
کارگر
İmam Rıza (a.s) Kutlu Doğumu
İmam Ali b. Musa er-Rıza (a.s), yüce Allah'ın kendilerinden her türlü kötülüğü giderip tertemiz kıldığı Ehl-i Beyt İmamları'nın (a.s) sekizincisidir.
Ehl-i Beyt ki, Kur'ân'dan ayrılmayan ağır/paha biçilmez emanettir. Onlara ve Kur'ân'a birlikte sarılan kimse sapmaz. Onlar, binenin kurtulduğu, binmeyeninse boğulduğu kurtuluş gemisidirler.
Resulullah'ın (s.a.a), doğumunu müjdelediği bu büyük İmam, Abbasî halifesi Mansur zamanında ve dedesi İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şehit edilmesinden sonra dünyaya geldi. Kureyş'in en saygın evlerinden birinde, Haşimî-Alevî ailesinde, imamet ve şahadet yuvasında büyüdü. Babası İmam Kâzım'ın (a.s) kucağında gelişti, onunla birlikte üç dönem yaşadı. Bu dönemlerde Abbasoğulları halifelerinden Mansur, Mehdi, Hadi ve Harun Reşid'in hükümdarlıklarına tanık oldu. Bunlar ki, bu ulu ailenin nurunu söndürmek için hiçbir çabadan kaçınmıyorlardı.
İmam Rıza (a.s), İslâmî siyaset sahnesine o dönemde İslâm tarihinin tanık olduğu en parlak siyasî bir şahsiyet o-larak doğdu.
İmam Rıza (a.s), siyasî tavır alışlarında sarsılmaz bir sertliğe sahipti, alabildiğine açıktı. Abbasî halifelerinin en zekisi, en kurnazı Me'mun'un başvurduğu iğrenç, bir o kadar da sahte yöntemlerin hiçbiri onu yanıltamadı.
Me'mun, Alevî (Ehl-i Beyt soyuna mensup seyitlerin) a-yaklanmanın Abbasî şahlarının tahtını sarstığı bir dönemde, onu, önce halifelik için aday göstermiş, sonra da veliaht olmayı kabul etmesini dayatmıştı.
Me'mun'un hiç de iyi niyetli olmayan bu yöntemleri ve gerekçeleri İmam Rıza (a.s) tarafından bilinmiyor değildi. Aynı şekilde içinde yaşadığı dönemin özel koşullarından da habersiz değildi. Veliahtlığı kabul etmek zorunda bırakılmıştı; ama veliahtlığı kabul etmeye zorlandığı sırada, Me'-mun'un gerçekleşeceğini umduğu nice altın fırsatın elinden kaçmasını sağlamıştı. Buna karşılık İmam Rıza (a.s), veliahtlığın kendisine sağladığı bu altın fırsatı, en güzel şekilde de-ğerlendirdi. Bu fırsatı, İslâm'ın gerçek alametlerini yaymak, Ehl-i Beyt mezhebinin temel prensiplerini yerleştirmek için kullandı ve o dönemde yaygın olan bütün sapkın düşünce akımlarına ve mezhebî eğilimlere meydana okudu.
Nihayet Me'mun, İmam Rıza'nın (a.s) yönetim mekanizmasının tam merkezinde bulunmasının, kendisi ve yönetimi için ne büyük bir tehlike oluşturduğunu fark etti. Ehl-i Beyt sevgisi esasındaki çizginin geliştiğini, belirginleştiğini ve iyice kökleştiğini de gördü. Artık batıl kıstasları uyarınca, İmam'ın şahsını ortadan kaldırmaktan, alçakça bir yöntemle suikast düzenlemekten başka çare yoktu.
Sonunda bu büyük İmam, risaletin, İslâmî anlayışa dair hak mezhebin temellerini derinlere attıktan, onu kitlelere tebliğ ettikten sonra şehit edildi. Bu arada ileri görüşlü âlimler kuşağını da yetiştirmişti. Bu âlimler, İslâm ümmetinin Abbasî halifeliğinin egemenliği altında yaşadığı bu zor dönemde hidayet meşalesinin taşıyıcıları oldular.
İmam Rıza'nın (a.s) ilim medresesi, sayıları üç yüzü bulan yıldız âlimler mezun verdi.
İmam Rıza'nın (a.s) müsnedini inceleyen, ondan bize ulaşan metinleri etüt eden bir kimse, onun ilmî faaliyetlerinin hacmini görebilir, İmam'ın (a.s) fikir ekolünün ulaştığı düzeyi gözlemleyebilir; bu büyük İmam'ın, Ehl-i Beyt medresesinin amaçlarını gerçekleştirmek, Ehl-i Beyt hareketinin ilim ve siyaset sahalarında hedeflediği zirvelere ulaşmak i-çin olağanüstü yöntemler geliştirdiğini ve eşi görülmemiş kurallar koyduğunu anlayabilir.
İran’dan Pompeo’nun yaftalarına itiraz
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Behram Kasımi, ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun asılsız iddiaları ve müdahaleci açıklamalarının ardından, İsviçre'nin Tahran Büyükelçiliğine itiraz notu gönderdiklerini açıkladı.
Sözcü Kasımi yaptığı açıklamada, İsviçre'nin Tahran Büyükelçiliğine verilen notta, ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun müdahaleci açıklaması kınandığını belirtti.
Kasımi, Pompeo’nun bu açıklamasının aynı zamanda BM bildirgesini açıkça ihlal ettiğini kaydetti.
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Kasımi:ABD İran’la tehditle müzakere etmeyi unutsun
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Behram Kasımi Amerikalı yetkililerin bir yandan tehditler savururken, öbür yandan müzakere talebinde bulunmalarına tepki gösterdi.
Sözcü Kasımi, Amerika devleti tek yanlı ve tehdit gölgesinde İran ile müzakere etme kuruntusunu ebediyen unutması gerektiğini belirtti.
Kasımi, İran’ın cesur ve medeni milleti tarih boyunca zengin kültürü, akıl ve zekası ile gerektiği yerlerde tehdide tehditle ve saygıya saygı ile karşılık verdiğini ve hiç bir zaman zorbalara boyun eğmediğini vurguladı.
İlk kez 1500 km menziline ulaşıldıİran’ın nokta vuruşu yapan cruise füzeleri
Sipahiler Ordusu Hava Uzay Birliği Komutanı General Emir Ali Hacızade, 1500 km menzili olan yeni cruise füzeleri bundan böyle savaş uçaklarından fırlatılacağını açıkladı.
General Hacızade, İranlı uzmanların çabaları sonucu bu füzelerin Suho 22 savaş uçakları üzerine montaj edildiğini ve böylece 1500 km uzaklıktaki hedefleri havadan vurabileceklerini ifade etti.
İran silahlı kuvvetleri cruise füzelerinin menzilini 120 km’den başlayarak 1500 km menziline ulaştırmayı başardı.
Şimdi ise bu füzeler havadan da fırlatılma yeneteğine kavuştu.
Hz. Mehdi'nin (a.s) Uzun Ömrü
Hakkın yasaları ve toplumsal adalet, zulüm ve zorbalık düzenlerine nasıl galip gelecektir?
Bir dünya kurtarıcısına inanmak İslam'a has bir inanç değildir. Dini bir sığınakları olan tüm milletlerde böyle bir günün beklentisi mevcuttur. Hatta denilebilir ki bu intizar ve bekleyiş her insanın derinliklerinden yükselen gizli bir feryat ve fıtri bir duygudur. Tüm insanlar İlahi risaletin gerçekleşeceği ve herkesin kendi nihai kemal ve rüşt derecesine ereceği bir günü gözlemekteler. Maddi ideolojilere inanan kimseler dahi kendi ekollerinin tüm dünyaya ve akıllara hâkim olacağı, tüm akılları ve gönülleri kendisine cezbedeceği bir günün beklentisi içinde bulunmaktadırlar.
Hz. Mehdi'nin (a.s) varlığına inanmak, zillet ve donukluğa yer vermeyen güçlü ve dinamik bir hakikati ifade etmektedir. Zira O'nun mektep ve ideali her türlü zulüm, bozukluk ve haksızlığa karşı savaş vermektir.
Zulüm saraylarının insanlara baskı yaptığı, insanların tecavüz ve zulümle meşgul olduğu, kısacası yaşam koşullarının tamamen tabii halinden çıktığı ve anormal bir hale geldiğini gören her akıllı ve zeki insan bu durumun devam edemeyeceğini ve sorumluluğunun şuurunda mesut, uyanık ve güçlü bir insanın ilahi risalet ve mesajlarıyla ümit verici yüzünü insanlara aşikâr kılacağını, melekuti bir nida kan ve kılıç hareketiyle bu doğal olmayan koşulları icad eden sahte ve hayali tanrıların temel ve esaslarını yerle bir edeceğini ve yalancı maske ve örtüleri çekip parçalayacağını bilir ve böyle bir günün beklentisi içinde olmanın gerekliliğine iman eder.
İslam'ın en kıymetli semerelerinden biri olan bu intizar (kurtarıcı bekleme) meselesi, tarihte en parlak sayfaları doldurmakta, zulme uğrayan mazlumların duygularını kabartmakta ve fikirlerin değişmesiyle gaybet meselesini gerçeğe, geleceği de hali hazıra dönüştürerek dünya insanlarının kulağına şöyle fısıldamaktadır:
Bu kurtarıcı sizin yanınızda ve sizin aranızda bulunmaktadır. O, sizin yaşamakta olduğunuz çevrede yaşamaktadır. O sizleri görüyor, sizler de onu. Fakat onu tanımıyorsunuz. O da zulüm ve acılar içinde kavrulan bir çevrede yaşayan tertemiz ruhlu, inançlı ve de sorumluluğunun şuurunda olan kimseler gibi eziyet ve ıstırap çekmektedir. Zira o, canlı hazır bir önder ve İmamdır. Sosyal problemler ve meşakkatlere o da ortaktır. Ama O, sükût görevinin sona ereceği ıslah yanlısı ve zulme uğramış insanlar tarafından kıvılcımların çakılacağı ve önemli anı beklemektedir. İşte o zaman güçlü elini uzatacak, tarihin mazlumlarını kurtarmaya koşacak ve zalimlerin kökünü kazıyarak bu bekleyişe son verecektir. O da bu cehennemi ortamdan rahatsızlık duymaktadır. Batıl söz ve amellerden, insanlık dışı hareketlerden ıstırap duymaktadır. Ama yine de kendisine söz verilmiş olan o günü beklemekten başka çaresi yoktur.
