کارگر

کارگر

Siyonist rejimin, 435 gündür saldırılarını sürdürdüğü Gazze'de şehit sayısı 44 bin 930'a yükseldi.


Siyonist İsrail ordusunun Gazze Şeridi'ne 7 Ekim 2023'ten bu yana düzenlediği saldırılarda şehit olanların sayısı son 24 saatte 55 artarak, 44 bin 930'a yükseldi.

Katil İsrail'in 435 gündür saldırılarını sürdürdüğü Gazze'de şehit sayısı 44 bin 930'a yükseldi

Gazze'deki Filistin Sağlık Bakanlığından yapılan açıklamada, İsrail'in Gazze Şeridi'ne 435 gündür sürdürdüğü saldırılara ilişkin bilgi verildi.

Soykırımcı İsrail ordusunun son 24 saatte Gazze Şeridi'nin çeşitli bölgelerinde gerçekleştirdiği "2 katliamda" 55 kişinin şehit olduğu, 170 kişinin yaralandığı belirtildi.

Siyonist İsrail'in 7 Ekim 2023'ten bu yana Gazze Şeridi'ne düzenlediği saldırılarda şehit olanların sayısının 44 bin 930'a, yaralı sayısının da 106 bin 624'e yükseldiği kaydedildi.

Açıklamada ayrıca hâlâ enkaz altında ve yol kenarlarında ölülerin bulunduğu ancak İsrail güçlerinin engellemesi nedeniyle sağlık ekipleri ile sivil savunma görevlilerinin cenazelere ulaşamadığı yinelendi.

Çarşamba, 11 Aralık 2024 19:04

HTŞ İsrail’le savaşmayacak

İsrail, Beşar Esad Hukûmeti’nin düşmesinin ardından Suriye’yi işgale başladı. Stratejik noktalar bombalandı. Ülkenin askeri yetenekleri yok edildi. Sessizliği nedeniyle eleştirilen Heyet Tahrir Şam (HTŞ) Lideri Ebu Muhammed el Cevlani ise sonunda konuştu: Savaşmayacağız


İHeyet Tahrir Şam (HTŞ)'ın lideri Ebu Muhammed el-Cevlani salı akşamı İngiliz kanalı Sky News'a konuştu. Müttefiklerine dostluk ve güvence mesajları gönderdi. İsrail'in devam eden işgaline karşı koymayacaklarını şu şekilde dile getirdi:

 
“Suriye yeni bir savaşa girmeyecek. İnsanlar savaştan yoruldu. Ülke yeni bir savaşa hazır değil.”

Gerçek ismi Ahmed Hüseyin el-Şara olan Cevlani, kendileri için asıl düşmanın direniş cephesi olduğunu şöyle açıkladı:

“Bizim için en büyük tehdit Hizbullah, Suriye'deki İran destekli milisler ve bugün gördüğümüz katliamları yapan rejimdi. Korkularımızın kaynağı onlardı. Dolayısıyla Suriye için çözüm onların ortadan kaldırılmasıdır. Mevcut durum paniğe geri dönülmesine izin vermeyecektir.”


Suriye'nin yeniden inşa edileceğini söyleyen 42 yaşındaki HTŞ lideri, Batılı devletlere şu ifadelerle güven vermeye çalıştı: “Onların korkuları Allah'ın izniyle gereksiz. Korku, Esad rejiminin varlığından kaynaklanıyordu. Ülke kalkınma ve yeniden yapılanma yolunda ilerliyor. İstikrara doğru gidiyor.”

NETANYAHU'DAN 'İYİ NİYET' MESAJI
Binyamin Netanyahu da aynı gün Suriye'de şekillenmekte olan yeni rejime bir mesaj göndererek Tel Aviv'in Şam ile “iyi ilişkiler” kurmak istediğini ancak İsrail'in tehdit edilmesi halinde saldırmaktan da çekinmeyeceğini söyledi.

Netanyahu'ya göre İsrail, Suriye'ye şu şartlar oluştuğu takdirde “ağır bedel” ödetecek:

“İran'ın Suriye'de yeniden güçlenmesi ya da İran silahlarının veya başka silahların Hizbullah'a aktarılmasına izin verilmesi veya bize saldırılması durumunda önceki rejimin başına gelenler bu rejimin de başına gelecektir.”

Tüm bu ifadelere rağmen “Suriye'nin içişlerine karışmak gibi bir niyetimiz yok.” iddiasında bulunan işgalcilerin lideri, İsrail Hava Kuvvetlerinin, Suriye ordusunun “askeri stratejik kabiliyetlerini” “cihatçıların eline geçmemesi için” bombaladığını öne sürdü.

BAŞAN OKU OPERASYONU
İsrail ordusu da Şam'ın düşüşünden beri savaş jetlerinin Suriye'ye 350'yi aşkın saldırı düzenlediği duyurdu, yıkımın bilançosunu açıkladı. Hava operasyonlarına Golan Tepeleri ve Suriye'nin güneyinin İncil'deki ismi olan "Başan Oku" adı verildi.

Ordu, eski Esad yönetiminin stratejik askeri kapasitesinin “yüzde 70-80'ini”, stratejik silah stoklarının ise “çoğunu yok ettiğini” ilan etti. Bu sağlamak için Suriye genelinde 320'den fazla hedefin vurulduğunu belirtti.

Açıklamada, Başan Oku operasyonunun ilk aşamasında Suriye hava savunma sistemleri etkisiz hale getirilerek savaş uçaklarına daha fazla özgürlük sağlandığını ifade edildi. Bunun ardından avcı jetleri ve İHA'lar Şam, Humus, Tartus, Lazkiye ve Palmira kentlerindeki hava üsleri, silah depoları ve silah üretim tesisleri vuruldu.

'HİÇBİR ŞEY KALMADI'
Ordu, hava saldırılarında çok sayıda uzun menzilli mermi, Scud, seyir, kıyıdan denize ve hava savunma füzelerinin yanı sıra savaş uçağı, helikopter, radar, tank, hangar ve daha fazlasının imha edildiğini bildirdi.

Reuters'a konuşan konuşan bölgesel kaynaklar ve eski Suriye ordusu subayları, daha da kötümser bir tablo çizerek “geriye hiçbir şeyin kalmadığını” belirtti.

Ordu ayrıca el-Beyda ve Lazkiye limanlarında Suriye donanmasına düzenlenen saldırılarda 15 geminin imha edildiğini bildirdi. İsrail Savunma Bakanı İsrael Katz önceki saatlerde, Lazkiye Limanı'na düzenlenen saldırının sorumluluğunu üstlenerek, Suriye'nin deniz filosunun yok edildiğini iddia etti.

İsrail'in Suriye sınırındaki tampon bölgeyi işgalini tamamlamaya yakın olduğunu kaydeden Katz, Suriyeli muhaliflere Netanyahu ile aynı tonda seslendi: "Kim Esad'ın yolundan giderse sonu onun gibi olur."

İslam İnkılabı Rehberi İmam Hamanei, bugün İran’ın binlerce farklı kesimden vatandaş ile İmam Humeyni Hüseyniyesi’nde bir araya geldi.
 

İmam Hamanei'nin konuşmasının önemli başlıkları şöyle:

-Suriye'de yaşananların Amerika ve Siyonistlerin ortak planının ürünü olduğu konusunda şüphe olmamalıdır. Evet, Suriye'nin komşu hükümeti bu alanda bariz bir rol oynuyor ve oynadı ve oynamaya da devam ediyor. Bunu herkes görebilir ama asıl faktör, asıl komplocu ve ana kontrol odası ABD ve Siyonist Rejimdir. Bu konuda birçok kanıt mevcut ve bu deliller şüpheye yer bırakmıyor.

-Direniş ve direniş cephesi şudur: Siz ne kadar baskı yaparsanız o, o kadar güçlenir, siz cinayet işledikçe direniş cephesinin motivasyonu artar. Siz direnişle savaştıkça, direniş cephesi bir o kadar yaygınlaşacaktır ve Allah’ın izniyle direniş, eskisinden daha çok tüm bölgeyi kapsayacaktır.

-Direnişin ne demek olduğunu bilmeyen o cahil analist, direnişin zayıflamasıyla İran’ın da zayıflayacağını zannediyor ama Allah’ın izniyle İran güçlüdür ve daha da güçlü olacaktır.

- Elbette bahsettiğim bu saldırganların her birinin bir amacı var. Hedefleri farklı, bazıları Suriye'nin kuzeyinden, güneyinden toprak ele geçirmenin peşinde, Amerika bölgedeki varlığını güçlendirmenin peşinde, hedefleri bunlar ve zaman gösterecek ve Allah’ın izniyle bu hedeflerin hiçbirine  ulaşamayacaklar. Suriye'nin işgal altındaki bölgeleri, kararlı Suriyeli gençler tarafından özgürleştirilecek, bunun olacağından şüpheniz olmasın.

- Amerika’nın bölgeden ayağı kesilecek ve Allah'ın yardımıyla Amerika da direniş cephesi tarafından bölgeden kovulacaktır.

- Silahlı kuvvetlerin ve silahlı örgütlerin üst düzey yetkilileri bana “Lübnan konusunda, Hizbullah konusunda sabrımız kalmadı, izin verin gidelim” diye mektup yazıyorlar.

Şimdi bunu dayanamayan ve kaçan bir orduyla karşılaştırın. Ne yazık ki Tağut rejimi döneminde ordumuz böyleydi. İkinci Dünya Savaşı da dahil olmak üzere çeşitli savaşlarda düşmanların, yabancıların saldırılarına karşı durmadılar. Düşman o gün Tahran'ı almaya geldi. Direnemediler ve ayakta duramadılar. Ayağa kalkmadıklarında sonuç budur. Direnmek gerekir.

- Biz bu zor durumda bile hazırdık. Buraya gelip bana bugün Suriyelilerin ihtiyaç duyduğu tüm imkanları hazırladıklarını ve gitmeye hazır olduklarını söylediler. Siyonist rejim ve ABD Suriye semalarını kapattı, kara yollarını kapattı, imkân yoktu. Eğer o ülkede motivasyon aynı şekilde kalsaydı ve düşman karşısında söz sahibi olabilseydiler, düşman ne hava sahasını ne de kara yolunu kapatabilirdi. Onlara yardım edilebilirdi.

İran’ın IŞİD Zamanında Suriye’deki Varlığının Nedeni

- ŞİD fitnesi olayına gelince, IŞİD güvensizlik bombası demektir. IŞİD, Irak'ı istikrarsızlaştırmayı, Suriye'yi istikrarsızlaştırmayı, bölgeyi istikrarsızlaştırmayı, ardından asıl noktaya ve nihai hedefe yani İran İslam Cumhuriyeti'ne gelip İran İslam Cumhuriyeti'ni istikrarsızlaştırmayı amaçlıyordu. Bu, asıl ve nihai amaçtı. IŞİD'in anlamı budur.

- Biz oraya gittik, güçlerimiz iki sebepten dolayı hem Irak'ta hem de Suriye'de bulunuyordu. Bunun bir nedeni kutsal mekanları korumaktı. Çünkü onlar, maneviyattan, dinden, inançlardan bir o kadar uzak, kutsal mekanlara düşmandılar, yıkmak istiyorlardı. Bunu Samerra'da da gördünüz ve Amerikalıların yardımıyla Samerra'nın Kutsal Kubbesi'ni yıktılar, daha sonra Necef'te, Kerbela'da, Kazımeyn'de, ve Şam'da da bunu yapmak istediler. IŞİD'in hedefi buydu. Ehl-i Beyt'i seven onurlu bir mümin gencin asla böyle bir şeyin olmasına izin vermeyeceği açıktır, sebeplerden biri de buydu.

- Bir diğer neden ise güvenlik meselesiydi. Yetkililer, bu güvensizliğin burada durdurulmaması durumunda yayılacağını ve güvensizliğin güzel ülkemizi ele geçireceğini kısa sürede anladı. IŞİD fitnesinin yarattığı güvensizlik de sıradan bir şey değildi.

- İmam Ali (a.s) “Kendi evinde düşmanla çatışan bir millet aşağılanır, onu evinize ulaştırmayın” buyurmuştur. Dolayısıyla güçlerimiz gitti, önde gelen generallerimiz gitti, aziz şehidimiz Kasım Süleymani ve arkadaşları gitti hem Irak'taki hem de Suriye'deki gençler gitti. Önce Irak'ta, sonra Suriye'de kendi gençlerini örgütlediler, silahlandırdılar, IŞİD'in karşısına çıktılar, IŞİD'in belini kırdılar ve kazanmayı başardılar. Suriye ve Irak'taki askeri varlığımız, ordumuzu oraya o ülkenin ordusu yerine geçirmek için götürdüğümüz anlamına gelmiyordu.

- Bizim güçlerimizin yapabileceği ve yaptığı danışmanlık çalışmaydı. Danışmanlık yani ne demek? Önemli merkez ve ana üsler oluşturmak, stratejiler ve taktikler belirlemek ve gerektiğinde savaş alanına girmek ama en önemlisi o bölgenin gençliğini harekete geçirmek demektir, elbette gençlerimiz, besiclerimiz de (gönüllü güçlerimiz) sabırsız, istekli ve ısrarcıydı, birçoğu gitti.

-Şehit Süleymani Suriye'de kendi gençlerinden oluşan birkaç bin kişilik bir grubu eğitti, silahlandırdı, organize etti ve hazırladı.

- Tabi sonradan maalesef o ülkenin askeri yetkililerinin bir kısmı hata yaptı, sorun çıkardı ve ne yazık ki kendi çıkarlarına olan şeyden vazgeçtiler. IŞİD fitnesi bastırıldıktan sonra da güçlerin bir kısmı geri döndü, bir kısmı da orada kaldı.

- Bu olaylarda da vardılar ama dediğim gibi asıl savaşın o ülkenin ordusu tarafından yapılması gerekiyor. Başka yerden gelen Besic kuvveti, o ülkenin ordusunun yanında savaşabilir. O ülkenin ordusu zayıflık gösterirse bu besic bir şey yapamaz ve bu da oldu maalesef.

