
کارگر
Independent: ‘Türkiye IŞİD’in güçlenmesinde suç ortağı’
Independent gazetesi başyazısında “birlik” yürüyüşlerine katılanların güçlerini sayılarından aldığını belirtiyor. Gazeteye göre Paris’teki yürüyüşe katılan bazı isimler“tedirgin edici”ydi.
BBC Türkçe’nin aktardığı habere göre Davutoğlu’na ağır sözlerle yüklenen gazete, “IŞİD’in Suriye ve Irak’ta güçlenmesinde suç ortağı olan Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu” ifadelerini kullandı.
Başyazıdan bazı satırlar şöyle:
“Yürüyüşe katılan 50 dünya liderinin bazılarının varlığı bir nebze de olsa tedirgin ediciydi: Victor Orban, Macaristan Başbakanı, cesur ve bağnaz toplumun yeni savunucusu; geçen yıl Gazze’deki dehçet verici savaşın yanı sıra yerleşim birimlerinin feci bir şekilde yayılmasından da sorumlu olan Binyamin Netanyahu; hükümeti eşcinsellere ve muhaliflere aman vermeyen Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov; devleti 20. yüzyılın ilk İslamcı vahşetinden -bir buçuk milyon Ermeninin soykırımla katledilmesinden- sorumlu olan, hükümetinin de IŞİD’in Suriye ve Irak’ta güçlenmesinde suç ortağı olan Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu. Hatta saldırgan Amedy Coulibaly’nin kız arkadaşı Hayat Boumeddiene’nin kısa süre önce Suriye’ye Türkiye üzerinden geçtiğine inanılıyor.”
GUARDIAN: ‘PARİS’E GİDEN BAZI LİDERLER ELEŞTİRİLİYOR’
Guardian’daki Mark Tran imzalı haberde de benzer satırlar var. Tran, ülkelerinin insan hakları ve basın özgürlüğü sicilleri pek de iyi olmayan bazı liderlerin Paris’teki yürüyüşe katılmalarının eleştiri konusu olduğunu yazıyor.
Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün bu noktada atıfta bulundukları ülkeler Mısır, Türkiye, Rusya, Cezayir ve Birleşik Arap Emirlikleri.
Guardian’ın haberinde ise Türkiye’de 70’e yakın gazeteci hakkında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yakın çevresindeki bazı kişilere yönelik yolsuzluk iddiaları ile ilgili haberleri yüzünden dava açıldığı belirtiliyor.
odatv
Fransa’daki saldırıya ışık tutan 11 Eylül öncesi ve sonrası-Analiz
Fransız felsefeci Jean Baudrillard, 11 Eylül saldırısı ve sonrası yaşananları Alman Spiegel dergisine değerlendirdi.
11 Eylül olayını bütün sembolik anlamı ile ortadan kaldırma imkanı olmadığını savunan Baudrillard’ın, 14 Ocak 2002 tarihinde yayınlanan mülakatının Türkçeleştirilmiş tam metni şöyle:
SPIEGEL: Sayın Baudrillard, siz 11 Eylül’de New York ve Washington’da gerçekleşen eylemleri “mutlak olay” olarak nitelediniz. ABD’yi, dayanılmaz hegemonyası ile kendisini yıkmak için dayanılmaz bir istek uyandırdığı yolunda suçladınız. Şimdi Taliban egemenliği zavallı bir biçimde çöktü. Bin Ladin artık kovalanan bir kaçak. Sözlerinizi geri alıyor musunuz?
Baudrillard: Ben hiçbir şeyi güzel göstermedim, kimseyi suçlamadım ve hiç bir şeyi meşrulaştırmaya çalışmadım. Elçiye zeval olmaz derler. Ben bir süreci analiz etmeye çalışıyorum: Globalleşme sürecini. Hudut tanımayan yayılmacılığı ile kendi imhasının şartlarını hazırlıyor.
SPIEGEL: Bu sözlerinizle dikkati, aslında tanımlanabilir suçluların ve teröristlerin bu eylemi yaptığı gerçeğinden başka bir yöne çekmiş olmuyor musunuz?
Baudrillard: Elbette somut aktörler var, ama terörizm ruhu ve panik onları aşıp çok daha ötelere geçiyor. Amerikalıların savaşı, yok etmek istedikleri görünür bir nesne üzerinde yoğunlaşıyor. Ama 11 Eylül olayını bütün sembolik anlamı ile o kadar kolay ortadan kaldırma imkanı yok. 11 Eylül’e karşı Afganistan’a atılan bombalar çok kifayetsiz bir eylemlilik.
SPIEGEL: ABD yine de barbarca bir baskı rejimine son verdi ve Afgan halkına barış içinde her şeye yeniden başlama olanağı sağladı. Meslektaşınız Bernard-Henri Lévy de olayı böyle değerlendiriyor.
Baudrillard: Durum bana o kadar açık gibi görünmüyor. Lévy’nin zafer havası bana yabancı. O, sanki dünyadaki kutsal ruhun araçları gibi gördüğü B-52 bombardıman uçaklarına alkış tutuyor sadece.
SPIEGEL: Yani adil savaş yok mu?
Baudrillard: Hayır, çünkü belirsizlikler çok fazla. Savaşlar çoğunlukla adalet güdüsü ile başlatılır, hatta bu hemen her zaman resmi gerekçeyi oluşturur. Ama meşru bile olsalar ve en iyi niyetlerle bile başlatılsalar, genelde baştaki isteklere göre bitmezler, farklı sonuçlara yol açarlar.
SPIEGEL: Amerikalılar tartışılmaz başarılar kaydetti. Birçok Afgan’ı şimdi daha iyi bir hayat bekliyor.
Baudrillard: Biraz durun bakalım. Daha bütün Afgan kadınlar peçelerini çıkarmadılar. Şeriat yürürlükte kalacak deniyor. Evet, Taliban rejimi yenildi. Ama El Kaide’nin uluslararası ağı hala duruyor. Ve Bin Ladin, ölü veya diri, kayıplara karışmış durumda, en önemlisi de bu. Bu durum ona mitsel bir güç veriyor, böylece doğaüstü bir boyut kazanıyor.
SPIEGEL: Yani Amerikalılar, Bin Ladin’i veya cesedini televizyonda herkese teşhir edince mi kazanmış sayılacaklar?
Baudrillard: Bu çok tartışmalı bir şov olurdu ve o zaman da şehit rolüne bürünebilirdi. Onu teşhir etmek ille de büyüsünü bozmak anlamına gelmiyor. Mesele zaten sırf bir toprak parçasını veya halkı kontrol etmek veya karşıt bir örgütü çökertmekten ibaret değil. Operasyon nerdeyse metafizik boyutlara ulaştı.
SPIEGEL: Neden Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılmasını birkaç gözü dönmüş fanatiğin akıldışı bir eylemi olarak, bu basitlikte tarif etmekten kaçınıyorsunuz?
Baudrillard: Bu iyi bir soru, ama bir doğal afetle bile karşı karşıya olsaydık olayın sembolik önemi yine de kalırdı. İnsanları bu olayın bu kadar büyülemesi de zaten bu yüzden. Burada öyle bir şey oldu ki, eylemcilerin iradesini kat be kat aşıyor. Nihai bir düzene, nihai bir güce karşı evrensel bir alerji var. Ve Dünya Ticaret Merkezi’nin kuleleri, bu nihai düzeni en mükemmel şekliyle temsil ediyordu.
