
کارگر
Ganimet Zamanı!
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Afganistan ve Irak işgallerinden beri Genişletilmiş Orta Doğu’da Amerikan düzenindeki dikenleri ayıklayan ve İsrail için çevre temizliği yapan muhteşem katkılar sunan manevraları onu Bilad-i Şam’da söz sahibi yaptı. Fakat perde yeni açılıyor. Daha düzen kurulmadı! Kurulursa da nasıl bir düzen olacağı her şeyden daha önemli hale gelecek.
[Suriye’yi birlikte yıktık, yıkarken Halep sanayi kentini yağmalattık, yeniden inşa ederken de Türkçe bilen fikirdaş, duygudaş ve heveskâr İslamcı kadrolarla fethi temellendireceğiz! Ganimet ya Rasullah…]
Bilad-i Şam’a dair iç sesten sızıntılar…
Ağır mı oldu? Sanmıyorum.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Afganistan ve Irak işgallerinden beri Genişletilmiş Orta Doğu’da Amerikan düzenindeki dikenleri ayıklayan ve İsrail için çevre temizliği yapan muhteşem katkılar sunan manevraları onu Bilad-i Şam’da söz sahibi yaptı. Fakat perde yeni açılıyor. Daha düzen kurulmadı! Kurulursa da nasıl bir düzen olacağı her şeyden daha önemli hale gelecek.
Suriye, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) ve selefi cihatçı ortaklarının elinde kalırsa, “Cehennemin kapıları açıldı” diyerek yakınacağımız, onlarca yılın başındayız demektir.
Elbette yıkılmış bir rejim farklı etnik, dini ve mezhebi bileşenlerin korkularını diriltirken aynı zamanda her tarafa açılabilecek fırsat pencereleri sunuyor. Bu fırsat Suriye’de tüm farklılıkları içine alan demokratik-çoğulcu bir sistemin kurulmasına izin verirse ne ala! Lakin masadaki kumaştan bu elbise çıkmaz!
Azınlıklara “korkuya mahal yok” diyen ılımlı mesajlar, kurulacak rejimin rengine dair kaygıları gidermiyor. Tiyatronun profesyonelce kurgulanıp oynandığını herkes görüyor. Meşruiyet krizini aşmak, yaptırımlardan kurtulmak ve terör örgütleri listelerinden çıkmak için bu mesajları vermek zorundalar. HTŞ, Aleviler “kapı çalacak ve bıçak altına yatırılacağız” diye korkuyla beklerken sağda solda görülen infaz, yağma, darp, tehditler ve kutsallara saldırılar karşısında ‘düzen partisi’ rolünü de iyi oynuyor.
Colani geçen hafta güneyde Süveyde’den Dürzi heyetini kabul edip endişeleri dindirmeye çalıştı. Dün de Lübnan’da İlerici Sosyalist Partisi’nin doğal lideri Velid Canbolat ve Dürzi ruhani liderleri ağırladı. Bakalım bu kapı Alevilere de açılacak mı? O tarafla hesaplaşma arzusu sahile inen selefi cihatçı tayfanın hal, tavır ve kelamından fışkırıyor!
***
MİT Başkanı İbrahim Kalın’dan sonra Dışişleri Bakanı Hakan Fidan dün Şam’daydı. Fidan, Colani ile Halk Sarayı’nda görüşen ilk dışişleri bakanı oldu. Keyfi yerindeydi. “Başardık” der gibiydi. Colani’deki dönüşüm kravat detayıyla tamamlanmıştı. Colani’nin değişim hikayesinde Fidan’ın doğrudan rolü var. Bak bir makyaj nelere kadirmiş “Sayın Colani”. Şam’da ipleri eline alan HTŞ’nin meşrulaştırılması çabalarına bizzat öncülük eden Erdoğan’ın Colani’yi “Sayın” taltifiyle anmaması yakışık almazdı!
“Beni en çok sevindiren şeylerden biri, gerek İslam Dünyası gerekse Batıdan birçok ülkenin artık Sayın Colani ile irtibatlarını geliştiriyor olmasıdır. Bunlar yeni yönetime güvenin işaretidir” dedi.
Ama Colani’ye güvenli gidişi temin eden ilk vuruşun ABD’den geldiğini teslim etmek lazım. ABD Dışişleri Müsteşar Yardımcı Barbara Leaf, Şam’la diplomatik teması kuran ilk Amerikalı yetkili olurken Colani’nin kellesine konulan 10 milyon dolarlık ödül kaldırıldı. Türk-Amerikan-İngiliz ortak yapımı cihatçı hamle, ABD’ye Suriye’de hedeflerinin çoğunu sağladı. İran gitti, Hizbullah’ın ikmal hattı kesildi, işgalci İsrail ‘stratejik derinlik’ kazandı. Lübnan’da direniş nedeniyle ulaşamadığına cihatçılar sayesinde Suriye’de ulaştı.
Erdoğan neden “Sayın Ahmed el Şara” demedi, şaşırdım doğrusu. Acaba ağız alışkanlığı mı yoksa IŞİD, Nusra ve El Kaide ile iltisaklı hale gelmiş; Ebu Musab el Zerkavi ve Ebu Bekir el Bağdadi’nin yanında savaşmış Colani ismini temize çekmek daha mı efdal geldi? Belki de!
***
Colani’yle görüşen her bir heyet gönlündeki Suriye tarifini masaya bırakıp gidiyor. Kalın ve Fidan’ın bıraktığı tarifleri tarife gerek yok. Sakın ha özerklik falan olmasın! SDG’siz Suriye olsun!
Kürtlerin özerklik beklentisine odaklanıyoruz ama Dürzi ruhani lider Hikmet el Hicri de adem-i merkeziyetçi bir sistemi içeren yeni anayasa için tüm kesimlerin katılacağı bir konferans talep etti.
Coşkulu kutlamalardan sonra yavaş yavaş endişeli laikler, hassaten kadınlar kendi hayatlarını zehredecek geleceğe itiraz etmeye başladı. Açılmakta olan karanlık sayfaya karşı baskının gecikmeden kendini göstermesi çok önemli.
Yabancı heyetlerin kendi ajandaları bir kenara Suriyeliler için çoğulcu demokratik sistem önerdiklerini de görüyoruz.
Fakat “Ayinesi iştir insanın lafa bakılmaz” sözü sıra Şam’a gelince suya düşecek değil ya. Ziya Paşa’ya ayıptır yani.
Laftan öteye ilk atamalar Colani’nin Suriye’yi nereye götürmek istediğini gösteriyor. Ayrıca tek adam yetkisi kullanıyor. Vakti zamanında 123 ülkenin Suriye’nin meşru temsilcisi olarak tanıdığı Suriye Ulusal Koalisyonu ve ‘Suriye geçiş hükümeti’ Azez ve Çobanbey’deki ofislerini daha Şam’a bile taşıyamasa da Colani’nin kimseye danışmadan kendi adamlarını sağa sola atamasını ‘ya kritik zamanda kendi güvendiği isimlerle çalışması normaldir’ diyerek kendi kendini teselli edebilir. Fakat insanlığın kaderine hükmetmiş tecrübeler de ‘Nasıl başlarsa öyle gider’ diyor.
Kuşkusuz HTŞ’nin bütün Suriye’yi yönetecek ne kadrosu var ne de silahlı gücü. İllaki en yakınındaki cihatçı örgütlerden başlayarak yetki ve sorumlulukları dağıtacak. Başka şansı yok. Önceki gün silahlı grup lideriyle bir toplantı yapan Colani, Fidan’la basın toplantısında silahlı grupları içine alacak şekilde yeni savunma bakanlığının kuruluşunu yakında ilan edeceklerini söyledi.
***
HTŞ başta olmak üzere İslamcıların ağırlıkta olduğu silahlı grupların yeni Suriye ordusu olarak karşımıza çıkacak olması bir kenara ilk sivil kadrolar Suriye’nin başına örülmekte olan çorabı anlatıyor.
Sukur el Şam’ın lideri Ebu İsa el Şeyh, İdlib Valisi oldu. Sukur’uş Şam, İslami Cephe'nin kurucuları arasındaydı. Bu grup temsili demokrasi ve laikliği reddedip şura meclisini içeren bir şeriat devleti istiyordu.
Ahrar el Şam’ın liderlerinden Emir el Şeyh de Şam Kırsalı Valisi oldu. Ahrar el Şam’ın eski lideri Hasan Sufyan ise Lazkiye Valiliği’ne atandı. Katar-Türkiye ekseninden beslenmiş olan Ahrar el Şam, El Kaide lideri Eymen el Zevahiri'nin Suriye temsilcisi Ebu Halid el Suri tarafından kurulmuştu.
Cephet el Şamiyye’nin komutanı Azzam Garib, Halep Valisi oldu. Garib de yüksek lisansını Türkiye’de tamamladı. Suriye sahnesinde ‘Ebu el İzz Serakib’ takma adını kullanıyordu.
Tartus Valiliği’ne atanan isim Enes Ayrut. HTŞ’nin, şeriatın nasıl pratik bulacağına kafa yoran fetva kurulunda üyeydi.
Colani’nin Dışişleri Bakanlığı’na atadığı kişi Esad Hasan el-Şeybani, HTŞ’nin şura meclisindeydi ve İdlib’deki Kurtuluş Hükümeti’nde siyasi işler dairesi başkanıydı. Haseke doğumlu. Türkiye’de yüksek lisans yaptı. HTŞ’de "Zeyd el Attar” adını kullanıyordu. IŞİD’in Suriye yapılanması Nusra Cephesi saflarındaki kod adı ise ‘Ebu Ayşe’ idi.
Savunma Bakanlığı’na Hamalı Merhef Ebu Kasra atandı. ‘Ebu Hasan’ olarak tanınıyordu. HTŞ’nin üst düzey komutanlarındandı.
Ebu Kasra ilk mesajında Fırat’ın doğusunu hedef aldı. "Kürt halkı ile SDG arasında ayrım yapıyoruz. Kürt halkı, Suriye’nin diğer tüm bileşenleri gibi tam haklarını alacaktır. Ancak bölünme, federalizm veya benzeri projeler olmayacak. Suriye bir olarak birleşik kalacaktır" dedi.
