
کارگر
İmam Hamanei'den Gençlere 14 Önemli Tavsiye
İmam Hamanei'den bilinçli ve sağlıklı bir neslin var olabilmesi için gençlere önemli tavsiyeler:
1-Yüce Allah’ın bizlere vermiş olduğu bir takım vazifeler var. Eğer bunları yerine getirirseniz; hayatınız boyunca mutlu olursunuz.
2-Namazlarınızı vaktinde, dikkat ve huşu içinde kılın.
3-Allah ile aranızda olan bağlarınızı sağlam kılın.
4-Kendi manevi duygularınızı Allah’a yönelerek, namaz kılıp, dua ederek, Ehl-i Beyt'e tevessül edip, şehitleri anarak sağlayın.
5-Her gün manasını anlamaya çalışarak ve dikkat ederek Kuran okuyun.
6-Anne ve babanıza olan saygınızı koruyun ve onların emeklerini ve sevgilerini karşılıksız bırakmayın.
7- Sağlığınızı spor yaparak ve doğru beslenmeyle sağlayın.
8-Hayatta cesaretli olun ve güvenle hareket edin.
9- Derslerinizi ciddiye alın.
10-Yol gösterici kitaplar sayesinde sağlıklı düşünmeyi ilke edinin.
11- Şehitleri ve vatana hizmet vermiş insanları konu alan kitaplar okuyun.
12- Kendinizi ve etrafınızı düşmanların nüfuzu karşısında korunaklı hale getirin.
13- Ev ve okul ortamında canlı ve etkili olun.
14- Kendinizi ileride ülke yönetimi için hazırlayın.
Abdullahiyan, Nükleer Anlaşmanın Önündeki Engeli Açıkladı
İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, dün Tahran'ı ziyaret eden Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler Servisi Genel Sekreter Yardımcısı ve Siyasi Direktörü Enrique Mora ile görüştü. Mora ve Emir Abdullahiyan, yaptırımların kaldırılmasına ilişkin Avusturya'nın başkenti Viyana'daki müzakereler ve nükleer anlaşmada gelinen son durum hakkında görüş alışverişinde bulundu.
Emir Abdullahiyan, Avrupa Birliği Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell ve Enrique Mora'ya Viyana müzakerelerine sundukları katkılar nedeniyle teşekkür etti.
İran İslam Cumhuriyeti'nin Viyana görüşmelerine büyük kararlılıkla katıldığını ifade eden Emir Abdullahiyan, kalan sorunları çözmek için diğer tarafların özellikle ABD hükümetinin, gerçekçi bir yaklaşım benimsemesi gerektiğini vurguladı.
Emir Abdullahiyan, "İran halkının ekonomik yararına bağlı olan yaptırımların kaldırılması konusunda ABD'nin siyasi bir karar vermemesi, nihai anlaşmanın önündeki en büyük engeldir." dedi.
İran'ın nükleer anlaşmanın tüm ekonomik avantajlarından yararlanmak istediğini belirten Emir Abdullahiyan, "Yaptırımların etkin bir şekilde kaldırılması bizim için önceliktir." ifadesini kullandı.
AB yetkilisi Mora dün İran Dışişleri Bakan Yardımcısı ve Başmüzakereci Ali Bakıri Keni ile de bir araya geldi.
Bakıri'nin Mora ile gerçekleştirdiği görüşmede, Viyana'daki müzakereleri ele alındı.
Görüşmede üst düzey müzakereci Bakıri, İran İslam Cumhuriyeti'nin Viyana'da anlaşmayı sonuçlandırma konusunda kararlı olduğunu ifade ederek, "Amerika tarafının gerçekçi yaklaşması halinde anlaşmaya varılabilir." dedi.
İran İşgal Altındaki Filistin’de Düzenlenen Şeytani Zirveyi Kınadı
İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Said Hatipzade işgal altındaki Filistin'de düzenlenen şeytani zirveyi kınadı ve bunun Filistin’in özgürlük davasına ihanet olduğunu belirterek, Siyonistlerin bölgedeki fitne ve kötülüğüne karşı uyarıda bulundu.
Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Fas olmak üzere dört Arap devletinin dışişleri bakanları, Pazar günü işgal altındaki Necef Çölü’nde İsrail Dışişleri Bakanı Yair Lapid ve ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken'in huzurunda bir toplantıya katıldı.
Said Hatipzade konuyla ilgili olarak şunları söyledi: ‘Terörist Siyonistler ve Kudüs'ü işgal edenlerle normalleştirme ve ilişki kurmaya yönelik her türlü girişim, mazlum Filistin halkının sırtına saplanan bir hançerdir ve çocuk katili olan İsrail rejimine halkı katletmesi ve toprakları işgal etmeye devam etmesi için bir armağandır. Tarihi tecrübeler şunu göstermiştir ki, uzlaşma ve teslim olma süreci, sadece bunu destekleyenlerin yenilgisine ve aşağılanmasına yol açacaktır ve Filistin toprakları, Filistin halkının direnişi ve İslam milletlerinin ve hükümetlerinin desteği olmadan kurtarılmayacaktır.’
Hatipzade konuşmasının sonunda, Siyonistlerin bölgedeki fitne ve kötülüğüne karşı uyarıda bulundu ve İran İslam Cumhuriyeti'nin bölge ülkeleriyle işbirliği yapmaya, ikili ilişkileri genişletmeye ve Siyonistlerin ve Amerikalıların ihtilaf çıkarma ve Batı Asya bölgesinde istikrarsızlık yayma komplosuyla mücadele etmeye hazır olduğunu vurguladı.
İmam Hamanei’den Arabistan ve Ukrayna Açıklaması
İslam İnkılabı Rehberi İmam Hamanei hicri şemsi yeni yıl münasebetiyle yaptığı konuşmada, İran içindeki ve dünya genelindeki konulara değindi.
İmam Hamanei'nin konuşmasının önemli başlıkları şöyledir:
Nevruz, zikir, dua ve maneviyat ile iç içedir. Belki de milletler arasında yılın ilk bayramları arasında, milli bir bayramın dua ve maneviyat ile iç içe olması ender görülen bir konudur.
Nevruz Bayramı konusunda İranlılara has tarz ve tat, insanları düşündürmektedir. Bahar bir umut ve tazelik mesajıdır ve bu umut bu sene bu bayramın Şaban ayının ortasına denk gelmesi nedeniyle ikiye katlanmıştır. Çünkü Şaban ayının ortası insanlığın büyük ümidinin doğum günüdür.
Umut, tüm hareketlerin ve ilerlemelerin kaynağıdır ve Allah-u Teala İran halkı için umut nedenini sağlamıştır ve Allah'a hamd olsun umut için zeminler az değildir. Bırakın düşmanlar İran milletinin umuduna öfkelensinler.
Son 10 yılda ve h.ş1390'lı yıllarda birçok ekonomik zorlukla karşı karşıya kaldık. Halkın rahatını sağlamak için bu konular hakkında uygun şekilde düşünülmesi gerekir.
Ekonomide asıl mesele, milli üretimdir ve bu son üç, dört yılda yılın sloganı olarak gündeme gelmiştir. Yetkililer ellerinden geldiğince bir şeyler yaptılar ama bugün bizim ve ülkenin üst düzey yetkilileri için asıl mesele ekonomidir.
İnsanları cesaretlendiren yeni yaklaşımlar var ve eğer bu halkçı yaklaşımlar devam ederse umut belirtileri de artacaktır.
Ekonomi alanında konuştuklarımız ağırlıklı olarak ülke yetkililerine yöneliktir. Bunu toplum önünde konuşmamızın nedeni, insanların ekonomik meseleler ve ekonomi politikalarından haberdar olması ve bir eylemde bulunan yetkilileri desteklemesidir. Elbette özellikle bilgi temelli ekonomi alanında halkın ve özellikle gençlerin yapması gereken görevler vardır.
Benim bugün bahsettiğim konu şudur; Ülkenin ekonomik işlerinde reform yapmak için, kararlı bir şekilde bilgiye dayalı ekonomiye doğru ilerlemeliyiz. Yani ileri bilgi ve teknolojinin üretimin tüm alanlarında, hatta üretim işinin türünü seçmede bile tam bir rolü vardır. Çünkü her şey yapılmak zorunda değildir ve seçim bilimsel çalışmaya dayalı olmalıdır.
Bu politikayı takip edip bilgiye dayalı işletmeler geliştirirsek, bu, üretim maliyetlerini düşürecek, verimliliği artıracak, ürün kalitesini iyileştirecek ve ürünleri küresel pazarlarda ve yurtiçinde var olabilmek için daha rekabetçi hale getirecektir. Ülke içinde ithalat akışı olsa bile insanlar yerli kaliteli ve ucuz ürünü memnuniyetle karşılayacaktır.
