کارگر

کارگر

Eğer ümmet tarafından İmam Ali’nin (a.s.) gerçek konumu kabul edilmiş olsaydı, tefrikadan sakınmak açısından ümmetin durumu nice olurdu? Bu sorunun cevabı aynı mazmunda biri Hz. Fatıma’dan (a.s.), diğeri İmam Bâkır’dan (a.s.) nakledilen farklı hadiste verilmiştir: “Hak, hak sahibine verilmiş olsaydı Allah hakkında ihtilaf eden iki kişi bulamazdın!” İki hadis de oldukça güvenilir bir kaynak olan Kifâyetü’l-Eser’de geçer.

Abdülhüseyin Talii ile Gadir-i Hum üzerine bir söyleşi

- İlmî hayatınız hakkında biraz bilgi verir misiniz?

 - Kütüphanecilik eğitimi aldım ve yanı sıra İslâmî ilimler tahsili gördüm. Kıssa-i Zemin (Yerkürenin Öyküsü),Tulu-i Hurşid (Güneş'in Doğuşu), Çeşmendaz-ı Zuhur (Zuhurun Tasviri), Gozareş-i Milad (Hz. Peygamber'in Doğumu Hakkında Rivayetler), Vijegiha-yi İmam-ı Mev'ud (Beklenen İmam'ın Özellikleri), Rehtuşe-i Munteziran (Bekleyenlerin Yol Azığı) yazdığım kitaplardan bazılarının başlıkları. 

İlmî hayatımın çok özel bir yanı yok. Birkaç kez bölüm değiştirdikten sonra kütüphanecilik ve iletişim alanında yoğunlaştım. Gençliğimde, 1970'li yıllarda, zihnimi kurcalayan bir soru vardı: Acaba ailem vesilesiyle tanıdığım din doğru mu? Bu tür soruları kolaylıkla bir kenara bırakamıyordum; bir yandan okuldaki derslerime çalışırken bir yandan da bu soruların cevaplarını arıyordum. 

Yıllar geçti ve ben dinin akıl yoluyla açıklanabileceği bir yol keşfettim. Bu süre zarfında okuduğum dinî kitaplar akıcı bir dille yazılmışlardı ve sağlam delillere dayanıyorlardı; bir anlamda diğer dinî kitaplardan farklıydılar. Yıllarca memleketimde üstatlara ulaşamamanın eksikliğini yaşadım; kitaplara ulaşmak üstatlara ulaşmaktan daha kolaydı. Bu yüzden olsa gerek bir gün imkânım olursa kendim akıcı bir dille sağlam delillere dayanan kitaplar yazarak dinin akla ve fıtrata dayanan simasını çizmeye azmettim. Böylece yıllar sonra dinî kitaplar yazmaya yöneldim. Biraz önce isimlerini andığım kitaplarıma veya yazdığım makalelere bakarsanız, onları derli toplu ve hayata aktarılabilecek bir biçimde, akla ve fıtrata hitap eden bir yöntemle yazdığımı görürsünüz. Aslında yazılarımda, benim ve başkalarının zihnini kurcalayan soruların cevaplarını aradım. Ne mutlu ki zengin Şiî kültürü yazara böyle bir imkânı kolaylıkla sağlıyor. 

Kitaplarımdan bir kısmı Gadir-i Hum hakkında; mesela Gadir: Nemad-i Mihr, İlm ve Adalet (Sevgi, İlim ve Adalet Sembolü Gadir) üst başlığıyla yayımlanan seride yer alan Dersha-yi ez Hutbe-i Gadir (Gadir Hutbesinden Dersler) başlıklı kitabımı örnek verebilirim. Ayrıca, geçen yıl yayımlanan Necva Zir-i Asuman-i Gadir (Gadir Göğü Altında Yakarış) isimli kitabım Gadir ziyareti hakkında otuz dersi muhtevidir. 

Bu arada benim hiçbir iddiam yok; yaptığım geniş Şiî ilim sofrasından bir lokma alıp ehline ulaştırmaktan ibaret.

 

- Allame Eminî'nin el-Gadir kitabından söz edebilir misiniz? 

Allame Eminî hakkında çok şeyler söylendi ve söyleniyor. Sefine Dergisi'nin 38'inci sayısında yayımlanan ve derginin sitesinden de ulaşılabilen “Rahname-i Pejuheş Derbare-i Allame Emini” (Allame Emini Hakkında Araştırma Kılavuzu) başlıklı makale kanaatimce bu konuda yol gösterici olacaktır. Allame Eminî'yi tanımanın bir yolu da, Necef'teki ikameti sırasında, altmış yıl önce, orada kurduğu kütüphaneyi ziyaret etmektir. Bu kütüphane modern anlamda Necef'in ilk halk kütüphanesidir. Bendeniz defalarca bu kütüphaneyi ziyaret etme imkânı buldum ve her defasında bir verim elde ettim.

 Ama bu fırsatı yakalamışken birkaç hususa dikkat çekmek isterim:

 1) Allame Eminî, medresede aldığı eğitimden sonra merci, müderris, hatip, cami imamı olabilir veya din adamı sınıfına mahsus başka bir vazifeyi üstlenebilirdi. Ama o, hepsini bıraktı ve Emirelmüminin Ali'ye (a.s.) hizmet etmeyi yeğleyerek tutkuyla çalıştı. 

2) Gadir üzerine çalışmaya karar verince dini, hatta insaniyeti bütünüyle Gadir penceresinden izledi ve doğru da gördü. Zira Gadir, içinden yedi okyanusun kaynadığı havuzdur. Aslında insanî niteliklere dair her şeyi onda bulmak mümkündür. Bununla birlikte, el-Gadir kitabının, Allame Eminî'nin Gadir hadisesini ihya etmek için tasarladığı projenin yalnızca küçük bir parçası olduğunu hatırlatmak isterim. Bir yandan yetmiş yıllık ömür bu projeyi tamamlayabilmek için yeterli olmadı, öte yandan dönemin ilim camiası merhumun kadrini bilmedi, ihtiyaç duyduğu olanakları kendisine sağlamadı. Bunun üzerine Merhum Eminî, kişisel çabasıyla ilim ehline birtakım projeler önerdi ve gerçekleştirmelerinde onlara yardımcı oldu. Mesela, Merhum Muhammed Sadık Necmî'ye Seyrî der Sahihayn'ı (İki Sahih'te Gezinti), Merhum Esed Haydar'a el-İmam es-Sadık ve'l-Mezahibü'l-Erbaa'yı (İmam Sadık ve Dört Mezhep) yazmalarını önerdi ve onlara çalışmalarında yardımcı oldu. 

3) Allame Eminî el-Gadir'i Arapça kaleme aldı ve böylece daha fazla araştırmacının kitaptan istifade etmesini sağladı. Arap edebiyatının olanaklarını da kullanmış oldu. Neticede Arap edipler, Tebrizli bir âlim tarafından Arap edebiyatının olanakları kullanılarak yazılmış ayrıcalıklı bir kitapla karşı karşıya kaldılar. Bu nedenle hâlâ kitaptan övgüyle söz edilmekte, kitap saygı görmektedir. Tabii Merhum Mirza Muhammed Ali Ordubadi gibi edebiyatçı âlimler de Allame Eminî'ye yardımcı oldu. Allah hepsinden razı olsun! 

