کارگر

کارگر

Seyyid Hasan Nasrullah :İran ve Lübnan Siyonist Rejim’in her türlü saldırısına hazırlıklıdırlar cevap vermekte gecikmeyecekler.

İsrail’in her noktası bizim füzelerimizin menzillerindedir. Askerlerimize “El-Celil’e girmeye hazır olun” emrini verdik.

Siyonist Rejim mutlak bir şerdir.

İlk etapta füzelerin yerini bulup bombalamak ve ardından savaşmak istiyor. Ama füzelerimiz onların ilk hamlesinde hareket etmek üzere ayarlandı. Yani ilk hamlelerinde füzelerimiz milyonlarca siyonisti cehenneme gönderebilir.

Bizim kimyasal silahımız yok. Zaten ihtiyacımız da yok.dinimiz de bu silahları kullanmaya izin vermiyor.

Siyonist rejim şunu iyi bil sin ki; saldırırsa savunmakla yetinmeyeceğiz!

Nasrullah Suriye hakkında şöyle dedi:

Suriye olayı diğer Arap ülkelerinden farklıdır. Olayların yaşandığı ilk hafta Suriye’ye gidip, Beşar Esad ile görüştüm. Eleştirileri kabul edip, değişmeye ve muhaliflerle konuşup uzlaşmaya hazır olduğunu söyledi. Uzlaşmaya yanaşmayan muhaliflerdi.

Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah'ın bugün yaptığı konuşmasından(Suriye ile alakalı) bazı satır başları 

*) Öncelikle Hizbullah ve İran; Suriye'de reformların yapılmasına destek vermektedir. Beşar Esad ve Suriye hükümeti bunu kabul etti, Fakat Muhalifler bunu kabul etmeyerek terör olaylarına yöneldiler,bu doğru değildir !

*) Suriyeli muhalifler terör olayları ile yıkım ve savaşı seçtiler.

*) Reform konusunda Beşar Esad bizzat isteklidir; fakat muhatap bulamamaktadır.

*) Suriye Devleti Anti emperyalisttir, yıllar boyu bunu kanıtladılar! Tunus, Mısır, Bahreyn Devrimleri halk yanlısıdır. Amerika ve İsrail'e karşıdır. Halkın desteğini almış devrimlerdir. Suriye ile bu devrimleri aynı kefeye koyamayız, Suriye farklıdır.

*) Suriye'ye para ve Asker gönderdiğim konuları asparagastır, Hizbullah Suriye'de diyalogtan başka bir çözümü desteklememektedir. Bu işi aramızda diyalog oluşturarak çözmeliyiz.

*) Şu anda Suriye'de olan karışıklıktan en çok sevinci duyan; Amerika ve İsrail’dir. Direnişin kalelerinden olan Suriye yorgun ve bitkin düşmektedir.

*) Biz aynısını Irak savaşında da söyledik. Saddam ve muhalifler diyaloga otursun dedik dinlemediler, sonuç ortada; Amerikan işgaline zemin hazırlandı.

*) Amerika Suriye'de olayların bitmesini asla istemiyor, böyle devam etmesi kendilerini mutlu eder.

*) Maalesef bazı Amerika-İsrail destekli muhalif gruplar çözümü tıkamakta ve Suriye'yi felakete sürüklemektedir.

 

Çarşamba, 05 Eylül 2012 04:00

"Düşmanın füze kalkanlarını yok ederiz"

İran Hatem-ul Enbiya –s- Karargahı Komutanı General Pilot Ferzad İsmaili düşmanın saldırısı durumunda bölgede konuşlandırdığı tüm füze kalkan sistemlerini imha edeceklerini vurguladı.

FHA'nın haberine göre İran Hava Savunma Günü dolaysıyla bir basın toplantısı düzenleyen Hatem-ul Enbiya –s- Karargahı Komutanı General Pilot İsmaili, İran'ın kendini savunmak için bölge ülkelerine ihtiyacı olmadığını belirtti.

 ABD ve İsrail'in komşu devletlerde ve diğer bazı bölge ülkelerinde konuşlandırılan füze savunma sistemlerine işaret eden General İsmaili bu tür sistemlerin aslında bize saldırmak isteyen ülkelerin kendi güvenliğine tehdit oluşturduğunu kaydetti.

 General İsmaili İran'ın Türkiye'ye veya başka ülkelere saldırma niyetinde olmadığını, çünkü böyle bir kararın İran'ın savunma doktrinine aykırı olduğunu vurguladı. 

Söz konusu füze savunma sistemlerinin aslında psikolojik savaş operasyonlarının bir parçası olduğunu vurgulayan İsmaili, düşmanın saldırısı durumunda bölgede konuşlandırdığı tüm füze kalkan sistemlerini imha edeceklerini vurguladı.

 

 Türkiye'nin Suriye muhalefetiyle ilişkisine işaret eden İslami İran Dışişleri Bakanı, İran ve Türkiye'nin yardımlaşarak muhalefeti Şam ile ön şartsız müzakerelere teşvik etmeleri gerektiğini söyledi.

MHA'nın haberine göre İslami İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi El'alem haber kanalına verdiği demeçte Türkiye'nin Suriyeli muhalifler ile ilişkisi ayrıca İran'ın bazı Suriyeli muhalefet ile olan bağlarının dikkate alındığında, İran ve Türkiye'nin yardımlaşarak muhalefeti Şam ile ön şartsız müzakerelere teşvik etmeleri gerektiğini söyledi.

İran Dışişleri bakanı Ali Ekber Salihi, Suriye konusunda Türkiyeli yetkililer ile sürekli görüşme halinde olduklarını açıklarken, bu krizi, Suriye milleti hakları ve milli egemenliğin korunacak şekilde ayrıca bağımsız ülkelerin içişlerine müdahale edilmemesi ilkesine göre çözümlenebileceğini umut etti.

Ali Ekber Salihi Suriye'de muhalefete silah sağlanmasının kesilmesi gerektiğine vurgu yaparken, uçuşa yasak bölge ilan edilmesinin kesinlikle kabul edilemeyeceğini belirtti.

Salihi sözlerinin devamında Tahran'ın Suriye'de iki taraf arasında ateşkesin sağlanmasını, ölümlerin bir an önce durdurulması ve insani yardım akışının sağlanmasının, böylece Suriye halkının acısını azaltmak istediklerini belirtti.

İran Dışişleri bakanı Ali Ekber Salihi ayrıca İran ve Mısır ilişkilerinin iyileşmesi konusunda iyimser olduğunu, Mısır dışişleri bakanlığında bir çok çalışanının, kendi dostlarından olduğunu, daha önce onlarla teamül içinde olduklarını ve uluslar arası toplumlardan onları tanıdıklarını söyledi. Salihi iki ülke ilişkilerinin tekrar canlanması hakkında da her iki tarafın Mısır ve İran milletlerin çıkarları doğrultusunda, mevcut ilişkileri derinleştirerek güçlendirilmesi gerektiğin ifade etti.

İslami İran dışişleri bakanı Mısır cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin Tahran oturumunda olumsuz görüşlere sahip olduğuna dair haberler konusunda da, mevcut olaylarla ilgili görüş farklılığının doğal bir olay olduğunu, Mısır cumhurbaşkanının Bağlantısızlar Hareketi tribününden görüşlerini belirttiğini, tüm üye ülkelerin kendi görüşlerini ve onları savunduğunu söyledi.

Salihi, Bahreyn gelişmeleri ile ilgili olarak da Tahran'ın bu ülkede istikrar ve güvenliğin sağlanması gerektiğini, Bahreyn milli hakimiyetini resmen tanıdığını ve diplomatik ilişkilerin hala devam ettiğini ifade etti.

İslami İran dışişleri bakanı Tahran'da Bağlantısızlar Hareketi zirve oturumunun başarılı bir şekilde gerçekleşmesine işaretle, bu toplantının büyük bir siyasi arena olduğunu, Batılıların ise bu toplantının gerçekleşmesini engellemeye çalıştığını veya düzenlenmesi halinde gereken üyelerin katılmasını engellemeye çalıştıklarını ifade ederken; günümüz dünyasının eskisi gibi olmadığını ve gerçeklerin ise hile ile kapatılamayacağını söyledi.

 

Son günlerde basında çıkan İranlı ajanlarla ilgili haberler, idari yetkililerin bile tepkisini çekti. Iğdır valiliği, basının abartılı tutumunu eleştirdi. Ancak dinleyen kim….

Son günlerde gerek yazılı gerekse görsel basında çıkan bu tür provakatif ve spekülasyon haberlerle ilgili olarak İğdır Valiliği bir açıklama yaptı.

IĞDIR Valiliği'nce yapılan açıklamada, İranlı ajanlar konusunda medyada abartılı ve mesnetsiz ifadeler kullanıldığı bildirildi.

İşte valiliğin yaptığı açıklama:

IĞDIR Valiliği tarafından yapılan açıklamada, İranlı ajanlar konusunda medyada abartılı ve mesnetsiz ifadeler kullanıldığı bildirildi.