SPIEGEL: O zaman siz bu terörist çılgınlığı, kendisi megalomaniye kapılmış bir sisteme karşı kaçınılmaz bir tepki olarak mı değerlendiriyorsunuz?
Baudrillard: Sistemin kendisi totaliter iddiası ile bu korkunç karşı-saldırının nesnel koşullarını yaratmıştır. Globalleşmeye içsel olan çılgınlığın kendisi çılgınlık üretmektedir. Dengesiz bir toplumun suçlu ve psikopat üretmesi gibi. Gerçekte bunlar sadece kötülüğün semptomları, işaretleridir. Terörizm virüs gibi, her yerde. Ev olarak Afganistan’a ihtiyacı yok.
SPIEGEL: Globalleşme ile ona karşı direnişi bir hastalık gibi tarif ediyorsunuz, kendi kendini imha süreci gibi. Analiziniz bu anlamda skandal değil mi? Ahlak boyutunu tamamen hiçe sayıyorsunuz.
Baudrillard: Ben kendi tarzımda pekala ahlakçıyım. Analizin bir ahlakı vardır, doğruyu söyleme zorunluluğu. Gözlerinizi gerçeğe kapatmanın, dayanılması güç olanı göz ardı etmek için bahane aramanın ahlak dışı olduğunu söylemeye çalışıyorum. Olguları iyi ve kötü karşıtlığının dışında görmemiz gerekiyor. Ben olayla olduğu gibi yüzleşmeye çalışıyorum, ikircikli olmadan. Bunu yapamayan, ahlakçı bir bakışla gerçek tarihi yalanlamak zorunda kalacaktır.
SPIEGEL: Peki ama terör eylemi sizin iddia ettiğiniz gibi zorunlu, yani nerdeyse bir kader gibi gerçekleşiyorsa, bu onu meşru kılmaz, onun özrü olmaz mı? Yani sorumlu bir özne yok demektir.
Baudrillard: Analizimin kelimelere dökülmüş hali belirsizlik yaratıyor, bunun farkındayım. Sözlerim bana karşı kullanılabilir. Ama ben cinayeti ve katliamı övmüyorum, bu aptallık olurdu. Terörizm sömürü, baskı ve kapitalizme karşı çağdaş bir devrim biçimi değil. Hiçbir ideoloji, hiçbir dava için mücadele, hatta İslamcı köktencilik de onu açıklamaya yetmez.
SPIEGEL: Ama globalleşme niçin kendisini yok etmeye çalışsın ki? O, herkes için özgürlük, refah ve mutluluk vaad etmiyor mu sonuçta?
Baudrillard: Bu dediğiniz ütopik bakış açısı, yani bir anlamda işin reklamı. Bütünüyle olumlu bir sistem yoktur. Pozitivist tarih ütopyaları genelde müthiş öldürücüdür, faşizmin ve komünizmin gösterdiği gibi.
SPIEGEL: Globalleşmeyi gerçekten de 20. yüzyılın en kanlı sistemleriyle karşılaştıramazsınız.
Baudrillard: Globalleşme, eskiden sömürgecilik gibi olağanüstü bir şiddet üzerine kuruludur. Batı dünyası bundan çoğunlukla yarar sağlasa bile onun faydalanandan çok kurbanı var. Elbette ABD prensipte her ülkeyi Afganistan gibi kurtarabilir. Ama bu ne acayip bir kurtuluş olurdu, değil mi? Bu şekilde mutlu edilenler buna kesinlikle direnecektir, gerekirse terörle.
SPIEGEL: Yani siz globalleşmeyi bir tür sömürgeleştirme olarak mı görüyorsunuz – Batı medeniyetinin yaygınlaştırılması kisvesi altında bir sömürgecilik mi?
Baudrillard: Globalleşme Aydınlanma’nın son noktası olarak gösteriliyor, bütün çelişkilerin çözüldüğü nihai durak. Gerçekte ise her şeyi pazarlık edilebilir, parası ödenebilir bir değişim değerine indirgiyor. Bu süreç aşırı şiddet yüklüdür, çünkü her şeyin tek tipleştiği bir ideal durum hedefliyor. Tekil olan, özgün olan, yani her değişik kültür ve sonuçta her parasal olmayan değer ortadan kalkmalı. İşte bakın: Bu noktada ben hümanist ve ahlakçıyım.
SPIEGEL: Globalleşme ile özgürlük, demokrasi ve insan hakları gibi evrensel değerler de yaygınlaşmıyor mu?
Baudrillard: Global ile evrensel arasında radikal bir ayrım yapmamız gerekir. Aydınlanma’nın tarif ettiği evrensel değerler aşkın bir ideali simgeler. Benliği özgürlüğü ile yüzleştirir, bu sürekli bir görev ve sorumluluk demektir, basit bir hak değil. Global olanda bu tamamen eksik, o total ticaretin ve alışverişin işlerlik kazandığı bir sistemdir.
SPIEGEL: Yani globalleşme insanlığı özgürleştirmiyor, şeyleştiriyor mu?
Baudrillard: İnsanları kurtardığını iddia ediyor fakat sadece kuralları ortadan kaldırıyor. Bütün kuralların ortadan kaldırılması, daha kesin bir deyişle bütün kuralların salt pazarın kanununa indirgenmesi özgürlüğün tam tersidir – onun yanılsamasıdır. Onur, şeref, imtihan, feragat gibi eski moda ve aristokrat değerlerin artık hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.
SPIEGEL: İnsan haklarının sınırsız tanınması, bu yabancılaşma sürecine karşı güvenilir bir bariyer oluşturmaz mı?
Baudrillard: Ben insan haklarının çoktan globalleşme sürecine entegre edildiğini ve artık sadece bir meşrulaştırma aracına dönüştürüldüğünü düşünüyorum. Bunlar hukuki ve ahlaki üstyapının parçaları artık – kısacası bunlar işin reklam kısmı.
SPIEGEL: Yani yanılsama mı?
Baudrillard: Batı politikasının bugün insan haklarını farklı olana karşı bir silah gibi kullanması bir paradoks değil mi sizce? “Ya bizim değerlerimizi paylaşırsınız ya da……” hesabı. Demokrasi tehditle ve şantajla getiriliyor. Böylece kendi kendini sabote ediyor. Özgürlükten yana özerk bir karar değil artık söz konusu olan, global bir emirle karşı karşıyayız. Bu, Kant’ın kendisine özgür iradeyle uyumu gerektiren kategorik emrinin sapkınlaştırılmış halidir bir bakıma.
SPIEGEL: O zaman tarihin sonu, demokrasinin mutlak hakimiyeti yeni bir dünya diktatoryası biçimi, öyle mi?
Baudrillard: Evet. Ve buna karşı şiddet içeren bir tepkinin olmaması kesinlikle imkansızdır. Terörizm, başka bir direniş yolunun imkansız gözüktüğü anda ortaya çıkar. Sistem, kendisine direnen, yoluna çıkan her şeyi terörizm olarak görüyor. Batının değerleri ikircikli, belli bir tarihsel anda pozitif bir çekim oluşturabilir ve ilerlemeyi hızlandırabilirler, ama başka bir anda öylesine aşırı bir noktaya varırlar ki, kendi kendilerini bozar ve sonunda kendi amaçlarına karşı işlemeye başlarlar.
