کارگر

کارگر

 Gazze'deki Sağlık Bakanlığı, Siyonist İsrail'in 18 Mart Salı gününden bu yana Gazze Şeridi'ne düzenlediği saldırılarda şehit olanların sayısının 240 artarak en az 710'a yükseldiğini duyurdu.
Gazze'deki Sağlık Bakanlığı Sözcüsü Halil Dakran, yaptığı açıklamada, İsrail'in Gazze Şeridi'ne salı gününden bu yana devam eden saldırılarında şu ana kadar hastanelere 710 şehit, 900'den fazla da yaralı getirildiğini belirtti.

Dakran, İsrail'in saldırılarında yaralanan çok sayıda kişinin ablukanın yol açtığı temel ekipman ve ilaç eksikliği nedeniyle acil tıbbi yardım sağlanamaması sonucu hayatını kaybettiğini vurguladı.

Filistinli yetkili ayrıca, yaralıların yüzde 70'inin çocuk ve kadınlardan oluştuğunu ve çoğunun durumunun ağır olduğunu aktardı.

 

Trump'tan 'Skandal' Gazze Kararı; Beyaz Saray’dan Açıklama

 Beyaz Saray Sözcüsü Karoline Leavitt, ABD Başkanı Donald Trump'ın, İsrail'in Gazze'ye saldırılarına ve ateşkes müzakerelerini saldırılar altında yürütme kararına desteğinin tam olduğunu belirtti.

Leavitt, Gazze'deki ateşkesin İsrail'in saldırılarıyla bozulmasına rağmen ateşkesin sürmemesinden "Hamas'ın sorumlu olduğunu" savunurken, tüm esirlerin serbest bırakılması çağrısını yineledi.

   ABD yönetimi uluslararası anlaşmalardan çekilme veya sözünden dönme konusunda rekor sahibi olarak değerlendirilebilir. ABD, çıkarları tek taraflı olarak güvence altına alındığı takdirde uluslararası anlaşmalara bağlı kalır.


Uluslararası ilişkilerde müzakere ve anlaşma, iki veya daha fazla tarafın, başka çıkarlar elde etmek karşılığında kendi çıkarlarının bir kısmından vazgeçtikleri bir sözleşmedir. Ancak ABD, doğasında var olan zorbalık ve baskı nedeniyle, karşı tarafa hiçbir şey vermeden istediği her şeyi elde etme peşindedir.

Oyun teorisinde "sıfır toplamlı oyun" olarak adlandırılan anlaşma modelini benimseyen ABD diğer ülkelerle anlaşmaya zorlandığında kağıt üzerinde taviz verir, ancak bir süre sonra yükümlülüklerini yerine getirmez veya en sonunda anlaşmadan tamamen çekilir.

Sıfır toplamlı model: Bu modelde, taraflardan birinin kazancı doğrudan bir diğerinin kaybı anlamına gelmektedir.

Bu yazıda, yalnızca 21. yüzyılda ABD'nin çekildiği veya taahhütlerini yerine getirmediği bazı anlaşmalar veya antlaşmaları inceleniyor. ABD'nin çekildiği veya taahhütlerini ihlal ettiği tüm anlaşmaları tek bir maddeye sığdırmak mümkün olmayacaktır.

Açık Semalar Anlaşması (2020)
ABD, 2020 yılında Açık Semalar Antlaşması'ndan çekildi. Bu antlaşma, 1992 yılında Rusya ile ABD ve NATO ittifakı olan ülkeler arasındaki güven duygusunu güçlendirmesi amacıyla İsveç’in Helsinki şehrinde imzalanmıştır. Antlaşma içerisindeki ülkeler birbirlerinin hava sahasına silahsız uçuş yapabilmektedirler. Kasım 2000'de Rusya parlamentosu tarafından onaylanmasını müteakip 2 Ocak 2001 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Anlaşma taraflara birbirlerinin toprakları üzerinde gözlem amaçlı silahsız uçuş hakkı tanımaktadır. Taraf devletler uçuş yaptıkları ülkelerin topraklarının tamamındaki kuvvet tertiplenmelerini ve askeri aktivitelerini gözlemleyebilmekte ve önceden anlaşma kapsamında belirlenmiş çözünürlükte olması kaydıyla fotoğraflar çekebilmektedir. Anlaşma kapsamında devletler tek başına, diğer devletlerle veya üzerinde uçuş yapılan devletle müşterek uçuşlar gerçekleştirebilir.

2014 yılında ABD Temsilciler Meclisi Silahlı Hizmetler Komitesi üyesi Mike Rogers, dönemin ABD Başkanı Barack Obama'ya, ABD hava sahasında yeni Rus uçaklarının kullanılması hakkının reddedilmesi çağrısında bulunmuştu.

Bu tür açıklamalar Rus gözlem uçuşlarının sürdürülmesinin bir bakıma kendi çıkarlarına zarar vereceğini düşünen Amerikalı askeri uzmanları ve yetkilileri tarafından defalarca dile getirildi.

Örneğin, Mart 2016'da Savunma İstihbarat Örgütü direktörü General Vincent Stewart, "Bu antlaşma, Rusya için kritik altyapımız, üslerimiz ve limanlarımız hakkında inanılmaz ve önemli bilgiler toplamasını sağlayacak." dedi.

Dolayısıyla "Rus tarafının gözetleme isteğinin artması" iddiası, ABD'nin Açık Semalar Antlaşması'ndan çekilmesinin gerekçesi olarak değerlendirilebilir. Aslında ABD'li yetkililerin açıklamalarını teknik ve siyasi olmak üzere iki kategoriye ayırmak mümkün.

Geri çekilmenin temel nedenleri arasında Washington'un Ruslara daha fazla bilgi verilmesini istemediği yönündeki teknik açıklamalar yer alıyor. Siyasi iddiaları da ABD'nin anlaşmadan çekilmesi için zemin hazırlayan bir senaryodur. Amerikan yetkililerinin Rus tarafının ihlalini duyurmadaki aceleciliği ve anlaşmadan çekilme konusunda ısrarcı olmaları Washington'ın önceden tasarlanmış çabalarını yansıtmaktadır.

Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması (2019)
Amerika Birleşik Devletleri 2019 yılında Soğuk Savaş döneminin en önemli anlaşmalarından biri olan Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması'ndan (INF) çekildi.

Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler (Intermediate Nuclear Forces [INF]) Anlaşması 1987 yılında, ABD ve Sovyetler Birliği’nin 500 ila 5 bin 500 kilometre menzilli, karadan fırlatılan nükleer başlıklı ve konvansiyonel balistik ve seyir (kruz) füzelerini ortadan kaldırmalarını öngörmüş, bunun için de yerinde doğrulama denetimleri getirmişti. Bu anlaşma ile süper güçler ilk kez, nükleer silahların sayısını azaltma konusunda anlaşmışlardı. 1970’lerin ortasında Sovyetler Birliği SS-20 adlı, birden fazla başlık taşıyabilen orta menzilli füzeler konuşlandırmış ve Avrupa sahasında stratejik üstünlük elde etmişti. Buna karşılık bir çift aşamalı karar alan NATO, hem Sovyetler Birliği’ni silahların kontrolü müzakerelerine teşvik etmiş hem de Avrupa’ya, onu karşı tarafın stratejik üstünlüğüne karşı eşit hale getirecek orta menzilli nükleer başlıklı füzeler yerleştirmişti.

Washington’un kararına tepki gösteren Rusya Savunma Bakanı, ABD'nin çekilme nedeninin Çin ve Rusya'nın askeri gücünü artırması olduğunu, ABD'nin anlaşmayı kendi lehine görmediğini söylemişti.