Syria TV'ye göre yeni hükümet iç ve dış politikada hedeflerini belirledi. Birinci hedef, İran'ın Suriye'deki projesini sona erdirmek. İkinci hedef ayrılıkçı projelerle ilgili Türkiye'nin ulusal güvenlik kaygılarını gidermek. Mültecilerin döndürülmesi de hedefler arasında.
***
Hiçbir silahlı grup kalmayacak. Peki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) de Suriye Milli Ordusu gibi sisteme entegre edilecek mi? Fidan’ın yol haritası tam tasfiyeyi içeriyordu. Ayrıca Fidan son mesajlarında ABD’nin yaptırım tehditleri Kobani’ye harekâtın önünü kestiğinden SDG’yi halletme işini yeni Suriye yönetimine bıraktıkları izlenimi veriyordu.
İçeride konuşulan tam olarak nedir? Zorla silahsızlandırma mı, uzlaşarak entegrasyon mu? Eğer uzlaşma olmazsa yeni Suriye ordusu Fırat’ın doğusuna savaş mı ilan edecek? Bunu yapmaları Washington’ın tutumuna bağlı. ABD de Suriye’deki asker sayısını 900’den 2 bine çıkararak ‘Henüz buradayım’ dedi.
Amerikan nihai tutumu Şam’da iktidarın alacağı istikamete bağlı. Leaf’in Colani ile görüşmeden sonra ettiği şu laflar, ABD’nin yeni Suriye’de istediği garantileri aldığı zaman Fırat’ın doğusunda ‘çatışmasız bir sıfırlamaya’ göz yumulabileceğine işaret ediyor:
“Suriye'nin kuzeydoğusundaki Kürtleri örgütlenmeye ve kendilerini savunmaya iten koşullar dramatik bir şekilde değişti.”
Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un "Kürt grupları silahsızlandırılmalı ve ulusal güvenlik yapısına entegre edilmelidir" sözü de AB’deki yeni havayı yansıtıyor.
SDG Komutanı Mazlum Abdi kalıcı ateşkes için peşi sıra birkaç teklifte bulundu.
İlk teklif Süleyman Şah türbesinin eski yerine getirilmesiydi. Karşılık bulmadı.
Sonra Kobani’nin asker ve silahlardan arındırılmış bölgeye dönüştürülmesini teklif etti. Bu teklif ABD’nin Ankara’yı frenlemesine yaradı ama Fırat hattında çatışmasızlığı garantilemedi.
Abdi daha sonra PKK’li kadrolar dahil tüm yabancı savaşların kalıcı ateşkes olduğu zaman Suriye’den ayrılacağını söyledi.
Abdi son olarak France 24 kanalında, silah bırakmadan SDG’nin bazı özelliklerini korumak suretiyle Suriye ulusal ordusunun parçası olabileceklerini ve bunu yeni hükümetle görüşmeye hazır olduklarını vurguladı.
Beri tarafta Kürtler Şam’a ortak heyet göndermek istiyor ama Kürt Ulusal Konseyi (ENKS), PYD’nin olduğu daireye uzak duruyor. Bu konuda Şeyh Mürşid Haznevi de devreye girdi. Kamışlı’da görüşmeler yaptı. Kürt kaynaklara, 2005’de öldürülen babası Şeyh Maşuk Haznevi’nin adını taşıyan camideki hutbesinde ellerinde silah yoksa müzakerelerde başarılı olamayacaklarını belirterek “SDG sizin silahınızdır, vazgeçilmez kırmızı çizginizdir” diye çıkıştı.
SDG zorlu bir dönemece giriyor. Çatışma ya da uzlaşma!
***
Colani’yi yoğurma işinde Türkiye önde gidiyor. Colani, Fidan’ın yanında ilk basın toplantısında “Gerek bizim kontrolümüzdeki gerek PKK/YPG'nin kontrolündeki bölgelerde, hiçbir grubun elinde silah bulunmasını kabul etmemiz mümkün değil" dedi. Bu, Ankara’nın bölge politikasının Şam’a olduğu gibi transferidir. Suriye’nin stratejik denklemdeki yeni yeri, Türkiye’nin Batılı müttefiklerini de memnun ediyor. Ankara buradan yakaladığı manivelayı kullanıyor. Tabii bu işe yeni Osmanlıcılık sosu katmaları potansiyel olarak ters tepecek bir şey. Şam’daki geçici maslahatgüzar Burhan Köroğlu, Erdoğan'ın Şam'a gideceğini müjdelerken "Suriye ile Osmanlı dönemindekine benzer bir ilişkiye sahip olacağımızı da takdir ediyorum" demiş. İslamcı müttefiklerine güvenerek Arap milliyetçiliğinin kalbine paldır küldür gidiyorlar.
Fehim Taştekin
Tarih Boyunca Kadının Yeri
İnsanoğlu bu dünyaya ayak basıp toplu olarak yaşadığı günden beri hem tabiî olarak meydana gelişi ve hem de toplumsal yaşamını sürdürmesi açısından kadın cinsine ihtiyaç duymuş, hiçbir zaman yaşam ve bekasında kadından ihtiyaçsız olmamıştır.
İster vahşî, isterse medenî beşer toplumu, yaşam yolunu sürekli örf ve âdetler, adilâne veya zalimane kanunlar gibi birtakım kuralların sayesinde kat etmiştir. İşte bu nedenle kadın cinsi hususunda da her kabile, her kavim, her soy ve her millet arasında özel birtakım kurallar uygulanmıştır.
Bir beşer toplumunda uygulanan bütün âdet ve kurallar; su, hava, bölge, muhit ve yaşam sabıkası şartları vs.nin birtakım tabiî etken ve şartlardan kaynaklandığı gibi, aynı şekilde tabiatta hüküm süren değişim ve tekâmül kanunu da, bir şekilde tabiatın ortaya çıkarmış olduğu toplumsal kurallarda kendini göstermekte ve etki bırakmaktadır. Kadın hakkında uygulanan kurallar da, bu genel hükümden istisna olmamış, insanoğlunun yaşam yolunda ilerlemesiyle değişim ve tekâmül göstermiş, mükemmelliğe doğru -elbette çok yavaş bir şekilde- ilerlemiştir.
Toplumda kadının konumunu, değişim ve tekâmülünü şu maddelerde özetlemek mümkündür:
Birinci Merhale:
Kadın, ilkel insan toplumlarında insan toplumunun bir parçası sayılmıyordu ve hiçbir şekilde toplumsal ağırlığa sahip değildi. Kadına karşı yapılan muamele, bir hayvana yapılan muamelenin aynısı idi.
İnsanoğlu, özel yaşam bölgesinde hedefi olan ve tabiî maksatlarını izleyen vahşî hayvanı istihdam ve istismar saikiyle ve ihtiyaçlarından dolayı istihdam eder ve insanî çıkarları doğrultusunda onu mülkiyetine geçirir, onun etinden, derisinden, yününden, kemiğinden, sütünden, kanından, güç ve kuvvetinden ve hatta dışkısından yararlanır ve onu toplumsal yaşamına sokup beslemesine rağmen ona hiçbir hak tanımaz.
İnsan, mülkiyetindeki evcil hayvanlarının yiyip içmesi ve çiftleşmesini sağlıyorsa ve onların ihtiyaçlarını gideriyorsa, onların da insan gibi şuurlu, iradeli ve canlı varlıklar olup belli bir hukuka sahip oldukları için değil, onlardan beklediği çıkarları içindir.
İnsanın istihdamındaki evcil hayvanlardan birine bir zarar dokundurulacak olur ve sonuçta o zararı veren kişi cezalandırılırsa, o kişinin o hayvanın sahibinin haklarından birini çiğnediği ve bu vesileyle bir suç işlediği içindir, o hayvanın insan toplumunda bir hukuku olduğu için değil.
İnsanoğlu kendi huzur ve rahatlığını temin etmek için her gün kimyasal ilâçlar kullanarak milyarlarca zararlı mikrop ve haşereleri ortadan kaldırmakta, beslenmek ve diğer ihtiyaçlarını gidermek için milyonlarca hayvanı öldürmekte ve bundan dolayı en küçük bir suç işlemiş olmak duygusuna kapılmamaktadır.
Kadın da, ilkel insan toplumlarında bu durumdaydı. Tarihin gösterdiği ve vahşî kavimler ile dünyanın bayındır bölgelerinde yaşayan insanların geriye bıraktıkları eserlerden anlaşıldığı gibi, insanoğlunun tarihinde çok uzun bir zaman -belki de milyonlarca yıl- boyunca kadın, insan toplumunda bir asalak hükmünde olmuş ve insan toplumunda hiçbir hakka sahip olmamıştır. Toplumdaki varlığı ve insanlar arasında korunmasının tek nedeni, toplumun haklarından yararlanmak değil, toplumun birtakım ihtiyaçlarını gidermek olmuştur. Yayla veya kışlağa göçtüklerinde eşyaları taşımak, yakacak toplamak, balık avlamak, erkeklerin evlerine hizmet, çocukları yetiştirmek ve hasta bakıcılığı yapmak gibi alçak ve değersiz işler kadının yapması gereken görevler olmuştur.
Kadın, babasının veya velilerinden birinin evinde olduğu müddetçe erkeğin malı sayılır, hiçbir şeye sahip olamazdı. Hatta özel elbisesi ve ziynet gereçleri bile ev reisine aitti. Hakkında ön görülen her türlü siyaset uygulanabiliyor, her türlü cezaya, hatta ölüm cezasına bile çarptırılabiliyordu. Bağış, hediye, borç ve ödünç olarak diğerlerine verilebiliyordu. Kocasının evine intikal ettiğinde de -ki elbette alış veriş şeklinde intikal ederdi ve bu gidişatın kalıntılarından biri de, günümüzde bazı yerlerde devam eden başlık veya süt parasıdır- babasının evinde kendisinden edilen yoğun istifadelere ilâveten erkeğin şehvetini gidermesi için bir alet oluyor, erkeğin cinsel ihtiyaçlarını gideriyordu. (Ne yazık ki hâlihazırda bile günümüz medenî toplumlarının köşe-bucağından, medenî şehirlerde tuvalet sorununu gidermek için umumî tuvaletlere ihtiyaç olduğu gibi cinsel ihtiyaçların giderilmesi için ve yine aile kurma gücüne sahip olmayanların veya gurbette olmaları ya da başka nedenlerden dolayı geçici olarak mahrumiyet yaşayanların vücutlarında toplanan şehvet maddesini defetmeleri için genel evlerine ihtiyaç olduğunu söyledikleri duyulmaktadır.)