4) Allame Eminî el-Gadir kitabını yazdıktan sonra çalışmasının bittiği düşüncesine kapılmadı. Velayet hakikatini anlatmak için İran'ın muhtelif şehirlerine gitti, ilmî çalışmalar yapmak ve zengin kütüphanelerinden faydalanmak için Suriye ve Hindistan'a gitti ve oralarda birkaç ay ikamet etti, yine tedavi amacıyla yaptığı Londra yolculuğunu fırsata çevirerek orada ilmî faaliyetlerde bulundu. Bütün bu süre zarfında kitabını mükemmel hale getirmek, tekmil etmek için çabaladı. Hayatının sonlarına doğru kütüphanelerinden yararlanmak için birkaç aylığına Türkiye'ye gitti, fakat sağlığı kötüleşince iki hafta sonra dönmek zorunda kaldı. 

Her halükârda, çalışmalarından razı olmamasının ve sürekli çalışmasını geliştirme peşinde koşmasının kendisi önemli bir husustur ve öğretici bir derstir. İnternette ulaşılabilen “Salşomar-ı Allame-i Eminî” (Allame Emini Kronolojisi) başlıklı makalem onun yorulmak bilmez çabalarının bir kısmını ortaya koymaktadır. 

5) Allame Eminî hakkında söylediklerimiz onun eleştirilemeyeceği veya çalışmasına bir katkı yapılamayacağı anlamına gelmez; bilakis bu çalışmanın da, her ilmî çalışma gibi, ortaya çıkan ve yayımlanan yeni kaynaklar esasınca güncellenmesi gerekir. Elbette bu, bizim ilim camiasının ciddiye almadığı bir husustur.

 

- Gadir-i Hum hadisesi niçin yazıya geçirilmedi? 

- “Yazılı kültür” dediğimizde bu kavramın bizim düşündüğümüz şekliyle yalnızca kitabı şamil olmadığını bilmemiz gerekir. Genel anlamda iletişim araçlarını düşünmek daha sağlıklı olur ki o dönemde en önemli ve etkili iletişim aracı şiirdi. Bu bağlamda, Gadir-i Hum hadisesini tasvir eden ve tamamı erken döneme ait olan Hz. Ali'nin şiiri, Hassan b. Sabit'in ve hatta Amr b. Âs'ın şiirleri bugünün yüzlerce kitabından daha açıklayıcıdır ve ayrıca belge hükmündedir. 

Öte yandan, o dönemde, karşılıklı şiirlerin okunduğu münaşede meclisleri düzenleniyordu. Bu meclislerde şair, toplumun ileri gelenlerinden oluşan resmî bir topluluğun önünde, bazı olayları anlatıyor ve hazirunu (sözünü ettiği olayın oluş şeklini doğru şekilde anlattığına dair) şahit tutuyor, onlar da buna şahadet ediyorlardı. Bu meclislere dair rivayetler, Gadir-i Hum hadisesini ve hadisenin taşıdığı anlamı doğrulayan tarihsel belgelerin bir kısmını oluştururlar. Nitekim Allame Eminî de el-Gadir'inde bu rivayetlerden alıntılar yapmıştır. 

Kitaba gelince; bizim anladığımız şekliyle kitap olarak konuyla ilgili bize ulaşan kitaplar bulunmaktadır. Mesela Süleym b. Kays'ın ilk yüzyılda telif ettiği kitabı ve İsa b. Müstefad'ın ikinci yüzyılda yazdığı el-Vasiyye kitabını bunlara örnek verebiliriz. Daha sonra dördüncü yüzyıl ve sonrasından günümüze ulaşan çok sayıda kitap bulunmaktadır. 

Merhum Ayetullah Seyyid Abdülaziz Tabatabaî -Allame Eminî'nin ve Aga Buzurg Tahranî'nin talebesiydi- Gadir-i Hum hadisesinin yazılı kaynaklarına dair el-Gadir fi türasi'l-İslâmî (İslamî Kültürde Gadir) başlıklı bir bibliyografya kaleme almıştır. Bu kitap, Ensarî-i Zencanî'nin ekleriyle Farsçaya aktarılmış ve defalarca yayımlanmıştır. Ayrıca Seyyid Ahmed Hüseyinzade de farklı bir yöntem izleyerek başka bir bibliyografya hazırladı, şimdiye dek yayımlanmış olması gerekir.

 

- Ehl-i Sünnet'in Gadir-i Hum bağlamında reddettiği şey nedir? Şayet reddiyeler söz konusu ise bunlara karşılık ne gibi deliller ileri sürülmektedir?

 - Ehl-i Sünnet âlimlerinin reddiyelerinde çok sayıda hata göze çarpar. Burada muhtevaya ve yönteme dair iki hatadan söz edeceğiz. Muhtevaya dair ilk hata, Sünnî âlimlerin imameti incelerken tevhidi anlamamış olmalarından kaynaklanır. Gerçekten de Kur'ân'ın ortaya koyduğu tevhidin içeriğini hakkıyla idrak edemeyen biri “Allah'ın halifesi” (halifetullah) ve “Allah'ın hücceti” (hüccetullah) kavramları hakkında konuşamaz. Hiçbir önyargıda bulunmaksızın herkesi, Ehl-i Sünnet'in Kur'ân'dan sonra en sahih kitaplar olarak kabul ettiği iki kitaptaki, Buharî ve Müslim'in Sahih'lerindeki tevhidle ilgili rivayetleri eleştirel okumaya tabi tutmaya çağırıyoruz. Sonra da bu rivayetleri el-Kâfî ve Nehcü'l-Belağa'da söz konusu edilen tevhid anlayışıyla karşılaştırıp iki tevhid anlatısından hangisinin akılla ve Kur'ân'la bağdaştığı üzerinde iyice bir düşünsünler. 

Nübüvvet anlayışı da böyledir. Aslında imamet, nübüvvetin devamıdır. Nübüvveti nasıl algılarsak imameti o şekilde yorumlarız. Merhum Necmî'nin Seyrî der Sahihayn (Sahih'lerde Bir Gezinti) adlı kitabı bu konuda özgürce yapılmış bir araştırmanın ürünüdür. 

Şia'ya göre tevhid ve nübüvvet şudur: Allah, kullarına benzemekten (teşbih) münezzehtir, eşi ve benzeri yoktur. Kimsenin, hatta Son Peygamber'in tasavvur ve tahayyül gücü O'nu idrak edemez. Zulümden ve insanları bilhassa çirkin fiillere zorlamaktan beridir. Öte tarafta insanın kendinden olan hiçbir şeyi yoktur; sahip olduğu her şey, kendisini kemâl sıfatlara malik kılan Allah'ın mülküdür ve Allah, bütün bu sıfatların ilk sahibidir; dolayısıyla dilediği her an onları geri alabilir, çoğaltabilir veya azaltabilir. Hiçbir durumda zulüm etmez, ya adaletiyle hükmeder ya da fazlıyla. İnsan ise özgürdür; istediğini yapabilir ve yaptıklarının hesabını başkasına değil de sadece Allah'a verecek olan da yalnızca kendisidir.

