کارگر

کارگر

Salı, 28 May 2019 05:23

Hz. Ali'nin Hayatından Bir Kesit

 O; Müminlerin Emiri, Vasilerin Efendisi ve  Resulullah'ın (s.a.a) hidayete götürücü, yol gösterici halifelerinin ilkidir. Kur'ân onun masum olduğunu ve her türlü kötülükten arındırıldığını açık bir dille ifade etmiştir. Resulullah efendimiz (s.a.a) onu, eşini ve iki oğlunu yanına alarak Necran Hıristiyanlarıyla lânetleşmeye gitmiştir. 

Peygamberimiz (s.a.a), onun sevilmesi farz olan akrabalarından olduğunu vurgulamış, defalarca onun Kur'ân-ı Kerim'le ilâhî görev itibariyle eşdeğer olduğunu; ikisine sarılmanın kurtuluşa, onlardan uzaklaşmanın ise alçalmaya neden olacağını dile getirmiştir.

 

Hz. Ali, çocukluğunun ilk dönemlerinden itibaren Allah Resulü'nün (s.a.a) bağrında yetişti. Onun hidayet pınarından beslendi. Onun için bütün yükümlülüklerini eksiksiz yerine getiren bir öğrenci ve zeki bir kardeşti. İman edenlerin ve namaz kılanların ilkiydi. Rabbinin yoluna kendini adayanların en samimisiydi. Gerek Mekke'de, gerek Medine'de, hem Peygamber'in (s.a.a) yaşadığı dönemde, hem de Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra, her türlü görünümüyle azgın cahiliyeye karşı verilen çetin mücadelede nebevî risaletin başarısı için kendini feda etmekten bir an bile geri durmadı; onun ilkeleri, risaleti, mesajları ve bütün değerleri içinde fena bulmuştu. Tüm boyutlarıyla hakkın somut bir numunesiydi. Bir parmak ucu kadar bile hakta yanılmadı, bir kıl kadar gerçekten sapmadı.

 

Dırar b. Damre el-Kinanî, Muaviye b. Ebu Süfyan'ın yanında onu vasfetmiş, sonunda hem Muaviye'yi, hem de orada bulunanları ağlatmıştı. Öyle ki Muaviye ona rahmet okumak durumunda kalmıştı. Şöyle demişti Dırar:

 

Allah'a yemin ederim ki Ali, ileri görüşlü ve çok güçlü biriydi. Konuştuğu zaman hakkı batıldan ayırır, salt adaletle hükmederdi. Her tarafından bilgi akardı. Söz ve davranışları hikmeti dile getirirdi. Dünyadan ve dünyanın çekici güzelliklerinden kaçardı. Geceye ve gecenin yalnızlığına sığınırdı. Çok ağlar, uzun tefekkürlere dalardı. (Sıkıntıdan) avuçlarını ovuşturur ve kendi nefsine hitap ederdi. Elbisenin kısasından ve yiyeceğin kurusundan hoşlanırdı. Aramızda, herhangi birimiz gibiydi. Yanına geldiğimiz zaman bize yaklaşırdı, bir şey sorduğumuz zaman cevap verirdi. Davet ettiğimiz zaman bize gelirdi. Bir haberi sorduğumuz vakit, haberi aktarıp bizi aydınlatırdı. Allah'a yemin ederim ki, ona yakın olmamıza ve kendisinin de bize yakın durmasına rağmen, onun heybetinden yanında neredeyse konuşamaz hâle gelirdik. Gülümsediği zaman, dişleri dizilmiş inciler gibi belirirdi. Dindar insanlara büyük saygı gösterir, yoksulları kendisine yaklaştırırdı. Güçlü olan, batıl işinde ondan cesaret alamaz, zayıf kimse de onun adaletinden umut kesmezdi.[1]

 

Hz. Ali (a.s) davetin ilk gününden itibaren Resulullah'ın (s.a.a) yanından ayrılmadı. Peygamber ile (s.a.a) beraber, kutlu davetin tarihi boyunca eşi görülmemiş bir cihat örneği sergiledi. Arabın kurtları ve Ehlikitab'ın azgınları tarafından hedef alınmasına rağmen, geceden şafak yarılıncaya ve sırf hakikat bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıp dinin önderi hakkı dile getirinceye, şeytanların çığlıkları kesilinceye kadar bu önemli görevini eksiksiz yerine getirdi.[2]

 

Resul-i Ekrem (s.a.a), bu kısa süre içerisinde cahiliye toplumunu değiştirmek üzere o müthiş adımları atmaya başlarken İslâm'ın önünde, büyük hedeflerine ulaşmak için meşakkatli ve uzun bir yol vardı. Bu ise eksiksiz bir stratejiyi ve akıllı bir önderliği kaçınılmaz kılıyordu. Bu önderlik, davanın birinci dereceden lideri Peygamber'den (s.a.a) iman, olgunluk, ihlâs, dirayet ve deneyim bakımından eksik olmamalıydı.

 

Son risaletin, tarih boyunca kesintisiz bir şekilde sürüp gelen bütün nebevî davetlerin özü, mücadele ve cihatlarının vârisi sayılan bu davetin geleceğini de plânlaması doğaldı... Nitekim öyle de oldu. Hz. Resul (s.a.a) Allah'ın emri uyarınca, bütün varlığını davetin varlığına adapte etmiş, davetin hedeflerinde kaybolmuş, cahiliyenin her türlü kalıntısından kurtulmuş, bütün cahilî tortulardan arınmış; bilinç, iman, ihlâs ve Allah yolunda fedakârlık bakımından yeterliliğin en yüksek derecesine yükselmiş bir kişiliği seçerken, davetin geleceğini plânlıyordu.

 

Resulullah'ın (s.a.a), kendisinden sonra düşünsel ve siyasî yetkili merci görevini yüklenmesi için özel olarak yetiştirdiği, yerine geçmeye hazırladığı kişi Ali b. Ebu Talip'ti. Ali'nin (a.s) görevi, Resulullah'ın (s.a.a), kendisi için hazırladığı muhacir ve ensardan oluşan bilinçli tabana dayanarak uzun değişim sürecini sürdürmekti.

 

Fakat toplumun derinliklerine kök salmış cahiliye, Bedir ve Hüneyn savaşlarıyla veya on yıllık bir mücadele ve savaşla kazınacak değildi. İslâmî sembollerin arkasına gizlenmiş olarak yeniden sahneye çıkması doğaldı. Belli bir süre geçtikten sonra bile olsa toplumsal sahnede yeniden görünebilmesi için İslâmî bir görünüme bürünmesi gerekiyordu. Ayrıca cahiliyenin, doğrudan veya dolaylı olarak önderlik makamına sızması da doğaldı. Böyle bir durumda, her taraftan tehlikelerle kuşatılmış, tabanı istenen bilinç ve olgunluk düzeyine ulaşmamış genç İslâm toplumunun meşru önderlik makamının arkasına gizlenerek cahilî kavram ve geleneklere dönüş yapılması ihtimal dâhilindeydi. Daha doğrusu az da olsa siyasî ve toplumsal bilinç sahibi bir önderlik böyle bir olayın gerçekleşebileceğini hesap edebilir. Peygam-berlerin sonuncusu Allah Resulü (s.a.a) bunu hesap edemez miydi?

 

Toplumun cahilî pratiğini değiştirmeyi, dönüştürmeyi hedefleyen İslâm risaletinin, bu olguyu bütün boyutlarıyla ve bütün derinlikleriyle göz önünde bulundurması kaçınılmazdı. Uzun ve kısa vadeli kapsamlı değişim projelerini ortaya koyması zorunluydu... Nitekim öyle de oldu. Risalet kurumu, teşriî mantığında belirlediği İslâmî hareket için doğal çizgiyi çizdi. Ümmeti düşünsel ve siyasal olarak, her türlü cahiliye kirinden ve pisliğinden arındırılmış Masum İmamlar'a yöneltti. Bunun ilk adımı olarak Hz. Peygamber (s.a.a) Ali'yi (a.s) Gadir-i Hum'da müminlerin emiri olarak atadı. Müslümanların tümünden onun adına biat alarak bu atamayı pekiştirdi.

 

İleriye dönük bu plân, Peygamber efendimizin (s.a.a) de beklediği gibi, doğru önderliğin koruyucu ve güvenilir tabanı olması gereken ümmetin bilinç noksanlığından kaynaklanan çok zararlı bir hadise ve akımla karşı karşıya geldi. Çünkü Müslümanların geneli, cahiliyenin, perde gerisinden kendilerinin ve genç İslâm devriminin aleyhine komplolar kurmakta olduğu gerçeğini derinliğine kavrayabilmiş değillerdi. Meselenin, liderlik makamında olan bir kimseyi devirip onun yerine bir başkasını getirmek kadar basit olmadığının bilincine varmamışlardı. Mesele, Muhammedî inkılâpçı çizginin, İslâm görünümlü cahiliye çizgisiyle yer değiştirmesiydi.