-Dayanma ve direniş ruhu azaldığında bu olur. Bugün Allah bilir ne zamana kadar devam edecek olan ve Suriye gençliğinin sahaya inip engelleyeceği Suriye'nin karşı karşıya olduğu bu felaketler orada gösterilen bu zayıflıklardan kaynaklanmaktadır.

-Müstekbir unsurlar Suriye'deki bu olaylardan sonra seviniyor, direnişten yana olan Suriye hükümetinin düşmesiyle direniş cephesinin zayıfladığını düşünüyor.

- Bunlar çok yanlış. Direniş cephesinin bu olaylardan dolayı zayıfladığını düşünenler direnişi ve direniş cephesini doğru anlayamıyorlar. Direniş cephesinin ne anlama geldiğini hiç bilmiyorlar.

- Direniş cephesi, kırılan, çöken, yok olan bir cephe değildir. Direniş bir inançtır, bir düşüncedir, kalple alınan kesin bir karardır, direniş bir mekteptir, bir inanç okuludur. İnsanların inancı olan bir şey, baskıyla zayıflamadığı gibi daha da güçlenir.

- Direniş cephesi kötülükleri görünce motivasyonu güçleniyor ve direniş cephesinin kapsamı genişliyor.

-Direniş cephesi budur. Direnip direnmeme konusunda şüpheye düşenler, düşmanın vahşi suçlarını gördüklerinde şüphelerinden çıkacaklar, zalimlere karşı göğsünü siper etmeden insanın yoluna devam edemeyeceğini, ayakta durması gerektiğini, direnmesi gerektiğini, direnişin bu olduğunu anlayacaklardır.

-Lübnan Hizbullah Hareketine baktığınızda görüyorsunuz, Hizbullah'ın başına gelen felaket bir şaka mıydı? Hizbullah Seyyid Hasan Nasrallah gibi birini kaybetti, bu küçük bir şey miydi? Hizbullah'ın saldırıları, Hizbullah'ın gücü, Hizbullah'ın güçlü yumruğu eskisine göre daha da arttı. Düşman da bunu anladı ve kabul etti.

- Onlar artık darbe vurduklarına göre Lübnan topraklarına girebileceklerini, Hizbullah'ı belirli bir yere, örneğin Litani Nehri'ne ilerleyene kadar geri püskürtebileceklerini sandılar ama gelemediler, Hizbullah direndi ve tüm gücüyle öyle şeyler yaptılar ki onlar gelip ateşkes istediler. Direniş budur.

-Burada bir soru ortaya çıkıyor. Suriye meselesine dair yaptığımız bu açıklamayla birlikte, acaba bu yıllar süresince biz Suriye’de var mıydık yok muyduk? Evet, vardık, bunu herkes biliyor. Türbe şehitleri, türbeyi savunan şehitler bizim de orada olduğumuzu gösteriyor.

- Biz Suriye hükümetine yardım ettik ama biz Suriye hükümetine yardım etmeden önce Suriye hükümeti bize kritik bir anda hayati bir yardımda bulundu. Bunu çoğu bilmez.

- Kutsal Savunma döneminde herkes Saddam için bir şeyler yaparken ve bize karşı çalışırken, Suriye hükümeti geldi ve bizim lehimize ve Saddam'a karşı büyük ve kararlı bir hamle yaptı. Bu hamle, parası Saddam’ın cebine giren, Akdeniz'e oradan da Avrupa'ya petrol götüren petrol boru hattını kesmekti. Dünyada bir kargaşa vardı. Bu petrolün akmasına ve paranın Saddam’ın cebine girmesine izin vermedi.

Suriye hükümetinin kendisi de bu petrol geçişinden para kazanarak yararlanıyordu ve bu paradan da vazgeçti. Tabii bizden bunun karşılığını aldı. Yani İran İslam Cumhuriyeti bu hizmeti karşılıksız bırakmadı. Önce onlar yardım etti.

- Suriye'deki olay yetkililerimiz ve her birimiz için bir derstir. Ders çıkarılmalıdır. Bu konunun derslerinden biri de ihmaldir, düşmanı ihmal etmek, ondan gafil olmaktır. Evet bu olayda düşman hızlı hareket etti ama bu düşmanın hızlı hareket edeceğini ve harekete geçeceğini olaydan önce bilmeleri gerekirdi.

- Biz de onlara yardım etmiştik. İstihbarat teşkilatımız birkaç ay önce Suriye yetkililerine endişe verici raporlar göndermişti, bu üst düzey yetkililere ulaştı mı bilmiyorum, ortada kayboldu. Ancak istihbarat yetkililerimiz onlara Eylül, Ekim ve Kasım aylarında arka arkaya rapor verdiklerini söylemişti.

-Düşmandan gafil olmamak gerekir. Düşmanı küçümsememeli, düşmanın gülüşüne de güvenmemeli, bazen düşman insanlarla hoş bir ses tonuyla konuşur, gülümseyerek konuşur ama arkasında hançer saklar ve fırsat bekler.

- Direniş cephesi zaferlerle gururlanmamalı, yenilgilerle de hayal kırıklığına uğramamalıdır. Zaferler ve yenilgiler vardır, insanların kişisel hayatı da böyledir. İçinde başarı ve başarısızlık vardır. Grupların hayatı da aynıdır, başarı da başarısızlık da vardır.

- Bir gün bir hareket işin başına geçer bir gün aynı hareket düşer, hükümetler ve ülkeler de böyledir. Hayatta inişler ve çıkışlar vardır, inişlerden çıkışlardan kaçınılamaz, zirvedeyken gururlanmamak gerekir. Çünkü gurur cehaleti doğurur. Kendini beğenmişlik insana, bir yerde düştüğümüzde ve başarısız olduğumuzda bunalıma girmememiz, hayal kırıklığına uğramamamız ve kalbimizin kırılmaması gerektiğini unutturur.

-İran İslam Cumhuriyeti bu kırk yılda çok büyük ve zor olaylarla karşılaştı. Gençler o günleri görmediler. Halk Tahran'da evlerinde otururken Saddam'ın Sovyetlere ait MiG-25 savaş uçağı üstümüzden geçiyordu. Durum çok korkutucuydu ve hiçbir şey yapamadık. Savunma yoktu, tesisler yoktu, bunlarla karşı karşıyaydık.

 

 

- İran İslam Cumhuriyeti bu çeşitli olaylarla, acı olaylarla karşı karşıya kaldı ancak İran bu olaylarda bir an bile pasif kalmadı. Mümin pasif kalmamalıdır. Pasiflik bazen olayın kendisinden daha tehlikelidir. Pasiflik, kişinin bakıp kalması ve hiçbir şey yapamayacağını düşünmesidir. Dolayısıyla pasiflik kişinin  pes etmesi anlamına gelir. Bu pasifliktir. Yani gurur, ilerleme ve başarının zehiridir. Başarısızlıklarda ve problemlerde de pasiflik zehirdir.

Çarşamba, 11 Aralık 2024 04:29

Suriye Dosyası-2 | HTŞ’nin Öyküsü

27 Kasım’da HTŞ önderliğinde Suriye’nin Türkiye sınırında yerleşik çetelerin başlattığı saldırı, on günde Esad yönetiminin devrilmesiyle sonuçlandı.


soL, “Suriye Dosyası” yazı dizisinde, bölgemizde çok önemli sonuçlar yaratacak olan bu tarihi süreci mercek altına alıyor.

Dün yayımladığımız “Esad yönetimi nasıl 10 günde devrildi?” başlıklı ilk yazımızda, 27 Kasım’da başlayan saldırı için aslında Ekim ayı ortasında yeşil ışık yakıldığını ve kamuoyu için sürpriz olsa da, hiçbir uluslararası aktör için sürpriz olmadığını anlatmıştık.

Bir okurumuzdan eleştiri aldık. Dünkü yazıda yer alan, Suriye, Türkiye, ABD, İngiltere, İsrail, Rusya, İran gibi tüm tarafların bildiği operasyonun kamuoyu için “tamamen sürpriz” olduğuna dair ifadeler hakkında okurumuz “Bu, soL okurlarına haksızlık. Tam da yazıda bahsedildiği gibi Ekim ayının ortasında soL, İdlib'deki cihatçıların saldırıya hazırlandığını ayrıntılı olarak yazmıştı” dedi.

Okurumuz haklı. 16 Ekim’de yayımladığımız “Suriye'deki cihatçılar İsrail saldırılarını fırsat bildi, silahlanıyor: Türkiye'nin tavrı ne olacak?” başlıklı haberimizde, 27 Kasım’daki “sürpriz” saldırının hazırlıklarının başladığını duyurmuştuk. soL okurlarının, “kamuoyu” genellememizi mazur görmelerini isteriz.

“HTŞ kimdir” sorusuna yanıt veren ikinci yazımız, Suriye’deki sürecin ve cihatçı örgütlerin tarihsel kökenine ışık tutuyor.

Olan biteni yakın zamanda takip etmeye başlayanlar, “nasıl” diye soruyor, “nasıl oluyor da, ABD’nin terör listesinde bulunan bir örgütün, başına 10 milyon dolar ödül koyduğu lideri, CNN’e röportaj verebiliyor?”

Ebu Muhammed el-Culani, veya, CNN ekranlarında kullandığı gerçek ismiyle, Ahmed Hüseyin el Şara. Heyet Tahrir’uş Şam’ın (HTŞ) lideri. 27 Kasım saldırısının “ekran yüzü”.

Oysa 2016 yılında örgüt, yine CNN ekranlarında boy göstermişti. O sırada örgütün adı El Nusra’ydı, Fetih el-Şam Cephesi diye değiştirmişlerdi. Değişikliği, örgütün liderlerinden Mustafa Muhammed, CNN’deki bir röportajla dünya kamuoyuna açıklamıştı.

2011’de çeşitli Arap ülkelerinde başlayan isyanlar kısa sürede emperyalizmin müdahalesiyle başka bir doğrultuda gelişmiş, Suriye’de Esad yönetimine karşı, başını Müslüman Kardeşler, yani İhvan’ın çektiği çok sayıda silahlı örgüt, ülkede terör estirmeye başlamıştı. El Nusra da bunlardan biriydi, El Kaide’nin Suriye koluydu. 2000’lerde Irak’ta ABD’ye karşı savaşmış El Kaide militanı Culani tarafından kurulmuştu.

2011’den itibaren Arap ülkelerinde ve Suriye’de olan bitenin “devrim” olduğu, bir “bahar havası” estiği öne sürülüyordu. soL, Suriye’deki grupların devrimci falan değil cihatçı olduğunu, üstelik ABD, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler tarafından desteklendiğini anlatmak için büyük bir mücadele verdi.

Ama, unutuluyor. Kim kimdir, nereden gelmiştir, akıllardan çıkıyor. Uluslararası medya her şeyin üzerini boyayıp yeni bir ürün gibi yeniden tedavüle sokmayı başarıyor.

Bunların unutulması normal. Panzehiri, ezberlemek değil. Arkasındaki mantığı kavramak. HTŞ’yi anlatmaya, bu mantıktan başlamamız lazım.

‘Yeni Yönelim’

Soğuk Savaş yıllarında ABD ve Batı’nın, Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı İslamcı militanları kullandığı, El Kaide’nin buradan çıktığı bilinir. Bu planı, Suudiler teklif etmiştir. Gidecek kadroları da, masrafları da kendilerinin karşılayacağını belirtmiş, sorumluluk üstlenmişlerdir.

Ama daha az bilinen, aşağı yukarı 2006 yılında, ABD’nin Ortadoğu politikasında çok büyük bir taktik değişikliğe gittiğidir.

ABD, 2001’de Afganistan’ın ardından 2003’te Irak’ı işgal ettiğinde, Saddam Hüseyin’e karşı sırtını yasladığı ve desteklerini aradığı en büyük kesim, Irak’ın Şiileriydi. Saddam devrildi ama Irak bir türlü dikensiz gül bahçesine çevrilemedi. Şiiler hükümetin başına geçmişti. Kürtler işgali başından itibaren desteklemişti. Ama Sünni nüfus arıza çıkarıyordu. ABD ordusu, bu unsurlarla boğuşuyordu.

Ancak bölgede ABD’nin diğer müttefiklerinin düşman sıralaması, tamamen farklıydı. 

İsrail, Sünnilerin bir tarafa bırakılıp, asıl Şiilerle savaşılmasını istiyordu. 2006’da Lübnan’ı işgal etmeye kalkışmış, bir Şii örgütü olan Hizbullah’ın direnişi karşısında bozguna uğrayıp utanç içinde işgali bitirmek zorunda kalmıştı. Gazze’de iktidara gelen Hamas, İran ve Suriye’den destek görüyordu.

Suudi Arabistan, zaten ezelden beri esas düşman olarak Şii İran’ı bellemişti. Ahmedinecad’ın başkanlığında İran üst perdeden çıkışlar yapıyor, nükleer çalışmalarını hızlandırıyor, bölgedeki ağırlığını artırıyordu.

Lübnan’daki egemen sınıf da Hizbullah’ın yükselişi karşısında düzenlerinin bozulacağını düşünüyor, Şiilerin etkisinden kurtulmak istiyordu.

Herkes, ABD’nin kapısını çalıyordu. 2006 yılının son aylarında, ABD hükümetinin Ortadoğu’daki dış politikasında makas değiştirildi. The New Yorker dergisinde Seymour Hersh’in kaleme aldığı “Yeni Yönelim” başlıklı, sürece katılmış çok sayıda ismin ifadelerini aktaran—ve bugünlerde geriye dönülüp okunmasını tavsiye ettiğim—makale sayesinde, bu değişikliğin mantığını biliyoruz.

Ortadoğu’da savaş politikası, ülkeleri bölüp kontrol edilebilir ufak devletçikler kurma politikası baki kalacaktı, ama yeni düşman olarak Şii güçler, özellikle İran, Suriye ve Hizbullah belirlenecekti. Bunlara karşı, Sünni oluşumlarla güç birliğine gidilecekti.