Iğdır’da 19 Ağustos günü yapılan operasyonda ellerinde dijital veri kaydedici cihazlarla yakalanan 2’si İranlı 3 kişinin tutuklanmasının ardından 28 Ağustos’ta 9 Türk vatandaşına yönelik operasyon yapıldığına işaret eden valilik, basın açıklamasında, ’Yakalanan şahıslarla ilgili olarak basında çıkan haberlerde, gerek mezhep gerekse etnik köken yönüyle bir seçicilik yapıldığına dair gerçek dışı ve abartılı ifadelerin yer aldığı görülmüştür.

Konuyla ilgili yürütülen soruşturma kapsamında şahıslardan elde edilen materyallerin incelenmesi neticesinde devletin güvenliğine ilişkin verileri kullanan kişiler hakkında bilgiler elde edilmiştir. Bilgileri kullandığı tespit edilen 9 Türk vatandaşına yönelik olarak 28 Ağustos’ta eş zamanlı operasyonel çalışma neticesinde yakalanarak gözaltına alınmıştır.

Yakalanan şahıslar 31 Ağustos günü Erzurum Cumhuriyet başsavcılığına çıkarılmış, cumhuriyet başsavcılığındaki sorgusundan sonra 1 şahıs serbest bırakılmış 8 şahıs tutuklanma talebi ile mahkemeye sevk edilmiştir. Şahısların mahkemedeki sorgulamaları sonucunda 7 şahıs tutuklanmış, 1 şahıs serbest bırakılmıştır. Sonuç olarak; basında yer alan haberlerin etnik yapı ve mezhep yönüyle gerçeği yansıtmadığı ve mesnetsiz olduğu hususları kamuoyunun bilgisine sunulur.’ denildi.

Iğdır Şiileri ajan ha! 

Iğdır’da geçen yıl iki İranlı, Askeri, Ticari ve Kamu binaları ile ilgili bilgi topladıkları gerekçesiyle tutuklanır. Yapılan sorgu ve araştırma neticesinde onlarla bağlantılı olarak Ağrı, Van, Kocaeli ve Iğdır’da mukim 9 kişi daha tutuklanıp Adliye’ye sevk edilir. Bu şahıslardan ikisi serbest bırakılırken 7’si tutuklanır… Tam teferruat poliste ve savcılarda saklıdır. Mahiyet nedir bilmiyoruz, Iğdır valiliği veya emniyet, savcılık açıklama yaptıkça kamuoyu da bilgilenecek…

Haberin özü bir kenara bırakılarak; Yalan yazıldı. 

Yalan şu: “ Muhbirler genellikle Iğdır ve çevresinde yaşayan Caferiler’den seçiliyor. Caferilerle İranlılar arasında mezhepsel bir bağ bulunması nedeniyle bu yönde bir tercihte bulunulduğu aktarılıyor. İran'ın, Kum kentine eğitim almaya giden Türkiye vatandaşlarından ajan devşirdiği ifade ediliyor”

Gazetenin yaptığı şu alçaklığa bakın hele: “Muhbirler genellikle Iğdır ve çevresinde yaşayan Caferiler’den seçiliyor. Caferilerle İranlılar arasında mezhepsel bir bağ bulunması nedeniyle bu yönde bir tercihte bulunulduğu aktarılıyor.”

KONU İLE İLGİLİ YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ...

http://www.rasthaber.com/yazar_13629_491_igdir-siileri-ajan-ha.html

 

Pazartesi, 03 Eylül 2012 05:00

Endonezya

Güneydoğu Asya'da yer alan dünya'nın en kalabalık Müslüman (200 Milyon) ülkesidir. Hollanda'nın geçmiş sömürgelerinden biridir. 17 Ağustos 1945 yılında bağımsızlığını kazanmıştır.

17.000 adadan oluşan ülke dünyanın en büyük takımada devletidir. Aynı zamanda ASEAN ve İKÖ üyesidir.

Endonezyalı gemiciler milattan sonra birinci yüzyılın başlarında Afrika'nın doğu kıyılarına ticaret seferleri düzenlemiş olabilirler.

Endonezya Güney Doğu Asya’da bir devlet. Endonezya, Ekvator üzerinde Sumatra Adasından, Avustralya’ya kadar uzanan adalar topluluğu üzerinde kurulmuştur. Batı ve güneyden Hint Okyanusu, kuzeyden Güney Çin Denizi, kuzey doğudan Büyük Okyanus ile çevrili, 5’i büyük, 300’ü orta büyüklükte, kalanları çok küçük adacıklar olmak üzere toplam 13.677 adadan müteşekkildir.

17.508 adadan oluşan ülke dünyanın en büyük takımada devletidir. Aynı zamanda D–8, ASEAN ve İKÖ üyesidir.

Komşuları

Papua Yeni Gine, Doğu Timor ve Malezya'dır.

Başkenti Java adasındaki Jakarta şehridir.

Endonezya ismini, şu anki dünyada tanılan ismi altında, Hindistan´ın latince ismi; Indus ve yunancada ada kelimesinin; nesos, birleşiminden almıştır. Şu anki Endonezya topraklarının tamamı yaklasık 450 yıl Hollanda´nın bir sömürgesi olmuştur ve bu devirde Hollanda´da ve diğer Avrupa ülkelerinde bu Yunan - Latin tabiri ile adlandırılmıştır. Ayrıca Endonezya yanardağların patladığı, tsunami ve depremlerin bolca yaşandığı bir ülkedir. Endonezya halkının çoğunluğu Müslümandır. Dünyanın Müslüman devletleri açısından en kalabalık nüfusuna sahiptir. Nüfusun %97'si Müslüman, geri kalanı Hindu ve Hristiyan'dır. Ülkeye içki ve domuz eti sokmak yasaktır, hatta inek eti de yasaklanmıştır, ancak Hindu ve Hristiyan halkların istekleri üzerine getirilebilmektedir. Türkiye ile ilişkileri gelişmiştir.

Tarihi

Endonezya’nın tarihi hakkında bilinen en eski bilgiler, 4-5 bin yıl kadar önce, Malaysia’dan halkın gelip yerleştikleri hakkındadır. Eski çağlardan beri ülkenin üzerinde bulunduğu adaların deniz ticaretinde ehemmiyeti çok büyük olmuştur. Bu sebepten, halk genellikle denizci veya tüccardı. Tarih çağlarında ülke, Çin, Hindistan, İran ve Bizans İmparatorluğunun deniz ticâret yolu idi. Hâlen bu özelliğini muhafaza etmektedir. Eski çağlarda ticâret gemileri buraya uğrar, baharat, reçine ve değerli kereste alırlardı. Ticâretteki bu ehemmiyeti sebebiyle, dünyânın çeşitli yerlerinden Endonezya’ya gelip yerleşen insanlar ülkede yeni fikir ve geleneklerin yerleşmesine sebep olmuşlardı. Bu devirlerde ülkede aşîret idâreleri krallık hâline geldi. Öyle ki her ada ayrı bir krallıktı. Yedinci ve on üçüncü asırlara kadar bölgenin en güçlü krallıkları, Sumatra ve Java krallıkları idi. Güçlü olmalarının bir neticesi olarak da bölge ticâretine hâkimdiler. On ikinci ve on beşinci asırlarda Hindistan ve Malaysia’dan ticâret için buraya gelen Müslüman tâcirler hak din olan İslâmiyetin yayılmasına vesile olmuşlardı. Halk İslâmiyeti hiçbir zorlama olmaksızın kabul edip benimsemişti. Bundan dolayı da İslâmiyet, Endonezya’da süratle yayıldı.

Endonezya Coğrafi Yapısı

Endonezya’nın üzerinde bulunduğu adalardan büyük olan beş tanesi, Sumatra, Borneo, Java, Celebes ve Yeni Gine’dir. Yeni Gine Adasının Endonezya’ya âit olan batı kısmına İrian Barat adı verilir. Borneo Adasının Endonezya’ya âit olan kısmına ise Kalımantan adı verilir. Sumatra, Borneo, Java ve Celebes adalarına Büyük Sonda Adaları; Bali, Lombok, Sumba, Sumbawa, Flores, Timor vb. gibi orta büyüklükteki adalara Küçük Sonda Adaları; Buru, Ceram, Halmehera vb. adalara ise Moluk Adaları ismi verilir. Adalar arasında çeşitli iç denizler mevcuttur. İç denizlerle beraber yüzölçümü yaklaşık 5.000.000 km2 olan Endonezya’nın kara parçalarının toplam yüzölçümü ise 1.919.443 km2dir. İç denizleri, Java, Sunda, Banda, Flores, Celebes ve Moluk denizleridir. Adaları birbirinden ayıran deniz ve boğazların önemli özellikleri derin olmalarıdır.

