ahlaki değer taşıyabilir. Bütün kapıların kapandığı, tercih hakkının olmadığı ve zorla yapılan bir iş ahlaki bir iş olamaz.
İmam Hüseyin (a.s) ve bilinçli kıyam
İmam Hasan (a.s) öldükten sonra İmam Hüseyin (a.s) ve taraftarlarının kalbinde devrim başakları filizlendi. İmam Hüseyin (a.s) mazlum kardeşinin şahadetinden Muaviye’nin ölümüne kadar sürekli olarak muhalefet içinde bulunuyor ve her yerde Muaviye’yi rüsvay etmeye çalışıyordu. Muaviye’nin İslam ümmeti üzerindeki cinayetlerini sıralıyor ve bazen mektup yoluyla kıyam edeceğine dair tehdit ediyordu. Muaviye öldükten sonra imam Hüseyin’in (asç.9 hareketi daha da belirli bir şekilde belirginleşti. İmam Hüseyin (A.s) Müslümanları çeşitli yollarla kıyam ve devrime davet ediyordu. İmam Hüseyin (a.s) çok ince örgütlenmeye dayanan düzenlemeler yapıyor ve ümmeti kendisiyle birlikte harekete davet ediyordu. Dolayısıyla İmam Hüseyin’in (a.s) kıyamını bilinçsiz bir kıyam olarak adlandırmak ve ahlaki değerlerden yoksun devrimlerden biri saymak mümkün müdür? Şimdi de İmam Hüseyin’in (a.s) kıyamının bilinçli bir kıyam olduğunu tarihi kanıtlarını açıklamaya çalışalım:
1-Yezid için biat alınırken İmam’ın (a.s) yaptığı konuşma
Muaviye İmam Hasan’ı şehit ettikten sonra tehdit ve satın alma yoluyla bir grup şahsı Yezid’e biat etmeye ikna etti. İmam Hüseyin (a.s) bu durumda Muaviye’ye şöyle hitap etti: “Yezid’in kemali ve iş bilirliği hakkında yaptığın açıklamaları işittim. Sen bu yolla halkı saptırmak istiyorsun. Adata tanınmamış bir kimse hakkında konuşuyorsun. Adeta bizim bilmediğimiz bir şeyi anlatıyorsun. Oysa Yezid bu iş hakkındaki konumunu ve liyakatini ifşa etmiştir. O güvercin ve köpeklerle oynayan bir kimsedir. O sürekli olarak kadınlarla eğelenmekte, çalgı aletleri çalmakla meşgul olmaktadır. En iyisi bu işten vazgeç ve günah yükünü daha da ağırlaştırma.[2]
2-İmam’ın Muaviye’ye Mektubu
İmam Hüseyin (a.s) Muaviye’ye bir mektup yazarak salihleri sahabenin büyüklerini ve Hz. Ali’nin (a.s) takva sahibi dostlarını katlettiğini ve böylece büyük cinayetler işlediğini söyledikten sonra şöyle buyurmuştur: “Ben birtakım özürler sebebiyle senin aleyhine kıyam etmediğim için Allah’tan korkuyorum. Zira bu özürlerin Allah katında kabul görmemesinden çekiniyorum.”
İmam Hüseyin (a.s) son olarak şu hatırlatmada bulunmaktadır: “Senin bağışlanmaz günahlarından biri de şarap içen ve köpeklerle oynaşan Yezid için halktan biat toplamandır.”[3]
3- İmam Hüseyin’in (a.s) Mina topraklarında yaptığı konuşma
İmam Hüseyin (a.s) Muaviye’nin hükümetinin son zamanlarında Mina’da Beni Haşim’in büyük şahsiyetlerinin Allah resulünün ashabının ashabın çocuklarının ve tabiilerin bulunduğu dokuzyüzden fazla kimse arasında belgesel bir konuşma yaparak İslam ülkesine hakim olan Emevi sultası hakkında bir konuşma yapmış ve onlardan bu konuşmalarını diğer herkese ulaştırmasını istemiştir. Orada bulunan büyük şahsiyetlerden bu konuşmalarını yazmasını ve batanlarına döndükten sonra da halkı görüşlerinden haberdar kılmasını istemiştir. İmam Hüseyin (a.s) konuşmasına Muaviye ile başlamış ve Muaviye’nin İslam ümmeti, özellikle de Hz. Ali’nin (a.s) taraftarları hakkında yaptıkları cinayetleri hatırlatmıştır.