Ama buna rağmen yine de insanlık toplumunun yanı başında, kendini gam ve kederlere ortak kılmış ve İslam'ın asıl ve de canlı şiar ve hareketlerine büyük bir içtenlikle yardım etmektedir.
Mesuliyet yükünü kendi omuzlarından atabilmek maksadıyla mektebi olumsuz bir şekilde ortaya koymaya, bütün mesuliyet ve sorumlulukları onun üstüne yıkmaya çalışanlara Hazret: "Sizler de sorumlusunuz" diye haykırmaktadır. Zira İslam'ı kabul etmiş ve mümin bir kimse olduğunuzu iddia ediyorsunuz. Uyanık olunuz.! Sorumluluk yükleyen İslam ve onun asil semerelerinden sadece biri olan bekleyiş, işte bundan başka bir şey değildir.
Bazı kimseler intizar olayına olumsuz bir gözle bakmakta. Bu canlı ve yapıcı hakikat karşısında bir takım yanlış değerlendirmelere ve anlaşmazlıklara düşmektedirler ki, onlar şundan ibarettir:
1- Nasıl olur da bir insan 10 asır önce, dünyaya gelmiş ve şimdiye kadar öylece hayatta kalmıştır?
Her insanı bir müddet sonra ölümün kucağına iten bu doğal yaşam kanunu nasıl olur da Mehdi (a.s) hakkında işlemez hale getirilmiştir.
2- Niçin Allah-u Teâla Mehdi'ye (a.s) özel bir imtiyaz tanısın ki? Ölüm ve yaşlılıkla iç içe olan zaman aşımı ve ömrün doğal kanunu niçin Hz. Mehdi'ye (a.s) gelince geçerliliğini kaybetmiştir.
Ayrıca vaat edilen bu söz konusu şahıs, cismani yönden diğer insanlarla hiçbir farkı olmadığı gibi şu andaki toplumda bilfiil yaşamakta, zamanın geçmesiyle ömrü geçmekte ve dünyanın huzursuzluklarından da etkilenmektedir.
3- Dünyanın kurtarıcısı olan Mehdi özel ve müşahhas bir fert olarak algılanırsa; bu şahıs on birinci İmamın oğludur. H. 255 yılında dünyaya gelmiştir. Babası İmam Hasan-ı Askeri (a.s) 260 yılında vefat etmiştir. Babası öldüğünde o beş yaşlarında bir çocuktu. Dolayısıyla da babasının faziletli, verimli mektebinden hakkıyla faydalanamamıştır.
O zaman nasıl olur da gelecekte fevkalade ilmi ve fikri görüş sahibi olmayı gerektiren dini bir önderliği üstlenebilir?
4- Nasıl olur da hayat ve yaşamı hiçbir ilmi delile dayanmayan ve sadece teori olarak ortaya sürülen bir öndere iman edebiliriz?
Bu hususta tek delil ve senet Hz. Peygamber (s.a.a) ve masum İmamlardan nakledilen rivayetlerdir. Ve bu şer'i nakiller, tabiat ilimlerinin açık kanun ve esasları karşısında hiç bir zaman ikna edici konumda değildirler.
5- Bir ferdin, ne kadar güçlü ve kudretli olursa olsun tek başına derin bir içtimai değişiklik icat edebilmesi ve milletleri, zaman süresi ve tarihi olaylar sonucu oluşması gereken o tarihi merhaleye ulaştırabilmesi mümkün değildir.
6- Nasıl olur da bir fert dünyanın zulüm ve kudretlerini yıkar, seri bir hareketle bütün güçlere galip gelir ve yıllar boyunca askeri, siyasi ve iktisadi güç sayesinde kendi muhalif ve rakiplerini yok eden ve kalplerde büyük bir korku ve vahşet meydana getiren zorbaların elini kesebilir; baskı ve de zulüm kanunları yerine adalet ve insaf ilkelerini getirebilir?
Bunlar, haktan habersiz olan bir takım kimselerin Hz. Mehdi'nin güç ve eylemi hakkında sordukları sorulardır.
Bizler ise ilahi yardım ve başarı sayesinde bu sayfalarda kalemin gücünün yettiğince, söz konusu sorulara cevap vermeye çalışacağız.
Nasıl Olur da Mehdi'nin Ömrü Bu Kadar Uzun Olabilir?
Hz. Mehdi'nin (a.s) çocukluk döneminden yaşlılık ve nihayet ölüm anına kadar hesaplandığında 1140 sene yaşaması gerekir. Acaba onun normal bir insanın tam 14 katı kadar bir zaman yaşaması mümkün müdür?
İmkân kelimesi 3 şekilde düşünülebilir:
1- Ameli imkân
2- İlmi imkân
3- Mantıksal ve felsefi imkân
1- Ameli imkândan maksat, insan için gerçekleştirmesi ve pratiğe geçirmesi mümkün olan bir imkândır. Mesela; günümüz insanı denizlerin altında yaşayabilmekte, gökleri kendi hakimiyeti altına alabilmekte ve Aya rahat bir şekilde ayak basabilmektedir.
2- İlmi imkândan maksat ise şudur: İnsanoğlu öğrenmek istediği bir çok olayların sırrını bu gün çözebilmiş değilse de ilmi ilerleme ve sırların keşfi ona günün birinde bu hedefine ulaşabilme imkanını sağlayacaktır. Astronomlara bu gün meçhul olan Zühre ve Güneş küresinin musahhar kılınması gibi. Bu günde bilginler, tüm güçleriyle çalışmakta ve uzay gemilerinin hem hızını artıracak, hem de onu eritici ışınlardan koruyacak bir yapıya kavuşturabilmenin çarelerini bulmak için araştırmalarda bulunmaktadırlar.
Bu ideal, pratik bir düzeye ulaşabilmiş değilse de, uzayı yaran ve ayın müsahhar kılınması teorisini pratik kılan astronomi ilmi, ona günün birinde Zühre ve Güneş küresinin de fethedileceği müjdesini vermektedir.
3- Mantıki ve felsefi imkândan maksat ise: Akıl açısından muhal (olmazlık - imkân dışı) sayılıyor olmamasıdır. Örneğin üç Portakal’ın kesilmeksizin iki eşit parçaya bölünmesi akli açıdan imkansız ve muhaldir. Burada akıl üç portakal "tek" olduğundan iki eşit parçaya bölünmesi mümkün değildir şeklinde bir hüküm verir. Sayıların taksim edilmesinin şartı çift olmasıdır.
Oysa bu “tek”tir. Neticede bu üç portakalın hem "tek" ve hem de "çift" olması gerekiyor ki bu bir çelişkidir. Çelişki ise mantık ve felsefe açısından imkânsızdır.
Ama ateşin içine girip de yanmamak veya oldukça sıcak olan güneş gezegenine gitmek mantıksal veya felsefi açıdan imkânsız değildir. Zira eğer biz “sıcaklığı az olan bir cismin, sıcaklığı çok olan başka bir cisimden hararet alıp da, onunla aynı oranda bir sıcaklığa sahip olmadığını farz edecek olursak; böyle bir şeyi sabit kılan deney bilimleri kanunlarına muhalefet etmiş oluruz.
Ama bizler bu teoride hiç bir çelişki görmemekteyiz. Hepimizin bildiği gibi, mantıksal gerçeğin çalışma ve nüfuz alanı, ilmi alandan çok daha geniştir.
Aynı şekilde ilmi alan da, pratik alandan daha geniş ve daha kapsamlıdır. Bir insanın ömrünün binlerce yıla varması mantıksal ve felsefi açıdan mümkündür. Akıl böyle bir şeyi imkânsız saymadığı gibi burada çelişki de söz konusu değildir.
Ancak bir insanın ömrünün binlerce yıla ulaşmasının pratik açıdan mümkün olmadığı da çok açıktır. Zira deniz altında yaşamak veya aya gitmek gibi sabit kılınmış bir şey değildir. Hepimiz de görüyoruz ki insan, sağlık ilmi ve fizyoloji kudretiyle gece gündüz durmadan çalıştığı halde kendi ömrünü tabii halinden çıkarabilmiş ve uzatabilmiş değildir.
Ama ilmi gerçekler, böyle bir şeyi olası kabul etmekte ve bunu reddetmemektedir. Zira fizyoloji ilmi sabit kılmıştır ki, insan bedeni milyonlarca hücreden meydana gelmiştir. Bu hücreler zaman aşımı neticesinde ihtiyarlamakta yok olmakta ve yerine yeni hücreler almaktadır. İnsan hayatı da işte bu program sayesinde devam etmektedir. İnsanı ihtiyarlatan, hücreleri faaliyet ve yenilemeden alıkoyan ve beraberinde ölümü getiren faktör; insanın dış düşmanlarıdır.
Değişik yollardan bedene giren zararlı ve zehirli mikroplar, hücrelerle savaşmakta ve onu eskitip yıpratarak güçsüz düşürmekte, bazen de onu mağlup ederek beraberinde ölümü getirmektedirler. İhtiyarlık, hücrelerin dış düşmanlarla savaşması ve yenilgiye uğraması sonucunda oluştuğuna göre, tabii ilim ve fizyoloji kanunları bu savaşın olmadığı bir ortamda hayatın bekasının imkânını kabul etmekte ve bunu bir olasılık olarak değerlendirmektedir. Aynı şekilde; fizyoloji uzmanları, bazı fertlerin daha genç yaştayken ihtiyarlık ve yenilgiye uğrayıp çabucak yıkıldığını, bazı fertlerin ise ihtiyarlık yaşlarında dahi dinamik ve dinçliğini kaybetmediğini ispatlamıştır.
Nitekim fizyoloji bilginleri, bazı hayvanların ömrünü kendi tabii ömürlerinin bir kaç katına çıkarmış ve bunu pratikte ispatlamışlardır. Bu yüzden bir insanın asırlar boyu yaşayıp ömür sürdürmesi, mantık ve ilmi imkânlar dâhilindedir. Ama beşerin ilim gücü, şimdiye kadar yapılan aralıksız çalışmalara rağmen bu teoriyi pratiğe dönüştürememiştir.