Endonezya genel yapı îtibâriyle volkanik adalardan müteşekkildir. Çoğu sönmüş vaziyette yaklaşık 150 civarında volkan bulunmaktadır. Ülke Ekvator çizgisi üzerindedir. Büyük adalardan olan Sumatra ülkenin batısında olup, Malakka Boğazı ile Asya kıtasından, kuzey batı, güney doğu doğrultusunda, güney doğuda Sonda Boğazı ile Java Adasından ayrılmıştır. Birmanya’daki sıradağların bir uzantısı Sumatra Adasının batı kıyılarında devam eder. Bu sıradağlar sönmüş ve halen faaliyette bulunan pekçok volkandan müteşekkildir. 3000 m’yi aşan yüksekliklere sâhip bu dağ silsilesinin kuzeyinde geniş ve verimli vâdiler, büyük göller bulunur. Adanın doğu kesimleri, düz ve basık olan ovalıktır. Bataklıklar doğu sahillerinde oldukça geniş yer kaplar. Büyük ırmaklara sâhiptir. Java Adası, Sumatra ile Küçük Sonda adalar dizisinin en batısındaki Bali Adası arasında batı doğu istikametinde yer alır. Yaklaşık 1000 km boyunda ve 200 km eninde olan bu adada ekvatora paralel sıradağlar vardır. Bu sıradağlar, güneye daha yakın olup, üzerinde çok sayıda, bâzıları hâlen tütmekte olan volkanlar mevcuttur. Adanın kuzeyi düz ovalı olmasına rağmen güney kıyıları yüksektir. Güney de deniz dibi fazla kayalık değildir. Bu da gemilerin adanın güney kıyılarına rahatlıkla yaklaşmalarını sağlamaktadır. Bu sebepten limanlar güneyde kuzey kıyılarına nisbeten daha çoktur. Java Adasının doğusunda yer alan orta büyüklükteki adalar topluluğu olan Küçük Sonda Adaları da fizikî yapı îtibâriyle diğer Sumatra ve Java Adalarından pek farklı yapıya sâhip değildir. Topluluğu meydana getiren adaların hepsi volkanik olup, kıyıları düz ovalıktır. İrian Barat denilen Yeni Gine’nin Endonezya’ya âit batı kısımları da fizikî yapı olarak pek fazla değişmez. Bradjamusti Sıradağları, bölgenin ortasında batı doğu doğrultusunda yer alır.

Güney kısmı verimli ovalarla kaplı olan bölgenin kuzeyinde orta kesimlerindekine nazaran daha alçak olan sıradağlar, paralel olarak yer alır. Bu iki dağ silsilesi arada yer alan ova ile birbirinden ayrılır. Her iki sıradağlardan inen çok sayıdaki ırmak tarafından sulanan ova oldukça verimlidir. Yeni Gine Adasının batı kısmı olan bu bölgenin ortasındaki Bradjamusti Sıradağlarında yer alan Carstenz Tepesi 5050 m ile ülkenin de en yüksek noktasıdır. Yeni Gine ve Celebes adaları arasında yer alan pekçok ada ve adacıktan müteşekkil olan Moluk Adaları da dağlıktır.

Kıyıları çok girintili çıkıntılı, aynı oranda kayalık olan adalar gemilerin yanaşmasına müsait olmadığı halde bâzı yerler gemiler için iyi bir barınak vazifesi görmektedirler. Celebes Adası, adanın tam ortasındaki dağların dört farklı yöne açılması ile bir ahtapot görünümü arzetmektedir. Dört yarımadanın arasında kalan üç körfez de derin ve oldukça geniştir. Dağların en yüksek noktası 3840 m ile Latimodjang Tepesidir. Celebes Adası yakınlarında pekçok küçük adacıklar mevcuttur. Endonezya’yı meydana getiren adaların en büyüğü Borneo’dur. Bu ada siyasî bakımdan üç bölgedir. Kuzeyde ve kuzey batıda Malaysia’ya bağlı Sarawak ve Sabah bölgeleri ve bu iki bölge arasında kalan bağımsız Brunei Devleti ile bu bölgelerin dışında kalan, adanın orta ve güney kısmını teşkil eden Endonezya’ya bağlı Kalimantan adı verilen bölgedir. Güney-batı, kuzey doğu istikametinde, Endonezya, Malaysia sınırının bir kısmında dağlar uzanır. Kalan geniş kısımları düz ovalık, kıyı kesimleri ise bataklıktır. Genellikle alçak ve bataklık olan kıyılarında gemilerin yanaşmasına elverişli pekçok körfez vardır.

Önemli akarsuları ülkenin büyük adalarında bulunmaktadır. Sumatra Adasındaki ırmaklar, Musi, Kampar, Rokar ve Hari’dir. İrian Barat bölgesindeki en önemli akarsu ise adanın ortasındaki sıradağlardan çıkıp, kuzeyde Büyük Okyanusa dökülen Mamberamo Irmağıdır. Borneo Adasının Endonezya’ya âit kısmı olan Kalimantan bölgesindeki en önemli akarsuları ise, Kayan, Mahakam, Barito ve Kapuas ırmaklarıdır. Ülkenin en önemli gölleri ise Sumatra Adasının kuzeyinde yer alan Toba Gölü, Celebes Adasındaki Towuti ve Poso gölleri ile Kalimantan bölgesindeki Semajang ve Djempang gölleridir.

Avrupa’nın sömürgecilik zihniyeti, Endonezya’yı 1511 senesinde yakaladı. Bu sene Portekiz Malakka’yı işgal etti. Bundan sonra İspanya, Hollanda ve İngilizler ülkeyi istilâ ettiler. Bu devletler Endonezya’yı sömürmenin yanısıra Hindistan’ı da sömürgelerine katmak için üs olarak kullanmakta idiler. On altıncı asrın sonlarında Hollandalılar, Doğu Hindistan, Java ve Moluk’da kurdukları şirketlerle bölge ticâretini ele geçirdiler. Bunun yanı sıra Cakarta’ya üs kurmalarıyla Hollanda’nın bölgedeki nüfusu arttı. Diğer sömürgeci devletlerin anlaşmaları neticesinde 18. asrın sonlarında Hollanda ülkeyi tam mânâsıyla tek başına ve insafsızca kendi menfaatine kullanmaya başladı. 1900’lü senelerin başlarından îtibâren gün geçtikçe antiemperyalist fikirlerin kuvvetlenmesi sonucu Hollanda sömürgeciliğine karşı, milliyetçilik ve bağımsızlık mücadelesi fiilen başladı. Bu mücâdelenin önde gelen liderlerinden Ahmed Sukarno 1927’de kurulan Milliyetçi Partinin başkanı oldu. Endonezya halkının başlattıkları ve her geçen gün kuvvet kazanan bağımsızlık mücâdelesi karşısında Hollanda endişeye düştü. Halk tamâmen Hollandalı sömürgecilerin menfaatleri doğrultusunda yönetilmekteydi. Milliyetçilik ve bağımsızlık hareketlerini yatıştırmak ve sömürgeciliğini devam ettirmek için Hollanda siyâsî bir oyun olarak yerli halka idârede kısmen iştirak hakkı tanıdı. Bu oyuna kanmayıp tam bir bağımsızlık isteyen halkın mücâdelesi çok kanlı bir şekilde bastırılmaya çalışıldı. Mücâdelenin liderlerinden Ahmed Sukarno ve arkadaşları yakalanarak sürgüne gönderildi. İkinci Dünyâ Savaşında Japonya, Endonezya’yı işgal etti. Siyâsî olarak Japonlar ülke halkının Hollandalılara karşı yaptıkları bağımsızlık mücâdelesini desteklediler. Japonlar, milliyetçilerin hükümet kurmalarına müsaade etti.

17 Ağustos 1945’te Japonların teslim olmalarıyla Endonezya’da Ahmed Sukarno başkanlığında bir hükümet kurularak bağımsızlıklarını îlân ettiler. Hollanda, Endonezya’nın bağımsızlığını tanımadı. Endonezya ve Hollanda arasında bu sebepten başlayan mücâdele, Endonezya’nın zaferiyle neticelendi. Hollanda, “Endonezya, Birleşik Devletleri”‌ni resmen tanımak zorunda kaldı.

1950 senesinde devletin adı “Endonezya Cumhûriyeti”‌ olarak değiştirildi. Ülkenin kurulu olduğu adalardan Yeni Gine Hollandalıların elinde kaldı. Endonezya ancak 1962 senesinde adanın batı kısmını Hollandalılardan kurtardı. Çin ve Rusya bütün antikomünist ülkelerde yaptıkları gibi, genç Endonezya Cumhûriyetini de yıkıcı ve bölücü faaliyetlerle kendi sömürgeleri, peykleri hâline getirmeye çalıştılar. Ülke idâresini ellerine geçirmek için hükümet darbesi girişiminde bulundular. 1965 senesinde vuku bulan bu ayaklanma kanlı bir iç savaşa sebep oldu. 1.000.000 civârında insanın öldüğü iç savaşta komünistler, milliyetçiler ve ordu tarafından bertaraf edildi. Devletin kuruluşundan îtibâren meydana gelen hâdiselerde oldukça yıpranan Ahmed Sukarno iktidarı, 1967’de General Suharto tarafından yapılan hükümet darbesi ile son buldu. Darbe sonunda başa geçen General Suharto daha sonra yapılan seçimleri de kazandı. 1982’de Sebker seçimleri kazandı. 1983’te Suharto dördüncü defa 10 Mart 1988’de beşinci defa başkan seçildi.