Ne yazık ki tarım sektörümüz bilgi temelli olmaktan uzaktır. Bu sektörde bilgiye dayalı şirketler geliştirirsek, tohum ıslahında, yeni sulamada ve yeni üretim yöntemlerinde, su ve toprağın daha iyi verimliliğinde bundan en iyi şekilde yararlanacağız. Sonuç olarak ülkenin gıda güvenliği sağlanacak, çiftçilerin gelirleri artacak ve teşvik edilecektir. Su sıkıntısı sorunu da çözülebilecektir.
Ekonomide adil ilerleme sağlamak, yoksulluk ve mali zayıflık sorununu çözmek, ancak üretimi güçlendirme yolundan geçmektedir ve eğer bilgiye dayalı üreterek üretimi güçlendirirsek bu büyük hedefe ulaşılacaktır.
Şu anda, ülkede 4 bin 500'ü imalat şirketi ve geri kalanı hizmet şirketi vb. olmak üzere 7 binden az bilgiye dayalı şirketimiz var. Bu sayıda şirket yaklaşık 300 bin doğrudan istihdam yaratıyor. Bu önemli bir rakamdır ve geçen yıl 320 bine kadar doğrudan iş istihdamı olduğu tahmin ediliyor.
Bana bunun bu yıl için en fazla %30 artırılabileceği söylendi ama ben bundan memnun değilim ve %30'un ülkenin ihtiyaçlarını karşılayan bir rakam olmadığına inanıyorum ve yetkililerden beklentim bu firmaların %100 artışla 300 bin doğrudan iş istihdamını 600 bine çıkarmalarıdır. Tabi oluşturulan şirketlerin gerçekten de bilgiye dayalı olması gerekiyor.
Ülkemiz temel gıda ürünlerinde gerekli güvenliği ve kendi kendine yeterliliği sağlamalıdır. Buğday, hayvan yemi, mısır, arpa ve ana yağ üretim maddelerinde kendi kendimize yetmeliyiz. Ülkenin her yerinde üzerinde çalışılması gereken verimli ovalarımız var. Birkaç yıl önce, Huzistan örneğinde olduğu gibi. Orada ve Gilan ve Sistan'da yapılan eylemi teşvik ettim. Bu bölgelerde istediğimiz miktar uygulanmasa da ama yine de iyi bir eylemdi.
Ekmeği israf ediyoruz ve atılıyor. Halkımız, tarım sektörümüzün ne yazık ki ithalata en çok bağımlı sektörlerden biri olduğunu bilmelidir. Bunun ayarlanması gerekir ve bu bağımlılıkla mücadele etmek zordur.
Bilgiye dayalı üretim ve ekonomi alanındaki yetkililerin çabası, onların ürünlerini desteklemek ve satın almak ve gerekli imkanlara sahipse onlara vermektir.
Bu hedeflere ulaşmak için gerekli olan en önemli tesis, bu konuda elimizin açık olduğu insan gücüdür. Üst düzey mezunlarımızın büyük bir kısmı kendi akademik olmayan alanlarında çalışmaktadır. Oysa bu kişiler kendi alanlarında istihdam edilebilir ve desteklenebilir.
Geçen yıl ülke ekonomisinin ABD yaptırımlarına bağlı olmaması gerektiğini söyledim. Şimdi de aynı şeyi söylüyorum.
ABD yaptırımlarına rağmen dış ticaret artırılabilir ve gelişebilir ve bu olmuştur. Bölgesel anlaşmalara girmek de mümkündür ve hükümet buna girmiştir ve petrol alanında daha iyi bir duruma gelinebilir ve bu da olmuştur.
Tabii ki yaptırımları kaldırmaya çalışmayalım demiyorum ama meselenin temeli, yaptırımların çok büyük bir etkisi olmayacak şekilde ülkeyi yönetmektir ve bu da yetkililerin inisiyatifindedir.
Bu nedenle bu yıl da ülke ekonomisinin yaptırımlara bağlı kalmaması için aynısını öneriyorum. Ek bir tavsiyem daha var ve buda şöyledir: Artan petrol gelirlerini ne yapacaksınız? Ya döviz gelirlerini artırarak ithalatı artırabiliriz, bu da ülke kaynaklarının kaybı anlamına gelmektedir. Ya da bu artışla ülkenin temellerini ve temel altyapısını güçlendirmek için harekete geçebiliriz.
Dünyanın güncel meselelerine bakıldığında, İran milletinin müstekbir cephe karşısındaki meşruiyeti ve hakikati her zamankinden daha net görülüyor. Milletimizin müstekbirler karşısındaki seçimi bir teslimiyet değil, sistemin ve ülkenin bağımsızlığını ve iç güçlenmesini ayakta tutmak ve sürdürmekti ve bu da doğruydu.
Afganistan olayına bakın. 20 yıl boyunca bu ülkedeki mazlumlara ve Müslümanlara ne yaptılar ve sonra nasıl çıktılar! Bu milletin mallarını da yanlarında götürdüler.
Cumhurbaşkanının Batı'nın desteğiyle iktidara geldiği Ukrayna'da Batı ne kadar sert konuşuyor?
80 gencin kafasının kesildiği Suudi Arabistan'da yaşanan olaylar, dünyada nasıl bir zulmün ve karanlığın hüküm sürdüğünü, dünyada ne kadar kana susamış kurtların olduğunu gösteriyor.
Ukrayna'da herkes Batı'nın ırkçı sahnesine şahit oluyor. Siyahları beyazlardan ayırıyorlar, ülkeden ayrılmak için trene binen siyahileri indiriyorlar ve medyaları açıkça neden bu defa Batı Asya'da savaş olmadı diye hayıflanıyor!
Tüm bunlara rağmen, bu zulüm ve baskılarla insan hakları iddiasında bulunuyor ve bu iddia ile bağımsız ülkelerden fidye talep ediyor ve dünya milletleri de bu manzarayı görüyorlar.
Bugün her zamankinden daha fazla çalışmaya ve çabaya ihtiyacımız var. Her şeyden önce empatiye, sinerjiye ve halk arasında söz birliğine ihtiyacımız var. Ayrıca, birbirine yardım etmesi gereken ülke yetkililerinin işbirliğine ihtiyacımız var.
Bazen halk arasında veya bazı yetkililer arasında veya yetkililer ve halk arasında, genellikle boş ve yanılsamalardan ve takvasızlıktan kaynaklanan ihtilaflar meydana gelmektedir. İmam (r.a) h.ş 1360'lı yıllarda bu ihtilafların insanın kendi nefsini sevmesinden kaynaklandığını belirtirdi.
İran milletinin iyilik ve ilerleme yolundaki gönüllülüğü yok edilmemelidir.
Erdoğan, Batı'ya tek adam rejimini kabul ettirebilecek mi?
Ukrayna'yı Rusya'nın bataklığına çevirme planı işlerse Türkiye'nin şu an övündüğü ve değerli bulduğu dengeci siyasetinin işlevselliği tükenebilir.
Tarafların bir iki hafta içinde görüşmelerden sonuç çıkabileceğine dair açıklamalar bir uzatma taktiğine işaret ediyor. Bunu nasıl anlamalıyız? Bu sahadaki tıkanmışlık halinin değişmesi üzerine kurulan hesaplarla bağlantılı sanırım. Rusya’nın askeri stratejisine baktığımızda Ukrayna’yı Azak Denizi ve Karadeniz’den tamamen kopartacak şekilde bir harekat izlediği görülüyor.
Rusya kuşatma altında tuttuğu Mariupol kenti düştüğünde Azak denizinde hedefine ulaşmış olacak. Kırım’ın kuzeyinden geliştirilen harekat Herson’dan sonra Mikolayiv’de durdu. Buradan sonra anlaşılan hedef Odessa. Ki denizden donanma gemilerinin yaklaştığı Odessa düşerse Karadeniz kuşatması da tamamlanmış olacak.
Acaba Putin bu çevrelemeyi tamamladıktan sonra sözünü ettikleri beş koşul için dayatmada mı bulunacak? Kritik koşullar Donbas ve Kırım’la ilgili. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın bu iki konuda Putin ve Zelenskiy'nin masaya oturduğunda çözüm bulabileceğine dair iyimser bir açıklama yaptı.
Diğer koşullardan NATO üyeliği hedefinin anayasadan çıkarılması ve Ukrayna’nın tarafsız bir statüde olması Kiev’de sindirilmiş gözüküyor. O yüzden garantör ülkeler anlaşması istiyorlar. Türkiye’nin de dahil olacağı bir garantörlük mekanizmasına Rusya onay verecek mi? Çerçevesi barış gücü ya da başka bir formatta askeri misyonu içerecek mi? Hiçbir şey belli değil.
Neo-Nazi grupların elimine edilmesi konusunda da Ukrayna’nın bunları kınayıcı bir tutumunun koşulu karşılayabileceğine işaret ediliyor.