İlim ve felsefe açısından Hz. Mehdi'nin ömrünün bu kadar uzun olması ilginç ve şaşırtıcı olmadığı açıklandıysa da yine şu mesele aydınlık kazanmamıştır. Bilim adamları bu konuda şaşkın şaşkın dolaşır ve şimdiye kadarki çalışmaları bir netice vermemişken nasıl Hz. Mehdi (a.s) bu çözülmeyen teoriyi kendisi için pratize etmiştir?
Ayrıca bilim adamlarının bir muamma veya ilmi bir sırrı çözebilmek için, uzun yıllar boyunca aralıksız çalıştıklarını da çok iyi bilmekteyiz. Ama sonunda bir bilim adamı, yaptığı aralıksız çalışmaların sonunda, beyninde tutuşan ilmi bir kıvılcım neticesinde o ilmi sırrı keşfetmiş ve insanları ölümden kurtarmıştır. Ölüme sebep olan bir takım dertlerin veya gelecekte kanser ilacının keşfi gibi.
İlmi birikimlerin yardımıyla, ilmi bir sırrı keşfederek dünya bilim adamlarını şaşkınlığa düşüren ve ilmi görüşleri amelen de sabit kılan bir bilim adamı sonuçta diğerleri tarafından da kabul görmekte ve geriye zihinlerde hiçbir sorun da bırakmamaktadır.
Öyleyse ilmi hazinelerini Allah'tan almış olan Hz. Mehdi (a.s) için böyle bir şeyin imkânı neden olmasın ki?
Bilim adamlarının ilmi kudreti daha bu sırrı çözmemiş ve yüzlerce yıl telaş sonucunda, bu hakikate ulaşmamışken ilahi marifet ve yardım sayesinde o yüz yıllık yolu bir lahzada kat edebilmiştir. Nitekim atası Resulullah (s.a.a) bu yüz yıllık yolu bir lahzada kat etmiş ve Hakkın bir tek işaretiyle Mescidü’l Haram'dan Mescidü’l Aksa'ya gitmiştir. Hakkın buyruğu üzere İslam Peygamberinin eliyle o günlerde pratiğe dönüştürülen sırrı, ilim ancak yüzlerce yıl sonra keşfedebilmiştir. Ayrıca Kuran'da Allah'ın kudretinden bazı örnekler verilmektedir ki onların vahiy ve ilahi marifet vesilesiyle keşfettikleri sırları karşısında beşerin ilmi kudreti aciz kalmaktadır.
Kuran'ın haber verdiği Nuh Peygamber (a.s) gibi. O kendi kavmi arasında tam 950 yıl yaşadı. Tufan'dan sonra da kendisi ve kendisine uyanlar için yepyeni bir dünya kurdu.
Şunu bilmemiz gerekir ki, Nuh'un ölüm ve yokluk uçurumuna doğru giden karanlık bir dünyayı bir anda hayata dönüştürmesi ve ideal bir çevre oluşturabilmesi, İmam-ı Zaman aleyhi's-selâm'ın ömrünün uzunluğuna karşılık daha ilginç ve şaşırtıcıdır.
Dünya ıslahatçıları, bir toplumu kendi tarihsel seyri içinde tutabilmek, aydın ve müsait bir çevre oluşturabilmek için yüzlerce yıl zahmet çektikleri halde o (Mehdi), kısa bir zaman diliminde bu işi başaracak ve bin yıllık yolu bir lahzada aşabilecektir.
Mucize ve Uzun Ömür
Ömrün doğal kanununun, değişmeyen tabii bir kanun olduğunu belirtip Hz. Mehdi (a.s) ve Hz. Nuh'un (a.s) ömrünü de bu doğal kanuna aykırı bir şey olarak algılayacak olursak, o zaman bazı şahısların ömrünün uzunluğunu ve hayatının sürmesini Kur'an ifadesiyle "harikulade" ve "mucize" olarak değerlendirmek gerekir.
Hz. Mehdi'nin (a.s) ömrü sadece bir ferde özgü bir mucize değildir. Zira yaşlılık ve ihtiyarlık kanunu, hareket açısından eşit olsunlar diye hararetin sıcak bir cisimden sıcağı az olan bir cisme intikal etmesi kanunundan daha önemli değildir.
Nitekim tevhit kahramanı İbrahim hakkında bu kanun işlemez hale geldi. Nemrud'un adamları İbrahim'i ateşin içine attıklarında Allah tarafından:
"Ey ateş, İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik ol" emri verildi ve İbrahim hiç bir zarar görmeden tehlike alanından kurtuldu.
Veya Musa vesilesiyle denizin yarılması ve kendisi ile taraftarlarının oradan geçmesi. Firavun ve askerlerinin ise boğulması veya Hz. İsa'yı çarmıha germek için gelen Rumlara Hazretin bir benzeri gösterilmesi gibi.
Allah-u Teâla bir mucize yaratarak Romalılara asılan kişiyi "İsa" olarak gösterdi ve böylece de evinin düşmanların muhasarası altında olduğu bir ortamda o grubun arasından dışarı çıkmış ve hiç kimse de Onu tanıyamamıştı. Allah-u Teâla kendi kudretiyle peygamberlerini, düşmanlarının gözünden gizlemişti. Bunların hepsi ve benzeri binlerce örnekler Allah-u Teâla’nın istediği kimseler hakkında doğal kanunları bir müddet iptal ettiğinin canlı örnekleridir.
Yaşlılık ve ihtiyarlık da dâhil olmak üzere hikmet ve maslahat üzere Mehdi hakkında iptal edilen kanunlar gibi.
Zira Allah Teâla, bir şahsın uhdesine bırakılan önemli bir görevi yerine getirebilmesi için yaşaması ve hayatını sürdürmesini maslahat gördüğü takdirde, böyle bir şeyi mutlaka tahakkuk ettirir.
Nitekim sağlıklı olan bir şahıstan hayat ve yaşamının geri alınmasını irade buyurduğunda da daha genç yaşlardayken bile onun hayatına son verir.
Bu yüzden de bu tür bir olayın ilmi yasaları geçersiz hale getirdiğini düşünmemek gerekir. Zira doğal yasaların kaynağı, varlık arasında var olan zorunlu ilişkilerdir. çyleki ilki (sebebi) geldiğinde, ikincisi de (sonuç) hemen ardından gelmektedir. Zaten ilim de, iki zaruri şey arasında sebebi bir ilgi ispat etmek için değil; var olan ilişkilerin aydınlatılması ve genişletilmesi için çalışmaktadır.
Mucize ise, bu ilişkileri ortadan kaldırdığında artık birincinin (sebep) gelişiyle, ikincisi (sonuç) gelmemektedir. Ateş ve yakıcılık arasında var olan ilişki gibi. Ateş geldiğinde artık yakmamaktadır. Bu yüzden de mucizenin görevi, var olan zorunlu ilişkileri müsebbipten ayırmak değildir. Dolayısıyla da mucize değişmez doğal yasaların ihlalidir ve "bu nasıl olmaktadır?" diye itiraza da yer kalmamaktadır. Belki mucize, iki bilinen ve açık şeyin yakınlık ve birlikteliğinden bir istisna durumudur ki, zorunluluk yasasını ihlal etmediği gibi, muhal bir şeyle de sonuçlanmamaktadır.
Tümevarım mantığını esas aldığımızda çağdaş ilmi görüşler de tümevarımın görevinin iki şey arasındaki zorunlu ilişki ve ilgilerin keşfi olmadığını, belki sadece görünen iki şey arasındaki yakınlık, birliktelik ve uyumun devamı ile ortak bir yönün varlığına delalet etmek olduğunu belirttiğini görmekteyiz.
Bu ortak yönü, zati bir gereklilik esasına bağlı olarak düşünmek mümkün olduğu gibi kâinat nizamının gerektirdiği ve daima görünenler arasında ilgi kuran bir hikmet esasıyla düşünmek mümkün ve olasıdır. İşte bu hikmet ve kâinatın muhkem kanunu bazen bir takım istisnalar vücuda getirmektedir ki, adına “mucize” denmektedir.
Geleceğin Önderi Nasıl Olur da Kamil Olabilir?
Geleceğin önderi daha beş yaşlarındayken babasını kaybetti. Öyleyse daha çocuk yaşlarındayken nasıl oldu da fazilet çeşmesinden içerek kendisini bir örnek ve rehber olmaya hazırlayabildi?
Cevap olarak demek gerekir ki: Evet, İmam (a.s) babasını kaybettikten sonra bizzat kendisi ümmetin İmamet ve rehberlik makamına oturdu. O daha çocuk yaşlarındayken bile ruhi ve fikri açıdan rehberliğin bütün şart ve gereklerine haiz durumdaydı. Üstelik bu yaş ve şartlarda rehberlik makamına oturan ilk İmam da o değildi. Ondan önceki İmamlar da yaş açısından oldukça genç idiler. Mesela İmam Cevad (a.s) daha sekiz yaşlarındayken ümmetin önderliği makamına oturdu. Aynı şekilde İmam Hadi (a.s) dokuz yaşındaydı.
Hz. Mehdi'nin (a.s) babası İmam Hasan-ı Askeri ise 28 yaşlarındayken İmamet makamına geçtiler. Onlardan en genç olanı ise İmam Mehdi (a.s) idi. Bunların kendi ruhi, fikri ve tecrübi hazinelerini halk arasından ele geçirme ve toplamaları gibi bir sorun ve ihtiyaçları da yoktu. Aksine tüm hazinelerini ilahi ilimler kapısından hiçbir zahmet ve tecrübe olmaksızın elde etmişlerdi.
Bu meselenin izahının, bir kaç nokta ve mukaddime sonrası daha da bir aydınlık kazanacağı kanısındayız:
1- Mutahhar İmamların hilafet ve önderliği, Abbasi, Fatîmi ve benzeri hanedanlar gibi kudret nüfuzu veya veraset usulüyle değildir. Belki fikri ve ruhi açıdan sahip oldukları üstün kudretler sebebiyle önderlik makamına layık görülmüşlerdir. Bu üstün kudretler onların önderlik makamında bulunmalarının esasını teşkil ediyordu. Halk onlarda böylesi fikri, ruhi ve manevi zenginliği görünce kendi istek ve rızalarıyla onları önderlik makamına seçmekteydi.