 “Ey inananlar! Namaza durmak istediğiniz zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını meshedin.” (Maide Suresi, 6. Ayet)

"Ey inananlar! Namaza durmak istediğiniz zaman..." Ayetin orijinalinde geçen "kumtum" fiilinin mastarı olan "kıyâm" kelimesi, "ilâ" harf-i cerriyle geçişli kılındığı zaman, bazı zamanlar sözü edilen şeyin istendiğinden kinaye olur. Çünkü bu ikisi birbirinden ayrılmazlar, birbirlerini gerektirirler. Bir şeyi istemekle, ona yönelik hareket sergilemek birbirinden ayrı düşünülemez. Örneğin bir insanın oturduğu varsayılsın. Bu normal olarak hareketsizliğinin hâli ve durgunluğunun gereğidir. Öte taraftan istenilen şeyin de normal olarak kendisine doğru hareket edilmeyi ve yinelenmeyi gerektiren bir eylem olduğu varsayılırsa, bu durumda onu gerçekleştirmek genel olarak ondan taraf bir kıyamı, bir kalkışı gerektirir.

Dolayısıyla insanın hareketsizliği terk edip ameli algılamaya başlaması, fiili işlemeye kalkması demektir. Bu da istemenin ve iradenin ayrılmaz bir unsurudur. Şu ayet, bu ayetin bir örneği konumundadır: "Sen de içlerinde bulunup onlara namazı kıldırdığın zaman." (Nisâ, 102) Yani, onlara namazı kıldırmak istediğin zaman. Bunun aksi örnekliğini de bir açıdan şu ayet oluşturmaktadır: "Eğer bir eşinizi bırakıp yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine yüklü miktarda mal (mehir) vermiş olsanız bile ondan hiçbir şeyi geri almayın." (Nisâ, 20) Yani, bir eşi boşayıp, bir başkasıyla evlendiğiniz zaman. Burada bir fiili işleme isteği ve talebi, onu işlemenin yerinde kullanılmıştır.

Kısacası, tefsirini sunduğumuz ayet, namaz kılmak için bazı organların yıkanmasının, bazılarının da meshedilmesinin, yani abdest alınmasının şart olduğunu vurguluyor. Şayet ayetin ifadesi her açıdan mutlak olsaydı, "Eğer cünüp iseniz temizlenin (gusül edin)."ifadesini bir an için görmezlikten gelseydik, her namaz için bir abdest almanın şart olduğunu söyleyebilirdik. Ne var ki, yasa nitelikli hükümler içeren ayetlerin her açıdan mutlak olmaları pek az rastlanan bir durumdur.

Kaldı ki, "sizi tertemiz kılmak... istiyor" ifadesinin, ileride değineceğimiz gibi, bu şartın açıklayıcısı olması mümkündür [yani, amaç manevî temizliktir. Öyleyse alınan abdest bozulmadıkça, onunla namaz kılınabilir ve her namaz için bir abdest gerekemez].Ayetin tefsiri bağlamında söyleyebileceklerimiz bundan ibarettir. Bundan ötesi, ki tefsir bilginleri uzun uzun söz etmişlerdir, fıkıh biliminin alanına girer; tefsirle ilgisi yoktur.

"Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın." Ayette geçen "igsilû" fiilinin mastarı olan "gasl=yıkamak", bir şeyin üzerine su dökmek, üstünden su akıtmak demektir. Genellikle temizleme, kir ve pasağı giderme amacına yönelik olur. Yüz, bir şeyin sana bakan tarafına denir. Daha çok, insan gibi bir canlının başının ön kısmı, yani üzerinde göz, burun ve ağız gibi organların bulunduğu taraf için kullanılır. Bunun sınırı ise, karşılıklı konuşmalarda taraflar için belirgin bir şekilde görünen miktarda belirlenir.

Ehlibeyt İmamlarından gelen rivayetlerde yüzün miktarı şu şekilde belirlenmiştir: Uzunluğu alnın üzerindeki saçlardan başlayıp çenenin alt kısmına kadar devam eder. Eni ise, baş parmak, orta parmak veya şehadet parmağının çevreleyebileceği kadardır. Tefsircilerin ve fıkıhçıların çizdikleri başka çerçeveler de vardır.

Ayetin orijinalinde geçen "el-eydî" "yed"in çoğuludur ve "el" demektir. Tutma, bırakma ve yakalama gibi fiiller bu organla gerçekleştirilir. Omuzla parmak uçları arasında kalan kısma denir. Organlar bağlamında daha çok insanın onunla ilintilendirdiği amaç esas alınır. Söz gelimi el organı denilince, tutma ve bırakma olguları akla gelir. Elin ilintili olduğu amaç, büyük ölçüde dirseklerden parmak uçlarına kadar olan kısmıyla gerçekleşir. Bu yüzden bu kısma da ayrıca el denir. Yine aynı gerekçeyle bilekten başlayıp parmak uçlarına kadar olan kısma da ayrıca el denir. Böylece el lafzı, organın bütünü ve parçaları arasında ortak veya buna benzer bir isim işlevini görmüş oluyor.

Bu ortaklık, anlamlardan sadece biri kastedildiğinde, buna ilişkin somut ve belirleyici bir karinenin zikredilmesini kaçınılmaz kılar. Bu yüzden yüce Allah, "ellerinizi" ifadesini "dirseklere kadar..."ifadesiyle kayıtlandırmıştır. Ki maksadın, dirseklerde son bulan elin yıkanması olduğu anlaşılsın. Sonra bu somut karine, bununla organın avucu da içeren kısmının kastedildiğini ortaya koyuyor. Nitekim hadisler de maksadın bu olduğunu göstermektedir.

"İla" harf-i cerrinin kullanıldığı yerlerde ifade ettiği anlam, hareketin sürekliliğini ifade eden bir fiilin sona erişidir. Fakat başına "ila" edatı gelen nesnenin öncesindeki ifadeye ilişkin hükmün kapsamına girip girmediği hususu edatın anlamının dışındadır. Dolayısıyla yıkama hükmünün dirsekleri de kapsaması "ila" edatına değil, hadislerin açıklamasına dayanır.

Bazıları, "Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin." (Nisâ, 2)ayetini örnek göstererek "ila" edatının "beraber" (mea) anlamında kullanıldığını ileri sürmüşlerdir. Bunu söylerken de, Peygamberimizin (s.a.a) abdest alırken dirseklerini de yıkamış olmasını dayanak olarak göstermişlerdir. Ama bu, Allah'ın sözünün tefsiri açısından oldukça cüretkâr bir değerlendirmedir. Çünkü bu hususta nakledilen hadisler ya Peygamberin fiilini aktarır, ki fiiller çok yönlü ve müphem olurlar, herhangi bir lafzın anlamı onlar aracılığıyla belirlenemez; nerede kaldı ki lafzın anlamlarından biri sayılsın. Ya da bu husustaki hadisler bir hükmün açıklamasına ilişkin sözdür, ayetin tefsiri değildir.

Fakat dirseklerin yıkanmasının insanın fiili tam olarak yerine getir-diğinden emin olmasından dolayı gerekmiş olabildiği gibi, Peygamberimizin (s.a.a) de bir eklemesi olabilir. Nitekim Peygamber efendimizin (s.a.a) böyle bir yetkisi vardı ve sahih rivayetlerde belirtildiği gibi, günlük beş vakit namazla ilgili olarak bu yetkisini kullanmıştır. [Sahih rivayetlerde yer aldığına göre, namazlar iki rekât olarak farz kılınmıştır; ancak Peygamber (s.a.a) bazı eklemelerde bulunmuştur.]

"Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin." (Nisâ, 2) ayetine gelince, ekl=yeme fiili "ila" edatıyla geçişli kılındığından, katma ve benzeri bir anlam içerir. Yoksa "ila" edatı "mea=beraber" anlamında kullanılmamıştır.

Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşılıyor ki: "dirseklere kadar" ifadesi, "ellerinizi..."ifadesine ilişkin bir kayıttır. Dolayısıyla dirseklerle ilintili yıkama mutlak olur, bir sınırla kayıtlı olmaz. Bu bakımdan yıkamaya dirseklerden başlayıp parmak uçlarına doğru devam etmek mümkündür. Nitekim abdest dışındaki hâllerde insanlar ellerini doğal olarak bu şekilde yıkarlar. Ya da parmaklardan başlanıp dirseklere kadar devam edilir. Fakat Ehlibeyt İmamlarından (hepsine selam olsun) nakledilen hadislerden, yıkamanın birinci şekilde olması gerektiği anlaşılıyor; ikinci şekilde olması değil.

