
کارگر
Abdülmelik Husi: Düşmana daha fazla saldırı planımız var..
Yemen inkılabının lideri Seyyid Abdülmelik Bedreddin Husi, Perşembe akşamı yaptığı açıklamada şu ifadelerde bulundu: ‘İsrail düşmanın ABD'nin de katılımıyla Gazze'de gerçekleştirdiği katliam hedefli, planlı ve kasıtlıdır.
Bu toplu katliamlar Siyonistlerin suç ve cinayetlerinin canlı şahididir.
Gazze Şeridi'ndeki katliam, Siyonistlerin tüm insanlık için tehlike olduğunu, Siyonistlere çocukluktan itibaren Arapları ve Müslümanları öldürmeyi sevme düşüncesiyle eğitim verildiğini gösteriyor.’
Abdülmelik Husi, Gazze'deki katliamı Amerika'nın ahlaki ve insani çöküşünün bir kanıtı olarak nitelendirdi ve şunları söyledi: ‘Amerika çağdaş dünyanın lideri olduğunu iddia ediyor. Bu suç ve cinayetler Amerika'nın diğer uluslara yönelik eylemlerinin tehlikesine dair bir uyarıdır.
Sağlık sisteminin işgalci Siyonist rejim tarafından tahrip edilmesinden dolayı Gazze'deki sağlık durumu felaket boyutundadır.
Siyonist düşman Gazze'de hiçbir zafer kazanamadı ve sadece sivillere karşı işlediği suçlarla gurur duyuyor.
İsrail düşmanı, Filistin milletinin istikrarı ve direnişiyle tarihinin en büyük rezaletiyle karşı karşıya kaldı.
Düşmanın Eilat adını verdiği Ummu’l Raşraş limanının felç edilmesi bu rejimin ekonomisini etkiledi ve çalışanlarının yarısının işten çıkarılması bekleniyor.
Siyonist düşmanın ekonomik kayıpları her geçen an artıyor ve bu rejimin maliye bakanı bunu felaket olarak nitelendiriyor.
Geçen hafta Gazze'ye destek amacıyla 18 balistik füze ve İHA fırlattık. Şu ana kadar Gazze'ye destek operasyonlarımızda 479 füze ve İHA ateş ettik.
Amerikalılar Gazze'ye destek operasyonlarımızı durdurmamız için bize baskı yaptı. Amerika tarihin en büyük katili ve yok edicisidir.
Gelecekte İsrail düşmanına daha ağır darbeler vurma planlarımız var.
Hürsedahaber
Hizbullah, Golan'daki İsrail Savunma Karargahı'nı vurdu..
Lübnan Hizbullahı, İsrail rejiminin Baalbek kentine yönelik saldırısına yanıt olarak, işgal altındaki Suriye Golan'ında İsrail ordusunun hava ve savunma birimlerine büyük roket saldırıları düzenlediğini ve Filistin halkına desteğini sürdürdüğünü duyurdu.
İsrail medyası da bu açıklamadan daha önce Lübnan'ın güneyinden işgal altındaki Suriye Golan'ına büyük bir roket saldırısı düzenlendiğini bildirmişti.
İsrail medyası Lübnan'dan Golan Tepelerine doğru yaklaşık 50 roket atıldığını ve bunlardan sadece 4 tanesinin engellendiğini bildirdi.
Medya, Lübnan'dan gelen roket ateşinin ardından Golan'daki hava savunma sistemlerinin aktif hale getirildiğini söyledi.
El-Meyadin muhabiri Güney Lübnan'dan atılan füzelerin Keyla ve Yoav gibi İsrail üslerini hedef aldığını söyledi.
Hizbullah'tan yapılan açıklamada, "İslami Direniş Mücahitleri, Gazze Şeridi'nden döndükten sonra Golani Tugayı güçlerinin eğitim gördüğü Yoav füze ve topçu üssü ile Keyla garnizonunu (hava ve füze savunma komuta merkezi) 60 Katyuşa füzesiyle hedef aldı" denildi.
Hizbullah’ın bu operasyonundan önce İsrail rejimi, Lübnan topraklarında yer alan Baalbek'i hedef almış ve üç kişinin yaralanmasına sebep olmuştu.
Aksa Tufanı Esiyor Halâ!
“Ey iman edenler, Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin. İçinizden her kim onlara yardaklık ederse muhakkak onlardandır.“ Maide 51
Aksa Tufan’ı esmeye devam ediyor. Bu tufan düşürmedik maske bırakmadı. Müminleri de ortaya çıkardı; münafıkları da... Kim vicdan sahibi kim değil, kim sahici davranıyor kim “…mış gibi” yapıyor, kim seyrediyor kim bir şeyler yapmak için çabalıyor hepsi ortaya çıktı.
Hangi dinden olursa olsun dünyanın temiz vicdanlı insanları ve Müslüman halklar direnişin yanında yer alıp, Emperyalizm ve Siyonizm’in karşısında olduklarını haykırırken; Müslüman halkları yönetenlerin de iki yüzlülüğünü, acizliğini, zaaflarını ortaya döktü. Müslüman halkları yönetenlerin küresel zulüm karşısında fiili tercihlerinin ne olacağını da hepimize gösterdi…
Akait kitaplarımızda imanın tanımı yapılırken özellikle iman-amel ilişkisine dikkat çekilir. İman; “dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve mucibince amel etmektir” buyrulur. Bir insanın dille söylediği davranışlarından farklı ise acaba hangisini esas almalıyız? Kalp ile tasdik etmenin alâmeti/tezahürü, dille söylenen şeyler midir, yoksa davranışla yapılanlar mı? Yani kalbiyle tasdik davranışlarımızda nasıl ortaya çıkacaktır?
Mesela; münafıkları tanırken sözlerine mi davranışlarına mı dikkat etmemiz gerekiyor? Münafıkları ne ile tanıyacağız? Hiç kimse için, her ne yaparsa yapsın münafık demeyecek miyiz? Eğer öyleyse münafıklarla ilgili ayetler ve hadisler niçin var? Ne zaman ve hangi şartlarda bu ayetlerin ve hadislerin uyarılarını dikkate alacağız? Bu ayetlerle ve hadislerle ne zaman amel edeceğiz?
Yemen halkı ve Ensarullah hareketi yıllardır emperyalizm ve yerli uşakları ile savaşıyor. Yıllardır Bab-ul Mendep boğazındaki ticaret trafiğini kesmeyi düşünmediler ve hâkim konumlarını kendileri için kullanmadılar. Ama bu gün Gazze’nin Müslüman halkı ve direniş için stratejik konumlarını kullanıyorlar. Bunu nasıl yorumlayacağız? Direnişe verdikleri destekler ile mi, ulusal çıkarlar ile mi, İran’ın Şii etkisiyle mi yorumlayacağız? Yoksa Ensarullah hareketi'nin imanıyla mı? Müslümanca tercihleriyle mi i?
Aksa Tufanı tüm dünyaya Müslümanlara, Müslüman olmayanlara ve münafıklara her gün büyük dersler veriyor. Tüm insanlığa iman, cihat, şecaat, cesaret, adanmışlık, direniş, sabır, vicdan, savaş hukuku, hukuk, halkla ilişkiler, halkını temsil etme vb. dersler bunlar.
Bu derslerin çoğunu, belki de tamamını bize, biz Müslümanlara veriyor, bize anlatıyor. Bizlere iman etmekle ilgili, İslami sorumluluklarımızla ilgili kendimize bakmayı hatırlatıyor. “Vehen” içinde olduğumuzu hatırlatıyor.
“Ey Allah'ın Resulü peki ya vehen nedir?”
“ Vehen dünyayı sevmek ve ölümden korkmaktır.”
Bu tufan hak ile batılı ayırıyor. Kim devrimci kim muhafazakâr, kim mümin kim münafık, kim direnişçi kim işbirlikçi, kim emperyalist statükonun hatırı için saf tutuyor kim dinin ve Müslümanların hatırı için... Bunların tamamı gören gözler için aşikâr oldu.
Gazze’de binlerce, on binlerce şehidimiz var. Belki bir o kadarı da enkaz altında ve sayısı bilinmiyor. Gazze’deki insani drama tarihte az rastlanır. Ancak bu savaşın bir başka veçhesi de var.
Direniş şehitlerinin kanı tüm dünyada vicdanları da kanatmaya devam ediyor. Kan kırmızı güller yeşertiyor vicdanlarda… Çünkü kırmızı gül aşktır; aşkın rengidir. Kırmızı, şehadetin rengidir. Kalbi olanların kalplerini kanatıyor, bu direniş. Kalpsizlere bile “bu kadar da olmaz ki” dedirtiyor. Bu, neden böyle acaba? Çünkü , “Şehit tarihin kalbidir.” Tarihte destanlar, büyük mücadeleler hep kanla ve cesaretle yazılmıştır. Bu öykü de kanla yazılıyor; bebeklerin, çocukların, kadınların, ihtiyarların, savaşanların kanıyla; kelimelerle değil... Cesaret ve fedakârlıkla yazılıyor, korkaklık ve kaçmakla değil. Dünyadaki bütün dillerin/lügatların kelimeleri ne bu zulmü yazmaya yeter, ne de bu direnişin öyküsünü yazmaya… Belki, “Bedr’in Arslanları ancak bu kadar şanlı idi” desek yeridir.