SPIEGEL: Globalleşme-Terörizm antagonizması gerçekten yok edilemez ise, o zaman teröre karşı savaşın ne anlamı kalır?
Baudrillard: ABD Başkanı Bush dost-düşman simetrisini yeniden yakalamaya çalışıyor. Amacı, tanıdığı zemine dönmek. Amerikalılar bu savaşı, dağdan inmiş bir kurt sürüsüne karşı kendilerini savunurcasına veriyorlar. Ama virüse karşı bu yol işlemez, mikrop çoktan içimizde. Artık cephe yok, savunma hattı yok, düşman onunla savaşan kültürün tam kalbinde artık. Eğer böyle dememiz gerekiyorsa bu, Dördüncü Dünya Savaşı’dır: Halklar, devletler, sistemler ve ideolojiler arasında değil, insan soyunun kendi kendisiyle yaptığı bir savaş.
SPIEGEL: O zaman sizce bu savaşın kazanılma ihtimali de yok?
Baudrillard: Bütün bunların nereye varacağını hiç kimse söyleyemez. Tabii mesele bir tarafın kazanması değil, bu insanlığın hayatta kalma meselesi sonuçta. terörizmin siyasi bir objesi yok, son noktası yok, ve bu açıdan bakıldığında terör gerçek ama absürd.
SPIEGEL: Bin Ladin’in ve İslamcıların pekala bir toplum tasarımı var, Allah’ın istediği katı ideal bir toplum tasarımı.
Baudrillard: Belki. Ama onları terörizme iten din değil. Bunu bütün İslam uzmanları belirtiyor. 11 Eylül’ün eylemcileri hiçbir talepte bulunmadılar. Köktencilik bir reddiyenin, bir karşı olma halinin ifadesidir. Taraftarları somut olarak bir şey kurmak peşinde değiller, kimliklerine tehdit olarak gördükleri bir şeye karşı çılgınca başkaldırıyorlar.
SPIEGEL: Bu, tarihte hep bir kültürel evrimin de yaşandığı gerçeğini değiştirmez ki. Batı medeniyetinin global yaygınlaşması tam da onun çekiciliğinin bir işareti değil midir?
Baudrillard: Neden çekicilik yerine üstünlük demekten kaçındınız? Bakın, kültürler diller gibidir. Her biri tektir, bitmiş bir sanat eserine benzer. Dillerin arasında hiyerarşi olmaz. Onları evrensel olanla ölçemezsiniz. Teorik olarak global bir dil yerleştirmeniz mümkündür, ama tehlike de zaten tam burada yatıyor.
SPIEGEL: Siz aslında ahlaki ilerleme fikrini reddediyorsunuz. Savunduğunuz o tekil, özgün olan kendi başına bir değer değil mi. İyi veya kötü olabilir…
Baudrillard: … evet, tekil her biçimi alabilir, kötünün ve terörün biçimini de. Ama yine de bir sanat eseri olarak kalır. Hem ben çoğunlukla iyi veya kötü kültürlerin varlığına da inanmıyorum. Evet, felaket getiren sapmalar olabilir, ama ikisi birbirinden ayrılamaz. İyiliğin arttığı oranda kötülüğün azalması diye bir şey yok. O yüzden ilerleme kavramı,doğa bilimlerinin rasyonelliğinin dışında gerçekten sorunlu bir kavram. Montaigne der ki: “İnsanda kötülüğü yok ederseniz, hayatının temel şartını yok etmiş olurdunuz.”
SPIEGEL: Yani cehennem olmadan cennet yok, lanet olmadan kurtuluş yok. Bu düalist dünya görüşünüz sizi kötümserlikten ve kadercilikten başka bir yere taşıyor mu?
Baudrillard: Kadercilik dünyanın kötü bir yorumudur, çünkü teslimiyete yol açar. Ben teslim olmuyorum, ben açıklık istiyorum, net bir bilinç. Oyunun kurallarını bilirsek onu değiştirebiliriz. Ben bu anlamda bir Aydınlanmacıyım.
SPIEGEL: Ama kötü hakkındaki bilginiz sizi onunla mücadeleye sevk etmiyor?
Baudrillard: Hayır, çünkü bu benim için anlamsız. İyi ve kötü ayrılmaz biçimde birbiriyle bağlantılıdır ve bu gerçekten de bir kader: Kaderimizin bir parçası.
SPIEGEL: Batı kültürü neden kötünün varlığına hiç katlanamıyor, neden hep onu göz ardı etmeye, yok saymaya çalışıyor?
Baudrillard: Kötü, felaket ile özdeşleştiriliyor, çünkü felakete karşı mücadele edebilirsiniz: Yoksulluğa, adaletsizliğe, baskıya, zulme vs… Bu olayın hümanist yorumu, patetik ve duygusal bir vizyon, acı çekenlere sürekli acıma duygusu. Kötü olan ise dünya, olduğu gibi, olmuş olduğu gibi. Felaket, dünyanın asla olmaması gereken durumu. Kötünün bir durumdan olağandışı bir felakete dönüştürülmesi, 20. yüzyılın en karlı sanayi dalı olmuştur.
SPIEGEL: Felaketin sonuçlarını onarabiliriz, zaten yaralarının sarılmasını ister, oysa kötüyü içimizden çekip atamaz mıyız?
Baudrillard: Batının yanılsamasıdır bu: Teknolojik mükemmeliyet ulaşılabilir gibi gözüktüğü için, ahlaki mükemmeliyet de sanki mümkünmüş gibi görünür, mümkün ve devralınabilecek bir şeymiş gibi. Gelmiş geçmiş en iyi dünyada hiçbir arıza yaşanmayacak bir mükemmel gelecek. Herkes kurtarılmalıdır -demokrasimizin çağdaş ideali bu. Her şey genetik olarak değiştirilecek, böylece insan türünün biyolojik ve demokratik mükemmeliyeti sağlanacak.
SPIEGEL: Batı’nın Tanrı tarafından kurtarılma idealini büyük ölçüde kaybetmiş olmasına hayıflanıyor musunuz?
Baudrillard: Biliyor musunuz, aslında bütün bu tartışmayı baş aşağı çevirmek lazım. Asıl heyecan verici soru, neden kötünün varolduğu değil. Doğal olarak kötü ta baştan beri var. Ama iyi neden var? Asıl mucize bu işte.
SPIEGEL: Siz bunu, Tanrı’ya başvurmadan açıklayabiliyor musunuz?
Baudrillard: Açıklamayı deneyenler oldu. 18. yüzyılda Rousseau ve diğerleri. Ama pek ikna edici olmadı. Gerçekten de en iyi ve kolay varsayım, Tanrı’nın varlığına inanmaktır. Tanrı da demokrasi gibi: en az kötü olan çözüm ve bu yüzden bütün çözümlerin en iyisi.
SPIEGEL: Sizi dinleyince, adeta Ortaçağ’da Katarcılara katıldığınız hissini ediniyoruz.