BM İnsan Hakları Konseyi (2018/2025)
ABD, 2018 yılında Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Konseyi'nden çekildi.

İnsan hakları alanında faaliyette bulunan başlıca BM kuruluşu olan İHK, insan haklarının ve temel özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi ile insan hakları ihlallerinin incelenmesi bakımından önemli ve etkin bir forum oluşturmaktadır.

O dönemde ABD'nin BM Daimi Temsilcisi Büyükelçi Nikki Haley, Konsey'i "iki yüzlü ve kendisine hizmet eden bir kuruluş" olmakla suçladı.

Haley ayrıca Konsey'in "İsrail'e karşı kronik bir önyargısı olduğunu" iddia etti.

ABD Başkanı Donald Trump, göreve gelir gelmez ülkesini BM İnsan Hakları Konseyi’nden geri çeken başkanlık kararnamesini imzaladı.

ABD yönetimi, konseyin Siyonist rejim aleyhine yayınladığı İsrail karşıtı raporlar gerkçesiyle çekilme kararı aldığını bildirdi.

Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması NAFTA (2018)

NAFTA Antlaşması ABD, Kanada ve Meksika devlet başkanları Bush, Mulroney ve Salinas tarafından 12 Ağustos 1992'de Washington'da imzalanmıştır. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA), ABD, Meksika ve Kanada arasında dört yılı aşkın müzakereler sonucunda imzalanarak 1 Ocak 1994 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Donald Trump başkanlık yaptığı ilk dönemde ülkesini zarara uğrattığı gerekçesiyle anlaşmadan çekilebileceğini duyurmuştu. Kanada ve Meksika ile ticarette büyük açık veren NAFTA Trump tarafından "tarihin en kötü ticaret anlaşmalarından biri” olarak tanımlıyordu.

1994'ten bu yana yürürlükte olan ve Trump'ın talebiyle Ağustos 2017'de yeniden müzakereye açılan NAFTA, yaklaşık 1,5 yıl süren sert pazarlıkların ardından önemli değişikliklere uğramıştı.

Washington'dan gelen talep sonrası USMCA olarak adlandırılan yeni anlaşma, ABD Başkanı Trump, Kanada Başbakanı Justin Trudeau ve eski Meksika Devlet Başkanı Enrique Pena Nieto tarafından Kasım 2018'de Arjantin'deki G20 Zirvesi'nde imzalanmıştı.

Trudeau dahil olmak üzere birçok kişi tarafından "Yeni NAFTA" veya "NAFTA 2.0" şeklinde nitelenen anlaşma, bütün taraf ülkelerin parlamentolarınca onaylanması halinde yürürlüğe girebilecek.

İran Nükleer Anlaşması: Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP)
İran'ın nükleer faaliyetleri konusundaki Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) olarak adlandırılan nükleer anlaşmanın ilki, 2015 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 5 daimi üyesi (İngiltere, ABD, Çin, Fransa, Rusya) ile Almanya ve İran arasında imzalanmıştı.

Donald Trump'ın 2018'de ülkesini tek taraflı olarak anlaşmadan çekmesinin ardından İran'a yönelik ekonomik yaptırımlar tekrar uygulamaya konulmuştu. Bunun üzerine Tahran yönetimi nükleer faaliyetlerine aşamalı olarak geri dönmüştü.

Elbette bu anlaşma Trump'ın çekilmesinden önce bile İran'a herhangi bir ekonomik fayda sağlamıyordu. Trump'tan önceki Barack Obama yönetimi nükleer anlaşmayı sadece Amerikan tarafına yarar sağlayacağı şekilde ayarlamıştı.

Nisan 2017'de dönemin ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Kongre'deki bir duruşmada İran'ın anlaşmadan toplam faydasının yalnızca 3 milyar dolar olduğunu söyledi. İran Merkez Bankası Başkanlığı görevini yürüten Veliyullah Seyf de aynı yıl Bloomberg'e verdiği röportajda İran'ın KOEP anlaşmasından "neredeyse hiçbir şey" kazanmadığını itiraf etmişti.

Ancak Donald Trump, anlaşmanın Amerika için yeterli olmadığını, İran'ın bölgesel ve füze faaliyetlerinin de bunlara dahil edilmesi gerektiğini düşünüyordu.

İran'la 1955 Tarihli Dostluk Anlaşması (2018)

Trump yönetimi, Washington'un Tahran'la 1955'te imzaladığı 'Dostluk, Ekonomik Münasebetler ve Konsolosluk Hukuku' anlaşmasını iptal ettiğini açıkladı.

Bu hamle, Trump yönetiminin nükleer anlaşmadan çekilip yaptırımları yürürlüğe sokmasıyla ilgili Tahran'ın yaptığı başvuru hakkında Birleşmiş Milletler'e (BM) bağlı Lahey Uluslararası Adalet Divanı'nın kararını vermesinin hemen ardından geldi.

Aynı yıl Tahran, ABD'ye, İran Merkez Bankası'ndaki yaklaşık iki milyar dolarlık varlığa el koyması nedeniyle dava açtı.

Daha önce Lahey Mahkemesi, ABD'nin anlaşma şartlarına uymadığını ve İran'ın tazminat almaya hak kazandığını açıklamıştı.

UNESCO (2017)

ABD yönetimi, 2017 yılında İsrail karşıtı tutumu nedeniyle Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü'nden (UNESCO) çekileceğini duyurmuştu. 2018 yılında ABD, UNESCO'dan çekilme kararı aldığını bildirdi.

ABD Dışişleri Bakanlığı, konuyla ilgili yazılı açıklama yaparak, UNESCO'dan "İsrail karşıtı tutumu" ve "yapısal reform ihtiyacı" nedeniyle ayrıldığını belirtti. Bu adım, birçok ülke ve uluslararası örgütün ABD'yi yükümlülüklerini yerine getirmeyen bir ülke olarak görmesine yol açtı. Bu durum, küresel çapta Amerika'ya olan güveni azalttı.

Paris İklim Anlaşması (2017)

ABD'nin 2017'de Paris Anlaşması'ndan çekilmesi, Donald Trump yönetiminin en çok tartışılan kararlarından biriydi. Trump, Paris Anlaşması'nın ABD ekonomisine zarar vereceğini ve kömür, petrol ve gaz gibi sektörlerde iş kayıplarına yol açacağını savundu. Anlaşmanın diğer ülkelerin (Çin ve Hindistan gibi) yararına tasarlandığını ileri sürdü.

ABD, Trans Pasifik Ticaret Ortaklığı’ndan (TPP) Çıktı

ABD, Avrupa ile yürütülen Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) müzakerelerini askıya aldı.

Trump, seçim kampanyasında vaadettiği üzere, Asya-Pasifik bölgesinde toplam 12 ülkenin dahil olduğu TPP anlaşmasından ABD'nin çekilmesi için bir başkanlık emri imzaladı.

Ocak 2017'de Trump, TPP'in "Kötü bir anlaşma" olduğunu ifade ederek, ABD'nin TPP'den ayrılması konusunda, "Bunu uzun süredir konuşuyorduk. Az önce gerçekleştirdiğimiz icraat Amerikalı işçiler için önemli" ifadesini kullandı.

TPP anlaşması ABD'nin eski başkanı Barack Obama tarafından iki yıl boyunca müzakere edilmiş, ancak ABD Kongresi tarafından onaylanmamıştı.

