کارگر

کارگر

Pazar, 28 Kasım 2021 04:12

Cumhurbaşkanı Reisi Aşkabat'ta

Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Türkmenistan'da EİT Ekonomik İşbirliği Teşkilatı'nın 15. Zirvesi'ne katılmak üzere Türkmen meslektaşının resmi karşılamasıyla Aşkabat'a geldi.

Cumhurbaşkanı Raisi ve üst düzey bir heyet, Cumartesi gecesi Türkmen Devlet Başkanı Kurbankulu Berdimuhamedov'un resmi karşılamasıyla Aşkabat Havalimanı'na geldi ve varışta üst düzey Türkmen hükümet yetkilileri tarafından karşılandı.

15. EİT Zirvesi 28 Kasım Pazar günü Türkmenistan'ın ev sahipliğinde yapılacak ve başkanlığını bu zirvede Türkmenistan üstlenecek.

Ziyaret sırasında Cumhurbaşkanı'nın yarın (Pazar) 15. Ekonomik İşbirliği Örgütü (EİT) Zirvesi'nde, İran İslam Cumhuriyeti'nin bölgesel ve uluslararası ilişkilerin güçlendirilmesi ve işbirliği ve ekonomik düzeyinin artırılması konusundaki tutum ve önerilerini ele alması planlanıyor.

Ziyaret sırasında Reisi, ikili ilişkileri geliştirmenin ve derinleştirmenin yollarını görüşmek üzere zirveye katılan mevkidaşlarıyla da bir araya gelecek.

Türkmenistan'da yaşayan İranlılar, İranlı işadamları ve EİT zirvesine katılanlarla bir araya gelmek, Cumhurbaşkanı'nın ziyaretinin bir diğer programı.

İran İslam Cumhuriyeti, Türkiye, Pakistan, Afganistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan, Tacikistan ve Azerbaycan Cumhuriyeti EİT'nin 10 üyesidir. ‌

Cumhurbaşkanı Reisi: Önceliğimiz bölge ülkeleriyle işbirliğidir

Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, 'Komşu ve bölge ülkeleri ile işbirliğine öncelik veriyor ve bu işbirliğinin ekonomik ilişkilerin geliştirilmesinde çok etkili olabileceğine inanıyoruz' dedi.

Tahran Mehrabad Havalimanı'nda EİT Zirvesi'ne katılmak için Aşkabat'a gitmeden önce açıklamalarda bulunan Cumhurbaşkanı Reisi, 'Bu gezi Türkmenistan Cumhurbaşkanı'nın daveti üzerine gerçekleşiyor. EİT Zirvesi'ne Türkmenistan Devlet Başkanı başkanlık ediyor ve ziyaretin amacı EİT Zirvesi'ne katılmaktır. Bu, daha iyi bir gelecek ve ilerici bir gelecek için birlikte olalım" sloganı ve bir zirve olarak gerçekleştirilecek olan 15. zirvedir' dedi.

Bu toplantının amacının EİT'de alınan önlemleri ve ayrıca bu örgütün gelecekteki kararlarını gözden geçirmek olduğunu dile getiren Reisi, bu gezinin diğer hedeflerinden biri olarak bölge liderleriyle ikili görüşmelere değinerek, 'Bu gezimizde bölge ülkelerinin liderleriyle ikili görüşmelerimiz olacak. Defalarca ifade ettiğimiz gibi, komşu ve bölge ülkeleri ile işbirliğine öncelik veriyoruz ve bu işbirliğinin bölgedeki ekonomik ilişkilerin geliştirilmesinde çok etkili olabileceğine inanıyoruz' ifadesini kullandı.

İran İslam Cumhuriyeti ve bölge ülkeleri için özellikle bu tip ekonomik ilişkilerin çok etkili olacağını belirten Reisi, 'Bir planımız var. Aşkabat ziyaretimiz sırasında Türkmenistan Cumhurbaşkanı'nın saygıdeğer ev sahibi ve bu ülkenin üst düzey yetkilileriyle doğal olarak bir görüşmemiz olacak. Türkmen yetkililerle yapacağımız görüşmelerin odak noktası olarak iki ülke arasındaki komşuluk ilişkileri, gaz, transit ve diğer konular masaya yatırılacak. ziyaretin hem bölgesel işbirliği hem de bölge ülkeleriyle ikili ilişkiler için ivme kazanmasını umuyoruz' diye ekledi.

İran- EİT ticaret hacmi 9.2 milyar dolar

Nüfusu 400 milyonu aşan 10 ülkeden (Afganistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Tacikistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkiye, Pakistan, İran ve Kazakistan) oluşan EİT, dünyada enerji arzı ve iletimi açısından önemlidir.

İran'ın geçen yıl 9 EİT üyesi ülke ile ticaret hacmi 11 milyar 565 milyon dolar oldu. Bu miktarın 4 milyar 816 milyon doları İran'ın EİT üyesi ülkelerden yaptığı ithalat, kalan 6 milyar 749 milyon doları ise İran'ın EİT üyesi ülkelere yaptığı ihracattn oluştu.

İran'ın en düşük ticaret hacmi Tacikistan (24 milyon dolar), en yüksek ticaret hacmi ise Türkiye (6 milyar 923 milyon dolar) ile oldu.

İran İslam Cumhuriyeti Gümrükleri de bu yılın ilk yedi ayında İran ile 9 EİT üyesi ülke arasında yüzde 48 artışla 9 milyar 233 milyon dolar ticaret hacmi yaşandığını söyledi.

Buna göre 17 milyon 440 bin 617 ton ağırlığında 6 milyar 30 milyon 544 bin 7 dolar ihracatın payı, 2 milyon 887 bin 222 ton ağırlığında 3 milyar 302 milyon 992 bin 785 dolar ise ithalatın payı olarak kayıtlara geçti.

Pazar, 28 Kasım 2021 04:10

İran'dan Erdoğan'ın Teklifine Destek

İran'ın Ankara Büyükelçisi Muhammed Ferazmend, ülkesinin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Kafkasya'da barış ve iş birliği için gündeme getirdiği 3+3 inisiyatifine destek verdiğini açıkladı.

Ferazmend, AA için kaleme aldığı makalede, Erdoğan'ın Kasım 2020'de gündeme getirdiği Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ile Türkiye, Rusya, İran'dan oluşan 3+3 fikrinin memnuniyetle karşılandığını ve bu kapsamda bölge ülkelerinde temaslarda bulunulduğunu hatırlattı.

İnisiyatifin İran'ın dış politikada izlediği temel ilkelere de uygun olduğunu kaydeden Ferazmend, "3+3 formatındaki inisiyatif, tam da İran İslam Cumhuriyeti'nin dış politikada izlediği temel ilkelerle, yani bölgesel sorunların bölgenin paydaş ülkeleri tarafından çözülmesi, gerginlik alanlarının en aza indirgenmesi, iş birliğinin geliştirilmesi ve bölge ülkelerinin yetenek ve kabiliyetlerinin sinerjisi yoluyla güçlü bir bölge oluşturma hedefiyle aynı doğrultudadır." değerlendirmesinde bulundu.

İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi hükümetinin de 3+3 girişimini desteklediğini belirten Ferazmend, 2020 yılında Karabağ'da çatışmalar sürerken dönemin İran Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşlerden Sorumlu Bakan Yardımcısı'nın Bakü, Erivan, Ankara ve Moskova'yı ziyaret ettiğini anımsattı.

Ferazmend, bu ziyaretlerde Bakan Yardımcısı'nın bölgedeki gerginliği kontrol edecek, anlaşmazlıkları barışçıl yollarla adil şekilde çözecek bir mekanizma kurulması önerisinde bulunduğunu söyledi.

Gürcistan dışındaki ülkelerin bu inisiyatifi prensipte kabul ettiğini belirten Ferazmend, şunları kaydetti:

"Diplomasi alanında inisiyatiflerin, fikirlerin ve kolektif mekanizmaların ortaya atıldıkları andan gerçekleştikleri zamana dek görüşlerin birbirine yakınlaştırılmasına ve inisiyatifin farklı paydaşları arasında sübjektif ve objektif koşulların oluşmasına gereksinim duyduğunu söylememe gerek yok sanırım. Ancak önemli olan kolektif iradenin korunması, konuların sürekli takibi ve yapıcı fikirleri hayata geçirmede azim ve kararlılığa sahip olmaktır. Neyse ki 3+3 veya 3+2 inisiyatifinin gerçekleşmesi için paydaş ülkeler arasında kolektif bir irade, ortak çıkarlar ve karşılıklı yüksek bir anlayış mevcuttur. Kuşkusuz, stratejik Güney Kafkasya bölgesinde 30 yıllık bir gerginliğe son verilerek barış ve istikrarın tesisi, kalkınma, ticaret, yatırım ve sorunsuz ulaşım fırsatlarının doğması, bu bölgenin tüm uluslarının yararınadır."

Ferazmend, 3+3 mekanizmasının hayata geçeceğinden umutlu olduğunu vurgulayarak, "(İran) Bölge uluslarına siyasi, güvenlik, ticari, ekonomik ve transit iş birliği için aydınlık ufukların açılacağı inancını taşımaktadır. Bu inisiyatifin en büyük avantajı, paydaşlardan hiçbirinin dışlanmamış olmasıdır. Kafkasya’nın üç komşu ülkesi İran, Türkiye ve Rusya’nın Suriye'de gerginliği azaltma ve akan kanın durdurulması konusunda daha önce başarılı bir deneyim sergilediklerini bu vesileyle hatırlatmış olalım." ifadelerini kullandı.

 İnsan adı, bir anlamıyla “ünsiyet”‌ten gelir: İnsan başkalarıyla ünsiyet eder; anlaşır; uzlaşır; hayatı paylaşır.

İnsan için ünsiyet bu anlamda bir yatkınlık ifade etmesi kadar insanın ünsiyete ihtiyacını da anlatır: İnsan yalnız yaşayamaz; yalnızlık Allah’a mahsustur.

Nitekim insanın tanımı yapılırken onun hakkında: “Medeniyyun bi’t-Tab‘/doğuştan medenidir”‌ denir. Yani insan toplu yaşama tabiatına sahiptir; insan sosyal bir varlıktır. “Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa.”‌ özdeyişi bunu anlatır.

Tabii bu arada insan adının “nisyan”‌dan geldiği de varsayımlar arasındadır: İnsan unutur.

İnsan bazen ödevini unutur: İlk insanın Cennetteki yasak ağacın meyvesinden yemesi durumunda karşılaşacağı riski unuttuğu gibi:

“Bunun üzerine Adem’e: Adem! Dedik, bu, hem senin için hem eşin için bir düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra yorulur, sıkıntı çekersin. Senin için acıkmamak burada, çıplak kalmamak da. Susuzluk çekmemek de burada, açıkta kalmamak da.”‌ (Kur’an, Taha, 117, 118)

“Andolsun ki biz, daha önce de Adem’le ahitleşmiştik. Ne var ki o unuttu. Onu azimli bulmadık.”‌ (Kur’an, Taha, 20/115)Bu anlamıyla unutmak insan için bir “eksi”‌ durumdur.

Ama hayatta karşılaştığı olumsuzlukları unutması ise onun için bir sığınaktır.

Nitekim insan, kaybettiğinin acısını hep ilk günki gibi hiç unutmadan yaşayacak olsa, insan için hayat çekilmez olurdu: Unutmak insan için bu yönüyle büyük bir nimet!

İşte, doğuştan “sosyal”‌ olan; “yalnız”‌ yaşayamayan; “ünsiyet”‌ etmek, kucağına sığınmak ve güven içinde, huzur içinde yarenlik etmek; için kendi “cinsinden”‌ birileriyle yaşama ihtiyacında ona insanın ilk “sosyal sığınağı”‌ onun doğuşuna sebep olan “ana ve baba”‌sı ile “kendi”‌sinden oluşan “aile”‌dir.

Aile, “insan”‌ın yuvasıdır.

Aslında her canlı bir “yuva”‌ya muhtaçtır ve her canlının bir yuvası vardır.

İnsan’ın yuvasına “aile”‌ diyoruz.

Bu sebepledir ki “aile”‌ çok önemlidir.

Çünkü, “aile”‌ olmadan çocuk yaşayamaz.

– Sadece “yaşayamaz”‌ mı?

– İnsan olmanın özelliklerini de sorumluluklarını da kazanamaz.

1- İnsan yaratılırken karı-koca olarak “çift”‌ yaratılmıştır ve insanın yavrusu olan çocuk, hayatta kalabilmek için “anne”‌ ve “baba”‌dan oluşan “sıcak bir yuva”‌ya muhtaçtır. Hem de uzun yıllar boyunca.(Kur’an, Lokman, 31/14)

Hikmete bakın ki insanı bu gibi özelliklerle Yaratan, onu, özelliklerine uygun şartlarda yaratmıştır: İnsan, yaratılırken “karı-koca”‌ olarak “çift”‌ yaratılmıştır.