Ravi şöyle diyor: İmam Hüseyin (a.s) bu konuşmada risalet hanedanı hakkındaki ayetleri ve Peygamberin Ehl-i Beyt hakkındaki sözlerini hatırlatarak Mekke, Medine ve diğer topraklarda İslam’ın dayanakları konumunda olan büyük şahsiyetlerden bu sözlerini onaylamalarını ve şahit olmalarını istedi. Daha sonra onlara yemin içtirerek bu hakikatleri imanlı ve sorumlu bireylere ulaştırmalarını istedi. Böylece orada bulunan herkes İmam Hüseyin’i (a.s) yemin ederek onayladı.[4]
Bütün bunlardan da öte İmam Hüseyin (a.s) sekiz Zilhicce günü haccını Umrey-i Müfrede’ye dönüştürdü. Büyük bir halk kitlesine hitap ederek hac merasimine katılmaktan neden vazgeçtiğini bildirdi. Mekke’ye doğru harekete doğru harekete geçeceğini söyledi ve açık bir şekilde şöyle buyurdu: “Ölüm bir gelinin kolyesi gibi insanın boynuna asılmıştır. Ben Yakub’un Yusuf’a duyduğu aşk ile atalarıma katılmaya gidiyorum. Şahadete eriştiğimi ve çöl kurtlarının (Ben-i Ümeyye’nin) bedenimi parça parça ettiklerini görüyor gibiyim. Bu yolda kan vermek ve Allah ile görüşmek isteyenler harekete hazır olsunlar ben sabah erkenden yola çıkacağım.”[5]
İmam Hüseyin (a.s) bu konuşmanın yanı sıra yol esnasında KErbela’da ve Aşura gecesinde bir çok konuşmalar yapmış, dostlarını kalmak veya gitmek hususunda özgür bırakmıştır. Şimdi bütün bunlara rağmen İmam Hüseyin’in (a.s) devrimini ahlaki değerlerden yoksun bir patlama devrimi olarak görmek doğru mudur?
Görüldüğü kadarıyla İmam Hüseyin’in (a.s) devrimi bilinçli bir devrim olmuştur.
Zalim ve fasit yöneticinin hükümeti
İmam Hüseyin’in (a.s) kıyamının sebeplerinden biri de sözde İslam hükümetinde ortaya çıkan sapıklıklardır. Elbette Yezid’in hükümeti bu sapıklıkların başlangıcı değildir. İslam devleti bir takım sahabe tarafından asıl yörüngesinden çıkartıldı ama bu sapıklıklar ilk yıllarda fazla belli değildi. Zira ilk halifeler bir çok bidatlara rağmen toplumsal adaleti ayakta tutmaya çalışıyor gözüküyordu. Ama üçüncü halifeden sonra bu görüntü değişmeye başladı. Sapıklıklar çoğaldı ve toplumsal uçurumlar büyüdü. Öyle ki İslam ve peygamberin azılı düşmanı olan ve sadece zahirde Müslüman gözükerek İslam saflarına sızan Ebu Süfyan gibisi halifenin bulunduğu bir toplantıda açık bir şekilde şu ifadeleri kullanma cesaretini göstermişti: “Hilafet Ben-i Ümeyye’nin eline geçtiğine göre artık dört elle sarılın ve elden ele dolaştırın. Hilafetin Ben-i Ümeyye’den çıkmasına izin vermeyin. Ebedi olarak çocuklarınızın elinde dolup dolaşsın. Biliniz ki ne cennet vardır ve ne de bir cehennem.”[6]
Bu küstahça tavsiyeler konuşmacının dinsizliğini ve küfrünü göstermektedir. Aynı zamanda hükümet üyelerinin sapıklığını ve cahiliye döneminin karanlık atmosferini gözler önüne sermektedir.
Ebu Süfyan bu sözleri sebebiyle kınanmadı. Hatta tavsiyeleriyle yavaş yavaş amel edildi. Çok geçmeden Ebu Süfyan’ın amcasının oğlu olan halife İslam adına yüzde yüz Emevi olan bir yönetim oluşturdu ve İslam ülkesinin bütün makamlarını dünya perest akrabalarının eline verdi. İlk iki halife döneminde İslam’ın zahirini korumak için valiler, hakimler ve yöneticiler emanet ve liyakat üzere seçiliyordu. Ama Osman’ın hilafeti döneminde yegane ölçü Ben-i Ümeyye hanedanına mensup olmaktı. Bugünkü tabirle ilişkiler kurallara üstün gelmişti.