Hiçbir iftira ve karalama Aksa Tufanı Operasyonunu değersizleştiremez. Kimileri “bunca ölüm ve yıkıma değer miydi” diyerek İsrail’in cinayet ve yıkımlarını, soykırım ve katliamlarını bile direnişin üzerine atmaya çalışıyor. Kimileri İsrail’in propaganda dilini kullanarak, Hamas’ın da sivilleri öldürdüğünü söylüyor. Bilmiyorlar ki İsrail’de sivil yoktur. Sivil yerleşimci dedikleri kişiler; işgalci silahlı hırsızlardır. İsrail’de İlkokul çocuklarına bile silah eğitimi verildiğini bilmiyorlar tabi.
Bizdeki kimi devletlu şahıslar da, tüm dünyada Müslümanların hamisi, laik- batıcı rejimin ve muhafazakar demokratların içine düştüğü ofsayt durumu düzeltip gole çevirmek için senaryolar üretiyorlar. 7 Ekim savaşının bir provokasyon olduğunu, arkasında aslında İngiltere’nin bulunduğunu, Hamas Liderlerinin zaten Katar’da yaşadığını; meselenin Gazze açıklarındaki çok zengin petrol ve doğalgaz yatakları ile ilişkili olduğunu söyleyerek direnişi karalamaya çalışmaktalar.
Bu ofsayt durumu gizlemek için dikkatleri başka taraflara çekmeye çalışanlar da var. “Hizbullah niçin savaşmıyor” sorusu bu bağlamda sorulan bir soru. Hâlbuki yedi Ekim’den bu yana savaşın fiilen içinde olan Hizbullah, kendi başlatmadığı bir savaşa iştirak ettiği gibi, neticelerine katlanmakta ve şehitler vermekte...
“Birileri de "İran niçin füze yollamıyor?” cümlesi ile bu koroya katılıyor. Bu soruyu soranlar İsrail’e atılan her füzenin İran’dan gittiğini bilmiyorlar mı? Direniş liderlerinin İran’ın desteğine dair açıklamalarını duymadılar mı? Kürecik üssünün niçin yapıldığını bilmiyorlar mı? Aynı üssün Ürdün ve Suudi Arabistan’da bulunduğunu ve Yemen’den İsrail’e atılan füzeleri engellediğini acaba duymadılar mı? Bu bağlamda ben de şunu sorayım; Ukrayna’ya, Azerbaycan’a iha- siha verenler niçin Filistin’e/Gazze’ye vermiyorlar? İsrailli dostlarını incitmemek için mi?
İster beğenin isterse beğenmeyin; Gazze direnişi de, Suriye ve Iraktaki ABD hedeflerine yapılan saldırılar da, Hizbullah’ın İsrail’e saldırıları da, Ensarullah Hareketinin İsrail’e giden gemileri engelleyip bazılarını batırmaları ve füze saldırıları da tamamen “Direniş Ekseninin” başarısıdır. Kimileri “Direniş Ekseni “tanımlamasını dudak bükerek reddetseler de gerçek böyle.
Ortadoğu’da “ Türkiye’den habersiz” hiçbir şeyin olmayacağını söyleyen, yazıp çizen eski askerler acaba İsrail’in cinayetlerini ve direnişin zaferlerini nasıl yorumlayacaklar?
Geçen yıllarda bir makalede; “Filistin konusunda neredeyse hiçbir ülke Türkiye kadar elini taşın altına koymadı” diyen bir yazar beyefendi bu cümlesinin hilaf-ı hakikat olduğunu bugünlerde anlamış mıdır acaba?
Bu devletlü eşhasın en büyük numaraları ise “çok şey yapılıyor”, “bilmediğiniz çok şey var”, “anlatılamayan çok şeyler var” ve benzeri cümleler kurmak. Sanki gizlice çok büyük şeyler yapıldığını ima ederek ofsayt durumu kurtarmaya çalışıyorlar. Hiçbir şey yapmadan veya yaptıkları küçük şeyleri bile çok büyük harflerle anlatıp propaganda yapmayı iyi bildiklerini, biliyoruz. Her türlü yalanı ise çok rahat söylüyorlar.
Yüzyılımızın en büyük feylesofu bir yazar ise; (hatta neredeyse muallim-i sâlis)çok özel bilgilere sahip olduğunu önce ima ediyor arkasından da, saraydan gelen telefonla ülkemizin bütün gücüyle (kara, hava, deniz lojistik vesair.) Gazze’de olduğunu istemeyerek açıklayıveriyor.
Tüm bunlar batı ve Siyonist işbirlikçisi rejimin ve o rejimin uygulayıcısı iktidarın iki yüzlüğünün ortaya çıkmaması için yapılan algı operasyonlarıdır.
“Sizin bilmediğiniz şeyler var” sihirli cümlesini artık herkes çok kullanıyor. Devlet başkanından, tarikat şeyhine, cemaat liderinden, parti başkanına varıncaya kadar; her tür yanlışı ve gayr-ı meşruluğu çevresindekilere kabul ettirmeyi sağlıyor. Bu cümleyi geçmişte en çok tarikatlar, cemaatler, Fetö ve benzerleri kullanırken eleştirenler bugün aynı cümleyi kendilerinin kullanmasındaki gülünç durumun acaba farkındalar mı? “Sihirli cümle” tabirini özellikle kullanıyorum. Çünkü hakikate saygısı olmayanlar, toplumunu ya da çevresinde bulunanları yalanlarla kandıranlar için çok kullanışlı ve büyülü bir cümle. Bunlar, Firavun’un sihirbazları gibi; büyüyü ellerindeki değneklerle değil, kelimelerle yapıyorlar.
7 Ekim Aksa operasyonun büyüklüğü batının iki yüzlülüğünü ortaya çıkarıp en büyük maskelerini de düşürmüştür. Tüm dünyaya pazarladıkları demokrasi, insan hakları, medeniyet ve benzeri batıl/ı ne kadar kelime varsa tamamının maskesi düştü. Kadın hakları, çocuk hakları, yaşama hakkı, var olma hakkı, vesair, vesair, vesair. Bugün Gazze’de yıkılan binaların enkazı altında bütün batılı değerler, batının gücü ve üçyüz yıllık efsanesi vardır. Batının gücü dedim, çünkü direniş Gazze’de sadece İsrail’le savaşmıyor. Batıl/ı büyük güçlerin tamamıyla da savaşıyor. Kızıldeniz’de ABD ve İngiltere ile, Suriye ve Irak'ta ABD ile savaşıyor. Gazze’nin sokaklarında, sokak sokak sadece işgalci Siyonistlerle değil; ABD paralı askerleri, İngiliz, Fransız özel kuvvetleriyle de savaşıyorlar.
Tufan esmeye devam ediyor. 100 binlerce insan Batılı ülkelerde, Amerika’da, Güney Amerika’da, Afrika’da sokaklara dökülürken ülkemizde yaşanan cılız tepkileri ne ile izah etmemiz lazım? Burada yanlış olan nedir, ya da yanlış nerede? Bir vicdan körelmesi mi, insani/İslami hassasiyetlerin yitirilmesi mi?
“Eli kalem tutan okumuşlar, aydınlar, siyasiler, adı siyasetçi olmasa bile siyasi rekabetin parçası olan yapılanmalar; itiraz ve savunmalarında kuracakları dili iyi düşünmek zorundalar. Bireylerin dini kimlikleri, (teker teker Müslüman olmaları) ile müesses nizamın temel yapısı arasındaki derin çelişkiyi göremeyenler... Hatta İslam’ın bir tür devletin gücü ve bekası için siyasallaşmasına (kullanılmasına) razı derin siyasetleri okuyamayanlar, bu ülkenin insanının henüz kurulamayan cümlelerini bozar, sesini boğar. Yaşanmakta olan güç mücadelesinde kimin haklı olduğundan ve sonuçta kazanan ya da kaybedenin kim olduğundan çok; insanlara söylenmemiş sözlerimizin, dilimize gelmek üzereyken boğulduğunun daha önemli olduğunun kim farkında?