 

Böylece "Sakife inisiyatifi" Peygamber'in (s.a.a) meydanda olmadığını görünce, ileriye dönük nebevî plânı sonuçsuz bıraktı. Dolayısıyla Kur'ân'ın önceden haber verdiği bir olay da gerçekleşmiş oldu:

 

Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye mi döneceksiniz.?!![3]

 

Hz. Peygamber (s.a.a) Ali'yi mesajının, ümmetinin ve devletinin temsilcisi ve emini olarak atamıştı. Onu risaleti ve şeriatı korumakla yükümlü kılmış, genç ümmetin eğitimi ve henüz derinlere kök salmamış devleti koruma ve kollama görevini ona vermişti.

 

İma Ali (a.s), "Sakife inisiyatifi"ne ve sonuçlarına karşı çıkarak, biat etmekten kaçınarak ve komplolara karşı durarak gelişmeleri doğal mecrasına döndürmek için uğraştıysa da, bunun bir yararı olmadı. Artık devletin siyasî ve kurumsal olarak yıkılması ya da yetersiz önderlerin kontrolünde dahi olsa korunması arasında bir tercih yapmasını gerektiren bir ortam oluşmuştu.

 

İmam Ali b. Ebu Talip (a.s), tarihin de kaydettiği gibi ilkesel bir tavır takındı. Şöyle diyor:

 

İnsanların kitlesel olarak İslâm'dan dönmeye başladıklarını, Muhammed'in (s.a.a) dinini yeryüzünden silmeye yönelik bir çağrı seslendirdiklerini gördüğüm zaman, elimi çektim. İslâm'a ve İslâm ehline yardım etmezsem, İslâm'ın gövdesinde bir gedik açılacağından veya bir tarafı yıkılacağından ve bundan dolayı uğrayacağım felâketin, sizin başınıza geçme fırsatını kaçırmış olmaktan dolayı uğrayacağım felâketten daha büyük olacağını gördüm. Çünkü sizin başınıza yönetici olmak, birkaç günlük bir metadır. Serabın geçip gitmesi veya bulutların dağılması gibi geçip gider.[4]

 

Büyük İmam'ın yirmi beş yıllık bu süreç içinde sergilediği tavır, geçici bir süre için meşru hakkından ödün vermek, halifelere danışmanlık etmek, onlara öğüt vermek pahasına da olsa, İslâm ümmetinin birliğini korumak ve nebevî devletin başına bir felâket gelmesini önlemek için, -kendi deyimiyle- ebucehil karpuzundan daha acı olan sabrı yalamak suretiyle sıkıntı ve zorluk çekmek şeklinde özetlenebilir.

 

O, bu süreçte kendini Kur'ân'ı toplamaya ve tefsir etmeye, Kur'ânî kavramlar doğrultusunda ümmeti aydınlatmaya ve Kur'ânî gerçeklerle onları bilinçlendirmeye, bu arada bazı Müslüman grupların rol oynadıkları komploların gerçek mahiyetleri üzerindeki perdeyi açmaya vermişti. Yöneticilerin İslâm şeriatının hükümlerini anlama ve uygulama noktasında sergiledikleri yanlışlıkları düzeltmeye, İslâmî önderliğe taban oluşturacak ve ileriye dönük nebevî plânın güvencesi olacak salih bir kitle oluşturmaya teksif etmişti tüm ilgisini. Gece gündüz İslâm'ı yayacak, tebliğ edecek, İslâm'ın uygulanması ve egemen kılınması için kendisini feda etmekten kaçınmayacak bir kitle...

 

İmam, sabır ve emekle geçen yirmi beş seneden sonra, çabasının meyvesini devşirebildi. Artık perde gerisindeki gerçekler gün yüzüne çıkmıştı. Ümmetin yeni kuşağı, hilâfete başkasının değil, Ali'nin (a.s) lâyık olduğunu anlamıştı. Ümmet; ortamın karışık, kalplerin bölük pörçük olmasına, dosdoğru hak yoldan sapma açısının gittikçe genişlemesine rağmen bozulan tarafları sadece onun düzeltebileceğinin bi-lincine varmıştı. Nitekim şöyle demişti:

 

Allah'a yemin ederim ki, hilâfete yönelik bir arzum yoktu. Sizin başınıza geçmek gibi bir ihtiyaç da hissetmiyordum. Fakat siz beni buna çağırdınız ve bu görevi bana yüklediniz.[5]

 

İmam, izleyeceği siyaseti şöyle duyurdu: Biliniz ki, bu çağrınıza uyduğum zaman, size bildiğim şeyleri yükleyeceğim. İleri geri konuşanların sözlerine ve kınayanların kınamasına kulak asmayacağım.[6]

 

Yine bu bağlamda şöyle demişti: Allah'ım! Hiç kuşkusuz bizim mücadelemizin iktidar kavgası ya da nimetlerin döküntülerini kapma çabası olmadığını biliyorsun. Bizim çabamız; dininin alametlerini yeniden hâkim kılmak, ıslahı senin beldelerinde ortaya çıkarmak, dolayısıyla mazlum kullarının güvencede olmasını sağlamak ve senin koyduğun hükümlerden rafa kaldırılanları yeniden yürürlüğe koymak içindir.[7]

 

İmam (a.s), eğriliği olmayan bir yol izleyerek insanlar arasında sosyal ve siyasal adaleti egemen kılmak için çaba sarf etti. Ümmetin birliğini korumanın yanında, can güvenliğinin, özgürlüğün, huzur ve istikrarın hâkim olması için mücadele etti. Ümmeti eğitme, bilgi düzeyini arttırma ve ümmetin her ferdine tüm haklarını eksiksiz verme savaşımını verdi. Bozuk idarî mekanizmayı temsil eden kişileri gö-revden uzaklaştırıp, onların yerine salih kimseleri veya toplum nezdinde salih olarak bilinen kimseleri vali ve yönetici olarak atadı. Onları çok sıkı denetimlere tâbi tuttu. Bu yüzden fırsat kollayıcılar ve ihtiras sahipleri sorumluluk makamından ümitlerini kestiler.

 

Her alanda açık sözlü olup hakkı ve doğruyu ortaya koyardı. Aldatma ve istismar mümkün değildi. Ali (a.s), kardeşi ve amcazadesi Resulullah'ın (s.a.a) metodunu izliyordu.

 

Bunun sonucu siyasal, sosyal ve ekonomik imtiyazlarını kaybeden fırsatçı, rantiyeci ve muhteris güçler İmam'a karşı harekete geçtiler. Düne kadar bir şekilde Osman'ın katledilmesine katkıda bulunan, insanları onun aleyhine kışkırtan gruplar, omuz omuza vermiş, Osman'ın kanını isteme bayrağını açmaya başlamışlardı. İmam'ın hikmet esaslı ve şaibelerden beri siyasetini eleştiriyorlardı. Neticede bir grup biatini bozdu, bir diğeri zulme saptı, bir üçüncüsü de okun yaydan fırladığı gibi dinden çıktı.

 

Derken İmam acılarla dolu bir mücadele sürecinden sonra şehit düştü. Nebevî Hicret'in 40. senesinde, Kadir Gecesi, Kûfe Mescidi'nde mihrapta ibadet ederken mübarek bedenleri kana bulandı. Bu, şahadet zaferini kazanmaktı. Eşsiz risalet değerleri üzere sebat etme zaferi... Apaçık hak ü-zere, din prensiplerinin kökleşmesi uğruna mücadele verme hususunda sebat etme zaferi... Bu, ilâhî değerlerin, bütün bi-çim ve dallarıyla cahiliye değerlerine karşı gerçekleştirdiği görkemli bir devrimdi.

