
کارگر
İran, Kıtalararası Plaj Futbol Kupası'nda ikinci oldu
İran Milli Plaj Futbolu Takımı, Kıtalararası Plaj Futbolu Kupası'nda Rusya'ya karşı aldığı yenilgiyle ikinci oldu.
İran Milli Plaj Futbolu Takımı, Kıtalararası Kupa finalinde Rusya'ya karşı final maçından mağlup olarak ikincilik elde etti.
Final maçını Rusya 3-2'lik skorla kazandı. Paraguay ve Japonya'ya karşı iki galibiyet alarak ikinci olan Millilerimiz, yarı finalde Senegal'i yenerek finalde tekrar maçında Rusya'ya karşı oynadı.
Grup aşamasında Rusya'ya 4-3 yenilen Abbas Haşimpur'un takımı, mağlubiyetini telafi etmek ve dördüncü Kıtalararası Plaj Futbolu Kupası'nı kazanmak için yola çıktı, ancak yine de Dünya Kupası'nı kazanamadı ve ikinci oldu.
ABD'nin tanker operasyonu bozguna uğradı: İran tankeri çalmaya çalışan ABD'yi Devrim Muhafızları engelledi
Amerikan donanması, İran'a ait petrol tankerini kaçırmaya çalıştı ancak İran Devrim Muhafızları hırsızlık operasyonunu boşa çıkardı. ABD'nin kaçırdığı tankeri İran sularına geri yönlendiren Devrim Muhafızları, ABD donanmasına hezimeti yaşattı.
İran Devrim Muhafızları Deniz Kuvvetleri, ABD donanmasının İran'a ait petrolü taşıyan tankeri çalma operasyonunu başarılı bir harekat ile önledi.
İran Tasnim Ajansı'nın haberine göre ABD, Umman Denizi'nde İran petrolünü taşıyan tankere el koyup petrolü başka bir tankere yükledi. Ardından petrolün bulunduğu tankeri bilinmeyen bir noktaya götürdü.
İran Devrim Muhafızları, tankerin bulunduğu noktayı tespit ederek güverteye bir hava indirme operasyonu yaptı. Ardından tankeri İran sularına doğru yönlendirdi.
Umman Denizi'nde iki ülke donanma kuvvetleri arasında hareketli saatler yaşandı. ABD güçleri, birkaç helikopter ve savaş gemisi ile petrol tankerini takip edip, tankerin rotasını değiştirmeye çalıştı.
Bu müdahaleye de geçit vermeyen Devrim Muhafızları, Amerikan donanmasının İran petrolünü çalma girişimini bozguna uğrattı.
ABD'nin çalmaya çalıştığı petrol tankerinin, yeniden İran kara sularına getirildiği bildirildi.
En Büyük Cihad
"Bizim uğrumuzda cihat edenleri, elbette onları kendi yollarımıza hidayet ederiz."
Hz. Peygamber (s.a.a), katıldıkları savaştan galibiyetle geri dönen İslam ordusuna, mealen şöyle buyurur:
“Küçük cihatta galip olan ancak, kendilerini en büyük cihadın beklediği topluluğu kutlarım.”
Bazıları onları, katıldıkları savaştan daha büyük bir savaşın beklediğini ve ileride daha büyük ve tam donanımlı bir düşman ordusuyla savaşmaları gerektiğini düşündüler. Bunun üzerine “Ya Resulullah, en büyük cihat da nedir?” diye sordular. Hz. Peygamber: “Nefisle cihattır.” buyurdu.
Görüldüğü üzere bu ve benzeri hadislerde insanın kendi nefsine karşı vermiş olduğu savaş, büyük cihad ve savaş olarak nitelenir. Bu tanımlama, nefisle mücadelenin ne kadar önemli ve tehlikeli olduğunu vurgulayan kapsamlı ve öz bir ifadedir. Bir çok hadis alimi de Hz. Peygamber’in (s.a.a) bu tanımlamasından hareketle cihadı, “düşman ve nefse karşı cihad” diye ikiye ayırmış ve hadis kitaplarında ahlâk ve nefis tezkiyesiyle ilgili hadislere cihad bölümünde yer vermişlerdir. Hatta bazı hadislerde Hz. Ali’den naklen şöyle geçer:
“En üstün cihat, kendi içinde yer alan nefsiyle cihat eden kimsedir.”
Nefisle savaşımın silahlı savaştan daha büyük ve önemli oluşunu aşağıda sıralanan unsurlarda aramak gerekir. Nefisle savaş şu açılardan silahlı mücadeleden daha önemli ve daha büyüktür:*
1- Süre açısından. Nefisle cihat, insanoğlunun yaratılışıyla başlayan ve kıyametin gerçekleşmesiyle noktalanacak olan bir savaştır. İnsan ölene dek sürekli bu savaşla iç içe yaşar. Oysa silahlı savaş belli dönemlerde yaşanan kısa süreli bir olaydır. En uzun süren savaşlar bile ona oranla kısa süreli kalır.
2- Mekân açısından. Nefisle cihat, belli bir yer ve mekânla sınırlı değil. İnsanın ayak bastığı ve gittiği her yerde gerçekleşebilecek bir savaştır. İnsan, ister evinde olsun, ister dışarıda olsun; ister dünyada yaşasın, ister uzayda yaşasın; ister toplum içerisinde yaşasın, ister yalnız başına bir dağda veya ormanda yaşasın; ister karada olsun, ister havada ve denizde olsun; ister normal mekânlarda olsun, ister kutsal mekânlarda olsun; sürekli bu savaşla iç içedir. Oysa silahlı savaş belli mekânlarda gerçekleşir.
3- Katılım açısından. Erkeğiyle kadınıyla, genciyle yaşlısıyla, zenginiyle fakiriyle, hastasıyla sağlıklısıyla, güçlüsüyle güçsüzüyle, rütbelisiyle rütbesiziyle, şehirlisiyle köylüsüyle, alimiyle avamıyla mükellefiyet çağına ermiş bulunan herkes nefisle cihada katılmak zorundadır. Oysa silahlı savaşta kadınlar, hastalar, yaşlılar ve ihtiyaç fazlası muaf ve dışarıda tutulur. Başka bir tabirle nefisle cihat, farz-ı ayndır; silahlı savaş ise, farz-ı kifaye'dir, yeterli ölçüde katılım gerçekleştiğinde bu farz diğerlerinin üzerinden kalkar.
4- Düşman açısından. Nefisle cihatta, iç ve dahilî düşmana karşı; silahlı savaşta ise genelde haricî ve dış düşmana karşı savaşılır. Bilindiği gibi dahilî düşmana karşı savaş, daha tehlikeli ve daha zordur.
5- Araç ve gereçler açısından. Silahlı savaşta kullanılan araç ve gereçler bu gün itibariyle çok olsa da nefis mücadelesinde kullanılan araçlara oranla sınırlı ve az sayılır. Nefisle savaşta makam, mevki, toplumsal itibar, akraba, evlat, eş, kısacası insanın sevdiği her şey araç olarak kullanılabilir. Hatta insanın haccı, umresi, bir başkasına yaptığı yardımı ve övünç kaynağı sayabileceği her şey bile aleyhine olabilecek bir araca dönüşebilir. Bu meydanda abid ibadetiyle, arif irfanıyla, tüccar ticaretiyle, alim ilmiyle kısacası herkes övündüğü şeyle kaybedebilir.
6- Sonuç açısından. Nefisle cihatta galibiyetin sonucu, şüphesiz vasfı Kur'an-ı Kerim'de geçen cennet ve en önemlisi Allah'ın sevgi ve rızasını kazanmaktır. Silahlı savaşta ise, toprak, mal, mevki vb. şeyler kazanılır. Nefisle cihatta yenilgi ise, telafi edilmez felaketler doğurur. Yenilginin sonucu, hüsran ve uhrevi mutsuzluktan başka bir şey olmaz. Silahlı savaşta ise, yenilgi bazen iyi sonuçlar doğurabilir. Örneğin insan şehadet makamına erişebilir. Farklı bir tabirle şöyle diyebiliriz: Silahlı savaşta gerçek anlamda yenilgi düşünülemez, ama nefisle mücadelede gerçek anlamda yenilgi söz konusudur.
7- Zor olması açısından. Hakka tam anlamıyla boyun eğmek, olaylarda şeytanın izini bulup ona karşı gelmek, bir ömür boyu nefsani istek ve arzularla mücadele etmek, çoğunluk akımına kapılmayıp sele ve rüzgara ters istikamette hareket etmek, kısacası gerçek anlamda nefisle savaşmak, tabii ki savaş meydanında birkaç günlük sıkıntılara katlanmaktan ve sonunda şehit olmaktan daha zordur. Ömrünü nefisle mücadelesiyle geçiren insan, aslında her gün birkaç kez şehidin yaşadığı zorlukları yaşamaktadır. Bundan dolayıdır ki bazı insanlar şehidin şahadetiyle ulaştığı makama bu dünya hayatında ulaşırlar. Nefis mücadelesinin kahramanı olan bir alimin kaleminin mürekkebinin şehidin kanından daha değerli olmasındaki nükte de bu olsa gerek. Ne mutlu nefis mücadelesini başarıyla tamamlayan ve yaşamını şahadetle noktalayan alimlere.