“Müslüman kimliği öne çıkan insanların(İslamcılık iddiaları olmasa da)birbirini siyaseten boğazladığı bir ortamda, toplumun dinden soğutulup sekülerizme sahte bir kurtuluş simidi gibi sarılmasına yol açmanın vebalini kim alacak? Müslümanların henüz söylenmemiş cümlelerini daha dillendirmeden kekemeleşmeleri, sözlerinin bulanıklaşması bu ülkenin ufkunun karartılması demektir. Bu durumu da en iyi değerlendirecek (kullanacak) olanlar, küresel aktörler ve müesses nizamın statükocu yapısıdır…”
“Karşılaştığımız bu durumun başka bir sonucu da… olayın, bir toplumun sekülerleştirilmesi amacıyla dinin vicdanlarda dahi savunulamaz hale getirilmesi olduğu çok açık… Burada ilginç bir çelişki yaşanıyor. Bir yanda toplumda muhafazakârlaşma eğilimleri açık biçimde gözlenirken, diğer tarafta topluma yön veren, belirleyen her türlü toplumsallaşmanın dili gittikçe sekülerleş/tiril/iyor. Bu sekülerleşmenın tek taraflı olarak, Jakoben laikçilerin baskısıyla oluştuğu falan da yok. Bizzat muhafazakârlaşmayı temsil eden kişi ve kurumlar en az Jakoben refleks sahipleri kadar ya da onlara paralel olarak sekülerleşmeye hizmet ediyor.”
“Kitlelerin muhafazakârlaşması ile din dilinin kırılmaya uğratılması, dahası dinin artık bizzat muhafazakârlar eliyle toplumsal planda savunulamaz hale getirildiğine tanıklık ediyor gibiyiz.”
“...Daha sağ muhafazakâr iktidarlar, toplumla devlet arasındaki gerilimi yumuşatmak için, derin ilişkiyi ortadan kaldırmak yerine toplumun din algısı ile oynamayı, deforme etmeyi üstlendiler. Zaman içinde toplumun bilincinde, vicdanında, hafızasında yer eden din algısını Protestanlaştırıp sekülerize ederek, devletin dinle ilişkisini temelden değiştirmeden, dinin içini boşaltmaya, dinin bir tür profanlaşmasına katkıda bulundular.”
Ülkemizdeki cılız tepkilerin sebebini Akif Emre’nin bu cümleleri sanırım biraz izah ediyor. Bu vesileyle Akif Emre ağabeyi rahmetle ve saygıyla anıyoruz.
Aslında bu Tufan bizim acizliğimize de ışık tuttu, bize boy aynası tuttu. Tam burada “vehn hadisini” okumak, yeni baştan düşünmek, yorumlamak gerekmez mi? Belki de Byung Chul Han’ın, “olumluluğun şiddeti” kavramını yeniden okumak gerekir.
İktidarlarını batılı emperyalistlere borçlu olup, küresel sermaye ile ilişkilerini iyi tutmak zorunda olan Müslüman halkların başındaki rejimlerin hiçbiri İsrail’in güvenliğini tehlikeye atabilecek bir girişimde bulunamazlar. Bunlara gerekli hatırlatmayı Netanyahu ilk günlerde yapmıştı. Şöyle dedi: “haddinizi bilin iktidarlarınızı bize borçlusunuz.”
Şunu unutmamak gerekiyor; küresel şirketlerin çıkarlarını, İsrail’in güvenliğini, emperyalizmin sömürü düzeninin devamını garanti etmeyen hiçbir parti, akım, siyasal hareket, ideoloji ve benzeri her ne varsa iktidara gelemez. Kazara gelirse hemen devrilir, gerekirse yıllarca uğraşılır.
Aksa Tufanı İslam ülkelerindeki mevcut rejimlerin İslam’ı ve Müslümanları temsil etmediğini, demokratik yöntemle iktidara gelmenin bir diyeti olduğunu ve pazarlıkla olduğunu bir kez daha bize gösterdi. İslami amaçlar ve Müslümanca bir yaşantı için, Müslümanca siyasi tavırlar için; bireysel toplumsal ve siyasal alanda çok büyük devrimlere ihtiyacımız olduğunu ortaya koydu. Tek yol devrim.
Hiçbir İslam ülkesi niçin güney Afrika’nın gösterdiği cesareti gösteremez? Bu soru, üzerinde günlerce düşünüp tartışmaya değmez mi?
Ülkemizde muhafazakâr demokrat iktidarın, Netanyahu’nun savaş suçlarından yargılanacağı konusunda söyledikleri hiçbir ciddiyet ve samimiyet içermiyor. Mavi Marmara olayı sonrası dünya kamuoyu ve uluslararası hukuk İsrail’in aleyhinde olduğu halde katil rejim ve cinayetin sorumluları bizdeki mahkemeler eliyle aklanmıştı.
İktidara gelirken İsrail’in güvenliğini taahhüt eden hiçbir yönetim, hiçbir yetkili “bizim diyet borcumuz yoktur” diyemez. Milyar dolarları Yahudi sermayesinin bankalarında olanlar, Siyonistlerle milyar dolarlık ticareti olanlar, İsrail’e kafa tutamazlar; tutamıyorlar da. Aksa Tufanı bunların hepsini ortaya çıkardı.
Orta Doğu‘nun laik, batıcı, şeriatçı, demokrat, muhafazakâr ya da faşist iktidarlarının takiyye ve ikiyüzlülükleri acaba kime karşı? Bunlar emperyalistlere, siyonistlere, kafirlere mi takiyye yapıyorlar; yoksa bunların emrinde olup Müslüman halkları mı takiyye yapmaktalar? Onlara takiyye mi yapıyorlar yoksa Müslüman halklara münafıklık mı yapmaktalar?
Namazları, oruçları, kuran okumalarıyla bizden olduklarını söylerken; katliama, cinayetlere soykırıma sessiz kalıp, ticari ve siyasi işbirliği ile batılılara “sizin tarafınızdayız” mı diyorlar? Yoksa bizleri lafla avuturken, kâfirleri filleri ve davranışlarıyla mı destekleyip avutuyorlar? Hangisi acaba?
İsrail’e mal satmak için yarışan MÜSİAD üyeleri acaba ne hissediyorlar? 28 Şubat öncesi Tüsiad’a alternatif olarak kurulan “yeşil sermaye” diye dışlanan bunlar değil miydi? Milyonlarca dolar para kazanmanın sıcaklığı, cazibesi acaba Müslüman olduklarını unutturuyor mu? Müslüman halk gösteri, dua, maddi yardımla direnişi destekliyor. Vicdan sahibi halklar da öyle. Bu müstakil işadamları gösteri, slogan ve dualarını Filistin’e yollarken, gemileri İsrail’e gidiyorsa burada bir yanlışlık yok mu? Buradaki garipliği, ikiyüzlülüğü, niçin yüksek sesle konuşmuyoruz? Sesimiz bir batılı ülkenin Hristiyan halkları kadar, ya da batılı STK lar kadar niçin gür çıkmıyor? Bu vicdan körelmesi mi, dünyevileşme mi, iman zaafı mı, iktidarın kölesi olma mı, yoksa; hepsi mi?
Ölümü göze alıp, dinini, vatanına, namusunu savunan, Allah yolunda şehadeti göze alıp dünyayı elinin tersiyle iten hiçbir topluluğa hiçbir güç zarar veremez, galip gelemez. Binaları yıkabilirler ama onur ve iradelerimizi yıkamazlar. Şehit edebilirler ama galip gelemezler. La Galibe illallah.
Tabii bu cümlelerimizi kimi dostlarımız çok sloganik bulabilirler. Olsun onlar da sloganik bulsunlar. Slogan, savaş çığlığı demektir zaten. Savaş zamanında pek yakışır. Kâfir ve zalimlerle savaşımız hiç bitmeyeceği için sloganlarımız da hiç bitmeyecek.
Gazze’de Savaşan mücahitler sadece İsrail’e karşı savaşmıyorlar, aynı zamanda Amerikan özel birliklerine, paralı askerlere, İngiliz ve Fransız komandolarına karşı da savaşıyorlar. Onlar Gazze’de 30.000’i aşkın insanımızın öldüğünü sanırlar. Ama bu zaman içinde, Avrupa’da bir o kadar insan İslam’ı seçerek dirilir.
Gazze direnişin, onurun, İslam’ın, İman’ın, İzzet’in, Sabır ve tahammülün dersini veriyor, yüzyılımızın insanına, tüm insanlık âlemine. Tıpkı Şib-i ebi Talip’de Hazreti peygamber as. ve arkadaşlarının ders verdiği gibi. ”Her zorlukla beraber bir kolaylık var.”
Bu tufan kâfirlerin, zalimlerin, Siyonistler’in ve onlara destek için savaşa katılan tüm batılıların ve batının uşağı tüm rejimlerin yenilgisiyle sonuçlanacaktır; biiznillah…
Biz Amerika ve Siyonizm’in arzı istilasına değil Allah’ın arşa istivasına iman ettik.
La Galibe illallah.