Böylece ileri sürülebilecek, cümlenin "dirseklere kadar..."ifadesiyle kayıtlı olması gösteriyor ki, yıkamaya parmak uçlarından başlayıp, dirseklere doğru devam edip tamamlamak gerekir, şeklindeki değerlendirmeler de kendiliğinden çürümüş oluyor. Şöyle ki bu problem, "ilel merafik=dirseklere kadar..." sözünün "feğsilû=yıkayın..." sözüne [yani hükme] yönelik bir kayıt olarak algılanmasından ileri gelmektedir. Oysa, bu ifadenin "eydîkum=elleriniz..." ifadesine [yani hükmün konusuna] ilişkin bir kayıt olduğunu belirtmiştik. Bunun böyle olması kaçınılmazdır. Çünkü "el",belirleyici somut bir karineyi gerektiren ortak bir isimdir. Hem "eller", hem de "yıkayın"a yönelik bir kayıt olmasının da bir anlamı yoktur.

Kaldı ki, Mecma-ul Beyan tefsirinde belirtildiği gibi, İslâm ümmeti, abdest alırken ellerini yıkamaya dirseklerden başlayıp parmak uçlarına doğru devam eden kimsenin abdestinin sahih olduğu noktasında görüş birliği içindedir. Bunun nedeni ise ancak ayetin lafzı bu ihtimali içeriyor olmasıdır ve yine "dirseklere kadar" sözünün "yıkamaya" değil, "ellere" ilişkin bir kayıt oluşundan kaynaklanıyor. (yani yıkanılacak yerin miktarını belirtmektedir, yıkamanın nasıl olduğu değil; çünkü her akıllı insan bilir ki su aşağıdan yukarı doğru akıtılmaz, hatta namaz kılmayan başka topluluklar kollarını yıkamak istediklerinde ellerinden kollarına doğru suyu akıtmaz, çünkü bu fıtri bir konudur…)

"Başlarınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı meshedin." Meshetme, elin ya da dokunan herhangi bir organın bir şeye doğrudan dokundurularak üzerinden geçirilmesi demektir. Araplar bu anlamda, "Mesehtu'ş şey'e" ve "Mesehtu biş-şey'i" derler. Bu fiil, kendisiyle geçişli kılındığı zaman kapsama anlamını ifade eder [yani o şeyin hepsini meshettim]. "Ba" harf-i cerriyle geçişli kılındığında, kapsama ve kuşatma anlamını içermeden nesnenin bir kısmının meshedildiğine delâlet eder.

Bu bakımdan, "vemsehû biruûsikum=başlarınızı meshedin" ifadesi, cümle içinde başın bir kısmının meshedilmesini ifade eder. Kastedi-len kısmın başın hangi tarafı olduğu hususu ise, ayetin anlamsal maksadının dışındadır. Bunun açıklaması sünnetin alanına girer. Sahih rivayete göre de başın alın tarafının, perçemin kastedildiği anlaşılıyor.

"ve... ayaklarınızı..." ifadesinin orijinali "ve erculikum" şeklinde okunmuştur. Dolayısıyla kaçınılmaz olarak "ruûsikum=başlarınız" ifadesine matuftur. Bazıları, mecrur oluşun, tıpkı "ve cealna minel mâi kulle şeyin hayyin=Her canlı şeyi sudan yarattık." (Enbiyâ, 30) ayetinde olduğu gibi tâbi oluştan kaynaklanan bir durum olduğunu söylemişlerdir. [Aslına bakılırsa "hayyen" denilmesi gerekirken, "hayyin" denilmesi, "şey'in" kelimesine tebaiyetten kaynaklanmıştır.] Bu yanlıştır. Çünkü tâbi kılma söz sanatı açısından itibar edilmeyen, seviyesiz bir uygulamadır. Allah'ın sözünün böyle bir kullanımla yorumlanması ihtimal dışıdır. "Her canlı şey" ifadesinin orijinalindeki "cealna" kelimesi, "kıldık" anlamında değildir, yaratma anlamına gelir. [Buna göre "hayyin" kelimesi, "şey'in" kelimesinin sıfatıdır.] Burada tâbi kılmaya ilişkin bir belirti söz konusu değildir.

Kaldı ki, söylendiği gibi "tâbi kılma" ancak tâbi olanla tâbi olunanın bitişik oldukları durumlarda söz konusu olabilir. Örneğin, Araplar "Kertenkelenin harap yuvası" anlamında "hucru dabbin haribin" derler. Burada "haribin" kelimesi, öncekine tâbi oluşu itibariyle mecrur kılınmıştır [aslında "hucrun"kelimesinin vasfı olduğu için merfu, yani "ha-ribun"okunması gerekirdi]. Bu kural, üzerinde durduğumuz ayet hakkında geçerli değildir.

Ayetin orijinali "ve erculekum" şeklinde de okunmuştur. Şayet zihnini bütün ön yargılardan arındırıp cümleyi öyle okursan, hiç duraklamadan kesinlikle "erculekum=ayaklarınız" kelimesinin "ruûsikum =başınız" ifadesinin takdirî harekesine -ki nasbtır [çünkü gerçekte mes-hedin fiilinin mefulüdür]- matuf olup mansup olduğuna karar verirsin ve ifadenin akışından yüzün ve ellerin yıkanmasının, başın ve ayakların da meshedilmesinin gerektiğini anlarsın. "Erculekum=ayaklarınız" ifadesini, ayetin başındaki "vucûhekum=yüzünüz" ifadesine atfetmek aklına bile gelmez. Çünkü, ayetin girişindeki, "yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın" hükmü başka bir hükmün, yani "başlarınızın bir kısmını... meshedin" hükmünün başlamasıyla bitmiş ve kesilmiştir. Sağlam fıtrat, belâgatlı bir ifadeyi böyle bir kullanıma yorumlamayı kabul etmez; yüce Allah'ın kelâmı açısından hiçbir şekilde düşünülmez.

Beliğ bir konuşma yapan bir insan, ["Zeyd'in yüzünü, başını ve ellerini öptüm ve omuzlarına elimi çektim" ifadesini anlatmak isterken] nasıl "kabbeltu veche zeydin ve re'sehu ve mesahtu bi kitfihi ve yedehu" der yani "yedehu" ifadesini mensup okuyarak "veche" ifadesine atfedebilir [yani şöyle diyebilir: Zeyd'in yüzünü ve başını öptüm ve omuzlarına elimi çektim ve ellerini öptüm]. Oysa, bir hüküm sona ermiş, diğer bir hüküm araya girmiştir ve "yedehu=elini" ifadesinin onun bitişinde olan mecrur ismin mahalline atfedilip mecrur kılınması câizdir. Özellikle üstelik Arapların konuşmalarında da bunun örnekleri çoktur. Durum böyleyken beliğ bir konuşmacının böyle yapması, edebî sanatlara aykırı basit bir konuşma olur.

Ehlibeyt İmamlarından (a.s) gelen rivayetler bu yöndedir. Ehlisünnet kanallarından gelen rivayetlerse, ayetin lafzını tefsir etme özelliğine sahip olmayıp, Peygamberimizin (s.a.a) fiilini ve bazı sahabelerin fetvasını anlatma esasına dayanmaktadırlar. Bu arada kendi aralarında da ihtilaf vardır. Bu rivayetlerin bir kısmı ayakların meshedilmesini zorunlu görürken, bir kısmı da yıkanmasını zorunlu görmektedir.

Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğunluğu, ayakların yıkanmasına ilişkin rivayetleri, onların meshedilmesine ilişkin rivayetlere tercih etmişlerdir. Bu konuda onlarla tartışacak değiliz. Çünkü konu fıkıh bilimini ilgilendirir, tefsir biliminin ilgi alanının dışındadır.

Bununla beraber, Ehlisünnet âlimleri ayeti fıkhî görüşlerine uyarlayan bir yaklaşım içindedirler ve bu konuda farklı yorumlar ileri sürmüşlerdir. Fakat bunların hiçbiri için ayetten kanıt edinmek mümkün değildir. Ancak ayetin ifadesinin belâgat sanatının doruklarından, sıradan zevksiz, karışık bir konuşmanın diplerine indirgeme başka.

Bazıları demişlerdir ki: Nasb kıraatine göre "erculekum=ayaklarınız..." kelimesi "vucûhekum=yüzleriniz" kelimesine matuftur. Cerr kıraatinde ise, tâbi oluşa yorumlanır. Ama biz daha önce, insan öz doğasıyla örtüşen bir beliğ konuşmanın böyle bir ihtimali içermediğini belirtmiştik.