Baudrillard: A evet, ben Katarcıların dünyasını çok severim, çünkü Maniheist’im…
SPIEGEL: … yani ışık ve gece, iyi ve kötü arasındaki ezeli ve ebedi karşıtlığa inanıyorsunuz, öyle mi?
Baudrillard: Evet, Katarcılar maddesel dünyayı, Şeytan’ın yarattığı bir kötü olarak görürdü. Aynı zamanda iyilik ve mükemmeliyete ulaşmanın yolu olarak Tanrı’ya inanırlardı. Bu, kötülüğün sadece iyiliğin gitgide sönen bir uydusu olduğunu düşünmekten çok daha radikal bir görüştür.
SPIEGEL: Sayın Baudrillard, size bu konuşma için teşekkür ederiz.
Kaynak: 14.01.2002 – Der Spiegel
Mülakat: Romain Leick — Çeviri: Dilek Zaptçıoğlu
Boko Haram 2000 kişiyi öldürüp her yeri ateşe verdi
Nijerya'nın baş belası terör örgütü Boko Haram, Nijerya'da bir kasabaya saldırıp 2000 kişiyi öldürdü ve kasabaları yakıp yıktı.
Baga Bölge Şefi Baba Abbas Hassan, “Herkes Baga’dan kaçtı. Kasabamız cumartesi günü Boko Haram tarafından ele geçirildikten sonra binlerce kişi farklı yönlere kaçtı. Aldığım üzücü bilgilere göre, kasaba halkından bazıları Çad Gölü’nde botlarla kaçmaya çalışırken isyancıların açtığı ateşte ölmüşler. Bazıları da gölde boğulmuş” diye konuştu.
Hassan, ölenlerin sayısının net olarak bilinmediğini söylerken kimileri bu rakımı yüzlerce kişiyle kimisi ise binlerle ifade ediyor. Senatör Ahmed Zannah da hükümetin kasabadaki durumla ilgili harekete geçmesi gerektiğini belirtti. Savunma yetkilisi Alex Badeh, Baga’daki saldırıları doğrulayarak askeri operasyon planlandığını duyurdu. İngiliz haber kuruluşu BBC’nin haberine göre militanlar bütün kasabayı kurşundan geçirdi, sokaklar hayatın kaybedenlerin cesetleriyle doldu.
Gazze'de çocuklar soğuktan can veriyor
Irkçı rejimin Gazze Şeridine yönelik son saldırılarında evlerinden avare olan ve yakıt sıkıntısıyla karşı karşıya olan Gazze'de insanlar aşırı soğuktan üçü çocuk dört kişi yaşamını yitirdi.
İrna'nın Filistin Mea haber ajansından naklen verdiği haberde, Filistinli iki aylık bir bebek cumartesi günü Beytu Hanun'da soğuktan donarak öldü.
Aşırı soğuklar 22 yaşındaki Ahmet Sofyan El Laham adındaki Filistinli'nin de Hanyunus'un güneyinde hayatını kaybetmesine sebep oldu.
Gazze Sağlık Bakanlığı Sözcüsü Eşref El Kudre cumartesi günü yaptığı açıklamada, Adel Maher El Laham(bir aylık) ve Rhof Ebu Asi(iki aylık) bebeklerin de Hanyunus'un güneyinde aşırı soğuklardan öldüklerini belirtti.
Irkçı rejimin Gazze'ye düzenlediği son saldırılar sebebiyle, Gazze halkı avare hayatını yaşamakta ve aşırı soğuklar onların çilelerini daha da artırıyor.
Türkiye’den 12 bin Terörist Suriye’de Terör Örgütlere Katıldı
Türkiye’de Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ, Türkiye’den Suriye’ye gelip terör örgütü IŞİD ve Nusra Cephesine katılan 12 bin kişinin bulunduğunu söyledi.
Rotahaber web sitesinin haberine göre Özdağ; Suriye’ye gelen söz konusu bu kişilerin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğunu belirtti. Özdağ, bunların bir kısmının tek başlarına geldiklerini, bir kısmının ise ailesini de yanında aldıklarını ifade etti.
Suriye’de tekfirci terör örgütlere katılımların sadece Türkiye’den olmadığına da dikkat çeken Özdağ, “Örneğin Kazakistan’ın kuzeyinden 400 kişilik bir aile gidip Rakka’ya yerleşmiş, bazıları ailece gidiyorlar” dedi.
Ümit Özdağ, başkanı olduğu enstitüdeki çalışmayla ilgili ortaya çıkan bilgileri Taraf’a anlattı. Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Güler’in büyükelçiler konferansında söylediği, “Türkiye sınırından Suriye’ye geçmek isteyen 100 bin kişiyi önledik. Bunun yedi binden fazlası yabancı savaşçıydı” sözüne atıfta bulunan Özdağ, “Bunun anlamı 93 bin tanesi Türk demektir” dedi.
Bilindiği üzere ordu birliklerimizin muhtelif bölgelerde terör çetelere yönelik operasyonlarında şu ana dek çok sayıda Türkiye vatandaşı terörist öldürüldü, birçoğu da canlı olarak tutuklandı.
İngiliz Şia’sının Batı ve Siyonist rejime yaptığı hizmet
Hüccetu-l İslam Zunnur, “Siyonist rejimin varlığı ve istikbarın bölgedeki etkinliği Müslümanların arasındaki ihtilafa dayanmaktadır ve Müslüman toplumdaki ihtilaflar Siyonist rejimin istikrar içinde büyüdüğü ve geliştiği bir ortamdır” dedi.
Şehit Ruhaniler Kongresi Genel sekreteri Hüccetu-l İslam Mücteba Zunnur, Rasa Haber Ajansı muhabiriyle yaptığı röportajda, İslam Cumhuriyetinin vahdet konusunda İslam dünyası için örnek olduğunu belirterek, şöyle dedi: İslam İnkılabı Müslümanlar arası vahdetin öncüsü ve ilk gündeme getirenidir. İmam Humeyni (r.a) vahdetin mubdii ve öncüsüydü. Ülkemizde çeşitli kesimler arasında birliğin sağlanması ve bu sayede inkılabın kalıcı hale gelmesiyle birlikte vahdet nidası İslam dünyasında yankı buldu ve Müslümanlar vahdete yönelerek birbirlerine destek oldular.
İstikbar cephesinin Müslümanların birleşmesinden korktuğunu söyleyen Hüccet-l İslam Zunnur, şunları belirtti: Müslümanların vahdeti beraberinde istikbar cephesinin ürkmesi ve Siyonist rejimin ortadan kalkmasını getirecektir; Siyonist rejimin varlığı ve istikbarın bölgedeki etkinliği Müslümanların arasındaki ihtilafa dayanmaktadır ve Müslüman toplumdaki ihtilaflar Siyonist rejimin istikrar içinde büyüdüğü ve geliştiği bir ortamdır. Dolaysıyla küresel istikbar, İslam inkılabının model haline gelmesi ve Müslümanların birlik ve beraberliğinden oldukça endişelidir.
Düşmanın İslam mezhepleri arasına tefrika atmaya ilişkin yöntemlerine değinen Zunnur, “Irki ve mezhebi duyguları tahrik etme, İslami gurupları birbirinden korkutma ve İslami mezheplerin birbirlerini itham etmesini sağlamak Müslümanların arasına ihtilaf atma yöntemlerinin başında geldiğini” vurguladı.