Talip Özçelik - İslamiAnaliz
Aksa Tufanı Esiyor Halâ!
“Ey iman edenler, Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin. İçinizden her kim onlara yardaklık ederse muhakkak onlardandır.“ Maide 51
Aksa Tufan’ı esmeye devam ediyor. Bu tufan düşürmedik maske bırakmadı. Müminleri de ortaya çıkardı; münafıkları da... Kim vicdan sahibi kim değil, kim sahici davranıyor kim “…mış gibi” yapıyor, kim seyrediyor kim bir şeyler yapmak için çabalıyor hepsi ortaya çıktı.
Hangi dinden olursa olsun dünyanın temiz vicdanlı insanları ve Müslüman halklar direnişin yanında yer alıp, Emperyalizm ve Siyonizm’in karşısında olduklarını haykırırken; Müslüman halkları yönetenlerin de iki yüzlülüğünü, acizliğini, zaaflarını ortaya döktü. Müslüman halkları yönetenlerin küresel zulüm karşısında fiili tercihlerinin ne olacağını da hepimize gösterdi…
Akait kitaplarımızda imanın tanımı yapılırken özellikle iman-amel ilişkisine dikkat çekilir. İman; “dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve mucibince amel etmektir” buyrulur. Bir insanın dille söylediği davranışlarından farklı ise acaba hangisini esas almalıyız? Kalp ile tasdik etmenin alâmeti/tezahürü, dille söylenen şeyler midir, yoksa davranışla yapılanlar mı? Yani kalbiyle tasdik davranışlarımızda nasıl ortaya çıkacaktır?
Mesela; münafıkları tanırken sözlerine mi davranışlarına mı dikkat etmemiz gerekiyor? Münafıkları ne ile tanıyacağız? Hiç kimse için, her ne yaparsa yapsın münafık demeyecek miyiz? Eğer öyleyse münafıklarla ilgili ayetler ve hadisler niçin var? Ne zaman ve hangi şartlarda bu ayetlerin ve hadislerin uyarılarını dikkate alacağız? Bu ayetlerle ve hadislerle ne zaman amel edeceğiz?
Yemen halkı ve Ensarullah hareketi yıllardır emperyalizm ve yerli uşakları ile savaşıyor. Yıllardır Bab-ul Mendep boğazındaki ticaret trafiğini kesmeyi düşünmediler ve hâkim konumlarını kendileri için kullanmadılar. Ama bu gün Gazze’nin Müslüman halkı ve direniş için stratejik konumlarını kullanıyorlar. Bunu nasıl yorumlayacağız? Direnişe verdikleri destekler ile mi, ulusal çıkarlar ile mi, İran’ın Şii etkisiyle mi yorumlayacağız? Yoksa Ensarullah hareketi'nin imanıyla mı? Müslümanca tercihleriyle mi i?
Aksa Tufanı tüm dünyaya Müslümanlara, Müslüman olmayanlara ve münafıklara her gün büyük dersler veriyor. Tüm insanlığa iman, cihat, şecaat, cesaret, adanmışlık, direniş, sabır, vicdan, savaş hukuku, hukuk, halkla ilişkiler, halkını temsil etme vb. dersler bunlar.
Bu derslerin çoğunu, belki de tamamını bize, biz Müslümanlara veriyor, bize anlatıyor. Bizlere iman etmekle ilgili, İslami sorumluluklarımızla ilgili kendimize bakmayı hatırlatıyor. “Vehen” içinde olduğumuzu hatırlatıyor.
“Ey Allah'ın Resulü peki ya vehen nedir?”
“ Vehen dünyayı sevmek ve ölümden korkmaktır.”
Bu tufan hak ile batılı ayırıyor. Kim devrimci kim muhafazakâr, kim mümin kim münafık, kim direnişçi kim işbirlikçi, kim emperyalist statükonun hatırı için saf tutuyor kim dinin ve Müslümanların hatırı için... Bunların tamamı gören gözler için aşikâr oldu.
Gazze’de binlerce, on binlerce şehidimiz var. Belki bir o kadarı da enkaz altında ve sayısı bilinmiyor. Gazze’deki insani drama tarihte az rastlanır. Ancak bu savaşın bir başka veçhesi de var.
Direniş şehitlerinin kanı tüm dünyada vicdanları da kanatmaya devam ediyor. Kan kırmızı güller yeşertiyor vicdanlarda… Çünkü kırmızı gül aşktır; aşkın rengidir. Kırmızı, şehadetin rengidir. Kalbi olanların kalplerini kanatıyor, bu direniş. Kalpsizlere bile “bu kadar da olmaz ki” dedirtiyor. Bu, neden böyle acaba? Çünkü , “Şehit tarihin kalbidir.” Tarihte destanlar, büyük mücadeleler hep kanla ve cesaretle yazılmıştır. Bu öykü de kanla yazılıyor; bebeklerin, çocukların, kadınların, ihtiyarların, savaşanların kanıyla; kelimelerle değil... Cesaret ve fedakârlıkla yazılıyor, korkaklık ve kaçmakla değil. Dünyadaki bütün dillerin/lügatların kelimeleri ne bu zulmü yazmaya yeter, ne de bu direnişin öyküsünü yazmaya… Belki, “Bedr’in Arslanları ancak bu kadar şanlı idi” desek yeridir.
Hiçbir iftira ve karalama Aksa Tufanı Operasyonunu değersizleştiremez. Kimileri “bunca ölüm ve yıkıma değer miydi” diyerek İsrail’in cinayet ve yıkımlarını, soykırım ve katliamlarını bile direnişin üzerine atmaya çalışıyor. Kimileri İsrail’in propaganda dilini kullanarak, Hamas’ın da sivilleri öldürdüğünü söylüyor. Bilmiyorlar ki İsrail’de sivil yoktur. Sivil yerleşimci dedikleri kişiler; işgalci silahlı hırsızlardır. İsrail’de İlkokul çocuklarına bile silah eğitimi verildiğini bilmiyorlar tabi.
Bizdeki kimi devletlu şahıslar da, tüm dünyada Müslümanların hamisi, laik- batıcı rejimin ve muhafazakar demokratların içine düştüğü ofsayt durumu düzeltip gole çevirmek için senaryolar üretiyorlar. 7 Ekim savaşının bir provokasyon olduğunu, arkasında aslında İngiltere’nin bulunduğunu, Hamas Liderlerinin zaten Katar’da yaşadığını; meselenin Gazze açıklarındaki çok zengin petrol ve doğalgaz yatakları ile ilişkili olduğunu söyleyerek direnişi karalamaya çalışmaktalar.
Bu ofsayt durumu gizlemek için dikkatleri başka taraflara çekmeye çalışanlar da var. “Hizbullah niçin savaşmıyor” sorusu bu bağlamda sorulan bir soru. Hâlbuki yedi Ekim’den bu yana savaşın fiilen içinde olan Hizbullah, kendi başlatmadığı bir savaşa iştirak ettiği gibi, neticelerine katlanmakta ve şehitler vermekte...
“Birileri de "İran niçin füze yollamıyor?” cümlesi ile bu koroya katılıyor. Bu soruyu soranlar İsrail’e atılan her füzenin İran’dan gittiğini bilmiyorlar mı? Direniş liderlerinin İran’ın desteğine dair açıklamalarını duymadılar mı? Kürecik üssünün niçin yapıldığını bilmiyorlar mı? Aynı üssün Ürdün ve Suudi Arabistan’da bulunduğunu ve Yemen’den İsrail’e atılan füzeleri engellediğini acaba duymadılar mı? Bu bağlamda ben de şunu sorayım; Ukrayna’ya, Azerbaycan’a iha- siha verenler niçin Filistin’e/Gazze’ye vermiyorlar? İsrailli dostlarını incitmemek için mi?
İster beğenin isterse beğenmeyin; Gazze direnişi de, Suriye ve Iraktaki ABD hedeflerine yapılan saldırılar da, Hizbullah’ın İsrail’e saldırıları da, Ensarullah Hareketinin İsrail’e giden gemileri engelleyip bazılarını batırmaları ve füze saldırıları da tamamen “Direniş Ekseninin” başarısıdır. Kimileri “Direniş Ekseni “tanımlamasını dudak bükerek reddetseler de gerçek böyle.
Ortadoğu’da “ Türkiye’den habersiz” hiçbir şeyin olmayacağını söyleyen, yazıp çizen eski askerler acaba İsrail’in cinayetlerini ve direnişin zaferlerini nasıl yorumlayacaklar?
Geçen yıllarda bir makalede; “Filistin konusunda neredeyse hiçbir ülke Türkiye kadar elini taşın altına koymadı” diyen bir yazar beyefendi bu cümlesinin hilaf-ı hakikat olduğunu bugünlerde anlamış mıdır acaba?