Libya 2011

Libya ve Kaddafi'nin nükleer programı, ABD'nin güvenilmez olduğunu ortaya sergiledi. Muammer Kaddafi, nükleer programlarına olan ilgisi nedeniyle yoğun diplomatik baskı altındaydı ve kendisine ABD ve Batılı müttefikleri tarafından çok sayıda yaptırım uygulandı. Bir yandan yaptırımlar, diğer yandan diplomatik baskılar uyguladı ve aynı zamanda bu ülkenin adı terör eylemlerine destek veren ülkeler listesine eklendi.

ABD, zaman zaman Libya hava sahasını ihlal ederek, mümkün olan her şekilde hava saldırılarıyla Kaddafi'nin bulunduğu yeri hedef almayı amaçlıyordu. Libya'ya yönelik baskıların başladığı 1979 yılından, iki ülke arasında resmi görüşmelerin başladığı 2001 yılına kadar Libya çeşitli yaptırımlara tabi tutuldu. Batı ile Libya arasında ilk ön görüşmeler 2001 yılında başlamış, 2003 yılında ise ABD'nin Irak'la girdiği savaşın da etkisiyle görüşmeler daha ciddi bir boyuta taşınmıştır.

O dönem Kaddafi, Amerikalıların tüm taleplerini kabul etmişti. Libya'nın nükleer cihazlarını imha edip başka bir ülkeye taşıması sırasında Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) müfettişlerine tam ve sınırsız erişim hakkı tanımasını, aynı zamanda araştırma ve üretim de dahil olmak üzere tüm nükleer faaliyetleri durdurmasını talep etmişlerdi.

Nükleer programı nedeniyle baskı altında olan Libya, en sonunda Batı'ya nükleer programı konusunda bilgi vermek zorunda kalırken, ülkedeki El Kaide örgütü ile mücadelede Amerikalılarla tam işbirliği yapmak zorunda kaldı.

Amerika'nın tüm taleplerini yerine getiren Libya için bir dizi yaptırım kaldırıldı. Ancak CIA direktörü ve ABD'nin İsrail büyükelçisi, Libya'ya yönelik BM Güvenlik Konseyi yaptırımlarının kaldırılmasına şiddetle karşı çıktı ve bu ülkeye karşı her gün yeni suçlamalarda bulundu.

ABD ile yakınlaşmasından bir yıl sonra (2004) Libya, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması'nı imzaladı. Ardından ABD'li ve İngiliz müfettişler silahları imha etmek üzere ülkeye girdi. O dönemde Libya kaynaklarına göre, Batı tarafına ülkenin altyapısı, stratejik ve hassas noktalarına dair bilgilere erişim verildi. Bunun yerine İngiltere, 2006 yılında Libya ile "Ortak Barış ve Güvenlik Mektubu" adı altında bir askeri anlaşma imzaladı ve Libya'ya saldırı olması halinde İngiltere'nin Libya'ya destek vermeyi taahhüt etti.

Amerikalılar iyi niyetlerini kanıtlamak için Libya ile ekonomik ve tabii ki petrol işbirliği anlaşmaları imzaladılar. Ancak bu anlaşmalar henüz tam anlamıyla uygulanmamışken Batı'nın vaatlerini yerine getirmemesi başladı. Sadece beş yıl sonra, ABD, uzun zamandır müttefiki olan İngiltere ile birlikte, artan halk protestoları nedeniyle Libya'ya hava saldırısı başlattı! Daha önce Libya'ya başka bir ülkenin askeri saldırısı halinde ülkeyi savunacağını taahhüt eden İngiltere, koalisyon veya NATO güçleri adı altında Libya'ya düzenlenen saldırıya bizzat katılmıştı. İngiliz dış politika yetkilileri aynı zamanda daha da ileri giderek, kriz sürdüğü sürece Libya'da kalacaklarını açıkladılar. Kaddafi böylece her şeyini kaybetti.

Anti Balistik Füze Anlaşması (2002)

Washington yönetimi, Haziran 2002'de Anti Balistik Füze Anlaşması’ndan (ABM) çekildiğini Rusya’ya resmen bildirdi.

ABD'nin bu anlaşmadan çekilmesi, uluslararası diplomasi ve silah kontrolü alanında en çok tartışılan icraatlarından biri oldu. ABD ile Sovyetler Birliği arasında 1972 yılında imzalanan anlaşma, silahlanma yarışının tırmanmasını ve stratejik istikrara yönelik tehditleri önlemek amacıyla füze savunma sistemlerinin sınırlandırılmasını amaçlıyordu.

ABD, anlaşmanın füze savunma sistemlerinin geliştirilmesini engellediğini ve Kuzey Kore ve İran gibi ülkelerden gelebilecek füze tehditlerine karşı gerekli olduğunu ileri sürdü. ABD, Soğuk Savaş'tan sonra dünyanın değiştiğine ve farklı savunma tepkileri gerektiren yeni tehditlerin ortaya çıktığına inanıyordu.

Uluslararası hukuk açısından bakıldığında, ABD'nin Anti Balistik Füze Anlaşması'ndan çekilmesi, anlaşmanın kendi başına ihlali anlamına gelmiyordu; zira anlaşma, gönüllü çekilmeye olanak sağlayan bir mekanizmayı öngörüyordu. ABM Anlaşması'nın 15. maddesine göre, taraflardan her biri altı ay önceden bildirimde bulunmak suretiyle anlaşmadan çekilebiliyordu. ABD de bu süreci takip etti ve Aralık 2001'de anlaşmadan çekileceğini bildirdi.

Ancak bu girişim siyasi ve ahlaki açıdan işbirliği ruhunun ve stratejik istikrara olan bağlılığın ihlali olarak görüldü. Rusya dâhil pek çok ülke ve analist, bu hamleyi stratejik dengelere yönelik bir tehdit ve silahlanma yarışının tırmanması olarak değerlendirdi.

Kuzey Kore ile Nükleer Anlaşma (2002)

"Anlaşmalı Çerçeve" olarak bilinen nükleer anlaşma, 21 Ekim 1994'te dönemin ABD Başkanı Bill Clinton yönetimi ile Kuzey Kore arasında imzalandı. Bu anlaşma ABD Senatosu tarafından onaylanmadığı için bir antlaşma olarak değerlendirilmedi.

Bu belgenin imzalanmasının ardından ABD içinde belgeye karşı muhalefet başladı. "Anlaşmalı Çerçeve"yi  "haydut bir rejime" karşı bir taviz olarak gören hem Temsilciler Meclisi hem de Kongre, anlaşmanın uygulanmasını giderek zorlaştıran yasalar ve kararlar çıkarmaya başladılar. Pyongyang'a karşı toplam 52 yasa tasarısı sunuldu, bunlardan 52'si yasalaştı.

Kongre'nin kararları, Amerika'nın vaat edilen yakıtını teslim etme taahhüdünün sık sık gecikmelere yol açmasına neden olmuştu ve bu durum Kuzey Kore'yi öfkelendirmişti.

Ayrıca Bill Clinton yönetimi, Kuzey Kore'ye yönelik yaptırımların kaldırılması da dahil olmak üzere diğer taahhütlerini yerine getirme konusunda neredeyse hiçbir adım atmadı. Anlaşmalı Çerçeve hükümlerine göre ABD'nin Kuzey Kore'ye iki nükleer santral teslim etmesi gerektiriyordu, Clinton yönetiminin sonlarına doğru ilk santralin altyapısının betonu bile dökülmemişti.

2000 yılındaki seçim kampanyası sırasında George W. Bush, Kuzey Kore ile anlaşmayı iptal edeceğini vaad etti. İktidara geldiğinde, Clinton'ın Kuzey Kore'yi çökertmek için verdiği sözün henüz gerçekleşmemiş olması nedeniyle, Kuzey Kore'ye anlaşmadan çekilmesi yönünde baskı yapmaya çalıştı.