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefs’ten yaratan ve aynı özden eşini de yaratan ve o ikisinden bir çok erkekler ve dişiler üretip yayan Rabbinizin bilincinde olun..”‌ (Kur’an, Nisa, 4/1) Çift yaratılarak önce birbirlerinde ve birbirleriyle “huzur ve sükün”‌ bulan eşler, kendilerinden türeyen çocuklara sahip olmakla “mutluluk”‌larını taçlandırmışlardır:

“Sizi bir tek nefs’ten yaratan ayni özden yanında huzur bulsun diye eşini de yaratan O’dur. Eşi ile birleşince eşi hafif bir yük yüklendi. Onu bir müddet taşıdı. Ağırlaştığında: ‘Ey Rabbimiz! Bize iyi/kusursuz bir çocuk verirsen şükredenlerden oluruz’ diye Allah’a yalvardırlar..”‌ (Kur’an, A’raf, 7/189)

Böylece bebek, onu seven, sevgileriyle koruyup büyütecek olan “ana”‌ ve “baba”‌dan oluşan “yuva’da/aile’de”‌ dünyaya gelmektedir.Nitekim “aile”‌ ortamında dünyaya gelmiş olmayan çocukların yaşama şansları yok gibidir.

İnsanların “kadın”‌ ve “erkek”‌ olarak “çift”‌ yaratılması ve birbirlerine “eş”‌ kılınması, böylece insanoğlunun “Dünya Hayatı”‌ yolculuğuna “aile”‌ oluşturarak başlaması; onlardan doğacak çocuklar için hayata tutunmalarına yarayacak “ortam”‌ı hazırlamıştır.İnsan, bu ortama, sadece biyolojik hayatını sürdürebilmesi için değil; insan olmanın özelliklerini ve sorumluluklarını kazanmak için de muhtaçtır. Başka canlılar için hayata tutunmak için gerekli süreler türüne göre birkaç saniye, nihayet birkaç yıl iken bu süre insanoğlu için yılları alan uzun bir süredir.

Hele insan olmanın özelliklerini ve sorumluluklarını kazanmak öyle birkaç saniye, birkaç dakika, birkaç saat, birkaç gün, birkaç hafta, birkaç ay, birkaç yıl gibi kısa sürelere değil; on yılları alan uzunca bir süreye ihtiyaç vardır. Onun için de insanoğlu, on yılları bulan süreyle “aile”‌ye muhtaç ve bağımlı bir tabiata sahiptir.Sırf bu tahlil göz önüne alındığında bile görülür ki “aile”‌ insanoğlu için “olmazsa olmaz”‌ mertebede gerekli ve önemlidir.

2. İnsana kendi “cins”‌inden “eş”‌ verilmesi, Kur’an’da, kişisel anlamda “eşi ile sükun bulma”‌; sosyal anlamda “çoğalma/türeme”‌ gerekçeleriyle açıklanmıştır. İnsan, hayatta huzur ve sükun bulması için kendi cinsinden bir “eş”‌e muhtaçtır. Bu ihtiyaç, kadın için de erkek için de aynı derecede gerekli ve önemli bir ihtiyaçtır.

Nitekim insana kendi “cins”‌inden “eş”‌ verilmesi, Kur’an’da, kişisel anlamda “eşi ile huzur ve sükun bulma”‌; sosyal anlamda “çoğalma/türeme”‌ gerekçeleriyle açıklanmıştır. (Nisa, 4/1; A‘raf, 7/189) İnsan sadece kişisel anlamda bir huzur ve sükuna değil; sosyal anlamda güvene, bunun için de toplumsal dayanışmaya da ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç, bütün gelişmiş canlı türleri için söz konusu olan bir ihtiyaçtır.İnsanoğlu sosyal anlamda, sadece “güven”‌ sebebiyle bir dayanışmaya değil; “iş bölümü”‌ sebebiyle de toplum hayatına/medeniyete ihtiyaç duyar.

Dolayısıyla insan, eşiyle, kişisel anlamda huzur ve sükuna ererken, başkalarıyla “iş bölümü”‌ ile de sosyal anlamda “güven”‌ ve “konfor”‌ elde eder.Öyleyse insan, eşi dahil, başkalarına karşı sevgi ve saygı gösterirken sonuçta kendi huzur ve sükununu ve kendi güven ve kendi konforunu elde etmeye hizmet ediyor demektir.

Hemen hatırlatalım ki “selamlaşma”‌; karşılaştığımız insan hakkında gönülden “iyi

dilekte”‌ bulunmak ve bunu ona duyuracak şekilde açığa vurmaktır.

Gönülden yapılan bu iyi dilek, karşı tarafa duyurulunca onun gönlünde olumlu duyguya, o da sevgi ve saygıya, o da dünya ve ahirette cennete.. yol açacaktır.

Yine hatırlatalım ki, süreye adını veren “ma‘un”‌; komşudan komşuya, arkadaştan arkadaşa “ödünç ekmek”‌, “ödünç tuz”‌, “ödünç kap”‌, “ödünç kağıt ve kalem”‌ gibi, “küçük”‌ ama “gönül”‌ yapan “yardım”‌lardır.

İnsan yüreği o kadar alçak gönüllü ki o gönülden duyulan “iyi dileği”‌ duymakla da kazanılır; “ödünç”‌ verilen “bir miktar tuz”‌la da!

O yürek ayni zamanda o kadar kırılgan ki, karşılaştığı kimsenin “asık suratı”‌ da onu incitir; sakınılan “bir silgi”‌ de!

Görülüyor ki; “sevgi”‌ ve “saygı”‌ya dayalı “huzurlu”‌ ve “konforlu”‌ ortamı oluşturarak yaşadığımız dünyayı “cennet”‌e çevirmek de elimizde; aksine davranışla yaşadığımız dünyayı “cehennem”‌e çevirmek de.

Bu arada, bu ve benzeri öğretilerin kazanımı olarak kültürümüze mal olmuş bir değeri hatırlayalım:

Her geçeni Hızır bil; her geceni Kadir bil!

Açıktır ki “her geçeni Hızır bilme”‌ anlayışı, ayırım yapmadan her insana verilen değeri; “her geceyi Kadir bilme”‌ anlayışı, zamana verilen değeri anlatır.İnsana, “Tanrı’ya en yakın kul”‌u sembolize eden “Hızır”‌ gözüyle bakmak, her halde, başka kültürlerde karşılığı kolay kolay bulunamayacak anlam ve değerde bir anlayış olsa gerektir.

Burada hemen Mevlana’yı hatırlayabiliriz. O, “söz”‌lerin birer “tohum”‌ olduklarını; tohum ekilsin de bitmesin, bunun genelde görülmüş bir şey olmadığını; ekilen tohumun yerden bittiği gibi sözlerin de toplumda yeşereceğini; toplumun iyiliklerle dolması isteniyorsa, kötü sözlerden sakınılması ve konuşurken iyi sözler seçilmesi gerektiğini.. anlatıyor.

Bu anlamda, Hz. Peygamberin şu sözü ne kadar anlamlı:

“Allah’a ve Ahiret gününe inanan ya hayır söylesin ya sussun!”‌ (Buhari, Sahih, Edeb, 31; Müslim, Sahih, İman, 74) Rhanda Byrne’nin yazdığı The Secret (Sır) adlı küçük kitabında, yaşadığı tecrübeyle ulaştığı bir “sırr”‌ı şöyle açıklıyor:

İnsanın hayatına yön veren onun, duygu ve düşünceleridir. “İyi”‌ şeyler düşünenler hayatta “iyi”‌ şeylerle karşılaşırlar; “kötü”‌ şeyler düşünenler, “kötü”‌ şeylerle!

Karşılaştığı insana “Hızır”‌ gözüyle bakan, dünyanın “Hızır”‌larla dolmasını istiyor demektir; Karşılaştığı insana “Hınzır”‌ gözüyle bakan da farkında olmadan dünyanın “Hınzır”‌larda dolmasını istiyor demektir.

Gazali, İhya’sının, “Arkadaşlık Adabı”‌ bahsinde, “Hadis”‌ diye bir söz nakleder: “Halkın dili; Hakkın kalemidir!”‌

Bu söz, belki bir Hadis değil, ama, anlamı muhteşem!

Allah, çok değer vererek yarattığı insanın sadece davranışlarını değil; her sözünü bile ciddiye alıyor ve onu hayata geçiriyor. Tabii faydası da zararı da sözün sahibine dönmek üzere!

İnsan bütün bu “iyi”‌ şeyleri de “kötü”‌ şeyleri de, onlarca yıl bağımlı olarak yaşamak durumunda olduğu “aile”‌ ortamında elde eder.

İşte, ailenin önemini haykıran başka bir gerekçe daha!

Dolayısıyla, eşi dahil başkalarına karşı sevgide ve saygıda kusur eden insan, kendi huzur ve sükununa, kendi güven ve konforuna kendi eliyle zarar veriyor demektir.

Selamlaşmayla ilgili bir Peygamber öğretisi bu noktayı güzel açıklar:

“Cennete giremezsiniz; iman etmedikçe. İman etmiş olamazsınız; birbirinizi sevmedikçe.

– Size bir şey öğreteyim mi ki onu yaparsanız birbirinizi seversiniz?

– Aranızda selamlaşmayı yaygınlaştırınız!”‌ Müslim, Sahih, İman, 93)

Bu noktada bir Kur’an öğretisini hatırlayabiliriz:

“O kimselerin vay haline! Ki onlar, kıldıkları namazları ciddiye almazlar; her şeyi gösteriş ve övülmek için yaparlar; başkalarına yapılacak en küçük yardımı bile engellerler.”‌ (Ma‘un, 107/4-7)

3. Eşler ve çocuklar, Kur’an’da, “göz aydınlığı nimetler”‌ olarak anılır

İnsan için eş, adeta kendi kişiliğini tamamlayan “bütünün öbür yarısı”‌ gibidir.

İnsan için ana-baba başta olmak üzere yakınları çok önemlidir. Onları sevmek, saymak, aramak, sormak, onlarla ilgilenmek; onların, varsa ihtiyaçlarını karşılamak.. insanlık borcudur; iman borcudur.

İnsanın eşinin yeri ise daha farklıdır. İnsan eşiyle sadece ilgilenmez; onunla varını-yoğunu paylaşır; hayatı paylaşır.

İnsan için, kendisinden bir parça olan çocuğunun da yeri ayrıdır: Yemez yedirir; giymez giydirir; onun için uykusunu bile feda eder.

İnsan için, onların bir parçası olduğu ana ve babasının da yeri ayrıdır: Onlar muhtaç ve mecbur olmadıkça çocuklarından ilgi ve sevgiden başka “maddi”‌ hiçbir şey beklemezler. Evlat ise onların ihtiyaçları olup olmadığını gözetler; varsa ihtiyaçlarını, hatta onlara sezdirmeden karşılar.

Bütün bunlar tamam. Ama, insan, eşi, çocuğu, ana ve babası hakkında ilişkisini sadece bu çerçevede görmez. Ana-baba olarak çocuğa; evlat olarak ana-babaya; eş olarak eşine neler borçlu olduğunu hiç gözünün önünden ayırmaz ve onlara olan “minnet”‌ borcunu, hatta, onlara sezdirmeden ödemeye çalışır.

“Ödeme”‌ kelimesi burada çok “kaba”‌ duruyor. Ödemek ne kelime, gerçek evlat, gerçek ana-baba, gerçek eş.. eşine, ana-babasına, çocuğuna.. nasıl davranması gerekiyorsa öyle davranmayı, yaşantısının “nefes”‌ alma-verme mertebesinde bir parçası olarak algılar ve öyle yaşar.

Bu ve benzeri algılama ve yaşantı ile insan sadece karşısındakinin ihtiyacını karşılamakla kalmaz; kendi temel ihtiyaçlarını da karşılamış; onun “hazz”‌ına ermiş olur. Bu da onun doğuştan getirdiği özelliklerinin ve sorumluluğunun gelişmesini sağlamaya katkıda bulunur.

Ayette ne güzel buyurulmuş:

“Onlar, ‘Ey Rabbimiz! Eşlerimizin ve çocuklarımızın bizler için gözümüzün nüru, gönlümüzün neşe kaynağı olmalarını sağla! Bizleri Senin bilincinde olanların en başında kıl!’ diye dua edenlerdir.”‌ (Kur’an, Furkan, 25/74) İnsan çevresi ile uyumlu olmayı “aile”‌sinden öğrenir. Ailesi içinde uyumlu olan kendi içinde uyumlu olur. Kendisiyle ve ailesiyle barışık olan, çevresiyle barışık olur. Bütün bu barışıklıklar, insanı, Tanrısıyla barışık hale getirir.

Peygamberimiz ne güzel buyurmuş:

“En hayırlınız başkalarıyla iyi ilişkiler içinde olan ve kendisiyle iyi ilişkiler kurulabilendir. Çevresiyle uyumsuz-geçimsiz kimselerde hayır yoktur.”‌ (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/400) 4- Canlılar dünyasında yeni dünyaya gelenler arasında hayatta tutunması en zor olanı “insan yavrusu”‌ yani “çocuk”‌tur.

Buraya kadarki sunuşumuzda gördük ki, canlılar dünyasında yeni doğanlar arasında hayata tutunması en zor olanı “insan yavrusu”‌ yani “çocuk”‌tur. Özelde çocuğun, genelde insanın, hayata tutunabilmesi için “uzun yılları”‌ alan bir “barınma”‌, “beslenme”‌ ve “korunma”‌.. “desteği”‌ne ihtiyaç vardır. Bebeği sarıp sarmalayacak, bağrına basacak, emzirecek, barındıracak ve koruyacak bir anne ve babası veya anne-babanın bu desteklerini ona sağlayacak özellikte birisi mesela bir “sütanne”‌si olmadan bir çocuğun yaşama şansı yoktur.

