کارگر
ABD'nin Afganistan hezimetinden sonra da Çin başta olmak üzere Rusya, Türkiye ve İran atağa geçecek
Sabah gazetesi yazarı Bercan Tutar bugünkü, "Kabil'de olan Kabil'de kalmayacak" başlıklı yazısında ABD'nin Afganistan'daki hezimetine dikkat çekti. Tutar ayrıca, bu hezimetin ardından Çin, Rusya, Türkiye ve İran gibi Asya ülkelerinin atağa geçeceğini söyledi.
Sabah'tan Bercan Tutar bugünkü köşesinde Amerikancı ve Sorosçu zihniyetin, Taliban'ı şeytanlaştırdığını ancak dikkatleri bu şekilde asıl şeytan ABD'den uzaklaştıramayacaklarını söyledi. Tutar ayrıca, ABD'nin kaybı sonrası Asya ülkeleri başta Çin olmak üzere Rusya, İran ve Türkiye'nin atağa geçeceğini kaydetti.
Tutar'ın yazısındaki ilgili kısımlar şu şekilde:
"Küresel ve bölgesel jeo-politik bakış yerine Taliban'a ait çarpıtılmış görüntüler üzerinden ideolojik okuma yapan Sorosçu zihniyetle malul Amerikancılar, emperyalist anlayışın narkotik kavramlarıyla uyuşmuş dimağlarındaki ezberleri papağan gibi tekrarlayıp duruyor.
'DİKKATLERİ ASIL ŞEYTANDAN UZAKLAŞTIRAMAZLAR'
Taliban'ın Afganistan'daki zaferini yine ideolojik bir körlük ve ıslah olması imkânsız bir fanatizmle yorumluyorlar. Ancak bu sefer hakikati değiştirmeleri çok zor. Taliban'ı şeytanlaştırarak dikkatleri asıl şeytan olan ABD'den uzaklaştıramazlar. ABD'nin 20 yıllık işgal, sömürü ve katliamlarla dolu kirli sabıkasını perdeleyemezler.
Zira Amerikalı diplomat Grant Newsham'ın Asia Times'daki yazısında "Vegas'ta olan Vegas'ta kalır" deyişinden mülhemle dile getirdiği gibi "Kâbil'de olan sadece Kâbil'de kalmayacak...
YENİ AKTÖRLER VAR
Evet, ABD yenildi. Ancak sınırın hemen ötesinden hem Afganistan'ı hem de Orta ve Güney Asya'yı kaosa sürükleyecek her tür kirli tezgâhı devreye sokmaktan geri durmayacaktır. Çünkü küresel sahnede yeniden konumlanan ABD, 'terör ile savaş' stratejisini artık 'Rusya, Çin ve Türkiye gibi aktörlerle savaş' şeklinde revize etmiş durumda.
KABİL'DE OLAN KABİL'DE KALMAYACAK
ABD'nin Vietnam hezimetinden sonra SSCB nasıl küresel bir atağa geçtiyse ABD'nin Afganistan hezimetinden sonra da Çin başta olmak üzere Rusya, Türkiye ve İran atağa geçecek.
Bu ülkeler hem hinterlantları hem de ABD'nin nüfuz kaybettiği küresel alanlarda hamle üstüne hamle yapacaktır. Üstelik bu ülkeler dönemin SSCB'si gibi yalnız da değiller.
Eşgüdüm halinde hareket ediyorlar. İşte bu yüzden Kâbil'de olan sadece Kâbil'de kalmayacak.
Dolayısıyla ABD'nin dünyanın farklı bölgelerinde Afganistan sendromunun benzerlerini peş peşe yaşayacağı yeni ve kritik bir döneme giriyoruz."
Ayetullah Reisi. Tahran-Ankara işbirliğinin İslam ümmeti için bir çok yararı vardır
İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile telefon görüşmesi gerçekleştirdi.
Reisi, İran-Türkiye ilişkilerini “samimi, dostane ve kardeşçe” olarak nitelendirdi ve “Dost ve kardeş ülke Türkiye ile ikili ve uluslararası işbirliğine büyük önem veriyoruz.” dedi.
Cumhurbaşkanı Reisi, iki ülke arasındaki yakın işbirliğinin bölgede huzur, güvenlik ve istikrarın tesisi için gerekli olduğunu söyledi.
Tahran’da yapılması beklenen İran ve Türkiye arasındaki Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi Yedinci Toplantısı'na ilişkin Reisi, bu toplantının ivedilikle yapılması gerektiğini ifade ederek, "Tahran ve Ankara arasındaki işbirliğinin iki ülke için ilerleme ile huzur, bölge için güvenlik ve İslam ümmeti için de hayır ve bereket getireceğine inanıyorum." ifadesini kullandı.
Reisi, İran ve Türkiye'nin İslam dünyasında çeşitli kapasitelere sahip olduğuna dikkati çekerek, "Masum Filistin halkına yardım etmek ve onları Siyonistlerin zulmünden kurtarmak asla ortak gündemimizden çıkarılmayacaktır." diye konuştu.
Erdoğan ise bu görüşmede Reisi'yi göreve başlaması vesilesiyle tebrik ederek, Cumhurbaşkanı Reisi döneminde İran ile Türkiye arsındaki ikili ve bölgesel işbirliğinin her alanda daha da güçleneceğine inandıklarını dile getirdi.
İran-Türkiye Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi Toplantısı'nın iki ülke arasındaki işbirliğinde önemli bir role sahip olduğunu belirten Erdoğan, bu toplantının en kısa zamanda Tahran'da yapılmasını temenni etti.
Erdoğan, İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ile yakından görüşmek istediklerini belirterek, ülkesinde çıkan orman yangınlarında Türkiye'ye yaptığı insani yardımlardan dolayı İran’a teşekkür etti.
İran'da 18 Haziran'da yapılan 13. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanarak ülkenin 8. Cumhurbaşkanı olan İbrahim Reisi, geçtiğimiz Perşembe günü İslami Şura Meclisi'nde yemin ederek resmen görevine başladı.
KERBELÂ MESAJI
Hiç kuşkusuz Kerbelâ vakasının saymakla bitmeyecek çok yönlü mesajları vardır. Kerbelâ hem direniş ve galibiyetin hem mazlumiyet ve mahcûr bırakılmanın sembolüdür.
Kerbelâ mesajında hem ironi, hem birbiri ile çelişik imgeler yumağı karşımıza çıkmaktadır. Bir yönüyle bakıyorsunuz, İmâm Hüseyin ve 72 yaranı dünyanın en hunharca katliamına maruz kalmıştı. Öyle ki, şehidlerin bedenleri lime lime doğranmış, mübarek başlar bedenlerden ayrılmış ve mızrak uçlarına takılmıştı. Fırat’ın suyu bedenlerin olduğu yere doğru salınmış, pak bedenler atlara çiğnetilerek çamura bulanmış ve paramparça edilmişti. İşte Kerbelâ’daki katlgâhta böylesine korkunç bir manzara ile karşı karşıyayız. Yaşanan öylesine bir dram ki bunun tarifi mümkün değil. Fakat Kerbelâ vakasına bir başka zaviyeden bakıyorsunuz; burada bir mağlubiyeti, bir yenilmişliği değil, burada şehadetle sonuçlanan büyük bir galibiyeti görüyorsunuz. Bu öyle bir galibiyet ki, düşman ordusunu tam manası ile (sadece o devrin insanları karşısında değil) çağlar boyu süren ve kıyamete kadar devam edecek olan bir rezilliğe ve bir rüsvalığa gark edilmesini görüyorsunuz. Hatta kıyamette bile ebedi azaba duçar olunacak bir kaybediş..
İmâm Hüseyin ve 72 yaranı için bundan daha büyük bir galibiyet düşünülebilir mi? Ve aynı zamanda bu öyle bir galibiyet ki, sonucu en üstün mertebe ile ilâhî rızaya kavuşmak, yani şehadet.. Bunun ahiretteki karşılığı ise ebedi cennette herkesin imreneceği en üstün makam.. Düşünelim, bundan daha büyük bir kazanım olabilir mi? Düşman ise yani Yezid ve avanesi öyle bir rüsvalık, öyle bir yenilgi tadıyor ki, kıyamete kadar tiksinti, nefret ve lânetle anılan kişiler oluyorlar. Tıpkı şeytandan tiksinildiği ve nefret edildiği gibi bugün İslâm âleminde nefretle, tiksinti ile ve lânetle anılan kişidir Yezid.. Acaba bundan daha büyük yenilgi, bundan daha büyük bir mağlubiyet ve zillet var mıdır?
İmâm Hüseyin cephesine bakıyoruz öyle bir galibiyet ki, bu galibiyetle erişilen izzet ve şeref onları öyle bir makama yüceltti ki kıyamete kadar övgüyle ve imrenilerek anılmaktadırlar. Bir de Allah Teâlâ nezdindeki yüceliklerini düşünün? Tahayyül edilemeyecek bir lütuf. Bu nedenledir ki, Yezid melunu Seyyide Zeynep validemize, “Gördün mü Allah size ne yaptı, Allah sizi nasıl alçalttı?” sözüne karşılık, “Biz Kerbelâ’da Allah Teâlâ’dan izzet ve güzellikten başka bir şey görmedik.” demişti.
Mağlubiyet ve galibiyet kavramlarının terminolojik anlamlarını çok iyi bilmek gerekir. Galibiyet ile elde edilen değerlerin karşılığı nedir. Mağlubiyet ile yitirilen nelerdir. Bunları görmek lazım. Bazen zahirî mağlubiyet ile elde edilen değer ve kazanımlar dünyevî galibiyetle elde edilemez. Kerbelâ vakası buna örnektir. Yezid ve avanesi düşman addettiklerini zahirî anlamda mağlup ettiklerini zannettiler. Oysa Yezid ve avanesi bu menfur işi, bu alçaklığı yapmakla öyle bir mağlubiyete, öyle bir zillete gark oldular ki, kıyamete kadar lânet ve tiksinti ile anılmaktan kurtulamayacaklardır.