Bu çizgi değişikliğini Ocak 2007’de Senato Dış İlişkiler Komisyonu karşısında açıklayan, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice oldu. Rice, Ortadoğu’da “yeni bir stratejik eklemlenmeye” gideceklerini, “ılımlılarla aşırılıkçılar” arasında ayrım yapacaklarını, Sünni devletlerin ılımlı merkezler sayılacağını, İran, Suriye ve Hizbullah’ın çizginin öbür tarafında kalacağını ilan etti.

Planın esas mimarları, Bush’un Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve Suudi güvenlik danışmanı Prens Bender bin Sultan’dı. Bu nedenle plan, Cheney-Bender planı olarak da anılıyordu.

Dick Cheney ve Prens Sultan, 1 Aralık 1990.

Kendilerine kurşun sıkanlarla el sıkışmak

Bu değişiklik, ortak düşman karşısında yeni bir “sıkı dostluk” yarattı: İsrail ve Suudi Arabistan.

Sahadaysa, yeni bir ortak belirlenmişti: El Kaide.

Irak’ta ABD’yle savaşmakta olan bu örgüt, esas olarak Suudilerden ve Katarlılardan destek buluyordu. Suudilerin yeni taktiği ABD’ye kabul ettirmesiyle birlikte, El Kaide de kendisine çizilen yeni sınırları anlamaya başladı.

ABD ve müttefiklerinin kafası çok netti. Bender bin Sultan ve Suudiler, Hersh’e konuşan bir ABD’li yetkilinin aktardığına göre, Beyaz Saray’a “Köktendincilerin üzerinden gözümüzü ayırmayız, bu hareketi biz yarattık, kontrol etmesini biliriz” mesajı vermişti: “Selefilerin sağa sola bomba atmasını istemiyor değiliz, mesele, bombaları kime attıkları—Hizbullah, Mukteda el Sadr, İran, ve bunlarla çalışmayı sürdürürse, Suriye.”

İsrail hemfikirdi. Hizbullah’a silah sağlayan Suriye’nin devrilmesi öncelikti. İsrail’in ABD Büyükelçisi Michael Oren, Beyaz Saray’a “El Kaide’yi Esad’a tercih edeceklerini” açıkça söylemişti. İsrail Savunma Bakanı Moşe Yalon da İran destekli cephenin El Kaide’den çok daha büyük bir tehdit olduğunu ilan etti.

El-Kaide ile kendisine bağlı bazı oluşumlar tarafından kullanılan Kara Sancak.

Bu yeni stratejinin dört ayağı vardı. İsrail, kendi güvenliğinin önceliğini dayatıyor, İran’la savaşılmasını istiyordu, Washington ve Riyad buna riayet edecekti. İkincisi, Suudiler Hamas’ı İsrail’e karşı saldırganlığı azaltmaya ikna edecek, karşılığında Filistin Özerk Yönetimi’ni El Fetih’le paylaşmalarını sağlayacaktı. Üçüncüsü, Bush yönetimi, İran’ın yükselişine karşı bölgedeki diğer Sünni devletlerle doğrudan çalışacak, bunları ikna edip güçlendirecekti. Dördüncüsü, Suudi Arabistan, Washington’ın onayıyla, Suriye’de Beşar Esad yönetimini güçten düşürmek için Sünni dinci yapıları kullanacak, para ve lojistik sağlayacaktı.

Yani HTŞ’nin öyküsü, İdlib’de başlamadı. 2011’de, sözde “Arap Baharı”yla da başlamadı. 2006’da başladı.

AKP’nin yüzüne gülen şans

Bu noktada bir parantez açıp, aktardığımız çizgi değişikliğinin, Türkiye ve AKP açısından ne anlama geldiğine de dikkat çekmekte yarar var.

Erdoğan 2002 seçimlerini kazanmadan önce defalarca ABD’lilerle görüşmüş, güvence vermişti. 2003’te ABD, Erdoğan’dan Irak işgaline katılmasını istemiş, Erdoğan da olur demiş, ama tezkereyi Meclis’ten geçirememişti. Kendini affettirmek için Amerikan gazetelerinde “Irak’ta düşen Amerikan askerlerinin ruhu için dua edeceğini” söylediği mektuplar yayımlatmış, ama Bush yönetiminin ağzında yine de buruk bir tat bırakmıştı.

2 Mart 2003 tarihli gazeteler.

Dikkat edilirse, AKP’nin bölgesel oyunlara dahil olma çabası, yeni-Osmanlıcılık politikasının ortaya atılması, 2007 sonrasıdır. ABD’nin yeni stratejisi, yalnızca Erdoğan’ın değil, Türkiye’nin istenen kıvama gelmesi yoluna taş döşeyen unsurların ayaklarının kaydırılmasının da önünü açmıştır. İçeride Ergenekon kumpaslarıyla AKP ve Gülenciler yeni ABD’ci yönelime dudak bükenleri tasfiyeye girişmiş, dışarıda Batı’nın “sevilen Sünni müttefikleri” olarak etki artırmaya çabalamıştır. 

Nitekim, Erdoğan’ın 2000’lerin sonlarında Beşar Esad’la yakınlaşması, tam olarak bu dönemin ruhundan kaynaklanır. Suudiler sopayı hazırlarken, Erdoğan Esad’a İran’dan uzaklaşıp Batı’ya yakınlaşma kapısını aralamıştır. Beşar Esad’ın da bu seçeneği çok sıcak karşıladığı ve hep Batı’yla uzlaşma aradığı unutulmamalıdır—işin bu kısmını, dizimizin üçüncü yazısında ele alacağız.

Yani, Erdoğan’ın ve AKP Türkiyesi’nin yükselişi, başından itibaren Şii karşıtı bir ABD-İsrail-Suudi ittifakının ürünüdür. AKP’nin İsrail sevdasının sebebini, buralarda aramak gerekir.

Parantezi kapatabiliriz.

Yeni görev sahası

2011’de “Arap Baharı” süreci başlayıp Suriye’de Hama’da, Humus’ta halk sokağa çıktığında, çok haklı talepleri dile getiriyorlardı. Kitle eylemleri yapılıyor, kısmi sonuç da alınıyor, kimi valiler ve yetkililer görevden uzaklaştırılıyordu.

Ama 2006’da kararlaştırılan “yeni yönelim”den beri fırsat kollayan ABD ve müttefikleri, düğmeye bastı. Suudiler ve Katarlılar’ın silah ve para sağladığı İhvancı ve El Kaideci çeteler Türkiye sınırından Suriye’ye sızdı. Cisr el Şuğur’daki ilk katliamdan itibaren Esad yönetimine muhalefetin sesi kitle eylemlerinden, silahlı çetelere geçti. 

Culani, işte bu aşamada görevlendirildi. Suudilerin “biz yarattık, kontrol etmesini biliriz” dediği El Kaide tarafından Suriye’ye gönderildi, El Nusra Cephesi’ni kurdu. Bombaları, istenilen hedefe, Suriye devletine atacaktı.

2011-2015 arası, soL ekibinin mesaisinin önemli bir kısmı, Türkiye’de bu çeteleri “devrimci” diye pazarlamaya çalışanlara karşı gerçekleri yazmakla geçti. Bugünden geriye bakılınca nasıl bir aymazlık olduğunu hissetmesi zor, ama AKP cenahı harıl harıl çeteleri eğitip donatırken, Ufuk Uras, Foti Benlisoy gibi karakterler, niye Esad’a karşı bu çetelerin desteklenmesi gerektiğini propaganda ediyordu. Bu yüzden soL’un arşivi, El Nusra’nın faaliyetlerine dair sayısız haber ve analizle doludur.

Örgüt savaşın ilk yıllarında Türkiye’de cirit atıyor, Reyhanlı’da suikast girişiminde bulunuyor, Reyhanlı katliamında rol oynuyor, Adana’da polise iki kilo sarin gazıyla yakalanıyordu. Girdikleri köylerde Alevileri katlediyor, sonra da ABD basınına “Alevileri cezalandıracağız” diye açık açık söylüyordu.

The Economist’in sorularını yanıtlayan bir El Nusra’lı, Suriye’de Şeriat devleti kurmak istediklerini ve bunu gerçekleştirdiklerinde Alevileri “cezalandıracaklarını” söyledi. “Ilımlı Sünnilerin” de şeriat kurallarına bağlı olacağını ifade eden militan, kadınların beyninin erkeklerin beyninden küçük olduğunu savundu.

Liste çok uzun. Ama Türkiye hükümeti, bu ilk yıllarda Nusra’yla ilişkisini açık etmemeye gayret ediyordu. Çünkü Esad’ın direnemeyeceğini, işi kısa sürede sessiz sedasız halledeceklerini düşünüyorlardı. 2014-2015 döneminde ağır savaşların ardından Suriye halkının bu emperyalizm destekli çetelere direncinin henüz kırılamadığı anlaşıldığında, “muhalefet” denilen çetelere ve bunlarla kurulan ilişkiye dair bir yeniden yapılanmaya gidildi. 

El Kaide’nin Suriye’deki üç yapılanmasından biri, IŞİD, örgüt merkezinden bağımsızlığını ilan edip, Suriye ve Irak’ta hızla genişlemeye başlamıştı. Aslında IŞİD, en başta, Nusra’yla anlaştıklarını ve birlikte hareket edeceklerini duyurmuş ama Nusra bunu yalanlamıştı. 2013’te iki örgüt arasında başlayan çatışmalar, kısa süre sonra savaşa döndü. Nusra, El Kaide lideri Ayman el Zevahiri’ye biat etti, ABD, Türkiye ve diğer “müttefiklerin” desteklediği IŞİD karşıtı cepheye katıldı.

El Kaide ‘ılımlılığı’

Burada, El Kaide’nin yapısını ve o dönemki tartışmalarını biraz açmamız lazım. El Kaide’nin merkez yapılanması, veya liderliği, örgütün siyasi doğrultu ve stratejisini belirleyen ve para ve kaynak akışını elinde tutan, küresel cihadı yöneten bir çekirdek. Dünyanın çeşitli bölgelerinde, bu çekirdeğe bağlı yapılanmalar var. Teknik terimle, El Kaide, adem-i merkeziyetçi bir modele sahip.

Özellikle 2011’de Usame bin Ladin öldürülüp örgütün başına Zevahiri geçtikten sonra El Kaide, hem merkezle yerel yapılar arasındaki ilişkide hem de yerel yapıların stratejilerinde köklü sorunlarla karşılaştı.

İlk büyük fiyasko, 2011-2012’de Mali’de yaşandı. Mali, “İslami Mağrip El Kaidesi”ne (İMEK), örgütün Kuzey Afrika’daki şubesine bağlıydı. Mali’deki siyasi boşlukta 2011’de örgüt birdenbire çok güçlendi, fakat elde ettiği gücü konsolide edemedi. O dönem İMEK şefi Ebu Musab Abdül Vadud’un Mali’deki komutanlarına yolladığı mektuplar, “şeriatı aşırı hızlı uygulama” hatasına düştüklerini tespit ediyordu. Daha yumuşak bir geçiş tasarlanmalı, yerel halkın desteği kazanılmalıydı.

Aynı dönemde örgütün Yemen şubesi, Ensar el Şeria, bu “daha yumuşak” yaklaşımı denedi. Ama özellikle Yemenli Şiilere yönelik katliamcı yüz kendisini hızla gösterdiği için Yemen çıkışı da tutunamadı.

Bu deneyimlerin ardından Zevahiri, tüm şubelere, “Genel Cihat Kuralları” başlıklı bir bildiri iletti. Zevahiri, örgüte sivilleri, Müslümanları, kamuya açık alanları ve hatta “sapkın mezhepleri”, yani Şiileri hedef almaktan kaçınmasını ve ülkedeki tüm islamcı muhalefeti birleştirmesini tembihliyordu.

 

Amerika Birleşik Devletleri Afganistan'ın başkenti Kabil'de gerçekleştirdiği insansız hava aracı saldırısında, Usame bin Ladin'in 11 Eylül 2001'de ABD'ye yönelik saldırıları planlamasına yardım eden; sonrasında örgütün ayakta kalması ve yayılmasına destek sağlayan Eymen el Zevahiri öldürüldü. (31 Temmuz 2022)

Suriye’deki üç şubeden IŞİD, bu yaklaşımı benimsemedi, yutamadığı diğer hiçbir güçle eklemlenme yoluna gitmedi ve El Kaide merkezinden koptu. Elbette bu kopuşta iktidarı, parayı ve kaynakları, kısacası gücü elinde tutma arzusu temel rol oynadı, ama tartışmalar, yukarıda aktardığımız zeminde yürüyordu.

Zevahiri’nin “ılımlı” çizgisini benimseyen, El Nusra oldu. Hemen şerh düşmeliyiz: Benimsenen, “sivillere zarar vermeme” öğüdü değildi—sonuçta örgüt El Kaide’ydi, hiçbir şube bunu ciddiye almıyordu. Zevahiri de bildirisinde bunu ilkesel tavır değil, pragmatist bir taktik olarak işlemiş, aksi durumlara kapıyı açık bırakmıştı. Nusra’nın esas benimsediği “ılımlılık”, Suriye’deki diğer İslamcı çetelerle yürütülen mesaideydi. Nusra bunlarla yeri geldiğinde ortak operasyon yapıyor, yerel yönetimde ufak tefek işbirliklerine girmekten çekinmiyordu.

Çünkü Culani önderliğindeki Nusra, Suriye’de sahadaki oyunun kurallarını anlamış, nasıl davranması gerektiğini çözmüştü. Askeri bakımdan tartışmasız en iyi örgüttü: 2011-2015 arasında Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) dahil onlarca çete savaşıyordu, ama askeri önem taşıyan neredeyse her operasyonda Nusra’nın asli unsur olduğu tartışmasızdı. O dönem sayısı 7 ila 15 bin arasında değişen militanları, en deneyimli ve disiplinli savaşçılardı.