Eski toplumlarda, erkek istediği kadar kadınla evlenebilir, kadının tam aksine bu konuda hiçbir sınırlamaya tâbi tutulmazdı. Boşama hakkı da kadının elinde değil, erkeğin elindeydi. Kadın her zaman erkeğin emri altında yaşar, mutlak surette erkeğin eğilimlerine feda olur, hatta umumî kıtlıklarda ve özel misafirliklerde kadının etinden yararlanılır, onun etlerinden rengarenk yemekler hazırlanır, misafirlere sunulurdu.
Kısacası, ilkel toplumlarda kadın insan şeklindeki hayvan gibiydi.
İkinci Merhale:
Kadının toplumdaki yaşamında, medenî milletler arasında medenî kanun ve kuralların ortaya çıktığı bir merhale vardır; medenî kanunlarla benzerliği olan Babil’deki Samurabi kuralı, eski Roma, eski Yunan kanunu, eski İran, Çin ve Mısır kuralları gibi.
Bu kanun ve kurallar arasında her ne kadar birçok farklılıklar varsa da, kadının insan toplumunda birtakım haklara sahip olduğu ve kadına yaşamını sürdüremeyen zayıf bir insan gözüyle bakılması konusunda ortak özelliğe sahiptirler.
Bu toplumlarda kadın, her zaman ve her durumda erkeğin velâyet ve yönetimi altında yaşamalıdır. Sürekli günlerini uyumluluk ve bağlılıkla geçirmeli, hiçbir istiklâli olmamalıdır. Ne yaşamında kendine bir yol seçmek veya serbest bir girişimde bulunmak için irade bağımsızlığına ve ne de az da olsa kendisine çalışmak, bir işinden kendisi yararlanmak, bir ücreti hak etmek, yargı makamlarında bir dava açmak veya tanıklıkta bulunmak ya da emir ve nehiy etmek için amelî bağımsızlığa sahiptir. Bu toplumlarda kadın, babasının evinde olduğu müddetçe babasına uyar, özellikle ona itaat eder. Babasının onun hakkındaki her türlü tasarrufu geçerlidir; onu kiminle evlendirirse, kime hediye ederse, hakkında hangi siyaseti uygularsa, itiraz edemez.
Kadının bu toplumda hiç kimseyle miras alma ve diğer aile hakları için şart olan resmî bir akrabalık bağı yoktur. Ne erkeklerle ve ne de diğer kadınlarla böyle bir hakka sahiptir. Sadece bazen babası, kardeşi ve oğluyla evlenmesini engelleyen tabiî bir akrabalık bağı vardır.
Elbette eski İran’da mahrem konumundakilerle de evlenilebiliyordu. Çin ve Himalya’nın etrafında ise tabiî akrabalık, sadece kadınla oluyor ve nispetler onda merkezleşiyordu. Bu da, bir kadının birkaç kocası olmasından kaynaklanıyordu. Onlardan bazıları arasında bu âdet, hâlâ bile sürdürülmektedir ve çocuk babası ve babasının babasıyla değil de annesi ve anne annesiyle tanıtılmakta ve soy silsilesi annelerle sayılmaktadır.
Bu millet ve kavimlerde kadın, bazen velisinin izniyle yaptığı bir iş veya evlilik mihri ile elde ettiği para dışında servet sahibi olamazdı. Eğer velinin kendisi kullanmasaydı, kadının geçimi velisinin kefilliği veya onun kayyımlık ve velâyetiyle idare edilirdi. İşte bu nedenle babası veya kocası kadını istediği gibi cezalandırma -hatta uygun görürse öldürme- hakkına sahipti.
Kadının en kötü durumu, yabancı bir erkekle çirkin bir ilişkide bulunduğu veya ay başı âdeti gördüğü -bu durumda ondan çirkin bir varlık gibi kaçınılırdı- ya da doğum yaptığı ve özellikle kız doğurduğu zamanlardı.
Kadın iyi bir iş yapsaydı, onun yarar ve övgüsü erkeğin olur, iyi mükâfatı erkeğe verilirdi. Fakat kötü ve çirkin bir iş yaptığında, o işten kendisi sorumlu tutulur ve o işin cezasını kendisi çekerdi.
Evet, bazen istisna olarak baba-evlâtlık şefkati veya karı-kocalık sevgisiyle vasiyet vb. yollarla ona bir mal verilir veya hakkında bazı özellikler tanınırdı. Fakat her durumda irade ve amelinde bağımsız değildi.
Bir benzetme yapacak olursak, bu millet ve kavimlerde kadın, yaşamını idare etme gücüne sahip olmayan, velilerinin velâyet ve kayyımlığı altında ve onlara uyarak yaşayan küçük bir çocuk gibiydi. Küçük bir çocuk, her ne kadar bir insan olsa da, fakat yine de irade ve amel bağımsızlığına sahip olamaz. Aksi takdirde düşünce zaafı ve irade güçsüzlüğü nedeniyle toplumun düzenini bozar, toplumun azalarını felç eder. İşte bu nedenle tedricen eğitilip toplumun bir üyesi olma liyakati bulmak için velilerine uyarak yaşamak, büyüklerinin emirlerine uygun olarak davranmak zorundadır.
Bu millet ve kavimlerde kadının konumunu kul ve köle hâlinde yaşayan, irade ve amel serbestliği nimetinden mahrum olan esirliğe de benzetebiliriz. Savaşta zafere ulaşan düşmana esir düşen bir köle, her ne kadar bir insan olsa ve insan vücudundaki bütün teçhizata sahip olsa da, ancak onun sonuçta fatih ve galip toplumun düşmanı olduğu, irade ve amel özgürlüğünün o toplumun yıkılmasına, parçalarının dağılmasına ve insanlığın yok olmasına yol açabileceği göz önünde bulundurarak, galip gelen toplumun hareketini normal olarak sürdürebilmesi için, onun amel ve irade özgürlüğünü elinden alarak zillet ve köleliğe düşürmeli, sulta altında tutmalıdır.
Aynı şekilde kadının şuuru zayıf, duygu ve şefkati kuvvetli olduğu için toplumun düşmanı sayılır; kadının irade ve amel bağımsızlığıyla topluma girmesi toplumu felç etmekten ve pişmanlıktan başka bir şey doğurmaz.
Eski medenî milletlerin ortak kanun ve kurallarında kadın bu konuma sahipti. Yahudilik ve Hıristiyanlık açısından ise, ellerinde olan İlâhî kitapları Tevrat ve İncil'e bakılacak olursa, kadının toplumdaki yeri, hemen hemen medenî milletler toplumunda olduğu gibi idi. Çünkü Tevrat ve İncil'de her ne kadar kadınlarla iyi geçinmek tavsiye edilmişse de, fakat bu mukaddes kitapların açıklamalarında kesin olan bir şey vardır. O da şudur: Kadın, kesinlikle erkeğin seviyesine ulaşamaz; kadının toplumsal ve dinî ağırlığı, erkeğin toplumsal ve dinî ağırlığından oldukça aşağıdır.[1]
İlâhî olmayan diğer dinlerde ise, kadının dini amellerinin ya hiç ya da pek önemli bir değeri yoktur.
Üçüncü Merhale:
İslâm’ın kadın için belirlediği makam ve mevkidir ki, bu makale de özetle bunu açıklamak için yazılmıştır. İslâm dini, kadını bir insan bireyi saymış, tam anlamıyla insan toplumunun bir parçası bilmiş ve ona bir insanın tesir, irade ve ameli miktarında insan toplumunda bulabileceği ağırlığı vermiştir.
İslâm’ın kadın hakkındaki görüşünün aydınlığa kavuşması için şunu hatırlatmamız gerekir ki, biz şimdi muhalif siyasî rüzgârlarının estiği, zıt ve çelişkili tebligat dalgalarının çarpıştığı bir ortamda yaşamaktayız. İçimize ıstırap, vahşet ve korku düşürerek doğru düşünmemize engel olmuşlar, bağımsız ve doğru düşünceye uyulması gerekir diye Allah vergisi olan fıtrî mantığımızı körü körüne taklide çevirmişlerdir.
Bir taraftan, ortaçağ kilisenin asırlar boyu sürüp giden diktatörce metodu, mantıksız ve zorba öğretileri, birçok düşünceleri canlı canlı toprağa gömdü; milyonlarca suçsuz canı işkence altında öldürdü; temelsiz ve gevşek teşkilâtının durum ve konumunu korumak için kendine en tehlikeli rakibi saydığı İslâm dinini her türlü iftirayla suçladı; izleyicilerine onu en çirkin inanç diye tanıttı ve bu kutsal dinin bütün güzel hakikatlerini en çirkin şekilde gösterdi. Kilisenin aşırılık ve saçmalıkları öyle bir yere ulaştı ki son asırlarda Avrupalılar, sanayi hareketiyle birlikte kendilerinde buldukları düşünce inkılâbıyla kilisenin dünyaya hükmeden gücünü alıp Roma kilisesinin dört duvarı arasında sınırladılar. Kilise inancının asırlarca saçmalıkları, zorlamaları ve zorbalıkları zihinlerinde öyle kötü bir etki bıraktı ki artık din gerçeklerini bir avuç hurafe saydılar, “din” terimiyle “körü körüne taklit” terimini eş anlamlı bildiler ve bu inanç hâlâ da devam etmektedir. Elbette kendi dinlerine karşı böyle bir duyguya sahipken o kadar kötü propagandadan sonra diğer dinlere ve özellikle İslâm dinine karşı nasıl bir duyguya sahip olacakları da besbellidir.