Ali Şeriati Kerbelâ vakasını bu perspektif ile şöyle tasvir ediyor:
“Onlar güç yetirememenin, zulme karşı cihattan muaf kıldığını düşünen kimselerle düşmana üstün gelmeyi yenmek olarak algılayan kimselere ‘Hayır!’ diyorlar. Böylece şehit, ‘güç yetirememe’ ve ‘yenememe’ dönemlerinde düşmana kendi ölümüyle üstün gelen; yenemezse de rüsva eden kimsedir. İşte Hüseyin bu mesajı öğretti ve bunun gerçekleşebileceğini gözler önüne serdi. Şehit tarihin kalbidir. Kalbin kurumuş damarlara kan gönderip dirilttiği gibi şehit; sorumluluğunu unutmuş, insan olma inancını yitirmiş bir topluma kanını canını vererek harekete geçirir. Şehadetin en büyük mucizesi ise her kuşağa yeni bir ‘kendine inanma duygusu’ kazandırmasıdır.
Şehit aramızda bulunuyor!
Sürekli olarak yaşıyor!
Nasıl kaybolsun!
Hüseyin bize, şehadetinden de büyük bir ders vermiştir. Bu ders, haccı yarıda bırakıp, şehadete doğru yola çıkmasıdır. Bütün atalarının bu geleneği diriltmek için cihad ettiği haccı yarıda bırakıp şehadete koştu. İbrahimi sünnet hacc merasimini, imâmetin tavafa denk olduğunu öğretmeden bitirmez. Hüseyin’in haccı yarıda bırakarak Kerbelâ'ya doğru yola çıktığı an tavaflarını onsuz sürdürenler, o esnada Muaviye’nin Yeşil Saray’ını tavaf edenlere denktir. Çünkü şehit, adalet savaşlarına tanıklık eder. Hazır oluşuyla da bütün insanlara, ‘Hak ile batıl arasında geçen savaşa katılmadıktan sonra nerede olursan ol, ne fark eder?’ mesajını verir.
Hak ile batılın çarpıştığı savaş alanında olmadıktan sonra; çağının şahidi, toplumunun şehidi olmadıktan sonra nerede olursan ol! İster namaza dur, ister içki sofrasına otur; ne fark eder!”
Evet; Ali Şeriati’nin gerçeği haykıran sözleri böyle.
Siz ibadet ederken, siz tavaf ederken diğer tarafta mazlumların feryadı arşa yükselirken ne yaparsınız? Fıkıhta bile kuraldır, “feryada koşun” diye. İmâm Hüseyin haccını yarıda bırakarak bunu yaptı. Orada mıhlanıp kalanlar ise velayet ile bağlarını koparıp kaybedenlerden oldular. İstedikleri kadar tavaf etsinler zalime haddini bildirmek için hareket edilmedikten sonra, direnişin saflarına katılmadıktan sonra ha ibadethaneye girmişsin ha meyhaneye ne fark eder? Ali Şeriati bunu izah ediyor.
Velayet bağı böyle bir tavrı, böyle bir dik duruşu gerektiriyor. Biz bunun tevhid kelimesinde mündemiç olduğunu görüyoruz. Zira Kerbelâ mesajı bize “lâ ilâhe illallah”ın mesajını hatırlatıyor ve öğretiyor. Öyle değil mi? Biz “lâ ilâhe” derken ilâhlık taslayan beşerî tiran ve zorbaları, Firavun’laşan zalimleri reddetmiş olmuyor muyuz? Biz “illallah” derken sadece ve sadece âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya teslimiyetimizi ilân etmiş oluyoruz? İmâm Hüseyin, “Heyhat minezzilleh” (Zillet bizden uzaktır, zillete boyun eğenlere yazıklar olsun” derken çağının Firavun’u olan Yezid’e sadece reddiyede bulunmuyor, aynı zamanda onu ve ona boyun eğenleri telin ediyordu.
İmâm Hüseyin bir başka mesajında ise, “Eğer ben Yezid gibi bir meluna biat edecek olursam İslâm’ın ruhuna Fatiha okumak gerekir.” diyor. Çünkü Yezid’e biat etmek kelime-i tevhid’i, İslâm’ın hayat bahşeden değerlerini alt üst etmek demektir. Yezid ve Yezid gibilerine biat etmek İslâm’ın evrensel ve ontolojik hayat tasavvurunu kurutup yok etmek demektir. Bu nedenledir ki, İmâm Hüseyin için, “Kurumaya yüz tutmuş İslâm ağacını kanıyla sulayıp diriltti” denilmektedir. İlâhî rızaya, en büyük makama yani şehadete kavuşmak budur.
O gün İmâm Hüseyin düşman ordusuna karşı şöyle haykırıyordu: “Eğer kanım akmadan ayakta durmayacaksa ceddim Muhammed’in dini! Ey kılıçlar alın beni, doğrayın bedenimi!”
Anlayanlar için kanla yazılacak büyük zafere giden haykırış budur. Salt dünyevî mantıkla Kerbelâ vakasına bakacak olursak orada yenilgi görülür. Oysa kanla yazılan bir zaferdir Kerbelâ.. Kanın kılıca galip geldiği yerdir Kerbelâ.
Şu gerçeği de itiraf etmiş olalım ki, ezilen, sömürülen anti emperyalist gayri müslim halklar için de Kerbelâ ilham kaynağıdır. Kerbelâ’nın mesajı evrenseldir. Hak ve adalet aşığı her erdem sahibi insan Kerbelâ’nın mesajını anlar. Nitekim Mahatma Ganndi, Nelson Mandela ve Güney Amerika ülke liderlerinin çoğu, "Biz emperyalizme karşı direnmeyi İmâm Hüseyin'den öğrendik" gibi sözler sarf etmişlerdi.. Bu yüzden diyebiliriz ki, Kerbelâ mesajı tüm çağlara ve tüm nesillere zulme boyun eğmemeyi, zulme direnmeyi öğretir. Kerbelâ mesajı hakkın, adaletin ve mazlumun yanında durmayı, mazlumun feryadına koşmayı öğretir...
Kerbelâ vakası İran İslâm Devrimi’nin de ilham kaynağı olmuştur. Bugün Kerbelâ Lübnan’da Hizbullah’a ve Yemen’de Ensarullah’a ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Bugün İslâm coğrafyasının bir çok beldesinde büyük şeytan ABD emperyalizmine ve Siyonist işgalcilere karşı mücadele veren direniş cephesi ilhamını Kerbelâ’dan almaktadır. Kerbelâ bir okuldur. Muallimi Seyyid-i Şûheda İmâm Hüseyin...
Hazım Koral
İran'ın Filistin Davası
Bi iznillah İslâm adına bir devrim yapmışsanız, yani Allah Teâlâ size devlet nimetini bahşetmişse, elbette ki bu lûtfun beraberinde gelen sorumluluklarını da yüklenmek zorundasınız. Hiç kuşkusuz başta İslâm Devrimi Lideri Merhum Humeynî ve diğer mesûller sadece İran coğrafyası ile sınırlı olmayan lokal mükellefiyetlerin dışında, ümmet genelindeki yükümlülüklerine eğilmek durumundaydılar. Bunların en önemlilerinden biri de Filistin meselesiydi. İslâm müntesiplerine bütün yeryüzünde vuku bulan olumsuzlukların bertaraf edilmesine ilişkin sorumluluk yüklemektedir. Filistin ise yüz yıllık ümmetin kanayan yarası.
Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinde yedi düvel gâvurun bölgeyi istilâ etme girişimiyle birlikte, bu bölge üzerinde iki etkin güç olan Fransa ve İngiltere
16 Mayıs 1916 tarihinde "Sykes-Picot Anlaşması" adı altında Müslümanların yaşadıkları coğrafyaları taksim etmeye koyulmuşlardı.
Özellikle İngiltere'nin yayılmacı ve saldırgan politikalarıyla
9 Aralık 1917 tarihinde Kudüs ve iki gün içerisinde bütün Filistin toprakları işgal edilmiş oldu. Filistin'in işgalinden kısa süre önce 2 Kasım 1917'de İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour Siyonistlerin lideri Rothschild'e Filistin toprakları üzerinde kendilerine bir yurt edinme imkânı sunacaklarını ilişkin taahhütname (deklarasyon) yayınlamıştı. (Bu deklarasyonla Filistin topraklarının hangi amaçla işgal edileceği de ibraz edilmiş olmaktadır.) "Balfour Deklarasyonu" olarak bilinen bu mektupta Arthur Balfour Siyonistlerin lideri Rothschild'e şu taahhütte bulunmuştu: "Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Museviler için bir millî yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin'deki mevcut Musevi olmayan toplumların sivil ve dini haklarına ve başka ülkelerde yaşayan Musevilerin sahip oldukları hak ve politik statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır."
Taahhütnamenin ikinci cümlesindeki teminat beklentisine bakar mısınız? Yahudilerin dışındaki diğer unsurların hak ve statüleri güvence altına alınması isteniyor. Bu katil sürüsünün nasıl bir tıynete sahip olduklarını bilmiyor musunuz?
O dönemde bizzat İngilizlerin destek olduğu Haganah, Palmach ve Irgun gibi terör örgütleri Filistinlilere yönelik katliamlarını sürdürüyordu. Bu terör örgütlerinin liderleri daha sonra işgal devletinde cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık yaptılar. Bunlar mı bölge halkına insaflı davranacak? Bunlar mı temel insanî haklara saygılı olacak? Bunun Arapların gözünü boyamak, onları teskin etmek için blöf olarak kullanılan bir cümle olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Bakınız, Yahudilerden oluşturduğu bir birliği Çanakkale Harbi'ne katıp pratik savaş eğitimi veren, masum insanları öldürmeyi öğreten İngiltere'nin bizzat kendisidir. Nitekim 1917 yılında Filistin toprakları işgal edilirken İngiltere'nin saflarında savaşan Siyonist Yahudi çeteleriydi. Kısacası İngiltere'nin Filistin topraklarında yaptığı Siyonistler adına vekâlet savaşıydı. Filistin topraklarına Yahudi göçünü organize eden, gemiler tahsis eden yine İngiltere idi. İngilizlerin katkılarıyla
dünyanın her tarafından taşınan Yahudiler bu topraklara yerleştirildi. Sonra ise bu işgal altındaki topraklara göç etmiş Yahudiler için illegal bir devlet kuruldu.