Ayrıca nefisle cihat, bütün zorluklarına rağmen insanın tekamülü için kaçınılmazdır. Oysa silahlı savaş çoğu zaman gereksiz olup insanların ve toplumların çöküşüne ve gerilemesine sebep olur.
Söz konusu edilen nefisle mücadelenin bunca zorlukları ancak yüce Allah'ın yardımıyla aşılabilir. Bu yüzden sürekli namaz ve dualarda doğru yol üzere kalma istenilir. Bakın Hz. Peygamber'in (s.a.a) şu duasına: "Allah'ım, bir göz açıp kapama süresince bile beni kendi hâlime bırakma."
Elbette şunu da unutmayalım ki yüce Allah, mücadele kararı alıp nefis ordusuna karşı savaş açanlara yardım vaadinde bulunmuştur:
"Bizim uğrumuzda cihat edenleri, elbette onları kendi yollarımıza hidayet ederiz."
Üstad Abbas Kazımi
İran yapımı çocuk Artrit Romatoid ilacı tanıtıldı
Çocukların tedavisinde kullanılan Artrit Romatoid ilacı Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sorena Settari’nin katıldığı törenle tanıtıldı.
İran üretini Biotek ilaçların bir kaç ay önceye kadar 25 olduğunu ifade eden Settari, bu rakamın şu an 27 olduğunu söyledi.
Biotek ilaçların İran özel sektörünün çabası ile gelişip üretildiğini ifade eden Settari, İran’da insanlarda kullanılan aşı üretiminin arttığını ve hayvanlarda kullanılan aşılardan da 26 aşının İran’da üretildiğini söyledi.
İran dünyada doğurganlık ilaçları üreten dört ülke arasında yer aldı
Hamilelik ilacı takviyesi, önemli bir rol oynayan bu alanda farmasötik ürünlerin üretimi için gereksinimlerden biridir. İran'ın da eklendiği bu ilacın hammaddesini şu ana kadar dünyada sadece üç ülke üretebiliyor.
Bu bilgi tabanlı şirketin CEO'su Ali Destres konu ile ilgili yaptığı açıklamada, 'Progesteronda aradığımız şey hammadde ve nihai üründür. Gebeliğin altıncı haftasından itibaren düşük yapmayı önlemek için kullanılan bir ilaçtır' dedi.
Vücudun bu hormonu üretememesi gibi nedenlerle progesteron takviyesi yapıldığını ifade eden Destres, 'Bu hormonun salgılanması ile hamilelik arasında hayati bir bağlantı var, bu nedenle hamile kalmak isteyen tüm kadınların rahmi hazırlamak için progesterona ihtiyacı var' diye konuştu.
İran'da üretilen ilacın tamamen yerli ve benzer küresel ürünlerle rekabet edebildiğine dikkati çeken Destres, 'Bu ilacın hammaddelerinin %90'dan fazlası Çin ve Amerika'da, kalan %10'u Hindistan ve İran'da üretiliyor' diye belirtti.
Şu anda dünyada sadece üç ülkenin bu ilacın hammaddesini ürettiğini kaydeden Destres, 'İran da bunlardan biri olmayı başardı. Bu konu İran yapımı bu farmasötik ürünün ihracatı için bir kapasite sağlamıştır' diye ekledi.
İlahi Vaatler
Allah-u Teala insanoğlunu gafletten uyandırmak ve görevlerini hakkıyla ifa edebilmesini sağlamak için Kur’an’da çeşitli yöntemler kullanmıştır. Bunlardan birisi de Hak Teala’nın dünya ve ahiretle ilgili bulunduğu vaatler ve verdiği müjdeleyici veya korkutucu haberlerdir.
Bunlara inanan ve yakin eden bir kimse, yakini ölçüsünde ilahi sınırları çiğnememeye haramlardan uzak durup, farzları yerine getirmeye, hatta müstehap ve mekruhlara bile dikkat etmeye özen gösterir. Bundan dolayıdır ki yakinin en zirve noktasında olan masumlar, asla günah işlemezler. Hiçbir farzı ihmal etmezler.
Allah’a inanan herkesin, onun verdiği sözden asla dönmeyeceğini bildiği, bilmesi gerektiği halde, yine de lütuf ve inayeti gereği kulunda daha çok yakin ve güven hâsıl olması için birçok vaadinin ardından onların vicdanlarına şöyle hitap etmektedir:
“Ahdine, Allah'tan daha vefalı-daha sadık kim var ki?” (Tevbe, 111)
"…Hiç şüphesiz Allah vaadinden caymaz." (Al-i İmran, 9, Zümer, 20, Ra'd, 31)
Biz bu ilahi vaatlerin dünyayla alakalı olanlarından bir kısmına kısa izahlarla birlikte bu yazıda yer vermeye çalışacağız. İnşallah bu vaatleri dikkate almak, bir taraftan gafletlerimizin bertaraf olmasına vesile olur, diğer taraftan maddi ve manevi sıkıntı ve problemlerimizin asıl sebeplerini öğrenir ve onları bertaraf etmeye çalışırız.
* * *
1- Allah mu'minlerle beraberdir: (Enfal, 19)
2- Allah sabredenlerle birliktedir: (Bakara, 153-249, Enfak, 46, Enfal, 66)
3- Allah takva ehliyle birliktedir: (Bakara, 194, Tevbe, 36-123, )
4- Allah takva ehli olan ve iyilik edenlerle beraberdir: (Nahl, 128)
5- Allah’a tevekkül edene o kâfi gelir: (Ahzap, 3-48, Zumer, 36, Talak, 3)
Allah, sabreden takva ve tevekkül ehli olan mu’minlerle beraberdir. Ne büyük bir lütuf, ne büyük bir inayet, ne büyük bir iftihardır Hakk’ın maiyet ve himayesine mazhar olmak! Buna inanan, yakin eden bir kimse yalnızlık, acizlik korkaklık hisseder mi? Umutsuzluğa düşer mi? Bunalım ve buhranlara sürüklenir mi? En zor durumlarda dahi sükunet ve teslimiyetini kaybeder mi?!
6- Takva ehli olup Resul’e iman edenlere nuraniyyet bahşeder: (Hadid, 28)
7- Takva ehline hakkı batıldan ayırt etme özelliği verir: (Enfal, 29)
8- Takva ehline Allah bilmediklerini öğretir: (Bakara, 282)
9- Allah mu’minleri karanlıklardan çıkarıp nura götürür: (Bakara, 257)
10- Allah için çaba gösterenler mutlaka hedefe ulaşırlar: (Ankebut, 69)
11- Her zorluğun ardından bir kolaylık lütfeder: (Talak, 7, İnşirah, 5-6)
12- Mu’minleri kurtarır: (Enbiya, 88)
13- İman ve salih amel ehli olanların muhabbetini kalplere yerleştirir: (Meryem, 96)
14- Biz ona, en kolay olanı kolaylaştıracağız. (Leyl, 7)
15- Takva, işleri kolaylaştırır: (Talak, 4)
16- İman edip de salih amel işleyen ve Resulullah’a nazil olana iman edenlerin Allah kötülüklerini örter ve işlerini düzene koyar: (Muhammed, 2)
17- Mu’min olduğu halde salih amel işleyene hayat-ı Tayyibe nasip eder: (Nahl, 97)
18- Takva ehline çıkış yolunu gösterir ve ummadığı yerden onu rızıklandırır: (Talak,3)
19- şükredenlere nimetini artırır: (İbrahim, 7)
20- İman ve takva ehline göğün ve yerin bereketlerini nazil eder: (A’raf, 96)
21- Kur’an’dan-zikirden yüz çevirmek dar geçime muciptir: (Taha, 124)
22- Fakirlik korkusuyla evlenmekten vazgeçmeyin, Allah onları kendi fazlıyla ihtiyaçsız kılar: (Nur 32)
Bu iki grup ayette Hak Teala iman, takva, teslimiyet, ihlâs, salih amel, şükür ehli olanlara maddi, manevi kazanımlardan bahsetmektedir. Evet, Allah-u Teala bu özelliklere sahip olanlara manevi olarak nuraniyyet, hakkı batıldan ayırt etme özelliği bahşeder; Rabbani ilimleri öğrenmelerine zemin hazırlar; hidayet yollarını teşhis etme ve gün geçtikçe hidayetlerini artırmada yardımcı olur. Sonlarını kurtuluş ve selamete çıkarır; hiçbir zaman çıkmazda bırakmaz; bazen yanlış yapsalar da o iman ve takvalarından dolayı, o yanlışlarının üstünü örter; muhabbet ve sevgilerini pak ve layık gönüllere yerleştirir.
Maddi olarak işlerini düzene koyar ve kolaylaştırır; onlara “hayat-ı tayyibe” (huzurlu, bereketli, şaibe ve şerlerden uzak bir hayat) nasip eder. Takva ehli olana ummadığı yerden rızkını nasip eder. şükür ehli olursa, nimetini artırır, malına bereket nasip eder. Tam tersine Hakk’ın zikrinden yüz çevirene dar-bereketsiz-huzursuz bir hayat verir.