Bir taraftan, Avrupa milletleri ilim ve sanayide ilerlemeyle elde ettikleri büyük güçle dünyanın diğer kıtalarını fethetme, siyasî etkinliklerini, iktisadî güçlerini artırmak ve genişletmek için her vesileden yararlandılar ve nihayet tam bir muvaffakiyetle halkı, kendilerinin ilmî ve amelî üstünlüklerine ikna ettiler; Avrupa hayatı dışında bir hayatın hiçbir değeri olmadığına, bilgisiz ve cahil geçmişlerinin hurafelerini taklitten başka bir şey olmadığına inandırdılar. Böyle bir ortamda oluşan mantığa göre şuuru olan herkes, Allah vergisi olan mantığını ayaklar altına almalı, hiç itiraz etmeden ve sebebini aramadan Avrupa hayatını izlemelidir.
Batı propagandası tam bir muvaffakiyetle zihinlerimize şu mantığı işledi: Dünya ismi verilebilecek tek yer batıdır; insan denilebilecek tek kişi batılıdır ve insanı saadete ulaştırabilecek hayat da Avrupa hayatıdır. Aydınlarımızın mantığı budur. Din hükümlerimiz ve eski toplumsal kurallarımız, günümüz dünyasıyla bağdaşmaz. Bizim dünyaya yaraşan kanunlara ihtiyacımız var. Bu gün medenî dünya, falan metodu kullanmaktadır. (Bu cümlelerde dünyadan maksat batı ve dünya halkından maksat da batılılardır.)
Bir taraftan da şu acı gerçeği de itiraf etmek gerekiyor ki, biz bin yıllık iç çekişmeler, ihtilâflar ve yöneticilerimizin bencillikleri ve zevk u sefaya düşkünlükleri neticesinde düşünce bağımsızlığımızı tamamen kaybetmiş, özgür düşüncemizi ve Allah vergisi mantığımızı birtakım çürük ve içi boş kavmî taassuplara dönüştürmüşüzdür.
Bu etkenlerin bir araya gelmekle verdiği sonuç ve üzerimizde bıraktığı etki, düşünce özgürlüğü ve taklit bağlarını koparma adına Allah vergisi mantığımızı bir kenara bırakarak tamamen batılıları taklit etmeye koyulmamız, onların söz ve hareketlerini izlemekten başka bir şeye girişmememiz olmuştur.
Bu cümleden olmak üzere, kendimize ait hakikatlerin açıklanmasını, maneviyatımızın tefsirini ve öğretilerimizin beyanını da onlardan istedik, kendi öz malumatımızı onlardan öğrendik. Oysa onların bizim İslâm gerçeklerimiz hakkındaki bilgileri, ortaçağa ait eski bilgiler ve çirkin hatıralar veya yazılarını incelediğimizde Haçlı Savaşları dönemi rahipleri ve yazarlarına yüzlerce rahmet göndermemizi gerektirecek müsteşriklerin acayip incelemelerinden ibarettir. Örneğin bu müsteşrikler, “Muhammed yedi yaşında Hatice’yle evlendi. Ömer’den sonra Ali hilafete geçti. Kâzimeyn şehrinde Şiîlerin on birinci imamı defnedilmiştir…” diye yazmışlardır. İşte bu mantıkla da kadının İslâm’daki yerini tanıtmış ve İslâm’da kadının toplumsal haklardan tamamen yoksun bir hâlde esir olarak yaşadığını, irade ve amel özgürlüğünden mahrum olduğunu, miras ve şahadette erkeğin yarısı konumunda olduğunu (o da uygulamada değil, sadece sözde) söylemişler, kadının sürekli eve hapsedilmesi gerektiğini, okur-yazarlık nimetinden mahrum bırakılması gerektiğini ve ara sıra zaruret gereği dışarı çıktığında da önüyle arkasının seçilmeyeceği siyah bir çarşafa bürünmesi gerektiğini dile getirmişlerdir!
Bu durumları ve bunların doğuracağı felâketleri göz önünde bulundurduğumuzda bu meselede ve diğer temel dinî meselelerde İslâm’ın görüşünü açıklarken sağa sola koşmadan veya şunun bunun sözünü dinlemeksizin özgür düşünceyle ve Allah vergisi mantığımızla mümkün olduğu kadar dinî açıklamalara müracaat ederek bu hakların birbirleriyle ilişkilerini ve temel dayanaklarını tespit etmemiz gerekiyor.
İslâm Kanunlarının Genel Kaynakları
Şüphesiz, insanı diğer hayvanlardan ayıran özelliği, onun düşünmesidir. İnsan bu vesileyle duyu organlarının elde ettiği şeyleri genelleştirerek bu küllî malumatı özel bir şekilde düzenleyip bunlardan küllî sonuçlar alır ve böylece meçhulleri keşfeder.
Her ne kadar insanın, yaşamı doğrultusunda çok iyi yararlandığı birçok duyguları varsa da, ancak insanın canlı özelliğini göz önünde bulundurarak bütün bunların düşünce mekanizması düzeni altında etkilerini göstermesi gerekmektedir. Yoksa bütün hayvanlar, bu duygulara sahiptirler; hatta bazıları bazı açılardan insandan çok daha güçlüdürler.
Kur’an-ı Kerim, birçok ayette insana akıl verdiğini bildirerek onun üzerine minnet bırakmakta, insanı duygu ve düşüncelerinden sorumlu tutmaktadır:
“Sizi yaratan, size işitme (duyusu), gözler ve gönüller veren O’dur.” (Mülk, 23)
“Doğrusu kulak, göz ve gönül, bunların hepsi o (yaptığı)ndan sorumludur.” (İsra, 36)
Bu ilkeye dayanarak, insana has teçhizin ürünü ve bu özel ağacın meyvesi olan insan toplumunu duygu ve hislerin isteklerine değil, düşünme özelliğine bağımlı kılmış, toplumsal kanun ve kuralları akl-ı selimin teşhisine ait bilmiştir. Sonuçta, toplumun fertlerinin çoğunun isteklerine ters düşse bile aklın, hakkaniyetini teşhis ettiği hüküm ve kuralların toplumda uygulanmasını gerekli görmüştür. Çünkü insan, saadeti doğrultusunda hayvanî eğilimlerinin değil, nev'î vicdanının (aklının) saadet noktası olarak teşhis ettiği şeyi hedef edinmelidir.
“Gerçeğe ve doğru yola götüren bir kitap…” (Ahkaf, 30)
“Eğer hak, onların keyiflerine uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunan kimseler bozulur, giderdi.” (Mü’minun, 71)
İslâm'a göre insanlık, seçkin bir birimdir; erkek ve kadın her ikisi de insandır ve erkeklikle dişilik açısından farklı olmalarına rağmen insanlık açısından bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü ister erkek olsun, ister kadın her insan, erkek ve dişi iki kişinin cinsel ilişkisinden meydana gelmektedir.
“Ben, sizden erkek-kadın, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz.” (Âl-i İmran, 195)
“Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız (günahlardan) en çok korunanınızdır.” (Hucurat, 13)
İşte buna dayanarak kutlu İslâm dini, kadını da erkek gibi insan toplumunun kâmil bir parçası bilmiş, her ikisini de eşit olarak bir bütünün iki parçası saymış ve erkeğe tanıdığı düşünce ve amel özgürlüğünü kadın için de tanımıştır. Ancak bir kişinin toplumun kâmil bir parçası olması, onun, toplumun diğer her bir parçasının sahip olduğu her hakka ve her meziyete sahip olmasını gerektirmiyor. Çünkü cüz ve parça olmakla birlikte, fertlerin ve cüzlerin toplumsal mevki ve ağırlıklarının farklı olması, onların farklı toplumsal haklara sahip olmasını gerektiriyor. Tarihin de gösterdiği gibi, insanlık tarihinde sürekli toplumlar olmuş, erkekler de onun cüzleri ve parçalarını oluşturmuşlar, fakat bununla birlikte hiçbir zaman bilgin bir adamın konumu cahile verilmemiş, güçlü ve denenmiş bir erkeğin vazifesi tecrübesiz ve güçsüz bir kişiye bırakılmamış, zalim ve takvasız biri adil ve takvalı birinin yerine geçirilmemiştir.
Evet, toplumun bütün fertleri kanun karşısında eşit olmalıdırlar; fakat bu eşitlik, kanunun uygulanması açısındandır (yani adaletle davranılması açısındandır), toplumsal mevki ve ön görülen haklar açısından değildir. Yoksa nasıl olur da bir toplumda amir ile memur, küçük ile büyük, akıllı ile akılsız, bilgili ile bilgisiz, zalim ile takvalı bütün toplumsal özelliklerde eşit olsun da, buna rağmen toplum hayatını sürdürüp de dağılmasın?!
Buna göre, insan toplumunun bir parçası olmakla nasıl ve hangi nitelikte bir parça olmak iki farklı konudur. Dolayısıyla bu ikisini birbiriyle karıştırmamak gerekir. İnsan toplumunun durumunu tamamen göz önünde bulundurmak, onun azalarında toplumsal adaletin uygulanmasını ve herkesin hak ettiği kadar haklardan yararlanmasını gerektirir.
***
İslâm dini, kadına toplumda nasıl bir yer vermiştir? İşaret ettiğimiz gibi, İslâm güneşi bu dünyanın bulanık ufkundan doğup parlak ışığıyla dünya ve dünyada yaşayanları aydınlığa kavuşturduğunda dünya birbirinden tamamen farklı iki gruba ayrılmıştı:
Bir grubu medenîydi; Büyük Roma İmparatorluğu, İran Şahlığı, Mısır, Habeşistan, Hindistan ve Çin milletleri gibi. Bu milletler arasında kadın bir esir hükmündeydi. Düşünce ve amel özgürlüğüne sahip olmayan, toplumun genel meziyetlerinden tamamen mahrum olan bir insandı. Miras almaz, işine saygı duyulmazdı. Yeme, içme, giyme, mesken, evlenme ve boşanma konusunda, muaşeret çeşitlerinde, mallarda tasarruf etmede ve diğer konularda hiçbir bağımsızlığa sahip değildi. Aldığı her nefes ve attığı her adım, erkeğin izniyle olmalıydı. Bir zulme veya tecavüze uğrasaydı, onun şikâyetini erkekler etmeli, davasını erkekler açmalıydı; kadının davasına, tanıklığına ve sözüne itina edilmezdi.