Birkaç ay sonra Bush, ABD istihbarat teşkilatlarının Kuzey Kore'nin gizli bir uranyum zenginleştirme programı yürüttüğünü ve bu nedenle nükleer anlaşmayı ihlal ettiğini gösteren kanıtlara sahip olduğunu duyurdu. Buna göre Washington'un bu anlaşmaya bağlı kalmayacağını duyurdu.

"Anlaşmalı Çerçeve" olarak bilinen nükleer anlaşma nihayet 2002 yılında çöktü.

 


tesnim

  Yemen Ensarullah Hareketi, ABD ile İngiltere'nin başkent San’a'ya düzenlediği hava saldırılarının karşılıksız kalmayacağını duyurdu.


Ensarullah’ın Siyasi Bürosundan yapılan yazılı açıklamada, ABD ve İngiltere'nin başkent San’a'daki yerleşim bölgelerini hedef almalarının hain bir saldırı ve tam teşekküllü bir savaş suçu olduğu belirtildi.

Açıklamada, sivillerin hedef alınmasının, kendisine karşı çıkan halklara ve ülkelere yönelik Amerikan terörizminin bir başka kanıtı olduğu belirtildi.

Saldırıların, Yemen'in Filistin halkına yönelik destekleyici tutumu dolayısıyla düzenlendiği aktarılan açıklamada, bu durumun Yemen'i Filistin'e destek vermekten ve Gazze'ye destek görevini yerine getirmekten alıkoymayacağına işaret edildi.

Açıklamada, bu saldırıların karşılıksız kalmayacağı ve Husilerin silahlı kuvvetlerinin tırmanışa tırmanışla karşılık vermeye hazır olduğu ifade edildi.

Ensarullah Hareketi Sözcüsü Muhammed Abdusselam da X platformundan yaptığı açıklamada, ABD'nin Yemen'e yönelik saldırılarının bağımsız bir devlete karşı açık bir saldırı olduğunu ve İsrail'in Gazze'ye yönelik haksız kuşatmasını sürdürmesini teşvik ettiğini belirtti.

Abdusselam, ABD Başkanı Donald Trump'ın Babu'l Mendeb Boğazı'nda uluslararası seyrüseferin tehdit altında olduğu yönündeki iddialarının uluslararası kamuoyunu yanıltıcı ve asılsız olduğunu vurguladı.

Abdusselam, Ensarullah’ın Gazze'ye destek amacıyla Kızıldeniz ve çevresinde ilan ettiği seyrüsefer yasağının, Filistin direnişi ile İsrail arasındaki ateşkes anlaşmasına uygun olarak Gazze halkına insani yardım ulaştırılıncaya kadar İsrail nakliyesiyle sınırlı olduğunu ve yasağın, arabuluculara dört günlük bir süre verilmesinin ardından geldiğini kaydetti.

Abdusselam, "Kızıldeniz'deki uluslararası seyrüsefer Yemen tarafından güvende kalacaktır ve Amerikan saldırıları Kızıldeniz'in militarizasyonuna geri dönüştür ve bölgedeki uluslararası seyrüsefer için gerçek tehdit budur." ifadesini kullandı.

 

ABD’den Yemen’e Hava Saldırısı
 
 Yemen Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, ABD'nin Yemen'in San’a şehrine düzenlendiği saldırılarda en az dokuz sivilin yaşamını yitirdiği, dokuz kişinin de yaralandığı bildirildi.
Yemen Sağlık Bakanlığı Sözcüsü Anis al-Asbahi, “ABD'nin başkent Sana'daki sivil hedeflere yönelik bir dizi hava saldırısında dokuz sivil öldü ve dokuz sivil yaralandı” şeklinde açıklamada bulundu.

Daha önce Al Hadath TV kanalı San’a’nın yoğun füze saldırılarına maruz kaldığını bildirmişti.

 

Teröristlerin ittifakı Suriye’yi işgale hazırlıyor…HTŞ ile YPG/SDG terör örgütleri sözde liderleri Colani ile Mazlum Abdi arasında yapılan anlaşmanın nihai hedefi vadedilmiş topraklar (Arz-ı mev'ud)!


Teröristlerin ittifakı Suriye’yi işgale hazırlıyor…HTŞ ile YPG/SDG terör örgütleri sözde liderleri Colani ile Mazlum Abdi arasında yapılan anlaşmanın nihai hedefi vadedilmiş topraklar (Arz-ı mev'ud)! Anlaşma göstermelik bir 'cambaza bak cambaza!" gösterisi mi?

Anlaşma şöyle algılandı;

"Bakın gördünüz mü, Suriye’de YPG/SDG Bölgesi diye bir durum artık söz konusu değil! YPG ve SDG tamamıyla Suriye yönetiminin emrine geçti!"

Algı böyle de gerçek böyle mi, peki?

Bunun cevabı anlaşmanın 4. maddesinde gizli ve saklı!

Ne diyor 4. madde? Bakalım;

"Madde 4) Suriye’nin kuzeydoğusundaki tüm sivil ve askeri kurumların, sınır kapıları, havaalanları, petrol ve gaz sahaları da dahil olmak üzere, devlet yönetimine entegrasyonu."

Bu maddeye baktığımızda sanki;

-Sanki, Suriye’nin kuzeydoğusundaki tüm sivil ve askeri kurumlar Suriye yönetimine girdi gibi bir algı var!

-Sanki, Suriye’nin kuzeydoğusundaki sınır kapıları Suriye yönetimine girdi gibi bir algı var!

-Sanki, Suriye’nin kuzeydoğusundaki havaalanları Suriye yönetimine girdi gibi bir algı var!

-Sanki, Suriye’nin kuzeydoğusundaki petrol ve gaz sahaları Suriye yönetimine girdi gibi bir algı var!

Bunların hiçbiri doğru değil!

Sadece göstermelik bir 'cambaza bak cambaza!" gösterisi yapılmakta...

4. maddedeki en kritik kavram " entegrasyon" kavramıdır!

Anlaşma şunu söylemiyor; Suriye’nin kuzeydoğusundaki tüm sivil ve askeri kurumların, sınır kapıları, havaalanları, petrol ve gaz sahaları da dahil olmak üzere, devlet yönetimine teslim edilmiştir!"

"Entegrasyonu yapılacaktır!" deniliyor!

Entegrasyonun ne anlama geldiğine bakacak olursak;

Entegrasyon kavramı,Türk Dil Kurumuna göre, "uyum ve bir araya gelebilme", bütünleşme olarak açıklanmaktadır.

Yani bir nevi Kuzey Irak'tan sonra Suriye'de de yeni bir Kürt Yönetimi yapılandırılmak istenmektedir...

Bundan sonraki hedefin ise Siyonizm'in bir amacı olan Vadedilmiş Topraklar (Arz-ı Mev'ud) olduğu dile getiriliyor...