Evet, takva ehli olan, rızık korkusu, aman ne olacak kaygısı yaşamaz ve dolayısıyla bu gerekçeyle vazifelerini ihmal etmez. Eğer hayatımızda bunları müşahede etmiyorsak, Rabbimiz de vadinde asla hilaf etmeyeceğine göre, suçu kendimizde aramalı ve nerede hata yaptığımızı, eksiklerimizin nerede olduğunu sorgulamalıyız.
23- Namaz kötü ve çirkin işlerden alıkor: (Ankebut, 45)
24- Allah’ın zikriyle kalpler yatışır: (Ra’d, 28)
25- Onu hatırlayanı, o da hatırlar: (Bakara, 152)
26- Duaları kabul eder: (Bakara, 186, Gafir, 60, Neml, 62)
Her namaz kılanın mutlaka namaz kılmayanlarla az da olsa, kötülüklerden uzak kalmada bir farkı vardır. Ancak namaz ne kadar mükemmel olursa, sıhhat, kabul ve kemal şartlarına haiz olursa, o derece insanı kötülüklerden uzaklaştırıp, kemallere yüceltmesi de mükemmel olur. Eğer hala namaz ehli olmamıza rağmen bir takım yanlışlarımız, günahlarımız söz konusuysa, demek ki namazımızda noksanlıklar var…
Allah’ın zikriyle kalpler yatışır, huzur bulur. Allah’ı yad edenler, onu her zaman ve mekanda hazır ve nazır görenlerin, elbette ıstırapları, kaygı ve korkuları, yok olur, ya da azalır. “Siz beni hatırlayın, ben de sizi hatırlayayım” vaadini Rabbinden duyan ve sürekli Rabbini kalben, lisanen ve halen zakir olan bir kimsenin kaygılanmasına, mustarip olmasının bir anlamı kalır mı?
Rabbimiz duaları kabul edeceğine dair söz vermiştir. Yeter ki dua şartlarına uygun yapılmış olsun. Eğer dualarımız kabul olmuyorsa, mutlaka dua adap ve şartlarında sorun vardır…
27- İnfak edilenin yerini doldurur: (Sebe’, 39, Bakara, 269-272)
28- Bire karşı 700 verir: (Bakara, 261)
29- Allah ribayı (faizi) yok eder. Sadakayı ise büyütür, bereketlendirir: (Bakara, 276)
30- Allah’a borcun sonucu: Kim Allah'a güzel bir borç verecek ki, Allah da onu kendisine kat kat ödesin. Ona çok değerli bir mükâfat da vardır. (Hadid, 11, Bakara, 245, Müzzemmil, 20)
Allah aşkına bu İlahi vaatleri okuyup, inanan, yakin eden bir kimsenin artık, infak ederken eli titrer mi? Zekâtını, humusunu verirken, ikrah ve isteksizlik yaşar mı? “Aman ne olacak?” kaygı ve korkularına kapılır mı?
Mu’min kardeşine yardım amaçlı borç verme söz konusu olunca, eli titrer mi? Mu’mine borç verdiğinde aslında Allah’a borç verdiğini ve verdiği Rabbi tarafından kat kat telafi edeceğini bilen bir kimse, kendisine el açan mu’mini geri çevirir mi? Hatta onun el açmasını bekler mi?
31- Kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri affeden ve sizin yaptıklarınızı bilen O'dur." (şura, 25)
32- Allah bütün günahları bağışlar, tevbe edildiği takdirde: (Zumer, 53)
33- "…şüphesiz ki Allah çok tövbe edenleri de sever, çok temizlenenleri de sever." (Bakara, 222)
34- "Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışlarda bulunanlar başka; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir." (Furkan, 70)
35- Başkalarını bağışlayanı Allah da bağışlar: (Nur, 22)
36- İstiğfarın rızkın bollaşması ve sıkıntıların bertaraf olmasına yol açması: (Nuh, 10-12)
37- "Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret isteyin, sonra O'na tevbe edin ki, üzerinize gökten bol bol bereket indirsin ve sizi kuvvetinize kuvvet katarak çoğaltsın. Gelin günahkâr olarak dönüp gitmeyin." (Hud, 52)
38- "Ve Rabbinizin mağfiretini isteyin, sonra ona tevbe edin ki sizi, belli bir süreye kadar güzel güzel yaşatsın. Ve her fazilet sahibine layık olduğu ihsanı versin. Eğer yüz çevirirseniz, ben sizin için büyük bir günün azabından korkarım." (Hud, 3)
Masum olmayanların hata yapmaları, günaha müptela olmaları muhtemeldir. Yukarıdaki İlahi vaatlere inanan ve yakin eden bir kimse, böyle bir durumda umutsuzluğa kapılmaz; dönüp tevbe ederek Rabbinden bağışlanma diler ve pişmanlık ve gözyaşlarıyla kendini bağışlatır, geçmişi telafi eder.
Tevbe sadece günahların bağışlanmasına vesile olmakla kalmaz, Allah günahlarını hasenata çevirir; rızkını bollaştırır; sıkıntılarını bertaraf eder ve hayatı bereketlenir.
Ancak tevbe ve bağışlanmanın bazı şartlarını da yukarıdaki ayetlerde müşahede etmekteyiz. Örneğin tevbe hakiki bir tevbe olmalıdır. Sadece dilde istiğfar edip de günahtan pişmanlık duymamak ve salih amellere yönelmemek gerçek bir tevbenin tahakkuk etmediğini gösterir. Yine Rabbimiz, kendi bağışını, bizim de bize karşı yanlış yapanlara karşı affedici ve bağışlayıcı olmamıza endekslemiştir. Kendisine yanlış yapanları affetmeye yanaşmayanların Allah’tan af ve mağfiret beklemeleri abes ve yersizdir.
39- Allah’ın dinine, İlahi hedeflere yardım edenlere Allah da yardım eder: (Muhammed, 79, Hac, 40)
40- Nihai zafer Allah’ın, Peygamberlerinin (ve takipçilerinin olacaktır): (Mücadele, 21)
41- Gerçek mu’minler daima üstün gelirler: Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz. (Al-i İmran, 139, Al-i İmran, 160)
42- Allah’ın hizbi galip gelecektir: (Maide, 56)
43- İslam bütün dinlere galip gelecektir: (Tevbe, 33, Fetih, 28, Saf, 9)
44- Allah nurunu tamamlayacaktır: (Tevbe, 32, Saf, 8)
45- Yeryüzünü salihler miras alacaktır: "Andolsun biz, Zikir'den (Tevrat'tan) sonra (Davud'a indirilmiş) Zebur'da da yazdık ki: "şüphe yok ki yeryüzü, salih kullarıma miras kalacaktır." (Enbiya, 105)
Allah-u Teala mu’minleri müdafaa edeceğine, onun dinine yardım edenlere yadım edeceğine, Allah’ın hizbinde yer alanları galip kılacağına, İslam’ı bütün dinlere üstün kılacağına, yeryüzünü salihlere miras olarak bıkacağına dair söz vermiştir. Dolayısıyla mu’min bir mücahid, hiçbir zaman mücadelesinde umutsuzluğa kapılmaz. Bilir ki onun davası, asla yok olmaz bir davadır. O görsün veya görmesin İlahi davası sonunda zafere ulaşacak ve ergeç dünya Salihlerin olacaktır. Mu’min ise Kur’an’ın tabiriyle iki güzelden birisine ulaşacaktır: Ya zafer ya şehadet… Ya da mücadelesinin mükafatını Rabbi fazlasıyla ona inayet edecektir..
Bu ayetlere inanan ve yakin eden bir kimse daha bir umutlu, şuurlu ve şevkle evrensel İlahi adalet ve hâkimiyeti gerçekleştirecek olan Hz. Mehdi’nin zuhurunu bekler ve bu zuhura zemin hazırlamaya çalışır.
46- Şeytan'ın mü’minler üzerinde bir sultası söz konusu değildir: (İsra, 65, Hicr, 42, Sebe’, 21, Nahl, 99-100)
47- Şeytan'ın hileleri zayıftır: (Nisa, 76)
48- Kim, Rahmân'ın zikrini görmezlikten gelirse, biz onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur. (Zuhruf, 36)
49- Allah’ı unutanları, Allah da unutur: (Tevbe, 67)
50- Ahireti (Allah’ı) unutanlara Allah kendilerine kendilerini unutturur: (Haşr, 19)
Şeytan'ın hileleri elbette zayıftır ve mü’minler üzerinde herhangi bir sultası söz konusu değildir. Ama bunun şartı diğer ayetlerde de beyan edildiği gibi, Allah’ın zikrini unutmamak, onu her zaman ve mekânda hazır ve nazır görmek, ona sığınmak, ondan yardım dilemektir. Tam tersine Rahman’ın zikrini unutan, ahireti unutan ve Hakk’a sığınmayan kimseye elbette şeytan musallat olacaktır. Bu şeytanın güçlüğünden değil, insanın zayıflığından ve güçlü olan Rabbine sığınmamasından dolayıdır.