Bu devletlü eşhasın en büyük numaraları ise “çok şey yapılıyor”, “bilmediğiniz çok şey var”, “anlatılamayan çok şeyler var” ve benzeri cümleler kurmak. Sanki gizlice çok büyük şeyler yapıldığını ima ederek ofsayt durumu kurtarmaya çalışıyorlar. Hiçbir şey yapmadan veya yaptıkları küçük şeyleri bile çok büyük harflerle anlatıp propaganda yapmayı iyi bildiklerini, biliyoruz. Her türlü yalanı ise çok rahat söylüyorlar.
Yüzyılımızın en büyük feylesofu bir yazar ise; (hatta neredeyse muallim-i sâlis)çok özel bilgilere sahip olduğunu önce ima ediyor arkasından da, saraydan gelen telefonla ülkemizin bütün gücüyle (kara, hava, deniz lojistik vesair.) Gazze’de olduğunu istemeyerek açıklayıveriyor.
Tüm bunlar batı ve Siyonist işbirlikçisi rejimin ve o rejimin uygulayıcısı iktidarın iki yüzlüğünün ortaya çıkmaması için yapılan algı operasyonlarıdır.
“Sizin bilmediğiniz şeyler var” sihirli cümlesini artık herkes çok kullanıyor. Devlet başkanından, tarikat şeyhine, cemaat liderinden, parti başkanına varıncaya kadar; her tür yanlışı ve gayr-ı meşruluğu çevresindekilere kabul ettirmeyi sağlıyor. Bu cümleyi geçmişte en çok tarikatlar, cemaatler, Fetö ve benzerleri kullanırken eleştirenler bugün aynı cümleyi kendilerinin kullanmasındaki gülünç durumun acaba farkındalar mı? “Sihirli cümle” tabirini özellikle kullanıyorum. Çünkü hakikate saygısı olmayanlar, toplumunu ya da çevresinde bulunanları yalanlarla kandıranlar için çok kullanışlı ve büyülü bir cümle. Bunlar, Firavun’un sihirbazları gibi; büyüyü ellerindeki değneklerle değil, kelimelerle yapıyorlar.
7 Ekim Aksa operasyonun büyüklüğü batının iki yüzlülüğünü ortaya çıkarıp en büyük maskelerini de düşürmüştür. Tüm dünyaya pazarladıkları demokrasi, insan hakları, medeniyet ve benzeri batıl/ı ne kadar kelime varsa tamamının maskesi düştü. Kadın hakları, çocuk hakları, yaşama hakkı, var olma hakkı, vesair, vesair, vesair. Bugün Gazze’de yıkılan binaların enkazı altında bütün batılı değerler, batının gücü ve üçyüz yıllık efsanesi vardır. Batının gücü dedim, çünkü direniş Gazze’de sadece İsrail’le savaşmıyor. Batıl/ı büyük güçlerin tamamıyla da savaşıyor. Kızıldeniz’de ABD ve İngiltere ile, Suriye ve Irak'ta ABD ile savaşıyor. Gazze’nin sokaklarında, sokak sokak sadece işgalci Siyonistlerle değil; ABD paralı askerleri, İngiliz, Fransız özel kuvvetleriyle de savaşıyorlar.
Tufan esmeye devam ediyor. 100 binlerce insan Batılı ülkelerde, Amerika’da, Güney Amerika’da, Afrika’da sokaklara dökülürken ülkemizde yaşanan cılız tepkileri ne ile izah etmemiz lazım? Burada yanlış olan nedir, ya da yanlış nerede? Bir vicdan körelmesi mi, insani/İslami hassasiyetlerin yitirilmesi mi?
“Eli kalem tutan okumuşlar, aydınlar, siyasiler, adı siyasetçi olmasa bile siyasi rekabetin parçası olan yapılanmalar; itiraz ve savunmalarında kuracakları dili iyi düşünmek zorundalar. Bireylerin dini kimlikleri, (teker teker Müslüman olmaları) ile müesses nizamın temel yapısı arasındaki derin çelişkiyi göremeyenler... Hatta İslam’ın bir tür devletin gücü ve bekası için siyasallaşmasına (kullanılmasına) razı derin siyasetleri okuyamayanlar, bu ülkenin insanının henüz kurulamayan cümlelerini bozar, sesini boğar. Yaşanmakta olan güç mücadelesinde kimin haklı olduğundan ve sonuçta kazanan ya da kaybedenin kim olduğundan çok; insanlara söylenmemiş sözlerimizin, dilimize gelmek üzereyken boğulduğunun daha önemli olduğunun kim farkında?
“Müslüman kimliği öne çıkan insanların(İslamcılık iddiaları olmasa da)birbirini siyaseten boğazladığı bir ortamda, toplumun dinden soğutulup sekülerizme sahte bir kurtuluş simidi gibi sarılmasına yol açmanın vebalini kim alacak? Müslümanların henüz söylenmemiş cümlelerini daha dillendirmeden kekemeleşmeleri, sözlerinin bulanıklaşması bu ülkenin ufkunun karartılması demektir. Bu durumu da en iyi değerlendirecek (kullanacak) olanlar, küresel aktörler ve müesses nizamın statükocu yapısıdır…”
“Karşılaştığımız bu durumun başka bir sonucu da… olayın, bir toplumun sekülerleştirilmesi amacıyla dinin vicdanlarda dahi savunulamaz hale getirilmesi olduğu çok açık… Burada ilginç bir çelişki yaşanıyor. Bir yanda toplumda muhafazakârlaşma eğilimleri açık biçimde gözlenirken, diğer tarafta topluma yön veren, belirleyen her türlü toplumsallaşmanın dili gittikçe sekülerleş/tiril/iyor. Bu sekülerleşmenın tek taraflı olarak, Jakoben laikçilerin baskısıyla oluştuğu falan da yok. Bizzat muhafazakârlaşmayı temsil eden kişi ve kurumlar en az Jakoben refleks sahipleri kadar ya da onlara paralel olarak sekülerleşmeye hizmet ediyor.”
“Kitlelerin muhafazakârlaşması ile din dilinin kırılmaya uğratılması, dahası dinin artık bizzat muhafazakârlar eliyle toplumsal planda savunulamaz hale getirildiğine tanıklık ediyor gibiyiz.”
“...Daha sağ muhafazakâr iktidarlar, toplumla devlet arasındaki gerilimi yumuşatmak için, derin ilişkiyi ortadan kaldırmak yerine toplumun din algısı ile oynamayı, deforme etmeyi üstlendiler. Zaman içinde toplumun bilincinde, vicdanında, hafızasında yer eden din algısını Protestanlaştırıp sekülerize ederek, devletin dinle ilişkisini temelden değiştirmeden, dinin içini boşaltmaya, dinin bir tür profanlaşmasına katkıda bulundular.”
Ülkemizdeki cılız tepkilerin sebebini Akif Emre’nin bu cümleleri sanırım biraz izah ediyor. Bu vesileyle Akif Emre ağabeyi rahmetle ve saygıyla anıyoruz.
Aslında bu Tufan bizim acizliğimize de ışık tuttu, bize boy aynası tuttu. Tam burada “vehn hadisini” okumak, yeni baştan düşünmek, yorumlamak gerekmez mi? Belki de Byung Chul Han’ın, “olumluluğun şiddeti” kavramını yeniden okumak gerekir.
İktidarlarını batılı emperyalistlere borçlu olup, küresel sermaye ile ilişkilerini iyi tutmak zorunda olan Müslüman halkların başındaki rejimlerin hiçbiri İsrail’in güvenliğini tehlikeye atabilecek bir girişimde bulunamazlar. Bunlara gerekli hatırlatmayı Netanyahu ilk günlerde yapmıştı. Şöyle dedi: “haddinizi bilin iktidarlarınızı bize borçlusunuz.”
Şunu unutmamak gerekiyor; küresel şirketlerin çıkarlarını, İsrail’in güvenliğini, emperyalizmin sömürü düzeninin devamını garanti etmeyen hiçbir parti, akım, siyasal hareket, ideoloji ve benzeri her ne varsa iktidara gelemez. Kazara gelirse hemen devrilir, gerekirse yıllarca uğraşılır.
Aksa Tufanı İslam ülkelerindeki mevcut rejimlerin İslam’ı ve Müslümanları temsil etmediğini, demokratik yöntemle iktidara gelmenin bir diyeti olduğunu ve pazarlıkla olduğunu bir kez daha bize gösterdi. İslami amaçlar ve Müslümanca bir yaşantı için, Müslümanca siyasi tavırlar için; bireysel toplumsal ve siyasal alanda çok büyük devrimlere ihtiyacımız olduğunu ortaya koydu. Tek yol devrim.
Hiçbir İslam ülkesi niçin güney Afrika’nın gösterdiği cesareti gösteremez? Bu soru, üzerinde günlerce düşünüp tartışmaya değmez mi?