Hüccetu-l İslam Zunnur, İslam dünyasının içindeki olumsuzluklardan yararlanarak yabancı basında Şia’yı tehlikeli yansıtmaya çalışan çevrelere işaret ederek şöyle dedi: Başta Arabistan olmak üzere bölgedeki bazı devletlerin yaşamı, milyonlarca Müslüman’ı Şia’dan ürkütmeye bağlıdır. Çünkü Şia ve İslam inkılabının vahdetten yana olması ve istikbar karşıtlığı model olabilir ve böyle bir vahdet modelini, Arabistan kralı ve küresel istikbarın işbirlikçileri Müslümanlar için oluşturamazlar.
İngiliz Şia’sına tepki gösteren Zunnur, şöyle söyledi: Londra’dan beslenen Şia fenomeni, İŞİD’e güç kazandıran bir etkendir; bu Londra sakinleri, Müslümanların bölgedeki temel düşmanı yani Siyonist rejimin dikkatlerden çıkması için Şia adına Müslüman mezheplerin mukaddesatına hakaret etmekteler.
Zunnur, şöyle devam etti: Londra Şia’sı, kame vurma gibi asılsız konuları din adına öne sürerek bu ameli ibadet niyetiyle yapıyorlar. Oysa Şia’nın büyük taklit mercileri, değil sadece kame vurmanın asılsız oluğunu belki bu amelin günah olduğunu belirttiler. Reuters Haber Ajansının bu yılki Aşura olayına ilişkin haber başlığı, küçük bir çocuğun kame vurma fotosuyla birlikte yayınladığında, İŞİD gibi tekfirci ve aşırı gurupların propaganda malzemesi olmuştu.
Aşırı Şii ve Sünni akımların girişimlerinin, İŞİD’in İslam dünyasında ve dünyanın diğer bölgelerinden güç ve üye sağlamasına neden olduğunu dile getiren Hüccetu-l İslam Zunnur, şunları belirtti: Aşırı akımlar, Büyük Rehberlik Makamının deyişiyle, ne Şii’dirler ne de Sünni ve vahdetin temellerini tehlikeye atıyorlar. Müslümanlar arasında vahdetin kendi asli yerini bulması için ihtilaflı konulardan uzak durmak, ırksal, mezhepsel duygu ve taassupları kaşımaktan sakınmak ve sevgi, şefkat ve muhabbetin kaynağı olan ortak inançlarda diretmek gerekir.
Ebu Bekir el-Bağdadi, bir siyonisttir
Tekfirci İŞİD hareketinin mahiyetine de değinen Şehit Ruhaniler Kongresi Genel Sekreteri, şu açıklamada bulundu: İŞİD gurubu ve tekfirci akımlar, terörist saldırıları bilerek ve kasıtlı yapıyorlar ve Amerika’da eğitim gören Siyonist bir anne ve babadan doğan kendi ele başları Ebu Bekir el-Bağdadi gibi istikbarın uşağıdırlar. İŞİDçileri, kalbi din için titreyen ve dini duygularla Müslümanları katleden fanatik bir Müslüman gurup olarak gören kimse, büyük bir yanılgı içindedir.
Hüccetu-l İslam Zunnur, son olarak şöyle dedi: İslam mezheplerinin hiçbirinde, bebeklerin çocukların öldürülmesi, Müslüman kadınların satılması ve cismi içkence yapılmasına dair bir delil yoktur. İslam dünyası ve Müslümanlar tekfirci akımlardan ve İŞİD’ten beraat etmeleri gerekir.
Welayet News
Vahdet emperyalizm, siyonizm ve tekfirciliğe karşı olmaktır
“Bizler namaz kılarken; “ellerimizi indirerek mi kılsak yoksa göbeğimize mi koysak?” diye kavgaya tutuşurken, zalimler (emperyalizm/Siyonizm) bu elleri nasıl kessek diye düşünüyorlar!” İmam Humeyni(ra)
Allah’ın adıyla
Müslümanlar bugün yeryüzünde ikinci büyük inanç grubu. Yedi buçuk milyarlık insanlık aleminde, dünyanın en jeostratejik, doğal ve beşeri kaynaklar açısından en bereketli topraklarında oturan Müslümanların sayısı iki milyara dayanmış durumda.
Ancak yerküreye bir göz attığımızda görüyoruz ki, nerede bir savaş, zulüm ve kaos var, nerede kan ve gözyaşı varsa; orası İslam coğrafyası! Çiğnenen kutsallar, kirletilen iffetler, sömürülen kaynaklar, talan edilen zenginlikler vakay-i adiyeden hale gelmiş durumda. Toplumlar mazlum ve mustazaf düşmüş, yönetimler emperyalizm ve siyonizmin uşağı ve oyuncağı haline gelmiş!
“Peki, niçin?” sorusuna verilebilecek onlarca yüzlerce cevabın tümünü bir ana nedende toplamak mümkün: “İslam ümmetinin “vahdet”ten yoksun olması.” İslam ümmetinin emperyalizm ve siyonizm karşısında çaresiz düşmüş; İslam memleketlerinin gerek toplumsal ve gerekse kaynakları açısından sömürü coğrafyalarına dönüşmüş olmasının ana sebebi: “Müslümanları içten kemiren tefrika hastalığıdır!”
“Peki, çare nedir? Kurtuluşun bir çaresi var mı?” sorularının ise tek kelimelik ve kesin çözüm içeren bir cevabı vardır: “Vahdet”!
Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim: “Müminler ancak kardeştir. (Hucurat-10) Ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de Rabbinizim… (Enbiye-92) Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Bölük bölük olmayın… (Al-i İmran-103)” buyurarak bizlere kayıtsız şartsız “vahdet”i emretmiştir. Yine Kur’an-ı Kerim’e yöneldiğimizde görüyoruz ki; “Hz. Adem (a.s)’den Hatemü’n-Nebi Hz. Muhammed (s.a.a)’e kadar tüm ilahi davetçiler, tevhide/vahdete çağırıp; şirk, ikilim, üçleme, nifak ve tefrikadan nehyetmişlerdir.” Yalın akıl da bize İslam ve Müslümanların kurtuluşunun “vahdet”te olduğunu söylemek te zorluk çekmemektedir.
İşte bu nokta da; “vahdet, ama nasıl?” sorusuna cevap aramak gerekiyor. “Vahdet, soyut bir slogan olmaktan çıkarılıp uygulanabilir bir pratiğe dönüştürülmelidir.” Bunun içinde öncelikli olarak: “İslami vahdeti sağlayabilmek için önce vahdeti teorik ve bilimsel olarak doğru tanımlamak, doğru anlamlandırmak ve ardından ameli olarak vahdeti gerçekleştirmek için doğru adımları atmak gerekir.
Bir realite olarak İslam dünyası farklı mektep, mezhep ve meşreplerden müteşekkildir. İslam ümmeti esas itibariyle Ehl-i Sünnet ve Şia olmak üzere iki mektep ve bunların alt mezheplerinden oluşmaktadır. Vahdeti konuşurken önce bu hakikati kabullenmeli; farklı mektep, mezhep ve meşreplerin vahdetinden bahsettiğimizin farkında olmalıyız.