Devlet ilânına sıra geldiğinde İngiltere bu işi taşeron olarak kurdukları Birleşmiş Milletler'e havale etmişti. Beşli çetenin taşeronu olan Birleşmiş Milletler'in gasp edilmiş Filistin toprakları üzerinde Siyonistlere bir devlet vermesinin ilanından (14 Mayıs 1948) beş saat sonra hemen katliamlara giriştiler. Ne acıdır ki kutsal Filistin toprakları üzerinde o gün bugündür adım adım işgal devam etmekte ve sistematik bir şekilde zamana yayılmış bir soykırım uygulanmaktadır. Dehr Yasin katliamı ile başlayan, 67 Savaşı ile süren, Sabra ve Şatilla ile devam eden ve Yom Kippur Savaşı (6 Ekim 1973) ile yenilmezliğini ilân eden ve bu küstahlıkla her Allah'ın günü orantısız güç kullanan (ABD ve Avrupa'ya sırtını dayamış), şirret bir terör şebekesi ile muhatap İslâm ümmetinin sessizliğe bürünmüş zelil bir portresi var karşımızda. 1969 yılında Mescid-i Aksa'nın yakılmasının
hemen akabinde Müslüman ülkelerin bir araya gelerek Filistin sorununun hâlli için kurulan İslâm İşbirliği Teşkilatı'nın pasif tutumu ayrı bir kahır konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Adama sormazlar mı, "Sürekli zulüm ve katliamlara maruz kalan Filistin halkı için bugüne kadar ne yaptınız? Merhum Erbakan Hocamız feveran ederek, "İsrail ancak güçten anlar, gelin bir savunma gücü kuralım, " deyip durdu yıllarca.. "Ama olur mu, ABD müsaade etmez" dediniz. Bakınız, dönemin Siyonist çete başbakanı Golde Meir nasıl bir itirafta bulunuyor: "Mescid-i Aksa'nın yakıldığı gece Müslüman ülkeler birlik olup üzerimize saldıracak korku ve endişesi ile sabaha kadar uyku uyuyamadım. Sabah olduğunda her hangi bir fiilî tepki ile karşılaşmadığımızı görünce içim rahatladı, endişelerimin yersiz olduğunu anladım ve derin bir nefes alarak dedim ki, artık bundan sonra ne yaparsak yapalım Müslüman ülkeler bize saldırmaz."
Bu itiraftan da görüldüğü üzere katil/canavar sürüsünün "dur" diyeni olmadığı için büyük bir pervasızlıkla uzun yıllar beri işgal ve katliamlarla yollarına devam ettiler. Sürekli saldırı, sürekli işgal ve sürekli katliam...
11 Şubat 1979 yılında İslâm Devrimi gerçekleştiğinde ise terör devletinin başbakanı Menahem Begin yerinde bir tespitle, "Artık İsrail için kara günler başlamıştır" ifadesini kullanmıştı. Nitekim öyle de oldu. Devrimin hemen akabinde İmâm Humeynî bizzat talimat vererek silahlı kuvvetlerin bünyesi dışında müstakil bir yapı olarak Kudüs Ordusu'nu kurduruyor. Bu ordu ilk icraatını Lübnan'da konuşlanarak başlatıyor. Öyle ki, Lübnan Suriye'nin asker bulundurduğu, Suriye'nin kontrolünde ve garantörlüğünde bir ülke olması hasebiyle İran Lübnan'da oluşturacağı yapı için Suriye ile gizli bir anlaşma yapıyor. Bu yapının oluşturulması esnasında işgalci İsrail Filistinli grupları bahane ederek alel acele Lübnan'a saldırmıştı. Siyonist çete yoğun hava ve kara bombardımandan sonra tank birlikleriyle ilerleyerek Beyrut'a girmeyi başarmış ve Güney Lübnan topraklarını tamamen işgal etmişti. İran bölgede henüz bir yapı oluşturmadan bu işgal gerçekleşmişti. Ancak İranderhâl Hizbullah'ı tesis edip her türlü ekipman ve mühimmatla donatarak işgalci İsrail'e karşı vekâlet savaşı başlatmış oldu. Bu süreçte İran, Irak savaşında tecrübe edinmiş komutanlarını bölgeye gönderip "eğit-donat" taktiği ile Hizbullah'ı bölgedeki direniş cephesinin yumruğu hâline getirmişti. İşgalci Siyonist İsrail'e karşı sürdürülen bu gerilla savaşı tam 18 yıl sürmüştü. Bu süreçte Hizbullah birçok şehitler vererek, yenilmez denilen ve tarihinde yenilmemiş olan işgalci İsrail, İran ve Suriye dayanışması ile vurucu çelik güç hâline getirilen Hizbullah eli ile ilk defa bir yenilgi tatarak bi iznillah Güney Lübnan topraklarını zillet içerisinde terk etmek zorunda kalmıştı. Kendilerince inandıkları Arz-ı Mevud yolunda ilk defa sekteye uğramışlardı. Sıra Gazze'de idi. Kudüs Ordusu komutanı Şehid Kasım Süleymani'nin bir projesi olan tünel vasıtası ile Filistinli mücahidlere silah ve füze ulaştırılmaya başlanmıştı. (Bunu bizzat Kudüslü komutanlar itiraf ediyor.) Bu yöntemle sapan kullanma devri bitmiş ve işgalcilere karşı silah kullanma devri başlamıştı. İran, Suriye ve Hizbullah'ın katkılarıyla sürdürülen bu silahlı savaş beş yıl sürmüş ve bi iznillah 2005 yılında işgalci Siyonist çete Gazze'den kovulmuştu. İran, Suriye ve Hizbullah vasıtasıyla hezimete uğrayan işgalci İsrail Gazze yenilgisinin intikamını almak ve Gazze'yi besleyen kaynakları kurutmak amacıyla Temmuz 2006'da Lübnan'a saldırdı. 33 gün süren bu savaşta Siyonist çete öylesine bir mukavemetle karşılaştı ki, neye uğradığını şaşırdı ve yine zillet içerisinde geri çekilmek zorunda kaldı.
Şunu da itiraf etmiş olalım ki, bu uzun soluklu süreçte İran sadece Suriye'den lojistik destek alıyordu. Suriye 22 Arap ülkesi içerisinde işgalci Siyonistlerle anlaşmaya yanaşmayan tek ülke idi. Ve yine Suriye 22 Arap ülkesi içerisinde 10 küsur Filistinli silahlı örgüte ev sahipliği yapıyor, onlara ofis açıp her türlü katkıda bulunuyordu. (Bir araştırmacı gazeteci olarak 2009 yılında Suriye'ye yapmış olduğumuz seyahatte bu olaya bizzat "ayni ile vaki" tanıklığımız var.) Suriye'yi iç savaşa sürükleyen emperyalist ülkelerin bir tek talepleri vardı, Filistinli silahlı grupların ofislerinin kapatılıp yurtdışı edilmeleri. Beşşar Esad buna yanaşmayınca IŞİD, El-Kaide ve El-Nusra gibi terör örgütlerini bu ülkeye sokarak korkunç katliamlara girişmiş oldular. Bu şekilde Suriye'yi harabeye çevirdiler. Siyonist çetenin ve emperyalist ülkelerin bir tek hedefleri vardı, İran'ın desteklediği Lübnan ve Suriye eksenindeki direniş cephesini çökertmek. Önce aldatılmış ve Suudîlerin güdümünde olan bir kesim siyasîleri arkalarına alarak Lübnan'dan Suriye askerinin çekilmesini sağlamak için çabaladılar. Onlar zannettiler ki, Suriye ordusu Lübnan'da çekilirse tek başına kalan Hizbullah'la baş edebilecekler. Bu süreçte Suriye askeri Lübnan'dan çekildi çekilmesine ancak Hizbullah'ın konumunda zerre değişiklik olmadı. Hizbullah Lübnan'da en etkin askerî ve siyasî güç olarak temayüz etmiş ve bi iznillah kendisini ispatlamış vaziyette.. Hizbullah'ın Filistin'deki silahlı örgütlerle dayanışma içerisinde olması ve Kudüs Gücü ile kendilerine silah, mühimmat ve ekipman tedarik ve intikalinde oynadığı rol takdire şayan bir durum olmaktadır. Aralarındaki koordinasyon ve dayanışma bi iznillah kendilerini güçlü kılmaktadır.
"Bilin ki Allah, kendi yolunda sağlam örülmüş (kurşunla kaynatılmış), bir duvar gibi kenetlenmiş saflar halinde çarpışanları sever." (Saf:4) Bakınız, lokal bir dayanışma ile Yüce Rabbimiz nasıl başarılar lütfediyor. Ne olurdu da ümmet genelinde böyle bir dayanışma olsaydı. Merhum Erbakan Hocamız yıllarca çırpınıp durdu D-8 kapsamında İslâm Savunma Gücü'nü tesis edelim diye. İran İslâm Cumhuriyeti mesûllerinin devrimin ilk gününden beri dillendirdiği bir konuydu bu.. İran, İslâm devleti olmanın mesuliyeti ile ümmetin ağırdan almasını ve hatta böyle bir talebe yanaşmayışını mazeret olarak görüp beklemedi, hemen ivedilikle Kudüs Ordusu'nu tesis etti ve sahaya sürdü. Bugün Siyonist çetenin Mescid-i Aksa'ya ve Gazze'ye saldırılarına sapan ve taşla değil de füzelerle misilleme yapılıyorsa bu onurlu direniş ve mukavemetin biz ümmet bireylerine sunduğu moral motivasyonu için İran İslâm Cumhuriyeti mesûllerine ve Kudüs Ordusu'nun (başta Şehid Kasım Süleymanî olmak üzere) kahraman komutan ve neferlerine şükran ve minnet borçlu olduğumuzu bilmeliyiz. Vesselâm..