Azerbaycan Rejimi Ve Siyonist İsrail'in Entrikaları
Av. Musa Güneş 3 Ekim 2021 tarihli "Kardeş Halklar Ve Kalleş Hükümetler" isimli İslâmî Analiz'de yayınlanan makalesinde Azerbaycan hükümetinin Siyonist rejimle girdiği ittifakları ve TC rejiminin kurulduğu yıllarda halkımızın aidiyet değerlerine olan düşmanlığından söz ederek çarpıcı örnekler veriyor. Gerçekten tek parti diktatörlüğü döneminde halkımız oldukça eziyet görmüştü. Musa Güneş Bey'in de ifade ettiği gibi gâvur şapkası giymek istemeyen mümtaz şahsiyetli nice âlimlerimiz darağaçlarında sallandırıldı. Yine şapka giymek istemeyen Karadeniz halkı Hamidiye gemisi ile topa tutulmuştu. Daha sonraları Karadeniz'in Hamidiye gemisi ile vurulması hadisesi hicvedilip darb- ı mesel hâline gelmişti. Karadeniz lehçesi ile dile getirilen şudur: "Atma Hamidiye atma, şapka da giyecook, vergi de verecook."
Bu meseleleri, bu acı hadiseleri bilmeyenler "inanılacak gibi değil, nasıl olur da dinî değerlerimize ve mukaddesatımıza bu derece düşmanlık adilip insanımıza gavûr yaşam biçimi silahla, ölüm tehditleri ile dayatılır?" diyebilir. Ama bunlar tarihin kaydettiği acı gerçekler. Bu zulümlerle ilgili Gazeteci Yazar Yalçın Bayer 06.06.2013 tarihli Hürriyet Gazetesi'ndeki
"Şapka da giyeceğiz vergi de vereceğiz" isimli köşe yazısında şöyle açıklamalarda bulunuyor:
"Bazı anılar dikkat çekiyor:
Atatürk Şapka Kanunu’nu çıkarıyor. Ancak büyük tepki verilen bölgelerden biri de Karadeniz oluyor.
15 Aralık 1925 günü halk, 'Biz zorla şapka giymek istemiyoruz, sarığımız bize yeter!' diyerek Ulu Cami önünde toplanıyor; uyarının dinlenmemesi üzerine jandarma bunlara ateş açıyor; 17 kişi ölüyor.
Rizelilerin isyanı karşısında yeni Cumhuriyet hükümeti, donanmanın en büyük harp gemisi olan Hamidiye kruvazörünü Rize sahillerine gönderiyor. Ulu Caminin bulunduğu Bataniye yamaçlarını dövüyor.
Sadece bir gün içinde 143 kişinin yargılama işlemi bitiriliyor; 14 kişi 15’er yıl, 22 kişi 10’ar yıl, 19 kişi de 5’er yıl kalebend denilen ağır hapis cezalarına çarptırılıyor.
Geriye kalanlar ise dayak ve para ödeme gibi hafif ceza alıyorlar. İstiklal Mahkemesi’nin hızla verdiği kararla 8 kişi hemen Ulu Cami önünde kurulan darağacında idam ediliyor.
Yıllar sonra bu bombardıman hadisesi türkülere konu oluyor:
'Atma Hamidiye atma din kardeşiyiz.
Ula şapka da giyeceğiz, vergi de vereceğiz!"
Evet bunlar Anadolu topraklarında yaşanmış acı gerçekler. (Yalçın Bayer, makalenin ilerleyen satırlarında idamları tasvip etmemekle birlikte rejimi temize çıkarmaya çalışıyor.)
Türkiye olarak elbette köprünün altından çok sular aktı. Azerbaycan ise SSCB yıkılıp bağımsızlığını ilân ettiği 18 Ekim 1991 tarihinden bu yana 30 yıl geçti. Azerbaycan rejiminin kurulma aşamasında geçici başkan İsa Gamber oldu. Ebulfazl Elçibey ise resmi olarak 7 Haziran 1992 - 24 Haziran 1993 tarihleri arasında görev yaptı. Bu tarihten sonra siyasî entrikalarla Haydar Aliyev iktidara geldi. Haydar Aliyev SSCB döneminde komünizm ideolojisine sadakatle bağlılığından dolayı devlet kademelerinde büyük görevlerde bulunmuş ve KGB'nin başkan yardımcılığına getirilmişti. (Mihail Gorbaçov'un komünist rejimin yıkılmasına ilişkin başlatmış olduğu "glasnost ve perestroika" hareketine şiddetle karşı çıkanlardandı.)
Kariyerini KGB'de sürdüren Aliyev, 1967'de Azerbaycan KGB'si başkanı olarak atandı ve kendisine tümgeneral rütbesi verildi. 1993 yılında 2003 tarihine kadar Azerbaycan cumhurbaşkanlığı görevini yürüttü. Yirmi yıllık süreç içerisinde İslâmî yapılara göz açtırmadı. Dindar kesime baskı uyguladı. Birçok tanınmış mümtaz âlim hâlâ zindanlarda çile çekmektedir. Oğul İlham Aliyev 2003 yılından bu yana babasından devraldığı baskıcı politikalara misliyle devam etmektedir. Ayrıca başta petrol olmak üzere birçok şirket devlete ait olması gerekirken Aliyev ailesinin tekelindedir. Tıpkı Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkelerinde olduğu gibi. Bu alan ve vantuzlama durumunu bir gazeteci es kaza gündeme getirecek olsa tıpkı Suud rejiminde olduğu gibi ağır işkencelerden geçirip hapsi boylayacaktır.
Bu ülkede rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma, illegal yollardan iş görme vs. had safhada. Özellikle bir zamanlar sahte diploma ayarlama furyası vardı. İki - üç bin dolara resmî prosedüre uygun üniversite diplomaları satılıyordu. Kara yolu ile gidenler bilir, rüşvet gümrükten girerken başlıyor. O ülkede ticaret yapanlar adeta gümrük mevzuatlarını rüşvetsiz hâlletmeleri mümkün değildi. TIR şoförü arkadaşlar gümrüklerde nasıl söğüşlenip soyulduklarını anlatırlardı. Biz de, "pes doğrusu" derdik. Ülkede ahlâkî yozlaşma da dibe vurmuş vaziyette. Bu yılki Eurovizyon şarkı yarışmasındaki müstehcen show sahnelerini görenler olayı tiksinti ile anlatıyor. Müslüman bir ülke böyle mi olmalı? Rejim adeta dinî değerlere savaş açmış. Ülkede İslâm'ın esamesi okunsun istenmiyor. Dinî hizmet ve faaliyette bulunmak isteyen sivil toplum kuruluşlarına göz açtırmıyorlar. Birçok yerde harabeye dönmüş camilerin onarılmasına müsaade edilmiyor. Bütün bu baskı politikalarına rağmen dinî değerlere uygun bir hayat yaşama azmi içerisinde olan kesim varKomünizm bu ülkeyi silindir gibi ezmiş geçmiş. Ancak komünizm ideolojisinden kurtulalı 30 yıl oldu. Ne olurdu da yönettiğiniz halkın aidiyet değerlerine uygun bir yapılanmaya gitseydiniz. Hemen yanıbaşınızdaki İslâm devletinden "devrim ihracı" korkusuyla kaçabildikçe kaçtınız. Ve en acısı mazlum Filistin halkının katili Siyonist çete ile iş tuttunuz. Bu ihaneti sadece ticarî konularda değil, askerî işbirliği anlaşmalarıyla da yaptınız.
Filistin'e yönelik ihanet süreci sadece Arap ülkeleri ile sınırlı kalmadı. Birçok Müslüman ülke Siyonist çete ile ilişkiye girdi. Azerbaycan cenahında Baba Haydar Aliyev zamanında başlayan bu ilişkiler oğul İlham Aliyev ile zirveye çıktı. Şimdi Türkiye'nin de içerisinde bulunduğu askerî işbirliği anlaşması ile konsorsiyum oluşturmak isteniyor. Daha açıkçası "askerî pakt" kurmak istiyorlar. Türkiye buna ne cevap verecek bilmiyoruz. Bunlar öylesine karanlık ve şeytanî plânlar ki, hedef sadece İran İslâm Cumhuriyeti, başka değil. Azerbaycan hükümeti yani İlham Aliyev ve avanesi öyle bir oyuna getirilmek isteniyor ki, eğer bu oyuna gelirlerse büyük bir ateşin içerisine atılmış olacaklar. İran İslâm Cumhuriyeti'ne Saddam vasıtasıyla yapamadıklarını şimdi Aliyev'i maşa olarak kullanıp yapmak istiyorlar...
İran çok açık bir şekilde Filistin işgalcisi Siyonist çetenin Azerbaycan'daki varlığından rahatsız. İlham Aliyev ise Siyonist çeteden almış olduğu Harop marka İHA'ların önünde show yaparcasına ve İHA'yı okşayarak "İsrail nerede?" diyor. Yani bir devlet başkanına yakışmayan tarzda müptezelce/şaklabanca bir tavır sergileyerek ironik sorular soruyor. Oysa Azerbaycan topraklarında Siyonist çeteye verilmiş olan üslerden kalkan İHA'lar sınır ihlâli yaparak İran hava sahasına girip keşif uçuşları yapıyor. İran'ın bilim insanlarına yönelik suikastlar bu keşif uçuşlarından sonra gerçekleştiği biliniyor. Sormamız lazım, komşusunu vurması için katile balkonu kiraya vermek ne anlama geliyor? Aliyev rejimi işte bunu yapıyor...