Ama işin bir de silah tedariği, eğitim ve lojistik kısmı vardı ki, burada Nusra dezavantajlıydı. Savaşın arkasındaki güçler, genel bir iş bölümü yapmıştı. ABD silah sağlıyor ve Türkiye’deki kamplarda çetecileri eğitiyordu, Katar ve Suudi Arabistan operasyonları finanse ediyordu, İsrail hava saldırıları ve istihbarat kısmına odaklanıyordu, Türkiye de lojistik destek veriyor ve tüm bunların eşgüdüm ve organizasyonunu hallediyordu. Burada özellikle CIA’nın BGM-71 TOW anti-tank güdümlü füze sistemi gibi sofistike silahları temin ettiği programın doğrudan alıcısı olmak önem taşıyordu. Nusra, El Kaide bağlantısının beraberinde getirdiği meşruiyet kaybından dolayı sahadaki başarısıyla orantılı kaynağa erişemiyordu. Suriye’yi yıkmaya çalışan ittifak el altından Nusra’ya da bir şeyler veriyordu, ama Nusra daha çok diğer gruplarla ilişkileri üzerinden bu kaynakları eline geçirebiliyordu. Zevahiri’nin “ılımlı” çizgisi, bu açıdan Nusra’nın can simidiydi.

Tüm bu ayrıntıların ne önemi var?

Sonuçta 2014-2015 arasında Suriye halkı beklenmedik bir direnç ortaya koyup cihatçı çetelere teslim olmayacağını gösterdiğinde ve IŞİD, Suriye karşıtı ittifakı kimi bakımlardan zor duruma soktuğunda, yeni bir yaklaşım geliştirildi. 

ABD, YPG’yle askeri ittifakını üst düzeye çıkardı. İslamcı çeteler arasında askeri önemini herkesin gördüğü Nusra, IŞİD’le savaşarak bir miktar meşruiyet elde etmişti, ÖSO’nun beceriksizliği herkesin dilindeydi, Nusra’nın öne çıkarılmasına karar verildi.

Culani liderliği, bu noktada, geçmişin yükünün onları kısıtladığından tamamen emin oldu. 2016’da El Nusra ismini değiştirdi ve küresel cihattan ziyade Suriye topraklarına dair iddiayı yansıtan bir yaklaşımla Şam’ın Fethi Cephesi oluverdi. Dahası, “dış bağlantıları” keseceğini duyurdu. Dış bağlantılardan kasıt ABD veya Türkiye değil, El Kaide merkezi, yani Zevahiri liderliğiydi. Culani, Nusra’yı El Kaide’den koparıyordu.

Denilebilir ki, sonuçta hepsi kafa kesen cihatçılar, tüm bu ayrıntıların ne önemi var?

Ayrıntılar şu yüzden önemli: Öykü, hem bizzat Culani’nin hem de örgüt olarak El Nusra’nın, genel bir işbirliğinin ötesinde, ABD ve müttefikleri tarafından devşirildiğini ve yıllar süren çabalarda, bu ay geldiğimiz güne hazırlandığını ortaya koyuyor.

Örneğin, El Nusra ismini değiştirdikten ve El Kaide’yle bağları kopardıktan sonra mı AKP hükümeti örgütle kurduğu ilişkiyi daha açık hale getirdi, yoksa önce ABD’nin müttefikleri bu kararı aldı, sonra onların telkiniyle mi Culani ekibi bu yola tevessül etti?

İkincisi…

Kanıtı, devletin en yetkili isminin ağzından çıktı. Tayyip Erdoğan, örgütün isim değişikliğinden bir ay önce, Beştepe'de STK'ları ağırladığı iftar yemeği sonrasında katılımcılara pat diye “PYD DAEŞ'e karşı savaşıyorsa El Nusra da canla başla savaşıyor ona neden terör örgütü diyorsunuz?” deyiverdi!

Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devleti, El Kaide’yi “terör örgütü” görmediğini cümle aleme ilan etti. Evet, devletin Nusra’yla ilişkisi biliniyordu. MİT Tırları skandalında yakalanan silahlar, Nusra’ya teslim edilmek üzere yoldaydı. İlişkiyi MİT dışında devlet adına İHH yürütüyordu. Ama durum pek de bilinsin istenmiyordu. Örneğin 2013’te İHH Rakka’ya yardım götürüp iftar yemeği verdiğini gururla duyuruyor, ama Anadolu Ajansı konuyu haberleştirirken Rakka Nusra’nın elinde olmasına rağmen yalan söyleyip “ÖSO’nun kontrolünde” diyordu.

Culani, El Kaide’den kopma kararını örgüte açıklarken, aslında Zevahiri’nin 2013 bildirisindeki eğilime yaslanmıştı: Suriye’deki islamcı çeteleri bir araya getirme çabaları, “El Kaide” etiketi nedeniyle sakat kalıyordu. Bu etiketten kurtulacaklar, hegemonyayı artıracaklar, ABD ve müttefiklerinin kaynaklarından daha fazla yararlanacaklardı.

Türkiye’yle ilişkilerin yarattığı hizip

Başta işler pek Culani’nin hesapladığı gibi gitmedi. Şam’ın Fethi Cephesi, yıllardır askeri işbirliği yaptıkları üç örgütle birleşme sürecine girdi. Süreç başarısızlığa uğradı. Culani, islamcı muhalefeti birleştirmek, hegemonyasını pekiştirmek istiyordu, ama müzakerelerde yol alınamıyordu.

Genel siyasi durum da iç açıcı değildi. Suriye karşıtı çetelere uluslararası ilgi azalmaya başlamıştı. ABD ve Rusya Suriye konusunda müzakere yürütüyor, Rusya, El Kaide’ye ısrarla karşı çıkıyordu. Daha cici çeteler müzakerelere taraf yapılıp taltif edilirken, Culani ekibi isim değiştirme hamlesine rağmen dışarıda bırakılıyordu.

Culani, taktik değiştirdi. Madem diplomasi işe yaramıyordu, daha iyi bildikleri zora başvuracaklardı. Ocak 2017’de Culani ekibi, irili ufaklı rakip çetelere saldırmaya başladı. Aralarında en önemlisi, Türkiye istihbaratının gözbebeklerinden Ahrar-uş Şam’dı—örgüt de Türkiye'ye karşı boş değildi, 2016'da kendi mollalarına, "Türkiye'yle birlikte savaşmak caizdir" diye fetva bile çıkarttırmışlardı. Culani’nin militanları tüm bu rakipleri bozguna uğrattı, dört grubu silah zoruyla kendine dahil olmak zorunda bıraktı.

Ve, yeniden isim değiştirdi. Heyet Tahrir-uş Şam adını aldı.

Heyet Tahrir-uş Şam yani Şam Kurtuluş Heyeti.

Ama HTŞ’nin hamleleri, bu kadarla sınırlı değildi. Charles Lister’ın 2019’da Hudson Enstitüsü için hazırladığı rapordan aktaralım:

“Buradan itibaren HTŞ, benim ‘kontrollü pragmatizm’ adını verdiğim bir yolu benimsedi—sivil işleri yürütmek ve halka hizmet götürmek için teknokratik bir ‘Kurtuluş Hükümeti’ oluşturdu; yabancı hükümetlerle diyalog kurmak üzere bir siyasi büro kurdu; Türkiye ve Milli İstihbarat Teşkilatı’yla (MİT) yakın ilişkiye girdi ve uluslararası ateşkes anlaşmasına gevşekçe de olsa uymaya başladı.”

Yani HTŞ’nin kuruluşunun temelinde, devletimsi bir yapıya dönüşmenin yanı sıra, yabancı hükümetlerle, özel olarak da Türkiye ve MİT’le yakın ilişki geliştirmek vardı.

Culani’nin ‘koruyucu meleği’

Ne var ki, Culani’nin bu agresif hamleleri, örgüt içindeki geleneksel El Kaide kadroları arasında huzursuzluk yaratıyordu. 2017 başında, örgütün en üst yönetiminden bazı isimler, hizip örgütlemeye başladı. 2018 Şubat ayında HTŞ’den koptular, Tanzim Hurras el Din (THD) adında yeni bir örgüt kurdular.

Derhal HTŞ’ye karşı siyasi saldırı başlattılar. Saldırılarının odağında, HTŞ’nin yabancı hükümetlerle, özel olarak da Türkiye’yle kurduğu ilişki vardı. Bu yeni El Kaide şubesine örgütün küresel merkezinden destek veriliyor, tüm dünyadan THD’ye katılım çağrıları yapılıyordu. Culani ve HTŞ’nin karşısında, dişli bir rakip oluşuyordu.

2018 ve 2019’da bu yeni El Kaide şubesi, irili ufaklı 16 ayrı çeteyi birleştirdi ve ciddi bir güç haline geldi. HTŞ fırsat buldukça THD’ye saldırıyor, ama bu odağı dağıtmayı başaramıyordu.

Bir kez daha Lister’ın raporundan aktaralım:

“THD’yle HTŞ arasındaki en büyük gerilim kaynağı, Türkiye ve bu devletin kuzeybatı Suriye’deki silahlı grupların desteklenmesindeki rolüydü. Türkiye ve lideri Recep Tayyip Erdoğan için, kuzeybatı Suriye’deki durum ve bunun Türkiye’nin ulusal güvenliğine etkileri, çok önemli bir iç siyasi meseleydi… Sonuçta Erdoğan hükümeti ve özellikle MİT içerisinde HTŞ’yle kurulacak tehlikeli ve nazik ilişki, bir zorunluluk olarak görülüyordu.”

2019 başında El Kaideciler, tam da Culani ekibinin Türkiye’yle ilişkisini hedef almaya başladı. Özellikle Türkiye’nin doğrudan kontrolü altındaki Suriye Ulusal Ordusu’yla ortak hareket edilmesi topa tutuluyordu. Gerilim, TSK’ya bağlı birliklerin 9 Mart 2019’dan itibaren HTŞ’nin işbirliğiyle İdlib’de devriye gezmeye başlamasıyla iyice büyüdü.

El Kaideciler, Culani’nin militanlarını parça parça koparıyordu. Culani’nin imdadına, bir “görünmez el” yetişti.

Culani’nin operasyonu yönetirken servis edilen görüntüleri.

30 Haziran 2019’da THD’nin altı lideri, ABD’nin bir hava saldırısıyla öldürüldü. ABD, iki yıldır kuzeybatı Suriye’de tek bir hava saldırısı yapmamıştı. İstisna, Culani’yi korumak içindi. İki ay sonra ABD, THD’nin müttefiki, Culani’nin rakibi Ensar el Tevhid’i vurdu. Aynı günlerde, El Kaide’nin deneyimli liderlerinden biri, İdlib’de aracına yerleştirilen patlayıcıyla öldürüldü.

ABD’nin bu iki ayda Culani’nin “koruyucu meleği” olarak yaptıkları, Culani ve HTŞ’nin devşirildiğinin açık kanıtıydı.

Bir başka gerçeğin daha kanıtıydı: Sahada elini kirletmek zorunda olan Türkiye’ydi, ama ipler büyük ağabeyin, ABD’nin elindeydi.

"Elini kirletmek" vurgusu önemli. Zira batılı kaynaklar, Türkiye'nin Suriye'deki çetelerle ilgili rolünü sıklıkla abartıyor. Bunun sebeplerinden biri, ABD, İngiltere, İsrail ve diğerlerinin rolünün üstünü örtmek. Nitekim taarruz sürerken, 2 Aralık'ta New York Times'a konuşan ABD'nin eski Şam Büyükelçisi Robert Ford da aynı vurguyu yapıyordu: "İdlib'deki Türk üsleri ve sınırın Türk tarafına yerleştirilen Türk topçu birlikleri, HTŞ'nin hakim olduğu topraklarla Suriye devleti birlikleri arasında bir tampon bölge sağlıyordu. İnsani yardım, gaz, silah, askeri üniformalar, hepsi İdlib'e Türkiye'den gidiyor."

Değirmenin suyu

2020’den itibaren HTŞ, Astana Süreci kapsamında Türkiye’nin etki alanına bırakılan İdlib’de semirmeye ve hazırlanmaya başladı. Devletimsi yapı giderek yayılıyordu.

Peki değirmenin suyu nereden geliyordu?

2016 yılı itibariyle, örgüt Nusra ismini henüz bırakıp El Kaide’den kopmuşken yazılan bir rapor, Şam’ın Fethi Cephesi’nin gelir kaynaklarını ayrıntılı olarak sıralıyordu.

Christiaan Triebert ve Rao Komar imzalı raporda şunlar listelenmişti: Kontrol edilen bölgede halktan alınan vergiler, Türkiye sınırından veya Suriye içinde Nusra kontrolündeki bölgeden geçen mallardan alınan gümrük, halka kesilen cezalar, savaş ganimetleri, fidye, uluslararası bağışlar, petrol satışı, “düşman” sayılan halkın mallarını yağma ve diğer çetelerin varlıklarına el koyma, kaçakçılık.

Dikkatle bakıldığında bu gelir kalemlerinin önemli bir kısmının sürekliliği yoktu. Örneğin fidye… 2013’te bir Ortodoks rahibeyi kaçırmışlar, 4 milyon dolar fidye almışlardı. 2014’te 45 Fijili BM çalışanını kaçırdılar, 20 ila 25 milyon dolar fidye aldılar. Bunlar güzel paralardı, ama düzenli gelirin yerini tutmuyordu.

2019 sonrasında Türkiye’nin açtığı alan, HTŞ’nin bu sorununu tamamen çözdü. Türkiye, İdlib üzerinden ticaret yapmayı sürdürüyor, HTŞ tüm bu ticaretten gümrük vergisi alıyordu. Hacim çok büyümüş, düzenli gelir sağlanmıştı. Ayrıca Türkiye kentin şebekesine elektrik veriyor, HTŞ elektrik satışından da büyük gelir elde ediyordu. Türkiye, HTŞ’yi besledi ve büyüttü.

Kurumsallaşmış cihatçılık

Bu arada büyük ağabey, ABD, müttefikleriyle birlikte HTŞ’yi bir sonraki savaşa hazırlamayı ihmal etmedi. Çete savaşları dönemiyle kıyaslanmayacak, profesyonel bir askeri eğitim hizmeti sunuldu. Çok çeşitli teçhizat temin edildi, ki, bunlar arasında 27 Kasım’da başlayan taarruzda büyük etki yaratan İHA’lar da vardı. İHA’ların kullanımı için ABD’nin müttefiklerinden uzmanların yardımı sağlandı.

Son taarruz, böyle hazırlandı. HTŞ, yıllar süren bir projenin ürünüydü.