Çocuğun ihtiyacı olan bu desteğin ona sunulabileceği ortam ise “aile”‌ ortamıdır. Aile ortamında sevgi dolu anne, şefkat dolu baba vardır. Bazı ailelerde, anne ve babadan başka muhtemelen büyük anne ve büyük baba da vardır. Çocuk ilk değilse, kardeş de vardır. Bu ortam, çocuğun hayata tutunmak, sonra da doğuştan sahip olduğu özelliklerini geliştirmek için en uygun bir ortamdır.

Kur’an bu gerçeğe veciz bir şekilde işaret eder:

“Ve Allah sizi analarınızın karınlarından öyle bir halde çıkardı ki hiç bir şey bilmiyordunuz. Sizin işitme, görme ve duyma yeteneklerinizi geliştirdi. Şükredesiniz diye.

“Görmediler mi baksalar a kuşlara: Onlar gökte uçarlarken onları Allah’tan başka tutan kim?Elbette bunda iman edecekler için çok ayetler var.

“Allah size evlerinizden bir barınak yaptı ve hayvanların derilerinden size gerek göç günlerinizde gerek yerleşik günlerinizde taşıyabileceğiniz hafif evler ve yünlerinden, yapağılarından, kıllarından belli bir süre (giyinecek, kuşanacak, serilecek, döşenecek) ev ve ticaret eşyası yaptı.

“Allah yarattığı şeylerden sizin için gölgeler yaptı ve sizin içi dağlardan siperler yaptı. Sizi sıcaktan – soğuktan ve savaşta koruyacak giysiler yaptı. Böylece üzerinizde olan nimetini tamamlayacak ki siz halis Müslümanlar olup barış yayasınız, diye. (Nahl, 16/78-81) Dikkat edilirse, bu ayetlerde, araya kuşların hayatı da bir örnek olarak verilerek insanoğlunun hayata tutunmak için muhtaç olduğu, başta aile yuvası, şartlara ve ihtiyaçlara işaret edilmektedir.

Basit bir gözlem bize şunu gösteriyor ki canlılar içinde tüysüz teleksiz/çıplak olarak doğan yalnız “insan yavrusu”‌ yani “çocuk”‌tur.

Basit canlılar hayata çok kolay tutunur; yaşar giderler.

Canlılarda gelişmişlik arttıkça hayata tutunma şartları da ağırlaşarak değişir.

İnsan, canlı türlerinin en gelişmişi olduğu için, onun hayata tutunma şartları da o ölçüde ağır ve çeşitlidir:Her şeyden önce, bebek, hiçbir canlı türü için söz konusu olmayan şekilde sarılıp sarmalanacaktır. Kundak, beşik, karyola, yatak odası.. gibi kendisine uygun barınma-yaşama yeri ona kendisinden başkası tarafından sunulacaktır.

Başlangıç yıllarında emzirilerek beslenecek; her yaşta birileriyle dayanışmaya ve/veya işbölümüne ihtiyaç duyacaktır. “Yalnızlık”‌ ise hiçbir yaşta insan için değildir.İnsan, başta ana-baba ve kendisinden ibaret küçük bir topluluk/aile içine doğacak; sonra akraba çevresiyle, mahallesi sakinleriyle, kentinde yaşayanlarla ve ülkesi vatandaşlarıyla hatta dünya insanlarıyla hayatı paylaşacaktır: “Dayanışma”‌ içine girerek; “işbölümü”‌ yaparak!

Doğan çocuk bebek haliyle tabiat şartlarına karşı korunmasızdır. Doğan çocuk korunmaya muhtaçtır. Kendisini koruyamaz. Onu ana ve/veya babası yahut onların fonksiyonunu yüklenen “sütanne”‌ benzeri birileri koruyacaktır.

Daha önce birkaç kere ifade ettiğimiz gibi bu durum çocuk için bir olumsuzluktur. Çünkü kendi kendine hayata tutunma şansı yoktur. Ama, başka açıdan bakınca görüyoruz ki bu durum çocuk için artı bir özelliktir: O, kendisi için önceden hazırlanan ortamda sevenleri tarafından beklenmekte ve karşılanmaktadır.

İnsan için geneli ve normali budur.Afet şartlarında veya insanların uyması gereken kurallar gözetilmeden dünyaya getirilen şanssız çocuk, genel durumun istisnasıdır. O durumda bile “masum/günahsız”‌ bilinen bebek, onun varlığından haberdar olan diğer insanlar tarafından, her şartta korunmaya alınarak barındırılmakta; yetiştirilmektedir.

Bu durumda, bir kere daha fark ediyoruz ki çocuk için/insan için, aile yuvası, sırf maddi anlamda bile, “olmazsa olmaz”‌ mertebede “gerekli”‌ ve o ölçüde “önemli”‌ bir kurumdur.

5- Çocuğun bu hayati ihtiyacını karşılayacak “sıcak aile yuvası”‌nın sıcaklığı “meveddet/derin saygı ve sevgi”‌den gelir

İnsan, “sevgi”‌nin ürünüdür: Allah insanı sevdi de yarattı.Çocuk da “sevgi”‌ ürünüdür.Sadece “insan”‌ ve sadece “çocuk”‌ değil; bütün varlıklar “sevgi”‌nin ürünüdür: Allah,Evreni, sevdi de yarattı.Evrendeki düzen sevgiyle korunur; düşmanlıkla bozulur.Onun içindir ki “sevgi”‌ dolu kalpte “iman”‌ rahat eder. “kin”‌ dolu kalpte ise “iman”‌ huzursuz olur.

Yunus’un:

“Ben gelmedim davi için; ben gelmişem sevi için”‌dediği gibi insan bu dünyaya “barış”‌ için gelir; “dostluk”‌ için gelir; düşmanlık için, kavga için değil!Allah katında “Hak Din”‌in “İslam”‌ olmasının anlamı budur.Yüce Allah’ın, ilk insana öğrettiği din de anlam olarak “İslam”‌ adını taşır; Son Peygamber vasıtasıyla öğrettiği din de.

“İslam”‌ adı “silm”‌ kökünden gelir ve bu sözcük, “barış”‌ anlamına gelmektedir ve “İslam”‌, “Barış”‌; “İslam Dini”‌, “Barış Dini”‌ demektir. Ayrı ırklarla, ayrı inançlarla, “barış”‌ içinde yaşamak Allah katında tek “Hak”‌ dinin insanlardan istediğidir. Ama, zorla değil; sınav konusu olarak. Barışa hizmet ederek sınav’ı kazanan, Dünyada da Ahirette de yaşadı, demektir.Bu uzunca tahlil, İnanan aileler için “sevgi”‌nin temelini anlatır.

Yaratana inanan kişi; her şeyden önce Yüce Tanrı ile barışıktır. Çünkü o başına gelenin de eline geçenin de Allah’tan gelen birer “sınav”‌ konusu olduğunu aklından çıkarmaz ve başına gelene sabretmesini; eline geçene şükretmesini bilir. İnanan kişi, başta ana ve babası, çevresiyle ve bütün Evren’le barışıktır. Çünkü her şeyi Yaratanın “Bir”‌ olduğunu hiçbir zaman unutmaz. Bu kimse kendisi ile de barışıktır.Kendisiyle, Evrenle ve en önemlisi Tanrıyla barışık olan kimse, Yunus’un deyişiyle “herşey”‌i “Yaratan”‌dan ötürü sevecektir:“Yaratılmışı sevdik; Yaradandan ötürü”‌

İnsan gönlü “sevgi”‌ bakımından çok zengindir. O kadar O kadar engindir ki insanın sevmek istediği her şeyi sevmeye yeter.Sevgi dolu kalpte “iman”‌ huzur ve sükun bulur. Ailenin temelini oluşturan eşler (sonra ana baba) arasına, Kur’an’ın ifadesiyle “meveddet ve rahmet”‌ yerleştirilmiştir: Eşler, birbirlerine karşı “meveddet ve rahmet”‌ duyguları ile doludur.

Bilindiği gibi “meveddet”‌, “derin dostluk ve sevgi”‌ demektir. Rahmet de “sevgi ve şefkat”‌ demektir.Karı-Koca birbirlerine karşı “derin dostlukla, sevgiyle ve şefkatle doludur. Eşler birbirlerini gerçek dostlar olarak severler, sayarlar, birbirlerine şefkat hisleri beslerler. Her biri diğerini mutlu etmenin yollarını arar. Ve her biri, eşinin mutlu olması ile mutlu olur. Eşinin mutsuzluğu eşini mutsuz eder; üzer.

Çocuklar; birbirlerinin karı ve kocası olan ana ve babanın bu “dostluk”‌, “sevgi”‌ ve “şefkat”‌ duygularını göre göre, yaşaya yaşaya büyüyeceğinden onlar da bu güzel duygularla dolu hale gelecek ve başta zamanı gelinde evlenmekle kendilerinin olacak eşleri, herkese karşı “dostluk”‌, “sevgi”‌ ve şefkat”‌ duyguları besleyeceklerdir.

Eşler arasına “derin dostluk”‌ demek olan “mevedet”‌in yerleştirilmesi, Kur’an’da “Allah’ın ayetlerinden”‌ olarak bildirilir: Karı koca arasında bulunan “derin dostluk”‌ Yüce Allah’ın kudretini gösteren ayetlerden yani kanıtlardandır.Gerçekten genel olarak eşler arasında “derin dostluk, sevgi ve şefkat”‌ vardır. Bundan mahrum olan eşler ise, istisna oluşturur.

Düşünürsek, eşler arasında dostluk ve sevginin bulunması gerçekten Allah’ın Ayetlerindendir yani ilahi mucizedir. Mucizedir, çünkü, eşler genelde kıskanç olurlar ve bu kıskançlık onların gönlünden dostluğu da sevgiyi de saygıyı da söker atar.Bu arada eş eşinden ideal ölçüde davranış, ilgi ve armağan bekler. Beklediğini bulamayınca da dünyası adeta kararır.

Ama, Allah’ın eşlerin gönlüne; “kıskançlık”‌ duygusunu dengeleyerek zararsız hale getirecek, “ideal”‌ beklentilerini yumuşatarak anlayışa dönüştürecek “derin dostluk/ meveddet”‌ duygusunu yerleştirmiş olması, eşler arasında sarsılmaz sevgi ve güven duygularının yeşermesine ve pekişmesine yol açar. Artık eşler eşinden “beklenti”‌ içinde olmaktan çok kendisi eşine “neyi nasıl versin ki onu daha çok mutlu etsin”‌ özeni ve çabası içine girer.

Bu öyle bir psikolojidir ki, paylaşılacak şey belki değişmeyecek ama bu duygu sayesinde “tükenmez”‌ hatta “hep artar”‌ hale gelecektir.Bunu bir örnekle açmakta yarar var:Çok susamış iki kişi, hiç beklemedikleri zamanda ve yerde bir içim su bulmuştur.Bu iki kişi iki ayrı psikolojik yaklaşım içinde bu suyu paylaşabilirler:

a) “Arkadaşım bu suyu bana bıraksa da hepsini ben içsem? Zaten su ancak bir içimlik! İkimiz bölüşsek hiç birimizi kandırmaz. Hepsini ona bıraksam ben susuzluktan ölürüm”‌, yaklaşımı.

b) “Ben bu suyu arkadaşıma vereyim, hepsini o içsin. Çünkü su ancak bir içimlik. İkimiz bölüşsek hiç birimiz kandırmaz.. Hepsini ben içmeye kalkışsam aramızda kavga çıkar. En iyisi hepsini o içsin.”‌ yaklaşımı.

Sonuçta su iki kişi arasında yarı yarıya bölüşülecektir, ama:Birinci yaklaşıma göre bölüşüldüğünde, açıktır ki, eldeki su, hiç birini kandırmamakbir yana, aralarında, hiç su içmemiş kadar gergin ve ateşi yükselten duygu içindebölüşülmüş olacak ve su hiç birini hiçbir ölçüde tatmin etmeyecektir.İkinci psikolojik yaklaşım içinde bölüşüldüğü takdirde ise, her biri suyun tamamınıarkadaşına bırakacak fedakarlık duygu taşıdığından, bir içim suyun yarısını bu duyguyla içmek, ona, suya kandıracak duygu ve tatmini verecektir.

Daha basit söylersek, “hepsi arkadaşımın olsun”‌ duygusuyla bölüşmek ile “hepsi benim olsun”‌ duygusu ile bölüşmek, bölüşülecek şeyin pratikte yarı yarıya eşit bölüşümü ile sonuçlanacak ama “hepsi arkadaşımın olsun”‌ duygusuyla yapılan bölüşüm, bölüşülen şeye tükenmez “bereket”‌ ve bölüşen taraflara da doyumsuz “tatmin”‌ verecektir. İşte, Yüce Yaratanın eşler arasına koyduğu o “meveddet”‌ o “derin dostluk”‌ öyle bir duygudur ki, eşler “hep eşinden bir şeyler bekleme”‌ duygusu içinde bocalamak yerine; “hep eşine bir şeyler verme fırsatını kollama”‌ duygusu içinde “sevgi”‌ dolu, “saygı”‌ dolu”‌ “fedakarlık”‌ dolu “doyumlu”‌ bir psikoloji içinde “huzurlu”‌ ve “mutlu”‌ olarak yaşayacaktır.

Sonuçta, eşlerin birbirinden bekledikleri ve alabildikleri; birbirine vermek istedikleri ve verebildikleri pratikte pek değişmeyecek ama bölüşülen şeyler psikolojik olarak her ikisini de “tatmin”‌ edeceğinden her ikisi de “huzurlu”‌ ve “mutlu”‌ olacaklardır.Uygulaması, eşler arasında hayata geçecek “paylaşma”‌ ile ilgili bu “psikolojik yaklaşım”‌ onlardan meydana gelen ve onları örnek alan çocukları vasıtasıyla bütün topluma, giderek insanlığa mal olabilecektir.