İran bu son gelişmelerden sonra sınır bölgesinde büyük bir tatbikat yapmış oldu. Peki yine soracak olursak, bölgemizde tansiyonun yükselmesi kimin işine yarar?
Bu şeytanî plânda Müslümanın Müslümana kırdırılması var. Siyonist çete ile konsorsiyum da oluşturulsa, yani askerî pakt da kurulmuş olsa Siyonist çete İran ile asla sıcak bir çatışmaya girmez/giremez. Maksat iki Müslüman ülkeyi kapıştırıp kenara çekilmek. İranlı siyasî ve askerî mesuller bunu çok iyi bildiği için krizi tırmandırmadan sadece tatbikat yapmakla yetindiler. En son gelinen nokta itibariyle iki ülkenin dışişleri bakanları görüşüp sağduyulu beyanatlarda bulunarak kamuoyunu teskin etmiş oldular. Müslümanlar olarak bizim de temenni ve beklentimiz bu yönde. Müslüman kamuoyu olarak bizim istediğimiz, hiçbir Müslüman ülkenin Siyonist çete ile ne ticarî alanda ne askerî sahada asla işbirliğine ve bir takım ittifaklara gitmemesidir. Zira Siyonist işgalci çeteye karşı bizim akidemize taallûk eden kırmızı çizgimiz bellidir.
Siyonist çetenin Filistin topraklarındaki varlığı bizim için illegaldir. Birleşmiş Milletler nezdinde kabul görse ve Birleşmiş Milletler tarafından tescillenmiş olsa da İngilizlerin işgal ederek Siyonistlere peşkeş çektiği topraklarımız üzerinde devlet kurmak biz Müslümanların nezdinde geçerliliği yoktur. Böyle bir işgalci yapı ile diplomatik ve ticarî ilişkilere girmek ve bunun ötesinde askerî işbirliği anlaşmaları yaparak stratejik ortaklıklar geliştirmek Kûr'ân-ı Kerim'e, mukaddesatımıza ve tüm İslâm ümmetine yapılmış en alçakça ihanettir. İlham Aliyev ve avanesi bunu çok iyi bilmelidir.
Hizbullah, ABD’yi nasıl ters köşeye gönderdi?
İran gemilerinin ardı gelir mi bilinmez. Fakat Hizbullah’ın hamlesi Lübnan siyaseti ve ülkeyi çevreleyen dehşet dengesindeki yerini teyit ediyor. İlk raundu aldığı söylenebilir.
Eşeklerle ilgili bir haberin Orta Doğu’daki hesaplaşmalarda ne ilgisi olabilir? Beka Vadisi’nde eşeklerin fiyatı 2 milyon liradan 10 milyon liraya çıkmış. Lübnan’da araçlara kontak kapattıran, hastaneleri işlevsiz bırakan, jeneratörleri susturan ve evleri karartan petrol yokluğu kırsal kesimde ulaşım aracı olarak eşek ve katırları kıymete bindirmiş. Bu çöküşü hükümetsizliğe, kötü yönetime, yolsuzluğa, istismara, mezhep tabanlı sisteme bağlamak gerçeğin bir tarafını teslim eder. Tespiti burada bırakmak ise insanı Lübnanlılara “Müstahaksınız” deme kolaylığına götürür. Gerçeğin diğer parçası çetrefilli; anlaşılması zor.
Lübnan daha büyük ve çoklu bir savaşın parçası. İran ile Suudi Arabistan arasındaki nüfuz mücadelesinin, işgalci İsrail’le direniş güçleri arasındaki düşmanlığın, İsrail’in güvenliğine adanmış ABD-AB bloku ile İran ve Suriye’nin başını çektiği eksen arasındaki hesaplaşmanın, iç savaş günlerinden beri istikrarsızlığı garantileyen Lübnanlı partiler arasındaki husumetlerin savaşı…
ABD’nin, İran’ın petrol gelirlerini sıfıra indirmeye odaklı azami baskı siyaseti, Suriye’yi ekonomik olarak çökertip tavır değişikliğine zorlamaya endeksli Sezar Yasası yaptırımları, Yemen’e dayatılan kuşatma ve Lübnan ile Irak’ta eş zamanlı gelişen gösteriler bu savaşta entegre bir çökertme stratejisini tanımlıyordu. Lübnan’ın mali krizi bundan bağımsız gelişmedi. Bu krizden ilk önce etkilenen de ekonomik çarkını çevirebilmek için Lübnan bankalarını kullanan Suriye oldu.
Ayrıca ABD, Lübnan’ı olabildiğince nefessiz bırakıp hidrokarbon yataklarıyla ilgili olarak İsrail’in aradığı koşullarda münhasır ekonomik bölgelerle ilgili haritanın çizilmesini istiyor. İsrail anlaşmazlık bölgesi Kariş sahasında Yunanlı bir firma ile arama çalışmalarını başlatmıştı. Ekim 2020’de başlayan müzakerelerin altıncı turu 16 Haziran 2021’de gerçekleşti. Lübnanlılar ise İsrail’e yontan bir kıskaç altında el sıkışmak istemiyor.
***
Ekim 2019’da patlak veren gösteriler, hemen ardından Merkez Bankası’nın döviz darboğazına girmesi, Ağustos 2020’de Beyrut limanındaki patlama ve ekonomik buhran, 2005’de Refik Hariri suikastı sonrasında olduğu gibi Batı-Körfez blokuna Hizbullah’ın dışlandığı yeni bir hükümet kurmak için baskı kanallarını ardına kadar açtı. Suudi Arabistan 2017’de Başbakan Saad Hariri’nin istifa ettirildiği skandal müdahaleden sonra geride dururken Fransa sömürge döneminden küflenmiş çizmeleri yeniden giydi. Ama bu baskı mekanizması ve manipülasyonlar Hizbullah ile Cumhurbaşkanı Mişel Aun arasındaki ortaklığı fazla örselemedi. Ekonomik baskıların yol açtığı öfkeyi Hizbullah ve Aun’a yönlendirmeye dönük Körfez-İsrail-Batı üçgeninde büyük bir gayret sarf edildi.
Amerikan Üniversitesi Tıp Merkezi yakıt yokluğundan operasyonları durdurmak zorunda kalırken bile ABD sorunu çözmeye dönük adım atmadı.
Geçen yıl Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah döviz krizini aşmak için Lübnan lirasıyla İran’dan petrol ve ilaç alabilecekleri önerisini ortaya attı. Hizbullah’a hasım partiler, öneriyi Lübnan’ı İran’ın yörüngesine sokma adımı olarak görüp şiddetle karşı çıktı. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo da “Kabul edilemez. Kesinlikle yaptırım olur” diyerek bunu önlemek için ellerinden geleni yapacaklarını söylemişti.
Alternatif olarak Rusya’nın petrol rafinerisi kurma önerisi de reddedildi. Çinlilere de kapı kapatıldı. Mayısta iki enerji gemisi elektrik üretimini durdururken Lübnan Elektrik Kurumu döviz ve yakıt yetersizliği nedeniyle 22 Haziran itibariyle tüm faaliyetlerine son vereceğini duyurdu.
Ülkede elektrik kesintileri günlük 20-22 saati bulurken Lübnan’ın dostu olduğunu söyleyenler kılını kıpırdatmadı.
Merkez Bankası’nın 12 Ağustos itibariyle sübvansiyonları kaldırma kararıyla petrol krizi iyice tırmandı. Banka akaryakıta sağlanacak döviz kredilerinin resmi kur yerine piyasadaki serbest kur üzerinden hesaplanacağını açıkladı.
Fiyatlar birkaç katına tırmanırken karaborsa ve stokçuluk başladı. Ordunun el koyduğu depolardan biri 15 Ağustos’ta patladı, 22 kişi öldü, 76 kişi yaralandı. Bu da tuz biber ekti. Kapalı bir istasyona saldırı yüzünden Şii yoğunluklu Ankud kasabası ile Hıristiyanların yaşadığı Magduşe kasabası arasında gerilim tırmandı. Lübnan mezhepsel savaşın her zaman birkaç adım ötesinde. Petrol yokluğu bir istasyonda bir imama Cuma namazı bile kıldırttı.
***
Daha önce İran’la yerel para birimiyle petrol alabileceklerini ama hükümetin buna cesaret edemediğini belirten Nasrallah 19 Ağustos’ta petrol yüklü İran gemisinin birkaç saat içinde yola çıkacağını duyurunca ortalık karıştı. Lübnan'a karşı ekonomik savaş dayatanların Hizbullah'ı bu kararı almaya mecbur bıraktığını söyledi. İsrail ve ABD buna izin verir miydi? Bir süredir İsrail, İran petrol gemilerini hedef alan gizemli saldırılarda bulunuyordu. İran da birkaç yerde İsrail gemilerini hedef alarak misilleme yaptı. Adı konulmamış bir deniz savaşı yaşandığından Lübnan yolcusu tanker de güvende değildi. Nasrallah akaryakıt gemisinin İran karasularından çıktıktan sonra Lübnan toprağı sayılacağını belirtti. Mesaj açıktı; İsrail gemiyi sabote ederse Hizbullah da İsrail rafinerilerini ya da limanlarını vuracaktı. İlk geminin Lübnan’a ulaşmasının ardından iki gemi daha yola çıkacak, bunu dördüncü bir kargo izleyecekti. Bu hamle potansiyel olarak Hizbullah’a büyük bir kredi açarken Lübnan için de riskler barındırıyordu.