 Doğal olarak, celâlet, azâmet makamından insanlığın hidayeti için gönderilen peygamber, geldiği makamın kutsiyet ve nezahetinin de taşıyıcısı ve nişanesi olacaktır. Aksi takdirde Allah'ın Elçisi'nin halifeliği ve ümmetin imameti iddiası boş ve yanlış bir iddia olur. Böyle bir imamın makamının bilinmesi ümmetin görevidir. Ümmet, Allah'ın Elçisi'nin halifesinin imamet makamını tanımasa ve O'nu imam olarak kabul etmese de, imamın makamından ve yükümlülüğünden bir iğne ucu kadar dahi olsa bir şey eksilmez. Çok kısa bir biçimde ifade etmeye çalıştığımız bu öğretiyi etraflıca açıklamak da mümkündür. Fakat genel hatlarıyla ortaya koyduğumuz şekliyle de aradaki ihtilaf anlaşılmaktadır. 

Yöntemle ilgili hataya gelince; Sünnî ulemanın metodolojik hatasının temelinde, erken dönem İslâm tarihinde meydana gelmiş olayları “mutlak hakikat” olarak kabul etmesi vardır. Böyle kabul ettiklerinden, olmuş olayları teorik bir zemine oturtmaya gayret ederler. Olanı teorik bir zemine oturtma girişimi Sünnî ulemanın en büyük hatasıdır.

Biz ise şunu söylüyoruz: Erken dönem İslâm tarihinin aktörleri, diğer her insan gibi seçiminde özgürdü ve bazen hatalıydı. Bu nedenle biz, hakikati, sahih ilkeler esasınca tanımlamamız gerektiği kanaatindeyiz. Dolayısıyla da Allah vergisi aklıselime başvurup kimin hakka uygun kimin hakka aykırı davrandığını tespit etmemiz icap eder. Tarih boyunca halifelerin yönetim metotları değişmiş ve bu değişime bağlı olarak âlimler imamet ve hilafet bağlamında farklı, kimi zaman da birbiriyle çelişen teoriler geliştirmişlerdir. Allame Eminî, bu konudaki tartışmaları kitabının yedinci cildinde, “Hilafet ve Anlamları” başlığı altında ele almıştır. 

Bunun bir örneği, Kurtubî'nin el-Câmi li-Ahkâmi'l-Kur'ân adlı tefsirinde açıkladığı Bakara suresi 30'uncu ayetinin yorumunda karşımıza çıkar. Onun sarahatle ortaya koyduğu üzere nasıl bir geçmişe sahip olursa olsun, zulüm de dahil hangi yola başvurmuş olursa olsun herkes Allah'ın halifesi ve Resul'ün halifesi olabilir. Kurtubî, Allah vergisi olduğunu söylediği bu türden hilafetin muhtelif şekillerini uzun uzadıya ele alır, elbette bunların incelenmesi ve eleştirilmesi gerekir. Bu görüş, Şeyh Sadûk'un Kemalü'd-Din kitabının başında aynı ayetten yola çıkarak tafsilatlı bir biçimde ortaya koyduğu Şiî imamet teorisiyle karşılaştırılmalıdır. Kaynakları belirttim ve bunlara herkesin ulaşması mümkündür. Ayrıca aklıselim en iyi ölçüdür.

 Eğer ümmet tarafından İmam Ali'nin (a.s.) gerçek konumu kabul edilmiş olsaydı, tefrikadan sakınmak açısından ümmetin durumu nice olurdu? Bu sorunun cevabı aynı mazmunda biri Hz. Fatıma'dan (a.s.), diğeri İmam Bâkır'dan (a.s.) nakledilen farklı hadiste verilmiştir: “Hak, hak sahibine verilmiş olsaydı Allah hakkında ihtilaf eden iki kişi bulamazdın!” İki hadis de oldukça güvenilir bir kaynak olan Kifâyetü'l-Eser'de geçer. Hz. Peygamber, kalıcı Gadir hutbesinde Kur'ân tefsirinin Hz. Ali'nin ve Masum İmamlar'ın şanı olduğunu, bunun onlara yaraşacağını bildirmiştir. Şimdi iyice düşünün: Bu hakkı Ehl-i Beyt'ten alıp onların muhaliflerine verenlerin veya Ehl-i Beyt'i ötekileştirenlerin öğretisinden tarih boyunca IŞİD ve benzeri cani güruhlardan başka ne çıktı ortaya?

 Söylediklerimin tam olarak anlaşılması için bir de şöyle anlatayım: Bazen bir kolunun veya bacağının insanın bedeninden ayrılması, kesilmesi gerekir. Böyle bir insan elsiz ve bacaksız olarak hayatına devam eder ama doğal olarak birtakım zorluklara da katlanması gerekir. Peki insanın ruhu bedeninden ayrılırsa geriye ne kalır? Bizim, imametin, din bedeninin bir uzvu değil de ruhu olduğu gerçeğini kabul etmekten başka çaremiz bulunmamaktadır. Şia'nın büyük fakihi Şeyh Müfid, “Namaz dinin direğidir” hadisini ele alırken “Elbette Allah'ı, Resulü'nü ve Masum İmamları hakkıyla tanıdıktan sonra namaz dinin direğidir” diye yazar. Söylemek istediği açıktır: Namaz dinin furuâtındandır, yani din ağacının bir dalıdır. Ama tanımak, marifet kesp etmek usuldendir, yani din ağacının köküdür. Dal, yaprakları ve taşıdığı meyvelerle göze güzel görünebilir, lakin sağlam ve sağlıklı kökü olmazsa ağaçtan geriye ne kalır ki?

 

Şia ne der? Şia, aklı, peygamberlerle ve imamlarla birlikte Allah'ın hücceti, Allah tarafından insana bahşedilmiş bir delil kabul eder. Bu noktada Allah'ın muhkem ayetine dayanır: “O, akıllarını kullanmayanları kirli (inkârcı) kılar.” (Yunus, 100) Şia'nın el-Kâfî, Vâfî, Bihârü'l-Envâr gibi muteber hadis derlemelerinde önemli konular öne alınır ve hepsi “Akıl ve Cehalet Kitabı” babıyla başlar; “İlmin Fazileti” ve “Tevhid” bablarıyla da devam eder. Bu tertibin, konuların bu sıraya göre ele alınması aynı zamanda bir mesaj taşır, biz henüz bu mesajın önemini kavrayabilmiş değiliz. 

Şia'nın aslı esası marifettir, tanımadır. Müminlerin Emiri Ali (a.s.) Kumeyl'e yaptığı vasiyetinde “Ey Kumeyl! Tanımaya, bilgiye ihtiyaç duyulmayan hiçbir hareket yoktur” buyurur. Tevhidi, nübüvveti ve imameti de marifet esasınca kabul etmemiz gerekir; aksi takdirde semeresi olmaz veya az olur, bazen de hüsrana götürür.