Culani’nin taarruz günlerinde CNN’e verdiği röportaj dinlendiğinde, adeta bir Daron Acemoğlu hayranı gibi ikide bir “kurumlar” ve “kurumsallaşmak”tan bahsettiği görülüyor. Culani’nin daha bu yıl Nobel verilen bu pek popüler ve içi tamamen boş dili kullanışı, yıllar süren projenin basitçe askeri bir hazırlık değil, siyasi bir yetiştirme olduğuna işaret ediyor.

Şimdi Türkiye’de ve dünyada Amerikancılar, Culani ve HTŞ’yi parlatmakla meşgul.

Ha, İsrail de haydut bir devlet olarak Suriye’nin bütün altyapısını yok edip ülkeyi karadan işgal etmekle meşgul, ama “müttefiklerin” gıkı çıkmıyor. Kendisini büyük dünya gücü olarak pazarlarken bir de "Filistinlilerin koruyucusu" diye cilalayan AKP hükümeti, anca İsrail ordusu Şam'a 20 kilometre mesafeye geldiğinde bir yazılı kınama yayımlayabildi.

Tüm bu öykü nedeniyle, HTŞ için basitçe “cihatçı örgüt”, “El Kaide’nin devamcısı” deyip geçmek, propaganda açısından etkili olsa dahi, siyasi açıdan yetersiz.

HTŞ, 2006’da belirlenen ABD-İsrail-Suudi Arabistan ortak stratejisinin, sonradan buraya eklenen Türkiye’nin de katkısıyla yaratılan bir ürünü.

Mesele, cihatçı demekte değil. Cihatçılığın siyasi bağlamını izah etmekte.

 

Sol 

Çarşamba, 11 Aralık 2024 04:23

Kara Koalisyonun Çöküşü

  1-Beyaz Koalisyon (Siz bunu Kara Koalisyon diye okuyun) düşmanın savaş çıkarma ve komplolar kurmadaki hilelerinden ve stratejilerinden biridir. Bu hilenin kullanımı o kadar uzun bir geçmişe sahiptir ki, müşrikler bu hileyi İslam'ın başlangıcında ve Hizipler Savaşında kullanmış ve o dönemde yeni doğmakta olan İslam'a karşı koymak için büyük bir ordu hazırlamışlardı. Bu hile, birden fazla grup veya partinin bir hareket gerçekleştirmek için birbiriyle ittifak yapması halinde koalisyonun ortak noktalarının mümkün olduğu kadar az olması gerektiği esasına göre tasarlanmıştır. Çünkü birkaç ortak noktada koalisyon kurmak çok zor ve neredeyse imkansızdır, yani koalisyon çemberinin ortak noktaları ne kadar büyük olursa, koalisyon ortaklarının sayısı da o kadar az olur. Bu nedenle, büyük bir koalisyon kurabilmek için koalisyon gruplarının pek çok farklılığı göz ardı etmesi ve yalnızca ortak olan bir veya iki noktaya odaklanması gerekir.
 

ABD Dış İlişkiler Konseyi Başkanı Richard Howes Beyaz Koalisyon denilen bu koalisyondan şöyle bahsetmektedir: “Katılımcı gruplar kapsamlı bir koalisyona varmak adına aralarındaki pek çok farklılığı geçici olarak göz ardı etmiş ve görmezden gelmişlerdir. Bu hile İran’da 2009 yılındaki Amerikan-İsrail fitnesinde de kullanılmış ve o günlerin ortak tabiriyle Suruş'tan Gogoş'a kadar İran İslam Cumhuriyeti'nin kutsal sistemine karşı çıkan tüm gruplar sahaya çıkarılmıştır.

2-Siyonist rejim ile Lübnan Hizbullah Hareketi arasındaki ateşkesin üzerinden 2 saat bile geçmeden, Türk hükümetinin kontrolü altındaki Suriye'nin kuzey sınırlarından ve Amerika'nın o bölgede 20'den fazla askeri üssünden 20 bine yakın terörist Suriye topraklarına akın ettiler ve çoğunluğu Amerika ve İsrail yapımı her türlü modern silahla isyan ve katliam gerçekleştirdiler ve evleri ve altyapıları yıkmaya başladılar. Tahrir el-Şam olarak adlandırdıkları teröristler, Tacik, Özbek, Uygur, Türkistan (Kafkasya'nın bir kısmı), Ürdün ve bazıları Suriye'den gelen farklı milletlerden oluşan bir gruptu.

3- Farklı milletlerden bu kadar çok sayıda teröristin örgütlenip ani ve sürpriz bir saldırı için eğitilmesi en az 2 ya da 3 aylık bir ön planlamayı gerektirmektedir ve bu planlama özellikle tekfirci terör gruplarının gücü ve büyüklüğünde değildir ve bir veya daha fazla hükümet tarafından yapılmış olması gerekir. Teröristler Türkiye'nin güney ve Suriye'nin kuzey sınırlarından girdiler ve 20 bin kişilik bu kalabalığın geçişi Erdoğan hükümetinin bilgisi ve işbirliği olmadan olamaz. Suriye'nin kuzey sınırlarında 20'ye yakın ABD askeri üssü bulunuyor ve açıkça teröristlerin saldırısının ABD ordusunun bilgisi dahilinde gerçekleştiği söylenebilir. Saldırının ilk saatlerinde teröristler İsrail'i tanıdıklarını açıkça ilan ettiler, hatta Siyonist rejimle dostluktan bile bahsettiler! Hatta bu açıklamalar olmasa da teröristlerin pozisyonlarının Siyonistlerin direniş ve Suriye konusundaki pozisyonlarıyla tam bir uyum içinde olduğu açıkça görülüyor. Suriye'nin güneyinden ve Ürdün'ün kuzey sınırlarından da önemli sayıda terörist girdi. Yani Ürdün Krallığı hükümeti de bu saldırıya katıldı.

4- Yukarıda bahsedilen noktalar mevcut delillerin sadece bir kısmıdır ve Beşşar Esad hükümetinin ABD, İsrail, Türkiye ve Ürdün'ün ortak saldırısıyla düştüğü ve teröristlerin görevinin yalnızca verilen emirleri yerine getirmek olduğu konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmamaktadır. Burada Suriye hükümetindeki diğer bazı etkili veya hızlandırıcı  iç faktörleri de göz ardı edemeyeceğimiz açıktır. Suriye ordusu sivri unsurlardan hatta düşmanla aynı doğrultuda olan unsurlardan arınmış değildi. Allah-u Teala Şehit Hemedani’nin makamını yücetsin, o, daha önceki ayaklanmalarda ordunun hareketsizliğini görünce Beşşar Esad'a halkı silahlandırmasını tavsiye etmiş ve bu akıllı hamlesiyle hükümetin düşmesini önlemişti. Bazı hükümetlerin ve dış güçlerin vaatlerine güvenmek ve onların verdikleri sözleri tutmaması, Beşşar Esad hükümetinin hızla düşmesinde etkili olan bir diğer faktör olarak değerlendirilebilir. Suriye ekonomik olarak uygun şartlar içinde değildi. Mesela askeri güçlerin aylık maaşları normal yaşam giderleriyle orantılı değildi.

5-İmam Hamanei’nin buyurduğu şu noktalara dikkat edin; İmam Hamanei, haziran ayında (yani son olaydan 6 ay önce) Beşşar Esad’ı uyarmış ve şöyle demişti: “Batılılar ve bölgede onların izinden gidenler, Suriye'ye savaş açarak bu ülkenin siyasi sistemini yıkmayı ve Suriye'yi bölge denklemlerinden çıkarmayı planladılar ama başaramadılar ve şimdi başka yollarla, hiçbir zaman yerine getirmeyecekleri vaatlerle Suriye'yi bölgesel denklemlerden çıkarmayı planlıyorlar.’

İmam Hamanei, Ekim 2017’de ve IŞİD’in yenilgiye uğramasının ardından Yüce Şehit Kasım Süleymani’ye hitaben yazdığı mesajda şöyle buyurmuştur: ‘Sizleri canı gönülden tebrik ediyorum, ancak düşmanın hilelerinin de göz ardı edilmemesi gerektiğini vurguluyorum. Büyük sermayelerle bu uğursuz komployu hazırlayanlar rahat durmayacak, bu bölgenin başka bir yerinde ya da başka bir şekilde bu komployu yeniden başlatmaya çalışacaklar. Motivasyonu, bilinci ve birliği korumayı, tehlikeli kalıntıları ortadan kaldırmayı ve basiretli kültürel çalışmalar yapmayı kısacası çok yönlü hazırlıklar yapmayı unutmamak gerekiyor. Sizi ve Irak, Suriye ve diğer bölgelerdeki tüm mücahit kardeşlerimi yüce Allah'a emanet ediyor, hepinize selam ve dua gönderiyorum.’

Şehit Kasım Süleymani ve onun şehadeti sonrasında General Kani muhataplarına bu uyarılarda bulunmuş, dikkat edilmesi gereken bu noktaları vurgulamış ama ne yazık ki Beşşar Esad, şehit Süleymani ve General Kani’nin uyarılarına rağmen bir iki olayda bu azizlerin uyarılarını göz ardı etmiştir.

6- Bugünlerde Amerika, İsrail, Türkiye, Ürdün ve bazı kukla Arap hükümetleri, direniş cephesi için etkili bir üs olan Suriye hükümetinin devrilmesinden dolayı mutlu ve heyecanlı, onların bazı iç ayakları da bu mutlulukla kendilerini onlara bağlamış durumdalar, oysa Şam'ın düşüşü hikayenin tamamı değil. Direniş cephesi, başlangıcından bu yana İran İslam Cumhuriyeti bayrağı altında ve İmam Humeyni ile İmam Hamanei'nin önderliğinde zorlu ve nefes kesici engelleri başarıyla aştı ve son olay bu engellerden çok daha küçük ve bugün sadece bölgede değil, uluslararası arenada da güçlü bir kutup haline geldi. Bu cephenin sütunları hala örnek bir otoriteyle ayakta durmakta ve Amerikan Enstitüsü Harry Teege’nin raporuna göre sadece Müslüman milletlerin değil, dünyanın her yerinde gönülleri fethetmekle meşgul. Şam'ın düşüşü her ne kadar üzücü bir olay olsa da hikâyenin sonu olmadığı ve bu hikâyenin uzun bir başlangıcı olduğu aşikar. Bu olaya sevinenlere Allah’ın kelamıyla cevap verelim. Allah-u Teala Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Artık az gülsünler de çok ağlasınlar; bu da kazandıkları suç yüzünden uğradıkları cezadır.”

7- Müslümanlar açısından büyük bir zaferle sonuçlanan Bedir Savaşı, Hicret'in ikinci yılında gerçekleşmiştir. İslam Cephesi'nin yenilgiye uğratıldığı Uhud Savaşı, Hicret'in üçüncü yılında gerçekleşti. Uhud savaşındaki yenilginin ardından bazı Müslümanlar büyük üzüntü yaşadı ve yüce Allah onlara şöyle buyurmuştu: “Size bir yara deydiyse o kavim de tıpkı sizin gibi yaralandı. Bu günler, öyle günler ki onları insanlar arasında nöbetle döndürür, dururuz. Böylece de Allah, bilgisini, inananlara açıklar, içinizden şahitler edinir ve Allah zalimleri sevmez.”(Al-i İmran/140). Daha sonra hicretin sekizinci yılında Müslümanların en büyük zaferi olan ve İslam'ın yayılmasına yol açan Mekke'nin fethi gerçekleşti.

Hüseyin Şeriatmedari

BAE, Şam ile Washington arasında arabuluculuk yaparak Beşşar Esad'a, İran'dan ve direniş ekseninden uzaklaşması halinde Sezar yaptırımlarının 20 Aralık'ta uzatılmayacağını vaat etti. Ancak bu vaatlerin gerçekleşmemesi Esad hükümetinin düşmesine neden oldu.
 

8 Aralık 2024, Suriye'nin yakın tarihinde önemli bir gün oldu. 54 yıllık Baas Partisi ve Esad ailesinin Suriye'nin tarihi toprakları üzerindeki siyasi hakimiyetinin ardından, teröristler yalnızca 10 gün içinde Halep, Hama, Humus, Dera ve nihayet Şam’ı ele geçirerek, Londra’da eğitim almış göz doktorunun siyasi kariyerine son verdiler. Şam'ın düşmesiyle birlikte tüm devlet ve askeri merkezler teröristlerin kontrolüne geçti. Suriye Başbakanı ise Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararı doğrultusunda yeni bir anayasa ve Suriye’nin gelecekteki yöneticisini belirlemek için özgür seçimler düzenleneceği vaadinde bulundu.

TASS Devlet Haber Ajansı’nın bildirdiğine göre, Beşşar Esad ve ailesi Moskova’ya giriş yaparak Rusya’dan siyasi sığınma aldı. İsrail Genelkurmay Başkanı Herzi Halevi ise, Suriye’ye yönelik saldırının başlatılacağını resmen açıklayarak, savaşın Suriye'ye genişlemesi için uygun koşulların oluştuğunu duyurdu. Bu gelişmelerin ardından birçok gözlemci ve uzman şu soruları sormaya başladı: Silahlı muhalifler nasıl oldu da Suriye ordusunun veya halkının en ufak bir direnişiyle karşılaşmadan başkente doğru ilerleyerek Şam’ı ele geçirebildi? Neden tarih tekerrür etmedi ve bu kez Esad iktidarda kalmayı başaramadı?

Esad neden Direniş’ten yardım istemedi?

İdlib vilayetindeki Suriyeli muhaliflerin hareketliliği bir yandan, Suriye ordusunun çeşitli cephelerdeki zayıf durumu diğer yandan, geçen ay İranlı askeri komutanlardan oluşan bir grubun Şam’a giderek bu Arap ülkesindeki gelişmelere dair uyarılarda bulunmasına yol açtı.