İşin risk kısmından doğal olarak Gelecek Hareketi lideri Saad Hariri, Lübnan Güçleri Partisi Genel Sekreteri Semir Caca ve Ketaib Genel Sekreteri Sami Cemayel gibi Hizbullah’ın hasımları tutuyor. Bu üç liderin suçlamaları özetle şöyle:
- Lübnan’ı iç ve dış çatışmalara çekebilecek tehlikeli bir gelişmedir.
- İran gemilerini ‘Lübnan toprakları’ gibi görmek ulusal egemenlikten tavizin zirvesidir.
- Lübnan yasaları ihlal ediliyor.
- Bu, Lübnan devleti ve hükümetine saldırıdır.
- Gemi İran’a karşı yaptırımları ihlal ediyor. Lübnan da kuşatma ve yaptırımlara maruz kalacak.
- Hizbullah sağlıktan ekonomiye ve savunmaya tüm bakanlık pozisyonlarını gasp ediyor.
- Hizbullah stratejik, askeri ve güvenlik kararlarına el koyuyor; Lübnanlıları tehlikeye atıyor; özel sektörü tamamen deviriyor.
- Akaryakıt krizinin sebebi Suriye'ye yasa dışı yollarla yapılan sevkiyattır.
Özel sektöre darbe suçlaması Caca’ya ait. Caca, Suudi bağlantılarının gerektirdiği muhalefeti sergilerken kendi kuyruk acısını da yansıtıyor. Şöyle ki Zahle’de Lübnan ordusunun stokçulara karşı yürüttüğü operasyon sırasında ortaya çıkardığı 5 bin litrelik 38 akaryakıt deposunun Lübnan Güçleri’nin liderlerinden İbrahim Sakr ve kardeşi Marun Sakr’a ait olduğu ortaya çıktı. Lübnan ekonomisinin en ‘akar’ tarafları siyasilerin kontrolünde. Ama Lübnan’ın neden devlet olamadığına sıra gelince en büyük gürültü bu odaktan yükseliyor.
Nasrallah eleştirilere ve tehditlere 29 Ağustos’ta Hermel kentinde bir anma törenindeki konuşmasında karşılık verdi. “Akaryakıt Hizbullah ya da Şiiler için değil tüm Lübnanlılar içindir” dedi. “Devletin ve firmaların alternatifi değiliz. Amacımız kara borsayı kırmak ve insanların acılarını dindirmek” diye ekledi. Ayrım gözetmeden öncelikle hastaneler, ilaç ve gıda fabrikaları, ekmek fırınları ve elektrik jeneratörlerine yakıt vereceklerini söyledi. Her konuda hükümete ayar vermeye kalkışan Beyrut’taki Amerikan Büyükelçisi Dorothy Shea’ya da “Lübnan'a yardım etmek istiyorsanız, diğer ülkelerin Lübnan'a yardım etmesini engellemeyi bırakın, sizin ne inisiyatifinizi ne de paranızı istiyoruz” yanıtını verdi.
Pek çok gözlemci Aun, hükümet ve konunun muhatabı Enerji Bakanlığı ile bir mutabakat olmadan Hizbullah’ın bu adımı atmayacağını düşünüyor. Ki hükümet ve cumhurbaşkanlığının sessizliği zımni onay olarak görülürken başbakan adayı Necip Mikati de Hizbullah’ın dostu olmamasına rağmen eleştirenlere şu yanıtı verdi: "Bize bir mum ver. Alternatifimiz olmadıkça bu sevkiyatları reddetmeyeceğiz.”
***
Nihayetinde geminin 3 Eylül’de Lübnan’a değil Suriye’nin Banyas limanına yanaştığı, yakıtın karayolundan tankerlerle taşınacağı açıklandı. Bu, eleştirileri savuşturacak ya da yaptırım riskini azaltacak bir formül gibi duruyor.
Hizbullah’ın bu riskli hamlesinin şimdilik birkaç sonucundan söz edilebilir:
Bir kere İran tankerini “güvenlik meselesi” olarak niteleyen İsrail kendini tutmak zorunda kaldı. Bu durum 2006 savaşında oluşan ve geçen ağustosta sınırlı saldırılarla teyit edilen angajman kurallarının işlediğini gösteriyor. Bu tanker hamlesinden hemen önce Hizbullah’ın angajman kuralları yerli yerinde mi diye bir deneme yaptığını anlıyoruz. Olay şuydu: Önce Lübnan’dan İsrail’e faali meçhul üç roket atıldı. İsrail de boş arazileri vurarak Lübnan’a misilleme yaptı. Bu kez Hizbullah kendi misillemes ini can acıtmayacak hedefleri seçerek gerçekleştirdi. İsrail altta kalmamak için kendi işgali altındaki bölgenin tepelerini vurdu. Bu, “Saldırırsan saldırıya uğrarsın” demekti.
İkinci önemli sonuç; ABD kayıtsızlığını bozmak zorunda kaldı. Biden yönetimi İran’a ihtiyaç olmadan başka çözümler bulunabileceği mesajını verirken Büyükelçisi Shea’nın yaptığı ilk iş, Aun’u arayıp Lübnan’a Ürdün’den elektrik ve Mısır’dan doğalgaz nakledilmesi için onay verdiklerini iletmek oldu. Hizbullah’ı Lübnan’ın devlet olmasının önündeki temel engel olarak gören Hariri, Caca, Cemayel ve şürekâsının bu buyurganlığa diyebileceği tek bir kelime yok.
-Sinir harbi sürerken 1 Eylül’de Beyrut’u ziyaret eden bir Amerikan Kongre heyeti Lübnanlıların kulağına kar suyu kaçırmaya çalıştı. Heyete başkanlık eden Senatör Chris Murphy, "Suriye üzerinden taşınan herhangi bir yakıt yaptırımlara tabidir. Washington bunu yaptırımsız gerçekleştirmenin bir yolunu arıyor" dedi. Amerikalı senatörler, meclisteki en büyük blokun parçası ve iktidar ortağı Hizbullah’ın teröristliğine dair epey yontulmamış laf da etti.
Amerikalıların sözünü ettiği alternatif yolun nereye çıktığını cumartesi günü gördük: Şam.
Lübnan hükümeti bir yıldır Mısır doğalgazı ve Ürdün elektriğinin Suriye üzerinden Lübnan’a taşınması için arayış içindeydi. Ama Amerikalılar yaptırım tehdidini masadan kaldırmıyordu. 2011’de Suriye’ye vekâlet savaşı ile müdahale edildiğinde vurulan projelerden biri Arap Boru Hattı idi. Bugün Amerikalıların onay vermek durumunda kaldığı çözüm bu hatla ilgili. Arap Boru Hattı 2000’de Mısır, Suriye, Ürdün ve Lübnan arasında Mısır ve Suriye doğalgazının Ürdün, Lübnan ve Türkiye’ye taşınmasına yönelik geliştirilmişti. 1 milyar dolarlık yatırımdı. Anlaşmaya 2006’da dahil olan Türkiye, Kilis-Halep bağlantısı için 2008’de Şam’la anlaşmıştı. Lübnan bu hattan Ekim 2009’dan itibaren Banyas bağlantısıyla bir yıl kadar doğalgaz almıştı. Hattın zarar gördüğü söyleniyor.
Mısır’dan gelecek doğalgazın bir kısmının doğrudan Lübnan’a taşınması, bir kısmının da Lübnan’a iletilmek üzere Ürdün’deki santrallerde elektrik üretimi için kullanılması öngörülüyor. Bu öneriyi pişirmek, Lübnan’dan Şam’a kalabalık bir heyetin gitmesini gerektirdi. 10 yıl sonra Lübnan’dan ilk resmi ziyaret bu şekilde gerçekleşmiş oldu. Bu da Hizbullah’ın petrol hamlesinin dördüncü sonucu.
4 Eylül’de Şam’a giden Lübnan heyetinde Başbakan Yardımcılığı, Savunma Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı koltuklarında oturan Zeyne Aker, Maliye Bakanı Gazi Vezni, Enerji ve Su Bakanı Raymond Gacar ve Kamu Güvenliği (İstihbarat) Genel Müdürü General Abbas İbrahim yer aldı.
Suriye tarafı Lübnan’a elektrik ve doğalgaz transferinde altyapısının kullanılmasını olumlu karşıladı. Mısır, Ürdün, Suriye ve Lübnan petrol-enerji bakanları çarşamba günü Amman’da projeyi ilerletmek üzere bir araya gelecek. Bu gelişme, birkaç Arap ülkesiyle sınırlı olsa da Suriye’ye diplomatik alana dönme şansı da sunuyor.