 Şia, Kur'ân'ı ölçü alır; Kur'ân'ı takip ettiklerini iddia edenleri değil. Dini de peygamberden öğrenir, başkalarından değil. Dolayısıyla Gadir-i Hum, Kur'ân'ın beyanıdır. Hz. Peygamber, Gadir hutbesinde, yaklaşık olarak yetmiş Kur'ân ayetini açıklamıştır ve bu ayetleri tanık tutmuştur. Sünnî muhaddisler imamete dair bu açık mesajı görmemek için inat ettiklerinden detaylı ve açıklayıcı Gadir hutbesinden mahrum kalır, sadece birkaç cümlesine işaret etmekle yetinir, bu birkaç cümleyi de arzularınca yorumlarlar. Onlar böyle yaparak kiminle inatlaştıklarını sanırlar? Kendilerini ilim kaynağından mahrum bırakmaktan başka ne yaparlar? İbn Sad, İmam Zeynelabidin'den (a.s.) çok sayıda hadis ulaştığını ancak çok azını naklettiğini yazar. Bunun neticesi nedir? Başta aklî ve ahlakî konularda olmak üzere sadece kaynakları fakirleşmiştir! 

Ladinî bir bakışla, yani İslâm'ın semavî bir din olduğunu ve Kur'ân'ın vahiyden kaynaklandığını kabul etmeyen, gelişmeleri sadece bir sosyal olgular zinciri olarak değerlendiren birisinin bakış açısıyla durumu değerlendirmek isteyen birinin İslâm'ın devamlılığını yorumlayabilmesinin en iyi yolu, bu dinin peygamberinin mesajına, üstelik ciddi bir kalabalık önünde yapılan ve sonrasında kadın ( o günün koşullarından kadınlardan biat alınması onlara statü kazandırmak açısından önemli bir gelişmeydi) erkek dinleyen herkesten biat alınan son önemli konuşmaya başvurmaktır. 

Biat merasiminin tamamlanması için üç gün boyunca her türlü imkândan yoksun o sıcak çölde kalınması ve aralıklarla tekrar eden “Ey insanlar!” hitabıyla dikkatlerin celp edilmesi, bütün bunlar verilen mesajın önemini gösterir. Ayrıca, “Ey insanlar!” hitabı, kıyamete değin bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda insanlığın tamamının muhatap alındığını gösterir. Dindar bir toplumda birisi kendisini bu mesajdan mahrum bırakırsa ne olur? Kur'ân bunun cevabını veriyor: “Kendileri de bunların hak olduklarını kesin olarak bildikleri hâlde, sırf zalimliklerinden ve büyüklük taslamalarından ötürü onları inkâr ettiler.” (Neml, 14) 

Şu halde Gadir'in mesajını anlamalı, ona boyun eğmeli ve hayatın her alanında bu mesajı amelî kılmalıyız.

 

- Gadir-i Hum hadisesiyle Şia'nın dinamizmi arasında nasıl bir irtibat vardır? 

- Şia, etkin, canlı bir hakikattir, dinamiktir. Mesele, bizim hayat tarzımızın dinamik hakikat karşısında nasıl olduğudur. Az önce Şia'nın akla ve fıtrata dayanan bir öğreti olduğunu söylemiştim; bu hakikat insaflı biri tarafından içselleştirilebilir. Mesele, bizim vazifemizi nasıl yerine getirdiğimizdir. Biz vazifemizi doğru bir biçimde yerine getirmeliyiz. Hoş olmayan davranışlarla ve yersiz yorumlarla vazifemizi bulandırmamalı, temsilcisi olduğumuz hakikati yanlış aksettirmemeli ve amelde bir tahrife yol açmamalıyız. 

Yersiz yorumlara teorik ve pratik açıdan örnekler vermem icap ederse şunları söyleyebilirim: 

Allah Resulü'nün farklı şekillerde kalıcılığını ve evrenselliğini altını çizerek açıkladığı hakikati biz muhtelif şekillerde sınırladık. Hakikati sadece Gadir-i Hum hadisesini andığımız günlerde, sempozyum gibi araştırmacıların katılımıyla düzenlenen programlarla değil de çoğunluğunu duygulara hitap eden, şiir okuma meclisleri gibi merasimlerin oluşturduğu etkinliklerde anlatır olduk. Böyle bir sınırlandırma Gadir-i Hum hadisesinin azametine gölge düşürmektedir, bu bir zulümdür. 

Hz. Peygamber, Gadir-i Hum'un mesajını iblağ etmeyi iyiliği emir, kötülükten sakındırmanın en başında görüyor; bizse iyiliği emredip kötülükten sakındırmayı birkaç fıkhi hükme uymakla sınırladık. 

Hz. Peygamber, Gadir-i Hum'un mesajını anlatmayı ana babaların, mürebbilerin, öğretmenlerin görevi olarak görüyor; bunlar nesilden nesile kıyamete kadar hakikat mesajını aktarmalıdır, anlatmalıdır. Bu, Gadir-i Hum mesajının İslâmî eğitim ve öğretim sisteminde önemli bir yere sahip olması gerektiği anlamına gelir. Oysa mevcut durum ortadadır.

 Demem o ki, dinî hakikatlerin “tüketimi”, bu hakikatlerden geniş bir sahada faydalanmanın önünü almaktadır. Tüketim, “tekrarcı olma” kaygısını beraberinde getirir. Fakat hepimizin birbirimize hatırlatması gereken şöyle önemli bir husus var: Bazı olaylar ve davranışlar tekrarcıdır, mesela ayı ve güneşi her gün görürüz, her gün yemek yer, su içeriz. Bütün bunlar tekrardır, onları her zaman “yeni” gösteren şeyse, onlara duyduğumuz ihtiyaçtır. Ne ihtiyaçlarımız eskir, ne de ihtiyaç duyduklarımız. Hz. Peygamber'in kabul edeceği, beğeneceği eğitim sistemi de “insanlarda daima sahip olduğu bütün genişliğiyle Gadir-i Hum mesajına ihtiyaç uyandırmak”, böylece insanları kendiliğinden bu mesajı öğrenmeye teşvik etmektir. Bu, ciddi bir programlama ister; aksi takdirde, özellikle de dinin şah damarını hedef almış düşmanın olduğu bir dönemde tembellik ve gevşeklikle bir neticeye ulaşılamaz.

Yapmamız gereken, söz ve amel yoluyla herkese Gadir'e yaraşır bir hayat tarzını benimsetmektir. Sözü uzatmamak için bir örnek vereceğim. Muhammed b. Ebi Umeyr, kendisi İmam Cafer Sadık'ın (a.s.) önde gelen dostlarındandı, ticaretle geçinir ve aynı zamanda İmam'ın hadislerini ve öğretisini yayardı. Dönemin idarecilerince hapse atıldı, dört yıl hapiste kaldı. Dönemin, hicrî ikinci yüzyılın koşullarında hapse atılmanın ne büyük bir ekonomik darbe olduğunu ve onun hayatını nasıl etkilediğini zihninizde canlandırın. Salıverildikten sonra bir Şiî onu ziyarete gider ve ona kendisine borçlu olduğunu söyleyerek on bin dirhem verir. İbn Ebi Umeyr bu parayı nereden bulduğunu sorar. “Ticaretten mi kazandın yoksa sana miras mı kaldı?” diye sorar. Adam, hiçbiri, der, sana olan borcumu ödeyebilmek için evimi sattım. İbn Ebi Umeyr o parayı almayacağına dair and içer; oysa bir dirheme bile muhtaç haldedir. Ama o, İmam Cafer Sadık'ın kimse borcunu ödemek için evini satmasın, dediğini duymuştur. Evini geri alması için on bir dirhemi adama verir. 