Bu arada yeni görenler için o 8 maddeyi de burada zikredelim;

Tüm Suriyelilerin, dini veya etnik kökenlerine bakılmaksızın, liyakat temelinde temsil edilme ve siyasi katılım haklarını güvence altına almak.
 Kürt topluluğunu, Suriye'nin ayrılmaz bir parçası olarak tanımak ve anayasal haklarını garanti altına almak.
Tüm Suriye topraklarında ateşkes sağlanması.
 Suriye’nin kuzeydoğusundaki tüm sivil ve askeri kurumların, sınır kapıları, havaalanları, petrol ve gaz sahaları da dahil olmak üzere, devlet yönetimine entegrasyonu.
Tüm yerinden edilmiş Suriyelilerin, devlet koruması altında kendi memleketlerine geri dönmelerinin sağlanması.
Suriye’nin, Esad’ın artıkları ve güvenlik ile birliğine yönelik tüm tehditlere karşı mücadeleye destek verilmesi.
Bölünme çağrılarını, nefret söylemlerini ve anlaşmazlık çıkarma girişimlerini reddetmek.
Anlaşmanın uygulanması için komiteler, yıl sonuna kadar çalışarak anlaşmayı hayata geçirecek.
Miiligazete

 Lübnan'ın El Benna gazetesi, Avrupa İnsan Hakları Örgütleri’nden naklen şu açıklamalarda bulundu: ‘Suriye'nin kıyı kesimindeki katliamlarda hayatını kaybedenlerin sayısını kaydetmeye devam ediyoruz ve bu sayı 10 bin kişiye ulaştı!’ Daha önce ölü sayısı en fazla 2 bin kişi olarak açıklanmıştı!
Merkezi gücünü kaybeden ve çıkarları çatışan dış güçlerin nüfuz alanına giren bir ülkenin yeniden huzura kavuşması zor olacaktır.

Aralık ayı başlarında, Tahrir-i Şam Cephesi liderliğindeki teröristlerin, ABD, İsrail rejimi, Türkiye, Katar ve diğerlerinin doğrudan ve dolaylı desteğiyle Şam'a doğru ilerlediği söylendiğinde, bazıları tek meselenin Beşşar Esad’ı devirmek ve yerine bir kukla getirmek olduğunu düşünüyordu. Ancak durumu daha derinlemesine kavrayanlar, Suriye'yi ele geçirmek üzere olan teröristlerin siyah dosyasının yarattığı kaygının yanı sıra, Suriye topraklarını kendi savaş alanına çevirecek olan yabancıların çıkar çatışmasından da kaygı duyuyorlardı, bu meydanda Suriye halkının canı, malı ve hayatının bir önemi yok.

Suriye'yi yöneten teröristlerin ülkenin kıyı kesiminde gerçekleştirdiği katliamda ne yaşandığı henüz bilinmezken, ölü sayısı artmaya devam ediyor. Ebu Muhammed el-Culani liderliğindeki Şam yönetim koluna bağlı bazı unsurlar, ülkenin eski rejimiyle bağlantılı kişileri takip etme bahanesiyle perşembe gününden bu yana Suriye'nin batısındaki kıyı bölgesinde Alevileri öldürüp katlediyor.

Fransa Parlamentosu'na bağlı bir insan hakları örgütü, Suriye'deki katliamlarda hayatını kaybedenlerin sayısının 10 bine yakın olduğunu açıkladı. . Lübnan’ın el-Benna Gazetesi konuyla ilgili olarak şunları yazdı: ‘Bu insan hakları örgütünün raporu Avrupa'nın tavrındaki değişikliğin ardından geldi. Çünkü Avrupa'nın açıklaması artık yaşananları Beşşar Esad rejiminin kalıntılarının güvenlik güçlerine yönelik bir saldırısı olarak görmüyor ve bunlardan, güvenlik güçlerinin sivillere karşı soğukkanlılıkla gerçekleştirdiği, yarısından fazlasının kadın, çocuk ve yaşlılardan oluştuğu katliamlar olarak bahsediyor.

Bu raporda ayrıca şu ifadeler yer aldı: ‘Amerika’nın açıklamaları Avrupa’nın açıklamalarından daha çok gerçeği yansıtıyordu. Çünkü Avrupa'nın açıklamaları, Suriye’deki yeni rejimi ve Katar ve Türkiye gibi destekçilerini destekleyerek Suriye'de nüfuz sahibi olma yanılgısına kapılmak pahasına aceleci bir açıklama olmaya mahkûmdur.

Bu rapor aynı zamanda, Avrupalıların Amerikalılara kıyasla terör örgütlerinin paralarını aklama olasılıklarının daha yüksek olduğunu gösteriyor. Öte yandan, Suriye İnsan Hakları Gözlemevi adlı kuruluş, daha önce Şam rejimine bağlı güvenlik unsurlarının Suriye'nin kıyı kesimine düzenlediği saldırıda son sivil kayıplarını açıklamış, Suriye'nin batısında düzenlenen saldırılarda 1383 sivilin öldürüldüğünü bildirmişti ancak gerçek rakam bu sayıdan çok yüksek gibi görünüyor.

Kapsamlı Yangınlar
Haber kaynakları Suriye'nin Lazkiye kırsalında yangın çıktığını bildirdi. Lazkiye ilinde Colani güçlerinin gerçekleştirdiği kanlı katliamın üzerinden birkaç gün geçtikten sonra, haber kaynakları Lazkiye kırsalının çeşitli bölgelerinde yangın çıktığını bildirdi.

Yerel kaynaklar Cuma günü yangınların birçok bölgede çıktığını ancak yangının çıkış sebebinin hava koşulları olmadığını söyledi. Çünkü bu dönemde hava sıcaklığı yangına sebep olacak kadar yüksek olmuyor. Bu kaynaklar, el-Karada’nın dış kesimlerinde yangın çıktığını ve yangının kasıtlı olarak çıkarıldığını söyledi. Ancak faillerin kimliği bilinmiyor. Daha önce teröristlerin korkudan ormana sığınan halkı tuzağa düşürmek amacıyla bölgedeki ormanları ateşe verdiği bildirilmişti.

Güvenlik Konseyi Şiddet Eylemlerini Kınadı
Teröristlerin işlediği katliamlar ve Suriye’yi kan gölüne çevirmeleri herkesin sesini yükseltti. Reuters, Güvenlik Konseyi'nin, Suriye'nin kıyı bölgelerindeki şiddet eylemlerini sert bir dille kınayan ve Şam'daki geçici hükümet yetkililerini, ırk veya dinlerine bakılmaksızın tüm Suriyelileri korumaya çağıran bir bildiriyi kabul ettiğini bildirdi.

Reuters, bazı diplomatlardan naklen şu açıklamalarda bulundu: “Bu açıklama Güvenlik Konseyi tarafından Cuma günü resmen oybirliğiyle onaylandı.”

Apartheid Rejimi İsrail’in İşgali Ve Saldırıları Devam Ediyor
Öte yandan Suriye kaynakları, işgalci Siyonistlerin güney Suriye'deki Kuneytra ilinde askeri hareketliliğinin sürdüğünü bildirdi. Suriye'deki yerel kaynaklar, İsrail güçlerinin sondaj çalışmalarının yürütüldüğü Cabba kasabası çevresine sızdığını bildirdi. İşgalci İsrail ordusuna ait araçların, Suriye'nin güneyinde bulunan Kuneytra kentine bağlı Ayn el-Nuriye köyü ve Kom Muharis beldesi civarına girdiği bildirildi. İşgalci rejime ait araçların Kuneytra kırsalına sızması, işgalci ordunun yoğun saldırıları eşliğinde gerçekleşti. İsrail'in bugüne kadar Suriye'de işgal ettiği alanın, Gazze, Batı Şeria ve Lübnan'da işgal ettiği topraklardan daha büyük olduğu söyleniyor. Medyada ayrıca İsrail hava kuvvetlerinin Şam'daki bir binaya saldırı düzenlediği bildirildi.

Reuters haber ajansı, Suriyeli bir güvenlik kaynağından naklen şu açıklamalarda bulundu: ‘İsrail’in Şam Tepelerindeki saldırısında Filistinli bir şahıs hedef alındı.’ Ancak saatler sonra Filistin İslami Cihat Hareketi, Şam'daki karargâhının hedef alındığı iddiasını yalanladı.