Silahsızlanma koşulu zaten muğlak bir şeydi. Anlaşmanın nasıl bir noktada geleceği savaşın seyrine bağlı. ABD bir taraftan silah sevkıyatını artırma kararlılığında. Batının yardımları halihazırda Rusya’nın işine çok zorlaştırdı. Biden Avrupa’yı NATO zemininde yeniden yoğurma şansını yakaladı ve şimdi Çin’i Rusya’dan uzaklaşmaya zorluyor. Biden’in Çin lideri ile görüşmesi bu açıdan önemli. Ama öncesinde Çin, ABD’yi Ukrayna’ya silah taşıyarak barışı sağlayamayacağı konusunda uyararak özerk pozisyonunu korudu.
*
Savaş bu noktadan bir çözüme kavuşur sa Türkiye, Rusya ile ilişkilerini de kurtarmış halde Batı ile kıymetli ortaklık mesafesinde uyumlulaşma sürecini devam ettirebilir. Erdoğan’ın istediği otoriter başkanlık sisteminin sindirilmesi, 2023’de iktidarı korumak için yapacaklarının da peşinen göz yumulmasıydı.
Ukrayna müstesna bir iklim yarattı ve Erdoğan kendi koşullarıyla Batı ile çalışma imkanını yeniden buldu. Fakat Ukrayna’yı Rusya’nın bataklığına çevirme planı yol alırsa Türkiye’nin şu an övündüğü ve değerli bulduğu dengeci siyasetinin işlevselliği tükenebilir.
*
Ukrayna’nın Suriye sahnesine yansımalarını merakla bekliyor olacağız. Suriye’de çözüm ABD-Türkiye ve Rusya-Türkiye ilişkilerinin seyrine mahkum. Erdoğan, Putin’le ilişkilerini muhafaza edebilirse özellikle Rusya’nın Kürtler lehine kullanılması beklenen bir durum değil.
Aynı şekilde ABD de NATO’yu yeniden elektriklemişken Suriye’de Kürtler lehine iddiasını büyüterek Türkiye’yi üzecek bir açılıma gitmeyebilir. Ama kısa vadede bu çıkmaz halini koruyan dengenin değişmesini beklemiyorum.
+Gerçek
Türk Medyasının Siyonist Rejim Sınavı ve İran Karşıtlığı
Türk medyası son zamanlarda Siyonist İsrail rejimi konusunda yeni bir sınavdan daha geçiyor. Türk medyası, hükümetin politikalarına göre yön belirlerken kafası karışmış bir durumda.
Öyle ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail için “terörist devlet”, “eli kanlı rejim” ve “işgal devleti” gibi ifadeler kullandığında ülke medyası Siyonist rejimi; İslam düşmanı, Filistin işgalcisi ilan ederken tam tersi durumda İsrail güzellemesi yapmakta. Bu durumun bir örneğini işgalci Siyonist rejimin Kudüs saldırısında ve Erdoğan’ın Siyonist Rejim Cumhurbaşkanını Türkiye’ye davet etmesinde gördük. “Kudüs Kılıcı Savaşı’nda” AKP hükümetinin İsrail karşıtı söylemleri Türk basınında geniş yer bulmuş, Erdoğan’ın; "İslam ülkeleri başta olmak üzere tüm dünyayı İsrail’in Mescid-i Aksa’ya, Kudüs’e ve Filistinlilerin evlerine yönelik saldırılarına karşı etkili şekilde harekete geçmeye davet ediyorum" çağrısını, Erdoğan’ın “siz çocuk öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” sözlerini manşetlerine taşımış ve “Kudüs'ün Kılıcı Savaşı işgalcilerin burunlarını yere sürttü” başlıklarına yer vermişti. Ardından değişen politika ile Türk basını da tersine rüzgâr esmeye başlamıştı. Erdoğan 9 Mart 2022’de İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog ile Ankara’da yaptığı görüşmede; Türkiye-İsrail ilişkilerinde bir “dönüm noktası olacağını” söyledi ve İsrail Devleti’yle ilişkileri geliştirmenin Türkiye için “büyük bir değeri olduğunu” ifade etti. Türk medyası bu defa İsrail ile ilişkilerden övgü ile bahsetmeye başlamış hatta hızını alamayarak Erdoğan Herzog görüşmesi dünya basınında başlıklarına yer vermişti. Türk medyasının bu durumu bir yere kadar kabul edilebilir fakat Türk medyasının İran karşısında Siyonist İsrail savunması akıllara bazı soru işaretleri getirmekte.
Türk medyasında yer alan İran tarih boyunca hiçbir gayrimüslim devletle savaşmamış algı yaratma çabası Siyonist İsrail’e olması gereken düşmanlığı Müslüman İran’a yöneltmektedir. İslam İnkılabının gerçekleştiği günden bugüne Türk medyasında İran karşıtı bir dalga oluşmuş ve bu dalga günümüzde de işgalci Siyonist rejim savunuculuğuna kadar gitmiştir. Bu iddiayı somut örneklerle ortaya koymak oldukça kolaydır. Örneğin Siyonist rejimin en büyük savunucusu ve destekçisi ABD’nin Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Ordusu Komutanı Kasım Süleymani’yi uluslararası yasaları çiğneyerek 3. bir ülkenin davetlisi olarak Irak’a düzenlediği sefer sırasında düzenlediği İHA’lı saldırıda şehit etmesine karşılık, İran’ın 8 Ocak 2020 sabahı ABD’nin Irak’taki Ayn el Esed Askeri Üssüne düzenlediği saldırıyı başarısız göstermeye çalışmış; “İran'a ait füzelerden bazılarının hedefine ulaşamadan düştüğünü”, “İran’ın ABD ile anlaşmalı saldırı düzenlediğini”, “İran’ın boş alanları bombaladığı” haberlerine yer vermişti. Yine Türk basını Türkiye’nin PKK’ya yönelik Kuzey Irak’a düzenlediği saldırıları Türkiye’nin meşru savunma hakkı olduğu yönünde gösterirken İran’ın düzenlediği saldırıyı Irak’ın bağımsızlığına aykırı olduğu yönünde göstermişti.
Aynı şekilde İran’ın Filistinli direniş gruplarına yaptığı yardımları, Filistinli yetkililerin İran’ın Filistin direnişine verdiği desteğe yönelik açıklamalarını manşetlerine taşımazken İran’ın Siyonist rejime hiçbir zaman saldırı düzenlemediği yönündeki haberlerini manşetlerinde eksik etmemekteler. Oysaki Filistinli yetkililer yaptıkları açıklamalarda; İran’ın İslam İnkılabının gerçekleştiği günden itibaren maddi ve manevi olarak Filistin’in yanında yer aldığını, İran İslam Cumhuriyeti’nin Tahran’daki Siyonist Büyükelçiliğini ele geçirerek Filistin Büyükelçiliğine dönüştürdüğünü açıkça beyan etmekteler. Filistinli yetkililer Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin Filistin direnişinin en büyük destekçisi olduğunu, Filistin’in altında yer alan tünellerin Kasım Süleymani’nin fikri olduğunu açıklamalarına rağmen Türk basını Kasım Süleymani’yi katil, terörist göstermektedir.
Tüm bunlarla birlikte, İran’ın 13 Mart 2022’de Irak Erbil’deki MOSSAD üssüne düzenlediği saldırı Türk basınında “İran Erbil Havalimanını vurdu”, “İran ABD’nin Erbil Konsolosluğuna Füzeli saldırı düzenledi” “İran boş binaları vurdu” şeklinde aktarılırken Türk Dışişleri Bakanlığı’nın; "Irak'ta barış ve istikrarı bozmaya yönelik eylemler asla kabul edilemez. Saldırıyı kınıyoruz." ifadeleri Türk basınında geniş yer buldu. Irak yerel basını ve dünya medyası İran, Erbil’de MOSSAD üssünü vurması sonrası ABD’ye ait büyük bir kargo uçağının saldırının hemen ardından vurulan MOSSAD üssüne geldiğini ve bir süre sonra Tel Aviv’e uçtuğu haberlerini verirken Türk medyası bu olayı; “İran Devrim Muhafızları, Irak’ın kuzeyindeki Irak Kürt Bölgesel Yönetimi'nin (IKBY) Erbil şehrinde bulunan ABD Başkonsolosluğu binasını hedef alan füze saldırısını üstlendi” ve saldırı sonucu herhangi bir can kaybı veya yaralanma yaşanmadı şeklinde verdi.
Yine olaydan bir gün sonra 14 Mart 2022’de Siyonist rejim için korkunç bir gece yaşanırken Türk basını olaya sessiz kalmıştı. Hatta Siyonist gazetesi Haaretz dahi İçişleri, Sağlık ve Adalet Bakanlıkları ile Başbakanlık'ın siteleri dahil ülkede birçok site hacklendi haberlerine yer verirken Türk medyası İran hiçbir zaman gayrimüslümlerle, İsrail ile savaşması düsturu doğrultusunda sessizliğe gömülmüştü.