Bazıları: Cerr kıraatini yorumlarken bunun anlamsal değil, lafzî bir atıf örneği olduğunu söylemişlerdir. "alleftuha tibnen ve mâen barî-den=deveyi samanla yemledim ve soğuk suyla" ifadesinde olduğu gibi. ["Mâen bariden=soğuk suyla" ifadesi, anlam açısından "tibnen=saman" ifadesine matuf değildir. Bundan bir fiil takdir edilir. Örneğin "sakey-tuha", yani suvardım soğuk suyla gibi. Ayet de bunun bir örneğidir. Yani "erculikum" şeklinde okunsa bile, bu meshin gerekliliğine kanıt oluşturmaz, lafzî açıdan "biruûsikum" yerine matuf olsa bile anlam açısından "erculekum"yerine matuftur ve yıkamanın zorunluluğunu ifade eder!!!]

Bu görüşle ilgili değerlendirmemiz şudur: Bu yaklaşımın dayanağı, atfın durumuna ilişkin iraba uygun bir amelde bulunan bir fiilin takdir edilmesidir. Buna örnek olarak sunulan şiir kanıt oluşturur. Ayetle ilgili olarak takdir edilen bu fiil ya "yıkayın" olacak ve o da harfi cerle değil, bizzat geçişli fiildir ya da başka bir fiil olacaktır. Bu ise ifadenin zahirine aykırıdır ve lafız açısından buna ilişkin hiçbir kanıt yoktur. Öte yandan örnek olarak sunulan şiir ise ya aklî mecaz dediğimiz türe girer ya da "alleftu" fiilinin "verdim", "doyurdum" vb. anlamları içermesi şeklinde gerçekleşen kullanımlardır. Kaldı ki, bu tür kullanımları içeren şiirler açısından normal bir fiilin takdiri şeklinde bir uygulamaya baş vurulmazsa, anlamı bozuk ve fasit kabul edilir. Şu hâlde, bu tür kullanımlar için düzeltici, normalleştirici ifadelerin takdir edilmesine ihtiyaç vardır. Fakat ayetin, lafzî açıdan zorunlu ve bilinen böyle bir takdire ihtiyacı yoktur.

Ayakları yıkamanın zorunluluğu anlayışından hareketle, "erculi-kum=ayaklar" ifadesinin mecrur oluşuyla ilgili olarak şu iddiayı ileri sürenler de olmuştur: Evet atıf önceki kelimeyle ilintilidir, ancak meshetme yıkamanın hafif şeklidir. Yani meshetme de bir bakıma yıkamadır. Dolayısıyla ayakların meshedilmesi ifadesiyle onların yıkanmalarının kastedilmiş olmasını önleyecek hiçbir engel söz konusu değildir. Bunu destekleyen bir unsur da ifadede yer alan sınırlandırma ve vakitlendirmedir. Bu ise, yıkanan organ, yani yüz için söz konusudur. Meshedilen organ açısından böyle bir duruma rastlanmıyor. "Ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı..." ifadesiyle meshetmeyle ilgili sınırlandırma kalkınca, bunun da yıkama hükmüne tâbi olduğu anlaşılmış oluyor. Çünkü sınırlandırma açısından yıkama olgusuna daha uygundur.

Aslında bu, konuya ilişkin yorumların en seviyesizidir. Çünkü meshetme yıkamadan ayrıdır ve bu iki eylem arasında birbirini gerektirme gibi bir zorunluluk yoktur. Kaldı ki, başın değil de ayakların meshedilmesini yıkama şeklinde yorumlamak, dayanaksız bir tercihtir. Bu iddiayı ileri sürenlere sormak lazım: Kitap ve sünnette mutlak olarak meshetme şeklinde geçen bütün ifadeleri yıkama şeklinde, yıkama olarak geçen ifadeleri de meshetme şeklinde yorumlamanızı engelleyen nedir? Neden yıkamadan söz eden rivayetler meshetme ve meshetmeden söz eden rivayetler yıkama şeklinde algılanmıyor? Böylece bütün kanıtlar, açıklayıcıları olmaksızın mücmel kanıtlar olurlar.

İddia sahibinin görüşünü desteklemek için ortaya attığı şey, [bir lafzı diğer bir lafızla] kıyas yoluyla lafzı, bir anlama delâlet etmeye zorlamadır. Bu ise kıyasların en fasididir.

Bazıları da şöyle demişlerdir: "Yüce Allah, abdest bağlamında ayakların tamamının su ile meshedilmesini emretmiştir. Teyemmümde yüzün tamamının toprakla meshedilmesini emrettiği gibi... Abdest alan kişi bu iki organı ile ilgili emredilenleri yapınca mesheden-yıkayan adını hakkeder. Çünkü bu iki organın yıkanması, üzerlerinden suyun geçirilmesi veya onların suya değdirilmesi demektir. Meshedilmeleri ise, elin veya el işlevini görebilecek başka bir organın üzerlerinden geçirilmesi demektir. Bir kimse söz konusu organlar açısından bu fiili gerçekleştirince, o kimse yıkayan-meshedendir. Dolayısıyla, 'ercule-kum' şeklinde okunduğu zaman, bu iki organın yıkanmasının zorunluluğu esas alınmış olur. 'Erculikum' şeklinde okunduğu zaman da, kişinin su ile organlarını yıkamak suretiyle meshettiği anlamı esas alınmış olur." (Bu görüş özet olarak bundan ibaretti.)

Anlamıyorum: Ayette başın meshedilmesi ile yıkanmadan meshedilmelerinin, buna karşın ayakların meshedilmesiyle, onların yıkanarak meshedilmelerinin kastedildiği sonucuna nasıl varılıyor? Bu da önceki iddia gibidir, hatta bozukluğu ondan daha fazladır! Dolayısıyla buna karşı söyleyeceklerimiz öncekinin aynısıdır.

"Yüce Allah abdest bağlamında iki ayakların tamamının su ile meshedilmesini emretmiştir." diye tutarsız sözünü de eklemek gerekir. Bu söz onun aleyhine olmak üzere problemi daha da derinleştiriyor. Çünkü burada abdesti teyemmümle kıyaslamıştır. Eğer bununla bir hükmün başka bir hükme, yani kendince sabit olan rivayetlere kıyaslamayı amaçlıyorsa, ayetin bu hususa delâlet ettiğine kanıt oluşturacak hangi rivayet vardır acaba? Rivayetler nasıl bu hususa delâlet ediyorlar? Bilindiği gibi, rivayetlerin hedefi ayetin lafzını açıklamak değildir. Eğer abdestle ilgili, "Başınızı ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı meshedin." ifadesinin, teyemmümle ilgili, "Onunla yüzünüzü ve ellerinizi meshedin." ifadesiyle kıyaslamayı amaçlıyorsa, bu hem kıyaslanan, hem de kıyaslanılan şey açısından olumsuzdur. Yüce Allah, her iki konuyu da, "ba" harf-i cerriyle geçişli kılan meshetme fiiliyle ifade etmiştir. Daha önce "ba" harfiyle geçişli yapılan meshin, dil açısından meshedilen şeyin kapsanmasını ifade etmediğini belirtmiştik. Buna ancak kendiliğinden geçişli meshin delâlet ettiğini vurgulamıştık.

Bu ve benzeri yorumlar, rivayetlerin korunması için ayeti zahirinin aksine yorumlama temelinden hareketle, kaçınılmaz olan kitaba muhalefet durumundan sıyırmak için baş vurulan zorlamalardan başka bir anlam ifade etmezler. Eğer ayetin zahirinin aksine yorumlamak suretiyle bir rivayetin anlamını ayete dayatmamız caiz olsaydı, Kur'ân'a muhalefetten hiçbir örnekten söz edilemezdi.

Abdest bağlamında ayakların yıkanmasının zorunlu olduğuna inananların Enes ve Şa'bi gibi bazı selef kuşağı âlimleri gibi görüşler ileri sürmeleri daha uygun olurdu. Onlardan nakledilen görüş şudur: "Cebrail, ayakların meshedilmesine ilişkin hüküm indirdi. Ancak sünnet yıkanmasını öngördü." Bunun anlamı kitabın (Kur'ân'ın) sünnet tarafından neshedilmesidir. Bu durumda mesele, tefsir biliminin sınırlarını aşıp, metodoloji biliminin kapsamına taşınmış olur: Sünnetin Kitabı neshetmesi caiz midir, değil midir? Bu konuda araştırma yapmak usulcünün görevidir, müfessirin değil. Müfessirin, "Falan rivayet kitaba muhaliftir" sözü müfessir olması açısından, ancak şunu açıklamak içindir ki bu haber, maksadın ortaya çıkarılmasında esas alınan kitabın zahirinin delâlet ettiği anlamla örtüşmüyor. Yoksa fıkıh bilgininin görevi olan şer'î bir hükme fetva vermek değildir.

"üzerindeki çıkıntıya kadar" ifadesinin orijinalinde geçen "kaab", ayağın arkasında bir çıkıntı biçiminde beliren kemiğe verilen addır. Bazılarına göre topuk, ayakla bacağı birbirinden ayıran eklem bölgesinde belirgin olarak fark edilen kemiğin adıdır ki her bir ayağın eklem bölgesinde iki çıkıntı olur.