İşte, “aile”‌nin, insanlık için önemini ortaya koyan başka bir sebep daha!

Hatırlayalım ki ilk insanın iki çocuğu “Habil”‌ ve “Kabil”‌ kardeşler arasında, birinin diğerini öldürmesiyle sonuçlanan “anlaşmazlık”‌ az önce sözünü ettiğimiz olumsuz “psikolojik yaklaşım”‌ sonucu ortaya çıkmıştır:

“Onlara, Adem’in iki oğlunun haberini doğru olarak anlat: Onlar birer kurban sunmuşlardı da birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş ötekine kıskançlık yüzünden) ‘Ne olursa olsun ben seni öldüreceğim’ dedi. Öbürü de ‘Allah ancak sakınanlarınkini kabul eder’ dedi ve (ve ekledi):

“’And olsun ki eğer sen, beni öldürmek için elini kaldıracak olursan, ben seni öldürmek için sana elimi kaldıracak değilim. Çünkü ben bütün varlıkların Rabbı olan Allah’tan korkarım.’

“Çünkü ben dilerim ki sen benim günahımı da kendi günahını da yüklenesin de öylece cehennemlik olasın. İşte, zalimlerin cezası budur.

“Bunun üzerine o, benliğine uyarak kardeşini öldürdü. Böylece kendisine yazık etti.

“Bunun üzerine Allah bir karga gönderdi. Karga, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşiyordu. Dedi: ‘Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da mı olamadım? Kardeşimin ölüsünü gömmek de mi elimden gelmezdi.’ Artık o ettiğine yanıyordu.

“İşte bunun için İsrailoğullarına şunu yasadık: ‘Her kim bir kimseyi haksız yere öldürecek olursa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim de bir kimsenin canını kurtaracak olursa bütün insanların canını kurtarmış gibi olur..”‌ (Kur’an, Maide, 5/27-32)
Dikkat edilirse bu çok önemli olayda bir insan psikolojisi açığa vurulmaktadır: “Ben haklıyım”‌ psikolojisi. “Haksız olduğunu görse bile haklı olanı ortadan kaldırma”‌ psikolojisi.

İki kişi tepede bir canlı görür. Biri:

– Kocaman kartal, der. Öbürü:

– Hayır, keçi! Der. Derken, birazdan o canlı havalanır ve uçar. Saha önce “Keçi!”‌ diyen diretir:

– Uçsa da keçi, kaçsa da!

İşin özü, “haklı”‌ olmanın peşinden koşmak değil; “hakkın”‌ peşinden koşmaktır!İşte, “eş”‌ler arasındaki “sevgi”‌nin kaynağı o “meveddet”‌, o “derin dostluk”‌, her iki tarafa, “kendi”‌nden önce “eşi”‌ni düşünme duygusu veren “yüksek duygu”‌dur.O “yüksek duygu”‌nun bittiği yerde, “sen-ben”‌ kavgasına girmek yerine “iki olgun insan”‌ olarak ortaklığı bitirmek, yani “boşanmak”‌tır.Ancak, boşanmanın; Allah’ın hiç hoşlanmadığı bir fiil olduğunu akıldan çıkarmadan, boşanmayı “son çare”‌ olarak görmek; mümkünse “”‌eşler”‌ arasında bulunması gereken o “meveddet”‌i, o “derin dostluğu”‌ yeniden yeşertme gayretini gösterdikten sonra “olmuyorsa”‌o zaman “boşanma”‌ yoluna gitmek.

Unutmamak gerek ki, Medeni dünyadaki “Aile Mahkemeleri”‌nin fonksiyonu da buna yardımcı olabildiği ölçüde başarılı olabilir. Mahkemelerin normal fonksiyonu “haklı”‌yı “haksız”‌ı ayırmakken Aile Mahkemelerinin fonksiyonu, eski dostluğu yeniden kurmanın yollarını aramaktır.Bu yollardan biri de elbette ki taraflara “haksız”‌ oldukları durumu göstermek olacaktır ama bu, sadece “eski dostluğu”‌ yeniden kurmanın yollarından biridir; temel fonksiyon değil. Çünkü “haklı”‌yı “haksız”‌ı ortaya koymakla iş bitmiyor; taraflar yeniden “dost”‌ olarak yaşamaya götürülebiliyor mu? Aile Mahkemeleri için önemli olan hedef o.

SONUÇ

İnsan, Kâinat ağacının meyvesidir.

Kâinat, insanla anlam bulur.

Tanrı Buyruğunu okumak-anlamak da insanın işi; Kâinat Kitabını okumak-anlamak da!

İnsan, Tanrı Buyruğunu okumakla,

– Nereden geldiğini,

– Nereye gitmekte olduğunuöğrenir;

– Ben kimim?

– Beni Kim Yarattı?

– Niçin Yarattı?

– İşim-Ödevim nedir?

– Sonum ne olacak?sorularına cevap bulur.

Kâinat Kitabını okumakla, Kâinatı meydana getiren varlıkları ve eşyayı tanır; – Cansızlar alemini oluşturan maddelerin “atom”‌ yapısını,

– Canlılar dünyasının “hücre”‌ yapısını,

– Eşyanın “fizik”‌ ve ”‌kimya”‌ özelliklerini öğrenir.Bu bilgiler insana, onları Yaratanın “İlmi”‌ni, “Sanatı”‌nı, “Kudreti”‌ni daha yakından

tanımasını sağlar. Tanrı’ya olan saygı, sevgi ve bağlılığı artar; O’na saygısı, hayranlığa dönüşür.Eşyadan alaşımlar, bileşikler elde eder; onlardan tekerlekten motora, aletler, arabadanuzay gemisine, araçlar yaparak onları, Kâinatı keşfetme ve hayatını kolaylaştırma yolunda kullanır; “insan”‌ olarak yaratılmanın keyfini sürerken Tanrısına şükreder.

Bu şartlarda yaşayan eşler, bu dünyaya davet ettikleri insanlara/çocuklarına, bir yandan yaşayacakları fizik ortamı hazırlarken öbür yandan onlarla bu kazanımlarını paylaşır; kazanımları, onlar aracılığıyla gelecek kuşaklara aktarır.

İnsan için “aile”‌ olmasaydı, her halde, bunlardan hiçbiri olamazdı.

Her şeyi en güzel tasarlayan ve en güzel yaratan Yüce Tanrı’ya, Allah Teala’ya hamd olsun.

Pazar, 21 Kasım 2021 08:02

Ölümün Tanımı

 Merhum Ayetullah Behçet; ölümün müminlerin lezzetlerinden biri olduğunu ve mümin için hiçbir şeyin ölümden daha leziz olmadığını söylemektedir. İmkân âleminin mertebelerine zahiri ve batını olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan türünün de bunun özeti konumunda olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Âlemin dünya olan mülki boyutu vardır. Yakın ve elimizin altındadır. Ancak yakın ve elimizin altında olmasına rağmen bunun hiçbir değeri yoktur. 

Dünya hedef ve maksat değildir. Dünya mezradır. Dünya ticaret mahallidir. Dünya ile ticaret yapanlar dünyayı vesile kılmışlardır. 

Dünya ile marifet hazinelerine ve cennetin en yüce makamlarına ulaşılabilir. Ancak dünyayı tanımayan kimseler hataya duçar olup dinlerini satarak dünyayı satın alırlar. Yani dinini kendisine kalmayacak olan bir şeye satarlar. Bu açıdan dünya bazen kirleticidir ve dünyaya gönül verenler en kötü şeye gönül vermiş kimselerdir. Zira dünya sevgisi hataların başıdır. 

Dünya kelimesi denaet kökünden alınmış olup aşağılık ve değersiz anlamındadır. Peygamberler ve Ehlibeyt İmamları köprüyü geçmemiz için bizlere yol gösteren kimselerdir. Dünya bir köprüdür. Bu köprüyü geçemeyenler bu âlemde de bir yere varamazlar. 

Herkes iyi bir yere gelmek ve iyiler arasında Salihlerle anılmak ister. İnsan zincirlerini kırmalı ve bu kafesin kapısını açarak uçmalıdır. İnsan nefis tuzaklarına takılıp dünyanın güzellik kafesinin içinde kaldıkça vahdete ulaşamaz ve Hakk Teâlâ'nın tevhid ve vahdaniyetine doğru adım atamaz. 

Dünyanın hicapları bir iki tane değildir. Bu hicaplar karanlık perdelerdir ve karanlıkta gözler görmez. Geçen gün arzettiğim basiret konusunun meselelerinden biri de insan ruhun kemale erdirilmesidir. Bu âlemin rahminde çocuk gözlerini açıp dünyaya geldiği günden, berzah âlemine gideceği güne kadarki süreçte kör olmamasıdır. 

Kıyametin kendisine has merhaleleri vardır. Başlangıcı ölümdür. İnsan berzah âlemine girdiği zaman kör olarak girerse sonuna kadar da kör olarak kalacaktır. Burada gözleri açılmayan, basiret sahibi olmayan, batın gözü açılmayan, Hakk'ı ve İmam'ı göremeyen kimse oraya vardığında orada da kör olacaktır. 

İnsan orada başkasında gözlerini ödünç alması mümkün değildir, kimin orada neyi varsa buradan götürmüştür. 

Bu âlemde haramdan gözlerini sakındıranlara ve haram için ağızlarını açmayanlara Allah Teâlâ batında başka bir ağız verecek ve kendilerine oradan marifet lokmalarını yedirecektir. Allah Teâlâ böylesi bir insan için Emir'el-Müminin vesilesiyle bir sofra açar ve o kimse Emir'el-Mümininin misafiri olur. 

Masum İmamların isimlerinin tatlılıklarını bu surette algılarız. Bizim için İmamların isimleri ile başkalarının isimleri bir değildir. Hüseyin denildiği zaman, Ali denildiği zaman, Fatma denildiği zaman birden farklılaşırız. 

Sekuni, İmam Sadık'ın (a.s) öğrencilerindendi. Halk tarafından sevilen bir insandı. Birkaç gün İmam'ın (a.s) derslerine katılmadı. Sonra geldiğinde İmam kendisine “Neredeydin?” diye sordu. Sekuni, “Eşim doğum yaptı. Evimizde kimse yoktu, eşime yardımcı olmak için evde kaldım” dedi. İmam: “Allah sana ne verdi?” diye sordu. Sekuni, “kızım oldu” deyince İmam: “Peki, ismini ne koydun?” dedi. Sekuni: “Fatma” yanıtını verdi. İmam: “İsmini Fatma koydun madem, kendisine tokat atmamaya dikkat et” diye buyurdu. 

Bu isimlerin kendisi insana itibar verir. İnsanın Masum İmamların itibarından itibar kazanmaması yazıktır. 

Gençler, çocuklar ve ailelerin en güzel isimleri seçmeleri gerekir. Her ne kadar görünüşte bunlar farklı şeyler olmasa da içerikleri açısında bu isimlerin seçilmeleri önemlidir. Bu insanın dile getirebileceği bir duygu değildir. Bu beş duyu organından biri değildir. Bu kendisine altıncı his denilen ve normal fiziki hissin ötesinde olan bir duyudur. Bu âlemin rahminde görme yetisine sahip olmayan ve kör doğan kimse, bu âlemde de kör olur. Zira gözleri olmadan dünyaya gelmiştir. 

Burada basiret gözü olmayan ve bu gözlerle Allah'ı, İmamları, vahyi, bâtılı ve düşmanı göremeyen kimseler orada da bunları görecek gözlere sahip olamaz. 

Birçok rivayette “Allah ile irtibatı olan ve Allah'ı gerçek şekilde tanıyan kimseler ölecekleri zaman Allah Teâlâ rahmet kapılarını onlar için özel bir şekilde açar” denmektedir. 

İlmi ve irfani birçok dereceyi aşan ve kitapları herkes için çok faydalı olan Merhum Allame şeyh'ul-İslam şeyh Bahai Erbain adlı kitapta kırk hadis seçmiştir ki biz bu sofranın başında oturup misafiri olabiliriz. 

Kitapta nakledilen hadislerin birinde şöyle denilmektedir: “Allah Teâlâ buyurdu; ben mümin kulumun ruhunu almak dışında hiçbir şeyden tereddüt etmem. Ben ona kavuşmak isterim. Zira o bana ölümle ulaşır.” 

Merhum Ayetullah Behçet; ölümün müminlerin lezzetlerinden biri olduğunu ve mümin için hiçbir şeyin ölümden daha leziz olmadığını söylemektedir. 

Mümin insan sekerât ve can verme anında ıstırap içinde olur. Azrail ıstırabının nedenini sorduğunda “Bir ömür zahmet çektim ve artık zahmetlerimden istifade etmek istiyordum” der. Azrail bir işaret ile perdeyi kenara çeker ve mümin cennetteki sarayını görür. Ancak yine de ıstırabı bitmez ve ailesi ile çocuklarını bu ıstırap sebebi olarak zikreder. Tekrar perde kenara çekilir. Hz. Fatma'nın (a.s), Allah Resulü'nün (s.a.a), İmam Ali'nin (a.s), İmam Hasan ve İmam Hüseyin'in (a.s) kendisini karşılamaya geldiklerini görür, sen çocuklarını kaybedecek ama bunları elde edeceksin denir ona. 

ehlader

  İngiltere İçişleri Bakanı Priti Patel'in İslami Direniş Hareketi'nin (Hamas) terör örgütleri listesine alınmasına dair kararı sebebiyle Gazze'de olağanüstü bir toplantı düzenleyen Filistin direniş grupları İngiltere hükümetinin kararını kesin bir şekilde reddettiklerini ve kınadıklarını dile getirdiler.
 