Güvenlik birimlerinden elde edilen bilgiler, İdlib’deki teröristlerin geniş çaplı eğitim faaliyetlerine ve saldırı ile savunma amaçlı çeşitli silahlarla donanım çalışmalarına başladığını gösteriyordu. Bu durum, İran’ın danışmanlık birimlerini kuzeybatı Suriye’deki gelişmelere karşı daha hassas hale getirdi ve İdlib çevresinde Direniş’in askeri birimlerini yeniden canlandırma ve güçlendirme arayışına itti. Ancak bu çabanın gerçekleşmesi, Beşşar Esad’ın onayını gerektiriyordu.

Suriye’deki son gelişmeler, ülkenin ekonomik ve sosyal sorunlarının giderek derinleştiğini ve Beşşar Esad hükümetinin bu sorunlarla başa çıkmakta yetersiz kaldığını gözler önüne serdi. İranlı yetkililerin son Suriye ziyaretlerinde, halkın artan hoşnutsuzluğunun ve hükümetin altyapı ile ekonomik krizlere çözüm üretmedeki başarısızlığının boyutları daha da netleşti.

Son aylarda, özellikle Esad’ın geleneksel destekçileri arasında sayılan Süveyda eyaletinde, kıtlık, kamu hizmetlerinin yetersizliği ve yerel para biriminin değer kaybı nedeniyle geniş çaplı protestolar düzenlendi. Bu durumun diğer bölgelerde de benzer şekilde hissedildiği belirtiliyor. Bütün bu faktörler İranlı yetkililerin, “sadık bir müttefik” olarak,  Suriye hükümetinin askeri, ekonomik ve kamuoyu cephelerinde karşılaştığı zorlukları açıklamasına ve  bu zorluklarla başa çıkmanın gerekliliği konusunda uyarıda bulunmalarına neden oldu.

Suriye'nin meşru devlet başkanı, İranlı yetkililere resmi bir yardım talebi göndermek yerine, yeni dostlarından gelen teklifleri değerlendirmeye karar verdi. Zaman akışı bu kararın yanlış olduğunu ve politikacıların Ortadoğu'da hata yapma lüksü olmadığını gösterdi.

İran’dan uzaklaşma ve yeni dostların vaatleri

Ancak Beşşar Esad, İran’ın iyi niyetli uyarılarına rağmen, mevcut sorunların çözümü için herhangi bir adım atamayacağını açıkça belirtti. Ayrıca, terörist grupların geniş çaplı bir savaş başlatacak kapasitede olmadığını ve birbirleriyle çatışmaya gireceklerini iddia etti. Bu yanlış analiz, bilgi eksikliğinden veya iç cephedeki duruma güvenmekten ziyade, İran’ın Suriye üzerindeki etkisini azaltmaya yönelik bir bahane olarak yorumlandı.

BAE, Şam ile Washington arasında arabuluculuk yaparak Beşşar Esad'a, İran'dan ve direniş ekseninden uzaklaşması halinde Sezar yaptırımlarının 20 Aralık'ta uzatılmayacağını ve Suriye’nin “Petro-dolarlara” ve ekonomik projelere ev sahipliği yapacağını vaat etmişti. Ancak bu vaatlerin hiçbiri gerçekleşmedi ve Esad hükümetinin düşmesine neden oldu.

Esad’ın söylemindeki değişim ve İran’ın uyarılarına kayıtsız kalması, diğer bölgesel ve uluslararası aktörlerden gelen cazip vaatlerin etkisini ortaya koydu. Suriye hükümeti, ekonomik sorunları çözmek ve savaş sonrası yeniden yapılanmayı hızlandırmak adına İran’dan uzaklaşarak ABD ve muhafazakâr Sünni ülkelerle yakınlaşma yolunu tercih etti. Görünen o ki, Halep vilayetine yönelik terör hareketinin ilk günlerinde bazı ülkeler Esad hükümetine yardım sözü vermişti ancak bunların hiçbiri 8 Aralık'a kadar gerçekleşmedi.

Reuters’a göre, BAE, Şam ile Washington arasında arabuluculuk yaparak Beşşar Esad'a, İran'dan ve direniş ekseninden uzaklaşması halinde Sezar yaptırımlarının 20 Aralık'ta uzatılmayacağını ve Suriye’nin “Petro-dolarlara” ve ekonomik projelere ev sahipliği yapacağını vaat etmişti. Ancak bu vaatlerin hiçbiri gerçekleşmedi ve Esad hükümetinin düşmesine neden oldu.

Ortadoğu’da hata yapma lüksü yok

Teröristlerin savaş makinesinin İdlib'den harekete geçmesiyle İran İslam Cumhuriyeti, bu kez Beşşar Esad ile en üst düzeyde temasa geçti ve Tahran'ın Şam'a tam destek vermeye hazır olduğunu söyledi. İran'ın bu teklifine yanıt olarak Esad, silahlı muhalefetle savaşın cephesinde kontrolü olmadığını açıkça söyledi ve İran silahlı kuvvetlerinin Suriye savaşına girmesine ilişkin kararı Tahran'a bıraktı! Diğer bir deyişle Suriye'nin meşru devlet başkanı, İranlı yetkililere resmi bir yardım talebi göndermek yerine, yeni dostlarından gelen teklifleri değerlendirmeye karar verdi. Zaman akışı bu kararın yanlış olduğunu ve politikacıların Ortadoğu'da hata yapma lüksü olmadığını gösterdi.

Suriye devlet başkanının "olumsuz cevabına" rağmen İran silahlı kuvvetleri "hazır" durumdaydı ve Şam’dan "yeşil ışık" aldıktan sonra savaş cephelerine hareket etmeleri bekleniyordu. Son saatlerde de Esad'la temasa geçildi ve (belki de) son kez İran'ın Suriye sahasına girmeye ve denklemi Şam lehine değiştirmeye tam hazır olduğundan bahsetti. Sonuçta, Beşşar Esad'ın hazırlıksızlığı, ordunun zayıf performansı ve yaygın halk memnuniyetsizliği, İranlı yetkililerin Suriye'deki gelişmelerle ilgili saatlerce süren istişare ve müzakerelerin ardından “Bu kez İran'ın Beşşar Esad'a askeri yardım yapmasının koşulları mevcut değil! sonucuna varmasına yol açtı.

Sonuç

Suriye'nin direniş ekseni döngüsünden (geçici olarak) çekilmesiyle birlikte bu cephenin farklı tarafları arasındaki bağlantı bazı "ama- eğerlerle" karşı karşıya kaldı. Özellikle Hizbullah savaşçılarına silah sevkiyatı ilgili olarak bu konu giderek daha fazla gündeme geliyor. Bölgedeki güncel gelişmelerin hızı ve ABD, İsrail ve muhafazakar Sünni ülkeler arasındaki koordinasyon, Kuzey Gazze'nin jeopolitiğini ve "güç dengesini" İbrani-Arap-Batı ekseni lehine değiştirmeye yönelik yıllardır plan yapıldığını gösteriyor. Ancak "oyun" henüz bitmedi!/mehr

Salı, 10 Aralık 2024 16:30

Batı Asya’da Yeni Bir Dönem

 
Hem batıl cephesi hem de hak cephesi için Batı Asya bölgesinde yeni bir dönem başlıyor.
Şimdiye kadar gelinen noktayı özetlersek;

1-Direniş cephesinin başarıları;

-Direniş cephesi siyonist rejimin yayılmacı planını engelledi,

-ABD ve emperyal gücün BOP projesini sekteye uğrattı, bu konuda Müslümanları uyandırdı.

-Filistin davasının tek savunucusu rolünde hiçbir beklentisi olmadan fedakarlık yaparak direnişi canlı tuttu.

-Siyonist rejimin gerçek yüzünü dünya halklarına gösterdi.

-Dünya halklarının uyanışını sağlayıp zulme ve katliama karşı seslerini yükseltmelerini sağladı.

-Siyonist cephenin dokunulamaz ve yenilemez tabusunu yıktı.

-Zulme ve sömürüye karşı mücadelede mümin ve mustazaflara cesaret kazandırdı.

-En önemlisi zulme, adaletsizliğe, sömürüye ve işgallere karşı direniş ruhunu ihya etti.

Netice olarak; Ya İran küresel emperyalist/siyonist cephenin en azından Batı Asya kolunu koparıp sakat bırakacaktı, fırsat gelmişken siyonist rejime Gazze ve Lübnan’a dokunamayacak şekilde bir ders verecekti ki, şimdilik bu gerçekleşmedi.

Veya Küresel siyonist güç İran'ın batı Asya coğrafyasındaki kollarını kesip zayıflatacaktı ki, bunu geçici olarak başardı denilebilir. Direniş cephesinin bu başarıları uluslararası sulta sistemi tarafından tahammül edilemezdi elbet ve bunun için her türlü komploya, entrikaya başvurmaktan çekinmediler.

2- Mevcut durumda;

Direniş cephesi, siyonist cepheyi korku ve endişeye sürüklüyorsa hala güçlüdür demektir. Hala caydırıcılık özelliğini koruyorsa gücünden bir şey kaybetmemiştir denilebilir.

Ama siyonist cepheyi korkutamayacak duruma gelirse gücünü kaybetmiş demektir. Her savaşçı zaferlerinden sonra biraz yorgun düşer. Direniş cephesi motivasyonunu koruduğuna göre sadece savaştan yorgun çıkmış olarak tanımlanabilir.

Siyonist cephe sulta sisteminin temsilciliği ve desteğinde işlemiş olduğu katliamları, soykırımı, terör ve işgalleriyle başarılı olduğu görünümü verse de hakikatte yenilen taraftır; batıl cephesi bazen nisbi ve zamansal başarı elde edebilir ama asla mutlak galibiyet elde demez.

Bu zamansal ve nisbi başarılar batıla mühlet, müminlere de ibret ve öze dönüş işaretidir.

Suriye’de direnişin sekteye uğratılması ve direnişe destek veren rejimin devrilmesi; Lübnan ve Filistin/Gazze mücadelesinde onlara yardım ulaştırılamaması yeni sürecin başlangıcıdır.

3- Yeni Aşama

Suriye’de rejimi devirerek adaletli bir devlet kurma iddiasında bulunanlar yanılıyorlar; Suriye’de savaş asla bitmeyecek, daha uzun yıllar sürüp gidecek bir süreç başlıyor.  Çünkü Emperyal koalisyonun uzantıları arasında iktidar, toprak, güç/nüfuz kavgası ve çıkar çatışması başlaması kaçınılmazdır.

Çeşitli tonlardaki selefi kesimler ve laikler bir taraftan, Araplar, Türkmenler ve Kürtler diğer taraftan Suriye ganimetini paylaşmada şiddetli çatışmalar başlatacaklar.

ABD Suriye’de istediğini aldı; Direnişi Suriye güzergahında devre dışı bıraktı,  “Suriye Kürt Devletini“ kurdu ve Esad rejiminin devrilmesiyle de resmileştirdi. Diğer taraftan asıl hedef olan Siyonist rejimin güvenliğini bir süreliğine de olsa sağlamış görünüyor.

4- Yeniden yapılanma

Direniş cephesinin yeniden yapılanması ve zuhur sürecinde atılması gereken atımları sabırla atması gerekir;

- Ülke eksenli değil hedef/ilke eksenli stratejiler belirleme süreci başlatılmalıdır.

- Öze dönüş ve iç temizlik; nerede hata yapıldı, kimler istikamet gösteremedi, zaaf noktalarının tespiti vb.

- Hedef değişmese de yeni strateji ve yeni mücadele yöntemi belirlenmesine ihtiyaç vardır,

- İç yapılanma; Sağlam temeller ve liyakatli kadrolar oluşturulması, sadakat ve fedakarlık ruhunun ihyası, sabır ve sebatla ümitlerin takviye edilmesi.

- Küresel adalet devleti projesinin mukaddimesi, zeminini hazırlama çabaları artırılmalı daha somut ve daha akılcı adımlar atılmalıdır.

Sabahattin Türkyılmaz

Otorite boşluğundan yararlanan İsrail, son 4 gündür yaptığı saldırıda 250'den fazla hedefi vurdu. Başbakan Netanyahu, Golan Tepeleri'ndeki 400 kilometrekarelik bir bölgenin savunma amaçlı 'geçiçi' olarak işgal edileceğini açıkladı.


israil'in son günlerde güneyinden kuzeyine Suriye'yi bombardımana tutması ardından birçok kişi hayatını kaybetti. Savaş uçaklarının 250'den fazla hedefi vurduğu açıklanırken, saldırıların askeri üsler, hava üsleri, havaalanları, gemiler ve mühimmat depolarına gerçekleştirildiği bildirildi.

Kimyasal silah üretimine karıştığı iddia edildiği için yaptırım uygulanan Suriye Araştırma Merkezi'nin ofisi de saldırıya uğradı.

Bunun dışında, İsrail'in tanklar ile de Golan Tepeleri'nde işgale devam ettiği ve Şam'a sadece 20 kilometre uzakta olduğu açıklandı.

Yasa dışı şekilde ihlak ettiği Golan Tepeleri'nde sınırlarını genişleten İsrail, 'çöken Esad hükümetinden kalan grupların Lübnan'a gitmesini engellemek' bahanesi ile son günlerde çok güçlü bir şekilde ülkeye saldırılar gerçekleştiriyor.

Siyonist İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Pazar günü yaptığı açıklamada, İsrail güçlerinin Suriye topraklarındaki yaklaşık 400 kilometrekarelik bir silahsızlandırılmış tampon bölgeyi kontrol altına almaya çalıştığını söyledi.

Golan Tepeleri ile Suriye arasındaki tampon bölge, 1973 Orta Doğu savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler tarafından oluşturuldu. O zamandan beri yaklaşık bin 100 kişilik bir BM gücü bu bölgeyi devriye ile koruyor.

İsrail, Şam'a yaklaşıyor. Hava baskınlarıyla da ülkenin tüm askeri altyapısını yerle bir ediyor. Netanyahu, Golan işgalinin 'sonsuza dek' süreceğini söylerken, Tel Aviv de Suriye'nin kuzeydoğusunda bir PKK devleti kurulması için bastırıyor, konu artık her gün İsrailli yetkililerin ağzında.