 

Ey müminlerin emiri! Ve ey yüzü akların öncüsü! Selâm sana doğduğun gün, risalet bağrında terbiye edildiğin gün, İslâm bayrağı dalgalansın diye cihat ettiğin gün, sabrettiğin ve öğüt verdiğin gün, biat edildiğin ve iktidara getirildiğin gün, cahiliyenin İslâmî şiarların gerisine gizlenmiş kirli pençelerinin üzerindeki perdeyi parçaladığın gün, şehit düşerek yükselen İslâm ağacını kanınla suladığın gün, (Allah katındaki) en yüce makamlara ait zafer nişanlarını taşıyarak dirileceğin gün... Selâm sana...

ehlader

 
[1]- el-İstiab (el-İsabe adlı eserin ekinde), 3/44, bs. Dar-u İhyai't-Tu-rasi'l-Arabî, Beyrut
[2]- Hz. Zehra'nın (a.s), Peygamber'in (s.a.a) vefatından ve hilâfet gömleğini giydiklerinden kısa bir süre sonra Ebu Bekir'in, Ömer'in ve diğer muhacir ve ensarın önünde yaptığı ünlü konuşmasından.
[3]- Âl-i İmrân, 144
[4]- Biharu'l-Envar, 33/596-597, "Mısır Fitneleri" babı, Tahran, 1400 hicrî.
[5]- Biharu'l-Envar, 32/50, "Emirü'l-Müminin'e Biat" babı, Tahran.
[6]- Biharu'l-Envar, 32/36
[7]- Biharu'l-Envar, 34/111, "Ali Zamanında Çıkan Fitneler" babı

 İmam Hamanei, Çarşamba günü üniversite öğrencileriyle yaptığı görüşmede onlara tavsiyelerde bulundu.

İmam Hamanei öğrencilere şu ifadelerde bulundu:

Sizlere söylemek istediğim şey, gençliğin ülkenin genel hareketine girme sürecinde olduğudur.

Eğer genel bir hareket, rasyonel, disiplinli ve karmaşadan uzak olmak istiyorsa, birkaç şeye ihtiyaç duyar:

İlk olarak sahneyi tanımak zorundadır. İran İslam Cumhuriyeti'nin kiminle karşı karşıya olduğunu ve fırsat ve tehdidin, dost ve düşmanların kimler olduğunu bilmelidir.

İkinci unsur, hareketlerinin İslam toplumuna ve İslam medeniyetine yönelik belirli bir yönelime sahip olmasıdır.

Üçüncü unsur umuttur. Eğer umutlu bir nokta yoksa, hareket ilerlemeyecektir. Bu umut halkımızın tamamen elindedir ve halk, çok büyük işlerin bile üstesinden gelebileceklerini kanıtlamıştır. Dördüncü unsur, işler için her zaman “pratik bir çözüm” olmasıdır.

Genç neslin ülke yönetimi alanına girmesi için pratik çözüm yollarına örnek şunlardır:

Kültürel grupların oluşturulması;

Yapılacak işlerden biri, kültürel grupların oluşturulmasıdır.

Ülke genelinde ve mescitlerde kültürel gruplar oluşturulmalıdır.

Kısa süre önce bahsettiğim "güç ateşi", bu oluşumla alakalıdır.

Kültürel çalışmalar yapan, fikir sahibi ve aktif düşünen bir genç, örneğin bir camide ya da bir grup içerisinde faaliyette bulunursa, bunlar gençler üzerinde etkili olabilir, mahalle üzerinde etkili olabilir, akrabalar üzerinde etkili olabilir ve üniversiteli gruplar üzerinde etkili olabilir.

Parti oyunları değil, siyasal faaliyet gruplarının oluşturulması;

Yapılacak işlerden bir diğeri de siyasal faaliyet gruplarının oluşturulmasıdır, tabii bundan kastım parti oyunları demek değildir. Parti oyunları, benim içerisinde bereket görmediğim bir iştir, fakat siyasi faaliyet, sadece parti oyunları değildir, siyasi analizler yapmak, siyasi olayları tanımak, anlamak ve iletmek demektir.

Özgür düşünce kürsülerinin oluşturulması;

Üniversitelerde özgür düşünce kürsülerinin ve platformlarının oluşturulması, defalarca tekrarladığım, vurguladığım ve tavsiye ettiğim bir konudur ama bu konuda çok ilerleme kaydedilmemiştir. Üniversitelerde özgür düşünce kürsüleri oluşturulmalıdır.

İslam Dünyası hareket gruplarının oluşturulması;

Diğer bir çözüm yolu da uluslararası ve dünya konularında hareket gruplarının oluşturulmasıdır. Bazı teşkilatlar bunu yapmışlardır. Tahran’a ya da bazı diğer şehirlere gelip toplanan ve güzel toplantılar düzenleyen direniş ülkelerinin, aktif öğrencileri davet ettiğini farz edin, bu yani, İslam dünyası konularında aktif olmak demektir.

Gazze, Filistin, Yemen ve Bahreyn meselelerinde, Myanmar Müslümanları ile ilgili konularda ve Avrupa’daki Müslümanlarla ilgili konularda. Bu konularda ve bölge konularında bir üniversite grubu aktif olabilir.

İlmi grupların oluşturulması;

Diğer bir çözüm yolu ise ilmi merkezlerin iş birliği ile ilmi grupların oluşturulmasıdır.

Hizmet ve cihat gruplarının oluşturulması;

Çok önemli diğer bir çözüm yolu da hizmet faaliyetleridir. Yani, çeşitli bölgelere giden cihadi grup faaliyetleridir ve üniversitelilerin yaptığı en iyi faaliyetlerden biridir. Bunlar ne kadar güçlenir, gelişir ve hedefe sahip olursa daha iyidir. Bunlar, cisim ve ruhu güçlendirir ve genel bir hareket oluşturur.

Kamu bilgilendirme gruplarının oluşturulması;

Kamu bilgilendirme faaliyetleri. Bizim bilgilendirme teşkilatlarımızın yapamadığı ya da çeşitli nedenlerle detaylarında takılıp kaldığı işler, bazen akıllı unsurlar tarafından bilgilendiriliyor ve etkili de oluyor.

Sosyal grupların oluşturulması;

Bahsettiğim, üniversite öğrencilerinin yaptığı gibi sosyal faaliyetler, çok güzel işlerdir. Grupların birbiriyle bağlantısı olmayabilir ama yönlendirilmesi gerekir ve program yapılmalıdır. Tabii ki bütün bunlar, bahsettiğim, İslam toplumu ve İslam medeniyetine ulaşmak olan genel yönelimden ilham almalıdır.’

İran Dışişleri Bakanı Zarif, Tahran'ın nükleer silah peşinde olmadığını, ABD'nin ise yaptırımlarla İran halkına zarar vererek bölgede gerginliğe yol açtığını söyledi.
 
 
İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, Twitter hesabından paylaştığı mesajında, ABD Başkanı Donald Trump'ın Japonya ziyaretinde İran'la son haftalarda artan gerginliğe ilişkin, "Rejim değişikliği aramıyoruz, nükleer silah istemiyoruz, sadece bunu açıklığa kavuşturmak istiyorum." şeklindeki açıklamalarına cevap verdi.

İran Dışişleri Bakanı, mesajında şu ifadeleri kullandı:

"(İran lideri) Ayetullah Ali Hamaney, uzun süre önce nükleer silahları yasaklayan fetvayla nükleer silah peşinde olmadığımızı söyledi. 'B Takımı'nın ekonomik terörizmi İran halkına zarar veriyor ve bölgede gerginliğe neden oluyor. Donald Trump'ın niyetinin ne olduğunu sözler değil eylemler gösterecektir."

 ABD Başkanı Trump, Japonya ziyareti sırasında Başbakan Şinzo Abe ile İran konusunu da ele aldıklarını belirterek, "İran'dan birçok insan tanıyorum, bunlar harika insanlar. İran'ın aynı liderlikle harika bir ülke olma şansı var. Rejim değişikliği aramıyoruz, nükleer silah istemiyoruz, sadece bunu açıklığa kavuşturmak istiyorum." açıklamasında bulunmuştu.

İran Dışişleri Bakanı Zarif, önceki açıklamalarında, "B Takımı" olarak adlandırdığı Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid'in, Trump'ı İran'a karşı savaşa çekmeye çalıştığını söylemişti.

AA

Amerika hükümeti bir yandan İran ile gerilimi arttırırken, diğer yandan da kongrenin onayı alınmayan acil bir karar ile Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün'e yeni silahların satış talimatını verdi.

Amerika hükümeti her gün İran ile gerilimi daha fazla arttırırken özellikle son bir ayda Maksimum Baskı stratejisi çerçevesinde İran'a karşı askeri tehditlerde bulunmaya başlamıştır. 

Bu çerçevede Amerika USS. Abraham Lincoln Uçak Gemisi ve de "yüzyılın en korkunç savaş uçakları olarak bilinen" dört adet B-52 bombardıman uçaklarını da Batı Asya bölgesine göndermiştir. Bu girişimlerin ardından, medya organları Amerika ile İran arasında muhtemelen çıkacak savaştan söz etmektedirler.

Amerika Başkanı Donald Trump da bu girişimlere paralel olarak paylaştığı tehditvari Tweet'inde şöyle yazdı:" İran savaşmak niyetinde ise resmen işi bitmiş demektir."