Bu Gadirce yaşamaya dair somut pratik bir örnektir. Toplumumuz bu nurani hakikatlere amelde ne kadar bağlı kalmıştır? Şia'nın dinamizmi ve Gadir'in yaşaması böyle davranışların, öğretiyle amel etmenin yaygınlaşmasına bağlıdır.

 

- Gadir Hum'a dair ne gibi çalışmalar yapılmıştır? Bu alanda çalışmak isteyen araştırmacılara tavsiyeleriniz nelerdir? 

- Günümüzde Kur'ân'ın öğrettiğinin aksine ilim ve amel birbirinden ayrılmış, bağımsızlaşmıştır. Bu bağlamda Gadir-i Hum'la ilgili çalışmalar da ilmî çalışmalarla sınırlı kalmış, bu çalışmalarda da Hz. Ali'nin hilafetinin hakkaniyetinin ispatlanması ve “farklı düşünenlerle” tartışma hedeflenmiştir. Hz. Ali'nin imametinin farklı boyutları ile imametin amelde neleri gerektirdiği üzerinde durulmamıştır. 

İlmî çalışmalar mutlaka gereklidir, ama asla yeterli değildir. Bizim “Ali'nin toplumunu” kurmamız lazım. Çünkü biz Âşurâ Ziyareti'nde geçtiği şekliyle Allah'tan “Hayatımızı Muhammed ve Âl-i Muhammed'in hayatı gibi, ölümümüzü Muhammed ve Âl-i Muhammed'in ölümü gibi” yapmasını isteriz. Şiddetle ihtiyaç duyduğumuz şey, bireysel ve toplumsal olarak inançta ve ahlakta İmam Ali'nin inanç ve ahlakını benimsemektir, onun gibi yaşamaktır. Bu amaca ulaşmak şunları gerektirir:

 a) Gadir-i Hum'u, yani dini, akla, fıtrata ve önceliklere riayet ederek ihtiyaçlara cevap verecek şekilde, doğru ve kapsamlı bir biçimde tanımak lazımdır. 

b) Gadir-i Hum'un tevhidin ve kulluğun gerçekleşme aracı olduğunu bilmek ve buna inanmak. Gadir-imamet-tevhid ilişkisini çok iyi bilmemiz gerekir. 

c) Amelin dindarlığın ayrılmaz parçası olduğunu bilerek ciddiye almamız gerekir. 

d) Bu sayılanların bize kazandıracağı bakış açısından sonra doğal olarak Gadir-i Hum tüketim nesnesi olmaktan çıkacak ve tükenmek bilmez toplumsal bir sermayeye dönüşecektir. Müminlere hitaben söylenen şu ilahî mesaj daima kulaklarımızda yankılanmalıdır: “Ey iman edenler, iman edin!” (Nisa, 136) Çünkü iman etmek, devam eden bir süreçtir.

 Bunlara ilaveten erken dönem kaynaklarındaki Gadir-i Hum rivayetleri ile Masum İmamlar'ın bu konudaki hadislerini bilmek bir zarurettir. Mesela İmam Hadi'den (a.s.) rivayet olunan Gadiriye Ziyareti, nispeten kısa olsa da İmam Ali'nin yaşam tarzını öğreten en güvenilir kaynaktır. Muhaddis Kummî'nin Mefâtihü'l-Cinân'da naklettiği bu ziyaret, genç neslin birçok sorusuna da cevap verebilecek niteliktedir.

 

- Gadir-i Hum ile Mehdilik inancı arasında nasıl bir irtibat vardır? 

- Gadir-i Hum hadisesi Hz. Peygamber'in vefatından yetmiş gün önce meydana geldi. Bununla birlikte, Gadir hutbesinin mesajlarından biri ümmetin geleceği ve Beklenen Mehdi'nin özellikleriyle zuhur asrının tasviridir. Mübarek hayatının son günlerinde ve peygambersiz kalacağı günlerin başlangıcında ümmetin kaderinin, geleceğinin açıklanması, meselenin önemini gösterir. İmam Mehdi'nin (a.s.) doğumundan yaklaşık iki buçuk asır önce Hz. Peygamber Beklenen İmam'ın özelliklerini açıklıyor ve ümmetini O'nu beklemeye çağırıyor. Bu dönem halkının, 12. İmam'ın imamet döneminde yaşayan ve O'nun tabileri sayılan insanların bekleyiş bağlamındaki vazifesi ne de ağırdır! 

Bugün için Gadir'e bağlı kalmak zuhuru beklemektir; aksi halde Vakıfe'nin başına gelen bizim de başımıza gelir. Vakıfe, İmam Musa Kazım'ın (a.s.) şehadetinden sonra O'nun şehid olduğu gerçeğini kabul etmeyen, O'nu son imam kabul edip zamanın imamının, yani İmam Ali Rıza'nın (a.s.) imametini kabul etmeyenlerdir. Hadislerde onlar hakkında “şaşkın, zındık” gibi tabirler kullanılmıştır. 

Bu konuda söylenecek söz, İmam Cafer Sadık'ın (a.s.) vefakâr sahabîsi Eban b. Tağlib'in imam hayattayken söylediği şu sözdür: “Şia, Hz. Peygamber'den sonra ihtilaflı konularda Ali'ye, Ali'den sonra İmam Sadık'a başvuranlardır.”

 Onlarca ayete, sahih hadise ve aklıselime dayanan bu söz bizim ödevimizi de açıklamaktadır. Tabii biz inkârdan söz etmiyoruz burada, gaflet hiçbir zaman inkâr anlamına gelmemekle birlikte Allah'ın hüccetinden gaflet etmek büyük günahtır. Gaflet devamlılık kazanırsa inkârla sonuçlanabilir.

 

Çev: İbrahim Erkin

Çarşamba, 25 Ocak 2017 03:20

Ali YERALEHL-İ BEYTİN SESİ KESİLEMEZ!

TV ON ve Yol TV'den sonra, 23.01.17 sabahına yine bir gece yarısı KHK ile uyanıp irkildik. Ehl-i Beytin 14 masum adıyla kurulan ON4 TV ile 12 İmamın adıyla yayın yapan Kanal 12'nin yayınları, maalesef Hükümetçe durdurulmuş ve tüm mal varlıklarına el konulmuştur.

Ülkemiz ile tüm İslam bölgesinin çok hassas ve kırılgan bir zaman ve zeminden geçtiği bir sırada, Hz. Ali'nin, Ehl-i Beytin, 12 İmamın, Aleviliğin, barış, hoşgörü, kardeşlik ve İslami vahdetin sesi olan bu 2 güzide E. Beyt kanalının kapanması, bizi son derece üzmüş ve tedirgin etmiştir. Ehl-i Beyt ile Aleviliğin sesinin kesilmesi ve boğulması anlamına gelen bu çirkin ve tehlikeli hareketi biz şiddetle kınıyor ve protesto ediyoruz. Bir sürü özel kanal yanında, bizden aldıkları vergilerle biz Alevilere hakaret edip tekfir eden Devletin resmi kanalı TRT, görmezden gelinirken hatta desteklenirken, ON4 TV ile Kanal 12'nin kapatılmasının açıkça Ehl-i Beyt ile Alevi düşmanlığına yorumlanmasından ve Ülkeyi mezhepçilik fitnesiyle daha da çok kutuplaştırmak ve çatıştırmak istenmesinden başka hiç bir izahı olmaz! Onun içindir ki, bu ateşle oyunun yetkililerce acilen düzeltilmesini istiyor ve bekliyoruz. Zira 80 Askeri cunta döneminde bile emsaline rastlanmayan bu ayrımcı ve tehlikeli kararın, sadece Vatan hainleri ile milletin birlik ve beraberliğine kasteden düşmanların işine geleceğinin, yetkililerce de anlaşılmasını istiyoruz.