Tüm bunlar göz önüne alındığında güçsüz de olsa gerçekleri dile getiren bazı internet haber siteleri dışında Türk basınının İşgalci Siyonist Rejim İsrail taraftarlığı mı yapıyor değerlendirmesi yine Türk kamuoyuna bırakılmakta.
tasnim
İmam Mehdi ve Hazra Adası
Hz. Mehdi konusunda sözkonusu edilen konulardan birisi de Hazra adasıdır. Hz. Mehdi'nin çocuklarıyla birlikte Hazra adasında yaşadığını söyleyenler vardır. Ama Hazra adası olayı daha çok bir efsaneye benzemektedir. Bu konuda Allame Meclisi Biharu'l Envar'da genişçe bir hikaye nakletmektedir. O hikaye kısaca şöyledir:Irak'ın Necef şehrinde Emire'l Müminin kütüphanesinde "Hazra Adası Olayı" imiyle meşhur olan bir kitap buldum. El yazısıyla yazılmış olan o kitabın yazarı Fazl b. Yahya Tayyibi'dir. Fazl b. Yahya kitabında şöyle yazar:
Hazra adası olayını ben ilk olarak İmam Hüseyin'in türbesinde (699 yılının Şaban ayının 15'inde) Şeyh Şemsuddin ve Şeyh Celaluddin'den duydum. O ikisi olayı Zeynuddin Ali b. Fazil-i Mazanderani'den naklediyorlardı. Bunun üzere ben olayı kendisinden duymak istedim.
Aynı sene Şavval ayının başlarında Şeyh Zeynuddin tesadüfen Hille şehrine gitti ve ben onunla Seyyid Fahruddin'in evinde görüşerek kendisinden olayı bana da nakletmesini rica ettim. Bunun üzerine Şeyh Zeynuddin şöyle dedi: Ben Dimeşk'te Şehy Abdurrahim-i Hanefi ve Şehy Zeynuddin-i Ali Endülüsi'nin yanında ilim tahsil ediyordum. Şeyh Zeynuddin hoş sohpet birisi olup İmamiye Şia'sı alimlerine karşı iyimserdi; onlara saygı gösterirdi. Ben bir müddet kendisinden istifade ettim. Bir gün Mısır'a gitmesi icabet etti. Biz birbirimizi çok severdik, dolayısıyla beni de beraberinde Mısır'a götürmeye karar verdi. Birlikte Mısır'a giderek Kahire'de ikamet ettik. Orada kaldığımız dokuz ay çok güzel geçti. Bir gün babasından bir mektup geldi. O mektupta babası çok hasta olduğunu ve ölmeden önce kendisini görmek istediğini yazmıştı. Üstad mektubu okuyunca ağladı ve Endulos'a gitmeye karar verdi. Ben de yanına takıldım. Adanın ilk şehrine yetişince ben şiddetli bir şekilde hastalandım; hareket etmeye gücüm yoktu. Üstad benim bu halime çok üzüldü; nihayet beni şehrin hatibine bırakarak bana bakmasını rica etti ve kendisi de şehrine doğru hareket etti. Hastalığım üç gün sürdü. Sonra yavaş yavaş iyileşmeye başladım. Evden çıkarak şehrin sokaklarını dolaştım. Bu arada dağlık bölgeden gelmiş olan bir kafileye rastladım. -Satmak için- oradan eşya getirmişlerdi. Oradakilere kafiledekilerin kimler olduğunu ve nereden geldiklerini sorduğumda dediler ki: Bunlar Rafizilerin adalarına yakın olan Barbarlar'ın şehrinden gelmişler.
"Rafizilerin adası" adını duyunca orayı merakla görmek istedim. Oradakiler, o adalara yirmi beş günlük yol olduğunu ve iki günlük yolda ise su ve bayındırlık olmadığını söylediler. Ben o iki gün yolda zorluğa düşmemek için bir binek kiraladım, yolun geriye kalanını da piyade gittim ve nihayet Rafizilerin adalarına ulaştım. Adanın etrafı yüksek ve sağlam burçları olan duvarlarla çevrilmişti. Şehrin merkez camisine girdim, çok büyük bir cami idi. Bu arada Şiiler gibi ezan okuyan müezzinin sesini duydum; ezandan sonra da İmam-ı Zaman'ın (Hz. Mehdi'nin) zuhurunun tacili için dua etti. Sevinçten kendimi tutamayıp ağladım. Millet camiye gelip Şia fıkhına göre abdest aldılar, hoş simalı bir kişi camiye girerek mihraba doğru hareket etti, namaz için gelen insanlar o adamın arkasında camaat namazı kıldılar. Namazdan sonra namz duası okudular ve namaz bitince benim hal-hatırımı sordular. Ben durumu anlattım ve asaleten Iraklı olduğumu söyledim. Benim Şia olduğumu anlayınca saygı gösterdiler, sonra camiye ait olan odaların birinde bana yer verdiler. Cami imamı beni ağırlıyor ve asla yalnız bırakmıyordu. Bir gün ona, bu şehrin ahalisinin yiyecek ve diğer ihtiyaçlarının nereden temin olduğunu sordum. Zira o etrafta tarla namına bir şey yoktu. Bunun üzerine cami imamı, bu şehrin ahalisinin yiyeceklerinin her yıl iki defa gemiyle Akdeniz'de olan Hazra adasından geldiğini söyledi. Geminin gelmesine ne kadar kaldığını sorduğumda, daha dört ay var dedi.
Ben müddetin uzun olmasına üzüldüm, ama tesadüfen gemiler kırk gün sonra geldiler. Yedi gemi arka arkaya iskeleye yanaştı. Büyük gemiden hoş simalı bir kişi inerek, camiye geldi ve Şia fıkhına göre abdest alarak öğle ve ikindi namazını kıldı. Namazdan sonra bana dönerek selam verdi. Benim ve babamın ismini söyledi. Olup bitenlerden hayrete düştüm. Şam'dan Mısır'a veya Mısır'dan Endulos'a yaptığım yolculukta mı ismimi duydun? dedim. Bunun üzerine o hayır, dedi; seni ve babanın ismini, yüz hatlarını ve huyunu bile daha önce söylemişlerdi bana, seni kendimle birlikte Hazra adasına götüreceğim cevabını verdi. O adam bir hafta o adada kaldı ve oradaki işlerini yaptıktan sonra birlikte Hazra adasına doğru hareket ettik. Onaltı gün denizde yolaldık. Onyedinci gün denizin ortasındaki beyaz sular dikkatimi çekti. İsmi Muhammed olan o adam bana, bir şey mi dikkatini çekti, dedi. Ben buranın sularının rengi farklı değil mi? dedim. Adam: Burası Akdeniz'dir ve bu da Hazra adasıdır. Bu sular bir duvar gibi Hazra adasını kuşatmıştır; dolayısıyla Allah'ın hikmeti olacak ki, düşmanlarımızın gemileri bu noktaya yaklaşmak istediklerinde İmam-ı Zaman'ın (a.s) bereketi hürmetine batıverirler. O sudan bir miktar içtim; Fırat suyu gibi serin ve tatlıydı. Ak suları geçtikten sonra Hazra adasına yetiştik. Gemiden inip şehire girdik. Ada meyve ağaçlarıyla dolu bir şehirdi, pazarları eşyalarla dolup taşmaktaydı. Şehrin ahalisinin iyi bir yaşamları vardı. Bu güzel manzaraları görmek oldukça sevindirmişti beni.
Arkadaşım Muhammed beni kendi evine götürdü. Bir müddet dinlendikten sonra oldukça büyük olan merkez camisine gittik. Camideki kalabalık camaatin arasında tavsif edilmeyecek derecede heybetli bir kişi vardı. İsminin Seyyid Şemsuddin Muhammed olduğunu söylediler. Millet ondan arap edebiyatı, Kur'an, fıkıh ve akaid dersleri alıyordu. Huzuruna çıktığımda bana hoş geldin dedi, kendi yanına oturtarak hal-hatırımı sordu, bana Şeyh Muhammed'i benim peşime gönderdiğini söyledi ve sonra camiye ait olan odaların birinde benim için bir yer hazırlamalarını istedi. Orada dinleniyor ve yemekleri de Seyyid Şemsuddin ve arkadaşlarıyla yiyiyorduk. Onsekiz gün böyle geçti. Orada olduğum ilk Cuma namazını Seyyid Şemsüddin'in farz kastıyla kıldığını gördüm. Bu konu çok ilgimi çekti; daha sonra bir fırsatta bu konuyu Seyyid Şemsuddin'e açarak dedim ki:
- Cuma namazı ancak Hz. Mehdi'nin (a.s) huzurunda (zuhurundan sonra) farz kastıyla kılınabilir.