Trump bu Tweet'inden birkaç saat sonra geri adım atarak başka bir Tweet'te şöyle bir yazı paylaştı:" Ben İran ile savaşa girecek biri değilim."
Amerika hükümetinin İran'a maksimum baskı uygulama doğrultusundaki bu yaklaşımı, her şeyden önce İslam Cumhuriyeti aleyhinde psikolojik bir savaş mahiyeti taşımaktadır. Bu psikolojik savaş doğrultusunda Donald Trump yeni bir karar alarak 1500 Amerikan askerinin Batı Asya'ya gönderileceğini bildirdi. Bu kararın birkaç saat öncesinde ise Amerika başkanı Donald Trump, Batı Asya'ya daha fazla asker göndermeye ihtiyaç olmadığını bildirmişti.

Amerika'nın Arap ülkelerine silah satma konusundaki acil ve alelacele kararı, Donald Trump'ın İran İslam Cumhuriyeti aleyhinde psikolojik savaşa paralel olarak askeri davranışlarına devam ederek, İran ile gerilimi arttırıp devamlı Suudiler ve Birleşik Arap Emirlikler gibi zengin Arap ülkelerinin sağmalık inek gibisağmaya devam etmesini istediğini göstermektedir.

Gerçekte tüccar kafalı Trump dış siyasetinde ve ilişkilerinde de ekonomiden yola çıkarak Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelere sağmal inek olarak bakmaktadır.
Bu doğrultuda Amerika Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Donald Trump'ın İran ile gerilimlerin artması ve bu ülkenin Amerika'nın bölgesel ortakları için sözde oluşturduğu tehditler ve tehlikelerden dolayı, Suudi Arabistna, BAE ve Ürdün ile 8 milyar dolarlık 22 silah anlaşmasının tamamlanması talimatını verdiğini bildirdi.

Kongre'nin Kasım 2017'de yayımladığı askeri anlaşmalar ve sözleşmelerin raporuna göre 20 Ocak 2017'den beri iktidarda bulunan Amerika Başkanı Donald Trump  Kasım 2017'ye kadarlık kısa bir sürede dünyanın birçok ülkesine 49 milyar dolarlık silah ve askeri teçhizat sattığını bildirdi. Bunlar arasında ise Bahreyn, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, en fazla silah sözleşmesi imzalayan ülkeler arasında yer aldı. 
Buna karşın Amerika Savunma Güvenlik İşbirliği Ajansı'nın raporunda Trump'ın Mayıs 2017'de Suudi Arabistan ziyareti sırasında imzalanan 110 milyar dolarlık silah sözleşmelerinin yer almaması da dikkat çekici bir noktadır.

Trump'ın Suudi Arabistan ve BAE gibi zengin Arap ülkelere yönelik ekonomi yaklaşımı, Amerika Başkanının Yemen krizi gibi bölgesel kaosların sonlanması bağlamında hiçbir girişimde bulunmak istemeyeceği kadar derindir. Hatta tam tersi, bu savaşların ve krizlerin sonlanmasına karşı çıkıyor. Şimdi de Trump Amerika ve İran İslam Cumhuriyeti arasındaki gerilimleri körükleyerek Suudi Arabistan ve BAE gibi zengin ülkelerin petrodolarlarını cebine indirmek istiyor.

 İran’da Kriz ve Zil Çalıp Oynayanlar
 

Allah’ın Adıyla

 İran’da son zamanlarda bir ekonomik kriz yaşandığı inkar edilemez bir gerçektir. ABD ve müttefiklerinin uluslararası kuralları ayaklar altına alarak ve imzaladıkları nükleer anlaşmayı çiğneyerek devam eden ekonomik yaptırımları genişletmeleri İran para birimi Riyal’in değer kaybetmesine yol açtı ve bu durum ister istemez halk arasında etkisini hissettirmeye başladı.

Son durumun ortaya çıkmasında İran’da işbaşında bulunan hükümetin yanlış siyasetleri ve gafletleri de görmezden gelinemez elbet. Nükleer anlaşma sırasında ve sonrasında sulta sistemine güvenerek gerekli tedbirleri almaması, direniş ekonomisini zamanında uygulamayarak başta ABD olmak üzere Batı’nın baskıları azaltacağına dair iyimser tutumlar takınması; idari ve yargı sistemindeki yolsuzlukların önlenmesinde zayıf kalışlar da yaptırımların etkili olmasındaki etkenlerdendir.

Ancak İranlılar 40 yıldan beri dış yaptırımlar yüzünden zaman zaman bu gibi krizlerlerle karşılaşmış oldukları için buna karşı artık bağışıklık kazandıkları, dirençlerini artırdıkları dolayısiyle bu krizi de atlatacakları söylenebilir.

Son durum İslam İnkılabının bu ülkede zafere ulaştığı 1979 yılından beri yaşanan ilk ekonomik kriz olmadığı gibi sonuncusu da olmayacaktır kuşkusuz. Niçin mi?

Çünkü, İran zulüm temeli üzerine kurulu uluslararası sulta sisteminin egemenliğini kabul etmemektedir.

Çünkü, İran müstekbir güçlerin bunca çabasına rağmen bu sisteme entegre olmamakta, uyum sağlamamakta ve teslim olmamaktadır.

Çünkü, BM gibi uluslararası kurum ve kuruluşları, özellikle de mali, sermaye  kuruluşlarını ellerinde bulunduran siyonist güç odaklarının isteklerini yerine getirmemekte, gasıp işgalci Siyonist Rejimin/İsrail’in varlığını kabul etmemektedir.

Çünkü, başta komşuları olmak üzere Batı Asya ülkeleri üzerinde oynanan oyunları bozmakta, Irak’ta ve Suriye’de olduğu gibi Amerikan emperyalizmi ve bölgesel müttefiklerinin planlarını etkisiz hale getirmiş bulunmaktadır.

Çünkü, bölgenin gerçek sahipleri ve halklarının içinden çıkan Hizbullah, Ensarullah, İslami Cihad, Hamas vb  direniş güçlerini desteklemekte ve düşmanların sadece şimdiki değil gelecekteki uğursuz emelleri önüne de set çekmektedir.

Çünkü, İran sadece bölgenin mazlum halklarına değil dünyanın  her yanındaki tüm mustazaf halklara da sultacılara karşı bir mücadele yöntemi sunmakta, direniş sembolü olmaktadır.

Ve işte bütün bu nedenlerden dolayı İran’a geçmişte baskı uygulandığı gibi bundan sonra da uluslararası sulta sistemine teslim olmadığı, İslam İnkılabının ilkelerine bağlı kaldığı sürece bu gibi baskılar devam edecektir.

İran halkının son aylarda düzenledikleri miting ve gösterileri de hükümetin yanlış siyasetlerine itiraz ve uyarılar olarak değerlendirmek gerekir. Her ne kadar bu gösterilerde dış tahrikler ve içerideki rejim muhalifi küçük grupların rolü olsa da göstericilerin  ekseriyeti ekonomik sıkıntıların giderilmesini talep etmekte ve  İslam İnkılabının ilkelerine olan bağlılıklarını her fırsatta dile getirmekteler.

Her ülkede olduğu  gibi İran’da da halk yöneticilerin yanlış siyasetlerine olan itirazlarını dile getirmekte iken bunu rejim karşıtlığı olarak göstermek doğru değildir.

Sulta sistemine bağlı medyanın dünya çapında  kasıtlı olarak başlattığı bu akıma Türkiye’de de her nedense iktidarın nimetlerinden geçinen Havuz Medyası öncülük etmektedir.

Başta Anadolu Ajansı olmak üzere yandaş medyayı yöneten perde arkası güçler belli amaçlarla istihdam ettikleri sözde İran uzmanlarından anlaşıldığı kadarıyla sadece İslam İnkılabını karalamalarını istemektedir.

İran için sözde hayıflanan bu çevreler aslında efendilerinin daha başarılı olduğunu ispatlamaya ve güya İran’ın bölgesel siyasetlerini eleştirmekle gerçekte  efendilerinin son yıllarda başta Suriye olmak üzere bölgesel çapta kırdıkları potları gizlemeye çalışmaktalar.

Anadolu Ajansı ve benzeri merkezlerde istihdam edilmiş  sözde İran uzmanlarınca üretilen yarım yamalak haber ve analizlerinin üzerine  “mal bulmuş mağribi misali” atlayan medyanın İslam İnkılabı hakkındaki arzuları hiç bir zaman gerçekleşmiyecektir.

Ziya Türkyılmaz

Pazar, 26 May 2019 05:28

Kadir Gecesini İdrak Et!..