Ülkemizin 1/3'ini oluşturan biz Aleviler, Caferiler, Bektaşiler, Şiiler, Kızılbaşlar, Tahtacılar, kısaca Ehl-i Beyt taraftarları, tarih boyunca sayısız baskı, haksızlık, şiddet, zulüm ve asimilasyon görmemize rağmen, biz hiç bir zaman zalim olmadık, zulme destek vermedik, İnancımıza, Vatanımıza, Bayrağımıza, milli birlik ve beraberliğimize de ihanet etmedik, etmeyiz de. Ama bu ve benzeri tehlikeli kararlarla, 21. asırda, inançlarımıza ve kalplerimize bile kelepçe takılmasına asla ve asla izin vermeyeceğiz. Herkesin gönlünde taht kurmaktan, Hz. Ali ile 12 İmamı anlatmaktan, Alevi - Sünni kardeşliği ile İslam vahdetini her zaman ve her yerde savunmaktan başka, bu güzide Ehl-i Beyt kanalların suçu - günahı nedir Allah aşkına, söyleyin de biz de öğrenelim bari? Kanaatimizce, bu tamamen Emevi zihniyetli Alevi - Caferi düşmanı FETÖ veya onun ismi altında saklananların tasarrufundan başka bir şey değildir. Zira ülke, hızlı adımlarla "tek devlet, tek vatan, tek bayrak" yerine, "tek mezhep, tek ırk, tek parti ve tek adam" tiplemesiyle dünyada eşi benzeri görülmemiş, çok tehlikeli ve karanlık bir girdaba sürüklenmek isteniyor. Unutulmamalıdır ki, dünyada hiç bir kişi, yetki ve makam kalıcı değildir. Ama Ehl-i Beytin mukaddes ve mutahhar nuru, tüm engellemelere rağmen, ilelebet parlamaya devam edecektir.

Biz Akdeniz Arap Alevileri ve barıştan yana tüm canlar olarak, ON4 TV ile Kanal 12'nin haklı mücadelesi yanında olduğumuzu, her türlü demokratik desteği vereceğimizi, bu tehlikeli kapatma kararını tekrar şiddetle kınadığımızı ve acilen bu tarihi hatadan dönülmesi gerektiğini, yetkililer ile değerli halkımıza ilan ederiz. Ehl-i Beyt kanallarının kapanması demek, hiç bir Alevi - Bektaşi - Caferi mescit, cemevi, türbe ve ibadet yerinin, hatta hiç bir Ehl-i Beyt taraftarının canının bile artık güvende olmaması demektir. Bunun tek sorumlusu da bu kararın altına imza atanlardır. Oysa bu milletin başta Alevisi - Sünnisi olmak üzere, her inancı, ırkı, ideolojisi ve siyasi görüşüyle Hz. Ali ve 12 İmam söylemlerinden rahatsızlık duyanlar değil, E. Beytin yakinen dostu ve aşığıdır.

Allah size akıl, basiret, adalet, vicdan, hidayet ve yanlıştan dönme erdemliliğini versin, Milletimizin kardeşliğini bozmaya da hiç kimseye fırsat vermesin! Başta Sünni kardeşlerimiz olmak üzere, her onurlu vatandaşımızı, demokratik hakkını kullanarak bu tehlikeli mezhepçi ve ayrımcı kararı düzeltmeye davet ediyoruz...

Ali YERAL

EHDAV Gn. Bşk.

BM Güvenlik Konseyi’nin kararına rağmen, İsrail yeni Yahudi yerleşim merkezleri inşa ederek Güvenlik Konseyi’nin kararını çiğnedi

İsrail, Filistin topraklarını işgal ettiği günden itibaren dünya ülkeleri Birleşmiş Milletler’in kararlarını ve bildirgelerini görmezden gelen Siyonist Rejim’ in işlediği suçlara gözlerini kapatıyor.

Siyonist rejim Arap ve diğer dünya ülkelerinin sessizliği gölgesinde Filistin halkını kendi topraklarından göç etmeye zorluyor ve bu kişilerin evlerini yıkarak askeri üsler ve Yahudi yerleşim yerleri inşa ediyor. Bir Filistinli düşmana saldırdığında bu Filistinlinin evi düşman tarafından yıkılıyor.

İşgalci rejim Filistinli vatandaşlara her yerde saldırıyor. Çünkü Filistin halkı işgalci rejimi düşmanları olarak görüyor ve bu rejim karşısında direnmeyi ve onları Filistin topraklarından çıkarmayı vazifeleri olarak biliyor.

Siyonist Rejim’e ait bir internet sitesi Siyonist Rejim Başbakanı Binyamin Netanyahu’dan naklen, onun işgal edilen Filistin topraklarındaki tüm Arap inşaatlarını ve yapıları yasa dışı olarak nitelendirdiğini ve bunun kurtulmak gereken bir hastalık olduğunu belirttiğini ifade etti.

Hal böyle iken dünya ülkeleri Siyonist Rejim’in Filistin topraklarındaki varlığını göremezden geliyor. Bu rejimin İslam ümmeti içerisindeki nüfuzu malign kanseri gibidir ve insanlar bütün güçleriyle bununla mücadele etmelidir.

Kudüs’te Siyonist Rejim yerleşke yapımından sorumlu belediye komitesi 560 Yahudi yerleşkesi yapımını onayladı. Bu, Siyonist Rejimin yerleşke yapım planının en büyüğüdür ve birkaç aşamadan oluşmaktadır. En büyük yerleşke yapım projesi Kudüs’ün kuzey ve batısında uygulanmaktadır. Bu plan şehrin coğrafi ve demografik yapısında büyük değişiklikler meydana getirmiştir. Bu yerleşkelerde oturanların sayısı 60 ile 80 bin kişiye ulaşmaktadır. Aynı zamanda Lefeta köyündeki yıkılan alanlarda da yerleşke yapımına yönelik planlar yapılmaktadır ve bu bölgenin sakinleri 1948 yılında göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu planların amacı, yeşil sınırları yeniden çizmek ve belirlemektir. Bu plan Batı Şeria’daki Yahudi yerleşim alanlarını yapılan yerleşkelerle birleştirecektir.

Konuyla ilgili olarak Kudüs Ulusal Halk Kongresi Genel Sekreteri Bilal El-Netşe Siyonist Rejim’in bu eylemleri hakkında uyarıda bulunarak, işgalci rejimin bu eylemlerin uluslararası çabalar konusunda bir engel oluşturacağını ve Filistin topraklarındaki bütün yerleşke yapımlarının durdurulmasını isteyen Güvenlik Konseyi’nin son kararına meydan okuduğunu belirtti.