İkinci grup, Afrika halkı ve bayındırlık bölgelerin köşe-bucağında yaşayanlar gibi geri kalmış milletler ve kavimlerdi. Bu kavim ve milletler arasında kadın insan bile sayılmıyor, toplumun asalağı kabul edilir, hayvanların, sömürülmüş ve hizmete geçirilmiş varlıkların safında yer alıyordu. Yük taşır, avlanır, erkeklere hizmet eder, çocukların terbiyesiyle uğraşır, hasta bakıcılığı yapar, kocalarının veya onların istedikleri kimselerin şehvet ateşini söndürür ve bazen de kıtlık döneminde ve büyük misafirliklerde onun etiyle beslenilirdi.
İslâm’ın zuhurunun genel muhiti ve Arabistan yarım adasının özel muhitinin o günkü umumî durumu böyleydi. O bölgenin halkı genellikle çöl hayatı yaşadığından ve yine dışarıdan Büyük Roma, İran, Habeşistan ve Mısır milletleriyle sınırlı olmalarından ve içeriden de Yesrib ve etrafındaki Yahudilerle, Yemen ve Irak Hıristiyanlarıyla haşır-neşir olmalarından ve büyük çoğunluğu putperest olduğundan dolayı yaşam şekilleri bu milletlerin örf ve âdetlerinden oluşmuş ve herkesin gidişatından bir pay almıştı.
Tıpkı Roma, İran ve diğer milletler gibi kadını toplumun genel haklarından mahrum eder ve ona karşı hiçbir toplumsal saygı göstermezlerdi. Bedevî âdetleri nedeniyle kadını esasen alçaklık ve utanç kaynağı bilip, kızdan nefret etmeleri dışında, hatta Temimoğulları kabilesi, kızları diri diri toprağa gömerlerdi. Nitekim Kur’an-ı Kerim de özellikle bu iki konuya itiraz etmektedir: “Onlardan birine kız (çocuk) müjdelendiği zaman içi öfkeyle taşarak yüzü simsiyah kesilir, kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir, onu horlukla tutsun mu, yoksa onu toprağa mı gömsün (diye düşünceye dalardı)! Bak, ne kötü hüküm veriyorlar!” (Nahl, 58-59) “Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: 'Hangi suçla öldürüldü?' diye” (Tekvir, 8-9)
Tavsif ettiğimiz böyle bir ortamda, İslâm dini, kadını insan toplumunun gerçek bir parçası ve mükemmel bir üyesi kıldı. Onu esirlikten kurtardı, ona irade ve amel özgürlüğü verdi. Kadını erkekle ölen tabakanın miras bıraktığı servete ortak kıldı. O da babasından, kardeşinden, amcasından, dayısından, diğer akrabalarından ve eşinden miras alır oldu. Kendisi için meşru olan her işi ve her türlü yaşamı seçmede ona serbestlik tanıdı. İşine toplumsal saygınlık ve değer verdi. Haklarını talep etmek için yetkili mercilere doğrudan müracaat etme hakkını verdi. Hakkı çiğnendiğinde dava açabileceğini, tanıklıkta bulunabileceğini bildirdi. Ve hayatın genel hatlarını belirleyen bütün bu merhalelerde erkek için kadın üzerinde hiçbir türlü velâyet ve kayyımlık tanımadı. “Kadınların kendileri için uygun olanı yapmalarında size bir günah yoktur.” (Bakara, 234) “Ana babanın ve akrabaların geriye bıraktıklarından, azından ve çoğundan kadınlara da pay vardır.” (Nisâ, 7)
Resulullah’ın (s.a.a) sireti de, bu konunun cüz'î örnekleriyle doludur; fakat bu makalede onları genişçe nakletmeye fırsatımız yok.
Erkek Haklarına Kıyasla Kadın Haklarının Dengelenişi
Kadının mirastan aldığı pay erkeğin aldığı payın yarısıdır. “Allah size çocuklarınız hakkında, erkeğe kadının payının iki katını tavsiye eder.” (Nisâ, 11)
Bu konuda her ne kadar kadının payı erkeğe nazaran daha aşağı bir seviyede tutulmuşsa da, ancak bu eksiklik başka bir yolla giderilmiştir. Şöyle ki, kadının nafakası (geçim masrafları), erkeğin üzerine bırakılmıştır. Dolayısıyla bu alanda İslâm’ın temel görüşünü inceleyerek gerçek maksadın ne olduğunu anlamak gerekir.
Şüphesiz kadında his ve duygu ruhu, akletme ve düşünme ruhuna galiptir. Kadının bütün hâl ve amelleri çeşitli ince şefkat ve duyguların mazhar ve cilvegâhıdır. Ancak erkek, yaratılışı gereği bu halet-i ruhiyenin tam karşı noktasında yer almıştır. Konunun başında değinildiği gibi İslâm dini, insan toplumunu düzene sokmada akıl ve düşünceyi duygu ve hislerden öne geçirmektedir.
İnsan toplumuna bütünsel bir bakışla baktığımızda, her asırda dünyadaki tüm servetler o asrın insanlarına aittir. O asrın insanları hayatta oldukları süre içerisinde ondan yararlanırlar. Öldükten sonra da onu kendilerinden sonrakilere (gelecek nesle) miras bırakırlar. Yani o tabaka yok olup gidince, normalde yarı yarıya kadın ve erkekten oluşan sonraki tabaka iş başına geçer ve bırakılan servetin üçte ikisini erkek, üçte birini de kadın alır. Ancak kadının nafakası erkeğin üzerine olduğundan kadının hakkı olan malın üçte birinde erkekler tasarruf edemez ve erkeklerin üçte iki payları erkekle kadın arasında yarı yarıya kullanılır ve sonuçta dünya servetinin üçte ikisinden kadınlar, üçte birinden ise erkekler yararlanırlar. Bu miktar, onların Kur’an-ı Kerim’de belirtilen paylarının tersidir: “Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır.” (Bakara, 227)
Böyle bir taksim gereğince, malikiyet, idare ve çalıştırma açısından erkek yeryüzünün servetinin büyük bölümüne sahiptir ve bunun yuları ona teslim edilmiştir; fakat kullanma ve yararlanma açısından servetin büyük bölümü kadının istifadesine sunulmuştur. Toplumsal adalet de, bunu gerektirir. Yani, servetin idare ve korunması akla ve ondan yararlanma ise duygu ve hislere bırakılmalıdır.
İşin saygınlığı, el emeğinin malikiyeti ve onda tasarrufta bulunma açısından İslâm dininde kadın tamamen bağımsızdır; hiçbir engelle karşılaşmadan veya erkeğin yönetim ve kayyımlığına girmeksizin amel ve iradesinde serbesttir.
Öğrenme, öğretme, terbiye, meşru toplumsal ilişkiler ve beğenilir muaşeret konusunda da kadınla erkek arasında en küçük bir fark yoktur; ziynetlerini ortaya koymama, kendini sergilememe, cilve yapmama ve erkeklerin şehvetini uyandırmama şartıyla kadın erkeklerle muaşerette serbesttir.
“Kadınların kendileri için uygun olanı yapmalarında size bir günah yoktur.” (Bakara, 234)
İslâm açısından makam ve saygınlık ihtilâfının yegane kaynağı olan dinî ameller ve meziyetler hususunda da erkekle kadın arasında hiçbir fark yoktur. “Ben, sizden erkek kadın, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz.” (Âl-i İmran, 195.) “Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, (günahlardan) en çok korunanınızdır.” (Hucurat, 13.)
Hiçbir tabakaya özel bir ayrıcalık tanınmadığı bu konuda da İslâm açısından sadece takva ve dinî hizmetler muteberdir ve bu hususta da kadınla erkeğin hiçbir farkı yoktur; takvalı bir kadın, takvasız bin erkekten daha saygın ve üstündür.
Nikâh ve evlilik konusunda da kadın istediğiyle evlenmekte serbesttir. Fakat miras farzları ve yine evlilik ölçüleri soy ve akrabalık esasına dayandığından kadın aynı zamanda birden fazla erkekle evlenemez, diğer erkeklerle karı-koca ilişkisi kuramaz. Fakat erkek eşleri arasında adaleti gözetme şartıyla birden fazla kadınla evlenebilir. İnsan toplumlarının tabiatı ve karşılaşılan beklenmedik olaylar üzerinde düşünüldüğünde bu hükmün doğruluk ve sağlamlığı ve mantıklı olduğu açıklık kazanmaktadır. Çünkü insan toplumunda kadınla erkeğin sayı bakımından eşit olduğu farz edecek olursak (nitekim çoğu sayımlar bunu gösterir), eğer belli bir yılı başlangıç tutar, o yılla diğer yıllarda dünyaya gelen erkek bebeklerle kızları ayrı ayrı toplarsak, erkek çocukların bir grubunun tabiî veya kanunî mükellefiyet yaşına erdiği ilk yılda evleneme şartlarına sahip olan kızların erkeklerden kaç kat fazla olduğunu görürüz.
Diğer taraftan, kadınların az bir grubu dışında çoğunluğu elli yaşından sonra doğuramazlar; oysa erkekler genelde ömürlerinin sonlarına kadar çocuk yapma gücüne sahiptirler. Toplumda erkeklerle kadınların sayı bakımından eşit olduğu ve erkeğin bir kadından fazlasıyla evlenmesinin yasaklanması varsayımında sürekli birçok yetenekler iptal olacaktır.
Bunların dışında can alıcı savaşlar, zor ve tehlikeli işler gibi sürekli karşılaşılan beklenmedik tabiî olaylar sayısız miktarda erkeğin canını almakta, sonuçta çok sayıda kadınlar dul ve evlenme çağındaki birçok kızlar kocasız kalmaktadır. Bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesinin yasaklanması durumunda iffet perdelerinin yırtılması ve meşru olmayan çocukların dünyaya gelmesi kaçınılmaz olacaktır.
Nitekim birinci ve ikinci dünya savaşısın sonuçları bu konuyu ispatlamıştır. Bu savaşlardan sonra durum öyle bir yere vardı ki kocasız kadınlar sonunda Alman devletinden İslâm dininde olduğu gibi bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine müsaade etmesini ve böylece kocasız kadınların sorunlarının halledilmesini istediler; gerçi bu istekleri kilisenin muhalefetiyle reddedildi.