Ülkemizde muhafazakâr demokrat iktidarın, Netanyahu’nun savaş suçlarından yargılanacağı konusunda söyledikleri hiçbir ciddiyet ve samimiyet içermiyor. Mavi Marmara olayı sonrası dünya kamuoyu ve uluslararası hukuk İsrail’in aleyhinde olduğu halde katil rejim ve cinayetin sorumluları bizdeki mahkemeler eliyle aklanmıştı.
İktidara gelirken İsrail’in güvenliğini taahhüt eden hiçbir yönetim, hiçbir yetkili “bizim diyet borcumuz yoktur” diyemez. Milyar dolarları Yahudi sermayesinin bankalarında olanlar, Siyonistlerle milyar dolarlık ticareti olanlar, İsrail’e kafa tutamazlar; tutamıyorlar da. Aksa Tufanı bunların hepsini ortaya çıkardı.
Orta Doğu‘nun laik, batıcı, şeriatçı, demokrat, muhafazakâr ya da faşist iktidarlarının takiyye ve ikiyüzlülükleri acaba kime karşı? Bunlar emperyalistlere, siyonistlere, kafirlere mi takiyye yapıyorlar; yoksa bunların emrinde olup Müslüman halkları mı takiyye yapmaktalar? Onlara takiyye mi yapıyorlar yoksa Müslüman halklara münafıklık mı yapmaktalar?
Namazları, oruçları, kuran okumalarıyla bizden olduklarını söylerken; katliama, cinayetlere soykırıma sessiz kalıp, ticari ve siyasi işbirliği ile batılılara “sizin tarafınızdayız” mı diyorlar? Yoksa bizleri lafla avuturken, kâfirleri filleri ve davranışlarıyla mı destekleyip avutuyorlar? Hangisi acaba?
İsrail’e mal satmak için yarışan MÜSİAD üyeleri acaba ne hissediyorlar? 28 Şubat öncesi Tüsiad’a alternatif olarak kurulan “yeşil sermaye” diye dışlanan bunlar değil miydi? Milyonlarca dolar para kazanmanın sıcaklığı, cazibesi acaba Müslüman olduklarını unutturuyor mu? Müslüman halk gösteri, dua, maddi yardımla direnişi destekliyor. Vicdan sahibi halklar da öyle. Bu müstakil işadamları gösteri, slogan ve dualarını Filistin’e yollarken, gemileri İsrail’e gidiyorsa burada bir yanlışlık yok mu? Buradaki garipliği, ikiyüzlülüğü, niçin yüksek sesle konuşmuyoruz? Sesimiz bir batılı ülkenin Hristiyan halkları kadar, ya da batılı STK lar kadar niçin gür çıkmıyor? Bu vicdan körelmesi mi, dünyevileşme mi, iman zaafı mı, iktidarın kölesi olma mı, yoksa; hepsi mi?
Ölümü göze alıp, dinini, vatanına, namusunu savunan, Allah yolunda şehadeti göze alıp dünyayı elinin tersiyle iten hiçbir topluluğa hiçbir güç zarar veremez, galip gelemez. Binaları yıkabilirler ama onur ve iradelerimizi yıkamazlar. Şehit edebilirler ama galip gelemezler. La Galibe illallah.
Tabii bu cümlelerimizi kimi dostlarımız çok sloganik bulabilirler. Olsun onlar da sloganik bulsunlar. Slogan, savaş çığlığı demektir zaten. Savaş zamanında pek yakışır. Kâfir ve zalimlerle savaşımız hiç bitmeyeceği için sloganlarımız da hiç bitmeyecek.
Gazze’de Savaşan mücahitler sadece İsrail’e karşı savaşmıyorlar, aynı zamanda Amerikan özel birliklerine, paralı askerlere, İngiliz ve Fransız komandolarına karşı da savaşıyorlar. Onlar Gazze’de 30.000’i aşkın insanımızın öldüğünü sanırlar. Ama bu zaman içinde, Avrupa’da bir o kadar insan İslam’ı seçerek dirilir.
Gazze direnişin, onurun, İslam’ın, İman’ın, İzzet’in, Sabır ve tahammülün dersini veriyor, yüzyılımızın insanına, tüm insanlık âlemine. Tıpkı Şib-i ebi Talip’de Hazreti peygamber as. ve arkadaşlarının ders verdiği gibi. ”Her zorlukla beraber bir kolaylık var.”
Bu tufan kâfirlerin, zalimlerin, Siyonistler’in ve onlara destek için savaşa katılan tüm batılıların ve batının uşağı tüm rejimlerin yenilgisiyle sonuçlanacaktır; biiznillah…
Biz Amerika ve Siyonizm’in arzı istilasına değil Allah’ın arşa istivasına iman ettik.
La Galibe illallah.
Talip Özçelik - İslamiAnaliz
KKTC’de Tehlike Çanları Çalıyor
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) tehlike çanları çalıyor. KKTC hükümetinden ümidi kesen vatandaşlar, Siyonistlere toprak satışının engellenmesi konusunda gözlerini Ankara’ya çevirmiş durumda.
Millî Gazete’ye konuşan KKTC’li vatandaşlar, vakti zamanında Rumlardan kurtarılan toprakların bugün Siyonistlere verilmesi gibi bir tehlike ile karşı karşıya olduklarını vurguladı.
Genel olarak karamsar bir yapıya sahip olduğu görülen vatandaşlar, KKTC hükümetine adeta ateş püskürdü.
“KKTC HÜKÜMETİNDEN ÜMİDİ KESTİK”
Millî Gazete’ye açıklamada bulunan KKTC vatandaşları, adadaki Ünal Üstel hükümetinden ümidi kestiklerini belirtti. KKTC’de yönetim krizi bulunduğunu belirten KKTC’liler, Siyonistlere toprak satılması hususunda da hükümetin etkisiz kaldığını dile getirdi.
KKTC’deki siyasilerin çok büyük bir kısmının Siyonistlerle ilişki içerisinde olduğunu belirten vatandaşlar, böyle bir hal içerisinde Siyonistlere toprak satışı probleminin çözümünün çok zor olduğunu da söyledi.
KKTC’li vatandaşlar, vakti zamanında Rumlardan kurtarılan toprakların bugün Siyonistlere verilmesi gibi bir tehlike ile karşı karşıya olduklarını vurguladı. Ülkedeki Siyonist işgalin kabul edilemez olduğunu aktaran KKTC halkı, adada hükümette bulunan Ulusal Birlik Partisi’ne (UBP) karşı da dert yandı. Birçok vatandaş, UBP için “sahte milliyetçiler” ifadesini kullanırken, hükümetin pasif tavrına dikkat çekti.
İsrail gazetesi Jerusalem Post: Hizbullah ve Hamas İsrail için büyük tehdit
İsrail gazetesi Jerusalem Post, Lübnan'daki İslami Direniş ile Filistin direniş gruplarının artan yeteneklerine ilişkin dikkat çeken yorumda bulundu.
Söz konusu gazete, "Geçmiş dönemde İsrail, 1967 ve 1973'te olduğu gibi birden fazla cepheyle karşı karşıya gelebiliyordu ama bugün Hamas ve Hizbullah daha güçlü" ifadelerine yer verdi.
Gazetenin dünkü sayısında yer alan yorum şöyle devam etti:
“İsrail güçlerinin Gazze'de Hamas'a karşı yavaş ilerlemesi ve Hamas’ın Gazze'nin kuzeyinde saflarını toplayacağına dair artan korkulara, Lübnan'daki gücünü artırma çabaları ve Hizbullah'ın oradan Hamas’ın İsrail’i tehdit etmesine izin vermesi de eşlik ediyor. Ayrıca 7 Ekim'den bu yana binlerce füze fırlattı.”
Gazete, Hamas liderinden Usame Hamdan'ın bu hafta yaptığı "savaş alanının Gazze ile sınırlı olmadığı" ve Hamas'ın amacının İsrail’e karşı çok cepheli bir tehdit oluşturmak olduğu yönündeki açıklamasını hatırlattı.
İsrail’in diğer cephelerde gerilimi tırmandırmaktan kaçınmaya ve Gazze'ye odaklanmaya çalıştığını vurgulayan gazete, “Ancak Hizbullah ve Hamas'ın bu kadar büyük bir tehdit oluşturması bile onların son on yılda ne kadar büyüdüğünü gösteriyor” yorumunda bulundu.
İran'ın sahaları birleştirmeye çalıştığını ve kısmen başarılı olduğunu kaydeden gazete, Hizbullah füzelerinin İsrail’i kuzeydeki bazı bölgeleri boşaltmaya zorladığını ve bunun benzeri görülmemiş bir karar olduğunu bildirdi.
Söz konusu analizin sonunda şu ifadeler yer aldı:
“İsrail'in tek bir cepheye odaklanarak Yemen saldırılarından etkilenmemesi veya Hizbullah'la büyük bir savaşa sürüklenmemesi, bundan sonra ne olacağına dair hâlâ soru işaretleri bırakıyor.