Açıklamada Hamas'ın Filistin'in yapısının ayrılmaz bir parçası ve Filistin halkının bağımsızlık mücadelesi için yürütülen ulusal faaliyetlerinin ana unsurlarından oluşan bir yapı olduğu vurgulandı.

Olağanüstü toplantı sonrasında Hamas'ın Gazze'deki ofisinde bir basın toplantısı düzenleyen direniş grupları temsilcileri İngiltere'nin kararının, işgal rejiminin Filistin halkına yönelik saldırgan tutumuna ve cinayetlerini sürdürmesine yeşil ışık yakma amacı taşıdığına dikkat çekildi.

Açıklamada İngiltere'nin bu tutumunun doğrudan Filistin halkını hedef alan saldırgan tutumun önünü açma açısından tehlikeli sonuçlar doğurabilecek nitelikte olduğuna işaret edilerek, aynı zamanda Filistin halkının topraklarını işgalden kurtarma hakkını da kirletme amacı taşıdığı, böyle bir tutumun ise İngiltere'nin sömürgeci politikasının devam ettiğinin bir göstergesi olduğu, İngiltere'nin bu politikasını sürdürürken kendini ırkçı ve faşist devletin boyunduruğunda bir yere konumlandırdığı dile getirildi.

Filistin'deki direniş grupları, İngiltere'yi vakit geçmeden, işgale ve onun cinayetlerine karşı çıkan, İngiliz halkının da çoğunluğunu oluşturan özgür düşünceli kesimin tavrını göz önünde bulundurarak kararından derhal geri dönmeye, uğursuz Balfour deklarasyonu ile işlediği hatasının üstünü örtecek adımlar atmaya çağırdı. 

 

Emir Abdullahiyan, İngiltere'nin Hamas'ı terörist ilan etmesini kınadı

 Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, İngiltere'nin Filistin İslami Direniş Hareketi'ni (Hamas) terör örgütü ilan etme kararını kınadı.

Twitter hesabından açıklama yapan Emir Abdullahiyan, 'İngiltere'nin Hamas Hareketini terör örgütü ilan etme kararını kınıyoruz. Gerçekler çarpıtılarak Filistin halkının hakları ihlal edilemez' ifadesini kullandı.

Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını vurgulayan Emir Abdullahiyan, 'Filistin için tek siyasi çözüm, tüm yerliler (Filistin toprakları) arasında bir referandum düzenlemektir' diye ekledi.

İngiliz Haber kaynakları, İngiltere İçişleri Bakanı Preity Patel'in Cuma günü yaptığı açıklamada, Hamas'ın ülkedeki faaliyetlerinin Terörle Mücadele Yasası kapsamında yasaklanacağını ve Hamas'ı destekleyen, bayrağını kaldıran veya bu kuruluş için toplantı düzenleyenlerin İngiliz yasalarını ihlal ettiğini anlamına geleceğini yazdı.

Times'a göre, İngiltere İçişleri Bakanı, Hamas'a ait olmak, Hamas'la dayanışma, mitingler düzenlemeye yardımcı olmak veya bayraklarını alenen göstermenin 10 yıl hapisle cezalandırılacağını söyledi.

Çarşamba, 17 Kasım 2021 08:13

Soyut ve Maddi Varlıklar Arasındaki Farklar

  Mekân cisme tabidir; her nerede cisim maddi olursa mekânda maddi olur ve her nerede cisim maddi olmazsa mekân da maddi olmaz. Örneğin misal âleminde[1] hem temsili suretlerin mekânı olduğu ve hem de temsili suretlerin mekânı olmadığı söylenebilir.

Eğer mekândan kastedilen şey maddi mekân ise misal âlemindeki suretlerin mekânı olmaz ve böyle bir mekân temsili suretlere isnat edilemez. Çünkü onlar maddeden yoksundurlar. Eğer mekândan kastedilen şey maddi olmayan bir mekânsa temsili suretlerin mekânı vardır ve mekânları da kendileri gibi temsilidir. Platon, kadim büyük filozoflar ve aynı şekilde keşif ve şuhud ehli ilahi düşünürler, misal âlemindeki varlıkların maddi bir mekân ve boyut içermeyen varlıklar olarak var olduklarına, misal âleminde bulunan suretlerin boyut ve mekân açısından bir tür soyut hal taşıdıklarına ve şekil ve miktar taşıma açısından ise bir tür cisme sahip olduklarına inanırlar.[2] Lâkin mekânın mahiyeti ve hakikati hakkında değişik düşünce ve görüşler vardır ve bu görüşlerin en önemlileri üç tanedir:

 

1. Mütekellimler gibi bazıları mekânın dış varlığını inkâr ederler. Onlar mekânı vehmedilen bir boyut olarak değerlendirir ve onu cismin doldurduğu vehmedilen bir alan olarak ifade ederler.

 

2. Bazıları da mekânın dış varlığı ve bir gerçekliği olduğunu belirterek ona duyusal olarak işaret edilebileceğine inanır. Tıpkı burada otur veya orada otur dememiz gibi. Burası ve orası işarettir ve işaret edilebilen bir şey yok sayılmaz. Bu iki gruba ayrılır:

 

a) Meşşaî ekolü mensuplarının görüşüne göre, mekân kuşatıcı zahir düzeyiyle temasta olan bâtın düzeyine denir. Örneğin suyun içinde bulunduğu bir vazo veya bardak bu kabildendir. Bu vazonun bir zâhirî yüzeyi ve bir de bâtınî yüzeyi vardır. Vazonun zâhirî yüzeyi, vazonun dışı, bâtınî yüzeyi ise vazonun içidir. Vazonun bâtın yüzeyi suyun zâhirî yüzeyiyle temastadır. O halde vazonun bâtınî yüzeyi içeren ve suyun zâhirî yüzeyi ise kapsanandır. Biri kapsayan, diğeri ise kapsanandır. O halde Meşşaî ekolüne mensup kimselerin görüşüne göre suyun mekânı bâtın yüzeyidir. Lâkin bu görüşe değişik eleştiriler yöneltilmiştir.

 

b) Molla Sadra’nın da kabul etmeye eğilim taşıdığı İşrak ekolü bilgelerinin mekânın mahiyeti hakkındaki görüşü şudur: Mekân soyut bir boyuttan ibarettir ve onun soyut oluşu temsilî varlıkların soyut oluşu gibidir. Lâkin kendisi misal âleminden değildir. Çünkü misal âlemindeki varlıklar maddede ve madde de onlarda yerleşik değildir. Bu mekân ile temsilî varlıklar arasındaki farkı oluşturur. Lâkin bu soyut boyut yani mekân maddede ve madde de onda yer edinir. Gerçekte mekân maddî boyut ile iç içedir; bundan dolayı İşrakî bilgeler yerleşik şeyin tümüyle mekânda yer edindiğini söyler. Çünkü fıtratımız bütün bu şeyin bir taraf veya yüzeyde olmadığını aksine mekânda olduğunu bize söyler. Örneğin biz suyun bir tarafının sürahide olduğunu söylememekteyiz, bilakis bütün bu suyun sürahide olduğunu söylemekteyiz. Bütün bu suyun sürahide olması ancak onun tümünün mekân taşıması durumunda geçerlidir ve bu mekânın soyut bir boyut olması ve böylece cismin maddi boyutuyla iç içe geçmesi durumunda mümkündür. Çünkü soyut varlığın maddi varlık ile iç içe geçmesi muhal değildir, bilakis iki maddi varlığın iç içe geçmesi muhaldir.[3]

 

İlmî suretler hakkında belirtilmelidir ki ilmî suret maddeden soyut olup yeti ve istidattan yoksundur. Çünkü ilmî suret bizim bilgimize konu olması nedeniyle eylemsellik taşır ve başka bir şeyin yetisini kendisinde taşımaz ve onda bir değişim meydana gelmez. Eğer onda bir değişimin olacağını varsayarsak, yeni suret önceki suret ile zıt olur. Gerçekte yeni bir resim ortaya çıkar. Tıpkı bir elmayı zihnimizde canlandırmamız ve onu iki parçaya ayırmayı istememiz gibi. Burada gerçekte elmanın iki parçasının sureti yeni bir tasavvurdur. Önceki suretin gerçekten de iki parçaya ayrılması diye bir şey söz konusu değildir. O halde ilmî surette bir değişiklik meydana gelmemiştir. Oysaki ilmî suretler maddi olsaydı değişimi kabullenmekten kaçamazdı ve bölünme, zaman ve mekân gibi maddenin özelliklerini ona isnat edebilirdik. Çünkü bütün bunlar maddenin özelliklerindendir ve ilim zatı itibariyle ikiye bölünme, üçe bölünme ve buna benzer durumlara maruz kalma kabiliyetine sahip değildir. Aynı şekilde ilim zamana da bağlı değildir; çünkü maddi olsaydı zamanın değişmesiyle ilmî suret de değişirdi. Aynı şekilde mekânsal da değildir. Dolayısıyla zihnin onun için bir mekân olmayı istemesi söz konusu değildir.[4] Bundan dolayı ilmî suretler soyuttur ve maddi değildirler.

 

Bu esas uyarınca filozoflar, bilinci soyut bir şeyin başka bir soyut şey nezdinde hazır olması olarak tanımlamışlardır. Bundan dolayı ilmî suretler için maddi bir mekân göz önünde bulundurulamaz ve zihin hayalî suretler için bir mekân olarak değerlendirilemez. Eşyanın hükümleri, kendilerinin gerçekleşme kapsamına tabidir. Eğer bir şeyin gerçekleşme kapsamı dışarıdaysa, onun hükümleri de dışarıdadır ve eğer bir şeyin gerçekleşme kapsamı zihindeyse onun hükümleri de zihindedir. Bunun için zihinsel varlığa yüklenen her hüküm zihinseldir. Örneğin eğer bir sürahiyi içindeki su ile zihnimizde canlandıracak olursak, ona isnat edilen her şey zihinsel ve hayali olur. Onun için varsayılan mekân bile zihinsel ve hayalidir. Hayali idrakler üç boyuta yani boylam, enlem ve derinliğe sahiptir. Lâkin burada bu üç boyutun hayali olduğuna da dikkat edilmelidir. Tıpkı bizim özel bir enlem, boylam, derinlik ve belirli bir hacim ile bir cismi zihnimizde canlandırmamız gibi. Örneğin herhangi bir dağı zihnimizde canlandırdığımızda onun için maddi bir mekân göz önünde bulunduramayız ve onun mekânının zihin olduğunu söyleyemeyiz. Eğer onun için bir mekân göz önünde bulundurursak bu madde dışı ve hayali olacaktır. Bizzat bu husus hayali suretlerin soyut oluşunun delillerinden biridir.

 

O halde biz mekânı her ne şekilde tanımlarsak; yani onu ister Meşşaî ekolüne mensup kimselerin tanımladığı gibi kapsayan zahir yüzeyinin kapsanan batın yüzeyiyle temas kurması olarak ve ister İşrak ekolüne mensup kimselerin tanımladığı gibi soyut boyut olarak tanımlayalım, hayali ve temsilî suretler için maddi bir mekân göz önünde bulunduramayız. Lâkin onun için temsilî bir mekân göz önünde bulundurulabilir.

 

Son olarak şu noktaya dikkat etmek gerekir: Misal âleminde maddenin varlığının olmadığı hakkında belirtilen tüm konular, madde hakkında kabul edilen ve yaygın olan tanıma tabidir. Lâkin ışık türünden varlıkların latif ve ışıldayan bir madde taşıdığını kabul edersek, bu madde hakkında başka bir tanımı kabullenmek manasına gelir ve bu tanım misal âlemini de içerir.

 

–—

 

[1]     Yarı soyut bir âlem olup akıl âlemi (melekler âlemi veya ceberut) ile madde âlemi arasında yer alır. Bu âlem ne aklî cevherler gibi cismanî özellik ve hadlerin tümünden yoksun sayılır ve ne de cismanî cevherler gibi cismanî özellikler ve hadlerin tümünü taşır. Temsilî suretlerin maddesi bulunmaz; ancak renk, şekil ve miktardan ibaret olan maddenin ilinekleri onda bulunur. (MisbahYezdî, Amuzeş-i Felsefe, c. 2, s. 178, 2. baskı, Şirket-i Çap ve Neşr-i Beynelmilel Sazman-ı Tebligatı İslami, h.ş. 1379.)

 

[2]     Cevad Âmulî, Rehik- i Mahtum, c. 1, b. 4, s. 209, 1. baskı, Neşr-i İsra, h.ş. 1375.

 

[3]     Şirazî, Seyyid Razi, Dershayi Şerh-i Manzumeyi Hekim Sebzevarî, c. 2, s. 1563-1567, 1. baskı, Müessese-i İntişarat-ı Hikmet, Tahran, h.ş. 1383.

 

[4]     Tabatabâî, Seyyid Muhammed Hüseyin, Nihayetu’l-Hikme, s. 294, Müessese-i Neşr-i İslami, Kum, h.k. 1422.