Ali Erdem Koral
İmam Hüseyin'in Hedefi Neydi?
Allah’ın Adıyla
Muharrem ayının girişiyle birlikte müminler asırlardan beri sürdürdükleri matem merasimlerini bu yılda tekrarlayacak, mersiyeler yakacak ve Hüseyni kıyamın hikmeti, derinliği, boyutları, ortaya çıkış nedenleri üzerinde öne sürülen farklı yorumlar ve görüşler üzerinde yeniden düşüneceklerdir.
Hiç kuşkusuz Hüseyni Kıyam’ın asırlardan beri zihinleri meşgül eden yanlarından biri bu kıyamın önderi İmam Huseyn’in hangi saik, motivasyon veya nedenlerle ailesini ve Haşimoğulları’ndan bir grubu yanına alarak Medine’den çıktığı konusudur.
Bu konuda geçmişte olduğu gibi zamanımızda da farklı görüşler ileri sürülmüş ve bundan sonra da konuya farklı açılardan yaklaşılacaktır. Çünkü insanlık tarihinde benzeri olmayan bu eşsiz hareket başından sonuna kadar basiret, fedakarlık, cesaret, kahramanlık, zalimle uzlaşmazlık, mazlumiyet, Müslümanlar başta olmak üzere tüm insanlığa ibret dersleri, mücadele yöntemleri, hak yolda herşeyinden vazgeçme mesajlarıyla dolu bir harekettir. Çünkü kimse bu büyük tarihi olay karşısında kayıtsız kalamaz.
Çeşitli görüşleri birkaç başlık altında sıralayarak inceledikten sonra gerçeğe en yakın olduğuna inandığımız görüşü ortaya koyamaya çalışacağız.
Birinci Görüş: İmam Huseyin(as) Medine'den öldürülmemek için çıktı, firar etti. Çünkü Yezid Medine’deki valisinden kendisi için İmam Huseyn’den biy’at almasını, kabul etmemesi durumunda öldürülmesini istemişti. Bu görüşe göre; İmam’ın zalim hükümete karşı kıyam ettiği, hükümeti ele geçirmek istediği, şehid olmakla güçlü bir mesaj vermek istediği gibi görüşler doğru değildir.
Cevap: Ölümden kaçmak isteyen İmam Huseyin(as) gibi biri Kufe'ye elçi göndererek kendisine biy’at toplamazdı. Halktan biy’at toplamak hükümet kurmak içindir, halkı denemek veya halkı yüzüstü bırakmak için olamaz.
Öte yandan İmam Huseyin firar etmek isteseydi hükümetin, iktidarın merkezine doğru, Kufe’ye değil merkezden uzaklara gitmesi gerekirdi. Yemen kaçıp gizlenmek, güçlü kabilelere sığınmak için en münasip bölgeydi. Hem hükümet merkezinden uzaktı hem de Ehlibeyt(as) dostlarının çok olduğu bir bölgeydi.
Açıklanan sebeplerden dolayı bu görüş kesinlikle yanlıştır.
İkinci Görüş: İmam Huseyin(as) şehid olmak için yola çıktı. Kanıyla insanları uyandırmak, dünyaya güçlü bir mesaj vermek istiyordu.
Cevap: Şehid olup topluma bir şok vermek istediği doğrudur, ama hedefi bununla sınırlı olamazdı. Çünkü hedefi bu olsaydı şehid olmak için bu kadar yol katetmek zorunda zorunda kalmadan Medine, Mekke veya müslümanların topluca şahitlik edebilecekleri başka bir yer seçebilirdi. Öte yandan, Kerbela'da kuşatma altına alındığında o sırada Yezid ordusunun komutanlarından Hür bin Riyahi’ye hitaben, bırakın ceddim peygamberin haremine, mezarına yöneleyim, demezdi.
Bu görüş tamamen yanlış değil ama eksiktir.
Üçüncü Görüş: İmam Huseyn’in(as) tek hedefi hükümeti ele geçirmek, adalet temelli bir hükümet kurmaktı, bunun için Medine’den yola çıktı.
Cevap: Böyle olsaydı elçisi Muslim ibn Akiyl’in Kufe’de şehid edildiğini ve biy’at edenlerin dağıldığını duyduğunda geri dönmesi gerekirdi. Çünkü halk desteğinin olmadığı bir hükümetin kurulması düşünülemezdi. Halbuki hükümet kuramayacağı sonucuna vardığında bile geri dönmek yerine azimli bir şekilde yoluna devam etti.
Bu görüş de yanlış değil ama eksiktir.
Dördüncü Görüş: İmam Huseyin(as) masumdu, bizim hakikatini idrak edemeyeceğimiz özel bir görev üstlenmişti. Allah ile O’nun arasındaki irtibatın, nasıl bir görev üstlendiğinin özünü, batınını bizler anlayamayız. Her şeyi de anlamak zorunda değiliz.
Cevap: Ancak bilindiği üzere gizli görev kişiye mahsustur, başka insanları ilgilendirmez. Örnek olarak, Hz. İbrahim’e oğlu Hz.İsmail’i kurban etme görevi sadece bu iki büyük peygambere mahsus bir ilahi emirdir. Halbuki İmam Huseyin(as) İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerine elçiler, mektuplar göndererek halkı yardıma, kıyama, biy’ate davet ediyordu. Sadece Şiileri değil Sünnileri de, hatta Hristiyanları da yardıma çağırıyordu. Kerbela’da hazır bulunan ve şehid olan Züheyr üçüncü halife Osman’a yakınlığı ile tanınan Sünnilerdendi. Kerbela şehidlerinden Vahap, şehid olmadan birkaç gün öncesine kadar Hristiyandı.
Apaçık beyan ve girişimler ortadayken masumların işlerini, Allah ile irtibatlarını ve gizemli görevlerini anlayamayız demek sorumluluktan kaçmaktır. İnsanların amacını bilmediği, anlamaktan aciz olduğu İmamın peşinden gitmesi akla mantığa uygun değildir.
Bu görüş de doğru değildir.
Peki İmam Hüseyin’in(as) hedefi neydi? Niçin kıyam ederek Kerbela'ya gitti?
İmam Hüseyin'in hedefi tek değil birçok yönlüydü. İmam(as) birkaç hedef ve stratejiyi aynı zamanda takip ediyordu. Bunları şöylece sıralıyabiliriz:
1- İmam Hüseyin(as) zamanında İslam inanç ve ahkamı yok olmaya yüz tutmuştu. Önceki halifeler döneminin aksine Yezid’in işbaşına geçtiği dönemde toplum nifak aşamasında değil, nifaktan daha tehlikeli bir aşamaya varmıştı. Hayır ve şerr, maruf ve münker yer değiştirmişti. Alenen günah işleniyor ve bununla iftihar ediliyordu. İmam'ın hedeflerinden biri bu nifaktan daha kötü, yani İslami değerleri hiçe sayan ve inkara saplanan toplumsal duruma son vermekti. Günah işlenen toplum ile günahların kabahatinin, çirkinliğinin ortadan kalktığı, dini hükümlerin hiçe sayıldığı toplum aynı değildir.
İmam Huseyn’in üstlendiği görev halkı ıslah etmeği amaçlıyordu, hakim kadroyu değil. Ve nitekim bu eşsiz kıyam Emeviler ve aveneleri üzerinde değil halk üzerinde etkili olmuştur. Toplumun gövdesini sallamış, en azından bir önceki aşamaya (nifak )dönmesini sağlamıştır. Kerbela'daki kahramanlıktan sonra Ehlibeyt'in (as) halk arasında sevgisi yavaş yavaş artmaya başlamış ve Aşura kültürünün sürdürülmesiyle günümüze kadar artarak devam etmiştir.
Kerbela kıyamı öte yandan hakim kadroya karşı (Emeviler veya Abbasiler) çok sayıda kıyama ortam hazırlamıştır. Tevvabin kıyamı, Muhtar kıyamı, Zeyd bin Ali kıyamı ve Huseyin Sahib Feh kıyamı bu kıyamlardan sadece birkaçıdır.
2- İmam Huseyin (as) hakimiyet konusundaki yanlış anlayışı yıktı. Çünkü Emevi İslam anlayışında halife, iktidar zalim de olsa başa geçene, hükümete karşı kıyam etmek haramdır. İmam Huseyin(as) bu hareketiyle “zalim de olsa iktidardakilere karşı kıyam eden dinden çıkar” anlayışına son verdi, büyük bir tabuyu yıktı, kendisini ve en aziz dostlarını feda etti ama İslam’ın fatihasının okunmasına izin vermedi.
Bu kıyamdan sonra Ehli Sünnet mezhepleri arasında yerleşik bu anlayış etrafında büyük tartışmalar başladı. Çünkü cennet gençlerinin iki efendisinden biri olan İmam Hüseyin(as) herhalde dinden çıkamazdı, öyleyse bu anlayış yanlıştı.
3- İmam Huseyin'in üçüncü hedefi hükümet kurmaktı. Aksi takdirde Muslim ibni Akil'i halktan biyat alması için Kufe'ye göndermez, müslümanların büyük bir mücadeleye hazırlanmalarını istemezdi.
Elbette, Müslim'in şehadetiyle birlikte Kufe halkının biyatten dönmesinden sonra da yola devam ettiyse bu hedefinin hükümet kurmakla sınırlı olmadığını ve başka stratejileri de olduğunu göstermektedir.