Hz. Ali’nin (a.s) ilahi hilafeti Osman’ın katlinden sonra bu zulümleri ve ayrımcılığı ortadan kaldırdı. Ama bu ilahi hilafet kısa sürdüğü için Emevi zulmü kökten sökülüp atılamadı. Hz. Ali’nin (a.s) şahadetinden sonra Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye İslam ülkesinin hakimiyetini ele geçirdi Ziyad Amr b.As, Semere ve Mervan gibi zalim valileri Müslümanların namus, mal ve beytülmaline egemen kıldı. Hicr b. Adiyy, Reşid-i Hicri, Amr b. Hamk ve benzeri binlerce hak ve özgürlük taraftarı kimseler zulümle savaştığı ve Ehl-i Beyt’in (a.s) yolundan sapılmasına karşı çıktığı ithamıyla feci bir şekilde katledildi.
Muaviye yirmi yıllık hükümeti döneminde fesat ocağı ve Emevilerin pis ağacının meyvesi olan oğlu Yezid’in hükümetinin temellerini güçlendirdi. Muaviye öldükten sonra hicri altmışıncı yılın Recep ayının ortasında dini terbiyeden yoksun, cahiliye kinini taşıyan ve Bedir, Uhud ve Ahzab savaşlarının acısı sebebiyle İslam ve Peygambere karşı düşmanlık içine bulunan bir kimse hilafeti ele geçirdi. İslam risaletinin mazharı kanunların ve hududların mecrası, Müslümanların fikirlerinin temsilcisi ve İslam toplumunun ruhunun tecessümü olması gereken hükümet Muahammedi vahyi ve risaleti inkar eden ve atası Ebu Süfyan gibi düşmanlık içinde bulunan aşağılık bir kimsenin eline geçti.[7]
Muaviye’den sonra Hıristiyan öğretileri üzere terbiye edilen ve bu dine meyleden bir kimse iş başına geçti. Bu kimse cahil, şehvet perest diktatör, ayyaş, insani kemallerden yoksun bir kimse hilafetin başına oturdu. Babası Muaviye ile arasındaki tek fark babasının münafıkça zevahire riayet etmesi ama oğlunun gurur sebebiyle nifak perdesini yırtması, gerçek çehresini göstermesi ve kutsal değerleri açıkça çiğnemesiydi. Yezid şarap içiyor ayyaşlık meclislerine katılıyor korkusuzca şu şiirleri okuyordu: “Ey şarapçı dostlarım! Ayağa kalkınız. Güzel sesli kızların nağmesine kulak veriniz. Kadehleri kaldırınız, çalgının güzel nağmesi beni ezan sesini işitmekten alıkoyuyor. Ben cennet hurilerini şarap kadehinin kalan dibiyle değiştirmeye hazırım.”[8]
Yezid’in şarabı helal kabul eden görüşü hakkındaki meşhur şiiri ise şudur: “Eğer şarap bir gün Ahmed’in dininde haram kılınmışsa sen onu Mesih b. Meryem’in dini üzere iç.”[9]
Yezid’in sarayı fesat ve günah yuvasıydı. Bu sarayın kötü etkileri Mekke veMEdine2nin kutsal çevresine kadar varmıştı.[10]
Bu şartlar altında her ne kadar kendisinin ve aziz yakınlarının şahadeti ve ailesinin esareti pahasına da olsa İmam Hüseyin (a.s) peygamberin öğretileri üzere sessiz kalmayı haram ve kıyamı farz görmüştü. Nitekim peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “ Her kim Allah’ın haramını helal sayan, ilahi sözleşmeyi bozan, Allah Resulünün sünnetine muhalefet eden ve Allah’ın kulları hakkında zulüm ve günah üzere davranan bir sultanı gördüğü halde söz ve ameliyle ona karşı çıkmayan kimseyi zalim sultanla aynı yerde karar kılması Allah’ın üzerinde bir haktır.