İran Milli Futbol takımı, Suriye takımını 3-0 yenerek 2022 dünya kupasına bir adım daha yaklaştı.

Suriye’nin ev sahipliğinde Ürdün’ün başkenti Amman’da düzenlenen karşılaşmada Suriye takımı 3-0 İran karşısında yenildi.

Karşılaşmanın golleri 33, 38, 88’de İran gölleri Suriye filesini süsledi. Bu zaferle İran takımının puanı 16 oldu ve İran kalan son 4 oyunundan Dünya Kupasına yükselmek için sadece 3 puana ihtiyaç duymaktadır.

İran grubunda Güney Kore 14 puan ile ikinci, BAE 6 puan ile üçüncü olurken, Lübnan 5, Irak 4 ve Suriye de iki puan ile yer almaktadır.

İran’ın bir sonraki oyunu yaklaşık 40 gün sonra Tahran’da ve Irak karşısında olacaktır.

 

İran Kadınlar Milli Kampond Takımı, Asya Şampiyonası'nda finale yükseldi

 İran Kadınlar Milli Kampond Takımı, Bangladeş'teki yarışmada Hindistan takımını yenerek finale yükseldi.

Bangladeş'teki Asya Okçuluk Şampiyonası bu sabah (Salı) yerel saatle düzenlendi ve İranlı okçuları ise erkek Ricro takımı ve kadın takımı Kampond Takımı olmak üzere iki bölümde rakiplerine karşı yarıştı.

Yarışmanın ilk turunda Gisa Bayburdi, Rahele Farsi ve Huşnudi Kiya İran Kadınlar Milli Kampond Takımına oluşanİran takımı, Bangladeş takımını 227-226 skorla yenerek ve Yarı finale yükseldi.İran, yarı finalde Hindistan'ı 227-220 yendi ve finalde Güney Kore'yi mağlup etti.

 İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Seyyid İbrahim Reyisi, İran ve Türkiye’nin iyi ilişkilerinin bölgenin barış ve istikrarının yararına olduğunu belirterek, İran ve Türkiye’nin işbirliklerinin yol haritasını nihaileştirerek, mevcut ilişki seviyesinden çoklu işbirliği düzeye geçmesi gerektiğini söyledi.

Ayetullah Reyisi, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu ile yaptığı görüşmede, iki ülkenin özellikle ticari ve ekonomik alanlarda işbirliğini iki millet yararına olduğunu belirterek, iki ülke barışının bölge istikrar ve barışının yararına olduğunu belirtti.

Cumhurbaşkanı Reyisi, ‘’ İki ülkenin bölgesel işbirliği uluslararası düzeyde işbirliğine dönüşmelidir ve bu işbirliği iki ülkenin önemli konumuna göre dünya dengelerinden etkili olabilir. ‘’ dedi.

Yabancılar olmaksızın bölge ülkelerinin kendi sorunlarını çözme yönündeki İran’ın bakış açısını anlatan Ayetullah Reyisi, ‘’ Yabancıların bölgedeki varlığının bölge devlet ve milletleri arasında istikrarsızlık ve gerginlik yaratamaktan sonucu yoktur, ABD’nin 20 yıllık Afganistan varlığının tahrip, ölüm ve kan dökmekten başka bir sonucu yoktur ve Afganistan sorunları Afgan halkının eli ve komşuların yardımları ile çözülebileceği bunu göstermektedir. ‘’ dedi.

IŞİD yaptıklarının tüm bölge ülkelerinin zararına olduğunu ifade eden Cumhurbaşkanı Reyisi, ‘’ ABD yetkililerinin dediğine göre IŞİD onların yarattığı örgüttür, bu grup ABD’den emir alıp hareket etmekte ve ABD tarafından vekaleten farklı ülkelerde kan dökmektedir. ‘’ dedi.

IŞİD varlığının tüm bölge ülkelerinin zararına olduğunu ifade eden Ayetullah Reyisi, ‘’ Terörizm ve örgütlü suçlarla mücadele Tahran-Ankara’nın işbirliği eksenleri olabilir ve İran bu alanda işbirliğini arttırmaya hazırdır. ‘’ dedi.

Ayetullah Reyisi, ‘’ İran’ın Azerbaycan ve Türkiye ile ilişkileri komşuluk ötesinde derin ve eski kültürel ve itikadi temelleri vardır ve yabancıları tahriklerinin bunu zedelenmemesine izin veremeyiz. ‘’ dedi.

Çavuşoğlu da ülkesinin İran ile ilişkilerinin yükseltme hızını arttırmak istediğini belirterk, İran’ın yeni hükümetinin sonuç odaklı bir hükümet olduğunu belirterek, Güney Kafkasya’da istikrar ve ticaretin artması için İran’ın önemine değinerek, Kafkasya’da istikrar ve ticari ilişkilerin artması için İran ile ortak işbirliğini arttırmak istediklerini söyledi.

 

Bakan Çavuşoğlu: İran'la köklü ilişkilerimizi bölgemizin yanı sıra küresel konularda da geliştirmek istiyoruz
 Bakan Çavuşoğlu: İran'la köklü ilişkilerimizi bölgemizin yanı sıra küresel konularda da geliştirmek istiyoruz
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Türkiye'nin İran'la köklü ilişkilerini, bölgesel ve küresel konularda iş birliğini geliştirmek istediğini belirtti.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, resmi ziyaret kapsamında bulunduğu Tahran'da, İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan ile ortak basın toplantısı düzenledi.

Bakan Çavuşoğlu, İranlı mevkidaşı Abdullahiyan'a sıcak karşılama için teşekkür etti.

Ülkenin güneyindeki Hürmüzgan eyaletindeki depremde yaşamını kaybedenler için başsağlığı dileğinde bulunan Çavuşoğlu, Türkiye'nin kardeş İran'a yaraların sarılması konusunda gereken desteği vermeye hazır olduğunu söyledi.

 Ziyareti sırasında Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi 7. Toplantısı'nın hazırlıklarını gözden geçirdiklerini aktaran Çavuşoğlu, "İran'ın teklifi üzerine uzun vadeli kapsamlı bir iş birliği için yol haritası belirlemek üzere heyetlerimiz çalışacak. Yetiştirebilirsek bu zirve marjında bunları imzalamak istiyoruz." ifadesini kullandı.

Çavuşoğlu, İranlı mevkidaşıyla terör, göç, insan kaçakçılığı gibi güvenlik konularını ele aldıklarını ve bu konudaki dayanışmayı artırmak istediklerini aktardı.

"İran'a yönelik tek taraflı yaptırımların da kalkması gerekiyor"
İkili ticaret hacminin yeni tip koronavirüs (Kovid-19) sürecinde düştüğünü ancak bu yıl, geçen yıla göre, ilk 9 ayda görülen yüzde 71 artışın sevindirici olduğunu vurgulayan Çavuşoğlu, buna rağmen iki ülkenin hedeflerinin çok gerisinde olduğunu dile getirdi.

Çavuşoğlu, hedeflere ulaşmak için daha çok çalışmak gerektiğinin altını çizerek "Özellikle tercihli ticaret anlaşmasının kapsamının genişletilmesi konusunda 6 yıldır müzakere yapıyoruz. Bunu da artık tamamlamak istiyoruz ki, ticaretimiz daha da artsın." değerlendirmesinde bulundu.

Türkiye'nin, İran'a yönelik tek taraflı yaptırımların yanlış olduğunu tüm platformlarda dile getirdiğine işaret eden Çavuşoğlu, şöyle devam etti:

"Bu vesileyle Kapsamlı Ortak Eylem Planı'nın (KOEP) yeniden işler hale gelmesi için tüm tarafların gerekli adımları atması gerektiğini düşünüyoruz. Özellikle bu anlaşmadan çekilenlerin gerekli adımları atması gerekiyor. İran'a yönelik tek taraflı yaptırımların da kalkması gerekiyor. Viyana'da görüşmelerin tekrar başlayacak olmasından da mutluluk duyduğumuzu vurgulamak isterim. Bu görüşmelerin olumlu neticelenmesi sadece ekonomik ilişkilerimiz bakımından değil bölgenin istikrarı bakımından da önemli olacaktır."

Çavuşoğlu, iki ülkenin bölgesinde önemli gelişmeler olduğunu belirterek bölgesel konularda diyalog ve iş birliğinin sürdürülmesinin her zamankinden daha fazla önem arz ettiğini söyledi.

Afganistan'ın bu konulardan biri olduğunu belirten Çavuşoğlu, "Suriye'de siyasi çözüm için çalışmaya devam etmemiz lazım. Irak, ikimizin de komşusu. Körfez'de gelişmeler var. Yemen'deki problem devam ediyor. Güney Kafkasya'nın istikrarı için başta 3+3 formatı olmak üzere bu konularda İran'la yakın çalışma arzusu içindeyiz." diye konuştu.

Çavuşoğlu, Irak'ın istikrarı için İran ve Türkiye'nin önemli katkı sağlayabileceğine işaret ederek "Suriye'de Astana formatında iş birliğimizi sürdüreceğiz. Önümüzdeki süreçte hem liderler hem de dışişleri bakanları düzeyinde toplantı gerçekleştirmeyi arzu ediyoruz." ifadesini kullandı.

Afganistan'ın kalıcı barışı ve istikrarı için birçok konuda Türkiye ve İran'ın görüşlerinin örtüştüğüne dikkati çekerek "Afganistan'daki şu anki durumdan endişe duyuyoruz. İnsani kriz bir taraftan ekonomik sıkıntı diğer taraftan zorluklar var. Kapsayıcı, herkesi kucaklayan bir hükümetin kurulması arzumuz." dedi

Çavuşoğlu, son zamanlarda DEAŞ terör örgütünün toplumun değişik kesimlerine yönelik terör saldırılarını kınayarak Afganistan'ın istikrarı için İran'la çalışmaya hazır olduklarını kaydetti.

Ziyaretinin son derece faydalı geçtiğini belirten Çavuşoğlu, "İran'la köklü ilişkilerimizi, bölgemizin yanı sıra diğer küresel konularda da iş birliğimizi geliştirmek istiyoruz." ifadesini kullandı.

Çavuşoğlu, İranlı şair Sohrab Sepehri'nin "Dostumun evi nerede?" dizesini hatırlatarak "Her zaman olduğu gibi Tahran'da kendimi dostumun evinde hissettim. Bu sıcak misafirperverlik için bir kere daha teşekkür ediyorum." dedi.

"Bölgemizde bağlantıları güçlendirecek her türlü projenin içinde oluyoruz"
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), İran ve Türkiye arasındaki transit yola ilişkin bir soru üzerine Çavuşoğlu, "Türkiye olarak bölgemizde ticareti artıracak ve ülkeler arasındaki bağlantıları güçlendirecek her türlü projenin içinde oluyoruz, destekliyoruz." ifadesini kullandı.

Çavuşoğlu, Türkiye'nin, İran'ın da içinde olduğu birçok üçlü ve dörtlü mekanizmaya dahil olduğunu hatırlatarak "Bunun da amacı budur. Tabii bunu sadece dörtlü değil, başta Körfez ülkeleri, Pakistan ve Orta Asya ülkeleri olmak üzere bu tür projeleri biz olumlu buluyoruz ve destekliyoruz." değerlendirmesinde bulundu.

Lübnan'a yarın yapacağı ziyaret hakkındaki bir soru üzerine Çavuşoğlu, ülkede yeni hükümetin kurulduğunu hatırlatarak "Sayın Başbakan'la ve Dışişleri Bakanı'yla telefon görüşmemde kendileri beni davet etmişlerdi. Yaklaşık iki ay önce bu ziyaretin kararını almıştık." dedi.

Çavuşoğlu, Lübnan'ı Tahran'ın ardından ziyaret edecek olmasının güzel bir tesadüf olduğunu belirtti.

"Bu sene gerçekleştirmeyi arzu ediyoruz"
Çavuşoğlu, Türkiye-İran Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi'nin 7. Toplantısı'nın ne zaman düzenleneceğine ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın İran'ı ziyaret edip etmeyeceğine ilişkin soruya, İranlı mevkidaşıyla toplantıya ilişkin bir tarih belirlemek için fikir alışverişinde bulunduklarını belirterek "Bu sene içinde gerçekleştirmeyi arzu ediyoruz." yanıtını verdi.

Toplantının sonuç odaklı olabilmesi için hazırlıkların tamamlanması gerektiğini vurgulayan Çavuşoğlu, "Sadece bir araya gelmek için değil ilişkilerimize yeniden bir ivme kazandırmak için bu ziyareti ve Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi Toplantısı'nı gerçekleştirmek istiyoruz." diye konuştu.

Çavuşoğlu, iki ülkenin imzalaması gereken anlaşmalar olduğunu ve daha önce alınan bazı karar ve imzalanan anlaşmaların da gözden geçirilmesi gerektiğini belirterek şunları kaydetti:

"Geleceğe yönelik yol haritamızı, ilişkilerimizi istediğimiz hedefe götürmek için belirlememiz gerekiyor. İki tarafta da tecrübeli diplomatlar var. Bizler de iki dışişleri bakanları olarak zaten hazırlığı yapmakla mükellefiz. Sorumluluk bizde. İnşallah en kısa zamanda tarihi belirleyip, Sayın Cumhurbaşkanımız da uygun görürlerse, bu yılın sonuna kadar yapma önerisi de geldi. Bu ziyareti ve Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi Toplantısı'nı inşallah gerçekleştiririz."