Amerikalıların öncesinde Ürdün ve Mısır’la görüşmeler yaptığı aktarılıyor. ABD Dışişleri Bakan Yardımcı Vekili Joey Hood, Al Hurra kanalının konuyla ilgili sorusu üzerine “Lübnan hükümeti, İran’dan petrol istemediğini açıklığa kavuşturdu” demekle yetindi. “Fakat Hizbullah istedi” diye tekrar sorulduğunda “İsteyen hükümet değil” yanıtını verdi. Gelişmeler ABD’nin yaptırımlardan Lübnan'ı muaf tutmayı kabul ettiğini gösteriyor.
İran gemilerinin ardı gelir mi bilinmez. Fakat Hizbullah’ın hamlesi Lübnan siyaseti ve ülkeyi çevreleyen dehşet dengesindeki yerini teyit ediyor. İlk raundu aldığı söylenebilir. Bu durum, Amerikan yaptırımlarının sonuç alma konusundaki berbat skorunun altını da çiziyor. (gazete DuvaR)
Rus-Amerikan kazanında Suriye için ne pişiyor?
Şimdilik bütün öngörüler ve beklentiler koşullu cümlelerle başlamak durumunda. Fakat ABD’nin Orta Doğu’daki mesaisini azaltma konusundaki stratejik yönelimi, Rus-Amerikan temaslarının olumlu gündemi satın alması ve İran’la yeniden kurulan nükleer masa, taşları yerinden oynatma potansiyeli taşıyor.
Türkiye üç askerin yaşamını yitirdiği İdlib’e odaklanırken Suriye etrafında acayip bir trafik dönüyor.
Afganistan’dan çekildikten sonra Irak’taki muharip güçlerini de eve döndürmeye hazırlanan ABD’nin Suriye’deki askeri varlığını koruyup korumayacağının tartışıldığı bir dönemde bir dizi çapraz görüşmeye tanık oluyoruz.
ABD Merkez Kuvvetler Komutanı General Kenneth McKenzie 10 Eylül’de Rojava’yı ziyaret edip Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Genel Komutanı Mazlum Abdi’yle görüştü.
Bunun yanı sıra Kuzey ve Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetimi ile ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı düzeyinde başlayan siyasi temaslara yeni bir boyut ekleniyor. Bunun için Washington’dan Rojava’ya bir davet geldi. Suriye Demokratik Meclisi Eş Başkanı İlham Ahmed, özerk yönetimdeki Arap ve Süryani temsilcilerle birlikte Moskova’da temaslarda bulunduktan sonra Washington’a gidecek. Heyet Moskova’da Suriye dosyasının iki çarı Dışişleri Bakan Yardımcısı Sergey Verşinin ve Kremlin Suriye Özel Elçisi Aleksander Lavrentev ile durum değerlendirmesi yapacak.
Beri tarafta BM Suriye Özel Temsilcisi Geir Pedersen 11 Eylül’de Cenevre süreci çerçevesinde anayasa komitesiyle ilgili tıkanmayı aşmak için Şam’daydı. Suriye’de olumlu geçen bu görüşmeyi, İstanbul'da Suriye Ulusal Konseyi Başkanı Salim el Muslat ve Suriye Müzakere Komisyonu Başkanı Enes el Abde ile buluşma izledi. İstanbul’daki muhalif ekip birkaç gün önce Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile birlikteydi.
Ardından 14 Eylül’de Suriye Devlet Başkanı Beşşar el Esad gecenin bir vaktinde Kremlin’de Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin’e konuk oldu. 5 gün önce de İsrail Dışişleri Bakanı Yair Lapid, Rus mevkidaşı Sergey Lavrov’un konuğuydu.
Bütün bunlar, hazirandaki Putin-Biden zirvesinden sonra ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Orta Doğu ve Kuzey Afrika Koordinatörü Brett McGurk’un Verşinin ve Lavrentev’le yürüttüğü temaslara paralel gelişiyor.
Rusya, Ürdün ve İsrail üçgenindeki görüşmeler de bu trafiğin bir diğer yüzünü oluşturuyor.
***
Peki, bu trafikte nedir pişmekte olan?
Esad’ın adem-i merkeziyetçi bir çözümü fırına veren açıklamasına bakınca Kürt dosyasının Washington-Moskova eksenindeki pazarlık sürecine girdiğini anlıyoruz. Elbette bu konudaki belirsizlikler sürüyor; Şam’la Kürtler arasında müzakere için ciddi bir zemin oluşmuş da değil.
Kürt kaynaklara göre McKenzie, IŞİD’e karşı SDG’ye desteğin devam edeceğini söyledi. Bunu söylemek ABD’nin Suriye’den çekilip çekilmeyeceğine dair nihai bir karara işaret etmiyor. McKenzie, IŞİD’e karşı etkili bir direniş gösteren SDG ile Taliban karşısında dağılan Afgan ordusunun hiçbir şekilde birbirine benzemediğini vurguladı. McKenzie’nin SDG’nin organize bir güç olarak her türlü saldırıya direnebileceğini söylemesi iki zıt çıkarıma açık:
Birincisi, ABD güvenilir ve istikrarlı bir gücü terk etmez.
İkincisi, kendini savunma kapasitesine sahip olduğuna göre ABD, Suriye’den de çekilebilir.
Hangisinin olacağı nihayetinde Rusya ile ABD arasında varılacak mutabakatın içeriğine bağlı. Kürtler lehine bir şeyleri temin eden bir mutabakat olacaksa bunun altında evvela şu aranır: ABD çekildikten sonra Türkiye’nin iki bölgeyi elinde tutan Barış Pınarı Harekâtı’nı Kobani, Amude, Kamışlı ve Derik’i içine alacak şekilde yani Fırat’tan Dicle’ye kadar genişletmeyeceğinin garantilenmesi. Bu da Rus-Amerikan caydırılığına bağlı. Yani Barış Pınarı Harekâtı’nı Tel Abyad (Grê Sipî) ve Ras’ul Ayn'da (Serê Kaniyê) sınırlayan bir fren etkisinin sürdürülmesi. Bu tür mutabakat mantıken özerk yönetimle Şam arasında bir muhtariyet uzlaşması için yolun açılmasını da gerektirir. Şimdilik iki taraf arasında temas var ama anlamlı müzakere yok.
***
Olası Rus-Amerikan mutabakatını şekillendirecek olan sadece Kürtlerin liderliğindeki fiili yapıya statü verilmesi değil. O yüzden burada dönüp bir de Rusya, İsrail ve Ürdün arasındaki trafiğe bakmak gerekiyor. Burada temel mesele İran Devrim Muhafızları unsurları, Şii milis güçler ve Lübnan’daki Hizbullah’ın Suriye’deki varlığı. Rusya’nın epey zamandır, İsrail’in Suriye’de İran unsurlarını vurmasına ‘cerrahi bir operasyon olması’ kaydıyla engel olmadığını görüyoruz. Bunun ötesinde Rusya, Golan’ı çevreleyen Kuneytra ile Ürdün bağlantılı Dera’da İran-Hizbullah unsurlarının olmayacağına dair güvenceler verdi. Bu sayede güney cephesinde alttan alta körüklenen silahlı isyan halini bitirmek için muhaliflerle 3 yıl sonra yeni bir anlaşma çıkardı. Bu çerçevede birkaç gün önce Rus askeri polisi ve hükümet güçleri Dera’nın sorunlu mahallelerine girdi. Süreç silahların teslimi ve direnenlerin bölgeden çıkarılması şeklinde iki seçenek üzerinden yürütülecek. Bu neden önemli? Eğer Rusya, ABD ve İsrail’i temin ediyorsa ki o zaman güney cephesinde sükûnet hasıl olabilir, taraflar bu kez Fırat’ın doğusu ile İdlib’e odaklanabilir.
Bu tür süreç sadece Rusya-Amerika-İsrail arasındaki pazarlıklara değil Şam-Tahran-Moskova üçgeninde nasıl bir denge kurulacağına bağlı. Çatışma sürecini geride bırakıp ulusal uzlaşı, yeniden inşa ve mültecilerin geri dönüş planlarına geçebilmek için İran’ın geriletilmesi ve İsrail’in güvenliğinin temini şartının ABD açısından kritik bir eşik olduğu ortada. ABD’nin Kürtlere desteği ya da sahada kalması da önemli ölçüde bu hesaplarla bağlantılı. Lavrov Lapid’i ağırlarken İsrail’in güvenliğini Suriye’deki çözüm sürecinin içinde ele aldıklarını belirtti; “Rusya, İsrail’in Suriye’ye saldırmasına karşıdır. Aynı şekilde İsrail’in Suriye topraklarından hedef alınmasına da karşıdır. Biz Suriye’nin diğer ülkeler arasında bir çatışma alanı haline gelmesine karşıyız” dedi. Bu yaklaşımla Rusya kendisini İran’ı geriletecek güç olarak konumlandırıp diyalogun önünü açıyor.