Bu olay gösteriyor ki kadınların, erkeklerin birkaç kadınla evlenmelerine muhalefetleri tabiat ve fıtrata değil, örf ve âdete dayanmaktadır. Yine bu olay, bu İslâmî hükme, “Erkeğin birden fazla kadınla evlenebilmesi hükmü, toplumda kadınların duygu ve hislerini yaralamış, kalplerini kırmış, onlarda intikam hissini uyandırmış ve birçok tatsız olayların kaynağı olmuştur” şeklindeki itirazlara da en güzel cevaptır. Çünkü bu ve benzeri olaylar, ihtiyaç duyulduğunda ve kadınların evlenebilmek istediklerinde koca azlığıyla karşılaştığında bütün bu muhalif düşüncelerin muvafık düşüncelere dönüşeceğini ve bu hüküm karşısında teslim olunacağını ispatlamaktadır.
Ayrıca, birden fazla kadınla evlenme olayı İslâm dininden önce belli bir sınırla sınırlanmadan ve İslâm dininde de belli bir sınırla sınırlandırılarak uzun zamanlar uygulanmış, ama hiçbir zaman toplumun düzenini bozmamış, kayıtsızlık meydana getirmemiştir. Evli erkeklerle ikinci, üçüncü veya dördüncü karısı olarak evlenen kadınlar da, yerden bitmemiş veya gökyüzündeki başka kürelerden inmemişlerdir. Oysa bu itirazda bulunan kişinin iddiasına göre, tabiat ve fıtratları gereğince erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine muhalif olan kadınlardı.
Yine İslâm dini erkeğin aynı zamanda birden fazla kadınla evlenmesini farz kılmamış, erkeğin onlara karşı adaletsiz davranmaktan korkmadığı ve aralarında adaleti uygulayabileceği durumda birden fazla kadınla evlenmesini caiz görmüştür. Bütün bunlarla birlikte İslâm dininde kadının, kocasının başka bir kadınla evlenmesini engelleyebilmesi veya bu durumda kocasını kendisini boşamaya zorlayabilmesi için bir yol bırakılmıştır. Bunun bir benzeri, boşamada da söz konusudur. Dinimize göre boşama hakkının ilk etapta erkeğin elinde olmasına rağmen kadın bir yola başvurarak boşama hakkını erkeğin elinden çıkarabilir veya zaruret durumlarını göz önünde bulundurarak bu yollara başvurarak bu hakkı kendi elinde tutup içini rahatlatabilir.
Evlilikte boşama yasası ve bunun yasama hasebince erkeğe verilmesi meselesi (gerçi kadın da özel birtakım yollarla gayr-i müstakim olarak boşama hakkını kendi eline geçirebilir), İslâm dinine has bir övünç kaynağıdır. Dünyanın medenî milletleri ve kanunlarla yönetilen devletleri, çektikleri birçok ıstıraplar ve uzun çekişmeler sonucu nihayet boşamayı yasallaştırmış, fakat boşama hakkını doğrudan doğruya hem erkeğe ve hem de kadına verdikleri için her yıl boşanma (özellikle kadınların isteğiyle gerçekleşen boşanmaların) oranının yükselmesiyle karşılamışlardır. Bu durum, bu devletleri sarsmış ve bunun bir çaresini bulmaya yöneltmiştir. Özellikle kadınların boşanma için ileri sürdükleri deliller -ki gazeteler ve dergilerde bunlara yer yer rastlarız-, İslâm’ın görüşünün metanetini güneşten daha fazla aydınlatmaktadır.
İslâm’da Kadınların Kısıtlandığı Konular
Geçen bahislerden anlaşıldığı gibi, İslâm’da kadın, hayatın çeşitli alanlarında ve toplumsal imtiyazlarda erkekten geri kalmamış, hiçbir durumda düşünce ve amel serbestliğini kaybetmemiş, erkeğin velâyet ve kayyımlığı altına girmemiştir. Bu alanda kesin olarak söyleyebileceğimiz şey, cinsel ilişki konusunda kocasına itaat etmesinin gerekliliğidir.
İslâm dininde tepeden tırnağa sevgi ve şefkatle dolu kadının sınırlılığı üç aklî alandadır. İslâm dini, bu üç alanı, duygu ve hislerden uzak tutulması gerektiği için, akıl ve düşünceye bırakmış ve üç başlık altına almıştır: “Hükümet, yargı ve cihad.”
Dinî açıklamalardan ve Resulullah’ın (s.a.a) sünnetinden anlaşıldığı kadarıyla İslâm toplumunda kadın, hükümet ve devletin başına geçemez, kadı ve yargıç olamaz ve doğrudan doğruya cihada katılıp savaşamaz.
“Süs içinde yetiştirilen ve mücadelede belirgin olmayanı mı (Allah’ın çocuğu yaptılar)?” (Zuhruf, 18) “Erkekler, kadınlar üzerinde yöneticidirler.” (Nisa, 34) Bu üç konunun düşünme ruhuyla ilişkisi, bunların duygu ve hislerin müdahalesiyle zayi oluşu o kadar açıktır ki hiçbir bahis ve araştırmaya gerek yoktur ve kesin tecrübe, bu konuda en küçük bir şüpheye yer bırakmamalıdır. Nitekim dünyanın medenî milletleri, birkaç yüz yıl içinde kadın ve erkeği takriben bir safta kılmış ve bütün gücüyle kadın ve erkeği eğitip terbiye etmeye çalışmış, sonuçta binlerce ve milyonlarca bilgin ve becerikli kadınlar yetiştirmiş, mucitler ve toplumsal dahiler takdim etmişlerdir. Fakat hâlâ yöneticiler, hükümet başkanları, yargıçlar, kanun koyucular ve askerî komutanlar listesinde kadınların sayısı erkeklerle eşit olmamıştır ve hatta erkeklerin sayısına oranla kayda değer bir sayıya ulaşmamışlardır.
Hiç unutmuyorum, son Dünya Savaşı'nın başlarında savaş Fransa topraklarına uzamış, Fransa topraklarının bir bölümünde savaş tüm şiddetiyle sürüyordu. Gökyüzünden ateş yağıyor, yerden kan fışkırıyordu. Fakat tam bu sırada Fransa Genel Kurmayı'nın yüksek rütbeli üyelerinden biri olan Fransalı bir kadın -gazetelerde yazıldığı üzere-, önünde makas işareti bulunan güzel bir kadın şapkası buldu!
[1]– Fransa Dinî Kurultayı, Miladî 586 yılında kadın hakkında uzun tartışmalardan sonra, kadının da bir insan olduğuna, fakat erkeklere hizmet için yaratılmış olduğuna karar verdi. Yaklaşık yüz yıl öncesine kadar İngiltere'de de kadın, insan toplumundan sayılmıyordu. Yine çoğu eski dinler, kadının amelinin Allah katında kabul olmadığını söylüyordu. Eski Yunan'da diyorlardı ki: Kadın, şeytanın meydana getirdiği bir çirkinlik ve pisiliktir.
Allâme M. Hüseyin Tabatabaî
Hz. Fatıma'nın (s.a) Viladeti ve Dünya Müslüman Kadınlar Günü
Hz. Fatıma (s.a) Mekke’de Hz. Peygamberin (s.a.a) evinde dünyaya geldi. Ancak Şia ve Sünni kaynaklarında dünyaya gelişi hakkında farklı görüşler vardır. Ehlisünnet tarihçileri, Hz. Fatıma’nın (s.a) doğumunu Allah Resulü’nün (s.a.a) Bi’set’inden (peygamberliğinden) beş yıl önce ve Kâbe’nin yenilendiği yıl olarak kaydetmiştir. Ama Kuleyni, "Usul-u Kâfi" kitabında şöyle yazmaktadır: Hz. Fatıma’nın (s.a) viladeti Bi’set’ten beş yıl sonra gerçekleşmiştir. Yakubi ise şöyle yazmaktadır: Hz. Fatıma (s.a) vefat ettiğinde (şehit olduğunda) yirmi üç yaşındaydı. Dolayısıyla, doğumu Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bi’set yılında olması gerekir. Aynı zamanda bu görüş, Şeyh Tusi’nin Hz. Fatıma’nın (s.a) Hz. Ali (s.a) ile evlendiğinde yaşının (Hicretten beş ay sonra) on üç olduğunu belirttiği görüşle de uymaktadır.Vahiy evinde dünyaya gelen Hz. Fatıma (s.a) değerli babası ve İslam peygamberinin yanı başında, yüce insani derece ve fazilete ulaşmıştır.
Peygamber efendimizin sevgili kızı, Ehl-i beyt'in ilk imamı Hz. Ali (a.s) ile evlenerek o hazretin samimi ve sefa dolu evinde, eşlik ve annelik görevini en iyi şekilde yerine getirerek, Hz. Hüseyin, Hz. Hasan ve Hz. Zeyneb gibi yüce şahsiyetler yetiştirmiştir.
Hz. Fatıma (s.a) dünya kadınlarına örnek teşkil ettiğinden hadis ve rivayetlerde, dünya ve ahiret kadınlarının en üstünü olarak tanıtılmıştır. İran'da islam inkılabından sonra, o hazretin mübarek viladet yıldönümü, 'Dünya Kadınlar ve Anneler Günü' olarak kutlanmakta, aynı zamanda İslam İnkılabının kurucusu rahmetli imam Humeyni'nin de doğum gününe denk gelmektedir.
İmam Hamanei: ABD Suriye’de Kazandığını Sanıyor Ama Yanılıyor
İmam Hamanei, Hazreti Fatıma'nın (s.a) kutlu doğum günü nedeniyle bugün Tahran'daki İmam Humeyni (r.a) Hüseyniyesi'nde bir grup Ehlibeyt (s.a) mersiyehanı ile görüştü.
Ehl-i Beyt (s.a) mersiyehanlarına seslenen İmam Hamanei, “Mersiyehanlık önemli bir açıklama aracıdır. Şüphe uyandırmak düşmanın temel amaçlarından biridir ve bugün bir açıklamaya ihtiyacımız var. Sizler Ehl-I Beyt (s.a) mersiyehanları olarak bu büyük işi yapabilecek olanlar arasındasınız” dedi.