İsrail düşmanlarının bu durumu beş ay boyunca sürdürmedeki başarısı, İsrail düşmanlarının 1967'de, 1973'te ya da diğer çatışmalarda elde ettiklerinden daha büyüktür. Onlar taviz vermeye hazır görünmüyorlar.”
Hertaraf.com
İran’dan Batının Gazze Konusundaki Çifte Standardına Eleştiri
İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan ve Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell arasında telefon görüşmesi yapıldı.
Görüşmede ikili ilişkiler ve bölgedeki son gelişmeler ele alındı.
Her iki taraf yaptırımların kaldırılması amacıyla yapılan görüşmelerin devam etmesine vurgu yaptı.
İsrail'in Şifa hastanesine yönelik saldırılarına değinen Emir Abdullahiyan "Ne yazık ki Netanyahu Gazze davasını, hatta Amerika'nın ulusal çıkarlarını kendi kişisel çıkarları doğrultusunda kullanmaktadır “dedi.
Emir Abdullahiyan sözlerinin devamında "İnsani krizin devam etmesi ve rejimin Gazze halkını aç bırakması, Gazze'deki durumu 'yüzyılın gerçek krizine dönüştürdü “ifadesini kullandı.
Borrell'in Gazze krizinin sona erdirilmesine yönelik diplomatik çabalarına dikkat çeken Emir Abdullahiyan, Batı'nın Filistin ve Ukrayna'ya yönelik çifte ve çelişkili standartlarını eleştirdi.
Emir Abdullahiyan, Siyonist rejimin Şifa hastanesindeki savaş suçlarının boyutunu ortaya çıkarmak için uluslararası bir araştırma grubunun kurulması gerektiğini vurguladı.
Emir Abdullahiyan, ABD ve bazı Avrupa ülkelerinin bir yandan Gazze'deki soykırım için Siyonist rejime silah göndermeye devam etmesini ve diğer yandan insani yardım gönderme gösterisini çelişkili bir yaklaşım olduğunu belirtti.
Borrell de bu görüşmede Ramazan ayını tebrik ederek nükleer anlaşma ile ilgili yapılan görüşmelerin devam etmesi gerektiğini vurguladı/mehr
24 Saatte 107 Filistinli Şehit Düştü, Şehit Sayısı 32 Bin 333'e Yükseldi
Filistin Sağlık Bakanlığı, Siyonist rejimin son 24 saatteki barbar saldırıları nedeniyle bugün 107 Filistinlinin daha şehit olduğunu duyurdu.
Filistin merkezli Şahab haber ajansında yer alan habere göre, Gazze'deki Filistin Sağlık Bakanlığı yaptığı açıklamada "Siyonist ordu, suçlarının devamında son 24 saatte Gazze Şeridi halkına yönelik 11 katliam gerçekleştirdi; bu katliamlarda 107 Filistinli şehit oldu, 176 kişi de yaralandı." dedi
Filistin Sağlık Bakanlığı'nın açıklamasına göre, Siyonist rejim ordusunun Gazze halkına yönelik 171 gün boyunca aralıksız sürdürdüğü saldırıların ardından şehit Filistinlilerin sayısı 32 bin 333'e yükseldiğini ve bu dönemde Siyonist rejimin saldırıları nedeniyle 74 bin 694 Filistinli yaralandığını bildirdi.
Bakanlık ayrıca, çok sayıda şehidin hâlâ enkaz altında olduğunu ve kurtarma ekiplerinin onlara ulaşamadığını duyurdu.
ABD’den Çocuk Katillerine Desteğe Devam; Silah Vermeye Devam Edeceğiz
ABD’nin Siyonist İsrail'in Gazze'deki saldırılarına kayıtsız desteği devam ederrekn, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller, günlük basın brifinginde Siyonist İsrail'in Amerikan silahlarının kullanımına ilişkin yanıtı ile ilgili değerlendirmede bulundu.
Miller, İsrail'in yanı sıra Kolombiya, Irak, Kenya, Nijerya, Somali ve Ukrayna'dan yazılı olarak güvence mektuplarını aldıklarını ve bu yazılı güvencelerin söz konusu ülkeler tarafından "ABD silahlarını uluslararası hukuka uygun şekilde kullandıklarının ve kullanacaklarının" teminatı olduğunu belirtti.
Sözcü Miller, İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant'ın geçen hafta konuyla ilgili sözlü beyanatının ardından Tel Aviv yönetiminin Washington'a yazılı güvenceyi ilettiğini ifade etti.
"İsrail'in, savaşın icra edilmesi ya da insani yardımların tedariki noktasında uluslararası insani hukuku ihlal ettiğini tespit etmedik" diyen Miller, böylelikle İsrail'in ABD'den aldığı silahları savaş hukukuna ve ilgili uluslararası hukuk kurallarına uygun kullandığını temin ettiklerini savundu.
Söz konusu güvenceleri temel alarak mayıs ayında Kongre'ye bu yönde resmi bildirimde bulunacağını kaydeden Miller, bu bildirimlerin ilgili memoranduma uygun şekilde yapılmaya devam edeceğini belirtti.
İmam Hasan'ın (as) Kutlu Doğumu
Hicretin üçüncü yılında mübarek Ramazan ayının ortasında Medine şehrinde dünyaya gelen İmam Hasan Mücteba (a.s.) Ehlibeyt’in ilk İmam'ı, Hazret-i Ali’nin (a.s.) ve peygamber efendimizin kızı Hazret-i Fatıma’nın (s.a.) ilk çocuğudur.
Hz. Ali (as) ve Hz. Fatıma (sa) ilk çocuklarının doğduğu gün, onu Resulullah'a (saa) isim seçmeleri için götürdüler. Peygamber efendimiz ona iyi ve hoş anlamına gelen "Hasan" adını verdiler.
İmam Hasan (as) hayatının yedi yılını dedesi İslam Peygamberi Hz Muhammed'in (saa) gölgesi altında yaşama şerefine ermiş ve bu değerli fırsatta İslam Peygamberi'nin parlak nurlarından yararlanmıştır.
İmam Hasan'ın (a.s) Hayatı
ya geldi.[1] Künyesi “Ebu Muhammed”[2] lakapları ise “Seyyid”, “Sibt”, “Hüccet”, “Taki”, “Zeki”, “Mucteba”, “Zahid”, “Emir” ve “Veli”dir.[3]
İmam Hasan (a.s) 7 yıl Hz. Peygamber (s.a.a)’in döneminde, 30 yıl da Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’ın döneminde yaşamıştır.[4]
İmam Hasan (a.s), hicretin 40. yılında, Hz. Ali (a.s)’ın şahadetinden sonra , Müslümanların isteği üzerine onların önderliğini üstlenerek[5] kendi valilerini çeşitli şehirlere gönderdi.[6]
Beni Ümeyye’nin eski dönemlerden beri Beni Haşim’e karşı kini vardı, bundan dolayı hilafeti İmam Hasan’ın elinden çıkarıp kendi ellerine almak için planlar düzenlediler. Bu maksatla, Muaviye, İmam Hasan’ın hükümetinin yıkılmasına zemin hazırlamak için çeşitli şehirlere casuslar gönderdi[7] Kendisi de Irak’a ordu çıkarmak için harekete geçti.[8]
İmam Hasan (a.s), Muaviye’nin girişimlerinden haberdar olunca, ilk önce bir kaç defa Muaviye’yi uyardı. Sonra Muaviye’ye karşı koymak için büyük bir orduyla savaşa hazırlandı.
Muaviye, İmam Hasan (a.s)’ın ordusuyla karşılaşmadan önce hileye başvurdu. Muaviye İmam (a.s)’ın ordusunu, ruhi açıdan taz’if etmek için bir taraftan yalan yere İmam (a.s)’la barış yapma şayiasını dillere saldı; diğer taraftan da büyük bir para ve makam vadeleriyle İmam Hasan (a.s)’ın ordusunun komutanlarını kendi saflarına çekmeye başladı. Onlar da biri birinin ardıca Muaviye’nin ordusuna katıldılar.
İmam Hasan (a.s)’ın yaranları arasında hıyanete başvuranlar da oldu… Hazretin çadırına saldırıp o çadırı parçaladılar, abasını üzerinden kaptılar, ayağının altındaki kilimi bile çekip çıkardılar, kılıçla bacağını yaraladılar.[9]
İmam (a.s), ordusunu o şekil ve yaranlarını da perişan bir vaziyette görünce, Müslümanlar arasında bundan daha fazla ihtilaf çıkmaması ve Şiilerin öldürülmemesi için bir takım şartlarla Muaviye’nin barış teklifini kabul etti.