***
Cenevre sürecinin geleceği de Rus-Amerikan diyalogunun ilerletilmesinin diğer ayağında yer alıyor. Burada da sahadaki askeri varlığı, yedeklediği milis güçler ve İstanbul merkezli muhalifler sayesinde kendi koşullarını dayatabilen Türkiye ile nasıl bir pazarlığa girileceği önem kazanıyor. ABD, SDG’ye destek vererek Ankara’yı kızdırsa da Türkiye’yi teskin edecek bazı tercihlerde bulunuyor: Irak tarafında PKK’ye karşı operasyonlara destek veriyor; Suriye’de Barış Pınarı Harekatı’nı durduran 17 Ekim 2019 mutabakatının garantörü olduğu halde Tel Ebyad ve Ras’ul Ayn’dan Ayn İsa ve Tel Temir taraflarına saldırıları durdurmuyor; insansız hava araçlarıyla düzenlenen suikastlara ses çıkarmıyor; Kürtlerin işbirliğinin siyasi ayağının eksik kaldığı eleştirilerine rağmen tatmin edici açılım yapmıyor; özerkliğin geleceğine dair taahhütte bulunmuyor; Kürtlerin Cenevre sürecine katılmasına dair ağırlığını kullanmıyor. Fakat Amerikan yönetimi hem Kongre ve kamuoyunda Kürtlerin Türkiye’nin insafına terk edilmesi konusundaki hassasiyeti hesaba katıyor hem de NATO ortağını gücendirmek istemiyor. Ortaklığın çerçevesini IŞİD’e karşı mücadele olarak sınırlayıp Kürtlerle ilişkisine siyasi boyut katmıyor ve özerkliğin geleceğini temin edecek taahhütler altına girmiyor. Yani lafı yuvarlak bırakıyor ki istediği yere yuvarlanabilsin.
Buna karşın normal koşullarda Rusya özerklik fikrine Amerikalılardan daha yakın. Şam’ı bu konuda cesur olmaya itecek şey de Amerikan tehditleri değil Rus teşvikleri. Burada da Türk-Rus çıkar ilişkileri bozucu faktör olarak duruyor. Türkiye, Rusya’nın da hesaba katmak durumunda olduğu bir aktör.
Fakat Rusya açısından Türk askeri varlığı çok boyutlu kullanım imkanı sunsa da Suriye’nin bütünlüğünün tesisinin önünde Fırat’ın doğusundaki yapıdan daha ciddi bir engel. Rusya, Cenevre sürecinin ilerletilmesinin kördüğümün çözümünde bir aşama olacağını düşünüyor.
Putin’in Esad’a verdiği mesajlar iki açıdan önemliydi. Birincisi, “Ortak çabalarımızla Suriye topraklarının büyük çoğunluğu kurtarıldı. Teröristler ağır kayıplar verdi ve sizin liderliğinizde Suriye hükümeti toprakların yüzde 90’ını kontrol ediyor” diyerek Fırat’ın doğusunu hükümetin kontrolüne girmiş saydı. Geri kalan asıl sorunu “hükümetin daveti ve BM yetkisi olmayan yabancı güçler” olarak koydu. Yani ABD ve Türkiye’yi iğneledi. Bu arada İdlib’de Ankara’yı köşeye sıkıştıracak hamlelerin geldiğini de görüyoruz. Mesajın ikinci kısmı Esad’a yönelikti: “(İyileşme ve hayata dönüş süreci için) siyasi muhaliflerinle diyalog kurmak dahil çok şey yaptığını biliyorum.”
Putin olmasını istediği şeyi olmuş gibi söyledi. Pedersen’ın Şam’a gidebilmesi bile ancak Rusların Esad’ın kulağına bir şeyler fısıldamasıyla mümkün olabildi!
***
Şimdilik bütün öngörüler ve beklentiler koşullu cümlelerle başlamak durumunda. Fakat ABD’nin Orta Doğu’daki mesaisini azaltma konusundaki stratejik yönelimi, Rus-Amerikan temaslarının olumlu gündemi satın alması ve İran’la yeniden kurulan nükleer masa, taşları yerinden oynatma potansiyeli taşıyor. Dera’daki mutabakat, Sezar Yasası’nı delecek şekilde Mısır doğalgazı ve Ürdün elektriğinin Suriye üzerinden Lübnan’a taşınması planı, İran petrol gemilerinin Suriye ve Lübnan için Tartus limanına yanaşması ve yazının girişinde sıraladığım görüşme trafiği Biden yönetiminin farklı bir şeyi denediğine işaret ediyor. Bütün bunlar hâlâ birbirine çok uzak duran farklı düğümlerin uçları. Buluşmaları zaman ve çaba alacak.
Reisi: Amerika ve Avrupa karar alma krizi yaşıyor
Cumhurbaşkanı Ayetullah Reisi, İran İslam Cumhuriyeti yükümlülüklerine bağlı olduğunu, ancak Amerika ve Avrupa karar alma krizi yaşadıklarını vurguladı.
İslam İnkılabı Lideri imamHamanei bu sabah 35. Uluslararası İslami Vahdet konferansının konuklarını ve nizamın önde gelen yetkililerini kabul etti.
Görüşmenin başında kısa bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Ayetullah Reisi, İran İslam Cumhuriyeti’nin dış politikasını başta komşuları olmak üzere tüm dünya ile teamülde bulunma şeklinde ifade etti.
Reisi, Tahran yönetimi ülke ekonomisini nükleer müzakerelere ve benzeri düğümlere endekslemeyeceğini, İran İslam Cumhuriyeti yükümlülüklerine bağlı olduğunu, ancak Amerika ve Avrupa karar alma krizi yaşadıklarını vurguladı.
Cumhurbaşkanı Reyisi, İslam ülkeleri liderlerini kutladı
İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ayetullah Seyyid İbrahim Reyisi, İslam Peygamberinin kutlu doğum günü dolayısıyla İslam ülkeleri liderlerine tebrik mesajları gönderdi.
Ayetullah Reyisi mesajlarında İslam ülkelerinin İslami ortaklıklara dayanarak ve iradeleri ile kalıcı ve güçlü ilişkiler için daha ciddi adımlar atmasını temenni etti.
Cumhurbaşkanı Reyisi mesajında İslam ülkeleri ve halklarını Hz. Mohammad’in doğun günü ve Vahdet Haftasından dolayı tebrik etti.
İmam Hamenei: Siyonist rejimler ilişkilerini normalleştiren ülkeler hatalarını telafi etsinler
İslam İnkılabı Rehberi İmam Seyyid Ali Hamenei, Siyonist rejimle ilişkilerini normalleştiren İslam ülkelerinin bu hatalarını telafi etmelerini istedi.
İmam Hamenei, İslam Paygamberinin kutlu doğum gününde üst düzey yetkililer ve Vahdet Konferansına katılan misafirleri kabullerinde yaptığı açıklamada bu konuyu belirtti.
İmam Hamenei, bazı bölge ülkelerinin Siyonist rejimle ilişkilerini normalleştirme eylemlerinin günah ve büyük hata olduğunu ve bu devletlerin bu İslam vahdeti yoldan dönmelerini istediler.
İmam Hamenei, İslami Vahdetin ilkesel ve Kuran-I bir konu olduğunu ve bu yüksek hedefin gerçekleşmesinin ve yeni İslami medeniyetin kurulmasının Şii ve Sünni birliği ile mümkün olacağını ifade etti.
İslam ümmetinin günümüzde ‘’ İslami genellemesi hakkını eda etmek’’ ve ‘’ Müslümanlar Vahdeti’’ ilahi görevi olduğunu ifade eden İmam Hamenei, ‘’ Siyası ve maddi güçler eskiden İslamın tüm insanlık hayatı için programı olan bir dinden ziyade ferdi ve kalbi bir din olduğunu inandırmaya çalıştılar ve bu yönde kendi teorisyenler vasıtası ile bunu pekiştirmek istemektedirler.’’ dedi.
İslam’ın alanının insanların kalbilden başlayıp tüm siyasi, sosyal, ekonomik, uluslararası, güvenlik alanlarında olduğunu ifade eden İslam İnkılabı Rehberi, bunu inkar edenlerin Kuran-I Kerim’in ayetlarına dikkat etmediklerini ifade etti.
İslami Vahdetin ilkesel bir konu oluğunu taktik bir mesele olmadığını ifade eden Ayetullah Hameni, bunun Müslümanların elini güçlendirdiğini ve Müslümanların İslam dışı ülkelerle irtibatlarında ellerinin dolu olması ile işbirliğibe girmelerini sapladığını ifade etti.
‘’ Bugün Şii ve Sünni kelimeleri ABD’nin siyasi edebiyatına girmiştir, hal buki bu ülkeler İslam’a temelden karşıve düşmandırlar. ‘’ diye İmam Hamenei, ABD ve yandaşlarının İslam dünyasında fitne çıkarma isteklerine işaretle, ‘’ Afganistan’daki camilerde ve Müslüman halk aleyhine gerçekleşe edef verici patlamalar bu olaylardandır, bunlar IŞİD eli ile yapılmıştır ve ABD açık şekilde IŞİD’I yarattığını itiraf etmiştir.’’ dedi.
Müslümanlar için ana belirleyici unsurun Filistin meselesi olduğunu ifade eden İslam İnkılabı Rehberi, Filistinlilerin haklarının ihyası için daha fazla ciddiyet göstermenin İslami Vahdetin gçlenmesine senep olacağını belirtti.