Hükümet kuramayacağı kesinleştikten sonra bile tebliğ, irşad görevini yerine getirmeye, uyuyan topluma şok vermeye kararlıdır. Çünkü bu toplumun başka türlü uyanması mümkün görünmüyordu. Bu şok, bu derin mesaj ancak ve ancak kendisinin ve vefalı dostlarının şehadetiyle gerçekleşebilirdi.
Hür bin Riyahi'ye " Bırakın Peygamberin mezarına geri döneyim" sözlerine gelince; İmam hedefinin savaş değil barış, ıslah, irşad olduğunu; ama karşı tarafın vahşiliğini, zalim mahiyetini oradakilere ve gelecek nesillere göstermek, duyurmak istiyordu. Ve nitekim bunda başarılı da oldu. Kendisi, Peygamber torunları ve sadık dostlarının şehadetiyle, kadın ve çocuklarının esaretiyle topluma verdiği şok sonucudur ki, olay üzerinden zaman olarak uzaklaştıkça Huseyni kıyamın derinliği, hakkaniyeti, mazlumiyeti ve zulme karşı kıyamın, direnişin hedefleri daha iyi anlaşılmakta ve zalimlere karşı tüm mustaz’af halklara mücadele dersi vermektedir.
Rabbim! bizi Huseyn’e dost olanlara dost, düşman olanlara düşman eyle!
Ziya Türkyılmaz
Ziya Türkyılmaz
Matem ve Muhasebe Ayı; Muharrem
Muharrem ayı, Allah, Rasulü ve müminler nezdinde gam ve musibet ayıdır. Bu ay, insanlar arasında hakikatin ve aydınlığın, batıl ve karanlık karşısında garip kaldığı aydır.
Bu ay fert fert bütün insanların kendilerini yargılayıp hak batıl çekişmesinde kendi rolleri üzerinde düşünmeleri için uygun bir muhasebe ayıdır.
Hüseyin (a) şehit edildi. Ardından sevinenler ve ağlayanlar oldu. Sevinmek zulme alkış tutmak anlamınaydı ama, ağlamak hak taraftarı olmak demek değildi. çünkü hakkın, ağlayanlara değil, kılıç sallayıp kendisini savunanlara ihtiyacı vardı. Hak ve batıl savaşını dışarıdan seyredenler esasen sahnenin dışındadırlar, seyircidirler.
Ve hakkın ezilmesine seyirci kalmak da mükellef bir insan için zulmün ta kendisidir. Ortada iki saf var sadece; hak ve batıl.
Hakkın ezilişini seyredenler zalim ve dilsiz şeytanlar olmaları yanında zulmün asıl serçeşmeleri ve müsebbipleridirler de.
Elbette, hakkın mazlumluğuna ağlamak, onu savunmaya kalkmak için iyi bir başlangıç olabilir. Hakka gönül vermişliğin, zulme nefretin ve Allah'ın sevdiklerini sevmenin temsili olan bir ağlamak şüphesiz kutsaldır, değerlidir ve ibadettir.
Muharrem ayı, Hüseyin'e (a) ağlamak ve bu vesileyle hakka tabi olup batıla karşı durmak üzere yeniden ahitleşmek ayıdır.
Her Gün Aşura Her Yer Kerbela
O gün, batıl bütün şaşaası, cahilleri hayrete düşüren bolluğu, zayıf imanlıları korkutan kudreti ve nihayet, hakkı hor gören gururuyla, hakkın karşısına dikildi. Batıl taraftarları, hakka galip gelebilme ümidiyle sevinç sarhoşluğunun doruğunda ve bütün hakikatlere kör kesilmiş vaziyette, şer naralarıyla coşmuşlardı. Hakkı yıkabilme ümidi batıl cephede bir kez daha güç kazanmıştı. Her şey görünüşte hakkın aleyhineydi. Hak olabildiğince mazlumdu ve hak taraftarları olabildiğince garip ve yalnızdılar. Karanlık, güneşi dört bir yandan çepeçevre kuşatmıştı. Güneşin kanı akıtılacaktı.
Ne oldu? Hak mağlup düştü mü? Güneşin kanı akıtıldı mı?
Evet, güneşin kanı akıtıldı, ama hak mağlup düşmedi! çünkü hak, kanla ayakta kalır. Hak, kanı aktıkça dirilir. Güneşin kanı aktı ama batmadı; daha da parladı, bütün karanlıklara ulaşabilir oldu.
Kılıç keskindi, güçlüydü, gururlu ve kendinden emindi. Bol bol kan akıttı, nice yaralar açtı; hem tenlerde, hem yüreklerde, hem bedenlerde hem gönüllerde. Kollar kesti, başlar ayırdı, analar ağlattı, yetimler inletti.
Ama akıbet ancak hakkın ve hak taraftarlarının olabilirdi. Sonuçta yükselen hak oldu, batan da batıl. Kan coştu ve nice durgun denizleri coşturdu. Kan kılıca galip geldi; kılıç kırıldı, kan ise ebedîleşti, dillere düştü gönüllere yerleşti. Hak, batılın bir defa daha hiç olduğunu ispatladı.
Batıl elbet yine dönecek, yine hakkın karşısına dikilecekti, yine hakla batıl karşı karşıya gelecekti. Yine Aşuralar Kerbelalar sürüp gidecekti .
kerbela.net
İran'ın Yeni Kabine Listesi Meclise Sunuldu
İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, yeni kabinesini Meclise sunarken Dışişleri Bakanlığı için Batı'ya karşı mesafeli politikaları destekleyen eski Bakan Yardımcısı Hüseyin Emir Abdullahiyan'ı aday gösterdi.
İran Cumhurbaşkanlığı'ndan yapılan yazılı açıklamaya göre, muhafazakar kimliğiyle bilinen Reisi, kabinesinde yer almasını istediği 19 ismi Meclise sundu.
Reisi'nin Meclise sunduğu kabine listesinde, Dışişleri Bakanı olarak selefi Muhammed Cevad Zarif'in aksine muhafazakar kimliğiyle tanınan Hüseyin Emir Abdullahiyan aday gösterildi.
Eski Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad döneminde bir süre Bahreyn Büyükelçisi olarak görev yapan Abdullahiyan, daha sonra Ahmedinejad ve Hasan Ruhani dönemlerinde Arap ve Afrika İşlerinden Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcılığı yaptı. Abdullahiyan, şu anda Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf'ın Uluslararası İlişkilerden Sorumlu Özel Yardımcılığı görevini yürütüyor.
Devrim Muhafızları Ordusuna yakın görülen ve Batı'ya karşı mesafeli politikaları destekleyen Abdullahiyan, Meclisten güvenoyu alması halinde nükleer anlaşmayı canlandırmak için Batı ile sürdürülen müzakerelere yön verecek.
Cumhurbaşkanı Reisi'nin sunduğu listede, İran'ın ülke dışındaki askeri-istihbari operasyonlarını yürüten Kudüs Gücü'nün eski komutanı Ahmed Vahidi, İçişleri Bakanı olarak yer aldı.
Savunma Bakanlığı için Tuğgeneral Muhammed Rıza Aştiyani'nin aday gösterildiği listede, Ulusal Gaz Şirketi Genel Müdürü Cevad Ovji ise Petrol Bakanı olarak yer aldı.
İbrahim Reisi'nin meclise sunduğu resmi olmayan bakanlar listesi şöyle:
Cevad Oci: Petrol Bakanlığı
Ahmed Vahidi: İçişleri Bakanlığı
Seyid İhsan Handuzi: Ekonomik İşler ve Maliye Bakanlığı
Hüccetülislam Hatib: İstihbarat Bakanlığı
Mehammad Mehdi Ismaili: Kültür ve İslami Rehberlik Bakanlığı
Seyid Cevad Sadati Nejad: Cihad Tarım Bakanlığı
Seyid Ezatullah Zarghami: Kültürel Miras, Turizm ve El Sanatları Bakanlığı
Hamid Seccadi: Spor ve Gençlik Bakanlığı
Reza Fatimi Emin: Sanayi, Maden ve Ticaret Bakanlığı
Rahimi: Adalet Bakanlığı
Ali Ekber Mihraban: Enerji Bakanlığı
Hüseyn Emir-Abdullahiyan: Dışişleri Bakanlığı
Hüseyin Baghuli: Eğitim Bakanlığı
Hüccet Abdul Meleki: İşbirliği, Çalışma ve Sosyal Refah Bakanlığı
Behram Aynullahi: Sağlık, Tedavi ve Tıp Eğitimi Bakanlığı
Rüstem Kasımi: Yollar ve Kentsel Gelişim Bakanlığı
Tuğgeneral Muhammad Rıza Harayi Aştyani: Savunma Bakanlığı ve Silahlı Kuvvetler Desteği
Muhammad Ali Zülfi Gül: Bilim, Araştırma ve Teknoloji Bakanlığı
Zarehpour: İletişim ve Bilgi Teknolojisi Bakanlığı
İmam Hamanei’den korona ilacının dağıtımına vurgu
İslam İnkılabı Lideri İmam Hamanei son günlerde korona virüs hastalığının tedavisinde kullanılan ilaçların kara borsaya düştüğü yönünde çıkan haberlere tepki gösterdi.
Çarşamba günü TV kanallarında yaptığı konuşmada korona virüs salgınının yükselmesi ile mücadele ülkenin birinci ve acil meselesi olduğunu belirten İmam Hamanei, yetkililere bu hastalıkla mücadelede görevlerini kesin bir şekilde yerine getirmelerini istedi.
Virüsün yeni varyantlarına karşı yeni ve daha güçlü savunma yöntemleri geliştirilmesine vurgu yapan İmam Hamanei, bir günde en az 500 vatandaşın hayatını kaybetmesi acı bir gerçek olduğunu, hükûmet ve sigorta firmaları hastalığı tespit testleri ücretsiz olarak tüm vatandaşlarına sunmaları ve ihtiyaç duyulan aşıyı da temin etmeleri talimatı verdi.