Yani bir yandan önderlik şartlarına sahip oldukları sebebiyle İmamet makamına seçilmeleri ilahi bir görevlendirme ve seçim idi. Diğer yandan da halk, onlarda böyle bir ilahi derece ve kudreti (amelen de) müşahede edince, hemen onların hükümet ve idaresine canı gönülden itaat ediyorlardı.
2- İslam'ın ortaya çıktığı ilk dönemlerde dünya onların (İmamların) yetişkinliğine Allah vergisi üstün zekâ ve kudretlerine şahid idi. İmam Muhammed Bâgır ve İmam Cafer-î Sadık (a.s) zamanında bu mektep ve hareket, toplumda var olan imkânlar sayesinde daha da bir gelişme kaydetti.
Öyle ki, kendi mektep ve okullarında binlerce güçlü fakih ve şuurlu müfessir yetiştirildi. İslam toplumunu derin bir fikri hareketle ileri götürdüler ve gerekli meselelerden haberdar ettiler.
Bu yüzden Hasan b. Ali Veşşa diyor ki:
"Ben Kufe mescidine girdiğimde tam 900 âlimin bir araya gelip de Cafer b. Muhammed hakkında konuştuklarını gördüm."
3- İslami ilimlerinin ilerlemesi ve halkın ilmi şuuru, İslam ümmetine önder olacak şahsın fikri ve ilmi açıdan herkesten daha üstün olması gerektiğini ortaya çıkarmaktadır. Dolaysıyla da ilim ve kemâlde Resulullah'ın varisi olan kimselerin dışında hiç kimse bu şartlara sahip değildir.
4- Ehlibeyt mektebinde yetişen İslam'ın gerçek önderleri, halk yığınları arasında yarattıkları ruhi ve fikri etkinlikler sebebiyle, daima zamanın halife ve idarecilerini karşılarında buluyorlardı. Zira zamanın idarecileri bu ıslah edici program ve çalışmalar karşısında uzun bir süre tutunamayacaklarını çok iyi biliyorlardı. Onlar nüfuz, tasallut ve hükümdarlıklarını sürdürebilmek için halk yığınlarının ruhi ve fikri açıdan baskı altında olmalarını istiyorlardı. Halktan binlercesi şuurlu ve sorumluluğunun bilincinde olan gerçek önderlerini savundukları için öldürülüyor, yine binlercesi de karanlık zindan köşelerinde korkunç işkenceler görüyorlardı. Ama hiç birisi İmamları ve Ehlibeytin önderliğine var olan güçlü ve haklı inançlarından dönmüyorlardı. Bununla birlikte hepsi de Allah'a daha yakın olabilmek için, hak teklifin edası ve ilahi sorumluluk yolunda başlarına gelen her türlü musibet ve meşakkatlere tam huzur içinde tahammül ediyorlardı.
5- Peygamberin varisi olan İslam önderleri, İmamlar ve ümmetin büyük rehberleri, kendilerini halktan ayrı görmüyorlardı. Saray ve lüks villalarda, tam bir ilgisizlik ve itinasızlık içinde ayyaşlık ve eğlenceyle meşgul olan tarihin despot idarecileri gibi değillerdi.
Aksine daima kendilerini savunmasız halk kitlelerinin dert ve işkencelerine dert ortağı ediyorlardı. Sadece hâkim sınıf tarafından zindanlara atıldığı veya uzak bir bölgeye sürgün edildiği zamanlar halktan uzak kalıp, onlarla olan ilişkilerini kısıtlamak zorunda kalıyorlardı. Bütün bu hakikatler, İslam muhaddislerinin naklettikleri rivayetlerde tafsilatıyla kaydedilmiştir. Halk içindeki vekillerine yazdıkları mektuplar, yaptıkları hatırlatmalar ve Hac merasimi sonrası Mekke yolu üzerinde kendilerini görmeye gelen dostlarına yaptıkları konuşmaların hepsi de gerçek önderlerin risalet ve dini vazifelerini eda ettiklerinin açık örnek ve misalleri konumundadırlar.
6- Mutahhar İmamlar zamanındaki sultanlar, İmamların halk arasındaki ruhi ve fikri önderliklerinden endişe duyuyorlardı. Her an alaşağı edileceklerinden korkuyorlardı. Bu yüzden de bütün güçleriyle onlardan bu önderlik makamını almaya veya en azından halk kitleleriyle olan sıkı ilişkilerini kesmeye çalışıyorlardı. Bu arzularına erişebilmek için de hiç bir cinayet ve zulümden geri kalmıyorlardı. Katı kalplilikle İmamlara eziyet ediyorlardı. Neticede bu şuurlu halk ve İmamların vefalı dostları içinde bulundukları durumdan rahatsızlık duyuyor, galeyana geliyorlardı.
Önderin vazifeleri, risalet görevinin edası ve halk yığınlarının İmamların eli altında terbiye edilmeleri hususunda, dediklerimizden de anlaşılmaktadır ki, babası zamanında çocukluk çağında olan 12'nci İmam da İmamet ve rehberliğin bütün şartlarına sahip idi. Nasıl olur da o çocuk, şartlara sahip değilken İmamet ve rehberlik iddiasında bulunabilir ve büyük deliller ile İslami rehberliğin şartlarına aşina olan ve terbiye edilmiş halk da onun bu davetini kabul edip önderliğine teslim olabilir?
Bilgi ve şuurluluk açısından toplumun güzidesi ve İslam'ın esas ve kanunları hususunda tam bir bilgiye sahip olan bir grup, yaşça küçük olan bir kimsenin fikri açıdan da çocuk olduğunu görmüş olsaydı, kesinlikle kendisine tabii olmazdı. Eğer İmam, fikri olarak yetişkin olmasaydı, İmamet ve önderliği müddetince ruhi ve fikri açıdan hataya duçar olur ve halk da onun bu çocukça ve yetkin olmayan fikirlerinden mutlaka haberdar olurdu. Ehl-i Beyt'i yok etmek isteyen, bu isteklerine erişebilmek için yüzlerce bilgin ve ilim adamı kiralayan ve İslam ümmetinin rehberi makamında olan kimselerin, zayıf noktalarını bulmaya çalışan sultanlar; nasıl olur da, fikri ve, ilmi açıdan hiç bir bahane bulamıyorlardı?
Bütün bunlar, genç rehberin yetkinliğini göstermektedir. Öyle bir İmam ki, yaşça küçük olmasına rağmen; fikir, ruh ve ilim açısından eşsiz ve benzersizdir. Öyle bir İmam ki, önderlik ve rehberlik kudreti, kendi çağdaşı olan tüm âlim ve bilginlerin ilgisini çekmişti. Bu olay, ilahi mektebin ilk tarihi örneği değildir. Belki ilahi risaletler yolunda birçok örnekler de mevcuttur. Nitekim Kur'an-ı Kerim bazı yerlerde onlardan bahsetmiştir.
Mesela İsa b. Meryem daha beşikte iken annesinin günahsız olduğuna şehadette bulunuyor, kendisini bir önder ve peygamber olarak tanıttıktan sonra şöyle söylüyordu;
"İsa dedi ki: şüphe yok ki ben Allah'ın kuluyum, bana kitap vermiş ve beni peygamber kılmıştır."
Aynı şekilde Yahya hakkında da şöyle buyuruluyor:
"Ey Yayha! Azim ve kuvvetle kitabı al. Ve ona çocukken peygamberlik verdik."
Hz. Mehdi'ye Nasıl İnanalım?
Hz. Mehdi'nin ömrünün uzunluğu ve önderlik yetkinliğinden bahsettikten sonra şu sorunla karşılaşıyoruz: Bütün bu söylenenler sadece Hz. Mehdi'nin (a.s) varlığını olası kılmaktadır. Ama tarih açısından Hz. Mehdi'nin vücudunu ispatlayan kesin bir delile sahip değiliz ki?
Mehdi'nin inkılabı ve onun eliyle meydana gelecek olan evrensel değişiklik, genelde nebevi hadis ve rivayetlerle, özelde de mutahhar İmamlar aracılığıyla nakledilmiştir..
Peygamber ve İmamların söz ve hadisleri öyle bir seviyededir ki, hiç kimse için Mehdi'nin varlığı ve inkılabı hakkında hiç bir şüphe ve tereddüde yer bırakmamaktadır. Mehdi'nin inkılabı'nın varlığı hakkında Peygamberden yaklaşık 400, masum İmamlardan ise 6000'e yakın hadis (şia'da İmamların sözü de hadis kabul edilmektedir) nakledilmiştir. Bu büyük rakam bu iddiayı ispat ve bu konudaki her türlü şüphe ve tereddüdü giderecek en büyük delil ve şahid konumundadır. çyle ki, biz, İslami mevzuların hiç birisi hakkında bu kadar rivayet ve kaynağa sahip değiliz. Yine bizler, bu kadar sağlam delillere sahip değiliz. Bu delilleri kısaca iki gruba ayırabiliriz:
1- İslamî Delil
2- İlmi Delil
İslami Delil:
Mevcut olan çok sayıda rivayetler, dini önderlere inanan kimseler için Hz. Mehdi'nin varlığı ve inkîlabı hususunda hiç bir şüphe ve tereddüde yer bırakmamakta ve Ona, bu konunun boş, efsane ve hayali bir şey olmadığını, belki tarihi tecrübelerle de ispatlanmış bir hakikati ifade ettiğini bildirmektedir.
Peygamber ve hidayet İmamlarından nakledilen yüzlerce delil ve rivayetin hepsi, vaat edilen Mehdi'den bahsetmektedir. Hepsi de çok açık bir şekilde Hz. Mehdi'nin (a.s) Fatıma'nın (s.a) sevgili çocuklarından Hüseyin'in (a.s) dokuzuncu kuşaktan evladı olduğunu açıklamaktadır. İmamlar, Hazretin gaybeti meselesine özel bir ilgi duyduğundan, onun gaybet ve zuhurunun şart ve sıfatlarını açıklama hususunda hiç bir şeyi esirgemeyerek konuya tam bir açıklık kazandırmışlardır.
Bu meseleye şehadette bulunan, sadece rivayet ve nakillerin çokluğu değil elde başka bir takım deliller de vardır ki, bu söz konusu rivayetlerin esas ve temelini daha da güçlendirmekte ve muhkem kılmaktadır.