 Kadir Gecesi iki açıdan bizim için değerlidir. Söz konusu olan sadece bu iki eksenel unsurdur. Bu gece o iki eksenel unsuru bir araya toplayabilir. Bu iki eksenel unsurun biri Kur'an, diğeri İtrettir.

Bu, Resulullahın zat-ı akdes-i ilahi tarafından insani ve İslami, bil husus şia toplumlarına tanıttığı iki ağır yüktür; şöyle buyurmuştu: "Ben aranızda iki ağır emanet bırakıyorum".  Kadir gecesi Kur'an'a ve Ehlibeyte tevessül gecesidir.
"Kur'an'ı elinize alın, duası var; sonra başınızın üzerine koyun, duası var ve bu 14 masumun adını anın" denmesinin sebebi Kur'an'ın Ehlibeytin yanında, Ehlibeytin de Kur'an'ın yanında olmasıdır. Bu iki ağır yük, Allah'a tevessül vesilemizdir. Kur'an ve itrete tevessül konusunda kısa bir açıklamayla inşallah açık bir kalp ile Kur'an ve Ehlibeyte tevessül etmeye muvaffak olalım ve o nihai bereketleri zat-ı akdesten isteyelim.


Allah'ın Kendilerine Yakınlığına Rağmen Bazılarının Uzak Oluşu


Zamansal veya mekânsal olayda bu oran eşittir; yani eğer bir şey başka bir şeye yakın ise, o da buna yakındır; ya da ondan uzak ise, o da bundan uzaktır. Fakat manevi yakınlık ve uzaklıkta böyle değil; birisi yakın iken diğeri uzak olabilir. Allah herkese yakın iken "ve o, sizinledir nerede olursanız"  fakat bir grup "sanki onlara pek uzak bir yerden nidâ edilmede."  Kafir, mülhit ve münafık Allah'tan uzaktırlar. İşrakiye felsefesinde böyledir. Manevi yakınlık ve uzaklıkta böyledir; Allah yakındır fakat kul uzak.


Kulların Allah'a Yakınlık Vesileleri ve Yardımıyla Yakınlaşması


Eğer uzak kul yakın olan Allah'a yaklaşmak isterse, vesile gerekir. İbadeti vesiledir, Kur'an ve itret vesiledir; “ve onu vesîleyle arayın”  ayeti de, bir dizi işlerin vesile olduğunu ispatlamaktadır. Lakin yılın en üstün geceleri olan Kadir gecesi, Kur'an ve itrete tevessül gecesidir. Bu iki vesileyi muhterem kılalım, başımızın üzerine koyalım, mukaddes isimleri dillerimizde cari edelim, Allah'a tevessül edelim ve bu uzaklığımızı yakınlığa çevirelim, kendimizi kurtaralım, ebedi olarak kurtulalım. çünkü Allah etmesin eğer bir kimse bu günlerde kendini kurtaramazsa, devamlı köledir; borçlu ve köle insanı ise rehin alırlar. Eğer birisi borçlu olursa, Allah'ın hakkını eda etmezse, borçluyu rehin alırlar.


Günahkâr İnsanın Kendi Amellerinin Esiri Olması


Kur'an'da geçen "Herkes kazandığına karşılık bir rehindir." ve "Herkes kazancı mukabilinde bir rehindir."  Ayetlerinde rehin olmak borçlulara mahsustur. Normal ve maddi borçlarda mülkü ipotek ederler fakat itikat ve ahlak meselelerinde insanın kendisini rehin alırlar. Eğer birisi Allah'ın hakkını eda etmezse o kişiyi rehin alırlar. O kişi hakkı eda edemez çünkü bağımlıdır ve özgür değildir. Allah resulünün nurlu hutbesinde şöyle geçer: “Nefisleriniz günahlarınızın rehinidir, istiğfar ederek nefislerinizi kurtarın.” Yani günah işlediğinizde borçlu olursunuz; borçlu rehin bırakmalı, Allah sizin kendinizi rehin alır, siz bağlısınız; mübarek Ramazan ayında istiğfar ile kendinizi azat edin.


Mukarreblerin Ahrara Üstünlükleri


Kur'an ve itrete bu tevessülümüz, ahrardan olmamız adına kendimizi özgür kılmak içindir. Bundan sonrasında birçok aşama vardır. Eğer azat olsak, daha yeni ashab-ı yeminden olmuş oluyoruz! Ashab-ı Yemin olmakla mukarreblerden olmak arasında çok fasıla vardır. "Herkes, kazancına bağlıdır. Ancak sağ taraf ehli başka."  Sağ taraf ehli olanların işleri kutlu ve mübarektir, sözlerinde, yazılarında ve davranışlarında şer, fesat ve fitne yoktur, özgürdürler, ahrardandırlar.Fakat onlarla mukarreplerin arasında büyük fasıla vardır. Onlar mukarreplerin gözetimi altındadırlar; ne iş yapsalar mukarrepler görürler. "şüphe yok ki iyi kişilerin amel defterleri, illiyyîn'dedir. Ve nedir, bilir misin illiyyîn? Bir kitaptır ki yazılmış. Onu görür ancak mâbutlarına yaklaştırılanlar."  Ebrarın amel defterleri, mukarreplerin gözetim ve aydınlatması altındadır. Mukarreplerin, ebrarın sahip olmadığı yüce dereceleri vardır.


Kadir Gecesinde Kur'an Ve Ehlibeyte Tevessül


Bizim bu gecedeki çabamız, kendimizi ahrar ve özgürlerin arasına katarak ashab-ı yeminden olmak olmalıdır; ondan sonra inşallah mukarreplerin makamına ulaşma ümidi de vardır. İpoteği kaldırabilecek, köleyi azat edebilecek ve esiri kurtarabilecek o önemli vesile Kur'an ve itrettir. İtretin örnek ve simgesi, bu gecenin ona ait olduğu Ali b. Ebu Talib'dir. Eğer bir kimse kalbinde velayeti ve canında Kur'an'ı taşıyorsa, bu iki ağır yükle Allah'a tevessül etmeli. Kur'an'ı başının üzerine koymalı yani Kur'an bütün işlerimizin başındadır ve 14 masumun adını anmak yani bunlar Kur'an'ın müfessirleridir, hükümlerini uygulayanlardır, açıklayıcısıdır, tanıtıcısıdır, hükümlerinin koruyucusudur. Öyleyse Kadir gecelerinde vazifemiz, bu iki ağır emanete tevessül ederek Allah'a yakınlaşmaktır.


Kadir Gecesi Gibi Bazı Günlerde Allah'ın Özel Tecellisi


Diğer bir konu şu ki her zaman bu iki ağır emanete tevessül edilebilir lakin Kadir gecesinin diğer geceler ve zamanlarda bulunmayan bir özelliği vardır. Hz. Musa'nın (a.s) kavminin olayı için bazı muvaffakiyetler vardır ki Allah şöyle buyurdu: "ve onlara Allah'ın günlerini an" Yani bazı günler vardır ki Allah o günlerde özel olarak tecelli eder, mustazaf İsrail Oğullarının muvaffakiyetine ve Firavunların devrilmesine sebep olur. Halkı o Allah günlerinden haberdar et ki sabırlıları aşıp daha sabırlılardan olsunlar ve zafere ulaşsınlar. İslam'da Kadir gecesi, Hz. Musa'nın Allah günleri konumundadır.


Kadir Gecesini İhya Sayesinde Zulmün Giderilmesi


Eğer birisi bu Kadir gecesini ihya eder, velayeti ihya eder ise her asrın firavunları da yok olur; artık ne Irak'ta ne Afganistan'da bir zulüm ve ne de Filistin ve başka yerlerde kan dökülmesini görürüz! Allah Hz. Musa'ya buyurdu: İnsanları Allah günlerine yönlendir ki zulüm ortadan kalksın; bizim peygamberimize de buyurdu: İnsanları Kadir gecesine davet et ki zulüm düşsün. Demek ki bu Kadir gecesi bizim için belirleyicidir.