İmam Hamanei son günlerde korona virüs hastalığının tedavisinde kullanılan ilaçların kara borsaya düştüğü yönünde çıkan haberlere, bu ilaçların dağıtımında ihlal yapanlara gereken tepkinin verilmesini istedi.
İsrail’le Amerika’ya Anında Misilleme
Bir zamanlar ABD ve İsrail’e karşı koyabilmek imkansızdı. Buna cüret edebilecek tek ülke Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ydi, Çin bile tek başına buna kadir değildi.
Zira bu ikisi, etle kemik gibi birbirinden ayrılmaz 2 güçtü ve arkalarına da neredeyse başta İngiltere gelmek üzere Batılı ülkelerin tamamı ve dünyanın da bayağı önemli bir karma gücünü almışlardı.
Hatırlayın, koca Fransız Profesör Roger Garaudy, daha 20 yıl önce, İsrail’i eleştirdiği için Paris’te, mahkemede, hakimin gözleri önünde Yahudi gençlerin saldırısına uğramıştı.
***
ABD’yi konuşmaya bile gerek yok, kim ona karşı çıkacak ve eleştirecek olsa anında “komünist” damgası yiyordu.
Bu nedenle de biz de dahil, ülkelerin milliyetçi hükümetleri, genellikle ABD’yi dost görür, en azından, “komünistlere karşı tek direniş imkanı” olarak değerlendirirdi.
***
Bunun ne kadar büyük bir yanılgı olduğunu anlamamız maalesef uzun sürdü.
ABD’nin de Sovyetler kadar tehlikeli, hatta bu ikilinin, aynı makasın 2 ağzı gibi hareket edip dünyayı nasıl haraca bağladıklarını anlamamız bir ömür aldı..
***
İsrail’e gelince; o da, tamamı başkalarından çaldığı topraklardan ibaret olan küçücük yüzölçümü ve minnacık nüfusuyla bütün rapları, hatta neredeyse bütün hükümetleri korkutan bir güçtü.
Çünkü arkasında ABD, İngiltere ve dünya merkez bankası vardı…
ABD’nin bilerek eksik verdiği tank ve savaş uçaklarını İsrail modernize edebiliyordu..
Yani ülke ve devletler ABD eliyle ona böyle yaklaştırılıp mahkum ediliyordu.
***
90’lı yıllarda PKK’ya karşı aldığımız tankların modernizesi ve İHA’ların İsrail organizasyonunu merak edenler açıp bir baksın..
***
Arkasına ABD ve Avrupa’yı alıp Arap ülkelerini 6 günde yenilgiye uğrattı..
Malezya’yı bitirdi bitirecekti ki, o ülkenin yiğit evladı Mahathir Muhammed göğsünü siper etti ve ülkesini son anda ipten kurtardı..
***
Filistinlilerin başına neler getimedi ki… Hâlâ da getiriyor..
4 Arap ülkesinin yularını ele geçirip “normalleşme” diye yutturdu.
Elindeki siyon sermaye gücüyle çoklarını dize getirip boynuna yular geçirdi…
Ama epeydir ABD’nin de İsrail’in de ipliği pazara çıktı ve mahallede yetişen gözükaralar bu ikisiyle ciddi şekilde dalaşmaya başladı…
***
Bunlardan biri de İran…
Son 5 yılda 20’den fazla ABD ve İsrail SİHA’sını , gemisini ve savaş uçağını vurdu…
Tarihte ilk kez olmak üzere, ABD’nin Vincent Savaş Gemisini Fars Körfezi’nden hemen çıkmaya zorladı.
ABD savaş gemisini ele geçirip Conileri esir aldı ve ABD savaş filosunun güvertesinde namaz kılan askerlerinin fotoğraflarını dünyaya servis edp ABD’yi öfkeden deliye çevirdi.
Biz de dik durduk çokça… ABD’nin CİA papazını derdest etmek herkesin haddine değildi, 15 Temmuz ihaneti, Halkbank olayı, Kuzey Suriye, Afrin, Fırat’ın doğu ve batısındaki harekatlar, Kartal, Pençe ve özellikle Gabar operasyonları…
Bunlar ABD’nin bu topraklarda pek karşılaşmadığı şeylerdi..
ABD’den dayak da yedik, şimdi de epey birlikte hareket eden müttefikleriz –en az görünüşte- ama bu saydıklarım da az-buz şeyler değil…
***
Dayak yemekten mahvolan Irak kendisini toparlar toparlamaz parlamentodan ABD işgaline son!” kararı çıkardı ve derhal uygulamaya koydu
***
İran’ın indirdiği ABD ultra modern SİHA’larının sayısı ila maşallah
Daha 2 yıl önce, değeri 220 milyon dolar olan ve dünyada sadece 2 adet bulunan ABD’nin dev İHA'sı RQ-4C’i İranlılar Fras Körfezi sınırlarını çiğner çiğnemez vurdular…
Dalaşma, İran’ın önemli 2 komutanını ve ABD’nin de Suriye’de dev bir askeri üssüyle çok sayıda komutanını kaybetmesiyle biraz yatıştı.
***
Bu hafta İran, Mosad’ın güçlü bir kolunu çökertmeyi başardı ve İran’ın Güney bölgesinde oynanan su oyunlarını deşifre etti.
Son olay dün gerçekleşti:
Lübnan El-Alem Televizyonu, , Hint Okyanusu'nun kuzeyinde işgal rejimine ait nakliye şirketinin gemisine yapılan saldırının Tel Aviv'in geçen hafta Suriye'ye düzenlediği hava saldırısına misilleme olarak gerçekleştirildiğini duyurdu.
Yani İran saklayıp gizlemeden "ben yaptım" diyor, vurursan böyle vurup indiririm" dedi...
Dünyada ilk kez İsrail böyle bir misilleme gücü ve kararılılığıyla karşı karşıya...Dengeler çoktan değişmiş meğer...
Keser çoktan dönmüş...
Tel Aviv'in geçen hafta Suriye'nin Kusayr ilçesindeki el-Debaa Havaalanı'na yönelik saldırısına karşılık Hint Okyanusu'nun kuzeyinde işgal rejiminden bir şirkete ait petrol tankeri hedef alındı.
Dün Umman açıklarında işgal rejiminden milyarder Ofer'e ait Zodiac Maritime şirketine bağlı 'MT Mercer Street' adlı petrol tankeri saldırıya uğramıştı.
Saldırıda biri Romanya vatandaşı ve diğeri Birleşik Krallık vatandaşı olan iki mürettebat hayatını kaybetmişti.
İşgal rejimi Dışişleri Bakanı Yair Lapid konuyla ilgili yaptığı açıklamada, saldırıyla ilgili İran'ı suçlamış ve Tahran'a sert karşılık verilmesi çağrısında bulunmuştu.
Geçen ay da Suriye’de birkaç İsrail uçağı düşürüldü..
E, artık karizma kalmadı o ikilide..
Bölge ülkeleri uyandıkça, emperyalizmin gücü de, etkisi de azalmaya mahkumdur..
Yeter ki el ele, akıl akıla verelim..
Sağlıcakla kalın
İsmail Bendiderya
Nefis Tezkiyesinde İlk Adım
Aldığınız her nefeste ve attığınız her adımda nefsi ıslah işi daha da zorlaşmaktadır...
- ...Ne zamana kadar gaflet uykusunda kalacak, fesat ve mahva gömülmeye devam edeceksiniz? Allah'tan korkun! İşlerin akıbetinden çekinin! Gaflet uykusundan uyanın! Henüz uyanmış değilsiniz siz, ilk adımı atmış değilsiniz daha! Bu yolda, nefsin ıslahında atılacak ilk adım uyanıştır.[1] Ama siz uykudasınız; gözler açık, gönüllerse uykuda.
Gönüller uykulu ve kalpler, işlenen günahların etkisiyle paslanıp kararmamış olsaydı doğru olmayan söz ve davranışlarınızı böylesine rahatça ve lakaytça sürdürmezdiniz asla. Ahiretle ilgili mevzularla ahiretin o korkunç akabelerini biraz düşünseydiniz üzerinizdeki ağır mesuliyet ve vazifelere daha fazla önem verirdiniz.
Sizin bir başka dünyanız da var; bir ahiret ve kıyamet de var sizin için (yani hiçbir hesap vermeyecek ve döndürülüp hesap vermeye getirilmeyecek olan diğer yaratıklar gibi değilsiniz siz). Niçin ibret almıyorsunuz? Niçin uyanmıyor, niçin kendinize gelmiyorsunuz? Neden bunca rahat bir şekilde kendi Müslüman kardeşlerinizin gıybetini yapıyor, onları çekiştirip duruyor, sözlerine gizlice kulak veriyorsunuz? Gıybet için uzanan bu dilin kıyamet günü başkalarının ayakları altında çiğnenip ezileceğini biliyor musunuz? “Gıybetin, cehennem köpeklerinin yalağı olduğundan[2] haberiniz var mı? Bu ihtilafların, bu düşmanlıklar, kıskançlıklar, kötümserlikler, bencillikler, gurur ve kibirlenmelerin ne kadar kötü akıbetleri olduğunu hiç düşündünüz mü? Bu rezil ve haram amellerin akıbetinin cehennem olduğunu ve ebediyen cehennem ateşinde kalmakla sonuçlanabileceğini biliyor musunuz?