Bu rivayetler genellikle şia ve Sünni kitaplarının meşhur ve güvenilir olanlarından alınmıştır. Nebevi hadislerin çoğu Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, Musned-i Ahmed b. Hanbel ve Mustedrek-i Hakim'de yer almıştır. Üstelik Hz. Peygamberin halifelerinin 12 kişi olduğunu bildiren Buhari: İmam Cevad, İmam Hadi ve İmam Hasan-ı Askeri zamanlarında yaşamıştır. Bu da söz konusu hadisin, Peygamberden nakledildiğini göstermektedir. Zira İmamların sayısı daha 12 yi bulmamışken, Peygamber sallâ'llâhu aleyhi ve alih kendi halifelerinin 12 kişi olduğunu bildirmektedir. Buharinin kendisi 11. İmam zamanında yaşamıştır. Bu rivayet ve benzeri nakiller inkâr edilmez bir hakikatı göstermektedir. Zira daha İmamların sayısı 12'yi bulmamışken, bu hadis, hadis kitaplarında yer almış, kayda geçmiştir. Yani bu hadisler, konuşma ve sözleri ilahi vahy esası üzerine olan ve hiçbir zaman kendi şahsi istek ve arzuları doğrultusunda konuşmayan bir ferdin diliyle, ilahi bir hakikat ve gerçeği gözler önüne sermektedir. Bu İmamların ilki Ali b. Ebu Talib (a.s), sonuncusu ise İmam Hasan Asker-i'nin oğlu Mev'ud (vaat edilmiş) Mehdî'dir.
İlmi Delil:
Bu delil Gaybet-i Suğra (küçük gizlilik) zamanında yaşayan bir halkın, 70 yıllık tecrübesidir. Bu dönem İslam ümmetinin önderi. Hz. Mehdi'nin hayatının ilk yıllarını teşkil etmektedir.
İmam, zahirde halkın gözlerinden gizli yaşıyordu. Ama kalp ve fikriyle, kendi dostlarıyla uyum ve beraberlik içindeydi. Aniden gaybet zamanı başlayınca Müslümanlar zor ve buhranlı bir döneme girdi. Zira uzun yıllardır bizzat kendi İmamlarıyla görüşmeye, sorunlarını ve vazifelerini bizzat kendisine sorup, cevaplarını da bizzat kendisinden almayı adet etmişlerdi. Ama bu zor şartlara rağmen İmam aleyhi's-selâm bir an dahi, İslam ümmetinden gaflette değildi. Bütün emirlerini ve ümmetin sorunlarını özel vekilleri aracılığıyla insanlara ulaştırıyordu. Bu 70 yıllık zaman zarfında, aracı olarak İmamla temasta bulunan ve Niyabet-i has (özel vekillik) görevini üstlenenlerin sayısı dört idi. Bu dört kişi şunlardır:
1- Osman, Saidü’l Amri
2- Muhammed b. Osman b. Saidü’l Amri
3- Ebu’l Kasım El Hüseyin b. Ruh
4- Ebu’l Hasan Ali b. Muhammed-i Semeri
Bu dört kişi sırasıyla biri diğerinin yerine geçiyordu. Şialar tarafından söz konusu edilen her türlü soru ve meseleleri İmama iletiyor, cevabını ise yazılı ve sözlü olarak alıp sahibine iletiyorlardı. Bütün yazıların hepsi de aynı yazı biçimi ve özel bir stil ile bizzat hazret tarafından kaleme alınıyordu. Son vekil olan Semeri, Gaybet-i Suğra döneminin sona erdiğini ve bundan böyle artık Gaybet-i Kubra (büyük gizlilik) döneminin başladığını ve artık hiç kimse İmamla halk arasında vekil olarak yer almayacağını bildirmiştir. Bu dönemde Şialar kendi sorunlarını genel naib olan şartları haiz müctehidlere götürmeli, yani din ve dünya işlerinde bilgili müctehidlere başvurmalıdırlar. Müctehidler de böylece yazılı ve sözlü olarak Şiaların problem ve sorunlarını çözmeye çalışsınlar. İslam'ın hâkimiyet ve tanıtılması yolunda çaba sarf etsinler. İslam'ın şuurlu ve bilgili nesline özen göstererek, İslami hedeflerin gerçekleşmesi yolunda halk kitleleriyle işbirliğinde bulunsunlar ve onlara önderlik etsinler.
Özel vekillerin, aracı olduğu yetmiş yıllık zaman boyunca Hazretin konuşma ve hareketlerinde en küçük bir yanlışlık ve zıtlık görülmemiştir.
Acaba onların tam 70 yıl yalan söyledikleri ve üstlendikleri görevin tersine davrandıkları düşünülebilir mi?
Onların hayat metodunda böyle bir tasavvur ve düşüncenin varlığı kabul edilemez. Böyle bir ihtimal düşünülemez. Zira bu dönemde, aralarında hiç bir ilişki bulunmaksızın hepsi aynı görüş, aynı ideal ve aynı mantıkla; İmam adına halkla konuşuyor, söz söylüyorlardı.
Eğer gerçekten de ortada bir gerçek olmasaydı bu müddet içerisinde söz ve fikirlerinde bir takım sürçmeler görülür, neticede İslam milleti onların hareket ve davranışları karşısında kötümser olurdu. Hâlbuki bu müddet zarfında halkın tümü onları tam bir inanç, güven ve imanla karşılıyordu. Zaten ilim açısından ihtimal esasıyla da düşünülecek olursa, böyle bir şey imkânsızdır. Yani tam 70 yıl boyunca özel bir şekilde halkın hayatına yalanların hâkim olması, bunun da ötesinde; halkın bu yalanlarla hayatını düzenlemesi düşünülemez. Gaybet-i Suğra döneminde edindiğimiz ilmi tecrübeler bizlere viladet, hayat, gaybet ve Gaybet-i Kubra zamanındaki “niyabet-i amm” meselesini de ispat etmektedir.
Bu da göstermektedir ki, Mehdi (a.f.), bir takım sebepler yüzünden halkın gözlerinden gizlenmiş ve bir gün yeniden ortaya çıkarak kendisini tüm dünyaya gösterecektir.
Niçin İmam Mehdi, Gaybet Müddetince Kıyam Etmedi?
Kendisini, toplumu fesattan kurtarmaya hazırlanmış olan bir ferdi, hangi sebepler bu görevinden alıkoymakta ve onun yetmiş yıllık toplumla olan ilişkisini kesmekte, sonra da Gaybet-i Kubra döneminde belirsiz bir müddet için toplumla olan ilişkisini tümüyle koparmaktadır?
Hâlbuki gaybet-i suğra döneminde ve gaybet-i kübra döneminin ilk başlarında; Hazretin kıyamı için, şartlar da oldukça verimli ve uygundu. Zira o zamanın hâkimleri teçhizat ve askeri kudret açısından, bugünkü dereceye ulaşmamıştı. Dolaysıyla da kıyam daha kolay ve başarılı bir şekilde sonuçlanabilirdi.
Toplumsal değişiklik ve mazlum halk kitlelerini tarihin zalim hükümdarlarının elinden kurtarmak, müsait şart ve ortamları gerektirmektedir. Bazen de insanın şöyle düşündüğü olur; iş, ilahi bir memuriyet ve risalet olunca ve bitmek tükenmek bilmeyen ilahi bir güç de işin içindeyse; artık bir takım özel maddi şart ve unsurlara ne ihtiyaç vardır?
Ama bilinmelidir ki, bütün ilahi yardım ve teyitler, maddi sebepler kanalıyla şekillenmektedir. Gaybi unsurların, maddi unsurlarla sıkı bir ilişkisi vardır. Bu yüzden de cihan beş asır cahiliyye dönemi yaşadı. Ta ki, Hz. Muhammed'in (s.a.a) risaleti için müsait ortam ve şartlar oluştu. Yani o zaman cihan, ilahi bir kurtarıcıyı kabullenmek için hazır bir hale gelmişti.
Bu mesele oldukça açık ve bedihidir ki, bir hareket veya akım ancak ve ancak toplumdan destek gördüğü zaman başarıya ulaşabilir. İlahi sünnetler de göstermektedir ki, Allah-u Teâla daima illetler, sebepler ve müsait ortamlar vasıtasıyla iradesini gerçekleştirmektedir. İlk önce bir ortam oluşturmakta daha sonra da istediği değişiklik ve evrimleri gerçekleştirmektedir. Mesela İslam, uzun süren bir fetret (duraklama) döneminden sonra gelmiş ve adeta bu fetret dönemi, İslam'ın gelişi için uygun bir atmosfer oluşturmuştur.
Bu olay bazı özel durumlarda meydana gelen mucizeden oldukça farklıdır. O buhranlı ortam ve özel hususlarda alınan kararlar olayı bir tek hareketle neticelendirmektedir. Gaybi yardımlar doğal şart ve gerekçeler üzere şekillenmekte ve ilahi yardım bir tek kıvılcımla vücuda gelmektedir. Nemrud'un adamlarının İbrahim için yaktıkları ateşin onu yakmaması, Peygamberin başı üstünde yalın kılıç duran Yahudi’nin elinden kılıcının düşmesi veya Hendek savaşında kafir ve müşriklerin kalplerine korku ve vahşet düşüren ve onların yenilmesine ve dağılmalarına sebep olan şiddetli rüzgarın esmesi gibi...
Bu yüzden Mehdi'nin (a.f) kıyamıda doğal bir şekilde şekillenerek vücuda gelecektir. İmam Mehdi'nin tüm âlemi ıslah etmek istediğinden; tüm dünyanın, kendi risaletini hemen kabulleneceği bir duruma gelmiş olması gerekiyor. Zira, eğer sadece, önderlik liyakati ve müsait ortamın varlığı şart olsaydı; bu, Hz. Peygamber zamanında vardı.Ve dolaysıyla da böyle bir ıslahın o zamanda peygamberin güçlü eliyle vücuda gelmiş olması gerekirdi. Mehdi'nin evrensel memuriyet ve risaleti, özel bir konuma sahip olduğundan tüm dünyada kapsamlı bir değişkenliğin vücuda gelmesi, zulüm, sitem ve bezginliğin tüm dünyayı kaplaması, dört bir yandan gelen baskı ve zorlukların, halkı tam bir patlama noktasına getirmiş olması gerekiyor. Böylece evrensel ıslahatçı (Mehdi)nin bir tek feryadıyla esaret zincirleri koparılsın, halk kitleleri ellerini ona doğru uzatsın ve risaleti herkesçe kabul edilsin.