Gözyaşı ve Feryat; Müminlerin Düşman Karşısındaki Silahı


Biz hak üzere olduğumuz için hakikate tevessül etmeliyiz. Demire yaslandığımızdan fazlaca feryada yaslanırız. Bizim dualarımızın kabulündeki silahımız Kumeyl duasında okuduğumuz ah-u figanlarımızdır: “ve silahı gözyaşı”  Allah'ım bize dedin ki silahlanın; silahımız gözyaşımız ve bizler gözyaşını Kadir gecelerinde biriktiririz. Zayıf ve az sayıdaki bir millet Allah'ın izniyle güçlü ve sayısı fazla bir millete galip gelebilir. Allah, Irak ve Afganistan milletini, ne zaman ki İran halkı gözyaşlarıyla Allah'tan onların zaferini istese kurtaracaktır. Zahiri üzüntünün hiçbir etkisi olmaz. Bir gün Firavundan kurtulan İsrail Oğulları bugün Firavunun yaptıklarını yapıyorlar! Allah onlara buyurmuştu: Biz size kudret verdik: nasıl davranacağınıza bakmak için. Müslümanlara da buyuruyor: Eğer gözyaşı, nale ve dua silahıyla silahlanırsanız, sizleri de muvaffak kılacağız. ehlader

Ayetullah Cevadi Amuli

Lübnan Hizbullahı Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, Körfez bölgesinde yaşanan gerilim ve İran'ın hedef alınmasının, Yüzyılın Anlaşması ile ciddi bağlantısı olduğunu belirtti.
 

Nasrallah, Lübnan'da 22 yıl süren İsrail işgalinin sona erişinin 19. yıl dönümünü dolayısıyla yaptığı konuşmada, bölgesel konularla ülkedeki Filistin ve Suriyeli mültecilere ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

İsrail'in 25 Mayıs 2000'de Lübnan'ın güney kesimindeki askerlerini çektiğini ifade eden Nasrallah, "2000 yılındaki direniş ve zafer olmasaydı, Lübnan'ın güneyi veya bazı kesimleri tıpkı Kudüs ve Golan Tepeleri'nde olduğu gibi ABD Başkanı Donald Trump tarafından İsrail'e hibe edilirdi" dedi.

Hasan Nasrallah, İsrail ordusunun Güney Lübnan’dan çıkarılmasının bütün bölge için tarihi bir gün olduğunu belirterek, “İsrail’in Lübnan’da uğradığı yenilgi siyasi, askeri ve kültürel alanda denklemleri direniş güçlerinin lehine değiştirdi. 25 Mayıs 2000’de olup biten olaylar önemli sonuçları beraberinde getirdi. Bu özgürlüğe kavuşmak için mücadele verenlere teşekkür ederiz. Lübnan ordusu, emniyet güçleri, direniş güçleri, Suriye ordusu ve İran İslam Cumhuriyeti’ne teşekkür ederiz” ifadelerini kullandı.

Hizbullah Lideri, “İsrail, Lübnan’daki yenilgilerini unutmayacak. Bu savaştan önce Arap-İsrail çatışmasında Lübnan zayıf bir bölge olarak görülüyordu. Ama şimdi çok güçlü bir konumda. Düşman da bu gerçeği bildiği için Lübnan’ı stratejik tehdit olarak nitelendiriyor. Ama biz bunu stratejik tehdit değil, 'savunma ve caydırıcılık gücü' olarak adlandırıyoruz” diye konuştu.

Dünya Kudüs Günü’nün yaklaşmasına değinen Nasrallah, “Bu günde Aşura Meydanı’nda yürüyüşler düzenleyeceğiz. Herkesin bu etkinliklere katılmasını isteriz. Çünkü 'Yüzyılın Anlaşması' gibi meseleler gündemdedir. Bu planın yürürlüğe girmesi için Bahreyn’de yapılması beklenen ekonomi çalıştayı ilk adım olarak atılıyor. Daha sonra da yeni kararlar alınacak. Bu plana karşı çıkmak bizim üzerimize düşen bir sorumluluktur” dedi.

ABD'nin İsrail-Filistin meselesiyle ilgili olarak yakında açıklaması beklenen Yüzyılın Anlaşması'na değinen Nasrallah, Amerikalı yetkililerden bu anlaşmanın ramazan ayından sonra yürürlüğe girebileceğine dair duyumlar aldıklarını belirtti.

Filistin davasının en büyük tasfiye komplosuyla karşı karşıya kaldığına tanıklık ettiklerini dile getiren Nasrallah, Bahreyn'deki konferansı boykot ettikleri için Filistin halkı ve siyasi gruplarını takdir ettiklerini söyledi.

Bahreyn'de gerçekleştirilecek konferansta Lübnan ve diğer ülkelerde yaşayan Filistinli mültecilere vatandaşlık verilmesine kapı açılabileceğini savunan Nasrallah, Lübnanlıların, Filistinli mültecilere vatandaşlık verilmemesi konusunda hemfikir olduklarını vurguladı.

"Filistinlilere vatandaşlık verilmesi tehlikesi güçlü şekilde yaklaşıyor" diyen Nasrallah, Lübnan ve Filistinli yetkilileri, buna karşı koyacak bir plan için bir araya gelmeye davet etti.

Nasrallah, Körfez bölgesinde ABD ile İran arasında yaşanan gerginliğe ilişkin olarak da "Körfez bölgesinde yaşanan gerilim ve İran'ın hedef alınmasının, Yüzyılın Anlaşması ile ciddi bağlantısı vardır" değerlendirmesinde bulundu.

Ülkelerindeki iç savaştan kaçarak Lübnan'a sığınan Suriyeli mültecilerin vatanlarına dönmesi konusuna değinen Nasrallah, Körfez ve diğer bazı dünya ülkelerini Suriyelilerin vatanlarına dönmesini istememekle suçladı.

Çarşamba, 22 May 2019 04:58

Kadir gecesinin Kadirini bilin

Ey mümin kardeşlerim! Ey kalpleri saf ve pak olanlar! Sakın mağrur olup demeyin “biz günah işlemedik ki

BismillahirrahmanirrahimAllah-u teala tarafından teşri edilen ilahi hükümlerin önemine baktığımda - oruç tutmak, Kur’an okumak, me’sur duaları okumak, Allah’ın inayeti ile O’na tevessül etmek- buların hepsinin önemli olduğunu görüyorum ama bizler için çok önemli olan bir amel var; “istiğfar etmek”, mağfiret dilemek, bilmeden yaptığımız veya cehaletimizden işlediğimiz günahları veyahut Allah etmesin bilerek işlediğimiz günahları Allah’ın affetmesini dilemek. 

“İstiğfar” konusunu akli ve Kur’ani olarak ele almak istemiyorum, sadece çok önemli mubarek Kadir geceleri münasebetiyle istiğfar konusunu hatırlatmak istedim.

 

İstiğfara olan ihtiyaç

Azizlerim; bacı ve kardeşlerim, Allah’tan af dilemenin/ istiğfarın ilk adımı, Allah’a dönmektir. Tevbe etmek yani Allah’a dönmek; insan nerde olursa olsun, hangi makamda olursa olsun, kemalin hangi derecesine ulaşırsa ulaşsın- hatta Emirelmüminin (a.s) seviyesinde olunsa da- yine istiğfara ihtiyacı vardır. Allah-u teala peygamberine Kur’an-ı Kerim’de defalarca buyuruyor; “istiğfar et!”. Peygamber masum olmasına, hiç bir günah işlememesine, hiç bir ilahi emre karşı gelmemesine reğmen Allah yine kendisine istiğfar etmesini emr ediyor.

 

Peygamberlerin evliyaların istiğfarlarının hakikati nedir?, bunun kendisi başlı başına bir konudur ama  şu kadarı aşıkardır ki, onların istiğfarı bizim günhalarımızdan dolayı yaptiğimiz istiğfar gibi değildir. Bizlerin işledikleri günahları onlar asla işlemezler; onların makamları çok yücedir, Allah’a yakın oluşları ve rububiyyet makamına yakınlıkları en yüksek seviyededir. “Gurb” ( Allah ‘a yakınlık makamı) makamında bizler için mubah olan-hatta bazen müstehab olan- ameller o yüce insanlar için Allah’a yaklaşmaya engel olarak görülebilir. Onların istiğfarı,  o gurb makamının şanına layık olacak şekildedir. Hem de ciddi bir şekilde , sadece dille zahir istiğfar değildir. Emirelmüminin, kendisinden nakl edilen duayı Kumeyl´e de istiğfar ile başlıyor; Allah’ı, önce isimine, sonra kudretine, sonra azametine ve celal ve cemal sıfatlarına ant/yemine verdikten sonra istiğfara başlıyor: “ İlahi ismet perdesini yırtan günahlarımı bağışla!”.... Ebu Hamzay-i Sumali duası ve bu büyük zatlardan nakl edilen diğer dualar da aynı şekildedir. Hepimizin istiğfara ihtiyacı var.