İnsan, acısız hastalığa yakalanmaya görsün. Acı, insanı tedaviye doğru sev keder; doktora, hastaneye götürür insanı, acısı olmayan hastalıksa bilinemeyeceğinden çok tehlikelidir. İnsan ancak iş işten geçtikten sonra farkına varır böyle hastalıkların. Psikolojik hastalıkların acısı olsaydı şükretmek gerekirdi, çünkü insanı tedaviye sevk ederdi bu. Ama ne yazık ki bu hastalıkların acısı yoktur. Gurur ve bencillik hastalığı acısızdır. Diğer günahlar da öyledir, hiçbir acı hissettirmeksizin kalbi ve ruhu çürütüverir. Bu hastalıkların acısı olmadığı gibi, görünüşte tatlıdır da; gıybet sohbetleri meselâ, bir hayli koyudur! Bütün günahların kökü olan nefsine düşkünlük ve dünyaya düşkünlük[3] zevk vericidir aynı zamanda! Su hastalığına yakalanan insanı[4] yine su öldürür, ama yine de son nefese kadar su içmekten zevk alır. İnsan bir hastalıktan zevk alır, üstelik acı da duymazsa elbette ki tedavi olmaya çalışmayacak ve bunun öldürücü olduğunu ne kadar söyleseniz de inanmayacaktır.
İnsanoğlu dünyaperestlik ve zevkine düşkünlük hastalığına müptelâ olur da dünya sevgisi kalbinde yer ederse dünya ve dünyalıktan başka şeylerden usanıp bıkar. Maazallah, Allah'a, Allah'ın kullarına, O'nun peygamberleri, velileri ve meleklerine düşmanlık duyar, kin ve nefret besler ve melekler, Münezzeh Yüce Allah'ın emriyle onun canını almaya geldiklerinde büyük bir nefret ve usanç duygusu kaplar içini, çünkü Yüce Allah ve meleklerinin onu sevgilisinden (dünya ve dünyevî işler) ayırmak istediklerini görür. Binaenaleyh bu durumda, Hak Teâlâ'ya düşmanlık duyup O'na nefret besleyen bir halle dünyadan göçmesi mümkündür!
"And olsun asra ki insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak iman edip salih amelde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka."[5]
Bu surede sadece "salih amelde bulanan müminler" istisna edilmiştir. Salih amelse, ruhla uyumlu olan ameldir. Oysaki insanın amellerinin çoğu ruhla değil vücutla uyumlu ve mutabıktır. Üstelik tavsiyede bulunmak diye bir şey de yok maalesef. Dünya sevgisi ve nefse düşkünlük size böyle galebe çalacak ve hakikatleri anlamanızı engelleyip amellerinizi Allah için ihlâslı kılmanızı önleyecekse, sizi hakka ve sabra tavsiyeden alıkoyup hidayete ulaşmanıza mani teşkil edecekse hüsran ve ziyandasınız demektir, hem dünyanız, hem ahiretinizi kaybetmiş olursunuz. Çünkü hem gençliğinizi kaybetmiş, hem cennet nimetleri ve uhrevî iyiliklerden mahrum kalmışsınızdır, dünyanız da yoktur artık. Allah’ın cennetine sokulmayacak olanlar, ilahî rahmet kapılarının yüzlerine kapalı bulunduğu ve cehennem ateşinde ebediyen kalacak olanların hiç olmazsa bir dünyası var, onlar dünya nimetlerine sahipler, ama siz.
Allah göstermesin, dünya sevgisi ve nefse düşkünlüğün sizde giderek artmasına ve şeytanın imanınızı elinizden almasına yol açacak bir noktaya gelmekten sakının. Şeytanın bütün çabasının, insanın imanını çalmaya yönelik olduğunu söylerler[6]. Onun geceli gündüzlü bütün çabaları ve kullandığı gereçler hep insandan imanı kapıp kaçmak içindir. Sizin imanınızın sabit kalacağına dair kimse senet imzalamış değildir. Sizin imanınız pekâlâ 'emanet bir iman' olabilir[7] ve sonunda şeytan onu elinizden alıverir de Allah (c.c) velilerine karşı düşmanlıkla göçersiniz dünyadan. Bir ömür boyu Allah’ın nimetlerinden faydalanmış, İmam-ı Zaman'ın (a.s) sofrasına oturmuş olduğunuz halde işin sonunda, Allah göstermesin, imansız olarak ve velinimetinize düşman olarak can vermiş olursunuz sonra.
Eğer dünyaya bir ilginiz, alakanız, sevginiz varsa onu söküp atmaya çalışın. Bu dünya bütün gösteriş ve alımına rağmen, sevmeye değmez aslında; binaenaleyh, şu görünüşteki yaşam gereçlerinden mahrum kalmanın ne kadar değersiz olduğu ortada zaten. Sizin dünyada gönül verip bel bağlayacağınız neyiniz var? İşte, alt tarafı bir cami, mihrap, medrese veya evin bir köşesidir sizinki; iş böyleyken, kalkıp da cami veya mihrap için birbirinizle rekabete tutuşup ihtilaf yaratmanız ve toplumun bozulmasına sebebiyet vermeniz doğru mudur? Kaldı ki; dünya ehli gibi müreffeh ve şaşaalı bir hayatınız olsa ve Allah göstermesin, ömrünüzü ayyaşlık ve eğlenceyle geçirseniz bile, ömrünüzün sonunda bütün bunların tatlı bir rüya gibi gelip geçmiş olduğunu, ama neticeleri ve mesuliyetlerinin hiçbir zaman yakanızı bırakmadığını görürsünüz. Çabucak gelip geçiveren bu tatlı görünümlü hayatın (tabi çok tatlı geçerse eğer!) sonsuz azap karşısında ne değeri var sahi? Dünya ehlinin azabı bazen sonsuzdur. Kaldı ki, dünyayı ele geçirdiğini ve onun bütün nimetleri ve yararlarından faydalanabildiğini zanneden dünya ehli tamamen yanılmaktadır.
Herkes dünyaya kendi yaşadığı ortam ve şartların penceresinden bakmakta, bu nedenle de dünyayı kendi gördüğünden ibaret zannetmektedir. Bu cisimler (kâinat) insanoğlunun ele geçirmiş olduğunu zannettiği, keşfettiğini ve kat ettiğini sandığı şeyden çok daha geniş ve kapsamlıdır. Bu dünyanın bunca eşyasına rağmen rivayette dünyaya rahmet nazarıyla bakılmadığı[8] geçer. O halde Allah, rahmet nazarı buyurduğu ve rahmetle baktığı öteki dünyanın nasıl olduğuna bakmak gerekir. İnsanı davet ettiği 'Azamet Madeni'nin ne olduğu ve nasıl olduğuna bakmak gerekir. İnsanoğlu azamet madeninin ne olduğunu anlayamayacak kadar küçüktür.
Siz eğer niyetinizi halis hale getirirseniz, amel ve davranışınızı ıslah edip düzeltirseniz, nefs ve mevki düşkünlüğünü yüreğinizden söküp atarsanız yüce makamlar ve büyük dereceler sizler için hazır ve amade hale gelir. Allah'ın salih kulları için öngörülüp hazırlanmış olan makam ve derece karşısında bütün dünya ve dünyalıklar, olanca suni alıcılıklarına rağmen beş para etmez. Böyle yüce makamlara ulaşmaya çalışın, hatta elinizden gelir de becerebilirseniz kendinizi öylesine yetiştirip ilerleyin ki bu yüce makamların da önemini aşın. Bu gibi şeylere ulaşabilmek için ibadet etmeyin Allah'a, ibadet ve büyüklüğe layık olduğu için ibadet ve kulluk edin O’na[9] ve O'nun azameti karşısında secdeye kapanıp toprağa baş koyun. İşte o zaman nur perdesini yırtmış ve azamet madenine ulaşmışsınız demektir. Bu amel ve davranışlarınızla, sürdürmekte olduğunuz bu yolla böyle bir makam ve dereceye ulaşabilir misiniz?
İlahî akıbetlerden kurtulmak, o dehşetli akabelerden sıyrılmak ve cehennem ateşinden yakayı kurtarmak kolayca mümkün mü olacak sanıyorsunuz? Pak İmamların ağlayışları ve Hz. İmam Seccad'ın (a.s) inleyişlerinin öğretme amacıyla olduğunu ve böyle yaparak başkalarına Allah’a nasıl yakarılması gerektiğini öğretmek istediğini mi sanıyorsunuz siz? Sahip oldukları onca yüce makam ve Allah indindeki o büyük derecelerine rağmen yine de Allah korkusuyla ağlıyordu onlar, önlerinde bulunan ve kat etmeleri gereken yolun ne kadar çetin ve tehlikeli olduğunu biliyorlardı çünkü. Zorluklardan, çetinliklerden, bir tarafı dünya, diğer tarafı ahiret olan ve cehennemden geçen Sırat’tan geçmenin zorluklarından haberdardı onlar. Kabir, berzah ve kıyamet âlemleriyle, bunların korkunç akabelerini biliyorlardı. İşte bu nedenledir ki hiçbir zaman rahat edemediler ve daima ahiretin şiddetli cezalandırmalarından Allah'a sığındılar.
Bu dayanılmaz ve dehşet verici akabeler için ne hal çaresi düşündünüz, ne tür bir kurtuluş yolu buldunuz? Ne zaman kendinizi ıslah edip düzeltmeyi düşünüyorsunuz?
Gençlik çağında bulunduğunuz, gençliğin enerjisini taşıdığınız, güçlerinize hâkim olduğunuz ve bedeni zaafa henüz yenik düşmediğiniz şu çağınızda kendinizi düzeltip nefsinizi ıslah etmeyi düşünmezseniz, canınızı ve vücudunuzu zaaf, güçsüzlük, halsizlik ve gevşekliğin kapladığı; irade, kararlılık ve direniş gücünü yitirdiğiniz ve günah yükleriyle kalbinizi alabildiğine karartmış olacağınız yaşlılık çağında kendinizi nasıl düzeltecek, nefsinizi nasıl ıslah edeceksiniz?