[1] Porseşha ve Pasuhha, Ayetullah Cafer Subhani, s. 221-234
[2] İbn-i Kuteybe, el-İmame ve’s Siyase, c. 1 s. 170
[3] A.g.e, s. 165
[4] Kitab-u Selim b. Kays, s. 183-186
[5] Luhuf, s. 41
[6] İStiab, c. 4, s. 78 ve Şerh-u Nehc2il Belağa, İBn-i Ebi’l Hadid, c. 3, s. 443
[7] El-Bidaye ve’n Nihaye, s. 197 ve Mekatil’ul Talibiyyin, s. 120
[8] Tezkiret’ul Hevas, s. 291
[9] Tetimmet’ul Münteha, s. 43
[10] Muruc’uz Zeheb, c. 3, s. 277
İmam Hüseyin’i (a.s) Anmak
Bugünlerde kulaklarımız bir kez daha Hüseyin ve Zeynep adıyla, Kerbelâ ve Aşura yâdıyla çınlıyor. Bir kez daha hüzünleniyor kalplerimiz; bir kez daha boşalıyor gözlerimizden yaşlar. Neden acaba? Niye ağlıyoruz? Neye ağlıyoruz? Neden üzülüyoruz? Neye üzülüyoruz? Kimdir Hüseyin? Kimdir Zeynep? Nedir Aşura ve neresidir Kerbela?
Kâinat efendisi, Seyyidu'l-Enbiya, Resul-i Kibriya'nın göz nuru, Emirü'l-Müminin Aliyyü'l-Murtaza'nın ciğerparesi, dünya kadınlarının efendisi Hz. Fatıma'nın canı, ruhudur Hüseyin. Nübüvvet ve risalet bağının şah gülü, kızıl gülü, imamet ve velayet semasının üçüncü yıldızı, parlak yıldızı, kızıl yıldızı; özgür insanların önderi, örneği, hakikat yolcularının kıblesi, insanlık muallimi, izzet, adalet ve hürriyet öğretmeni, sevgi ve saadet rehberi, ubudiyyet ve irfanın en büyük üstadı, aşk ve şahadet öncüsü, âşık gönüllerin aşkı, hazin sevdası.
Evet, biz böyle bir insanüstü insana ağlıyoruz, Hüseyin'e ağlıyoruz, Resulullah'ın daha ilk dünyaya geldiği sırada gözyaşlarına boğduğu Hüseyin'e, omuzlarında büyütüp "Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin'denim" dediği Hüseyin'e. Evet biz Hüseyin'e ağlıyoruz, mazlumiyete ağlıyoruz, yalnızlığına ağlıyoruz, faziletlerin yalnızlığına, hak ve hakikatin yalnızlığına, İslam'ın, Kur'an'ın, Resulullah'ın yalnızlığına, Ehlibeyti'nin, evlatlarının yalnızlığına, aslanların, yiğitlerin al kanlar içinde yatmasına, zincirlere vurulmasına; çakalların, çapulcuların baş tacı edilmesine ağlıyoruz.
Evet, biz Hüseyin'in, yani bütün Enbiya'nın şahadetine ağlıyoruz. Hüseyin'in, yani Resulullah'ın şahadetine ağlıyoruz. Hüseyin'in, yani Ali'nin şahadetine ağlıyoruz. Hüseyin'in, yani Fatıma'nın şahadetine ağlıyoruz. Hüseyin'in, yani Hasan-ı Mücteba'nın şahadetine ağlıyoruz. Hüseyin'in yani bütün Ehlibeyt'in şahadetine ağlıyoruz. Zira Hüseyin, bütün enbiyanın varisi, Resulullah'ın vasisi, bütün evliyanın zübdesidir. Evet, Kerbela'da Hüseyin'i şehit edenler, bütün enbiya ve evliyayı şehit ettiler aslında.
Peki, kimdir tarihin bu en korkunç cinayetini işleyen zalimler, caniler?
Nurdan kaçan yarasalar, Bedir ve Uhud'ların, Hendek, Hayber ve Huneyn'lerin intikamı hırsıyla kavrulan, Hz. Hamza'nın ciğerleriyle yüreklerini serinletemeyen nübüvvet ve velayetin, hak ve hakikatin yeminli düşmanları. Onlar ki, sultanı razı etme pahasına Rahman'ı gazaplandırdılar; Resul'ün bağrını kanla doldurdular. Evet, Sıffin'de Ali'den öçlerini tam alamayan, yıllarca minberlerde, kürsülerde, hutbelerde Allah'ın velisine okudukları lânetten teselli bulamayan şeytan hizbi, bilahare Ali'nin oğlundan acılarını çıkarmaya çalıştılar; hiçbir vahşilik ve gaddarlıktan çekinmeden; hem de İslam adına, Peygamber adına ve hilafet sancağı altında!