İmam Hamanei'nin konuşmasının önemli başlıkları şöyle:
Hazreti Fatıma (s.a) hak yolunda direniş, cesaret, açık sözlülük, mantık ve muhakeme gücü konusunda tüm insanlık için mükemmel örnektir.
Düşmanlar toplumda korku, nifak ve ümitsizlik yaratmaya çalışmaktadır. Şeytan’a itaat edenlerin özelliği abartı ve yalan söylemedir, çözüm ise cihad-ı tebyin, gerçekleri açıklamak ve kabul edilebilir mantık sunmaktır.
İran İslam Cumhuriyeti'nin bölgedeki herhangi bir eylem için vekil bir güce ihtiyacı yoktur. Yemen'in, Hizbullah'ın, Hamas'ın ve İslami Cihad'ın savaşı ve mücadelesi iman gücüne dayanmaktadır.
Siyonist rejimin Hamas ve Hizbullah'ı yok etmeye yönelik hedeflerinden hiçbiri gerçekleşmemiştir.
Bölgenin şerefli ve asil milletleri, Allah'ın izniyle bu alçak rejimi ortadan kaldıracak ve bölge için daha güzel bir yarın oluşturacaktır.
Yabancı hükümetlerin yardım ve planlamasıyla isyancı bir grup, Suriye'nin iç zayıflıklarından yararlanarak bu ülkeyi kaosa sürüklemeyi başardı.
Amerika'nın bölge ülkelerine yönelik ikili planı vardı, bu, zorbalıkla uzlaşan otoriter bir bireysel hükümeti hakim kılmak ya da eğer bu mümkün olmazsa o ülkede kargaşa ve kaos yaratmaktır. Onların Suriye'deki planları kafa karışıklığına ve kaosa yol açmış, şimdi de Amerika, Siyonist rejim ve müttefikleri, zafer duygusuyla şeytanın dostları gibi saçma sapan konuşmaya başlamışlardır.’
İmam Hamanei, ABD’li bir yetkilinin üstü kapalı olarak “İran’da ayaklanmak isteyen herkese yardım etmeye hazırız” şeklindeki açıklamalarına değinerek, “Aptallar kebap kokusu almış gibi görünüyorlar ama İran milleti bu konuda ABD’nin paralı askeri olmayı kabul eden herkesi ayaklarının altına alacaktır.’
İmam Hamanei, bölgedeki gelişmelerle ilgili bir başka hususu da dile getirerek Siyonist unsurların zafer iddiasına, övünme ve abartmalarına değinerek şunları söyledi: ‘Zavallılar, hani nerede kazandınız? 40 bin kadın ve çocuğu bombalarla öldürmeniz ama savaşın başında belirttiğiniz hedeflerden bir tanesini bile gerçekleştirememeniz bir zafer mi? Hamas'ı yok edip Gazze'deki esirlerinizi kurtarabildiniz mi? Seyyid Hasan Nasrallah gibi büyük bir şahsiyetin şehadetine rağmen Lübnan Hizbullah Hareketini yok edebildiniz mi?’
İmam Hamanei, Hizbullah, Hamas ve İslami Cihat'ın da aralarında bulunduğu bölgedeki direnişin canlı ve büyük olduğunu belirterek Siyonistlere seslendi ve şu ifadelerde bulundu: ‘Siz galip değil, mağlupsunuz.’
İmam Hamanei, Siyonistlerin Suriye topraklarında ilerleyişinin ve işgalinin kendilerine karşı tek bir askerin bile direnememesinin sonucu olduğunu belirterek şunları söyledi: ‘Bu engel olmadan gerçekleşen hareket bir zafer değildir ve elbette, gayretli ve cesur Suriye gençliği sizi oradan çıkaracaktır.’
İmam Hamanei’nin bölgedeki gelişmelere ilişkin bir diğer açıklaması da İran'a karşı bölgedeki vekil güçlerini kaybettiği yönünde yürütülen psikolojik ve propaganda savaşına ilişkindi ve İslam İnkılabı Rehberi konuyla ilgili olarak şunları söyledi: ‘İran İslam Cumhuriyeti'nin bölgedeki herhangi bir eylem için vekil bir güce ihtiyacı yoktur. Yemen'in, Hizbullah'ın, Hamas'ın ve İslami Cihad'ın savaşı ve mücadelesi iman gücüne dayanmaktadır.
Yemen'de, Irak'ta, Lübnan'da, Filistin'de ve Allah'ın izniyle yakın gelecekte Suriye'de imanlı ve şerefli yiğitler ve İran İslam Cumhuriyeti zulme karşı cani Siyonist rejime karşı savaşmaktadır ve Allah'ın izniyle bu rejimi bölgeden temizleyeceğiz.
İmam Hamanei, bu sözleri siyasi bir söylem değil, somut gerçekler olarak nitelendirdi ve Hizbullah'ın güçlü, cesur ve onurlu hareketinin 1960'larda Lübnan'daki huzursuzluk ve iç savaşlardan yükselişine değinerek şu ifadelerde bulundu: ‘Bu tehdit ve güvensizliklerin ortasından Lübnan'da Hizbullah gibi büyük bir fırsat ortaya çıktı ve Seyyid Abbas Musavi gibi büyüklerinin şehit edilmesi gibi olaylar onu zayıflatmadığı gibi daha da güçlendirdi ve direnişin bugünü ve yarını da aynı böyle olacaktır.
Tehditlerden fırsatlar doğar ama bu, bilinç ve sorumluluk duygusuna sahip olmaya bağlıdır. Yarın bölge bugünden daha iyi olacaktır. Suriye'de de güçlü ve onurlu bir hareketin ortaya çıkacağını öngörüyoruz. Çünkü bugün Suriyeli gençlerin kaybedecek hiçbir şeyi yok, okulları, üniversiteleri, evleri, sokakları güvensiz, bu nedenle güvensizliği planlayan ve uygulayanlara karşı güçlü bir duruş sergilemeleri ve onlara galip gelmeleri gerekmektedir.’
Siyonist Askerler, Suriye'de Halka Ateş Açtı!
İşgal rejimi askerleri; İsrail'in işgal ve saldırılarının son bulması için bir araya gelen Suriye halkına ateş açtı!
Suriye'de Esad hükümetinin devrilmesiyle eş zamanlı olarak İsrail ordusunun ülkeye saldırıları arttı.
Ülkenin askeri altyapı ve imkanları imha etmeye başlayan İsrail ordusu, Suriye toprağı Golan Tepeleri'ndeki işgalini genişletti.
Golan Tepeleri civarındaki tampon bölgeye giren işgalci İsrail ordusu, işgali daha ileriye taşıyarak başkent Şam'ın 25 kilometre yakınlarına kadar sokuldu.
Son olarak İsrail ordusu, Suriye'de güneydeki Dera kentine bağlı Yermuk havzasında yer alan Cemle ve Maaraba köylerini de işgal etti.
Suriye’nin güneyinde bbir araya gelen topluluk İsrail işgal rejiminin eylemlerine karşı ayaklandı. Bölge sakinleri İsrail'in ülke topraklarını işgalini protesto etti. Gösterilerde "Defol İsrail" sloganları atıldı.
Gösteri sırasında İsrail güçleri, mevzilendikleri tepelerden kalabalığın üzerine ateş açtı. İşgal ordusunun saldırısında 1 kişi yaralandı.,
İsrail ordusu yaptığı yazılı açıklamada, Yermuk havzasındaki İsrail işgalini protesto eden sivillere ateş açtığını kabul etti.
Açıklamada, İsrail askerlerinin gösteriler sırasında "tehdit algıladığı" iddia edilirken, Suriyeli göstericilerden birinin bacağından vurulduğu kaydedildi.
Katil İsrail Sivilleri Hedef Almaya Devam Ediyor
Siyonist İsrail savaş uçaklarının Gazze kentine düzenlediği hava saldırılarında 2 Filistinli daha şehit oldu.
Gazze'deki El Ehli Baptist Hastanesi'nden bir kaynak, yaptığı açıklamada, soykırımcı İsrail'in, Gazze kentinin doğusundaki Şucaiyye ve Tuffah mahallelerine yönelik hava saldırılarında ölen 2 Filistinlinin cenazelerinin ve çok sayıda yaralının hastaneye getirildiğini söyledi.
Görgü tanıklarının ifadesine göre, katil İsrail ordusu, Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki Meşru Beyt Lahiya bölgesinin batısındaki evleri yıkmayı sürdürdü.
Tanıklar, patlamaların şiddetli seslerini duyduklarını ve yıkım sonucu bölgeden yoğun duman bulutlarının yükseldiğini aktardı.
Soykırımcı İsrail ordusunun Gazze Şeridi'ne saldırılarında son 10 günde 422 Filistinli şehit oldu, 1738 kişi yaralandı.
Şeytanın Musallat Olma Aşamaları
“Rahman olan Allah’ı anmayı görmezlikten gelene, yanından ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş veririz. Şüphesiz onlar bunları yoldan alıkoyarlar, bunlar da doğru yola eriştiklerini sanırlar.” Zuhruf, 36 – 37
1 – Şeytanın siyaseti adım adım yaklaşmaktır: “Şeytanın izinden yürümeyin…” 1
2 – Birinci merhale vesvese telkin etmektir: “Nihayet şeytan ona vesvese verip…” 2
3 – İkinci merhale temas sağlamaktır: “…kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman” 3
4 – Üçüncü merhale kalbe nüfuz edip işgal etmektir: “O ki insanların göğüslerine fısıldar” 4
5 – Dördüncü merhalede ruhta kalıcı olmaktır: “…biz onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur” 5
6 – Beşinci merhalede insanı kendi hizbine nefer yapmaktadır: “Şeytan onları hâkimiyeti altına alıp…” 6
7 – Altıncı merhalede insanın velisi olur: “…onlara emredeceğim…” 7
8 – Yedinci merhalede insanın kendisi bir şeytana dönüşmektedir: “…insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık” 8
İmam Ali (a.s) Nehcu’l Belağa’da şöyle buyurur: “Şeytan gönüllerinde yuva yaptı, yumurtladı, civciv çıkardı, onları kendi eteğinde terbiye etti, büyüttü.” 9
Allah’ın Zikrinden Yüz Çevirmenin Neticeleri
Allah’ın zikrinden yüz çevirmenin neticeleri şu şekilde görülür:
1 – Hayır yolundan uzakta kalmak: “Şüphesiz onlar bunları yoldan alıkoyarlar…” 10
2 – Fikrî olarak yanlış düşüncelere dalarak hidayet yolunda olduğunu sanmak: “…bunlar da doğru yola eriştiklerini sanırlar.” 11
3 – Nasihat kabul etmemek: “Kendilerine öğüt verildiğinde öğüt almazlar.” 12
4 – Tövbe etmez çünkü kendisini yoldan çıkmış olarak görmez.