İbn-i Hallakan’ın naklettiğine göre, barış antlaşması, hicri 41’in Rabi’ul Evvel ayının 25’inde gerçekleşti.[10]
Barışın önemli şartları şunlardı:
1- Muaviye kendisini Emir’ul Muminin tanıtmayacaktır.[11]
2- Hz. Ali’ye sebbetmeyecektir.[12]
3- Şiilerin canı, malı ve namusu emniyette olacaktır.[13]
4- Şiilerden hak sahibinin hakkı, kendilerine verilecektir.[14]
5- Muaviye, hiçbir kimseyi kendi yerine halife tayin etmeyecektir.[15]
Barış maddelerinde de görüldüğü gibi İmam Hasan (a.s) Muaviye’yi gasip tanıtmanın yanı sıra fitne ateşini de söndürdü; o günün İslamî toplumunu dağınıklık ve yok olmaktan kurtardı ve Şiilerin hakkını korumuş oldu.
Bu barışın en büyük faydalarından biri de hakkı batıldan ayırt etmekti; ne hak batıl olarak tanındı, ne de batıl hak olarak. İmam (a.s) kendi ameliyle, Muaviye’nin batıl bir mevzide durmuş olduğunu ve hilafetin, Resulullah ( s.a.a)’in tertemiz vasilerinin hakkı olduğunu, fakat hile ve zorbalıkla yöneticilik yapmak istemediklerini halka anlattı. Bu tavır Kerbela kıyamında da takip edildi.
Barış antlaşması yapıldıktan sonra, bir grup insanlar İmam Hasan (a.s)’ın bu önemli ve hikmetli işinin önemini anlayamadıklarından dolayı onu tenkit etmeye, ona iftira bulunmaya ve ağır laflar demeğe başladılar.[16]
İmam (a.s) onların cevabında şöyle buyurdular:
“Acaba ben, Allah Teala’nın, yaratıklarına olan hücceti değil miyim?… Acaba Resulullah sallallahu aleyhi ve alihi vesellem, benim ve kardeşim hakkında; “Hasan ve Hüseyin, kıyam etseler de etmeseler de İmamdırlar” diye buyurmamış mıdır?… Eğer ben bu işi yapmaz olsaydım yeryüzünde Şiilerimizden bir kişi dahi baki kalmazdı, hepsi öldürülürdü.” [17]
İmam Hasan (a.s), zahiri hilafeti Muaviye’ye bıraktıktan sonra Kufe’yi terk edip Medine’ye döndü.[18] Orada İslamî ilimleri halka öğretmek ve onu yaymakla meşgul oldu.
Ama Muaviye kendi hilelerinden vazgeçmedi; daha işinin başında barış maddelerini ayak altına aldı.[19]
Muaviye, hilafetin kendi ailesinde sürekli baki kalacağına mutmain olması için İmam Hasan’ı öldürmeyi kararlaştırdı. Şeytani planını uygulamak için dört defa İmam (a.s)’ı zehirletti.[20] Muaviye son defasında, İmam’ın eşi olan Eş’âs kızı Ca’de’nin vasıtasıyla çok tesirli bir zehirle İmam (a.s)’ı zehirletti.[21]
İmam Hasan (a.s), o kalleşçe amelin neticesinde mide kanamasına duçar oldu, rengi değişti ve o halde şöyle buyurdu: “Bir kaç kez beni zehirlediler, ama bu dördüncüsü kadar acı görmedim.” [22]
Cünade şöyle diyor:
İmam Hasan (a.s)’ın vefat etmesine sebep olan o hastalığında onun huzuruna vardım, önünde bir leğen gördüm, Muaviye’nin (la’nehullah) ona içtirdiği zehir neticesinde ağzından gelen kan pıhtılarını o leğenin içerisine atıyordu. Hazrete; “Ey mevlam! Neden kendini tedavi etmiyorsun?” dediğimde buyurdular ki: “Ölümü ne ile
tedavi edeyim?” Bu sözü duyunca “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” dedim.[23]
* * *
İmam Hasan (a.s), hicretin 50. yılında 47 yıl yaşadıktan sonra[24] o zehir neticesinde şahadete erişti… İmam (a.s)’ın mutahhar cenazesini, cenaze namazı merasiminden sonra Resulullah’ın kabrini ziyaret etmesi[25] veya orada defnetmeleri [26] için oraya doğru götürdüler.[27]
Sa’lebet bin Malik şöyle diyor:
İmam Hasan (a.s)’ın cenazesini teşyi edenler o kadar çoktu ki, bir iğne atsaydın yere düşmezdi.[28]
Beni Ümeyye bu olaydan haberdar olunca Peygamber (s.a.a)’in ciğer paresini teşyi edeceklerine ve onun mübarek na’şına saygı duyacaklarına, onun dedesinin
(Peygamber’in) yanında defnedilmesine mani oldular. Aişe de bir katıra binerek onları destekledi.[29]
İbn-i Şehraşub da şöyle diyor:
İmam Hasan (a.s)’ın cenazesini ok yağmuruna tuttular, sonradan 70 ok İmam (a.s)’ın bedeninden çıkardılar.[30]
İmam Hüseyin (as), kardeşi İmam Hasan (a.s)’ın vasiyeti üzerine Beni Ümeyye ile savaşmaktan kaçındı ve İmam (a.s)’ın cenazesini Baki mezarlığına götürüp orada defnetti.[31]
İmam Hasan (a.s)’ın şahadet gününün tarihi hakkında ihtilaf vardır. Şeyh Mufid ve Kef’âmî, İmam Hasan (a.s)’ın, Sefer ayının yedisinde şahadete eriştiğini yazıyorlar.[32] Şeyh Abbasi Kummî, “Kurret’ul- Basire” risalesinde bu görüşü kabul etmiştir. İbn-i Şehraşub da Sefer ayının 28. gününü İmam Hasan (a.s)’ın şahadet günü bilmektedir.[33] Şeyh Kuleynî ve Hazzaz-i Kummî de İmam Hasan (a.s)’ın Sefer ayının sonlarında şehit olduğunu söylüyorlar.[34]
İmam Hasan (a.s)’ın on üç[35], on beş[36] veya on altı[37] çocuğu olduğunu söylemişlerdir. Onlardan bazılarının isimleri şunlardır: İmam Bakır (a.s)’ın annesi olan Fatıma[38], amcaları İmam Hüseyin (a.s)’ın yanında şahadete erişen Kasım, Abdullah ve Amr.[39]
____________
Kaynakça
[1] – Kafi, c.1, s.461.
[2] – İrşad, c.2, s.5.
[3] – Menakıb-i İbn-i Şehraşub, c.3, s.192.
[4] – Tarih-i Ehl’ul-Beyt, s.74.
[5] – Kamil, c.2, s.443.
[6] – Müruc’uz- Zeheb, c.3, s.4.
[7] – Fusul’ul-Muhimme, s.161.
[8] – Kamil, c.2, s.445.
[9]- Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l- Hadid, c.16, s.38-41. Müruc’uz- Zeheb, c.3, s.9.
[10] – Vefeyat’ul-A’yan, c.2, s.66.
[11] – İlel’uş- Şerayi, s.212. Tezkiret’ul-Havas, s.206.
[12] – İrşad-ı Mufid, c.2, s.14. Fusul’ul-Muhimme, s.163.
[13] – a.g.e.
[14] – a.g.e.
[15] – Ensab’ul-Eşraf, c.3, s.42.
[16]- Tuhaf’ul-Ukul, s.635, İmam Bakır’ın Ahvel’e Öğütleri bölümünde.
[17] – İlel’uş- Şerayi, c.1, s.221.
[18] – Tarih-i Taberi, c.4, s.126.
[19] – Şerh-i Nehc’ül-Belağa-i İbn-i Ebi’l-Hadid, c.16, s.15.
[20] – a.g.e. c.16, s.10.
[21] – a.g.e. c.16, s.11.
[22] – a.g.e. c.16, s.49.
[23] – Kifayet’ul-Eser, s.226.
[24] – Kafi, c.1, s.461.
[25] – Kafi, c.1, s.302.
[26] – İlel’uş- Şerayi, c.1, s.225. Avalim, c.16, s.287.
[27] – Tezkiret’ul-Havass, s.213.
[28] – El-İsabe, c.1, s.331.
[29] – Tezkiret’ul-Havass, 213.
[30] – Menakıb, c.4, s.44.
[31] – İrşad, c.2, s.17 ve 19.
[32] – Avalim, c.16, s.277.
[33] – Menakıb, c.3, s.191.
[34] – Kafi, c.1, s.461. Kifayet’ul-Eser, s.229.
[35] – Menakıb-i İbn-i Şehraşub, c.3, s.192.
[36] – İrşad, c.2, s.20.
[37] – İ’lam’ul-Vera, s.212.
[38] – Fusul’ul-Muhimme, s.116.
[39] – İrşad, c.2, s.26