- Seyyid evet, ama ben Hz. Mehdi'nin özel naibiyim.
- Şimdiye kadar Hz. Mehdi'yi (a.s) görmüş müsün?
- Görmüş değilim ama babam sesini duyduğunu söylüyordu, fakat kendisini görmüyormuş. Ama büyük babam hem kendisini görüyormuş hem de sesini duyuyormuş.
- Efendim! Bazıları Hz. Mehdi'yi görürken diğer bazılarının görmemesinin sebebi nedir?
- Bu Allah Teala'nın bazı kullarına olan lütfudur.
Sonra Seyyid elimden tutarak beni şehirin dışına götürdü. Irak ve Şam'da benzerini görmediğim bir çok nehirler, bağ ve bostanları vardı. Gezi sırasında hoş görünümlü bir kişiye rastladık; bize selam verdi. Seyyid'e onun kim olduğunu sorduğumda bana:
- Şu büyük dağı görüyor musun?
- Evet.
- Bu dağın ortasında, ağaçların altında serin suları olan güzel bir yer var. Orada tuğlayla yapılmış bir kubbe var; bu adam da diğer arkadaşıyla birlikte o kubbenin bekçisidir. Ben Cuma sabahları İmam-ı Zaman'ı (a.s) ziyaret için oraya gidiyorum ve iki rekat namaz kıldıktan sonra tüm dini ihtiyaçlarımın cevabının yazılmış olduğu bir kağıt buluyorum. Senin de oraya gidip İmam-ı Zaman'ı ziyaret etmen iyi olur.
Onun bu sözü üzerine ben o dağa doğru hareket ettim. Kubbeyi bana tarif ettiği gibi buldum. O iki hizmetçiyi orada gördüm. Onlara İmam-ı Zaman'la (a.s) görüşmek istediğimi bildirdim. Onlar bunun mümkün olmadığını, bu konuda kendilerine izin verilmediğini söylediler. Ben de, öyleyse hakkımda dua edin, dedim, onlar da bu ricamı kabul ettiler. Sonra dağdan aşağı inerek Seyyid Şemsuddin'in evine gittim. Seyyid evde yoktu. Gemide beraberimde olan Şeyh Muhammed'e giderek dağda olup bitenleri ona anlattım ve o iki hizmetçinin Hz. Mehdi'yle görüşmeme müsade etmediklerini söyledim. Şeyh Muhammed bana, "Seyyid Şemsüddin'den başka hiç kimsenin oraya gitme hakkı yoktur. O Hz. Mehdi'nin (a.s) evlatlarından olup beş göbekten Hz. Mehdi'ye ulaşmaktadır. Ayrıca Hz. Mehdi'nin (a.s) özel naibidir" dedi.
Ondan sonra Seyyid Şemsüddin'den bazı zor dini meseleleri kendisinden nakletmeme müsade etmesini ve Kur'an-ı Kerim'in doğru okunuşunu bana öğretmesini rica ettim. Seyyid Şemsuddin bir sakıncası olmadığını söyledi, ama ilk önce Kur'an'dan başla dedi. Kur'an okurken arada fırsat buldukça Kur'an'ın diğer farklı okunuşlarını da okuyordum.
Seyyid'den izin alarak yaklaşık doksan meseleyi ondan naklettim ve ben muminlerden özel bir grubu dışında hiç kimsenin onları görmesine müsade etmem.
Daha sonra gördüğü diğer bir olayı naklederek şöyle diyor: Ben Seyyid'e Hz. Mehdi'den (a.s) "Büyük gaybette beni gördüğünü iddia eden kimse yalancıdır" tabirindeki hadislerin elimizde olduğunu ve bu hadislerin sizin Hz. Mehdi'yi görmenizle çeliştiğini söyledim.
Seyyid, doğrudur dedi İmam böyle buyurmuştur ama bu o zaman Abbasiler ve diğer düşmanlarının çok olduğu zamana aittir, düşmanlarımızın ümidi kestikleri, şehirlerimizin de onlardan uzak olduğu ve hiç kimsenin elinin bize ulaşmadığı günümüzde Hz. Mehdi'yle (a.s) görüşmenin bir tehlikesi yoktur.
Daha sonra Seyyid'den diğer bir takım şeyleri naklederek şöyle diyor:
Seyyid bana dedi ki:
- Sen de şimdiye kadar Hz. Mehdi'yi görmüşsündür elbette, ama onu tanımamışsın.
Seyyid bana batı şehirlerinde kalmamamı ve çok çabuk Irak'a geri dönmemi emretti ve ben de emrine itaat ederek geri döndüm. [1]
Hazra adası olayı özetle böyledir. Sonuçta şunu söylemek gerekir ki, bu olay hiç bir geçerliliği yoktur ve bu gerçekten daha ziyade efsaneye ve romana benziyor.
Çünkü; herşeyden önce senedi muteber değil. Hikaye, tanınmayan el yazması kitaptan nakledilmiştir ve Allame Meclisi (a.s) de bu hikaye hakkında diyor ki: "Ben bu hikayeyi sağlam kaynaklarda bulamadığımdan (kitaptakilere karışmaması için) onu ayrı bir babda naklettim."
Ayrıca hikayenin kendisinde çelişki görülmektedir. Zira bir taraftan Seyyid Şemsuddin'in raviye, "ben İmam'ın özel naibiyim, ama şimdiye kadar İmam'ı görmüş değilim, babam da O'nu görmemiş ama sesini işitmiş. Ancak büyük babam hem kendisini görmüş ve hem de sesini duymuştur." derken diğer taraftan Seyyid Şemsüddin'in raviye, "Ben her Cuma sabahı İmam'ı ziyaret etmek için o dağa gidiyorum ve senin de gitmen iyi olur." dediğini görüyoruz. Ve Şeyh Muhammed de raviye diyiyor ki: "Ancak Seyyid Şemsuddin ve benzerleri Hz. Mehdi'yle (a.s) görüşebilirler." Gördüğünüz gibi bu hikayede çelişki var.
Dikkat edilmesi gereken diğer nokta da şu ki: Seyyid Şemsüddin kendisinden başka kimseyi oraya bırakmadıklarını bildiği halde niçin raviye Hz. Mehdi'yle görüşmek için o dağa gitmesini öneriyor.
Bu hikaye romantik bir şekilde hazırlanmıştır. Zeynuddin adında bir şahıs ilim okumak için Irakt'an Şam'a gidiyor, oradan üstadıyla birlikte Mısır'a gidiyor, Mısır'dan da yine üstadıyla birlikte Endülüs'e (İspanya'ya) sefer ediyor; bu kadar uzun mesafeti katettikten sonra yolda hastalanıyor, üstadı onu terkediyor, ve iyileştikten sonra o çevrede Rafizi'ler adasının var olduğunu duyunca orayı görmeyliyim derken üstadını unutuyor: Uzun ve tehlikeli bir yolculuktan sonra Rafizilerin adasına varıyor. Adada ziraat yeri olmadığından bu halkın yiyeceğinin nereden karşılandığını merak ediyor. Böylece yiyecek maddelerinin Hazra adasından getirildiğini öğreniyor. Gemilerin dört ay sonra geleceği söylenmişken aniden kırk günden sonra gemiler sahile yanaşıyorlar ve bir hafta bekledikten sonra onu kendileriyle birlikte adaya götürüyorlar. Akdenizin ortasında beyaz serin ve tatlı suları görüyor, sonra o geçilmesi mümkün olmayan noktadan geçip Hazra adasına gidiyor ve ...
İlginç olan nokta şu ki: Iraklı bir kişi bu kadar uzun ve uzak yolu katederek, çeşitli ülkelerde o bölgenin insanlarıyla konuşuyor ve hepsinin dilini de biliyor. Acaba İspanya halkı da arapça mı konuşuyorlardı? Bu hikayeyi dikkat edilirse onun uydurma olduğu malumdur.
Son olarak şunu da söyleyelim ki, daha önce de hatırlattığımız gibi hadislerimizde Hz. Mehdi'nin (a.s) halk arasında kendisini tanıtmayarak yaşadığı, hac merasimlerine katıldığı ve bazı sorunları çözmek için insanlara yardım ettiği kaydedilmiştir.
Hz. Mehdi (a.s) hakkında aklı kurcalayan bir soru da şu ki, acaba Hz. Mehdi'nin (a.s) evlatları var mıdır?