Bu cevap ve bilgi neticesinde insanın, “İmam bütün bu askeri güç ve teknolojik silah ve teçhizatlar karşı nasıl olur da galip gelebilir?” diye sorabileceği gibi, sorunun cevabı da kendiliğinden anlaşılmaktadır. Zira süper güçler, askeri güç ve teknolojik silahlar açısından güçlü olmalarına rağmen ruhi yönden bir yönelgiyle karşı karşıya gelecektir. Çünkü insani ruhun temelden hastalandığı, bozulduğu bir ortamda, bu teçhizat, araç ve gereçlerden istifade edebilmesi mümkün değildir. Tüm insanlığın ruhi sükûnet ve huzurdan mahrum olduğu, insanların hayret ve şaşkınlık içinde ne yapacağını bilmez bir hale geldiği ortamda, savaş teçhizatının insanlar için hiç bir faydası olamaz.
Böyle Bir Rehber Bu Dönemde Nasıl Zafere Ulaşabilir?
Geçmiş bölümlerde yer alan soruların ardından bir de insanın aklına şu soru takılabilir: "Bir insan ne kadar güçlü ve kudretli de olsa, bu kompleks ve önemli dönemde zafere ulaşabilir mi? Acaba değişiklik ve hareket vücuda getirmek sadece bu insana mahsus bir şey midir?"
Bu soru, şu görüş açısından söz konusu edilmektedir: İnsan tabiatta adeta ikinci etken konumundadır. Asıl etken, kendisini çepeçevre kuşatan maddi etkenlerdir. Dolayısıyla da insan ne kadar güçlü ve kudretli de olsa bu etkenlere dikkat etmek zorundadır.
Başka bir yerde de belirttiğimiz gibi, tarihin iki asıl kutbu vardır:
1- İnsan
2- İnsanı çepeçevre saran maddi güçler.
İnsana tesir ettiği ve onu bir yere kadar değiştirdiği gibi insanda bu maddi güçler üzerinde etkili olmakta ve değişiklik vücuda getirmektedir.
Hareketin maddeden başlayıp, insanda sona erdiği farz edilecek olursa; aynı suret ve miktarda insandan maddeye yönelik bir hareket ve değiştirmenin meydana geldiği de bir gerçektir.
Böylece tarihi seyir ve değişiklikte, hem insanın ve hem de maddi faktörlerin etkisi söz konusudur. Eğer insanın gaybi ve semavi ilişkilerini de göz önüne alacak olursak; tarih, tahavvül ve değişikliğinin en önemli etkeni, insan olacaktır. Nitekim bu etken; peygamberler tarihinde açık bir şekilde görülmektedir. Hz. Muhammed (s.a.a) ve ilahi ilişkiler esası üzere tek başına derin ve köklü bir tarihi hareket vücuda getirdi. Çok kısa bir müddet zarfında öyle bir medeniyet vücuda getirdi ki; onu çepeçevre kuşatan hiç bir maddi etkenin böyle bir hareket ve değişikliği bu süratle vücuda getirebilmesi olası değildir. Dolayısıyla büyük İslam Peygamberi vasıtasıyla oluşan bu değişikliğin, bir benzerinin onun soyundan olan insanlığın gelecekteki büyük önderi Hz. Mehdi (a.s) tarafından da vücuda getirilmesi olası ve mümkündür.
Mehdi Zamanında Değişiklik Nasıl Olacaktır?
Kitabın sonunda da şu soruyla karşılaşıyoruz: "Hakkın yasaları ve toplumsal adalet, zulüm ve zorbalık düzenlerine nasıl galip gelecektir?"
Bu soruya cevap verebilmek için ilk önce Hz. Mehdi'nin zuhur ettiği günü ve o gün meydana gelecek olan hadisleri iyice bilmek gerekiyor. Böylece o asırda meydana gelecek olan değişikliği de bilmiş oluruz. Zira her ne kadar da olsa, o gün hakkında tam ve yeterli bir bilgiye sahip değiliz. Dolaysıyla da ilmi bir takım verilere de her hangi bir hükümde bulunamayız. Ama zihni ve fikri varsayımlar ve tasavvurlarla bir hükme varabilmek mümkündür.
Açık ve rahat bir şekilde denebilecek tek söz şudur:
İnsanlık ve beşer tarihi müddetince vücuda gelen değişiklik ve tecrübeler, bizlere bildirmektedir ki o zaman tüm cihan yeni bir risaleti kabule hazır bir duruma gelmiş olacaktır. Yani toplumda ruhi açıdan tam bir hazırlık ve uygun bir atmosfer meydana gelecektir.
İşte bu ortamda ümit nuru parlayacak ve intizâr (bekleme) dönemi sona erecektir. Mehdi kendi risalet görevini tamamlamak üzere zuhur edecektir. Halk kitleleri ve taraftarlarının himayesiyle fesat ateşini söndürecek ve zalimane kanun ve esaslar yerine toplumsal ve sosyal adaleti hâkim kılacaktır. O gün artık sapıklar, tecavüzler, kötülükler ve emniyetsizlikler sona erecek tüm canlılar tam bir güven ve emniyet içinde Mehdi'nin adilce hükümeti altında kendi yaşantısını sürdürecektir.
Ayetullah Şehit Muhammed Bakır es-Sadr
Ehlader
ABD'de darbe mi geliyor
20 Ocak 2017’de yemin ederek ABD’nin 45. Başkanı olan Donald Trump’ın, görevinde 18’inci ayını tamamlarken başı epeyce belada...
20 Ocak 2017’de yemin ederek ABD’nin 45. Başkanı olan Donald Trump’ın, görevinde 18’inci ayını tamamlarken başı epeyce belada. Seçim kampanyası sırasında sıra dışı şeyler söyledi ve sözler verdi. Bunlar, ABD derin devleti açısından kabul edilebilecek türden değildi. Görevi devraldıktan sonra zaman içinde söylemlerinin, verdiği sözlerin ve vaatlerinin bir bölümünden vazgeçse de kendisi hakkındaki olumsuz kanaati yok edemediği gibi bu olumsuz kanaat aksine yükselerek devam ediyor.
Trump’ın başındaki en büyük sorun; “Russiagate”. Bu şekilde adlandırılmasının nedeni; ABD’nin 37. Başkanı Richard Nixon’ın görev süresi bitmeden, 9 Ağustos 1974’de istifa ettirilmesine neden olan “Watergate Skandalı” sürecine benzetilmek istenmesidir. Özetle demek istiyorlar ki; “Trump başkanlık seçimini ABD’nin düşmanı Rusya ve onun diktatör lideri Putin’in yardımıyla ve seçimlere müdahalesi ile kazandı, görevden alınmalıdır!”
RUSSİAGATE
Russiagate peşinde olanlar; Trump’ın halkın gözündeki popülaritesini düşürmek, ipliğini pazara çıkarmak ve muhtemel soruşturma sürecinde referans olması maksadıyla, Michael Wolff’a Trump hakkında kitap bile yazdırdılar. Trump’ın yakın çevresine dayandırılan kitapta; Suudi Arabistan’daki saray darbesinin arkasında olmaktan Beyaz Saray baş danışmanı olarak atadığı damadı Jared Kushner’in ABD’nin Ortadoğu politikalarının belirlenmesindeki etkinliğine, Trump’ın kurduğu kumpaslar, çektirdiği kasetler ve şantajlarla arkadaşlarının hanımlarını nasıl yatağa attığına kadar, yok yok!
ABD’de kızılca kıyamet, geçen hafta Helsinki’de Trump ve Putin arasında yapılan zirveden sonra koptu. ABD’deki ana akım medyada; Trump’ın hainlik yaptığı, Putin’e teslim olduğu, görevden alınması gerektiği söylendi ve hatta darbe çağrısı bile yapıldı. Trump için yazılanlar arasında; 1990’lı yıllarda iflas ettiği, ABD bankalarından borç para alamadığı ama ihtiyaç duyduğu kredileri Ruslardanbulduğu iddiası da var.
ZAMAN, ÇİN VE RUSYA’NIN LEHİNE
ABD’de derin devlet, tahmin edebileceğinizin bile ötesinde, gerçekten güçlüdür. Derin devlet, “ABD’nin soğuk savaş sonrasında ele geçirdiği tek kutuplu dünya düzenini sonsuza kadar sürdürmek, küresel liderliğini devam ettirebilmek maksadıyla, dünyanın ekonomik, askeri ve siyasi ağırlık merkezinin doğuya, Asya-Pasifik Bölgesine, Avrasya’ya kayışını durdurmak istemektedir. Derin devlete göre, zaman ABD’nin aleyhine işlediğinden, askeri güçler başta olmak üzere yapılması gerekenlerin hemen gerçekleştirilmesi elzem olarak değerlendirilmektedir.
Çin ve Rusya ise zamanın kendi lehlerine çalıştığını ve askeri güçlerin nispi kuvvet mukayesesinde ABD’ye karşı yeterince güçlü olmadıklarını bildiklerinden, ABD ile sıcak bir çatışma istememektedirler.
RUSYA, TRUMP’IN KAZANMASINA YARDIM ETTİ
Trump’ın daha seçim kampanyası sırasında söyledikleri oldukça farklıydı ve bunlar ABD derin devletinin kabul edebileceği sınırlar dahilinde değildi. Özellikle Ortadoğu politikaları, NATO ve Rusya hakkındaki çıkışları büyük rahatsızlık yarattı. Aslında, Trump’ın seçimi kazanabileceği de düşünülmüyordu. Trumpgöreve başladıktan sonra, “Taç giyen baş akıllanır’’ misali kampanya sırasındaki söylemlerinin birçoğundan vazgeçti ve derin devletin istediği gibi değişti. Ama nedense Rusya ve Putin konusunda ısrar ediyordu!
ABD’nin tüm istihbarat kurumları oybirliği ile “2016 başkanlık seçimlerinde Rusya seçimlere müdahale etti ve Trump’ın kazanmasına da yardımcı oldu”diyor. Başkan Trump, Helsinki Zirvesi sonucunda yapılan basın ikili toplantısında Putin’e hak veren, kendi istihbarat kurumlarının ulaştığı neticeyi yok sayan yanıtlarını dünya kamuoyu önünde verdi! Bu durum, ABD için çok ciddi sonuçlar doğurabilir.