ABD, Türkiye Ve... Teröristleri Aklamaya Devam Ediyor
Amerika, fiili bir adımda daha bulunarak Şam'daki terörist yöneticileri bir kez daha meşrulaştırdı. Reuters'a konuşan konuya yakın üç kaynağın verdiği bilgiye göre Katar, Suriye'nin elektrik sıkıntısını hafifletmek için Ürdün üzerinden Suriye'ye doğalgaz tedarik etmeye hazırlanıyor. Washington, bu hamlenin ardından Katar'a ABD'nin Sezar Yasası kapsamındaki yaptırımlarından muafiyet tanıdı.

Aynı zamanda geçici Suriye Devlet Başkanı da aralarında Dışişleri ve Savunma Bakanları ile MİT Başkanı'nın da bulunduğu Türkiye’den bir heyeti ağırlayarak, Türkiye'nin de teröristleri meşru yönetici olarak tanıtma yolunda ilerlemesini sağladı. Bu arada Avrupa Parlamentosu, Suriye'deki eski rejim tarafından dondurulan varlıkların yeni yönetim tarafından siyasi geçiş ve yeniden yapılanma sürecini desteklemek amacıyla kullanılmasına olanak tanıyan bir yasayı kabul etti. Avrupa Parlamentosu, AB ve üye ülkelerine Suriye'ye yönelik insani yardım çalışmalarını sürdürmeleri çağrısında bulunarak, 5,5 milyon Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapan komşu ülkelere mali destek çağrısında bulundu. Elbette Suriye'ye ulaşan paranın ne kadarının özellikle azınlıklara yönelik baskı ve öldürme faaliyetlerinde kullanıldığı tam olarak bilinmiyor.

İsrail'in eski Askeri İstihbarat Dairesi Başkanı Tamir Hayman, Suriye'de HTŞ militanları tarafından gerçekleştirilen katliamlara değerlendirerek, ülkedeki 'güç mücadelesi' ve 'kaosun' İsrail'in çıkarına olduğunu söyledi.


İsrail'in eski Askeri İstihbarat Dairesi Başkanı, Suriye'de Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) militanları tarafından gerçekleştirilen Alevi katliamları, güç mücadelesi" olarak değerlendirerek desteklediğini açıkladı ve bu "kaosun" Tel Aviv rejiminin çıkarına olduğunu belirtti.

YDH'de yer alan habere göre Hayman, İsrail Ordu Radyosu'na verdiği mülakatta, "Suriye'deki kaos faydalı. Bırakın birbirleriyle savaşsınlar. Ancak İsrail bu konuda sessiz kalmalı ve herhangi bir kamuoyu açıklaması yapmamalı. Sakin bir şekilde hareket etmeli," dedi.

Aynı zamanda Ulusal Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü'nün yöneticisi olan Hayman, Suriye'deki farklı gruplar arasındaki çatışmanın faydalarını kabul ederken, İsrail'in düşük profilli kalması ve sessizliğini koruması gerektiğini vurguladı.

Hayman, "Tüm taraflara zafer diliyoruz, ancak bir şeyler yapsak da sessizce yapmalı ve hakkında konuşmamalıyız," diye ekledi.

Hayman, Suriye'de kısa vadede bir güç mücadelesi yaşanıyor gibi görünse de, yeni HTŞ rejiminin yetkisini genişletme çabaları gösterdiğini belirtti.

Hayman, "Herkes birbiriyle savaşıyor. İlk gün Kürtlerle anlaşma, ikinci gün Alevilere karşı katliam ve üçüncü gün Dürzilere yönelik tehdit... Tüm bu kaosun yanı sıra İsrail'in güneye yönelik saldırısı... Tüm bu kaos bir nebze İsrail için iyi," ifadelerini kullandı.

Suriye İnsan Hakları Gözlemevi'nin aktardığına göre, Suriye'nin batı kıyı bölgesindeki Alevi katliamlarında en az 1383 sivil hayatını kaybetti.

 



Imam Hameneyi Iranli ogrencilerle bir araye gelip ve onlartin sozlerini dinledikten sinra onemli guncel noktalara degindi:

Amerika ile müzakere

Amerika ile yaşanan son mesele ve bu müzakere çağrıları falan hakkında. Birincisi, ABD Başkanı İran'la müzakereye hazırız diyor ve müzakere çağrısında bulunuyor, bir mektup gönderdiğini iddia ediyor -ki bu mektup bize ulaşmadı tabii; Yani bana ulaşmadı, bence bu dünya kamuoyunun bir aldatmacası; Yani biz müzakereye hazırız, müzakere etmek istiyoruz, barış istiyoruz, kavga olmamalı, İran müzakereye yanaşmıyor. Peki İran neden müzakereye yanaşmıyor? Kendine gel. Yıllarca oturup müzakere ettik ve aynı kişi tamamlanmış, imzalanmış müzakereyi masadan kaldırıp yırttı; (15) Bu kişiyle nasıl müzakere edersiniz?

 

ABD yaptırımlarına gelince -ki 1990'lı yıllardaki JCPOA müzakerelerimizin başından beri amacı yaptırımların kaldırılmasıydı- şükür ki dünyada yaptırımlar giderek etkisini kaybediyor. Yaptırımlar devam ettikçe etkilerini giderek kaybediyorlar. Bunu kendileri de itiraf ediyorlar; Yani yaptırım uygulanan ülkenin, yaptırımları etkisizleştirmenin ve yaptırımları etkisizleştirmenin yollarını kademeli olarak bulabileceğini kendileri de itiraf ediyorlar. Biz bu yolların çoğunu bulduk, yaptırımları etkisiz hale getirdik.

Nükleer silahlar konusunda 

sürekli olarak İran'ın nükleer silah edinmesine izin vermeyeceğiz- eğer biz nükleer silah yapmak isteseydik Amerika bizi durduramazdı. Nükleer silahlarımız olmamasının ve nükleer silah edinmeye çalışmamamızın sebebi, daha önce açıkladığımız ve tartıştığımız sebeplerden dolayı, bizlerin bunları istememesidir. Biz bunu kendimiz istemedik; Yoksa istesek de bizi durduramazlar.

Amerika tehdidi

Bir sonraki nokta: Amerika militarizasyon tehdidinde bulunuyor! Bu tehdit bana pek akıllıca görünmüyor; Yani savaş, savaş çıkarmak, zarar vermek tek taraflı değildir. İran karşılık verme kapasitesine sahiptir ve mutlaka karşılık verecektir. Hatta Amerikalılar ve onların ajanları yanlış bir hareket yaparsa bundan en çok zarar görecek olanların kendileri olacağına inanıyorum. Elbette savaş iyi bir şey değil, savaş aramıyoruz ama birileri harekete geçerse cevabımız kesin ve kararlı olacaktır.

Filistin direnişini ve Lübnan direnişini tüm gücümüzle destekleyeceğiz

Düşmanın beklentilerinin aksine Filistin ve Lübnan direnişi çökmedi, aksine daha da güçlendi ve daha da motive oldu. Bu tanıklıklar onlara insani açıdan zarar verdi ama motivasyonel açıdan onları güçlendirdi. Görüyorsunuz, Seyyid Hasan Nasrallah (Allah ondan razı olsun) gibi biri kayboluyor, bu kalabalığın arasından uçup gidiyor, yeri boş kalıyor ve aynı zamanda, şehadetini takip eden günlerde, Hizbullah'ın Siyonist rejime karşı yürüttüğü hareket, önceki hareketlerinden daha güçlü oluyor. Filistin direnişinde Haniyeh gibi biri, Sinwar gibi biri, Deif gibi biri bunların arasında olacak. Aynı zamanda Siyonist rejimin, destekçilerinin ve Amerika'nın ısrar ettiği bir müzakerede, karşı tarafa kendi koşullarını dayatabilirler. Bu da motivasyonların güçlendiğini gösteriyor.