Ayetin Hadisler Işığında Açıklaması

el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare'den şöyle rivayet eder: İmam Bâkır'a (a.s) sordum: "Meshin başın bir kısmına ve ayakların bir kısmına olmasını nereden bildin (çıkardın) ve söyledin?" İmam (a.s) güldü ve buyurdu: "Ey Zürare, bunu Resulullah (s.a.a) söyledi ve Allah katından gelen kitap da bu açıklamayı içermektedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'Feğsilû vucûhekum =yüzlerinizi yıkayın.' Bu ifadeden anlıyoruz ki, yüzün tamamı yıkanmalıdır. Ardından 've dirseklere kadar ellerinizi' buyurmuştur. Dirseklere kadar elleri yüzlere atfedilmiş ve bitişik kılınmıştır. Dolayısıyla dirseklere kadar ellerin yıkanmasının gerektiğini öğrenmiş oluyoruz."

"Sonra ayetin akışını bölerek 'Meshedin, başlarınızı.' buyurmuştur. Ayetin orijinalinde 'bi-ruûsikum'buyurduğu için 'ba'harf-i cerrinin fonksiyonundan hareketle, başın bir kısmının meshedilmesi gerektiğini öğreniyoruz. Sonra elleri yüzle ilintilendirdiği gibi ayakları da başla ilintilendirerek, 've üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı' buyurmuştur. Ayakların başla ilintilendirildiğini görünce, ayakların bir kısmının yıkanması gerektiğini öğreniyoruz. Sonra Resulullah (s.a.a) bunu halka açıkladı; ama onlar bu açıklamaları yitirdiler."

"Ardından yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'su bulamadığınız takdirde, doğası üzere olan yeryüzüne yönelin. Ondan yüzleriniz ve ellerinizin bir kısmına meshedin.' Suyun bulunamaması durumunda ab-destin askıya alınması öngörülünce, yıkanması gereken organların bir kısmı için meshetme öngörüldü. Çünkü yüce Allah, 'bi-vucûhikum' buyurmuştur. Sonra buna, 'eydîkum=elleriniz' ifadesini eklemiştir. Ardından 'ondan', yani bu teyemmümden buyurmuştur. Çünkü Allah,elin bütün yüze çekilmeyeceğini biliyor; çünkü teyemmüm esnasında elin ayasının bir kısmına toz bulaşmakta, bir kısmına da bulaşmamaktadır. Ardından şöyle buyurmuştur: 'Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor.' Güçlükten maksat sıkıntıya sokmaktır." [Füru-u Kâfi, c.3, s.30, h:4]

Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare ve Bukeyr'den nakleder ki: Bu iki zat, İmam Bâkır'dan (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) nasıl abdest aldığını sorarlar. Bunun üzerine İmam içi su dolu bir leğen -veya küçük bir kap- ister. Sağ elini suya daldırır ve ondan bir avuç alarak yüzüne döker, onunla yüzünü yıkar. Sonra sol elini suya sokar, avucunu doldurur, sağ kolunun üzerine döker, onunla kolunu dirsekten avuca doğru yıkar, avuçtan dirseğe doğru yıkamaz. Sonra sağ avucunu doldurur, dirsekten başlayarak sol kolunun üzerine boşaltır. Sağ koluna uyguladığını sol koluna da uygular. Sonra başını ve iki ayağını avucunun ıslaklığıyla mesheder. Bu esnada ellerini yeniden su ile ıslatmaz.

Ravi sonra şöyle diyor: İmam parmaklarını papucunun tasmasının altına sokmazdı. Sonra şöyle derdi: "Allah buyurur ki: 'Namaza durmak istediğiniz zaman, yüzlerinizi ve...ellerinizi yıkayın' Şu hâlde yüzde yıkanmamış bir yer bırakmamak gerekir. Ellerin de dirseklere kadar yıkanmasını emretmiştir. Dolayısıyla dirseklere kadar ellerin yıkanmamış bir yerinin bırakılmaması lazım gelir. Çünkü yüce Allah, 'yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın' buyurmuştur. Sonra, 'başınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını meshedin' buyurmuştur. Dolayısıyla bir insan başının bir kısmını ve ayağının kâabı ile parmakları arasında kalan kısmından bir yerini meshederse yükümlülüğünü yerine getirmiş olur."

Ravilerden biri der ki: Bunun üzerine ikimiz (Zürare ve Bukeyr) sorduk: "İki kâab nerededir?" Buyurdu ki: "Burası, bacak kemiğinin bitiş noktasındaki eklem bölgesinin aşağısında yer alırlar." Dedik ki: "Bu gösterdiğin [eklemin üstündeki kemiği kastederek] nedir?"Buyurdu ki: "Bu bacak kemiğidir. Kâab onun aşağısında olur." Dedik ki: "Allah işlerini düzeltsin, yüzün ve kolların yıkanması için birer avuç su yeter mi?" Buyurdu ki: Evet, ama suyun dikkatle tüm organa dökülmesi şarttır. İki avuç [biri yüz için, biri de bilek için] su bu hususta yeterli olabilir." [Füru-u Kâfi, c.3, s.25-26, h:4]

Ben derim ki: Bu rivayet meşhurdur. Ayyâşî, Bukeyr ve Zürare kanalıyla İmam Bâkır'dan (a.s), aynı şekilde Abdullah b. Süleyman kanalıyla da İmam Bâkır'dan (a.s) aynısını rivayet etmiştir. [2] Bu ve bundan önceki rivayetin anlamını yansıtan başka rivayetler de vardır.

Tefsir-ul Burhan'da, Ayyâşî Zürare b. A'yen'den ve Ebu Hanife Ebu Bekir b. Hazm'dan şöyle rivayet eder: Adamın biri abdest aldı ve Mest üzerine meshetti. Sonra mescide girerek namaz kıldı. Bu sırada Hz. Ali (a.s) mescide girdi ve adamın boynuna ayağını bastırarak, "Yazıklar olsun sana, abdestsiz mi namaz kılıyorsun?" buyurdu. Adam, "Böyle yapmamı Ömer b. Hattab emretti" dedi. Bunun üzerine Hz. Ali adamın elinden tutarak Ömer'in yanına götürdü ve "Bak, bu adam senin adına neler söylüyor?" dedi ve sesini de yükseltti. Ömer: "Evet, ben emrettim, çünkü Resulullah (s.a.a) mest üzerine meshetti" dedi. Ali, "Mâide suresinden önce mi, sonra mı?" diye sordu. Ömer, "Bilmiyorum" dedi. Ali, "Peki, bilmediğin bir şey hakkında nasıl fetva veriyorsun? Mest üzerine meshetmeyi, Mâide suresi geçersiz kılmıştır."

Ben derim ki: Rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Ömer zamanında mest üzerine meshetme hususunda görüş ayrılıkları yaygınlaşmıştı ve yine rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Ali (a.s) bu uygulamanın Mâide suresinin ilgili ayetiyle neshedildiği görüşündeydi. Bu nedenle bazıları Berâ Bilal ve Cerir b. Abdullah gibi bazı zatlardan, onların Resulullah'ın (s.a.a) Mâide suresinin inişinden sonra da mest üzerine meshettiği yönünde görüş belirttiklerini rivayet etmiştir. [3] Fakat bu tür rivayetler problemlidir. Çünkü bu görüşte olan, iddia edilen neshin ayete dayanmadığını sanmıştır. Oysa onların sandığı gibi değil; çünkü ayet, kâaba kadar ayakların meshedilmesini öngörüyor. Mest ise ayağın bir parçası değildir. Aşağıdaki rivayetin anlamı da budur.

Tefsir-ul Ayyâşîkendi tefsirinde Muhammed b. Ahmed el-Horasanî'den aradaki ravilere yer vermeksizin şöyle rivayet eder: "Emir-ül Müminin'in (a.s) yanına bir adam geldi ve ona mest üzerine meshetmenin hükmünü sordu. Hz. Ali (a.s) bir süre başını eğerek yere baktı, sonra başını kaldırarak dedi ki: Yüce Allah kullarına temizliği emretti. Bunu organlar arasında bölüştürdü; bundan yüze bir, başa bir, ayaklara bir ve ellere bir pay ayırdı. Eğer senin mestlerin, bu saydığın organlardan birinin bir parçası ise onlara meshedebilirsin." [c.1, s.301, h:59]

Aynı eserde şöyle rivayet edilir: Hasan b. Zeyd İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) şöyle aktardı: Hz. Ali (a.s) Ömer zamanında, mest üzerine meshetme hususunda başkalarıyla ihtilafa düştü. Karşıt görüşü savunanlar: "Biz Resulullah'ın (s.a.a) mest üzerine meshettiğini gördük." diyorlardı. Ali (a.s) ise onlara soruyordu: "Mâide suresinin inişinden önce mi, sonra mı?" Onlar, "Bilmiyoruz" karşılığını verince, Ali (a.s) "Ama ben biliyorum ki, Mâide suresi inince Resulullah (s.a.a) mest üzerine meshetmeyi terk etti. Eşeğin sırtına meshetmek bana göre meste meshetmekten daha sevimlidir." dedi. Daha sonra İmam şu ayeti okudu: "Ey inananlar... dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını meshedin." [c.1, s.301-302, h:62]

Allame Muıhammed Hüseyin TABATABAİ

________________________________________

[1]- [el-Menar Tefsiri, c.6, s.229]

[2]- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.298-299, h:51 ve s.300, h:56]

[3]- el-Menar tefsiri, c.6, s.237.