Bu veriler ışığında; “öyleyse vahdet nedir?” sorusunu doğru ve kamil olarak cevaplayabilirsek, hem “vahdet”in ne olduğunu kavrarız ve hem de “vahdet”e giden yola koyulmuş oluruz.
Vahdet ve birliğe davet eden kimse, davet ettiği insanlarla ortak noktaları olduğu gibi bazı konularda ayrı olduğunu da kabul etmiş demektir. Eğer farklılık olduğunu kabul etmiyorsa vahdete davetin manası kalmaz.
Vahdet, bazılarının anladığı gibi insanın kendi inanç ve görüşlerini terk edip başkasının inanç ve görüşlerini kabul etmesi değildir. Sünni ve Şia vahdeti demek, Sünnilerin kendi inanç ve mezheplerini bırakıp Şia olmaları ya da Şiaların kendi inanç ve mezheplerini terk edip Sünni olmaları değildir. Vahdet, herkesin kendi mektep ve mezhebi içerisinde kendi itikat ve inancını koruyarak, ortak sorunlara ve düşmana karşı güçlerini birleştirerek el ele omuz omuza vermeleri, emperyalizm ve siyonizme karşı: “Kur’an’ı, tevhidi düşünce ve yaşam biçimini, mukaddes toprakları, İslam coğrafyasını, Müslüman halkların hak ve kaynaklarını, ümmetin şeref, onur ve haysiyetini ve hatta tüm dünya mazlum ve mustazaflarını korumasıdır.”
Vahdet, aynileşme değil birlikte hareket edebilme eylem ve pratiğidir. “Peki, kıstas ne olacak?” sorusunu, “Vahdet Haftası” dolayısıyla İslam İnkılabı Rehberi Seyyid Ali Hamaney’in söylediği şu sözlerle cevaplayalım: “Müslümanlar gelsinler, beraber birlik olsunlar ve birbirleriyle düşmanlık yapmasınlar. Eksenleri de Allah’ın kitabı, Resulullah (s.a.a)’ın sünneti ve İslam şeriatı olsun. Bu söz kötü bir söz değildir. Bu söz, garazsız ve her akıl sahibinin kabul edeceği bir sözdür.”
Vahdeti sadece üzerine konuşulan soyut bir kavram olmaktan çıkarmalı ve reel olarak var olan ümmetin yine gerçekte var olan sorun ve düşmanlarına karşı koyma ve çözüm üretme pratiği olarak ele almalıyız. Bu nokta da; “İçinde bulunduğumuz zaman itibariyle “vahdet”in pratiği nedir? Mademki “vahdet” soyut bir kavram değil bir pratik, o zaman bu pratiğin yansımaları nasıl olmalıdır?” sorularını cevap olarak yansımaların bazıları neler olabilir maddeler halinde cevaplayalım.
1- Vahdet, bugün gerek İslam dünyasının ve gerekse dünyadaki tüm mazlum ve mustazaf halkların üzerine karabasan gibi çöreklenmiş emperyalizm ve siyonizme karşı olmak, onları İslam’ın ve insanlığın düşmanı olarak bellemektir.
2- Vahdet, iktidara ulaşmak ve makam sahibi olabilmek adına emperyalizm ve siyonizme uşaklık yapmamaktır. Ülkelerin ve halkların kaderini emperyalizm ve siyonizme bağımlı kılmamaktır. Güç ve meşruiyet kaynağı olarak kendi halkını görmek, onlarla bir ve beraber olmaktır.
3- Vahdet, Gasıp Siyonist Rejim’in işgal ve zulmü altında olan İslam’ın kıblegahı Mescid-i Aksa ve kutsal belde Kudüs’ün özgürlüğü için mücadele etmektir.
4- Vahdet, başta mazlum Filistin halkının gasbedilmiş toprak ve hakları olmak üzere, emperyalist ve siyonist işgal ve baskı altında olan tüm halk ve beldelerin özgürlüğü için çalışmaktır.
5- Vahdet, öncelikle birbirini tanıma, anlama ve “Müslüman Müslümanın kardeşidir” şiarını kabullenme, içselleştirme eylemidir.
6- Vahdet, asla “mezhep ve ırk faşizmi”ne bulaşmamaktır. “Mezhep ve ırk faşizmi”nin emperyalizmin İslam coğrafyasındaki en büyük silahı olduğunun farkına varmaktır. “Mezhep ve ırk faşizmi”ni İslam ümmeti içerisinden söküp atmak için çaba ortaya koymaktır.
7- Vahdet, “tekfircilik ve tekfiri akımları” reddetmektir. “Tekfircilik ve tekfiri akımların” İslam ümmetinin duçar olduğu en büyük musibetlerden olduğunu fark etmek ve onların örgütsel yapılarının birer terör örgütü olduğunu kabullenmektir.
8- Vahdet, “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin…” (Mümtehine-1) ve “Yahudi ve Hristiyanları dostlar edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar.” Ayet-i kerimeleri gereği Yahudi ve Hristiyanları “dost ve stratejik müttefik” kabul etmemektir.
İşte bu yansımaları taşıyan şahsiyet, topluluk ve milletler “vahdet” ehlidirler.
İmam Humeyni’nin konuyu özetleyen şu sözleri ile bitirelim: “Bizler namaz kılarken; “ellerimizi indirerek mi kılsak yoksa göbeğimize mi koysak?” diye kavgaya tutuşurken, zalimler (emperyalizm/Siyonizm) bu elleri nasıl kessek diye düşünüyorlar!”
Tefrika “şeytan”dan, birlik ve vahdet-i kelime “Rahman”dandır. Selam olsun “vahdet” ehline!..
Muntazar Musavi / Rasthaber
Düşmanlarımız petrolü bir siyasi silah olarak kullanıyor
Venezüella cumhurbaşkanı Nicolás Maduro’yu kabul eden İmam Hamanei, Venezüella devletinin tutum ve siyasetlerinden dolayı, özellikle de Siyonist İsrail rejimi karşısındaki tutumunu takdir ederek müstekbirlik cephesinin Venezüella’ya karşı düşmanlığının nedeninin, Venezüella’nın Latin Amerika gibi bir bölgede izlediği bu etkili ve yiğitçe tutum ve siyasetleri olduğunu bildirerek, İran İslam cumhuriyeti’nin Venezüella ilişkilerini tüm boyutlarda geliştirerek sürdürme konusunda kararlı olduğunu bildirdi.
Bu görüşmede Venezüella’nın müteveffa cumhurbaşkanı Hugo Chavez’i İran’ın iyi bir dostu olarak niteleyen İmam Hamanei, iki ülke arasındaki yakın samimi işbirliğine temasla Nicolás Maduro’ya hitaben, “Siz de kendi sorumluluğunuz döneminde bu işbirliğini sürdürerek, düşmanlarınız tarafından oluşturulan sorunlar ve komploların üstesinden yiğitçe gelmeyi başardınız” ifadesini kullandı.
Kısa bir süre içinde petrolün hızlı bir şekilde değer kaybetmesinin ekonomik olmayan siyasi bir hareket niteleyen İmam Hamanei, “Ortak düşmanlarımız petrolü siyasi bir koz olarak kullanıyorlar ve kesin olarak petrol fiyatlarındaki bu hızlı düşüşte bir rolleri var” dedi.