 

Ey mümin kardeşlerim! Ey kalpleri saf ve pak olanlar! Sakın mağrur olup demeyin “biz günah işlemedik ki, niye suçlu olalım, niye mukassir olalım”, Allah’ın verdiği nimetlerin karşısında yaptığımız iyi amellerin ne kadar değeri vardır? Bu yaptığımız iyi ameller, Allah’ın nimetlerinin karşısında  şükr hakkını yerine getirmiş olmak için yeterli midir? Yaptığımız iyi amelleri, Allah’ın nimetleri karşısında zikr etmeye değer mi? Bizler bunların şükrünü yerine getirmeye gücümüz yetmez. İnsan, Allah’ın an be an gönderdiği fazlından ve lütfundan mustağnı olduğunu söyleyebilir mi? Bizler her an O’na muhtacız, Allah’ın inayeti heran bizlere ulaşıyor. “Hayırın bizlere devamlı ulaşıyor”.. biz ise şükrünü yerine getirmekten aciziz. İşte bu, insanın kendisini mukassir ve suçlu görmesini ve neticede istiğfar etmesini gerektirir.

 

Kadir gecesi istiğfar ve mağfiret talep etmek için büyük bir fırsattır, Allah’tan af dileyin. Bizlere dergahina yönelme fırsatı vermiş, istiğfar etme fırsatı tanımıştır; istiğfar ve tevbe ederek O’na yönelelim. Aksi takdirde Allah’ın günahkarlara söylediği : “özür dilemeleri için de onlara izin verilmeyecek” ( Murselat/ 36 ) sözü, kıyamet günü -Allah etmesin -bizim için de söylense özür dilemek için iznimiz dahi olmayacak; günhakarlara ağızlarını açmaya izin verilmeyecek, orası özür ve af dileme yeri değidir. Burda fırsat var, burda izin var. Burdaki her özür ve af dileme insanı yüceltir, günahları yıkar, sizleri temizleyip nurlandırır. Bu dünyada fırsat varken istiğfar edin, Allah’tan af dileyin, Allah’ın muhabbetini kazanın. “Beni anın ki, ben de sizi anayım...” ( Bakara /152 ) Sizler kalbinizi Allah’a yöneltip Allah’ı kalbinizde hazır edip Allah’ı andığınız zaman Allah-u teala o anda lütuf, şefkat ve rahmetini size yöneltir ve inayet, bağışlama ve cömertlik eli size doğru uzanır. Allah’ı hatırlayın devamlı O’nu anın, aksi takdirde öyle bir gün gelecek ki Allah’ın günahkarlara hitabı şöyle olacak: “İşte bugünkü kavuşmanızı unuttuğunuz gibi, biz de sizi unuttuk”  (Casiye/ 34) Yani dünyada Allah’ı anmayan unutan insanı Allah da kıyamet günü unutacak ve unutulmaya terk edecek. Kıyamet günü böyle bir sahnedir.

 

Allah-u teal bugün kendisine yönelmeye , O’nu anmaya, dergahında  raz-u niyaz etmeye ve yalvarıp yakarmaya izin vermişse öyleyse muhtaç ellerinizi ona uzatın, O’na olan muhabbetinizi izhar edin, kalbinizdeki muhabbet ve aşkı gözyaşı olarak gözlerinizden akıtın. Bu fırsatı ganimet olarak bilin aksi takdirde, bir gün vardır ki Allah günahkarlara şöyle buyuracak : “Boşuna figan etmeyin bugün. Bizim tarafımızdan yardım görmeyeceksiniz.” (Müminun/ 65) O gün ağlayıp sızlanmanın hiçbir faydası olmayacaktır. Elimizdeki bu fırsat, Allah tarafından O’na yönelmemiz ve dönmemiz için bize bahş edilmiş hayati bir nimet ve fırsattır. Yılın en değerli günleri bu Ramazan ayında karar kılınmıştır, Ramazan ayının gecelerinin içinde de Kadir gecesi verilmiştir.

 

Kadir gecesi rivayetlerinde beyan ettiği gibi üç geceden biridir. Merhum Muhaddisi Gummi nakl ediyor: İmam’a (a.s), “bu üç geceden- veya iki geceden- hangisi Kadir gecesidir? diye soruduklarında İmam (a.s) buyuruyor: “Ne kadar kolaydır insan iki-üç geceyi Kadir gecesi olarak geçirsin.” Ne gerek var insan iki- üç gece arasında tereddüt etsin, üç geceyi de Kadir gecesi olarak anmak çok mu fazla? Niceleri vardır Ramazan ayının hepsini Kadir gecesi gibi geçirir; o geceye ait amelleri birinci geceden son geceye kadar yerine getirirler.

 

Allah için kalbini temizleyip arındırarak Allah dergahına yönelen bir millet, Allah’tan sadikane isterse ve sadikane ona sığınırsa asla bedabaht ve yüzü kara olmayacaktır. Zillete düçar olmayacaktır, fesatta boğulmayacaktır, düşmanın esiri ve dahili ihtilaf ve fitnelere giriftar olmayacaktır. Milletlerin başına gelen bu kadar bedbahlık onların kendi yüzündendir.” Başınıza gelen her müsibet ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir.....”( Şura / 30 ) İşlemiş olduğumuz günahlar, ihmaller, gafletlerin sayesinde kendimizi bedbaht etmişiz.

 

Allah’ın dergahına yönelen kimse, kendisini günahtan koruyacak, ismete yaklaştıracak ve kendisini korunma altına alacak ilk adımı atmış sayılır. Allah’a sığınalım, O’dan isteyelim ki yanlız O’nun rızası için çalışalım, yalnız onun için adım atalım. Kalplerimizi Allah’a emenet edelim. Kalplerimizin sefalığını Allah’ı yad ederek nurlandırlaım; kalpler sefalı olursa, kalpler dünyaya bağlanmasa, dünya ve maddiyatın esiri olmazsa, o zaman bu toplum nurani bir toplum olur, böyle bir toplum iyi çalışır; hem kendilerini iyi yetiştirirler, hem de dünyalarını abad ederler.

 

Bu günlerin kadirini bilin! Gerçekten Kadir gecesinin kadirini bilin! Kur’an buyuruyor:“Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır”. Bir gecenin bin aydan daha hayırlı olması büyük bir değerdir. Melekler nazil oluyorlar. Ruhun nazil olduğu bir gecedir. Allah’ın “selam” diye nitelediği bir gecedir. Selam, hem Allah’ın kullarına ilahi selam ve tehiyyati manasınadır, hem de insanların kalpler, ruhlar ve toplumları için selamet, sulh-u sefa ve huzur manasınadır. Maneviyat açısından çok yüce bir gecedir.

 

Kadir gecelerinin kadirini bilkin; ülke sorunları içini, kendi sorunlarınız için, müslümanların sorun ve zorlukları ve İslam ülkelerinin problemleri için dua edin.

 

İslam ülkelerinin  sorun ve müşkülatlarının halolması için  Allah’a yalvarın. Bütün insanlar için dua edin; insanların hidayet olması için, kendiniz için, ölmüşlerimiz için dua edin.

 

Bu saatlerin ve dakikaların kadirini bilin, ben de siz değerli bacı ve kardeşlerimden Kadir gecelerinde bana da dua etmenizi istiyorum.

 

Vesselamu aleykum ve Rahmetullahi ve berekatuh

Çarşamba, 22 May 2019 04:50

Neden İran’da bir savaş olmayacak?

Çok sayıda gazeteci, Venezuela'nın ABD tarafından işgali ihtimaline dair yaptıkları gibi Amerika'nın İran'a savaş açması ihtimali üzerine de kafa yoruyor. On yıl önce her ikisi de gerçek ihtimaller olabilirdi, yirmi yıl önce mutlak kesinlik taşırlardı, ancak bugün durum öyle değil. Neden?

 Çok sayıda gazeteci, Venezuela'nın ABD tarafından işgali ihtimaline dair yaptıkları gibi Amerika'nın İran'a savaş açması ihtimali üzerine de kafa yoruyor. On yıl önce her ikisi de gerçek ihtimaller olabilirdi, yirmi yıl önce mutlak kesinlik taşırlardı, ancak bugün durum öyle değil. Neden? Çünkü Amerika'yı dengede tutmak için hareket eden ve böylece şiddetli rejim değişikliklerini ve askeri saldırganlığı engelleyen güçler mevcut. Bu güçler iki ayaklı. Birincisi, İran'a saldırı her teröristi deliğinden çıkarıp, her yolla İran'a gidip Cihada kalkışmalarına neden olacak. Ancak belirttiğim üzere bu insanlar tehlikeli ve yıkıcı olsalar da Amerika gibi bir askeri güç bir tarafa kimse için gerçek bir tehdit değiller. Her türden cihatçılar her zaman kaybettikleri savaşların içinde yer alıyorlar. 