Çarşamba, 17 Kasım 2021 07:09

Kulluğun Esasları-2

 Kulluğun esasları : Kalbin Görevleri

Rızanın müstehab olduğunu söyleyenler, sabrın tersine ne Kur’anda ve ne de sünnette rıza hakkında emir varid olmadığını söylerler. Allah sabrı Kur’an-ı Kerim’in bir çok yerinde emreder, tevekkül de böyledir. Allah Teala buyurur ki:

“Eğer Allah’a iman ettiyseniz ve eğer müslümansanız sadece Allah’a tevekkül ediniz.” (Yunus, 84),

Allah inabeti de (yönelme) emretmiş ve demiştir ki:

“Rabbinize ibadet ediniz.” (Zümer, 54)

“Ancak dini Allah’a halis kılarak ibadet etmekle emrolundunuz” (Beyyine,5) buyurmuştur.
Havf da böyledir:

“Eğer inanıyorsanız onlardan değil de benden korkunuz” (Ali İmran, 175),

“Onlardan korkmayınız, benden korkunuz (haşyet) “ (Bakara, 15),

“Sadece benden korkunuz” (Bakara 40) buyurulur.

Doğruluk da böyledir:

“Ey iman edenler Allah’dan sakınınız ve sadıklarla beraber olunuz” (Tevbe, 119).

Sevgi de böyledir. Sevgi görevlerin en farz olanıdır. Zira sevgi kalbin yapmakla emrolunduğu ibadet ve ibadetin özü ve ruhudur.
Rızaya gelince; Rıza vasfı Kur’an’da ancak rıza sahihlerinin övülmesi ve medh edilmesi şeklinde varid olmuş, emir şeklinde geçmemiştir. Bu konuda karşı tarafın zikrettiği habere gelince, bunun İsrailiyattan olduğunu, dolayısıyla delil olarak kullanılamayacağını söylerler.

Bunlar da delil olarak Nebi (s.a.v)’den gelen şu merfu hadisi ileri sürmüşlerdir:

“Eğer sen yakinle birlikte rızayı gerçekleştirebilirsen yap, rıza ile davran, şayet güç yetiremezsen,nefsine ağır gelse de sabra devam et, çünkü sabırda pek çok hayır vardır. ” Bu hadis bazı sünen kitablarında da vardır. (Sünenler ve diğer hadis kaynaklarında bulunamamıştır.)

Devamla derler ki, “Öfkeden sadece rıza ile kurtulmak mümkündür” iddianıza gelince, bu lazım ve bağlayıcı birşey değildir. Bir şeye güç yetirmede insanlar üç derecedir:

1 - Rıza en üst,

2 - Sabretmek razı olmanın altında ve orta derecedir.

3 - Öfke ise en alt derecedir,

Birincisi öne geçen mukarreblere aittir,

İkincisi, mutedillere,

Üçüncüsü, zalimlere aittir.

İnsanların çoğu gücü yettiği şeye karşı sabreder ve asla kızmaz, öfkelenmez. Oysa O’na razı değildir. Öyle ise rıza başka bir durumdur.

Şüphesiz bazı insanlara elemle rızanın arasını birleştirmek güç gelmiştir. Bu ikisini çelişik zannetmişlerdir. Oysa durum onların zannetiği gibi değildir. Nitekim hoşlanmadığı ilacı içen hasta hem ilacı içmekten acı duyar hem de onu içemeye razı olur. Ramazan ayında çok sıcak bir günde oruç tutan, orucundan dolayı acı çeker, ama oruç tutmaya da razıdır. Cimri, zekatla malını elinden çıkarmaktan elem duyar ve fakat zekat vermeye de razıdır. Öyle ise elem ve acı duymak sabra aykırı olmadığı gibi rızaya da aykırı değildir.

Alimler arasındaki bu ihtilaf Allah’ın mahlukat hakkındaki kader ve kazasına rıza göstermekle ilgilidir.

Çarşamba, 17 Kasım 2021 06:56

İyiliği Emretmede Zarara Uğramak!

Hz. Hüseyin niçin gerekli şartların bulunmamasına rağmen iyiliği emretmek için kıyam etti?

 Soru: İmam Hüseyin'in (a.s) buyurmuş olduğu, "Ben iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak için kıyam ettim." sözünden maksat nedir?

Cevap:

İmam Hüseyin (a.s) bu cümlesiyle niçin kıyam ettiğini ve başlatmış olduğu bu hareketin temel felsefesinin ne olduğunu çok kısa, fakat özlü bir şekilde anlatmaktadır.

Bu rivayetten ayrıca, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın (emri bil maruf ve nehyi anil münker) önemi ve İslâm'daki yeri anlaşılmaktadır. Hadisi daha iyi anlayabilmek için, bu ilâhî farizanın, Allah katındaki konumuna dikkat etmeliyiz.

İyiliği emredip kötülükten sakındırmak, İbrahimî dinlerin hepsinde konu edilmiş, bütün peygamberler, resuller, imamlar ve salih müminler tarafından uygulanması istenilmiştir. Bu Allah tarafından yapılması istenen diğer emirler gibi değildir. Birçok mesele için ölçü ve peygamberlerin gönderiliş sebebidir. Zira içerisinde bulunduğumuz bu madde âlemi iyiliklerle kötülüklerin, hakla batılın, karanlıkla aydınlığın, güzel sıfatlarla kötü sıfatların iç içe, bazen ayırt edilemeyecek kadar karışık olduğu bir yerdir. Öyle ki, çoğu zaman insan neyin iyi ve neyin kötü olduğunu ayırt edemez duruma gelir. Güzellikle kötülüğü birbirinden ayırıp sonrasında ona göre davranmak çok zor bir hal alır.

İşte bu esnada, hikmet sahibi, kullarını seven ve onların kemale ulaşmasını isteyen yüce Allah, peygamberler gönderir. Sırf insanlığa neyin iyi ve neyin kötü olduğunu anlatmaları için. Bütün ilahi dinler; insanlara neyin iyi neyin kötü, hangi işin karanlığa hangi işin aydınlığa götürdüğünü ve nelerin faydalı, nelerin zararlı olduğunu gösterdikten sonra, insandan iyilikleri yapıp kötülüklerden uzak durmalarını istemektedir. Buna Allah'ın insanı hidayet etmesi diyoruz. İşte yüce Allah doğru yolu kullarına böyle gösterir.

Yüce Allah, Kur'ân'ın birçok yerinde müminlerden ilk önce iyiliği emredip kötülükten sakındırmayı, daha sonra namaz kılmalarını, zekât vermelerini, Allah'a ve Resulüne itaat etmelerini istemektedir. (1)

Resulullah (s.a.a) bu vazifenin önemini şöyle açıklıyor: "Kim iyiliği emredip, kötülükten sakındırırsa Allah'ın, Allah'ın kitabının ve Allah'ın Resulü'nün yeryüzünde ki halifesidir." (2)

Hz. Ali (a.s) ise şöyle buyurmaktadır: "Dinin intizamı iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya bağlıdır." (3)

İmam Bâkır (a.s) nakledilen bir hadiste buyuruyor ki: "İyiliği emredip kötülükten sakındırmak, peygamberlerin yoludur. Salih ve iyi insanların en önemli programıdır. Diğer farzlar bu farzın uygulanmasına bağlıdır. Yollar ancak bu emri yerine getirmekle güvenli olur. Alışverişlerinizin helâl olması bununladır. Bilin ki, iyiliği emredip kötülükten sakındırdığınız sürece düşmanlarınız insaflı olacaktır. İşleriniz bir düzene girecektir." (4)

Demek ki, Allah tarafından herkes için konulan bu görev sadece İmam Hüseyin'e özel değildi. Bu ilahi emir bütün peygamberlerin, resullerin, imamların ve müminlerin uygulaması gereken bir görevdir.

Hz. Hüseyin'in (a.s) döneminde bu farzı yerine getirmek çok daha hayati bir önem arz etmekteydi. Çünkü iyiliklerle kötülükler ayırt edilmeyecek şekilde birbirine karışmış, toplumun her kesiminde günahlar işlenip, iyilikler terk edilmişti. Artık Allah'ın dini ve Peygamberin sünneti unutulmuş, yok olmaya bırakılmıştı.

Peygamberin ve Hz. Ali'nin kurmuş olduğu adalet düzeninden geriye bir eser kalmamıştı. İşte bu durumda köklü bir değişime ihtiyaç vardı. Toplumda büyük bir reform başlatıp, İslâm dinini eski canlılığına kavuşturmak ve iyiliği emredip kötülükten sakındırmak gerekiyordu. Bu yapabilecek tek kişi de İmam Hüseyin (a.s) idi.

O kıyam etti, bozuk sisteme karşı başkaldırdı, herkese iyiliği emredip kötülükten sakındırarak hareketini başlattı, böylece hakla batılı bir birinden ayırdı, ceddi Resulullah'ın (s.a.a) dinini yok olmaktan korudu, İslam'a yeni bir canlılık kazandırdı.

Hüseyin b. Ali (a.s) insanlığın ebedi saadeti için kıyam etti ve bunun yolunun iyiliği emredip kötülükten sakındırmaktan geçtiğini çok iyi bildiğinden kıyamını da bunun üzerine oturttu.

"Ben bozgunculuk yaratmak, toplum düzenini bozmak, zulüm etmek için kıyam etmedim, ben ceddim Resulullah'ın (s.a.a) ümmetini ıslah etmek ve iyiliği emredip kötülükten sakındırmak için kıyam ettim." (5)

Soru: İyiliği emredip kötülükten sakındırmanın şartlarından biri de yapıldığı takdirde insana bir zarar gelmemesidir. Bunu herkes kabul etmektedir. Yezid'in ve Ümeyyeoğullarının nasıl insanlar olduğu malumdur. Kim onların karşısında bu ilahi farizayı yerine getirmek istese büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalacaktır. İmam Hüseyin (a.s) bunu çok iyi bilmekteydi. Peki, niçin gerekli şartların bulunmamasına rağmen iyiliği emredip kötülükten sakındırmak için kıyam etti?

Cevap:

Allah'ın hükümlerini, genel olan hükümlerin kayıt ve şartlarını, sadece Peygamber'den, ondan sonra da masum İmamlardan öğrenebiliriz. Onların yaptıkları her iş caizdir; söyledikleri, yaptıkları ve onayladıkları her şey Allah'ın hükmüdür. Zira Allah'ın hükmünün dışında bir şey yapmazlar.

Demek ki, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın şartlarından biri, zarara uğrama tehlikesinin olmaması ise, İmam'ın canını tehlikeye atarak bunu yapmak istemesi bir diğer şartın da bulunduğunu göstermektedir.

Şöyle ki, eğer insanın zarara uğramasından çok daha önemli bir durum varsa, o zaman burada zarara uğramamak şartı geçerli değildir. Hedef önemli olduğu zaman, insanın canına, malına ne kadar zarar gelirse gelsin yine de Allah için iyiliği emredip kötülükten sakındırmalıdır.

Mesela, iyiliği emredip kötülükten sakındırmadığın takdirde Allah'ın dini yok olacaktır, ama eğer yaparsan da canın tehlikeye düşecektir. Bu durumda Allah'ın dini, candan daha önemli olduğu için mutlaka yapılmalıdır ve yapılmaması caiz değildir.

Diğer bir tabirle, normal ve sıradan iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla, tüm toplumu ilgilendiren, genel iyiliği emredip kötülükten sakındırma arasında çok fark bulunmaktadır. Sıradan iyiliği emretmede sadece şahıs günahtan kurtarılmaya çalışılmaktadır. Oysa İmam Hüseyin'in (a.s) yapmış olduğu emri bi'l-maruf ve nehyi ani'l-münker tüm toplumu ilgilendirmektedir. Dinin bekası, Allah'ın hükümlerini yaşamak ve yaşatmak ve yeniden adalet düzenini oluşturmak buna bağlıdır. Bunun için de canı tehlikeye atmaya değer.

Yezid'in döneminde, İslam toplumu hızlı bir şekilde küfür toplumuna dönüşmekte idi. Allah'ın emirleri kaldırılmaya başlanmıştı ve çok kısa bir süre sonra İslam'ın fatihası okunacaktı. İslam dininden bu büyük tehlikeyi uzaklaştırmak için her ne şekilde olursa olsun bu farz yerine getirilmeliydi, hatta insan canını bile feda etmesi gerekirse, din uğruna feda etmeliydi.

İmam Hüseyin (a.s) toplumun ne tarafa doğru sürüklendiğini, İslam'ın nasıl büyük bir tehlikeyle karşı karşıya bulunduğunun farkındaydı. Bu yüzden Medine valisi Mervan, Yezid'e biat etmesi gerektiğini söylerken İmam ona şöyle buyurdu: "İnna lillah ve inna ileyhi raciun. Yezid gibi birisi, İslam toplumunun başına geçecekse artık İslam'a veda etmek gerekir."

Yani, Yezid'in hükümeti ele geçirerek Müslümanların başına geçmesi halinde İslam'ı neyin beklediği açıktır. Yezid'in olduğu yerde İslam, İslam'ın olduğu yerde de Yezid olmaz.

Bu büyük tehlike ve münkir karşısında İmam'ın görevi, kıyam ederek İslam'ı savunmaktı, kendi canı, sevdiklerinin ve ailesinin canı tehlikeye düşse bile. İmam, İslam'ın baki kalmasını, kendisinin yaşamasından daha önemli olduğu inancındaydı. Dolayısıyla vazifesini yerine getirmek için canını feda etmekten, çocuklarını ve ailesini zorluklara sokmaktan çekinmedi.

İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamı tam anlamıyla iyiliği emredip kötülükten sakındırmak içindi. O gerçek manada zulüm, haksızlık, küfür ve gericiliğe karşı direniş gösterendir. Tarih hiçbir zaman böyle bir mücadele görmemiştir. Tek başına bir orduya karşı durmak, aileyi bile tehlikeye atmaktan çekinmemek, görevi en güzel şekilde yerine getirmeye çalışmak ve tüm bunlarla beraber izzetini, onurunu ve nefsin kerametini koruyabilmek yalnızca İmam Hüseyin'e has bir özelliktir.

Bu uğurda, Aşura günü nice acı, elem ve zorluklara katlandı; musibetler gökten bir yağmur gibi başına yağmasına rağmen o dimdik, yiğitçe, ayakta durarak canını iyiliği emredip kötülükten sakındırma uğruna feda etti. Böylece hak yolunda şehit olanların serveri oldu.

Bu konu hakkında şehit Mutahhari şunları söylemektedir:

"İyiliği emredip kötülükten sakındırmanın, bir tehlikeye maruz kalmama şartıyla farz olduğunu herkes kabul etmektedir. Fakat eğer bir zarara uğrayacaksa bazılarına göre farz oluşu buraya kadardır ve canı, malı, namusu tehlikeye düştüğü anda bundan sonra farz olmaktan çıkar. Fakat bazılarına göre de bu farzı yerine getirmek zarara uğramaktan çok daha önemlidir.

Konu küçük bir meseleyse ve iyiliği emredip kötülükten sakındırdığın takdirde sana bir zarar gelecekse o zaman farz değildir. Lakin mesele büyük ve çok önemliyse farz oluşu asla ortadan kalkmaz. Eğer Kur'ân tehlikedeyse, adalet uygulanmayacaksa, İslami vahdet yok olacaksa, bu farzı terk edemezsin. Bu durumda 'Canım tehlikeye düşer, beni küçük düşürürler, toplum kabul etmez' gibi bahaneler Allah katında geçerli değildir."

Soru: Bütün şer'i hükümler için geçerli olan şartlardan biri de, mükellefin gücünün yetebilmesidir. İnsanın gücünün yetmediği hiçbir şey kula farz olmaz. Bu iyiliği emredip kötülükten sakındırmak için de geçerlidir. İmam Hüseyin (a.s) bilinçsiz, rahatlık ve dünya düşkünü olan halkın yardımını kazanamamıştı. Diğer taraftan da karşında tam donanımlı büyük bir ordu bulunmaktaydı. Peki, İmam Hüseyin (a.s) hiç gücünün olmamasına rağmen niçin bu farzı yerine getirmekte ısrar etti?

Cevap:

Şehit Mutahhari bu konu hakkında şunları söylüyor:

"İyiliği emredip kötülükten sakındırmanın şartlarından biri olarak, "gücün yetebilmesi-kudret sahibi olmak" belirtilmiştir. Bundan anlaşılan iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın güçsüze farz olmadığıdır. (6)

Bunu bazıları yanlış anlayarak şöyle diyorlar: "Bu işi yapmaya benim gücüm yetmez, İslam da gücün yetmiyorsa yapma demiş, öyleyse benim yapmam gerekmez." Böyle bir sonuca varana şu cevabı vermemiz gerek; evet gücün yetmediği zaman sana farz değil, ama sürekli de güçsüz kalamazsın, o farzı yerine getirmek için güç ve kudreti kendinde oluşturmak zorundasın.

Allah'ın bu farzını (iyiliği emredip kötülükten sakındırmak) yapmak için çoğu zaman haram bile haramlıktan çıkıp farz olabilir. Örneğin zalim hükümetin memuru olarak çalışmak haramdır, ama bu memurluk sayesinde iyiliği emredip kötülükten sakındırabileceksen, o görevi kabul etmek sana farz olur. Tarihte bizzat İmamların emriyle zalim padişahın hükümetinde çalışanlar görülmektedir.

Soruda geçen iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın ne şekilde güce bağlı olduğunu daha iyi anlayabilmemiz için, bu farzın önem ve ehemmiyetine değinmemiz gerekir.

Bu ilahi emir; İslam'da o kadar önemlidir ki, İmam Hüseyin (a.s) bunun için kendi canını, sevdiklerinin canını feda ederek ailesinin esir olmasına razı olmuştur. Bir rivayette ahir zaman halkını kötülerken nedenlerinden biri olarak şöyle buyrulmaktadır: "Onlar iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın sadece bir zarara uğramadıkları takdirde onlara farz olduğunu zannediyorlardı." (7)

Başka bir hadiste İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle naklediliyor: "İyiliği emredip kötülükten sakındırmak peygamberlerin yolu, salihlerin sürekli yaptıkları bir iştir. Bu farz sayesinde Allah'ın hükümleri uygulanır, yeryüzü bayındır olur, ancak bu farzı yapmakla düşmandan hak alınabilir." (8)

Böylesi önemli bir emir için, eğer gücün varsa yap yoksa gerekmez, denilebilir mi? Etki edeceğine dair en ufak bir ihtimal veriyorsan hemen yapman gerekir." (9)

Nitekim Kerbela'da İmam'ın şehit edilmesiyle görevin tamamlandığı zannedilmesin. Kıyamın amacına ulaşması için ikinci bir plan uygulamaya konulmuştur. O da İmam'ın ailesinin mesajı herkese ulaştırmasıdır. Hz. Zeyneb ve Hz. İmam Seccad (a.s) Kufe'de İbn Ziyad'ın, Şam'da da Yezid'in sarayında yaptıkları konuşmalarla mesajı ulaştırmışlardır. İmam'ın şehit olması onlar için işin bitmesi değildi, aksine her şey daha yeni başlıyordu.

Soru: İyiliği emredip kötülükten sakındırmanın bir diğer şartı, etki etmesidir. Etki etmeyeceğini biliyorsan farz olmaz. Kerbela kıyamında, Hz. Hüseyin'in (a.s) iyiliği emredip kötülükten sakındırmasının ne Yezid'e ve ne de onun ordusuna etki etmeyeceği çok açıktı, onlar ne pahasına olursa olsun asla hükümeti bırakmayacaklardı. Öyleyse Hazret, hangi akli ve nakli delillere dayanarak bu farzı yerine getirmek için kıyam etti?

Cevap:

Önceden de dediğimiz gibi, İmamların yapmış oldukları her iş şer'i delilin kaynağıdır. Bir işin caiz olmasına en büyük delil, masumun o işi yapmasıdır. Eğer iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın şartlarını öğrenmek istiyorsak, İmamların ne yaptığına bakmamız gerek.

Etki etmeye gelince; eğer etki edeceğine dair en ufak bir ihtimal veriyorsan yapman gerekir. İyiliği emredip kötülükten sakındırmayı yaptığın zaman etki edip etmemesi de iki çeşittir:

Birincisi; söylediğin takdirde, o günahkârı günahından vazgeçiremeyeceğini kesin biliyorsan, bu durumda farz olmaz.

İkincisi; o esnada etki etmeyeceğini biliyorsan ama yaptığın takdirde gelecekte etkisini göstereceği ihtimalini veriyorsan bu durumda farz olur.

Bunu çağımızda işgalci ve sömürgeci güçlerin esaretinden kurtulup özgürlüğüne kavuşmak isteyen nice halkaların uyguladığını görmekteyiz. Mücadeleleri sonucunda hemen özgürlüğe kavuşamayacaklarını bilmekteler, ama gelecek nesiller için direnişten vazgeçmiyorlar. Bunun için düşmanın hain planlarını halka anlatarak düşmanın orada kalıcı olabilmesinin önünü kesmişlerdir. Zamanla bilinçlenen halk da bilinçlenerek bağımsızlığına kavuşmuştur. Mücadeleyi başlatanlar çok önceleri ölmüştür, kendileri hükümete ulaşamamışlardır, ama hedeflerine yıllar sonra ulaşmışlardır, o da halkının bağımsızlığına kavuşmasıdır.

İlahi insanlar da aynı şekilde anlık düşünmezler, gelecek üzerine planlar yapıp, şimdiden başlarlar. Düşmanın onları öldürüp, işkencelerle parçalayacaklarını bilmekteler, fakat İslam'ın geleceği için, tevhidin dünyaya hâkim olması için cihattan vazgeçmezler. Onların bugünkü kıyamı, yarın halkların uyanışı olacaktır.
Peygamber'in (s.a.a) vefatından elli yıl gibi kısa bir süre geçmesine rağmen toplum öylesine değişmişti ki Kur'ân'ın hükümleri büyük bir tehlikeyle karşı karşıyaydı. Din yok olmaya doğru gitmekte ve İslam'ı zifiri karanlık günler beklemekteydi, çok kısa bir süre sonra İslam güneşinin batıp yerine cahiliyet döneminin başlayacağı açıkça görülmekte idi.

Bütün bu olup bitenler karşısında İmam Hüseyin (a.s) ne yapabilirdi? İbn Ömer gibi bir cami köşesine çekilip İslam'ın yok oluşunu mu seyretmeli miydi? Onlara karşı gücüm yetmez, ne söylersem fayda etmez ve bana zarar verirler diyerek sessiz kalabilir miydi?

Tabii ki hayır, çünkü İmam, kıyam edip, bu düzene baş kaldırdığı takdirde İslam'ın yok olmayacağını ve Allah'ın dininin baki kalacağını çok iyi biliyordu. Hz. Hüseyin (a.s), Ümeyyeoğullarının onu öldürmesiyle halkın buna çok sert bir şekilde karşı geleceğini, Yezid hükümetini meşru bilmeyip, asıl planlarını anlayacaktı. Zira herkes Hüseyin'i Peygamber evladı, vahiy evinin gülü, halkın en değerlisi ve kalplerin tek sevgilisi olduğunu bilmekteydiler. Müslümanlar İmam Hüseyin'in (a.s) öldürülmesine seyirci kalamazdı, Yezidi rejimden hesap soracak, öfkelerini göstereceklerdi. Hükümet de yıkılmamak için halka karşı tüm gücünü kullanacaktı, onlara büyük zulümler edecekti ve İmam hiçbir hükümetin halka zulümle kalıcı olamayacağını çok iyi biliyordu.

İmam Hüseyin (a.s) kendisinin şehit edilmesi ve ailesinin esir alınmasıyla, Ümeyyeoğullarının gerçek yüzlerinin ortaya çıkacağını biliyordu. Halk onların aslında İslam'ın en büyük düşmanları olduklarını anlayıp, Peygamber'e karşı olan kinlerinin farkına varacaktı. Bu da İslam'ın yok edilmesi için, Ümeyyeoğullarının yapmış olduğu tüm planların suya düşmesi ve halkın gönlünde bulunan İslami gayretin yeniden alevlenmesi demekti.

Hz. Hüseyin (a.s), kendisinin öldürülmesiyle Yezid'in zorba rejiminin rezil rüsva olacağını biliyordu. İnsanlar başlarında nasıl bir devletin olduğunu, Peygamber'in halifesi iddiasında bulunanın aslında nasıl Peygamber düşmanı olduğunu anlayacaktı. Bu bilince ulaşan halka hükümet etmekse imkânsız olurdu, kısa bir süre için başta kalsalar bile, İslam'a hiçbir şey yapamazlardı.

Kerbela faciası, tüm İslam âlemini yerinden oynattı. Peygamber evladının ölümünde, sanki Resulullah (s.a.a) ölmüş gibi herkes üzgün ve öfkeliydi. Bu öfkeler her yerde yavaş yavaş Emeviler aleyhine kıyama dönüştü. Düne kadar İslam adına şirk ve küfrü yayan rejim, İmam Hüseyin'in (a.s) kanının bereketiyle, Müslümanlar tarafından yıkıldı. Böylelikle Peygamber'in (s.a.a) aziz dini İslam yok olmaktan kurtarılmış oldu.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşılan şudur; İmam Hüseyin'in (a.s) yapmış olduğu "iyiliği emredip kötülükten sakındırma" tamamen fıkhi ölçüler içerisinde idi ve farz oluşu gün gibi aşikârdı. Hz. Hüseyin (a.s) Allah'ın bu emrini yerine getirmek için hiçbir şeyini feda etmekten çekinmedi. Kendi canını bu yolda feda etti, gözleri önünde en sevdiklerinin parçalanmasına, kardeşlerinin, evlatlarının öldürülmesine sabretti ve bütün bu acılara yalnızca Allah için sabretti. En büyük ülküsü olan ceddi Resulullah'ın (s.a.a) dinini korumak için dayandı. Bütün bela ve musibetlerin ona sel gibi gelmesine rağmen, yolundan dönmedi, onurla ayakta durup, dinini savundu ve hedefi için yılmadan mücadele etti.

ehlader
----------------------------------------------

[1] Tövbe, 7.

[2] Mizanu’l-Hikme, c. 4, s. 80.

[3] Gureru’l-Hikem, c. 2, s. 400.

[4] Usulu Kâfi, c. 5, s. 55.

[5] Biharu’l-Envar, c. 44, bab. 37, hadis. 2.

[6] Furu-u Kâfi, c. 5, s. 59.

[7] Furu-u Kâfi, c. 5, s. 55.

[8] Furu-u Kâfi, c. 5, s. 55.

[9] Hüseyn-i Yiğitlik, c. 1, s. 304/312.