Petrol fiyatlarının düşmesi karşısında ortak tavrın takınılması hususunda İran ve Venezüella cumhurbaşkanları arasında alınmış kararları kendisinin de teyit ettiğini belirten İmam Hamanei, iki ülke arasındaki işbirliğinin petrol meselesiyle sınırlı olmadığını, halı hazırda beklentilerin çok altında olan iki ülke ekonomik işbirliği ve yatırımlar seviyesinin de hızla artırılmasının gerektiğini söyledi.
İmam Hamanei konuşmasının devamında bölgesel ve uluslar arası alanda Venezüella’nın direniş, siyaset ve girişimlerini takdir ederek, Latin Amerika ülkelerinin gerçekte Venezüella’nın stratejik derinliği olduğunu, Venezüella’nın ülküsünün gerçekte o bölgede çok ülke ve halkın uyanmasına yol açtığını, Amerika’nın Venezüella devleti ve halkına karşı düşmanlığının asıl nedeninin de bu konu olduğunu söyledi.
Siyonist İsrail rejiminin Gazze’ye yönelik başlattığı 51 günlük Gazze savaşı sırasında Venezüella devleti ve yetkililerinin takdire şayan tutum ve siyasetlerini de hatırlatan İmamHamanei, Siyonist İsrail rejiminin dünya genelinde özellikle de bölge halkları nezdinde tamamen nefret edilen bir rejim olduğunu, Venezüella yönetiminin bu rejime karşı yiğitçi tutumunun halklar içerisinde Venezüella için çok sayıda dosta yol açacağını söyledi.
Venezüella devleti için başarılar temenni eden İslam inkılâbı Rehberi Nicolás Maduro’ya hitaben, “Siz genç, irade ve kararlılık sahibi birisisiniz ve İran İslam cumhuriyeti de yıllardır iki ülke arasında var olan ve süre gelen işbirliğini daha da geliştirmek ve artırmak konusunda kararlıdır ve bu ilişkilerin gelişerek devam etmesi her iki ülke halklarının menfaatinedir” ifadesini kullandı.
leader.ir
Kadınlar ve Savaş - 1
Hepinizin bildiği üzere, sosyal olayların arasında bazıları toplumun sosyal yaşamını ve insanların hafızasını uzun süre etkiler. Bazıları da kısa süre sonra unutulur gider ve yerini yeni deneyimlere ve olaylara bırakır. Savaşlar insanların sosyal, iktisadi, kültürel ve ailevi yaşamını etkilediği için ve yine bir çok sosyal değişikliği beraberinde getirdiğinde, uzun süre akıllarda kalan ve insanların hafızalarından silinmeyen olaylardan biridir.
Savaşlar özellikle çeşitli toplumlarda kadınların üzerinde derin etki ve iz bırakır. Bazı kadınlar savaş yüzünden evini barkını ve aile fertlerini kaybederken, bazıları da yaşamını veya en azından sağlığını yitirir. Savaşın bazı kadınları, yaşamdan bıkacak noktaya getirir. Bazı kadınların ailesi çöker veya ciddi değişikliklere maruz kalır. Bazı kadınlar düşmana çok yaklaşır ve bazıları da tecavüze uğramak gibi acı ve aşağılayıcı deneyimlerle karşılaşır ve bazı kadınlar da yaşamı boyunca dünyayı bir boşluk gibi görmeye başlar.
Ama yine de bu kadınların tümü bir nevi güncel yaşamına geri dönmek zorundadır. Fakat hiç kuşkusuz bu kadınların savaştan önce yaşadıkları yaşamlarıyla savaştan sonra ve onca acı deneyimin ardından yaşadıkları yaşam birbirinden çok farklıdır. Çünkü bu kadınların yaşamında bir çok bileşen etkilenmiş, değişmiş veya yok olmuştur, öyle ki her birini onarmak veya telefi etmek bir ömür gerektirir.
Bugün ilkini sunduğumuz sohbetimiz kadınların savaşlarda yaşadıkları acı deneyimlerle ilgilidir. Dünyada artık hiç bir savaş olmaması dileğiyle sohbetimize başlıyoruz.
Kadınlar ve çocuklar savaşları başlatan kesim olmadığı halde tarihin de şahadetine göre savaşlarda bu iki kesim türlü biçimlerde en çok etkilenen kesimlerdir. Kadınlar ve çocuklar genellikle çatışmaların baş kurbanıdır ve yine savaşlarda mülteci durumuna düşen insanların büyük bir kısmını bu iki kesim oluşturur.
Tarihte de belirtildiği üzere geçmiş çağlardan beri beşeriyet tarihinde herhangi bir savaş veya çatışmada toplumun en kırılgan kesimleri olan kadınlar ve çocuklar en büyük cismi, ruhi ve psikolojik zararlara katlanmak zorunda kalmıştır. 20. yüzyılın başından beri dünyada yaşanan 250 savaşta kadınlar en çok zarara uğrayan toplumun en kırılgan kesimidir. Örneğin Saddam rejiminin İran'a dayattığı 8 yıllık savaşta nice masum kadın ve çocuk hayatını kaybetti, esir alındı veya en vahşi zulümlere maruz kaldı. Sırbistan ve Bosna savaşında onca acımasız katliamların sırasında nice kadın katledildi, ciddi cismi ve ruhi zararlara maruz kaldı. Küçük bir bölge olmasına karşın yoğun bir nüfusu barındıran Gazze şeridinde siyonist rejim İsrail bu bölgeye dayattığı son üç savaşta namertçe masum insanları bombardıman etti ve bu bombardımanların başlıca kurban kesimi yine kadınlar ve çocuklar oldu. Yine korsan İsrail'in Lübnan'a dayattığı 33 günlük savaş sırasında düzenlenen hava akınlarında kadınlar en çok kayıp veren kesimdi. Afganistan'da Amerikalılar düğün törenlerini bombardıman etti. Irak'ın işgali sırasında Amerikalı askerler insanların aile haklarını hiçe sayarak evlere baskın düzenledi. Şimdi de tekfirci IŞİD terör örgütüyle savaşta kadınlar 21. yüzyılda en zilletli ve en aşağılayıcı günlerini yaşıyor. IŞİD kadınları köle olarak satıyor, organlarını çıkarıyor, vahşice tecavüz ediyor ve kadınlara yönelik her türlü aşağılayıcı davranıştan kaçınmıyor.
Uluslararası Kızılhaç örgütü Tahran bürosu Başkanı Oliviye Martin bir konuşmasında bu gerçeğe işaret ederek şöyle diyor: Ben hizmet ettiğim bunca yıl boyunca kadınların silahlı çatışmalarda çektikleri acılara şahit oldum ve buna Afganistan, Kongo ve Irak'ı örnek verebilirim. Kadınlar silahlı çatışmaların sırasında ağır bedel ödüyor ve savaştan sonra da aile ocağını yeniden inşa etmekte de önemli rol ifa ediyor. Ancak günümüz silahlı çatışmalarında kadınların üzerindeki yıkıcı tesir arttıkça artıyor.