 

Filistin direnişini ve Lübnan direnişini tüm gücümüzle destekleyeceğiz. Bu durum ülkenin yetkilileri arasında yaygın bir durumdur. Hükümet, Sayın Cumhurbaşkanlığı ve diğerleri bu konularda hemfikirse, bir sorun yoktur. Ve inşallah İran milleti geçmişte olduğu gibi gelecekte de dünyada zorbalığa karşı direnişin bayraktarı olarak tanınacaktır.

 

 

 Middle East Monitor’da çıkan bir makale çağımızın iki tartışmalı düşünürünün tezlerini Suriye üzerinden değerlendiriyor. Çok tartışılan hatta bir ölçüde önemini yitirdiği öne sürülen bu iki fikir, Suriye örneğinde tekrar gündeme mi geliyor? Dergi 2009 yılının ortalarında ortaya çıkan, kâr amacı gütmeyen bir medya takip kuruluşu ve lobi grubudur. Büyük ölçüde İsrail-Filistin çatışmasına odaklanmakla birlikte Orta Doğu'daki diğer konular hakkında da yazmaktadır. Katar tarafından finanse edildiğinin de altını çizelim. MEMO'nun direktörü, Britanya Müslüman Konseyinin eski Genel Sekreter Yardımcısı ve Britanya Müslüman İnisiyatifinin şu anki direktörü Daud Abdullah'tır. Makalenin yazarı Ömer Ahmed , Londra Üniversitesi Birkbeck'ten Uluslararası Güvenlik ve Küresel Yönetim alanında Yüksek Lisans derecesine sahip Orta Doğu uzmanı bir yazar ve kaleme aldığı yazısının özeti şöyle:


Yeniden Gündem Oldu

Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana, iki büyük teori küresel politik evrim tartışmalarını şekillendirdi: Samuel Huntington'ın Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Yapılanması ve eski öğrencisi Francis Fukuyama'nın Tarihin Sonu ve Son İnsan. Ancak her ikisi de yıllar boyunca önemli eleştirilerle karşı karşıya kaldı. Soğuk Savaş sonrası çatışmaların öncelikle kültürel ve dini bölünmeler tarafından şekillendirileceğini varsayan Huntington'ın tezi, medeniyetleri katı, monolitik varlıklara indirgeyen aşırı basitleştirici olarak alay konusu oldu. Bu arada, Fukuyama'nın liberal demokrasi ve serbest piyasa kapitalizminin insan yönetimi için nihai, evrensel modeli temsil ettiği yönündeki kendinden emin iddiası, özellikle Çin ve Rusya'da otoriterliğin ve alternatif ekonomik modellerin devam etmesiyle giderek daha fazla sorgulanıyor. Ancak, görünürdeki eksikliklerine rağmen, her iki çerçeve de eski isyancı, geçici Devlet Başkanı ColaniAhmed El-Şara) liderliğindeki Esad sonrası Suriye örneğinde yenilenmiş bir alaka buluyor.

Özünde İslamcı Bir Hükümet Daha

Suriye İç Savaşı'nın mezhepsel, politik ve jeopolitik olmak üzere birden fazla boyutu olmasına rağmen, çözümü geleneksel sınıflandırmalara meydan okuyan bir hükümetin ortaya çıkmasına neden oldu. İran'ın 1979 İslam Devrimi'nden ve Taliban'ın 2021'de Afganistan'ı ikinci kez ele geçirmesinden bu yana ilk kez, bölgede özünde İslamcı bir hükümet ortaya çıktı. Ancak özellikle Taliban ile farklılıkları olduğunu belirten mesajını hemen vermeye özen gösterdi.

Huffington’nun Kimlik Odaklı Siyaseti Mi Geldi?

Colani, El Kaide geçmişini de kabul etti ve şimdi onlarca yıllık Baas laikliğini geride bırakıp İslami ilkelere dayalı yönetime geçen bir devleti yönetiyor. Bu gidişat, Huntington'ın öngördüğü kimlik odaklı siyasi yeniden yapılanma türünü örneklediği için dikkat çekicidir. Ancak, önemli uyarılarla birlikte. Huntington, Soğuk Savaş sonrası dünyanın öncelikle medeniyetler arası çatışmalarla, özellikle İslam dünyası ile Batı arasında, tanımlanacağını ileri sürmüştür. Eleştirmenler uzun zamandır bu çerçevenin medeniyet içi çatışmaları ve kültürel kimliklerin akışkanlığını göz ardı ettiğini belirtmişlerdir. Suriye'nin durumu bu karmaşıklıkları göstermektedir.

Nedir bu karmaşık durum? Esad sonrası hükümet Batı (veya İsrail) ile doğrudan bir çatışmaya girmedi, bunun yerine pragmatik bir angajman aradı. Dahası, tek tip bir "İslam medeniyeti" kavramı, İran, Suudi Arabistan veya Taliban'ın Afganistan'ından belirgin şekilde farklı olan Suriye'nin siyasi yörüngesi tarafından sorgulanıyor.

Fukuyamaya’da Göz Kırptılar

Aynı zamanda Suriye, Fukuyama'nın serbest piyasa kapitalizmi vizyonunun unsurlarını da benimsiyor. Onlarca yıllık ekonomik durgunluğun ardından, Colani hükümeti, neoliberal ekonomik politikalara doğru bir kayma sinyali verdi. Son hamleler arasında kilit sektörlerin özelleştirilmesi, yabancı yatırımların cezbedilmesi ve küresel ekonomiye yeniden entegrasyon arayışı yer alıyor.

Laik Olmayan Liberalleşme

Fukuyama'nın ekonomik liberalleşmenin tüm toplumlar için doğal bir son nokta olduğuna dair kesin inancıyla örtüşüyor. Ancak başlangıçta öngördüğü gibi, bunlar mutlaka liberal demokrasiye yol açmıyor. Suriye, kendisinden önce Çin gibi, piyasa liberalleşmesinin otoriter veya laik olmayan yönetimle bir arada var olabileceğini gösteriyor. Fukuyama ayrıca, "Ekonomik liberalleşme mutlaka demokrasiye yol açmaz, ancak siyasi değişimin daha olası hale geldiği koşulları yaratır" gözleminde bulundu. Bu bakış açısı, demokrasi hala uzak olsa bile, serbest piyasa politikalarının benimsenmesinin sonunda, yeni siyasi dinamikler yaratabileceği Suriye için, doğrudan geçerlidir.

'Kapitalizm Demokrasi İle Uzlaşmak Zorunda Değil' İddiası

Suriye'nin ötesinde, hem Huntington'ın hem de Fukuyama'nın teorilerini karmaşıklaştıran dikkate değer vakalar var. Çin, Batı'nın ekonomik hakimiyetine meydan okumasına izin veren bir devlet kontrollü kapitalizm biçimini benimserken, liberal demokrasiyi reddetti. Rusya da, küresel finans sisteminin unsurlarını bünyesine katarken, güçlü bir merkezi devleti korudu. İslam dünyasında bile ekonomik liberalleşme, çeşitli biçimler aldı. Örneğin, Suudi Arabistan'ın Vizyon 2030'u, otoriter bir monarşiyi korurken, krallığın ekonomisini çeşitlendirmek adına bu adımı attı.