Aynı zamanda Filistin Kurtuluş Örgütü İcra Komitesi Sekreteri Saib Arikat, Birleşmiş Milletler ve Birleşmiş Milletler’ in 2334 kararına oy veren bütün ülkelerden Birleşmiş Milletler’ in kararını ve ilgili kararları derhal uygulamaya koymalarını istedi.

Arikat uluslararası toplumun Siyonist Rejim’in zorbalıklarının ve Filistin halkının haklarını görmezden gelmesinin sorumlusu olduğunu belirtti.

Astana görüşmelerinin garantör ülkeleri İran, Türkiye ve Rusya’ın kabul ettiği ortak bildiride Suriye’de ateşkesin denetlenmesi için üçlü bir mekanizma kurulacağı açıklandı.
  
Kazakistan’ın başkenti Astana’da Rusya, Türkiye ve İran’ın garantörlüğünde düzenlenen Suriye barış görüşmeleri sonucunda üç ülkenin kabul ettiği ortak bildiri açıklandı.

Kazakistan Dışişleri Bakanı Kayrat Abdrahmanov tarafından okunan bildiri metnine göre; Rusya, Türkiye ve İran Suriye’deki ateşkesin denetlenmesi için üçlü bir mekanizma kurmaya karar verdi.

Suriye’deki krizin askeri bir çözümünün olmadığının altını çizen üç garantör ülke, uluslararası topluma, BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 numaralı kararındaki adımların uygulanması için Suriye’deki siyasi süreci desteklemeleri çağrısını yaptı.

Rusya, Türkiye ve İran’ın, muhalif grupların Cenevre görüşmelerine katılma istediğini desteklediği belirtilen açıklamada, üç garantör ülkenin Suriye’deki silahlı muhaliflerin terörist gruplardan ayrılmasının gerekli olduğu kaydedildi.

Türkiye Dışişleri Bakanlığı ise anlaşmanın tam metnini paylaştı:

İran İslam Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin heyetleri, Dışişleri Bakanlarının Moskova’da 20 Aralık 2016 tarihinde yaptıkları Ortak Açıklamaya ve 2336 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararına uygun olarak,
Suriye Arap Cumhuriyeti Hükümeti ile silahlı muhalif gruplar arasında görüşmelerin 23-24 Ocak 2017 tarihlerinde Astana’da başlamasını desteklediklerini,
BM Genel Sekreteri’nin Suriye Özel Temsilcisi’nin yukarıda bahsekonu görüşmelere katılımını ve kolaylaştırılıcığını memnuniyetle karşıladıklarını,
BM Güvenlik Konseyi’nce teyit edildiği şekilde, çok etnili, çok dinli, mezhepsel olmayan, demokratik bir devlet olarak Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne taahhütlerini yinelediklerini,
Suriye ihtilafına askeri bir çözüm olmayacağına ve ihtilafın sadece 2254 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararının tamamının uygulanması temelindeki bir siyasi süreçle çözülebileceğine dair inançlarını belirttiklerini,
Somut adımlar atmak ve taraflar üzerindeki nüfuzlarını kullanmak suretiyle 29 Aralık 2016’da imzalanan düzenlemeleri müteakip tesis edilen ve 2336 (2016) sayılı BM Güvenlik Konseyi kararıyla desteklenen ateşkes rejimini güçlendirmeye, ihlallerin asgariye indirilmesine katkıda bulunmaya, şiddeti azaltmaya, güven artırmaya, 2165 (2014) sayılı BM Güvenlik Konseyi kararına uygun olarak insani erişiminin hızlı ve sorunsuz şekilde önünün açılmasını ve Suriye’de sivillerin korunması ve serbest dolaşımını sağlamaya çalışacaklarını,
Ateşkesin izlenmesi ve ateşkese tam riayetin temin edilmesi, tahriklerin önlenmesi ve ateşkesin tüm modalitelerinin belirlenmesi amacıyla üçlü bir mekanizma tesis etmeyi kararlaştırdıklarını,
IŞİD/DEAŞ ve El Nusra’yla ortak mücadele etmek ve askeri muhalif grupları bunlardan ayırmak konusunda kararlılıklarını yinelediklerini,
Müzakere sürecinin 2254 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararına uygun olarak yeniden başlatılması için çabaların artırılmasına acil ihtiyaç bulunduğuna olan inançlarını bildirdiklerini,
Astana’da yapılan Suriye konusundaki Uluslararası Toplantının, hükümet ile muhalefet arasında, 2254 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı uyarınca doğrudan diyalog için etkili bir platform teşkil ettiğini vurguladıklarını,
Hükümet ile muhalefet arasında BM’nin gözetiminde 8 Şubat 2017 tarihi itibariyle Cenevre’de başlatılması öngörülen müteakip turuna silahlı muhalif grupların katılma arzusunu desteklediklerini,
Uluslararası toplumun tüm mensuplarına, 2254 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararında mutabık kalınan tüm adımların derhal atılmasını teminen siyasi süreci destekleme çağrısında bulunduklarını,
2254 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararının uygulanması yolundaki küresel çabalara katkıda bulunmak amacıyla, Suriyelilerin öncülüğünde, Suriyelilerin sahipliğinde ve BM’nin kolaylaştırıcılığındaki siyasi sürecin belirli hususlarına ilişkin olarak Astana platformunda aktif işbirliği yapmayı kararlaştırdıklarını, 
Suriye konusundaki Uluslararası Toplantıya Astana’da evsahipliği yaptıkları için Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’e ve genel olarak Kazak tarafına şükranlarını ifade ettiklerini bildirirler.

Bismillahirrahmanirrahim

Aziz genç öğrenciler!

Gençlik ve öğrenciliğin her biri tek başına, insanın yüce değerlere ulaşmasında yardım eden güçlü etkenlerdir. Sizler bu ikisinden başka, İslami teşkilatların etkili sisteme sahip olma gibi meziyet ve ayrıcalığa da sahipsiniz. Hüccet sizlere tamamlanmıştır.

Siz azizlerden dini, ilmi ve ahlaki eğitimden daha fazlası beklenmektedir; sizden beklenen bulunduğunuz bölgelerde Allah yolunun yolcularına fiil,davranış ve sözlerinizle örnek olup etki bırakmanızdır.

Küfür ve istikbar cephesiyle asimetrik savaşta, gerçek halis İslam‘ın dalgalanan bayrağı olmak hepimizin vazifesidir. Her birimiz, İslam ve sırat-ı mustakimin doğru maarifinin bereketli çeşmesi olmalıyız.

Pak kalpleriniz aydın ve canlı olsun!

Seyyid Ali Hamenei

20.01. 2017

Yahghee Lee, 12 günlük Myanmar ziyaretinin sonunda Yangon kentinde düzenlediği basın toplantısında, hükümetin Kaçin eyaletinde yaşayan azınlıklara yönelik müdahalesini ve Arakanlı Müslümanlara yönelik baskıları eleştirdi.

Raportör Lee, hükümetin yaklaşımının bu sorunları inkara yönelik olduğunu belirtti. Bu tavırların sadece ters etki yapmakla kalmayıp tüm ülkeyi kapsayan umutları da tükettiğine dikkat çeken Lee, gidişatı tersine çevirmek için çok da geç olmadığını vurguladı.