KENNEDY VE NİXON
ABD’nin 35. Başkanı John Fitzgerald Kennedy, Sovyetler Birliği lideri Nikita Khruschev’e yaklaştı, barış yapmak istedi ve 22 Kasım 1963’de suikasta kurban gitti. Başkan Nixon, Çin’e açıldı ve “Watergate” krizi ile istifaya zorlanarak saf dışı edildi. Evet, bugün de ABD’de çok ciddi bir “Russiagate” krizi var!
Nixon, “Watergate” krizinde gerçekten suçluydu! Ama bu suçuna rağmen eğer derin devlet ile çatışmasaydı; acaba üzerine gidilir ve istifaya zorlanır mıydı? Ne diyorsunuz; Ruslar 2016 başkanlık seçimine müdahale etmiş ve Trump’ın kazanmasında yardımcı olmuş olabilirler mi? Washington Post, “Watergate”krizinde medyada sürükleyici lider rolünü oynamıştı. Bugün “Russiagate” krizine bakıyoruz, Washington Post yine aynı rolde!
Trump, gerçekten zor durumda! İktidarı hala elinde bulunduruyor olmaktan başka gücü de yok gibi! Belki de bu yüzden Yahudi lobisine fazla yaslandı! Yahudiler onu kurtarır mı bilinmez! Ama bu zor durum onu İsrail’in ve Yahudilobisinin de arkasında olduğu bir İran müdahalesine zorlayabilir gibi! Emareler bunu gösteriyor.
Ziya Türkyılmaz
General Süleymani’den Trump’a cevapSizin hesabınız benimle ve Kudüs ordusuyladır
İran Devrim Muhafızları'nın dış operasyonlarından sorumlu Kudüs Gücü'nün komutanı Kasım Süleymani ABD Başkanı Donald Trump'a seslendi. Süleymani "Eğer (Trump) tehdit dilini kullanmak istiyorsa benimle konuşmalı, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile değil" dedi.
İran Genç Gazeteciler Kulübü'nün aktardığına göre Süleymani, Hamedan kentindeki etkinlikte konuştu.
'BİR ASKER OLARAK TRUMP'IN TEHDİTLERİNE YANIT VERMEK GÖREVİM'
"Bir asker olarak Trump'ın tehditlerine yanıt vermek benim görevim" diyen Süleymani " Eğer o tehdit dilini kullanmak istiyorsa benimle konuşmalı, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile değil" dedi.
İran'da Arapça yayın yapan El Alem televizyonunun aktardığına göre Süleymani ayrıca ABD askerlerinin Kızıldeniz'deki varlığını eleştirdi.
Süleymani "Eskiden güvenli olan Kızıldeniz ABD varlığı ile artık güvenli değil" diye konuştu. Kızıldeniz petrol tankerleri için dünyadaki en önemli ticaret yollarından biri konumunda.
BİZ ŞEHİTLER ULUSUYUZ, TRUMP ONU BEKLEDİĞİMİZİ BİLMELİ'
El Alem'in haberine göre Süleymani ayrıca "Trump bizim bir şehitler ulusu olduğumuzu ve onu beklediğimizi bilmeli" ifadelerini kullandı.
İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, hafta başında yaptığı açıklamada, nükleer uzlaşıdan imzasını çekerek ülkesine yönelik yaptırım politikası izleyen ABD yönetimini "Aslanın kuyruğuyla oynamayın" diyerek uyarmıştı.
ABD Başkanı Trump da buna karşılık Twitter hesabından paylaştığı mesajında, Ruhani'ye hitaben "Bir daha asla ABD'yi tehdit etme yoksa tarihte çok az kişinin gördüğü sonuçlara katlanırsın" ifadelerini kullanmıştı.
'SAVAŞI SEN BAŞLATABİLİRSİN ANCAK SONUNU BELİRLEYEN BİZ OLACAĞIZ'
Tesnin haber ajansının aktardığına göre Süleymani " Trump görevini 1 yıldır yapmasına rağmen onun konuşması bir kumarbazınkini andırıyor. (O) Avrupa ülkeleri, Çin, Rusya ya da Kore ile konuşurken insan bir kumarbazın konuştuğunu sanıyor. Ve bu bir ulusun onurunu küçültmek anlamına gelir" dedi.
ABD'nin İran'a zarar verme tehditlerinin 'temelsiz' olduğunu söyleyen ve "Son 20 yılda İran'a karşı daha önce yaptıklarından farklı olarak ne yaptın da bizi şimdi tehdit ediyorsun? Sonuçta zafer İran ulusunun oldu" diyen Süleymani "Biz hazırız. Bu savaşın senin tüm kaynaklarının yok olmasına yol açabileceğini biliyorsun. Savaşı sen başlatabilirsin ama sonunu belirleyen biz olacağız" dedi.
'TALİBAN'A MÜZAKERE İÇİN YALVARIYORSUN'
Süleymani "Afganistan'a onlarca tank, zırhlı araç ve yüzlerce gelişmiş helikopterle geldin ve orada suçlar işledin. 110 bin askerle orada 2011-2018 tarihleri arasında ne başardın? Şimdi Taliban'a seninle müzakere etmesi için yalvarıyorsun" sözlerini sarf etti.
'ABD TANKLARINDA GÖREV YAPAN ASKERLERİNİZE BEZ BAĞLADIĞINIZI UNUTTUN MU?'
ABD'nin Irak ve Afganistan'da işlediği suçlara değinen Süleymani "Irak Mücahitler Ordusu'nun ABD askerlerine saldırılarına karşı askerler ülkeden çıkana kadar benden yardım dilenmeye gönderilen dönemin komutanına sorabilirsin. ABD tanklarında görev yapan askerlerinize bez bağladığınızı unuttun mu? Tehditlerini tam olarak hangi temele dayandırıyorsun? Ebu Gureyb cezaevinde yaptıklarınız sonsuza kadar sizin damganız olacak" dedi.
'SANA DÜŞÜNDÜĞÜNDEN DAHA YAKINIZ'
ABD'nin Irak, Afganistan, Yemen ve Gazze'ye yönelik açtığı ya da desteklediği savaşlardaki başarısızlıklarını anlatan Süleymani "İran ordusunun karışmasına gerek yok. Ben ve Kudüs Gücü düşman olarak seninle karşılaşmaya yeter. Bay kumarbaz Trump! Sana düşündüğünden daha yakın olduğumuzu söylüyorum. Bizi ölümle tehdit etme. Biz şehitliğe ve kibrin kökünü kurutmaya susamışız" diye konuştu.
S Arabistan B. Elçisi:”Biz Şeytan ABD’nin kulu-kölesiyiz”
Suudi Arabistan'ın Washington Büyükelçisi, şeytan ABD’nin kulu-kölesi olduklarını kabullenerek Riyad'ın ABD Başkanı Donald Trump'ın İran karşıtı girişimlerine yardım etmeye hazır olduğunu bildirdi.
Suudi Arabistan'ın ABD Büyükelçisi Halid Bin Selman, Arapnews sitesinde kaleme aldığı bir yazıda, İran aleyhinde saçmalıklarda bulunarak, Tahran'a karşı harekete geçilmesini istedi.
Bin Selman yazısında, Trump'ın İran karşıtı politikalarını destekleyerek şöyle yazdı: "Başkan Trump'ın 'bizim İran'a karşı tavrımız Nazi Almanya'nın güç kazanmasını veya en ağır bedelli savaşı önlemekte başarısız olan müsamaha türünden olmayacak" şeklinde açıklamasını duymamız ümit vericidir." diye yazdı.
Bin Selman ayrıca, "Şimdi, İran'ın istikrarsızlaştırıcı hareketleriyle uğraşmak için daha geniş bir strateji üzerinde birleşmemiz gerekiyor." açıklamasında bulundu.
Dünya genelinde terörizmi yayması ve Yemen savaşından dolayı yoğun eleştirilere maruz kalan Suudi Arabistan'ın Washington Büyükelçisi, Tahran'ı yayılmacı ihtiraslarla suçladı.
Halid Bin Selman, 2015 yılında imzalanan nükleer anlaşmanın mimarlarının iyi niyeti ve Tahran'a karşı yaptırımları hafifletmesine rağmen, İran hükümetinin yayılmacı hırslarına son vermek veya en istikrarsızlaştırıcı radikal gruplara desteğini kesmek için hiçbir şey yapmadığını ileri sürdü.
İran'ın anlaşma sonrasında Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad yönetimine askeri ve ekonomik desteğinin arttığına dikkat çeken Bin Selman, ülkelerin İran'ı cezalandırmak yerine Tahran'a Suriye barış müzakerelerine katılma izni verdiklerini yazdı.
Bin Selman ayrıca Suudi Arabistan'ın ABD Başkanı Donald Trump'ın İran karşıtı her türlü girişimine yardım etmekle kendini yükümlü gördüğünü bildirdi.
Ensarullah Abu Dabi Havaalanı'nı Vurdu
Ensarullah Hareketi ve Yemen güçleri Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri'ne yönelik operasyonlarını sürdürüyor.
Ensarullah Hareketi ve Yemen güçleri, Birleşik Arap Emirlikleri'nin başkentinde bulunan Abu Dabi uluslararası havaalanını vurdu.
Ensarullah Hareketi'nin televiyonu El Mesire geçtiği haberde, Abu Dabi Uluslararası havalanının silahlı insansız hava aracı ile vurulduğunu duyurdu.
El Mesire, Abu Dabi uluslararası havaalanının, Amerika Birleşik Devletleri'nin saldırısında hayatını kaybeden Yemen Yüksek Siyasi Konsey Başkanı Salih Es Samed'in isminin verildiği Samad-3 isimli SİHA ile vurulduğunu aktardı.
Kaynakların aktardığına göre, saldırı sonrası Abu Dabi uluslararası havaalanına giden tüm yollarda trafik durduruldu.
Ayrıca, saldırı sonrası havalanında uçuşların iptal edildiği aktarıldı.
Ensarullah Hareketi, bir hafta önce ise Suudi Arabistan'ın Aramco şirketine ait petrol rafinerisini bir alt model Samad-2 ile vurmuştu.
Abdu Dabi uluslararası havaalanı resmi twitter hesabından olayla ilgili açıklama yayınladı.
Olayın saat 16:00'da gerçekleştiği belirtilirken saldırıdan 2kaza' diye bahsedilmesi dikkatlerden kaçmadı.