Dini Kimlik İle Yönetilir, Neoliberal Ekonomi Uygulanır

Suriye örneği, Huntington'ın iddia ettiği gibi kültürel ve dini kimliğin yönetimde belirleyici bir rol oynayıp oynamadığı sorusunu yeniden canlandırırken, aynı zamanda, Fukuyama'nın ekonomik öngörülerinin unsurlarını da doğruluyorlar. Politika yapıcılar ve analistler için Suriye vakası önemli dersler sunuyor. Birincisi, laikliğin ekonomik modernleşmenin ön koşulu olduğu varsayımına meydan okuyor. Ayrıca, piyasa odaklı ekonomilere doğası gereği karşı olmayan, İslamcı hareketlerin uyarlanabilirliğini de vurguluyor.

ColaniTürkiye Örneğini Mi Seçti; Siyasal İslam Serbest Piyasa Kapitalizmi Uyumu

Suriye’deki yeni yapı, Soğuk Savaş sonrası jeopolitiği şekillendiren baskın anlatıların yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılıyor. Colani yönetimindeki Suriye, ne Huntington'ın medeniyet çatışmalarının doğrudan bir onayı ne de Fukuyama'nın liberal demokratik idealinin tam bir onayıdır.

Bunun yerine, ideolojik sınırların giderek daha akışkan olduğu bir dünyada, yönetimin evrimleşen doğasını yansıtan, bir melez modeli temsil ediyor. Suriye'de siyasi İslam ile serbest piyasa kapitalizmi arasındaki etkileşim, izlenmesi gereken önemli bir gelişme olacak. Şu anda Şam'da önemli bir etkiye sahip olan Türkiye'de olduğu gibi, bu dinamik, Orta Doğu'da yönetimin geleceğinde daha geniş bir eğilime işaret ediyor olabilir/oda

İran İslam devrim Lideri Imam Hamanei, yetkililerle yaptığı görüşmesinde bazı zorba hükümetlerin müzakere ısrarının, sorunları çözmek için değil kendi beklentilerini dayatmak ve tahakküm altına almak için olduğunu belirtti.


İslam Devrim Lideri Seyyid Ali Hamanei, bazı üst düzey askeri ve hükümet yetkilileri ve çeşitli kurum müdürleriyle gerçekleştirdiği toplantıda önemli konulara değindi.

Devrim Lideri: ‘Çeşitli siyasi, ekonomik ve diğer meselelerimizde Batı'nın maddiyatçı medeniyet temellerini takip edemeyiz. Batı medeniyetinin de elbette bazı meziyetleri var bunda şüphe yok. Dünyanın neresinde olursa olsun, Batı'da, Doğu'da, yakın veya uzak, nerede bir meziyet varsa ondan istifade etmeyi öğrenmeliyiz. Bunda hiçbir şüphe yoktur. Ama biz o medeniyetin temellerine güvenemeyiz; o medeniyetin temelleri sahte temellerdir. İslami esaslara aykırıdır. O medeniyetin değerleri farklı değerlerdir. Görüyorsunuz, hem hukuki olarak, hem sosyal olarak, hem de medyada, sizin, Müslüman olarak düşünmeye bile utanacağınız şeyleri kolaylıkla başarıyorlar. Dolayısıyla ‘Allah’ı unutup da Allah’ın da kendilerini unutturduğu’ ayetinin muhatabı kimselerden olmamalıyız’ ifadelerini kullandı.

Batı'daki çifte standartlar gerçekten de Batı medeniyeti için bir utançtır’ diyen Devrim Lideri Hamanei şöyle devam etti: Bu iddialar onlar için utanç verici. Medya, bilgi alma özgürlüğü olduğunu iddia ediyorlar. Gerçekten böyle mi? Batı'da artık bilginin serbest dolaşımı mümkün mü? Batı medya aleminde Hacı Kasım'ın, Seyyid Hasan Nasrallah'ın veya şehit Heniye'nin adını anabilir misiniz? Filistin'de, Lübnan'da vs. işlenen suçlara itiraz edebilir misiniz? Hitler Almanyası'nın Yahudilere karşı işlediği iddia edilen vahşeti inkar edebilir misiniz? İşte onların haber alma ve haberleşme özgürlüğü bu ! Bu medeniyet bugün aslında kendi iç yüzünü ortaya koymuş durumda.

Devrim Lideri şunları vurguladı: ‘Bazı zorba hükümetlerin müzakere ısrarı, sorunları çözmek için değil, kendi beklentilerini dayatmak ve tahakküm altına almak içindir. İran İslam Cumhuriyeti kesinlikle onların beklentilerini kabul etmeyecektir’ vurgusunda bulundu.

İslam İnkılabı Lideri şunları belirtti: Şimdi o üç Avrupa ülkesi de açıklama yapıyor, İran'ın KOEP’teki nükleer taahhütlerini yerine getirmediğini duyuruyor! Bu taraftan biri onlara ‘siz yerine getirdiniz mi?’ diye sorsa! İran'ın KOEP’teki taahhütlerini yerine getirmediğini söylüyorsunuz, peki siz KOEP’teki taahhütlerinizi yerine getirdiniz mi? İlk günden itibaren harekete geçmediniz! Amerika gittikten sonra bunu bir şekilde telafi edeceğinizi söylediniz çünkü söz vermiştiniz ve başka bir şey söylediniz ve bu kez bu sözü bozdunuz.

‘Utanmazlığın da bir sınırı olmalı tabi!’ diyen Devrim Lideri Seyyid Ali Hamanei şunları vurguladı: ‘Kendileri sözünü tutmazken sonra dönüp karşı tarafa neden sözünüzü yerine getirmediniz diyorlar! Hükümet, zamanın hükümeti bir sene tahammül etti, sonra Meclis devreye girdi. Durumu gördüler ve bir karar çıkardılar, başka bir yol kalmamıştı. Şimdi de aynı, zorbalık ve baskı karşısında başka bir yol yok.’(Ajanslar)

Azerbaycan'a ait petrol şirketi SOCAR'ın, Siyonist İsrail'de gaz arama çalışmalarına katılacağı açıklandı.


Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi'nin (SOCAR) İsrail'in Akdeniz'deki münhasır ekonomik bölgesindeki Blok 1'de gaz aramak için British Petroleum (BP) ve İsrailli iş insanı Yitzhak Tshuva'ya ait NewMed Energy ile bir konsorsiyumda operatör olarak yer alacağı açıklandı.

İsrail'de yayın yapan Globes ekonomi gazetesi, Azerbaycan'a ait petrol şirketi SOCAR'ın İsrail sahanlığında gaz arama çalışmalarına katılacağını öne sürdü.

Globes, SOCAR'ın bir süre önce İsrail Enerji Bakanlığı ile İsrail'in Akdeniz'deki münhasır ekonomik bölgesindeki Blok 1'de gaz araması için bir sözleşme imzalamaya hazırlanan uluslararası bir konsorsiyuma katıldığını kaleme aldı.

Şubat 2025 başında SOCAR'ın İsrail'in Tamar gaz sahasındaki yüzde 10'luk hissesi işadamı Aaron Frenkel'den satın alınmış ve böylece SOCAR, İsrail şirketi olan New Med ve BP'nin de dahil olduğu bir konsorsiyumun parçası olmuştu.

Söz konusu bu arama faaliyetlerinin daha önce yapılmasının planlandığı ifade edilirken bölgedeki istikrarsız durum sebebiyle ertelendiği dile getirildi.