Yine Zeyneb'i anıyoruz, o efsane kadını, o kahramanı, o Haydar-ı Kerrar kızını; o ikinci Zehra'yı, o şecaat, cesaret, sabır ve rıza abidesi, o iffet ve takva timsalini; o Kerbela elçisini, o izzet elçisini anıyoruz. Onun musibetlerine ağlıyoruz; yalnızlığına ağlıyoruz. Onu henüz hakkıyla tanıyamadığımıza ağlıyoruz.
Alemdar-ı Kerbela, tevhit cephesinin sancaktarı, susuzların sakisi Ebulfazli'l-Abbas'ı yâd ediyoruz. Onun imanına, hamiyetine, şecaat ve cesaretine gıpta ediyor, mazlumiyetine ağlıyoruz. O ki aziz kardeşi Hüseyin için o kadar önemli ve değerliydi; zira Hüseyin, kardeşinin şahadeti sırasında başka hiçbir şehit hakkında söylemediği sözü onun hakkında söyledi; elini beline koyarak şöyle haykırdı mazlumların efendisi: "İşte şimdi belim büküldü kardeşim!"
Bugünlerde Hüseyin'in yiğit yavrusu Ali Ekber'i bir kez daha dile getiriyor, minnetle anıyoruz, o ki siması Peygamber siması, ahlâkı Peygamber ahlâkıydı, Hüseyin ondan alıyordu Peygamber kokusunu.
Evet, Hüseyin'in en küçük askeri, altı aylık fedaisi, Ali Asker'ini bağrımız yanarak anıyor, Hüseyin'in mazlumiyetine gözyaşı döküyor, Allah düşmanlarını, Peygamber düşmanlarını, Hüseyin ve Ehlibeyt düşmanlarını top-yekûn bir kez daha lânetliyor ve Allah'ın Resulü'ne olan kadirşinaslık borcumuzu ödüyor; tevelli ve teberri görevimizi ifa etmeye çalışıyoruz.
Bugünlerde Hüseyin'in vefa ve sadakat, fedakârlık ve cesaret, iman ve itaat timsali olan yarenini, ashabını anıyoruz, tarih yaşadıkça yaşayacak olan o 72 ölümsüz Kerbela şehidini; onlar ki Emevî ordusu diye tanınan, insanlıktan bihaber 30 bin vahşi yığınına karşı en çetin şartlarda, kanlarının son damlasına kadar, kahramanca, mertçe, mümince savaşıp Peygamber evladını, Ehlibeyt'in nurlu yolunu savundular ve böylece en büyük fedakârlık ve vefa örneği ve öğretmeni olarak tarihe geçtiler.
Sadıklar böyle vefa gösterir serverine;
Bir canın yerine bin can verir rehberine.
Evet, yine Kerbela'yı anıyoruz; o, tarihin en büyük bela, musibet, imtihan, irfan ve aşk çölünü. Arz kadar geniş, hak-batıl çizgisi kadar uzun bir çöl… Sadıkların meydanı, âşıkların destanı ve kızıl laleler gülistanı… Kerbela…
Ve Aşura… insanlık tarihini kendinde özetleyen; şahadet günü, şehitler günü, mustazaflar, mazlumlar günü… Kanın kılıca galebe günü… Hakkın en parlak, en muhteşem, batılın ise en karanlık, en kara sayfası… Evet, Aşura'yı anıyoruz…
Hüseyin'i unutmamak, Hüseyin'in mektebini unutmamak demektir; çizgisini yaşatmak demektir. Kerbela'yı ve Aşura'yı zinde tutmak, Kerbelaî ve Aşuraî değerleri ihya etmek demektir. Hüseyin'e ağlamak, Hüseyin'in temsil ettiği bütün güzellikleri, değerleri sevmek, sahiplenmektir. Karşı çıktığı bütün çirkinliklere, zulüm ve gaddarlığa, insanlık dışı bütün eylem ve söyleme isyandır, nefret ve lânettir.