5 – Hayatını sıkıntı içersinde idame ettirir: “Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak…” 13
6 – Her kim dünyada gerçeği ve hakkı görmekten yana kör ise, ahirette de kör olarak haşredilecektir: “Kim bu dünyada körlük ettiyse ahirette de kördür.” 14
--------------------------------------------
1 Bakara, 168
2 Taha, 120
3 A’raf, 201
4 Nas, 5
5 Zuhruf, 36
6 Mücadele, 19
7 Nisa, 119
8 Enam, 112
9 Nehcu’l Belağa, 7. Hutbe
10 Zuhruf, 37
11 Zuhruf, 37
12 Saffat, 13
13 Taha, 124
14 İsra, 72
MEDYANIN HALLERİ… Türk basınındaki sessizlik: İsrail’i neden görmüyorlar?
Günlerdir Şam sokaklarından, Suriye’den, Sednaya’dan yayın yapan gazeteler, televizyonlar böyle bir şey olmamış gibi davranıyorlar. Çünkü Suriye sahasında ABD-İsrail gerçekliği örtülmeye çalışılıyor.
Örneğin:
Suriye’ye dönüşler çığ gibi. Gerçek ise İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın önceki akşam TBMM Genel Kurulu’nda verdiği sayılarla ortaya çıkıyor: “Toplam 4 milyon 171 bin 415 yasal olarak kalan yabancı var. (…) Gönüllü, güvenli, onurlu geri dönüşlerle ülkesine dönenler 8 Aralık’ta Şam düştüğünde günlük 240’dı. Suriye özgürlüğüne kavuştuğunda günlük 1847 oldu.” Yani toplam dönen Suriyeli sayısı, 13 Aralık itibarıyla 7 bin 621’di.
Bir de Sednaya yalanları var. Yapay zekâyla yapılmış videolar dönüyor. Mustafa Armağan gibi sözde tarihçilerin ‘Sednaya’daki gizli tüneller’ diye paylaştığı yerler, İngiltere’nin Dover kasabasındaki kalenin içi çıktı.
Sednaya Hapishanesi Mahkumlar ve Kayıplar Derneği Başkanı Diab Serriya bile duruma isyan etti. Serriya, “Öncelikle, Sednaya Hapishanesi hakkında yayılan bu kemik öğütme veya mahkûmlara işkence için kullanılan pres iddiaları, tamamen yalan. Görsellerde gösterilen bu pres, aslında bir marangoz atölyesinin tahta presidir. 2008’den önce, Sednaya Hapishanesi'nde bir marangoz atölyesi bulunuyordu. Ancak isyan ve çatışmalar sonrası bu atölye kapatıldı. Bu pres kesinlikle mahkûmların cesetlerini öğütmek ya da işkence yapmak için kullanılmamıştır. İnternette, bu tip preslerin benzer modellerini kolayca bulabilirsiniz.” dedi.
Peki tüm bu yalanlar niye ortaya atılıyor?
Gizlenen, perdelenen gerçek ne? Şudur:
Suriye yönetiminin düşmesinden sonra İsrail, Suriye’de Golan Tepeleri’nden Şam’a kadar ilerledi. Arada yalnızca 15 kilometre var. İsrail’in Suriye’de el koyduğu alan, üç Gazze büyüklüğünde. Suriye’nin askerî altyapısını büyük oranda tahrip ettiler.
Dikkat ederseniz, günlerdir Şam sokaklarından, Suriye’den, Sednaya’dan yayın yapan gazeteler, televizyonlar böyle bir şey olmamış gibi davranıyorlar.
Çünkü Suriye sahasında ABD-İsrail gerçekliği örtülmeye çalışılıyor.
Son olarak HTŞ, Filistin direnişinin silahlarına el koydu.
HTŞ temsilcileri, Suriye'deki Filistinli gruplarla bir araya geldi. HTŞ, Filistinlilere artık silah, eğitim kampı ya da askeri karargâh bulundurmalarına izin verilmeyeceğini bildirdi.
Filistinli grupların yeni Suriye Devleti çatısı altında sadece siyasi çalışmalar ve hayır işleri yapabilecekleri bildirilirken, askeri oluşumların bir an önce feshedilmesi gerektiği iletildi.
El Fetih, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC), Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-Genel Komutanlık (FHKC-GK), Saiqa ve Filistin İslami Cihad (FİC) Şehit Ali Esved Tugayı gibi Filistinli gruplar, on yıllardır Suriye'de Esad Hükûmeti’nin misafiri olarak varlık gösteriyordu.
Rus üslerini vurabileceklerini fakat tercih etmeyeceklerini belirten HTŞ Lideri Colani, konu İsrail olunca daha sakin bir üslup kullanıyor. “İsrail'in argümanları artık dayanaksız ve son ihlallerini haklı çıkarmıyor.” dedi, İsrail'in Suriye'de angajman sınırlarını aştığını ve bunun da bölgedeki gerilimi artırdığını söyledi.
Suriye'nin yıllarca süren çatışmalardan sonra tükendiğini vurgulayan Colani, bu aşamada önceliğin, daha fazla yıkıma yol açabilecek çatışmaların içine çekilmek değil, yeniden inşa ve istikrarı sağlamak olduğunu sözlerine ekledi.
Colani güzellemesi yapan, Suriye yalanlarına sarılan basının işte üzerine örttüğü gerçek tehdit bu:
ABD-İsrail saldırganlığı.
İsrail'i Düşman Saymayan HTŞ, Filistinli Direniş Örgütlerine 'Silah Bırakın' Dedi
Suriye'de yönetimi ele geçiren Heyet Tahrir'uş Şam (HTŞ), ülkede faaliyet gösteren Filistinli direniş örgütlerine silah bırakma ve askeri kamplarını kapatma talimatı verdi.Lübnan merkezli El-Ahbar'ın haberine göre, terör örgütü HTŞ lideri Ebu Muhammed Culani, Filistinli gruplarla bir araya gelerek ülkede artık silah, eğitim kampı ya da askeri karargah bulundurmalarına izin verilmeyeceğini bildirdi.
Filistinli grupların sadece siyasi çalışmalar ve hayır işleri yapabilecekleri iletildi.
Toplantıda yer alan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC), Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi (FDHKC), Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-Genel Komutanlık (FHKC-GK), Es-Saike ve Filistin İslami Cihad'a (FİC) bağlı Şehit Ali Esved Tugayı gibi Filistinli gruplar, on yıllardır Suriye'de faaliyet gösteriyordu.
Direniş grupları Suriye'de IŞİD'e karşı mücadelenin ön saflarında yer almıştı.
Hamas ve El Fetih'e çağrı yok
Suriye'de silah bırakması istenen gruplar arasında Hamas ve El Fetih'in olmaması dikkat çekti. Hamas cihatçı grupların Esad yönetimini devirmesinin ardından yayımladığı mesajda “Suriye halkını özgürlük ve adalet isteklerine ulaştıkları için" kutlamıştı.
HTŞ lideri Culani'yse İsrail ile savaşılmayacağı ve asıl düşmanın Beşar Esad yönetimi, Hizbullah ve İran olduğunu belirtmişti.
Suriye'de yönetimi ele geçiren gruplara seslenen İsrail Başbakanı Netanyahu, "İran'ın Suriye'de yerleşmesine veya silahlarının Hizbullah'a devredilmesine izin verirlerse ağır bedel ödeteceğiz" demişti.
İsrail, Esad'ın yönetiminin düşmesinin ardından Suriye'de oluşan güvenlik boşluğundan yararlanıyor. İsrail güçleri, 8 Aralık'tan bu yana düzenlediği yüzlerce hava saldırısında, Suriye'ye ait önemli askeri tesisleri vurdu.
Hava savunma tesislerinden donanmaya gemilerine stratejik noktaları vuran İsrail, Suriye'nin askeri altyapısını büyük oranda kullanılamaz hale getirdi.
Siyonist İsrail Suriye’yi Vurmaya Devam Ediyor
Silahlı terörist grupların Şam’ı ele geçirmesini fırsat bilen İsrail, Suriye'ye saldırıları devam diyor. İsrail, Suriye'nin başkenti Şam ile Humus ve Dera kentlerine hava saldırıları düzenledi.
İşgalci İsrail ordusuna ait uçaklar, Şam'ın kuzeyindeki Beşşar Esed rejiminin işkence merkezi olarak bilinen Sednaya Hapishanesi çevresini kapsayan Telmunin bölgesi, ülkenin güneyinde bulunan Dera kentindeki rejim güçlerine ait silah deposu ve Humus şehrini hedef aldı.
Suriye'de 27 Kasım'da şiddetlenen çatışmaların ardından 8 Aralık'ta 61 yılık Esad hükümetinin düşürülmesiyle eş zamanlı, İsrail ordusunun Suriye’ye saldırıları arttı.
Suriye’nin askeri altyapı ve imkanlarını imha etmeye başlayan İsrail ordusu, Suriye toprağı olan Golan Tepeleri'ndeki işgalini genişletti.
Golan Tepeleri civarındaki tampon bölgeye giren İsrail ordusu, işgali daha ileriye taşıyarak başkent Şam'ın 25 kilometre yakınlarına kadar sokuldu.
İsrail, Suriye'ye ait Golan Tepeleri'ni 1967'den bu yana işgal altında tutuyor. İsrail ile Suriye arasında 1974'te imzalanan Kuvvetlerin Çekilmesi Anlaşması ile tampon bölge ve silahtan arındırılmış bölgenin sınırları belirlenmişti.