Bu sorunun cevabında şunu söyleyebiliriz ki, Hz. Mehdi'nin (a.s) evlendiğini ve çocuklarının olduğunu ispat veya reddedecek muteber bir delil yoktur elimizde. Elbette maslahat gereği gizlice evlenmiş olması ve evlatlarının olması ama tanınmamaları mümkündür. Gerçi bazı dualarda Hz. Mehdi'nin (a.s) çocukları olduğu veya olacağına işaret edilmiştir. [2]
Ancak ulemanın bildiği gibi, mezkur dualar bir konuyu ispatlayacak derecede sağlam değillerdir, ama bütün bunlarla birlikte yine de Hz. Mehdi'nin (a.s) çocuklarının olması uzak bir ihtimal değildir. İmam Sadık (a.s) bir hadiste şöyle buyuruyor:
"Ben, Kâim'in ailesi ve ehliyle birlikte Mescid-i Sahl'eye inişini görür gibiyim." [3](ehlader)
Ayetullah İbrahim Emini
Kaynaklar
[1]- Bihar-ul Envar, c.52, s.59-174.
[2]- Örneğin şu dua gibi: "Allahım, (Hz. Mehdi'ye) nefsinde, ehlinde, evlatlarında, soyunda, ümmetinde ve emri altında olan herkeste onun gözlerini nurlandıracak şeyi ba?ışla kendisine (Mefatih-ul Cinan); Nahiye ziyaretinde ise şöyle gelmiştir: "Allah'ım; ona kendi nefsinde, soyunda, Şia'sında, emri altında olanlarda, kendisine yakın olanlarda, yakın olmayanlarda, düşmanında ve bütün dünya ehlinde gözlerini aydınlatacak şeyi ba?ışla" ( Mefatih-ul Cinan)
[3]- Bihar-ul Envar, c.5, s.317.
Hz. Mehdi’nin Zuhurunun Tarihin Tekâmül Seyrindeki Yeri
Bu rahmetlerin tüm âlemle vasıtası Allah’ın velisidir. Eğer Allah Teâlâ’nın kendisidir dersek kimse bunu sorun etmiyor. Cebrail ve meleklerdir dersek de kimse bunu sorun etmiyor. Ama bu işleri yapan meleklerin ve melekûtun emiri Allah’ın yüce velisidir dediğimizde bu bazılarına tahammül edilmez geliyor.
Hz. Mehdi’nin Zuhurunun Tarihin Tekâmül Seyrindeki Yeri
GİRİŞ: 19.03.2022 07:25 GÜNCELLEME: 19.03.2022 07:25
Rasthaber - Tarihe tekâmül bahşetmede Allah'ın velisinin eksen rolü
Mübarek Zuhur hadisesi konusundaki bir başka husus da İmam-ı Zaman efendimizin (a.s.) mukaddes varlığının Zuhur Asrındaki gelişmelerde oynadığı roldür. Bildiğimiz gibi Zuhur, insanlığın ve dünyanın en üstün aşamasıdır. Ancak burada temel soru şu: Bu gelişmeler arasında -ki insanın ve dünyanın kemâl noktasıdır- İmam-ı Zaman efendimizin (a.s.) şahsiyetinin rolü nedir? Niçin Hz. İmam Mehdi'nin varlığı olmadan dünyada bu değişim gerçekleşmeyecektir? Ve neden dünya O'nun gelmesini beklemek zorundadır?
Çok güzel bir soru. Çünkü tarih felsefesi ile ilgili bazı düşüncelerde, insanın tarihi gelişmelerdeki varlığı ve Allah'ın insana verdiği rol doğru bir şekilde tanımlanmamıştır. Onlar, bilinen insanın tarihin tekâmül ekseni olduğunu sanmaktadır. Bu düşünce yanlıştır. Aslında tüm kulluklar ve elde edilen nimetler Allah'ın Velisinin ibadeti ve O'nun Allah'a secdelerinin zımnında, boylamındadır. Dolayısıyla Zuhur
Asrında kulluğun ekseni, yüzyıllardır gaybette ve imtihanda olan yüce Veliyyullah'ın kulluğudur. O, “Urvetu'l-Vuska”dır (sapasağlam bir kulp). “O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah'a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara: 256) ayetindeki “Urvetu'l-Vuska” ile ilgili rivayetlerde “sapasağlam kulp” Hz. Peygamber'in (s.a.a.) şahsı ve O'nun Ehl-i Beyt'i (a.s.) olarak tefsir edilmiştir. Yani Allah'a kullukta tüm âlemdeki sağlamlık, onların varlığıyladır ve kulların kulluğunun sağlamlığı onlarla ilgilidir. Dolayısıyla Zuhur Asrının hakikati, Hz. Mehdi'nin (a.s.) ibadetlerinden bir mertebedir ve tevhidi toplumun gerçekleşmesi de O'nun eseridir.
Diğer bir açıdan İblis'le zulüm önderlerinin Hz. Peygamber (s.a.a.) ve Ehl-i Beyt'le (a.s.) çatışmasında Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt'in (a.s.) ibadeti, onların şeytanlıklarına galip gelir. Eğer o ibadetler olmasaydı onların karanlığı bizim hepimizi kaplardı. Nitekim “Yahut engin bir denizdeki karanlıklar gibidir. Onun üstünü bir dalga bürümüştür, onun üstünde bir dalga onun üstünde de bir bulut vardır. Üstü üste yığılmış karanlıklar. Elini çıkarsa neredeyse onu bile göremez. Allah kime nur vermemişse artık onun için nur yoktur.” (Nur: 40) ayetindeki “karanlıkları” zulüm önderleri olarak tefsir ediyorlar. Emeviler ise “üst üste yığılmış karanlıklar”dır. Buyuruyor ki, batılın velilerinin karanlığı o kadar fazladır ki “Elini kaldırsa göremeyecek gibidir.” Mümin bu dönemde o kadar karanlığa batmıştır ki kendisinin en yakın güçlerini dahi göremiyor, kendisini unutuyor. Ama bu karanlık, Hz. Fatıma (selamullâhi aleyhâ) evladından olan bir imamın nurundan başkasıyla ortadan kaldırılamıyor! Nitekim bu kısmının tefsiriyle ilgili ayette şöyle buyruluyor: “Allah kime nur vermemişse artık onun için nur yoktur.” Bu nurdan nasibi olmayan kimse, sadece bu dünyada karanlıkta değildir, kıyamet gününe kadar karanlıktadır.
Dolayısıyla, karanlık cereyanını ortadan kaldırabilecek olan o nurdur. Dalaleti yok eden, o hidayettir, Hz. Mehdi'nin (a.f.) nuru ve hidayetidir. Ölümü götüren o hayattır, yani hayat-ı tayyibe / temiz hayat Hz. Mehdi'nin hayatıdır. Hz. Mehdi Zuhur Asrında, Allah'ın velayetini ve rahmetini tecelli ettirmeye izinli oluyor. Bizim de görüşlerimizi ıslah etmemiz gerekir ve kendimizi Allah'ın Velisi ile aynı çapta görmememiz gerekir. Elbette tüm kalpler bu bilgiyi kaldıramaz. Hatta bazen sıradan Şiilerin de bunu kaldıracak kapasitesi yoktur. Bu sorun da değildir, herkese bu bilgiyi vermemek gerekir; çünkü onu kaldıramaz ve altında ezilirler. Rivayetlerde de şöyle geçer: “Müminlerin derecelerini gözetiniz. Yüksek derecedekilere söylediklerinizi, aşağı derecelerdekine söylemeyiniz. Ona ezileceği yükü yüklemeyiniz bu durumda ondan siz sorumlu olursunuz!” Özetle Zuhur Asrındaki tüm gelişmelerin ekseni Allah'ın Velisidir, başkalarını da kapsayan, O'nun velayetinin tecellisidir, başkaları O'nun varlığının ışığıdır. O halde Zuhurun anlamı, velayetin zuhurundan başka bir şey değildir.
Allah'ın velisinin velayeti, kendisinin muhtelif tecellilerinde zuhur edince hayat, nur, rahmet, ilim, hikmet ve adalet gelir. Bunların hepsi Allah'ın velisinin eserleridir. Bu meseleyi bir başka şekilde herkes kabul eder ve hiçbir muvahhid onu inkâr etmez. Zuhur Asrında gerçekleşecek olan her şey Allah'ın rahmetinin inmesidir dediğimizde herhangi bir mümin bunu inkâr edebilir mi? İnsanları Allah'ın ortağı yapmıyoruz ki haşa! Biz, Allah'ın velisinin ortağı bile değiliz. Bizim iradelerimiz O'nun velayetinin boylamındadır. Islahımız da O'nun velayetinin boylamındadır. Hz. Mehdi, ıslahtan elini çekerse zulüm önderleri ve İblis kimseyi rahat bırakmaz. Batıl cephenin fitnesi o kadar karanlıktır ki mümin kendisini unutur. İnsanı bu âlemden tüm âlemlere kadar o karanlıklardan kurtaracak olan Allah'ın velisinin nurudur. Zuhur, Allah'ın velisinin toplumsal hayatın tüm alanlarında tecelli asrıdır.
Acaba, Hz. Mehdi (a.f.) Zuhur sırasında yalnızca liderlik rolü oynar ve bu hareketi yaratan yalnızca O'nun maddi varlığıdır denebilir mi?