Amerika’dan Türkiye’ye küstah müdahale
ABD’nin İran’a tekrar uygulamaya başlayacağı yaptırımları görüşmek üzere Türkiye’ye gelen ABD’li heyet, bu aşamada Türkiye’ye muafiyetin söz konusu olmadığını söyledi.
ABD Terörizmin Finansmanıyla Mücadeleden Sorumlu Hazine Bakan Yardımcısı Marshall Billingslea: “Ambargo konusunda Türkiye'ye muafiyetler ya da istisnalar verecek konumda değiliz. İran Türkiye’nin dostu ya da müttefiki değil. Bu hataya düşmeyin.' Diyerek Türkiye’nin içişlerine açıkça müdahalede bulunma küstahlığı gösterdi. Türkiye ise mili duruşunu koruyarak ABD’ye gereken karşılığı veriyor.
Kronos1’in haberine göre ABD’nin İran’a tekrar uygulamaya başlayacağı yaptırımları görüşmek üzere Türkiye’ye gelen ABD’li heyet, bu aşamada Türkiye’ye muafiyetin söz konusu olmadığını söyledi.
ABD Türkiye Büyükelçiliği’nden yapılan ve heyetin gazetecilerin sorularını yanıtladığı basın toplantısı notlarını içeren açıklamaya göre, ABD Terörizmin Finansmanıyla Mücadeleden Sorumlu Hazine Bakan Yardımcısı Marshall Billingslea gazetecilerin sorularını yanıtlarken şu değerlendirmeleri yaptı:
“Bu aşamada, muafiyetler ya da istisnalar ya da bu tür şeyleri verdiğimizi ileri sürecek bir konumda değiliz.
“Benim bunu tartışmam için daha erken. Daha doğrusu, Washington’da değerlendirmeler yapabilmek ve mümkün olan en iyi tavsiyelerde bulunmak için yapmamız gereken, bağlamı ve tüm bu farklı ticari işlemlerin özelliklerini anlamak zorundayız.
“Açıkçası, Türkiye’nin İran’ın komşusu olması nedeniyle, İran’la ticaret konusu ile ilgili meseleler hakkında konuşmamız gereken çok şey var.
“Fakat bunun Türk ekonomisi üzerinde yaratabileceği etkilere de çok duyarlıyız ve bu nedenle her iki ülkeyi ilgilendiren çok, çok özel konuları tartışıyoruz.
“Bu, görüşmelerin sadece ilki. Başka görüşmeler de olacak. Birçok şirketin Washington’a gelip görüşmelere katılmalarını teşvik ettik. Hangileri olduğuna girmek istemiyorum, bunları siz kendiniz çözebilirsiniz.
“Aynı zamanda, Türk hükümetini Washington’da bir toplantı turu yapmaya teşvik ediyoruz ve biz bu tartışmaların devam etmesini sağlamak için daha sonra tekrar buraya geri geleceğiz.
“Kaybedecek zaman yok çünkü büyük çaplı yeniden yaptırımlar Ağustosun başında gerçekleşecek ve ardından petrol ticareti üzerinde petrol yaptırımları ve İran Merkez Bankası ve bu tür meseleler üzerinde yaptırımların hepsi Kasım ayında gerçekleşiyor.
“Hazine Bakanlığı yaptırımlarının bu kez çok, çok agresif ve çok kapsamlı bir şekilde uygulanacağına inanıyorum.
“Hatta daha fazla. Ve bunun nedeni, İran’ın davranışı öyle endişe verici bir hale geldi ki, Orta Doğu’da krizi tetiklemeyi göze almalarıdır.”
“Dolayısıyla, petrol meseleleri ve diğer şeyler üzerinde az bir vaktimiz kaldı, fakat tartışmalarımızı yoğunlaştırmamız gerekiyor ve özellikle de Türk şirketleri ve Türk bankalarının takdir etmelerini isteriz ki, şirketlerin işlerini yavaş yavaş kapatmalarına izin vermek için yaptırımların başlamasına tam 180 gün zaman verdik.
“Bu nedenle, ticaretin kesilmekte olduğuna dair kanıtlar görmek istiyoruz ve bu da bizim daha sonraki kararlarımızı etkileyecek.
“İran Türkiye’nin bir komşusu olabilir, ancak onlar ne bir dost ne de bir müttefiktir. Bu hataya düşmeyelim.
“Fakat Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’yi hem bir dost, hem de bir müttefik olarak görmektedir; ayrıca Türkiye ile önemli olan çok derin ekonomik bağlarımız var. Özellikle bankacılık ilişkilerimiz çok çok önemlidir.
“Başkanın, Maliye Bakanlığının uygulamasını istediği yaptırımların detayları ve bu yaptırımları neden uyguladığımız konusunda epey konuştuk. Ve Türk şirketleri ve Türk ekonomisi üzerindeki potansiyel etkileri, farklı tedbirleri Türkiye hükümeti ile inceledik.
“Bugün ise, müttefikler olarak bunun, üzerinde çalışmaya devam etmemiz gereken bir konu olduğunu ve bunlar önemli konular olduğu için ayrıntıları mübadele etmemiz gerektiğini kabul ettik.
“İki ülkenin sahip olduğu, ilişkimizde var olan finansal bağların önemini küçümsemek istemiyorum.
“Aynı zamanda, Türkiye’nin İran’dan ithal ettiği petrol ve diğer bazı ürünlerle ilgili durumun da farkındayız. Ama bunun çok olumlu bir tartışma olduğunu söyleyebilirim. İki tarafın hiçbirinde herhangi bir muhalefet yoktu.
Imam Hamenei: ABD'nin kirli Filistin planı asla gerçekleşmeyecek
İslam inkılabı rehberi Imam Hamenei bugün (pazartesi) sabah bu yılki Hac yöneticileri komisyonuyla görüşmesinde, Haccı “maneviyat ve siyaset” öğretiminde sembol olduğu ve onun en önemli özelliği olan Müslümanların belli zaman ve mekânda toplanması olduğuna değinerek şöyle dedi: “Gerçek Hac, bir taraftan müşriklerden beraat (ayrı ve uzak) olunması ve diğer taraftan Müslümanların bir ses, bir yürek ve vahdeti için ortam hazırlamasıdır.”
Imam Hamenei, İslami Cumhuriyet sistemini ve yaşamda ve siyaset meydanına girişte İslam güçlerinin verilmesini, yıllarca süren dinin siyasetten ayrı olduğu fikri uğrunda yapılan çalışmaları yok eden unsur olduğuna değinerek: “Şu anda bir defa daha satılmış ve cahil kimseler, yeni nesillerin zihinlerine dinin siyasetten, ilimden ve yaşamdan ayrı olduğu fikrini aşılama çabası içindeler” dedi. Ama Hac “din ve siyaset” öğretilerini göstermek için uygulamalı bir sahne ve çok önemli bir fırsattır.
İslam inkılabı rehberi, Hac farizasının yerine getirilmesinde belli bir zaman ve mekânın dikkate alınmasını sadece maneviyat değil de daha yüce bir hedef amaçlı olduğuna değinerek: “Haccın önemli hedeflerinden biri, Müslümanların birbirleriyle anlaşma, irtibat ve bir araya gelmeleriyle gerçekte İslam ümmetinin oluşumu konusudur” dedi.
O, Kâbe-i Şerif, Mescid’ül Haram ve Mescid’ün Nebi’nin, o topraklara hâkim olanlara ait değil de bütün Müslümanlara ait olduğu konusunu vurgulayarak, şöyle dedi: “Gerçek Haccın manalarının gerçekleşmesine kimse engel olamaz. Eğer bir hükümet veya bir devlet bu işi yaparsa, gerçekte “Sedd en sebilillah” (Allah yolunu engelleme) yapmıştır.”
İslam inkılabı rehberi, Büyük İmam Humeyni’nin (r.a) yönlendirmeleriyle Haccın yeni bir şekilde anlam kazanmasına değinerek: “Gerçek Hac, bazı devletlerin kendilerini müstekbirlere bağlayarak Müslümanlar arasında ayrılık ve ihtilaf oluşturmaları değil de, müşriklerden beraat ve Müslümanların vahdet ve dayanışmasıyla birlikte olmalıdır” dedi.
Imam Hamenei, 2015 yılında yaşanan Mina ve Mescid’ül Haram facialarına değinerek, onu büyük bir zulüm olarak niteledi ve hak sahiplerinin hakkı için ciddi ve geçici olmayan bir soruşturmanın gerekli olduğu vurgulayarak: “Bu hak arama hiçbir şekilde unutulmamalıdır. Yetkili olan makamlar değişik yollarla ve özellikle uluslararası alanda bu konuyu, İran İslam Cumhuriyetinin de katılacağı bir araştırma komisyonu kurularak incelemelidirler. Zira bu iki faciada Arabistan’ın en önemli görevlerinden biri olan hacıların emniyetinin sağlanması konusuna uyulmamış ve ölenlerin diyesi de verilmemiştir” dedi.
İslam inkılabı rehberi, günümüzde İslam dünyasının en önemli ihtiyacı vahdet ve tek ses olmasıdır. Düşmanların Müslümanlara karşı koymada özellikle Yemen ve Filistin konusunda odaklandıkları noktaya değinerek: “Şu anda Amerikalılar Filistin konusunda şeytani siyasetlerinin ismini “Asrın anlaşması” olarak koymuşlardır. Ama şunu bilmelidirler ki Allah’ın lütfuyla bu asrın anlaşması hiçbir zaman gerçekleşmeyecek ve Amerika yöneticilerinin gözlerinin çıkması ile Filistin konusu unutulmayacak ve Kudüs Filistin’in başkenti olarak kalacaktır” dedi.
Imam Hamenei, Filistin halkının bu oyun karşısında durmaları ve diğer milletlerin de onları destekleyecekleri konusuna değinerek: “Elbette İslam’a hiç inancı olmayan bazı İslam devletleri, çılgınlık ve cahillikleri sebebiyle ve dünyalık istekleri yüzünden Amerikalıların erken ölümlerini engelliyorlar. Ama Allah’ın lütfu ile İslam ümmeti ve Filistin halkı düşmanlarına karşı zafer kazanacaklar ve Sahte Siyonist rejimin köklerinin Filistin topraklarından sökülüp atıldığı günü göreceksiniz” dedi.