İsrail, Suriye'yi bombalamaya ve ülkenin içlerine doğru ilerlemeye devam ediyor. Pazartesi günü Şam'a 40 km. mesafede bulunan işgal güçleri gece saatlerinde başkentin yaklaşık 25 km. güneybatısında mevzilendi. Salı sabahı ilerleyişini sürdüren İsrail tankları artık Rif Şam iline bağlı Katana ilçesine üç, başkente de sadece 15 ila 20 km. uzaklıkta. İşgal güçleri bu yeni konumda, Lübnan'ı Suriye'den ayıran Kalamun Dağları boyunca yer alan Suriye askeri üslerine girdi. Ayrıca şu ana kadar stratejik tepeler ve en az dokuz kasaba ele geçirildi. Herhangi bir engelle karşılaşmadan parkta yürür gibi ilerleyen İsrail ordusunun nereden duracağı belirsiz.

'TARİHİN EN BÜYÜK SALDIRILARINDAN'
 
Hava saldırıları da pazartesi akşamı ile salı sabaha karşı kaldığı yerden devam ederek Şam hükümeti düştüğünden beri 300 sortiyi aştı. Suriye'nin askeri hava, kara ve deniz altyapısı çökertildi. İsrail Ordu Radyosu'na konuşan bir güvenlik kaynağı Suriye'ye yapılan hava saldırıları hakkında “Bu, Hava Kuvvetleri tarihindeki en büyük saldırılardan biridir.” dedi. Kamu yayıncısı KAN, “ordunun tanklardan füzelere Suriye ordusundan geriye kalan her şeyi yok etmeye” odaklandığını söyledi. Kanal 12 de “silahlar imha edilince Suriye'de kimin iktidarda olacağının bir önemi kalmayacak.” değerlendirmesinde bulundu.

NE VAR NE YOK İMHA EDİLDİ
Şam'dan Humus'a oradan batıda Lazkiye'ye, Hama'ya, doğuya doğru Rakka'ya ve kuzeyde Kamışlı'ya kadar uzanan hava baskınlarında radarlar, silah depoları, havaalanlarındaki savaş uçakları (Rus MIG ve Sukhoylar), helikopterler, savunma sistemleri ile tanklar imha edildi; askeri üretim tesisleri, lojistik noktaları, araştırma tesisleri, askeri havalimanları ve üslere ağır hasar verildi. İsrail savaş jetleri ve SİHA'lar Suriye'yi bombalarken, aynı kara harekatında olduğu gibi, en ufak bir direnişle karşılaşmadı. İsrail, Suriye'nin tüm askeri altyapısını yok ederek, hem PKK/YPG'yi koruyor hem de devam eden işgalini kolaylaştırıyor, işgal ettiği yerlere yönelik gelecekte bir tehdit oluşması olasılığını ortadan kaldırıyor.

DONANMAYI DA VURDULAR
Reuters, İsrail Hava ve Deniz Kuvvetlerinin birkaç Suriye askeri gemisini ana limanlarında batırdığını, Suriye donanma filosunu yok etmek için gece boyunca büyük çaplı bir operasyon yürüttüğünü bildirdi.İsrail ordusu "Deniz Kuvvetlerine ait füze gemileri, Mina el-Beyda bölgesinde ve Lazkiye limanında deniz-deniz füzesi taşıyan çok sayıda Suriye donanma gemisini imha etti." açıklamasında bulundu.

'SONSUZA DEK GOLAN'DAYIZ'
Binyamin Netanyahu pazartesi akşamı 99 gün sonra bir basın toplantısı düzenledi. “Söz verdiği gibi” Orta Doğu'nun “çehresini değiştirdiğini” öne sürdü. İşgal altındaki Golan Tepeleri'nin “sonsuza dek” İsrail'in “ayrılmaz bir parçası” olacağını iddia etti. Ordu'ya Suriye'deki Hermon Dağı da dahil olmak üzere “tüm erişim noktalarını devralma” talimatı verdiğini kaydetti. İsrail'in güvenliğinin “sadece Golan'ın etekleri değil, tümü kontrol altına alınırsa” sağlanabileceğini savundu. Ayrıca Donald Trump'a 2019'da Golan'ın üçte ikisinin İsrail tarafından ilhakını tanıdığı için teşekkür etti.

İsrail'in "kendisine dayatılan varoluş savaşında" düşmanlarını "adım adım" yendiğini ileri süren Netanyahu, Beşar Esad Suriye'sini "İran'ın kötülük ekseninin merkezi unsuru", "İran terörünün ileri karakolu" ve Hizbullah'a giden silah hattı olarak tanımladı. HTŞ'nin operasyonun başarıya ulaşmasında Tel Aviv'in katkılarını bir kez daha hatırlattı ve "Bizimle işbirliği yapan büyük kazanç elde eder. Bize saldıran büyük kayıp yaşar." diye ekledi.

BÖLÜCÜLÜK BAKANI ÇOK ETKİN
Bir gün önce Suriye'de federal devlet çağrıları yapan ve PKK/PYD'nin koruyuculuğuna soyunan Dışişleri Bakanı Gideon Sa'ar pazartesi akşamı X platformunda şu paylaşımda bulundu: “Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Kaja Kallas ile görüştüm. Suriye'deki durumu, oradaki azınlıkların korunmasının önemini ve Suriye'nin geleceğini ele aldık. İran hakkında da konuştuk ve nükleer programının bölge ve dünya için oluşturduğu tehlikeyi vurguladım. İsrail, çalkantılı Orta Doğu'da güç ve istikrarın temel direğidir ve öyle kalacaktır. Kallas'a güvenliğimizi sağlamak üzere attığımız adımları anlattım.”

Sa'ar pazartesi sabahı yaptığı açıklamada da şu şekilde konuşmuştu: “Tüm bölge üzerinde etkili kontrol ve egemenliğe sahip tek bir Suriye devletini düşünmek gerçekçi değil. Mantıklı olan, Suriye’deki azınlıklar için özerklik ve belki de federal yönetim aramaktır.”

'KAHRAMAN'DAN' KÜRT DEVLETİ VURGUSU
İsrail Ordu Radyosu da pazartesi günü emekli Tümgeneral Noam Tibon'ın şu sözlerini aktardı: “İsrail Suriye'de bir Kürt devleti kurmakla ilgileniyor.” İsrail basını, Tümgeneral Tibon'u 7 Ekim 2023'te meydana gelen Aksa Tufanı Operasyonu'na silahlı müdahalede bulunmasından ötürü “kahraman” olarak anıyor.

GOLAN 'EN ÖNEMLİ KALE'
İsrail ordusu salı günü “Birlikler Suriye tampon bölgesinde ve stratejik Hermon Dağı'nda ihtiyaç duyulduğu sürece kalacak.” dedi. İsrailli emekli savaş pilotu Naftali Hazoni, Suriye'nin en yüksek dağı olan ve zirvesi 2 bin 814 metreye ulaşan Hermon Dağı'nın işgalinin ardında yatan stratejik nedenleri anlattı.

Hazoni, dağı “bölgedeki en önemli kale” olarak tanımlıyor ve şöyle devam ediyor: “Geçmişte İsrail radarları önemli bir kör noktadan muzdaripti; Meron Dağı'ndaki konumlarından Hermon Dağı'nın ötesini ve Lübnan'ın bazı bölgelerini göremiyorlardı. İran'ın alçaktan uçan İHA'ları bu zayıflıktan faydalanarak İsrail'e defalarca sızdı.”


FAYDALARI SAYMAKLA BİTMEZ
İsrail'in radarları bu noktadan hem Suriye hem de Lübnan'ın içlerini görebilecek ve alçaktan uçan jet ve İHA'lara karşı erken uyarı sağlayacak. Eski askere göre İsrail istihbaratı da zirveye sensörler yerleştirerek gözetleme yapabilir ve düşman iletişimini engelleyebilir. Hazoni gözlemlerini şöyle sürdürüyor: “Dağlar aynı zamanda İsrail'in özel kuvvetleri ve casusları için de mükemmel bir siper oluşturuyor; artık Suriye'ye daha rahat girebiliyor ve karanlıkta görev yapabiliyorlar.”

Başkentteki Mezzeh üssünde imha edilmiş bir askeri helikopter, 9 Aralık.
Bölgenin ele geçirilmesiyle ayrıca Hizbullah'ın silah tedarik yollarının da kesildiğini kaydeden Hazoni değerlendirmesini şu şekilde noktalıyor: “İster DEAŞ, ister HTŞ, ister İran ya da Hizbullah olsun, bize doğru ilerleyen düşman bir güç artık İsrail'in İHA, füze ve lazer güdümlü bombalarının insafına kalacak.”

Pazartesi, 09 Aralık 2024 19:36

Esad Yönetimi Nasıl 10 Günde Devrildi?

 "Sürpriz saldırı", "sürpriz sonuç"... Dünya kamuoyu, 10 günde yaşananları böyle anıyor. Ancak ayrıntılar, ne saldırının ne de sonucun sürpriz olmadığına işaret ediyor.
 

8 Aralık 2024 tarihi, Suriye’de Beşar Esad yönetiminin devrilmesiyle birlikte, bölge ve dünya açısından bir dönüm noktası oldu.

27 Kasım’da başlayan saldırılar, 10 günde iktidarın devrilmesiyle sonuçlandı.

“Son söz, savaş alanında söylenecek.”

Çok tekrarlandı bu iddia. Özellikle direnenler, sık sık hatırlattı.

Ama Suriye’de son söz, savaş alanında söylenmedi.

Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesiyle sonuçlanan 10 günlük savaşın son sözü, henüz savaş başlamadan söylenmişti.

Sahada, askeri olarak ne yaşandı?

Saldırı kimler için sürprizdi? Kimlerin öncesinde haberi vardı?

Heyet Tahrir’uş Şam (HTŞ) bu beklenmedik başarıyı kazanacak noktaya nasıl geldi?

* * *

23 Kasım günü Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Ankara’da bir grup gazeteciyle buluştu. Gündemdeki konu, Hamas Siyasi Bürosu’nun Türkiye’ye taşındığına dair iddialardı.

Fidan bu iddiayı reddetti. Ardından Suriye konusu açıldı. AKP hükümeti Suriye’yle normalleşme süreci başlatmak istemiş ama çabalar sonuçsuz kalmıştı.

Fidan, önce şu tespiti yaptı: “Bizim saldırganlık veya işgal gibi bir derdimiz yok. Rejim değişikliği gibi bir derdimiz yok. Bunu ortaya koyduğunuz zaman diğer taraf bundan bir alarm vaziyeti üretmiyor. Bölgede geri kalan konularla ilgilenmeye yönelik çalışmalarına devam ediyor.”

Daha sonra şunları ekledi: “Tabii bu çözüm arayışlarının diplomasiyle ve yapıcı yaklaşımla cevap alınamadığı yerde, başka türden adımları zamanı geldiğinde mecburen nasıl atarız ona bakacağız.”

Fidan, önce “Esad yönetimi saldırganlık veya rejim değişikliğine gitmeyeceğimize çok güvendiği için alarma geçmek bir yana harekete geçmiyor” demeye getiriyor, sonra da “başka türden adımlar” bombasını orta yere bırakıyordu.

Bu sözler, HTŞ öncülüğünde Suriye’deki İslamcı grupların saldırısının başlamasından 4 gün önceydi. O günlerde kimse bu ifadelerin üzerinde durmadı.

Bugünden geriye bakıldığında, Fidan’ın sözleri tehdit bile değil, “haberiniz olsun” minvalinde bir uyarı olduğu anlaşılıyor.

Çünkü, iddiaya göre, MİT’in 27 Kasım saldırısına dair önceden haberi vardı.

Üstelik, neredeyse üç ay önceden.

* * *

“Arap Baharı” denilen süreç Suriye’de emperyalizm eliyle bir silahlı müdahaleye dönüştüğünden beri, “Suriye muhalefeti”ni dünyaya pazarlamaya çalışan gazeteciler oldu. Bazıları, birkaç yıldır, özellikle HTŞ konusunda uzmanlaştı.

Üstelik, bir avantajları vardı. El Kaide kökenli HTŞ, El Kaide’den koptuktan sonra, eski şemsiye örgütünün katı tavrının aksine yabancı araştırmacı ve gazetecilere koruma sağlayacağını açıklamıştı. “HTŞ uzmanı” batılılar, İdlib’te birinci elden araştırmada bulunuyor, bilgi topluyor, mülakat yapıyordu.

Bu isimlerden biri, Charles Lister, 3 Aralık’ta, yani silahlı çeteler Halep’i almış ve Hama’ya doğru ilerliyorken, bu “sürpriz saldırı”nın aslında pek de sürpriz olmadığını yazdı.

HTŞ’nin başını çektiği 10 örgüt bir ortak operasyon odası kurmuş ve Halep’e saldırıyı Eylül ayı başında planlamaya başlamıştı. Adı “Saldırganlığı Önleme” konulan operasyon, İdlib’i düzenli olarak vuran, Halep’in batısındaki topçu bataryalarını etkisiz hale getirmeyi amaçlıyordu. Ekim ayının ortasında yapılacaktı.

Lister’ın bu koalisyondaki kaynaklarından aldığı bilgiye göre, plan MİT’e sızdırıldı—ki bu, hem bu yazıda hem de dizimizin ikinci yazısında ayrıntılarıyla ele alacağımız üzere, MİT’in hem operasyon odasındaki diğer örgütlerle hem de HTŞ’yle olan ilişkisi düşünüldüğünde hiç şaşırtıcı değil.

Zaten plan, “mutlak bir gizlilikle” de yürütülmüyordu. Eylül başında kararın alınmasının ardından bu 10 örgütün bulunduğu “Askeri Operasyonlar Kumandanlığı” hem “Saldırganlığı Önleme” operasyonunun sosyal medya kampanyasının hazırlıklarının yapılması için ilgili birimleri hem de HTŞ’nin İdlib’deki “devletimsi” yapısı Kurtuluş Hükümeti’nin Medya Bakanlığı’nı, hatta HTŞ’ye yakın kimi gazetecileri bilgilendirmişti. HTŞ’nin Halep’teki gizli hücreleri de operasyona hazırlanıyordu.