Konuşmasının devamında kadınların savaşlarda ifa ettiği rollerine işaret eden Martin şöyle diyor: Evin geçiminden sorumlu olan erkeğin yokluğunda kadınların aileye bakmak, biraz su ve ekmek bulmak için uzun yolları kat etmeleri gerekiyor ki bu da onların güvenliğinin yanı sıra cismi sağlığını da tehdit ediyor. Silahlı çatışmalarda en çok erkekler kaybolduğundan kadınlar sürekli büyük bir ıstırap içinde eşinden haber bekliyor. Kadınlar ailenin iktisadi güvenliğini temin etmek zorunda kalarak, savaştan kaynaklanan şiddetin en büyük kurban kesimini oluşturuyorlar.
Kuşkusuz savaşlarda kadınların maruz kaldığı şiddetin esas sebeplerinden biri, savaşan iki tarafın gücünün eşit olmamasıdır. Maalesef günümüzde savaşlarda kazanan taraf kaybeden tarafın namusuna ve kültürel inançlarına el uzatıyor. Bir çok savaşta kadınlara el uzatmak indirilen son darbeyi oluşturuyor. Örneğin ikinci dünya savaşında bu durum yenilgiye uğrayan Nazilere karşı Berlin'de yaşandı. Bu mesele hatta savaştan sonra da Almanya yönetimi için ciddi sorunlar yarattı, çünkü savaş sırasında tecavüze uğrayan kadınlar savaştan sonra da koca, kardeş ve baba gibi kendilerine yakın erkeklerin çeşitli şiddet uygulamalarına katlanmak zorunda kaldı.
Savaşta kadınlara yönelik şiddet uygulanmasının bir başka örneğini Japonya ordusunun ikinci dünya savaşı sırasındaki uygulamalarında görmek mümkün. 6 Ağustos 1945'te sabah saat 8:15 sularında Hiroşima kenti ve üç gün sonra da Nakazaki kentinin atom bombası saldırısına maruz kalmasının görüntüleri dünya medyasında binlerce kez yayınlandı. Fakat Japonya o yıllarda atom bombasının ilk kurbanı olmadan önce bu ülkenin ordusu günümüzde savaş suçu kabul edilen büyük bir cinayet işledi. Japonya ordusu ikinci dünya savaşı sırasında çoğu Çinli, Filipinli, Myanmarlı ve Koreli olan 200 bin kadar kadını köle gibi kullandı ve cinsel tecavüzde bulundu. Gerçi bazı Japon araştırmacılar bu meseleyi tekzip etti ve hatta Japonya'nın dönem Başbakanı Şinzo Abe 2006 yılında açıkça bu suçlamayı reddetti ve bu kadınların zorla cinsel ilişkiye zorlandığını gösteren hiç bir belge ve kanıt bulunmadığını iddia etti. Fakat bugün dünya genelinde 200 bin kadar genç kızın ikinci dünya savaşı sırasında Japon askerlerin tecavüzüne uğradığı konusunda konsensüs söz konusudur. Japon askerler teselli kadını veya huzur veren kadın olarak tabir ettikleri bu kadınları tecavüz ettikten sonra öldürüyordu. Bu korkunç cinayetin kurbanlarından birinin 1991 yılında anılarını dünya medyası ile paylaşması olayın doğruluğunu ortaya koydu.
Kim Sun Duk, japon askerlerin işlediği bu korkunç savaş suçunun kurbanı ve şahitlerinden biridir. O yıllarda henüz 16 yaşında olan ve Kore'de yaşayan Kim, konu ile ilgili ifşaatında günde en az kırk kez Japon askerlerin tecavüzüne uğradığını belirtti.
Yine Japon ordusunun bu savaşta işlediği korkunç cinayetlere şahit olan ve hala hayatta olan Lee Ek Sun da şöyle anlatıyor: Bizi her gün dövüyorlardı, bıçakla tehdit ediyorlardı, eğer onlara hizmet etmeyi reddedecek olursak acımasızca yaralıyorlardı.
1993 yılında Tokyo'da yayınlanan çok muteber bir araştırma, bu kadınların anlattıklarını ve Japon ordusunun işlediği cinayetleri doğruladı. Japonya yönetimi ilkin bu suçlamaları reddetti, fakat daha sonraları ve Tokyo mahkemesinin kurulmasının ardından bir kaç kez olayın kurbanlarından veya kalanlarından özür diledi, ancak tazminat ödemeyi reddetti. Japonya mahkemeleri ise bu cinayetten sağ geriye kalanların 75 ila 85 yaşında olduklarını ve yakında hepsinin öleceğini ve bu öykünün ebediyen unutulacağını düşünüyor.
Evet, biraz önce de belirttiğimiz üzere bu tür cinayetler günümüzde de devam ediyor. BM raporlarında modern savaşların esas kurbanlarının da başta kadınlar olmak üzere sivillerin oluşturduğunu itiraf ediyor. Savaşların kurbanı olan kadınlarla ilgili verilerin bazen ürpertici boyutlara ulaştığı gözleniyor. Örneğin 1994 yılında Ruanda soykırımı sırasında yüz ile 250 bin kadın cinsel tecavüze maruz kaldı. BM raporları Sieraleon'da da 1991 ile 2002 yılları arasında 60 bin kadın, Liberya'da 1989 ile 2003 yılları arasında 40 bin kadın, eski Yugoslavya'da 1992 ila 1995 yılları arasında 60 bin kadın ve Kongo cumhuriyetinde de 1998 ila 2008 yılları arasında tam 200 bin kadının cinsel tecavüze uğradığını gösteriyor. Uzmanlar bu rakamların gerçeklerin küçük bir bölümünü yansıttığını belirtiyor.
Gerçekte uluslararası Kızılhaç raporları dünyanın bir çok bölgesinde cinsel şiddet ve tecavüz vakalarının örtbas edildiğini gösteriyor, çünkü olayın kurbanları toplumda rezil olmak ve dışlanmaktan korkuyor. Bu yüzden çektiği acı ve uğradığı haksızlığı asla dile getirmek istemiyor. Fakat bu durumun dünya camiasının bu tür cinayetlerle mücadele etmesine mani olmaması gerekiyor.
28. Tahran Uluslar Arası İslami Vahdet Konferansı Son Buldu
28. Tahran uluslar arası İslami vahdet konferansı bir bildiri yayınlayarak çalışmasına son verdi.
28. Tahran uluslar arası İslami vahdet konferansına katılanlar kapanış bildirisinde siyonist İsrail rejiminin Filistin halkına yönelik her çeşit saldırganlık ve tecavüzünü, özellikle Mescidi Aksa'yı ve Filistin halkının evlerini tahrip etme yönündeki çirkef girişimlerini ve Gazze ablukasını şiddetle kınadılar.
28. Tahran uluslar arası İslami vahdet konferansına katılanlar ayrıca direnişi Filistin halkının kendi hakları savunmaları yönünde meşru bir hakkı olarak niteleyerek, ülkelerin demokratikleşmesi veya globalleşme bahanesiyle bazı ülkelerce gerçekleştirilen ferdi veya devlet terörizminin her çeşidini kınadıklarını bildirdiler.
İslam Konferansının kapanış bildirisinde ayrıca İslam mezhepleri arası takrib hedefinin tahakkuku için müslümanların bilinç seviyesinin artırılması ve İslami talim ve ahlakın daha fazla yaygınlaştırılması vurgulanmıştır.