Onun batıni velayeti, Zuhurun temel ilkesidir. Bu konuyu, ben daha önceki sorularınızı cevaplarken açıkladım. Âlemde var olan çatışma, batıni olarak İblis ve zulüm önderleriyle İmam Mehdi (a.f.) arasındaki çatışmadır. İmam Mehdi, Hakk'ın feyiz vasıtasının en yüksek mertebelerinden biridir. Nitekim O'nun hakkında duada şöyle diyoruz: “Yerle göğü birbirine bağlayan sebep nerede?”… Onun secdelerinin bereketiyle Allah rahmet (salavat) gönderir, bu salavatın tortusu yeryüzünün her yerinde kalır. Belki de duadan önce salavat gönderin denmesinin sebebi budur. Salavat O'na nazil olmadıkça size hiçbir rahmet nazil olmaz.
O, sadece bir fert değildir. O, tüm enbiyanın ve vasilerin varisidir. Onun ziyaret duasında şöyle okuruz: “Selam olsun enbiyanın varisine ve vasilerin sonuncusuna…” Allah Teâlâ'nın nazil ettiği tüm rahmet ve kemâl şu an O'nun elindedir. Buyrulmuştur ki İmam Mehdi (a.s.) zuhur ettiğinde Kâbe'ye yaslanacak, tüm ulu'l-azm peygamberlerin (a.s.), Hz. Peygamber'in (s.a.a.) ve tüm Masum İmamların (a.s.) isimlerini anarak diyecek ki “Her kim onları görmek isterse gelsin ve bana baksın!”
O halde tüm değişimleri meydana getiren, Hz. İmam'ın varlığının kemâlâtıdır.
O'nun varlığının kemâllerinin nazil olmasıdır. Zuhur Asrında gerçekleşen şey, velayetin tecelli izni almasıdır. Onun zuhurunun nazil olması, Zuhur Asrının bereketleridir. Allah'ın kulları kulluk makamına ulaşmak, rahmeti şeytanlık mertebesinde değil, kulluk mertebesinde elde etmek istiyor, öyle değil mi? Bir başka deyişle yalnızca Allah'ın umumi rahmetini kavrama kapasitesine sahipler, Allah'ın rahim rahmetini idrak edip kavrayamıyorlar. Bu rahmetlerin tüm âlemle vasıtası Allah'ın velisidir. Eğer Allah Teâlâ'nın kendisidir dersek kimse bunu sorun etmiyor. Cebrail ve meleklerdir dersek de kimse bunu sorun etmiyor. Ama bu işleri yapan meleklerin ve melekûtun emiri Allah'ın yüce velisidir dediğimizde bu bazılarına tahammül edilmez geliyor.
Yani aslında “Yeryüzü, Rabbinin nuruyla aydınlandı” ayeti tahakkuk ediyor.
Evet, aslında Zuhurun özelliği dünyanın yeni bir hayat bulmasıdır. “Bilin ki Allah, yeryüzünü ölümünden sonra diriltmektedir.” (Hadid: 17) ayetinin tefsirinde Hz. Mehdi'nin (a.f.) zuhuruyla yeryüzündekilerin yeniden hayat bulacağına dair rivayetler nakledilmiştir. İmam (a.s.) “Kâfir ölüdür” buyuruyor. Yani küfrün defteri dürülüyor, herkes mümin oluyor. Mümin olunca hayata kavuşuyorlar. Bu canlı insan rahmeti idrak edip kavrayabilir. Hak kelamını dinleyebilir, öğüt alabilir, yola koyulup nimetleri derk edebilir. Yoksa Hz. Peygamber (s.a.a.) Allah'ın rahmetinin tüm derecelerinden ve cennetin derecelerinden söz etmiştir, ama müşrikler ölü oldukları için O'nu dinlemekten acizdiler. Nitekim Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: “Şüphesiz sen ölülere söz dinletemezsin” (Rum: 52) veya “Sen kabirlerdekilere işittiremezsin!” (Fatır: 22) Mezarını kendisiyle birlikte taşıyan birine cennet ve cennetin dereceleri anlatılamaz. O, kendi mezarından başka bir yeri görmez. Ama bu hicap, Veliyyullah'ın nuru ile ortadan kaldırılınca kalplerde rahmetin, nimetin ve kemâlin dereceleri kavranabilir oluyor.
Her şey Allah'ın velisine dönüyor. Çünkü O, Allah'ın mutlak halifesidir. Allah'ın rahmetinin ulu'l-azm peygamberlere bile ulaşma yolu O'nun velayetidir. Nitekim birçok rivayette geçtiği üzere ulu'l-azm peygamberlerden (a.s.) bile O'nun velayetine bağlılık sözü alınmıştır. Zaten bu peygamberlerin dereceleri, velayet misakında azim sahibi olmalarından, misaklarından, misaklarına bağlı kalmalarından, dünyada amel etmelerinden ve kendi ümmetlerini Müminlerin Emiri İmam Ali'nin (a.s.) bayrağı altında toplanmaya hazır hale getirmelerinden dolayıdır. Tüm hakikatlerin esası o taraftan nazil oluyor. Bazen bizim kibrimiz, gizli bir büyüklenme de olsa bu menzilleri idrak etmemize ve kendimizi İmam-ı Zaman'ın (a.s.) olduğu tarafa yerleştirmemize izin vermiyor. Bu, nefsin kibirlenmesidir. O da tahammül eder ve bize bir şey söylemez. Kardeşleri, Hz. Yusuf'a dediler ki: “Hâlbuki biz kalabalık bir cemaatiz. Şüphesiz ki babamız apaçık bir yanlışlık içindedir.” (Yusuf: 8) Hz. Yusuf da onlarla çatışmadı ve onların eziyetlerine katlandı ve tabii tedricen onları doğru yola getirdi. Hatta bir gün gelip ondan buğday istediler. Onlara merhamet etti ve buğday verdi. Daha önce kendisini kuyuya attıklarına dair bir şey söylemedi. Kendisini de hemen onlara tanıtmadı; çünkü henüz onu tanıyamıyor ve kavrayamıyorlardı. Ancak Yusuf'un kendisini onlara tanıtmasının ve onların da bunu kavramasının zorunlu olduğu bir noktaya ulaşınca Hz. Yusuf kendisini onlara tanıttı ve onlar ancak o zaman “Allah'a yemin ederiz, Allah gerçekten seni bizden üstün kılmıştır. Biz gerçekten de büyük hata işledik.” (Yusuf: 91) dediler.
Biz hata yaptık, sen neredesin, biz neredeyiz! Biz hata yaparak seni kendimizden üstün gördük ve seni kuyuya attık. Sen bizden üstün olduğun için kuyunun dibinde de bize lanet etmedin. Şu an yöneticiliğe geçtiğinde de senden rahmetten başka bir şey görmedik… Bunlar ne zaman anladılar? Hem Allah'ın Velisine sorun çıkardılar, hem kendilerini mahrum ettiler, uzun süre boyunca, ömürlerinin büyük bölümünü Yusuf'suz harcadılar; hâlbuki Yusuf'un yanında Allah'a ne kadar da yakın olabilirlerdi! Fakat işin sonunda mecbur oldular ve bu mecburiyetle Allah onları Yusuf'un evine getirdi.
Bizler de bazen böyleyiz, bazen kendimizi Allah'ın Velisi ile aynı seviyede görüyoruz! Bazen de Allah'ın velisinden üstün olduğumuzu sanıyoruz! Bu nasıl bir mukayesedir? Biz âlemin hücreleri bile değiliz, hâlbuki O tüm varlığın ruhudur! Siz örneğin bedeninizin organlarında yaşayan hücrelere deseniz ki sen ve senin gibi milyarlarcası bir bedeni oluşturuyorsunuz ve Allah o bedenin tamamını ruh için yaratmıştır. Bu söz o hücreler için anlaşılabilir ve kavranabilir şeyler değildir. Fakat bu bir gerçekliktir. Yukarıdan baktığımızda görüyoruz ki milyarlarca hücre çalışıyor, ürüyor, savaşıyor, düzene, kurala sahiptir vs… Onların tümü bizim ruhumuz için yaratılmış olan bedenlerdir ve bu ruhun çıkmasıyla hepsi dağılır. Allah'ın velisi de aynı role sahiptir. Bir kimse Allah'ın velisi ile ilgili böyle bir algıya sahip olursa Zuhur Asrının velayetin zuhur asrı olduğunu ve tüm nimetlerin onun velayetinin tecellisi olduğunu anlar. Aynı şekilde cennet nimetleri de böyledir, cennetin dereceleri de onlara olan marifetin dereceleridir.