MİT, sürece müdahil oldu. Lister’ın aktardığına göre MİT görevlileri, 10 örgütü kapsayan koalisyonla iki kez İdlib’de, birkaç kez de Türkiye’de bir araya geldi ve operasyon planının ertelenmesini sağladı.

* * *

Kimi başka veriler, İdlib’te Ekim ortası için bir operasyon planlandığından, veya en azından “bir şeylerin pişmekte olduğundan” MİT’ten başka aktörlerin de bilgisi olduğunu düşündürüyor.

14-17 Ekim arasında Himeymim Hava Üssü’nden kalkan Rus uçakları, dört gün boyunca İdlib’i bombaladı. Suriye Ordusu’nun İdlib’deki güçlere karşı ara ara düzenlediği İHA saldırıları, 20 Ekim’den itibaren çok sıklaştı.

Dünya kamuoyu, henüz kopacak yaygaranın kokusunu alamıyordu. Ama sahadaki taraflar, ne ölçüde bildiklerini kestiremesek de, bir şeylerin olacağını biliyordu.

Rusya’nın elindeki bilgilere dair başka ipuçları da var. 27 Kasım’da saldırı başladı, 30 Kasım’da Halep düşmek üzereydi, Suriye devleti ve müttefiklerini destekleyenler şoke olmuş vaziyette niye harekete geçilmediğini sorguluyordu.

Rus devlet ajansı RIA Novosti’nin savaş muhabiri Aleksandr Karçenko, o gün, Rusya’nın Halep’teki birliklerinin niye bir şeyler yapmadığı minvalindeki yakınmalara yanıt verdi. “Oturdular, sessiz kaldılar, saldırıyı püskürtemediler” diyordu:

“Daha bir hafta önce oradaki adamlarımızı ziyaret ettim. Militanların hareketleri ve birikmekte oldukları gereğince kaydedilmiş, hakikati aktaran raporlar üslerine iletilmişti. Rusya’nın sorunu istihbarat görevlileri değil.”

Rusya cephesinde operasyona dair önceden bilgi sahibi olunduğuna dair bir diğer işaret, Türkiye’de ve dünyada hakkında pek konuşulmayan bir Suriyeli muhalif örgüt eliyle ortaya çıktı: Halkın İradesi Partisi.

Aralık 2015’te Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), 2254 Sayılı Kararı benimsedi. Buna göre Suriye devletiyle muhalefetin temsilcileri arasında resmi görüşmeler başlatılacaktı. Muhalefet, çok sayıda örgütün temsilcisinden oluşan “Suriye Müzakere Komisyonu” tarafından temsil edilecekti.

Bu komisyonda bulunan yapılardan biri, “Suriye Muhalefeti için Moskova Platformu”. Rusya’ya yakın muhalif yapıların oluşturduğu platformun önde gelen unsuru, Suriye Komünist Partisi’nden 2000 yılında kopan bir hizbin 2012’de kurduğu Halkın İradesi Partisi. “Arap Baharı” sürecine destek veren parti, dün Esad yönetiminin yıkılmasının ardından “halkın zaferini kutlayan” bir mesaj yayımladı.

Konumuza dönelim. 27 Kasım günü, yani saldırının başladığı gün, Suriye Muhalefeti için Moskova Platformu bir basın toplantısı düzenledi ve Moskova’da “muhalefetle rejimin” buluşması çağrısı yaptı. 1 Aralık’ta yayımladıkları bildiride şu ifadelere yer verdiler:

“Biz bu çağrıyı yaptığımız sırada sahadaki son gelişmeler henüz duyulmaya başlanmamıştı, ama belli ölçüde bekleniyordu, aldığımız inisiyatifin sebeplerinden biri de bu gelişmelerdi.”

Bir şeyler pişmekteydi, tarafların haberi vardı, Moskova’da masaya çatal bıçak konuluyordu.

MİT’in haberdar olduğu, Suriye’deki pat durumunu değiştirmesi beklenen bu önemli operasyondan, Türkiye’nin diğer NATO ortaklarının, özellikle de ABD’nin bilgisi olmaması olası görünmüyor.

Nitekim, aksine dair batı basınında son bir haftada çok sayıda haber çıktı. En çarpıcısı, Alastair Crooke’un 2 Aralık’ta söyledikleriydi.

Sözlerin çarpıcı olmasının bir nedeni, Crooke’un kimliği. Crooke eski bir İngiliz diplomat, ancak diplomat kimliği, asıl görevinin paravanıydı. Yaklaşık 30 yıl boyunca İngiliz dış istihbarat servisi MI6’ya hizmet etti. İlk görevlerinden biri, Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı savaşan teröristlerle, HTŞ’nin öncülü El Kaide’ye silah sağlamaktı. Uzun yıllar Ortadoğu’da çalıştı. Esas görevi, radikal İslamcı örgütlerle batılı devletler arasında köprü kurmaktı. MI6’nın Hamas’la doğrudan temas kuran elemanı olarak, İsrail istihbaratıyla uzun yıllar mesai yaptı.

Crooke’a göre 27 Kasım’da HTŞ öncülüğünde başlatılan operasyonun arkasında NATO ve İsrail vardı. Crooke, operasyon öncesinde hem NATO Genel Sekreteri hem de İsrail iç istihbarat örgütü Şin Bet’in şefinin Ankara’ya gelerek Türkiye hükümetiyle görüştüğünü, Erdoğan’ın plana onay verdiğini öne sürdü.

soL’un kendi kaynaklarından edindiği bilgiler, Crooke’un çizdiği çerçeveyle uyumlu, ancak bir farkla: Operasyon hazırlık sürecinde Crooke’un eski teşkilatı MI6’nın da aktif rol üstlendiği öne sürülüyor.

Elbette istihbarat örgütlerinin bilgi ve faaliyetlerine dair hakikatin ortaya çıkarılması, hele bu kadar taze bir olayda, pek mümkün değil. Tüm bunların birer iddia veya ipucu niteliğinin ötesine geçmediğini akılda tutmakta fayda var.

Yine de, 10 günlük operasyonda sahada yaşananlar, ancak ortaya konulan çerçeveyle açıklanabilir görünüyor.

* * *

Sahada ne oldu?

10 örgütten oluşan ortak operasyon odası, 27 Kasım Çarşamba günü Halep’e doğru saldırıya geçti. Saldırı, HTŞ’nin eline geçirdiği parçaların montajıyla geliştirdiği “kayser” füzelerinin, Suriye ordusu mevzilerine atılmasıyla başladı. Füzelere, çok sayıda İHA eşlik ediyordu. Bunların önemli bir bölümü, bomba fırlatma kapasitesi olmayan, bizzat kendisini hedefe gidip patlatan “intihar İHA”larıydı.

Bu hamle, HTŞ açısından taktik bir yenilik değildi. Hem 2015’teki ikinci İdlib savaşında hem de 2016’daki güney Halep saldırısında örgüt, patlayıcı dolu kamyonları ordu mevzilerine sürüp patlatarak başarı elde etmişti. Taktik eskiydi, ama kullanılan teknolojiler yeniydi. Son dört yıldır HTŞ, hükmettiği İdlib’te askeri kapasitesini artırmıştı—bu başarıda, yabancı güçlerin desteği elbette önemli rol oynadı. HTŞ’nin öyküsünü, bu ayrıntılarla birlikte, yazı dizimizin yarın yayımlanacak ikinci bölümünde aktaracağız.

Füzeler ve intihar İHA’larına gözetleme İHA’ları ve top atışları eşlik ediyor, birlikler Halep’e doğru saldırıya geçiyordu. Bu arada HTŞ ve ortaklarının önceden Halep’e yerleştirdiği hücreler de harekete geçti. Bunlar üç ila sekiz kişiden oluşan birliklerdi. Halep’in batısındaki arama noktalarına saldırılar düzenleyerek, işgalcilerin girişini kolaylaştırdılar.

* * *

Bu arada, niyeyse ayrıntılarına dair hemen hiç ayrıntı çıkmayan bir diğer gelişme oldu. Suriye ordusu ve askeri istihbaratından üst düzey komutanlar, saldırı haberi karşısında toplandı. Bu toplantıya saldırı düzenlendi, en az altı kişi öldü. Ölenlerden biri, İran İslami Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü’nün uzun yıllardır Suriye’de görev yapan isimlerinden Tuğgeneral Kiyumars Purhaşemi’ydi. İran, birkaç cümleden ibaret açıklamasında saldırıyı “tekfirci teröristlerin” yaptığını söyledi ama hiçbir ayrıntı vermedi. Gazeteci Charles Lister da saldırıyı, üç ila sekiz kişilik uyuyan hücrelerden birinin yaptığını yazdı.

Kent saldırı altındayken, kentin savunmasını yönetecek isimlerin toplandığı, dolayısıyla çok sayıda askerin bulunduğu ve sıkı korunduğu düşünülebilecek bir noktaya dar bir kuvvetle saldırılması, saldırıda altı kişinin ölmesi ve bunlardan birinin İran’ın bölgedeki komutanı olması, olaya dair hemen hiç ayrıntı çıkmaması, soru işaretleri doğuruyor. Sonraki günlerde savaşın gidişatı düşünüldüğünde, Purhaşemi’nin öldürüldüğü saldırının kim tarafından nasıl yapıldığının ortaya çıkarılması, o tarihi 10 günde sahada ne olduğunun anlaşılması bakımından önem taşıyabilir.

* * *

HTŞ ve diğer koalisyon güçleri, ilk 12 saatte Halep’e epey yaklaşmayı başardılar. Hava kararınca, HTŞ’nin bir süredir—acaba kim tarafından?—eğitilmiş ve donatılmış olan 500 kişilik gece muharebe ekibi harekete geçti. Şimdiye dek hava kararınca kısmi ara verilen çatışmalara alışkın Suriye ordusu birlikleri, zaten çok dağınık karşıladıkları ilk saldırının ardından toparlanacak vakti bulamadı.

Ertesi gün, HTŞ ve diğer güçler Halep üzerindeki saldırıyı sürdürürken, kenti Şam’a bağlayan M5 karayolunu da kesmeyi başardı. 29 Kasım’da Halep düştü.

Halep’in düşmesi, şimdiye dek yemeğin kokusunu alamamış herkes tarafından şoke edici hızda yaşanmıştı. Ama asıl şok, HTŞ ve ortaklarının güneye ilerlemeye başlamasıyla yaşandı. Suriye ordusu dağınık bir şekilde geri çekiliyor, hemen hiçbir yerde anlamlı bir direniş ortaya koyamıyordu. Rus uçakları İdlib ve Halep’i bombaladı. Ama HTŞ güçleri, sanki hava saldırısı riski yokmuşçasına Hama’ya da, Humus’a da gündüz gözüyle M5 yolu üzerinde kilometrelerce uzayan askeri konvoylar halinde yaklaşmayı başardı. Suriye ordusunun kimi birlikleri, düzenli olarak çatışma alanlarından uzak durdu. Kimileri, bir süre mevzilerini koruduktan sonra “gelen emirlerin” ardından Şam’a kadar çekildi.

* * *

Savaş boyunca Suriye'nin destekçileri, beklenen desteği bir türlü sunmadı.

Rusya'nın durumunu aktardık. Peki İran? "Şii direniş cephesi"nin ağabeyi bu taarruza hazırlıksız mı yakalanmıştı?

8 Aralık'ta, Esad yönetiminin düştüğünün kesinleşmesinin ardından İran Dışişleri Bakanı Seyyid Abbas Irakçi, katıldığı bir televizyon programında "İran'ın, görülen ve saldırıya hazır eğitimli kuvvetlere ilişkin tüm bilgileri Suriye ordusuna önceden verdiğini" açıkladı.

İranlı bakan şöyle dedi: "İran'ın Suriye'deki askeri varlığı IŞİD'le savaşmak içindi ancak İran'ın hiçbir zaman Beşar Esad için Suriye ordusunun rolünü oynamaması gerekiyordu."

Irakçi, bu ifadeleriyle, yalnızca İran'ın savaşmamasına "Bu Suriyelilerin işi" kılıfı bulmakla kalmıyor, İran'ın Suriye'deki tek düşmanının IŞİD olduğu anlamına çıkan ve böylece HTŞ dahil diğer gruplarla temas zemininin taşlarını döşüyordu.

Esad'ın devrildiği gün, Irak Silahlı Kuvvetleri Başkomutanı Sözcüsü Tümgeneral Yahya Resul, kendilerinin de Suriye'deki hareketlenmelere dair önceden bilgi sahibi olduklarını duyurdu, "operasyon çok iyi planlanmıştı" diyerek, ayrıntılara dahi hakim olduklarını ima etti.

Sonuçta 10 gün boyunca yalnızca Suriye ordusu bir görünüp bir kaybolmuyor, müttefikleri de pek ortalarda gözükmüyordu.

* * *

Savaş, hukuk diliyle söyleyecek olursak, “hayatın olağan akışına uygun” ilerlemiyordu.

Savaşın baş muhatabı, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın hali de olağan değildi. Saldırının başladığı gün Esad, Moskova’daydı. Rusya hükümetiyle görüştü. Döndü, 10 gün sonra ailesiyle birlikte yeniden Rusya’ya dönüp siyasi sığınmacı olana kadar bir kez bile Suriye halkına veya uluslararası kamuoyuna seslenmedi.

Kaderini öğrenmiş ve kabullenmiş miydi?

Henüz bilmiyoruz.

Bir büyük anlaşma mı vardı? “Ver Ukrayna’yı al Suriye’yi” diye tokalaşılmış mıydı? Suriye devleti ve ordusunun bir kısmı ikna edilmiş miydi?

Henüz bilmiyoruz.

Kamuoyu için sürpriz olan bu operasyonun, savaşın taraflarınca önceden bilindiğini, son sözün savaş alanında değil, toplantı odalarında söylendiğini anlayabiliyoruz.

Elbette yaşanan sonuçta HTŞ’nin kapasitesi, Esad yönetiminin hata ve sınırları, Türkiye, ABD ve İsrail gibi düşman aktörlerin faaliyetleri, Rusya ve İran gibi ülkelerin kararlarının da büyük etkisi oldu. Bunları ve meselenin başka boyutlarını, yazı dizimizin sonraki bölümlerinde ele alacağız/sol