Daha belirgin biçimde Amerika'nın saldırgan ve savaşçı güdüleri dengede tutuluyor, çünkü Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti'nin askeri güçleri toplamı o kadar fazla ki, ABD'yi İran örneğinde olduğu üzere bilhassa Moskova ve Pekin'le bağları olan uluslara yeni bir savaş açmadan önce iki kez düşünmeye sevk ediyor. Sembolik biçimde, doğrudan Rusya'dan konuşurken, yani Rusya'ya değil orada iken konuşurken, ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo Amerika'nın iki ülke arasında artan gerginliklere karşın İran'la savaşa gitmek istemediğini söyleyiverdi. Benzer bir şekilde İran'ın dini lideri de İran'ın savaş istemediğini söyledi. 

Amerika'nın İran'la savaşa gitmekte ya da Venezuela'yı işgalde duraksaması arkasındaki mantık 24 Nisan 2018'de The National Interest'te, yayının editörü olan Dave Majumdar imzalı “Rusya ve Çin Savaşta Amerika'yı Denizleri Kontrol Etmekten Alıkoyabilir” başlıklı bir makalede ortaya konmuştu. Majumdar makaleye “Birleşik Devletler Donanması ve Deniz Piyadeleri, Amerika'nın Sovyetler Birliği'nin 1991'de dağılmasından bu yana ilk kez denizlerin tartışılmaz efendisi konumunda olmadığı gerçeğiyle yüz yüze geldiler” cümlesiyle başlıyordu. 

Onun fikrini başka önde gelen askeri şahsiyetler de paylaşıyor. Deniz Kuvvetleri Sekreteri Richard Spencer Senato Silahlı Hizmetler Komitesi önündeki yazılı beyanında “stratejik ortam hızla değişiyor ve Donanma ve Deniz Piyadeleri yirmi yıldır karşılaşmadıkları bir rekabetin içindeler” yazdı. 

Deniz piyadelerinin başındaki General Robert B. Neller “revizyonist güçler ve haydut devletlerin ortaya koyduğu artan tehlikeler”den bahsederken “modern sensörler ve artan menzil ve etkileriyle kesin hedefe odaklanan silahlar duruşumuzu ve göreli olarak savaş gücümüzü nasıl değerlendirdiğimizi yeniden tanımlıyor. Gelişkin savunma ağları bizi yükselen muadiller karşısında rekabet etmek için gerekli güç projeksiyonu yöntemlerimizi yeniden değerlendirmeye itiyor.” demişti. Tek bir cümleyle ifade edecek olursak, gelişmiş teknolojilere dayalı yeni silahlar savaşın zeminini eşitledi. Bunun ötesinde bu tür silahları geliştirmek için birlikte çalışan Çin ve Rusya'ya avantaj sunuyorlar. 

Neller “ulusumuzun esas rakipleri ve karşısında tehlike oluşturanlar; Çin, Rusya, Kuzey Kore, İran ve Aşırılıkçı Örgütlerin elinde uzun menzilli kesin hedefe ulaşan silahların bulunması ve bunların geliştirilmesi konuşlu güçlerimizin çoğunu onların silah sistemlerinin menzillerinin, ‘tehlike halkalarının' içine aldı” demişti: “İleri hatta konuşlanmış ve yerleşik Deniz Piyadeleri on yıllardır düşünmediğimiz şekillerde gerçekleşecek saldırılara maruz kalabilecek durumdalar.” 

Rusya çoğunlukla askeri güç bakımından ABD'den sonra gelen ikinci ülke olarak düşünülür. Eğer bu halen doğruysa dahi, çok uzun süre geçerli olmayacak. Putin altında Rusya'nın askeri olanakları silahlı kuvvetlerin gücünü ve erişimini artırdı. Deniz Piyade Kuvvetleri Müşterek Kurmay Komutanı Joseph Dunford Senato Silahlı Hizmetler Komitesine Eylül ayında Rusya'nın “toplam askeri güç bakımından” ABD güçleri karşısındaki en güçlü rakip olduğu beyanında bulundu ancak “demografi ve ekonomik durum” kadar “önemli ABD askeri teknolojik gelişmelerini geride bırakacak potansiyeli” nedeniyle “2025 civarında ulus karşısında en büyük tehlike”nin Çin'den geleceği tahmininde bulundu. 

Amerika'yı örneğin Irak ve Libya'da geçmişte olduğu gibi hemen “savaşa gitmekten” alıkoyan şey Çin ve Rusya'nın toplam askeri gücü. Bu son derece açık. Rusya'nın Kırım'ı ilhakı Birleşik Devletler ve NATO'nun öfkesine ve yaptırım uygulanmasına yol açmışsa da, doğrudan bir askeri yanıta neden olmadı. Bunun ötesinde, Birleşik Devletler'i Başkan Esad karşısında “istediği gibi davranmak”tan alıkoyan Rusya'nın Suriye'deki askeri zaferleri tek başına Rusya askeri gücüne de ışık tutuyor. 

Trump, Başkan Kim Jong Un'un kıtalararası balistik füzeler ve nükleer silahlar geliştirme programını durdurmaya ant içmiş olabilir, ancak müzakereler başarısız olduğunda Trump'ın yanıtı sadece birkaç yıl önce gerçekleşecek olan yanıt şeklinde, yani ülkeyi işgal etmek ve rejimi devirmek şeklinde olmadı. Güney Kore'deki ABD güçlerinin yardımcı kumandanı Korgeneral Jan-Marc Jouas'ın bir mektubunda söylediği üzere Kuzey Kore'yle herhangi bir çatışma ABD güçlerini “sayı ve tedarik bakımından yetersiz” kılacaktır. Elbette bu, etkileyici olmayan Kuzey Kore askeri gücünün sonucu olarak oraya çıkmayacak, Rusya ve Çin Kuzey Kore karşısındaki tutumu nedeniyle Trump'ı eleştirdiler. Bu nedenle her ikisi de Kim'in nükleer cephaneliğine karşı olsalar da, Kuzey Kore'yi zorla silahtan arındırma yönlü ABD tehditlerine birlikte karşı çıktılar. Bu sırada Kim, Putin'i ziyaret etmek için Moskova'ya gitti. Bunu yaparken kiminle ittifak kurduğunu açık bir şekilde gösterdi. 

The National Interest'te Ağustos ayındaki bir makalede askeri uzman Robert Farley “Birleşik Devletler halen iki büyük savaşı aynı anda yürütebilir ve kazanabilir ya da en azından ne Rusya'nın ne de Çin'in kumar oynamaya kalkacağı şekilde kazanma eşiğine gelebilir” şeklinde yazdı, ancak ekledi: “bu durumun ilelebet sürmeyeceğini vurgulamak gerek. Birleşik Devletler bu hakimiyeti sonsuza kadar götüremez ve uzun vadede vereceği sözleri dikkatli seçmek zorunda.” 

Alman dergi Der Spiegel Soğuk Savaş'tan bu yana NATO'nun gücünün nasıl köreldiğini ve “karşı konulursa nasıl çabucak çökeceğini” ele aldı. NATO'nun en son Stratejik Öngörü Analizi “güç Batı'dan Asya'ya doğru kayarken, Batı'nın gündemi küresel ölçekte etkileme kapasitesinin aşınması bekleniyor” sonucuna vardı. 

Bu nedenle üzülmeyin, Amerika Venezuela'yı ya da Kuzey Kore'yi işgal etmediği gibi İran'la savaşa da girmeyecek, çünkü girerse savaştığı İran olmayacak. 

Mary Metzger* 

 Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi’nin ilanına göre, ülkenin yeni tasarısıyla uranyum zenginleştirme kapasitesi yaklaşık dört kat arttı.

Ulusal Yüksek Güvenlik Konseyi’nin dün yaptığı son açıklamaya göre ve ülkede 300 kg UF6 tavanına uyulmamasına ilişkin cumhurbaşkanlığı kararnamesi ve Atom Enerjisi Teşkilatı başkanının gerekli alanları yaratma emri doğrultusunda santrifüj eklemeden ürününü üretme kapasitesi kabaca dört kat arttı ve bu konuda Uluslararası Atom Enerjisi Kurumuna bilgi verilmiştir.

İran Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) sözcüsü Behruz Kemalvendi bir basın toplantısında bu duyuruyu gerçekleştirdi.

Behruz Kemalvendi; "Üretimdeki bu artış, olağan işletim çerçevesinde Uluslararası Atom Enerjisi Kurumuna bildirilmiştir." açıklamasında bulundu.

Bu temelde, 20 Mayıs'tan itibaren İran ve 8 Mayıs'ta Avrupa Birliği'ne ültimatomu vermesinin ardından, Bercam Anlaşması çerçevesinde yüzde 3.67 zenginliğe sahip olan uranyum üretimini, yaklaşık dört kat arttırdı.