Tevekkül
Tevekkül, nefsani sıfata yönelik ve insanla Allah arasındaki ilişkiyi belirleyen İslam ahlakının genel kavramlarından biridir. Tevekkül Allah’a yürüyen saliklerin menzillerinden, muvahhidlerin makamalarından biri ve yakin ehlinin en yüksek derecelerindendir.[1]
Tevekkül, kulun bütün işlerinde Allah’a güvenmesi, işlerini Ona havale etmesi, ilahi güç ve kudrete dayanmak demektir.[2]
Resul-i Ekrem (s.a.a) buyuruyor:
‘Cebrail’den ‘Tevekkül nedir?’ diye sorduğumda şöyle cevap verdi: ‘Yaratılmışların, zarar veremeyeceğini, bağışta bulunamayacağını ve engel olamayacağını bilmektir. Gözünü insanların eline dikmemektir. Kul böyle olunca Allah’tan başkasına iş yapmaz ve Ondan başkasına ümidini bağlamaz. Bütün bunlar tevekkülün gerçeği ve sınırlarıdır.’[3]
Bu önemli sıfat, insanın varlık aleminde gerçekleşen bütün işlerin Allah’tan olduğunu bildiği, Onunla birlikte hiçbir gücü kabul etmediği ve Onun dışında kudretin olmadığına inandığı zaman gerçekleşir. Tam manasıyla böyle bir inanca sahip olan kimse, kalbinde Allah’a güvenecek ve Ona dayanacaktır.[4]
Ancak bu tevekkülün en yüksek mertebesidir. Tevekkülün mertebeleri şunlardır:
a) Tevekkülün en düşük mertebesi, insanın Allah’a olan güveni avukatlara olan güveni gibi olan mertebedir. Bu mertebede daha çok işin halledilmesi amaçlanmaktadır.
b) Orta mertebe: Allah’tan başkasını tanımamak ve Ondan başkasına sığınmamak. Bu mertebe çocuğun anneye bağlı olması gibidir.
c) Tevekkülün en üst mertebesi, insanın yüzde yüz Allah’a bağlanmasıdır. Tıpkı ölünün, ölü yıkayıcıya bağlı olması gibi.[5]
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Allah’a tevekkül etmek, tevessül etmeye engel değildir. Zira maddi alem sebep ve sonuçlar üzerine kuruludur. Olan ve olmayan herşey maddi sebeplerin varlık ve yokluğuna bağlıdır. Ama bütün bu sebepler ilk sebebe dönmekteler. Ve bütün sebepler O’nun istek ve iradesiyle görevlerini yerine getiriler.
Tevhid konusunun bölümlerinden biri, fiillerde tevhid’dir; onun manası şudur: Muvahhid insan, varlık aleminin tümünde bağımsız tek bir sebebe inanır. O sebepte Allah’tır. Diğer sebeplerin hepsi O’na bağımlıdır.
Allah’a tevekkül ve O’ndan yardım dilemek fiilde tevhidin dallarından biri olup tevekül eden her makam ve mekanda gerçek sebebin Allah olduğunu bilir.
Tevekkül, beğenilen bir özellik olarak ayet ve rivayetlerde gelmiştir. Aşağıda onlardan birkaçını örnek olarak getiriyoruz:
‘İmanınız varsa Allah’a tevekkül edin.’[6]
‘Allah tevekkül edenleri sever.’[7]
‘Kim Allah’a tevekkül ederse Allah ona yeter.’[8]
İmam Bakır (a.s) şöyle buyuruyor: ‘Kim Allah’a tevekkül ederse yenilmez ve kim ona sığınırsa kaybetmez.’[9]
Hz. Ali (a.s)’da buyuruyor: ‘Allah’a tevekkül etmek, her türlü kötülükten kurtulmanın ve her türlü düşmandan korunmanın kaynağıdır.’[10]
[1] -Mehdi Nilipuri, a.g.e. c.1, s.28 ve c.2, s.701.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
[2] -Molla Ahmed Neraki, Mirac-us Saadet, s.758, İntişarat-ı Hicret, 8. Baskı, h.ş.1381.
[3] -99. Dizin (Site: 2385), Kısa Cevap.
[4] -Molla Ahmed Neraki, a.g.e. az bir değişiklikle.
[5] -Molla Ahmed Neraki, a.g.e. s.764-765.
[6] -Maide/23
[7] -Al-i İmran/159.
[8] -Talak/3.
[9] -Mirza Hüseyin Nuri, Müstedrek-ul Vesail, c.2, s.288, Müesseset-u Al-il Beyt Li İhya-it Teras, 1. Baskı, h.k.1408.
[10] -Müntahab-ı Mizan-ul Hikme, Derleyen: Seyid Hamid Hüseyni, Bab-ı Tevekkül, Müessese-i İlmi ve Ferhengi-i Dar-ul Hadis, h.ş.1385.
İmam Hamanei: ABD’nin İran Baskısı Yenilgiye Uğradı
İslam İnkılabı Lideri İmam Hamanei, İran'da yeni yılın başlangıcı olarak kabul edilen Nevruz Bayramı münasebetiyle görüntülü bir mesaj yayınladı.
İran takvimine göre 1401 Hicri Şemsi yılının başlaması nedeniyle bir mesaj yayınlayan İmam Hamanei, Nevruz ile İmam Zaman'ın doğum yıldönümünü büyük İran halkı ile aynı fikirleri paylaşan tüm halklara ve özellikle şehitlerin aileleri, gaziler ve halka; bilim, sağlık, güvenlik ve direniş alanlarındaki çeşitli alanlarda hizmet sunan kişilere tebrik ederek, yeni yılı; 'Bilgi Tabanlı Üretim ve İstihdam Yaratma Yılı' olarak adlandırdı.
İmam Hamanei 1400 yılını (21 Mart 2021- 20 Mart 2022 tarihleri arası) inişli çıkışlı bir yıl olarak değerlendirerek, “Cumhurbaşkanlığı seçimi, geçen yılın en önemli iniş çıkışlarından biriydi, çünkü halk koronanın tehlikeli olduğu dönemde bile seçime katılarak yeni bir hükümet kurdular. Yeni hükümet önceki onurlu hükümetten ayrı bir raya sahip bir halk hükümetidir ve halkta umutları canlandırmıştır” diye belirtti.
Geçen yılı korona ile ciddi mücadele ve aşı bulunmasıyla kayıpların önemli ölçüde azalma yılı olarak gördüklerini kaydeden İnkılap Lideri, “Bilim ve teknolojinin çeşitli alanlarında birçok gelişme yaşandı. Aşı ve uydu fırlatılmasına kadar büyük işler yapıldı. Öte yandan Amerikalıların geçen yıl İran'a karşı yapılan azami baskıda utanç verici yenilgilerini itiraf etmeleri, dünyanın diğer iyi haberlerinden biriydi. Direniş kazanmayı sağladı ve aslında İran milleti kazandı” diye konuştu.
Geçen yıl dünyanın başka yerlerinde meydana gelen sayısız olaya işaret eden İmam Hamanei, “Bütün bu olaylar İran milletinin emperyalizm karşısındaki yolunun doğruluğunu gösterdi” diye açıkladı.
İmam Hamanei mesajının devamında şu ifadeleri kullandı: “Halkın geçim kaynaklarının kıtlığı, enflasyon ve pahalılık meselesi, 1400'ün en acı meselesiydi. Ekonomik sorunlar tedavi edilebilir ve tedavi edilmelidir. Hicri 15. yüzyılın başında yaşadığımız bu sorunların giderilmesini umuyoruz. Yılın sloganının belirlenmesindeki amaç, kamu görevlilerinin ve halkın hareketine yön vermektir. Bazı yıllarda yılın sloganına uygun olarak iyi başarılar elde edildi, ama bazı yıllarda eksiklikler vardı. Elbette “Üretim; Destekler ve Engelleri Gidermek” yılı olan 1400 yılında da devam etmesi gereken güzel işler yapılmıştır.
Ekonomik sorunları çözmenin anahtarı ve ekonomik zorlukları aşmanın temel yolu üretimdir. Ekonomik büyüme, istihdamın artırılması, enflasyonun düşürülmesi, kişi başına düşen gelirin arttırılması, kamu refahının iyileştirilmesi ve milli özgüvenin ve itibarın arttırılması, son yıllarda iyi etkileri olan milli üretim adı verilen bu iksire bağlıdır.
Bu yıl da üretim konusuna, tabii ki üretimin yeni bir katmanına yani 'bilgiye dayalı' ve 'istihdam yaratan' üretimin üzerinde durmaya devam ediyorum.
Bilgiye dayalı ve istihdam yaratan üretimin belirlenmesi kriterini, tüm ekonomik hedeflerde ileriye yönelik ve somut bir adım olarak değerlendiriyorum. Geçen yılki tavsiyesinin sokak tabelalarına, cihazların başlıklarına yılın adını koymak gibi yüzeysel işlerle yetinilmemesi gerektiğini vurgulamak isterim. İnşallah bu sloganda kalmayacak.”