Hükümetin, Kaçin’in bazı bölgelerine seyahat etmesine engel olduğunu kaydeden Lee, bölgedeki durumun kötüye gittiğini ifade etti. Lee, seyahat edemediği bölgelerde yaşayanların kendisine, durumun giderek kötüleştiği bilgisini aktardığını dile getirdi.

Ordunun Arakan eyaletindeki̇ faaliyetlerini̇ eleştiren Lee, düzenlenen operasyonlarda Arakanlı Müslümanların haklarının ve onurunun önemsenmediğini ifade etti.

Arakan’ın Maungdaw bölgesine gerçekleştirdiği ziyarete değinen Lee, “Hatırlatmam gerekir ki bu saldırılar Rohingya nüfusuna karşı on yıllardır yapılan ve sistematik hale gelen ayrımcılık kapsamında yapılıyor. Umutsuz bireyler, umutsuz yollara başvuruyor” değerlendirmesinde bulundu.

Lee, hükümete Arakanlı Müslümanlara yönelik ayrımcılığa son verin çağrısında bulundu.

Arakan’daki ziyaretinde, sınır karakollarına saldırı düzenlediği iddiasıyla gözaltına alınanlarla da görüştüğünü belirten Lee, gözaltındakilerin çoğunun neden hapishanede olduklarını bilmediklerini söyledi.

Arakan’da 2012 yılında Budistler ile Müslümanlar arasında çıkan şiddet olaylarında çoğu Müslüman çok sayıda kişi yaşamını yitirmiş, yüzlerce ev ve iş yeri ateşe verilmiş ve binlerce Rohingya bölgeyi terk etmek zorunda kalmıştı. 

IŞİD terör örgütünün Irak Kürdistan iklimine saldırmasından önceki gizli kalmış açılar, söz konusu bölgesel yönetim haber kaynakları ve askeri kaynakları tarafından yayımlandı.
 
IŞİD terör örgütünün Musul ile Erbil arasında yer alan Gevir, Hazer, ve Mahmur şehirlerine saldırmasından 10 gün önce Kasım Süleymani Erbil’e yolculuk yaptı ve Mesud Barzani’nin yüksek seviyeli komutanlarının eşliği ile söz konusu bölgelerin savaş cephelerini  inceledi.

İran Devrim Muhafızları Ordusu Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani söz konusu incelemelerin ardından, aynı gün Mesud Barzani ile görüşerek, savaş cepheleri ile ilgili uyarılarda bulundu.  Kasım Süleymani, Barzani’ye “Savaş cephelerindeki mevcut durum,  IŞİD’in muhtemelen Erbil’e saldıracağını gösteriyor. IŞİD’in ilerlemesi çok zor engellenir’’ demişti.

Süleymani, Barzani ile olan görüşmesinde ayrıca Peşmerge güçlerinin IŞİD’in savaş taktiklerine karşı hiçbir hazırlığı olmadığını vurgulamıştı.

Irak Kürdistan bölgesi medyası tarafından yayımlanan habere göre; birçok askeri kaynağın belirttiği gibi Kasım Süleymani Tahran’a geri döndükten hemen sonra, Irak Kürdistan yönetiminin Tahran’daki temsilcisine ve Irak Kürdistan Demokratik Partisi’nin temsilcisine söz konusu uyarıları tekrarlayarak, Gevir, Hazer ve Mahmur’daki savaş cephelerine düzenin hakim olmadığını ve IŞİD terör örgütünün muhtemelen bu fırsatı Erbil’e saldırmak için kullanacağını söylemişti.

Ancak tüm bu uyarılara rağmen Irak Kürdistan yönetimi ve temsilcileri komutan Süleymani’nin askeri analizlerini önemsemedi ve Erbil’i IŞİD’in saldırabileceğinden çok daha güçlü bir bölge olduğunu düşünmüşlerdi.

7 Ağustos 2014 yılında, IŞİD bu fırsatı değerlendirerek, 3 stratejik eksenden Erbil’e saldırdı ve saldırının sonucunda, Hazer, Gevir ve Mahmur olan 3 önemli bölgeyi kolayca işgal etmeye başladı. Söz konusu saldırı ve Peşmerge’nin çok hızlı bir şekilde yenilmesi Barzani’yi fazlasıyla şaşırttı. Bu şakınlığın üzerine Barzani, Hoşyar Zebari aracılığı ile ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile konuya ilişkin görüştü.

John Kerry aynı gece Barack Obama’ya konuyu iletiyor ancak ABD’nin savaş uçaklarının Erbil’i savunmak için havalanması 2 gün sürüyor ve sonunda 9 Ağustos ABD savaş uçakları operasyon için havalanıyor.

Yayımlanan yeni raporlardaki dikkat çeken bir diğer konu ise, ABD savaş uçaklarının Erbil’i savunmak için havalanmasından 48 saat önce, Kasım Süleymani’nin komutanlığında özel güçlerden oluşan bir birlik, Peşmerge güçleri ile omuz omuza IŞİD’e karşı savaşıyordu. Yayımlanan raporlara göre; söz konusu güçler doğrudan Mesud Barzani’nin isteği üzerine gelmişti.

Hazer, Gevir ve Mahmur’un IŞİD terör örgütünün işgalinden kurtarılması ardından, Mesud Barzani İran Cumhurbaşkanı’na şahsen bir teşekkür mektup yazdı. Mesud Barzani mektupta İran’ın bir kez daha en zor durumda Irak Kürdistan iklimini savunmak için ayağa kalktığını söyleyerek,  İran’a teşekkür etti.

Söz konusu rapora göre; Erbil yetkililerinin John Kerry ve diğer yandan İran yetkilileri ile görüştüğü gece, dönemin Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu ile de iletişime geçtiler ancak Türkiye Erbil’in yüksek yetkililerinin yardım çağrısına hiçbir yanıt vermedi.

Raporun devamında yer alan bilgilere göre; Peşmerge güçlerinin IŞİD’e karşı savaşta kolayca yenilmelerinin asıl nedeni, Peşmerge komutanlarının disiplinsiz, hazırlıksız ve aynı zamanda kibirli olmalarındandı. Bu konular IŞİD’in saldırmasından 10 gün önce Süleymani tarafından Mesut Barzani ve Irak Kürdistan temsilcilerine söylenmişti ancak ciddiye alınmamıştı.

8 Ağustos tarihinde Mesud Barzani, Kasım Süleymani’nin askeri analizlerini ciddiye alıyor ve ilk olarak Mahmur ve Gevir komutanlarını değiştiriyor. Aynı günün akşamı Kürdistan terör karşıtı birliği, Peşmerge güçleri ve Kasım Süleymani ile beraber ciddi değişiklikler yaparak, IŞİD terör örgütünün hızlıca ilerlemelerini önlüyor.

9 Ağustos’ta ABD savaş uçakları söz konusu operasyona katılıyor ve IŞİD mevziilerini bombalıyor.

Irak Kürdistan medyası tarafından yayımlanan raporlar, henüz hiçbir resmi kaynak tarafından onaylanmadı ve reddedilmedi.