Allah yar ve yardımcınız olsun ve sırat-ı müstakimi en mükemmel şekliyle temsil eden Hüseynî çizgiden bizleri ayırmasın. Âmin!
'İran'ın Dış Politikadaki Dengeli Yaklaşımı Değişmez'
İran Dışişleri Bakanlığı Ekonomik Diplomasiden sorumlu Bakan Yardımcısı Mehdi Seferi, İran'ın temel politikasının dış ilişkilerde dengeye dayandığını açıkladı.
Mehr’in haberine göre, İran Dışişleri Bakanlığı Ekonomik Diplomasiden sorumlu Bakan Yardımcısı Mehdi Seferi, İran Cumhurbaşkanı Reisi ve Çinli mevkidaşı arasında gerçekleştirilen telefon görüşmesinden önce Phoenix haber ajansına verdiği demeçte, İran'ın temel politikasının dış ilişkilerde dengeye dayandığını vurguladı.
Bazı Çinlilerin İran ile Batı arasındaki ilişkilerin nükleer anlaşma çerçevesinde şekillenmesi durumunda Tahran ve Pekin'in ilişkilerinin gölgede bırakılacağından endişe duymasını reddeden Seferi, "Endişelenecek bir şey yok. İran Cumhurbaşkanı, hükümetin dış politika alanındaki ilkeli yaklaşımının dengeli bir yaklaşım olduğunu defalarca vurgulamıştır. Nükleer anlaşmanın gerçekleşmesi halinde İran ile Batı arasındaki ilişkiler normale dönerse Çin dahil dostlarını unutması mümkün olmayacak ve İran'ın dış ilişkilerde dengeye dayalı bu temel politikası değişmeyecektir" dedi.
Seferi, İran'ın ticaret ortağı ülkelerle ekonomik işbirliği ile ilgili olarak, "Özellikle ekonomik sektörde ülkelerle işbirliğini geliştirmekten yanayız. İran hatta bölge ülkeleriyle ekonomik işbirliği konusunda Orta Asya, Rusya, Çin, Hindistan ve Pakistan ile ekonomik bir birlik oluşturulabilmesi için tek para birimi önerisinde bulunmuştur." ifadesini kullandı.
Rusya Devlet Başkanı Putin'in son Tahran ziyaretini değerlendiren Seferi, "Bu gezi, transit ve enerji de dahil olmak üzere çeşitli sektörlerde ve özellikle enerji alanında yatırım geliştirme konusunda çok önemli, uzun vadeli ve stratejik bir faaliyettir" ifadelerinde bulundu.
İŞGALCİ YERLEŞİMCİLER MESCİD-İ AKSA'YA BASKIN DÜZENLEDİ
Onlarca Yahudi yerleşimci işgal güçlerinin yoğun güvenlik önlemleri altında El-Mağaribe Kapısı’ndan girerek Mescid-i Aksa’ya baskın düzenledi.
Kudüs’teki İslami Vakıflar Dairesi, bu sabahki baskına 153 Yahudi yerleşimcinin katıldığını ve yerleşimcilerin Mescid-i Aksa’nın avlusunda kışkırtıcı tavırlar sergileyerek dolaştıklarını söyledi.
Yahudi yerleşimcilerin Mescid-i Aksa’nın avlusunda ve özellikle de Er-Rahme Kapısı bölgesinde ayin yaptıklarını belirten İslami Vakıflar Dairesi, işgal güçlerinin Mescid-i Aksa’ya giren Müslümanlara kısıtlamalar getirdiğini, cemaatten bazı kimselerin kimliklerine girişte el koyduğunu ve onlarca kişiyi Mescid-i Aksa’dan uzaklaştırmaya devam ettiğini bildirdi.
Kudüslüler, Yahudi yerleşimcilerin baskınlarına direnmek ve Yahudileştirme planlarına karşı koymak amacıyla Mescid-i Aksa’da nöbet tutmaya davet ediyor.
Fanatik Yahudi örgütleri, önümüzdeki 7 Ağustos’a denk gelen ve tarih boyunca Yahudileri etkileyen felaketlerin anıldığı Tişa BeAv gününde Mescid-i Aksa’ya kalabalık gruplar halinde baskın düzenleme çağrısı yapıyor.