Aldığınız her nefeste, attığınız her adımda, ömrünüzü geride bıraktığınız her lahzada bu ıslah işi daha da zorlaşmaktadır; zaman geçtikçe zulmet ve mahvınızın artması muhtemeldir. Yaş ilerledikçe insanın saadetine engel olan bu işler artmakta ve insanın bunlarla baş edebilme gücü azalmaktadır. O halde, biliniz ki yaşlandığınızda nefsinizi ıslah edip kendinizi düzelterek, fazilet ve takva elde edebilmeniz zorlaşacaktır; o zaman tövbe edemeyeceksiniz, çünkü 'tövbe ediyorum' demekle tövbe edilmiş ve Allah'a dönülmüş olmaz; bilakis, samimi bir pişmanlık duymak ve günahı terk etmeye azmetmek gerekir[10]. Pişmanlık duyma ve günahı terk etme azmi; 50-60 yıl boyunca gıybet ve yalanla iştigal edip saçlarını günah ve Allah'a isyan yolunda ağartanlar için gerçekleşecek şey değildir.
Gençler oturup da yaşlılık tozunun saçlarını başlarını ağartmasını beklemesinler. Biz yaşlandık, yaşlılığı gördük, getirdiği zorluklarla sıkıntıları biliyoruz. Siz gençken bir şeyler yapabilirsiniz, gençliğin enerji ve iradesine sahipken nefsanî isteklerinizi, dünyevî iştahlarınızı ve hayvanî eğilim ve emelleri kendinizden uzaklaştırabilirsiniz. Ama eğer gençken kendinizi düzeltip nefsinizi ıslah etmenin bir yolunu bulmazsanız, yaşlandığınızda iş işten geçmiş olur artık.
Gençken düşünün bunu; yaşlılık ve ihtiyarlık çağına bırakmayın. Gencin kalbi latif ve melekutîdir, fesat saikleri zayıftır onda; ama yaş ilerledikçe günahın kökü kalpte iyice sağlamlaşıp güçleniverir, öyle ki, onu kalpten söküp atmak imkansız hale gelir. Rivayette de geçtiği gibi: İnsanın kalbi ilkin ayna gibi saf, dupduru ve nurânidir; işlediği her günahla birlikte oraya siyah bir nokta düşer[11] ve derken kalp kararıverir ve öyle bir hale gelebilir ki Rabbine karşı günah işlemeden geçirdiği bir tek gece veya gündüzü olmaz; yaşlanınca da kalbini önceki haline getiremez artık. Allah göstermesin, eğer kendinizi ıslah etmez de kararmış kalpler ve günaha bulaşmış gözler, kulaklar ve dillerle dünyadan göçerseniz Allah'ın huzuruna nasıl çıkacaksınız? Tertemiz ve pak bir halde size ısmarlanmış olan bu emaneti kirletmiş ve rezil etmiş bir halde nasıl geri vereceksiniz? Size verilmiş olan şu gözle kulak, emrinize verilmiş olan şu elle dil, yaşamınızı sürdürdüğünüz bütün şu organ ve azalarınız hep Yüce Allah'ın emaneti olup tertemiz ve dürüst olarak sizlere verilmiştir. Eğer günaha bulaşırsa kirleniverir, Allah göstermesin, eğer haramlarla kirlenecek olursa rezalete bulaşmış olur. Bu emaneti geri vereceğiniz zaman "Emanet böyle mi korunur, bu mudur emaneti korumanın usulü?" diye sorabilirler sizden. "Biz bu emaneti böyle mi bırakmıştık size?! Şu kalbi size verdiğimizde nasıldı? Size verdiğimiz göz böyle miydi? Size verdiğimiz şu organlar ve vücut azalarınız böyle kirlenmiş ve günahlara bulaşmış mıydı?"
Bu sorular karşısında ne cevap vereceksiniz? Size bıraktığı emanetlere böylesine hıyanet etmiş olarak nasıl çıkacaksınız Rabbinizin katına?
Sizler gençsiniz, gençliğinizi bu yola koymuşsunuz, üstelik dünyevî açıdan pek yararı da yok size; bu kıymetli vakitleri ve gençliğinizin baharını Allah yolunda belli ve mukaddes bir gaye için harcarsanız zarar etmeyeceğiniz gibi dünya ve ahiretiniz de temin olur. Ama eğer durum ve gidişatınız şimdi görülmekte olan bu minval üzere giderse gençliğinizi boşa harcamış, ömrünüzün baharını boş yere geçirmiş olursunuz; öbür dünyada da Yüce Allah'ın katında kesinlikle sorumlu tutulacak ve hesaba çekileceksiniz. Kaldı ki, bozucu ve fesat yaratıcı bu amel ve davranışlarınızın cezası sadece öbür dünyayla da kısıtlı değil; bu dünyada da çetin zorluklar, sıkıntılar ve türlü türlü felaketlere uğrayacak, bela ve bedbahtlık girdabına yakalanacaksınız. ehlader
İmam Humeynî (r.a)
Dipnot
[1] Metinde Arapçası geçiyor.
[2] Emir’el Mü’minin Hz. Ali’nin (a.s) Nevfel Bekâli’ye bir vaazında şöyle buyurduğu geçer: “Gıybetten sakın, çünkü gıybet, cehennem köpeklerinin yalağıdır.” bkz: Vesail’uş Şia c: 8, s. 600, Kitab’ul Hacc “Ahkam-ı Aşere” Bapları, 152. Bab 16. Hadis.
[3] “Dünya sevgisi bütün günahların ana nedenidir.” EbuAbdullah İmam Hüseyin (a.s) bkz: Usul-u Kâfi c: 4, s. 2’de, İman ve Küfür Kitabında “Dünya Sevgisi ve Hırsı...” Babı 1. Hadis ve Usul-u Kâfi c: 3, s. 197, aynı kitap “zemm’uddünya ve’l zohd-i fihâ” Babı, 11. Hadis, Bihâr’ul Envâr, c: 70, s. 1 ve c: 74, s. 178.
[4] Suya doymama hastalığı: Mostesğî, istisğâ kelimeleriyle orjinal metinde geçmektedir.
[5] Asr Suresi.
[6] Şeytan dedi ki: “Sen beni azdırdığın için ben de Senin kullarını doğru yoldan alıkoyacağım” A’raf, 16. Ali bin İbrahim’in tefsirinde A’raf suresinin 17. ayetinin tefsirinde “insanlar hidayet yolunda yürüdüklerinde şeytan onları dinden çıkarmaya çalışır.” bkz: c:1 s. 224 ve Burhan Tefsiri c: 2, s. 5.
[7] Ehl-i Beyt’den (a.s) ulaşan bir rivayette En’am suresinin 98. ayetinde geçen “müstakar” ve “müstavda” için şu açıklama yapılmıştır: İnsanların imamı “sabit ve kalıcı” ve “geçici, emanet olarak verilmiş” olmak üzere ikiye ayrılır. Muhammed bin Fuzeyl’in İmam Musa bin Cafer Hazretlerinden (a.s) naklettiği üzere: “Müstakar iman ve ondan kaynaklanan şey kıyamete kadar kalıcıdır ve sabittir. Müstavda iman ve ondan kaynaklanan şeyse Allah tarafından, ölmeden önce insandan geri alınır.” Bk: Ayâşi Tefsiri c: 1, s. 401. Ayrıca, Nehc’ul Belağa’da da aynı mazmun geçer: “İmanın bir kısmı vardır ki kalplerde kalır, sabittir; bir kısmı da vardır ki ölüm anı gelip çatıncaya kadar kalplerle göğüs arasında emanet bırakılmıştır-ölüm anında geri alınır-” bk: Nehc’ul Belâga, 231. Hutbe.
[8] Rivayetin tam metni şöyle: “Allah Azze ve Celle’nin nezdinde dünyanın hiçbir kıymeti yoktur. Allah Teâlâ’nın yarattığı ve hakkında bize bilgi verilip haberi bize ulaşmış yaratıklar arasında dünyadan daha fazla gazaba uğramış olanı yoktur; Allah Teâlâ dünyayı yarattığı andan itibaren ona rahmet nazarında bulunmamıştır. (rahmeti hakedici bir halini görmemiştir.)” bkz: Bihar’ül Envâr c: 70, s. 110, İman ve Küfür Kitabının 122. Babı, 109. Hadis.
[9] İmam Sadık (a.s) Hazretlerinden şöyle rivayet olunmuştur: “İbadet üç türlüdür: Bir grup vardır ki Allah Azze ve Celle’ye korkudan ibadet eder, bu kölelerin ibadetidir. Bir grup ise ödül ve sevaba ulaşmak için ibadet eder, bu da ücretlilerin ibadetidir. Bir grup da vardır ki Allah Azze ve Celle’ye sevgi ve aşkla ibadet eder, bu hür insanların ibadetidir ki bütün ibadetlerden üstündür.” bkz: Vesailu’ş Şia c: 1, s. 45, “Mukaddeme’t-ül İbadet” Bapları, 9. Bab, 1. Hadis ve Usul-u Kâfi c: 3, s. 131, İman ve Küfür Kitabı, İbadet Babı, 5. Hadis.
[10] Müminlerin emiri Hz. Ali (a.s) şöyle buyururlar: “Şüphe yok ki istiğfar ve tövbe illiyyin derecesidir: Bunun da altı şartı vardır: Birincisi, geçmişten pişmanlık duymadır. İkincisi bir daha o geçmişi asla tekrarlamamak azmiyle dönüş ve -hata işlemekten- vazgeçiştir...” bkz: Nehc’ul Belaga s: 1281, 409. Vecize. Daha fazla bilgi için bkz: Kırk Hadis Şerhi: İmam Humeyni (r.a) 17. Hadis.
[11] İmam Bâkır’dan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir: “Her kulun kalbinde beyaz bir nokta vardır. Bir günah işlediğinde oraya siyah bir nokta konar, sonra tevbe ederse o siyah nokta yok olur. Ama eğer günaha devam ederse orası siyah noktalarla dolar ve tamamen kararır. O beyaz nokta tamamen karardığında o kalbin sahibi bir daha asla iyilik ve doğruluğa dönemez.” Bkz: Usul-u Kâfi c. 3, s. 274, İman ve Küfür Kitabı, Günah Babı, 20. Hadis.




