Mescid-i Aksa’yı Müslümanlar ve Yahudiler arasında zaman ve mekan bakımından ikiye bölme planları yapan işgal rejimi, planlarını hayata geçirecek zemini hazırlamaları için Yahudi yerleşimcileri Mescid-i Aksa’ya baskın düzenlemeye teşvik ediyor.
Yerleşimci İşgalciler Filistinlilere Saldırdı
Atuf ve Er-Re'su'l-Ahmer Köy Meclisi Başkanı Abdullah Bişarat, sözde Yerleşim Merkezleri Meclisi'nden yahudi yerleşimcilerin Ahmed Ziyab ve Muvaffak Fahri isimli iki Filistinliye ait iki traktörü gasp ettiklerini dile getirdi.
Tubas bölgesindeki Filistinlilere yerleşimci çeteler tarafından sık sık baskınlar düzenlendiği ve bu yüzden bölge ahalisinin saldırıya maruz kaldıkları, tarım arazilerinin tahrip edildiği, ağaçlarının söküldüğü, tarım ürünlerinin ve makinelerinin gasp edildiği dile getirildi.
Siyonist işgal güçleri tarafından himaye edilen yerleşimci çeteler Batı Şeria'nın her tarafında sürekli terör estiriyor. Bazen Filistinlilere saldırıyor, bazen onların arazilerini tahrip ediyor, ağaçlarını yakıyor veya kırıyor, evlerini yakıyor, koyun sürülerini ve tarım ürünlerini çalıyorlar.
İran: Atom Bombası Yapma Kabiliyetine Sahibiz ama böyle bir program gündemde değil
İran Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Muhammed İslami, ülkesinin teknik olarak atom bombası yapma kabiliyetine sahip olduğunu fakat böyle bir projenin gündemlerinde olmadığını söyledi.
"Entekhab" haber sitesine göre İslami, ülkesinin nükleer faaliyetleri ve Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) olarak adlandırılan 2015 yılında 5+1 ülkeleriyle imzalanan ancak uygulanamayan nükleer anlaşmaya yönelik açıklamalarda bulundu.
İslami, "İran'ın atom bombası yapacak teknik yeteneği var ama böyle bir program gündemde değil" dedi.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) ile ilişkilerinde yapıcı işbirliğine sahip olduklarını dile getiren İslami, ülkesinin nükleer faaliyetlerine yönelik asılsız suçlamalarla KOEP'in hayata geçirilmesine engel olunduğunu savundu.
İranlı yetkili, "Karşı tarafta KOEP'e dönme iradesi varsa asılsız suçlamalarda bulunmamalı, KOEP'e dönmek istemiyorlarsa da tarafların zamanını boşa harcamamalıdırlar" diye konuştu.
İran Dışişleri Bakan Yardımcısı ve Başmüzakereci Ali Bakıri, dün Twitter hesabından yaptığı paylaşımında, ABD'nin de hazır olması durumunda İran'ın müzakereleri kısa sürede sonuçlandırmaya hazır olduğunu belirtmişti.
Viyana'dan Doha'ya nükleer müzakereler
İran'ın nükleer faaliyetleri konusundaki Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) olarak adlandırılan anlaşmanın ilki, 2015 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 5 daimi üyesi (İngiltere, ABD, Çin, Fransa, Rusya) ve Almanya ile İran arasında imzalanmıştı.
Eski ABD Başkanı Donald Trump'ın 2018'de ülkesini tek taraflı olarak anlaşmadan çekmesinin ardından İran'a yönelik ekonomik yaptırımlar tekrar uygulamaya konulmuştu. Bunun üzerine Tahran yönetimi nükleer faaliyetlerine aşamalı olarak geri dönmüştü.
KOEP'in yürürlüğe konulması için geçen yıl Avusturya'nın başkenti Viyana'da yeniden başlayan görüşmeler, Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell'ın tabiriyle "dış etkenler" nedeniyle 11 Mart'ta askıya alınmıştı.
Borrell'in 25 Haziran'daki Tahran ziyaretinde, varılan anlaşmalar çerçevesinde, nükleer anlaşmanın hayata geçirilmesi kapsamındaki görüşmelerin Katar'ın başkenti Doha'da sürmesine karar verilmişti. 28-29 Haziran'da ABD ve İran temsilcilerinin dolaylı görüşmelerinden de bir sonuç alınamamıştı.
Yakın tarihte görüşmelerin tekrar başlaması bekleniyor.