 

 

İmam Hamanei, Suriye'ye herhangi bir dış müdaheleye karşı olduğunu vurgulayarak, Suriye sorununun aşılabilmesi için tek yolun, sorumsuz gruplara silah gönderilmesinin önlenmesi olduğunun altını çizdi.

İmam Hamenei Lübnan Cumhurbaşkanı'yla yaptığı görüşmede bu ülkenin bölgede taşıdığı önem ve hassasiyete değinerek, Lübnanlı liderler ve şahsiyetlerin sahip oldukları tecrübeyle çeşitli ihtilaflar karşısında dikildiklerini ve direnişi destekleyerek bir çok problemi aştıklarını söyledi.

İmam Hamenei bazı yabancıların kimi bölgesel sorunları Lübnan'a sirayet ettirmeye çalıştıklarını, ancak Lübnan'daki gruplar arasındaki işbirliği ve büyük değer taşıyan direnişe dayanılması sayesinde bu entrikaların suya düşeceğini belirtti.

İmam Hamanei, ayrıca Suriye'ye herhangi bir dış müdahaleye karşı olduğunu vurgulayarak, Suriye sorununun aşılabilmesi için tek yolun, sorumsuz gruplara silah gönderilmesinin önlenmesi olduğunun altını çizdi.

Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman ise İran ve Lübnan arasındaki ilişkilerin genişletilmesi gerektiğini kaydetti ve şöyle konuştu:

'Tahran Konferansı ve İslami İran'ın Bağlantısızlar Hareketi'nin başına getirilişi, çeşitli alanlarda ve özellikle de Filistin konusunda olumlu pratik sonuçlara ulaşılmasını sağlayacaktır.'

Mişel Süleyman ayrıca Suriye sorununa da değinerek, Lübnan'ın bu alanda dış müdaheleye karşı olduğunu ve buhranın müzakereler vasıtasıyla çözümlenmesi gerektiğini kaydetti.

 

Pazar, 02 Eylül 2012 07:16

Akp’nin İran’la Gizli Savaşı

 

Bismillah

Emperyalizmin bir sonucu olarak dünyada peydahlanan senaryoların hayata geçirilmesi için seçilen oyuncular farkındaysanız hep Müslümanlar oluyor veya emperyalist güçlerin dininden olmayan diğer halklar oyuncu olarak seçiliyorlar. Emperyalizmin ana vatanı olan batılı ülkeler kendi refahları için kendilerinden olmayan insanlara her türlü zulmü, zorluğu ve işkenceyi reva görmektedirler. Onlara göre New York’un yaşanabilir bir yer olması için diğer insanların ülkelerini cehenneme çevirmek huzur verici bir olaydır. Osmanlı devletinin gücünü yitirmeye başlayıp diğer toplumların güçlenmeye başladığı günden beri sürekli olarak zulüm altında olan İslam ülkeleri ve Afrika coğrafyasında bulunan ülkeler emperyalistler için tepside sunulan bir nimet gibi görmektedirler ve bu ülkelerle beslenmektedirler.

Ortadoğu da etkin bir sömürü düzeni kuran batılı güçler buradaki hâkimiyeti kaybetmemek için yapay bir ülke tohumu atarak onu besleyip büyütmüşlerdir. Bu büyüttükleri fitne tohumu İsrail batılı güçlerin orta doğudaki can damarı konumundadır. Siyonist İsrail bulunduğu Müslüman coğrafyasına getirildiği günden beri katliamlarına hız kesmeden devam etmektedir. Özellikle gaspettiği Filistin topraklarında Filistin halkına adeta bir soykırım gerçekleştirmektedir fakat; İran,Hizbullah ve Suriye dışında hiçbir İslam ülkesi bu soykırıma müdahale etmemektedir. Bu soykırım neticesinde İsrail’in yaptığı katliamlara karşı çıkan ülkeleri ortadan kaldırmak isteyen güçler planlarını gerçekleştirmek için çeşitli senaryolar uydurarak amaçlarına ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bu kurgulanan oyunlar içerisinde yönetmenlerin batılı güçler olduğunu herkes bilmektedir ama yardımcı yönetmenlerin kim olduğuna kısaca değinmek gerekmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti başbakanı sayın Recep Tayip Erdoğan yönetime geldiği ilk günden beri Alevi ve Şiiler üzerine çeşitli açılımlar yapmaktadır. Akp hükümeti her fırsatta yeni ve etkileyici fikirlerle Alevi ve Caferi toplumunu kendi yanına çekmeye çalışarak onlarla aynı safta olduğu izlenimini oluşturmaya çalışmaktadır. Çalıştay adı altında kanaat önderlerini kendi safına almak için çeşitli adımlar atmış ve bu adımlarında azda olsa meyvesini almış durumdadır. Geçtiğimiz yıllarda sayın Erdoğan bazı ataklar yaparak Şii toplumu için önem arz eden kutsal mekanları ziyaret etmiş ve Şii Toplumu için önemli bir İslam önderi olan Ayetullah Sistani’yi makamında ziyaret etmiştir. Daha sonrasında İran’ da görüşmelere devam eden başbakan Rehber Ayetullah Hamaney’le Görüşmeler gerçekleştirerek Şii nüfusun dikkatini üzerine çekmeye çalışmıştır. Türkiye’de düzenlenen Aşura Merasimlerinin yapıldığı Halkalıda programa katılmış onbinlere hitaben yaptı konuşmayla Şiilerin sempatisini üzerine çekmeyi başarmıştır. Geçmişe baktığımızda bunlar bizi sevindirmişti ama daha sonra yaptıkları Sayın Erdoğanın bunları samimi olarak yapmadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Şiiler için önemli bir ülke olan İran 1979 da İmam Humeyni (ra) önderliğinde gerçekleştirilen İran İslam İnklabıyla tüm dünyada İslamın yeniden diriliş sembolü haline gelmiştir. İslam devrimiyle beraber emperyalist ve siyonist güçlere büyük bir ders veren İmam Humeyni önderliğindeki İran halkı dünya kamu oyunda büyük bir başarı elde etmiş ve herkes tarafından hem Şii hemde Sünni gruplar tarafından büyük bir sevgiye dönüşmüştür. 1979 yılından beri emperyalizme meydan okuyan İran İslam Cumhuriyeti , Ahmedinejat’ın başkanlığında emperyalizim ve siyonizimle mücadelesiyle tüm dünyada büyük bir sempati toplamıştır. Batılı güçler bu sevgi selinin önüne geçmek için ve bu büyük tehlikeyi zayıflatmak için Ahmedinejat’ın karşısında yeni bir Ahmedinejat oluşturmaya çalışmışlardır. Bu projelerini gerçekleştirmek için seçmiş oldukları Sayın Erdoğan görevini çok iyi yapmış ve Türkiye’de Caferi alim ve aydınların beğenisini alarak kendisi hakkında övgü dolu sözler söylemesine ve övgü yazılarının yazılmasına sebep olmuştur. Birçok yazarımız Erdoğan’ın bu tutumu karşısında samimiyetine inanmış ve her ortamda Erdoğan’a övgülerde bulunarak toplum içerisinde de sempati duyulmasına sebep olmuşlardır. Bu emperyalist planın o an farkına varamayan insanlar şu an büyük bir pişmanlık içerisine girmişlerdir. Bu emperyalist plan karşısında İran’ın Ortadoğu bölgesindeki etkisini azaltmaya çalışan dış güçler Erdoğan’ın da başarılı oyunculuğu sayesinde büyük bir yol katletmişlerdir. Ahmedinejat sevgisini ikiye bölmek için planlanan bu muaviye tarzı planla sayın R.T.Erdoğan tüm Ortadoğu bölgesinde büyük bir sempatiye ulaşmıştır. Maalesef bu plan yapmacık olduğundan dolayı fazla uzun sürmemiştir.

Komşularla sıfır problem düşüncesiyle yola çıktıpları bu yolda kardeşim dediği, elini sıktığı ve yanına aldığı tüm ülkeleri bir anda karşısına alarak bu ülkelere emperyalist güçlerin müdahale etmesine izin vermiş, ayrıca Suriye devletine bizzat müdahale ederek emperyalizmin bir parçası olduğunun sinyallerini vermekten çekinmemiştir. Suriye’yi kendisine tehdit olarak gören İsrail ve Amerika bu ülkeyi zayıflatmak ve yönetimi değişmek için planladıkları senaryoyu devreye koymak için AKP Hükümetini , kendi deyimiyle Büyük Ortadoğu Projesi Eş Başkanı olan Sayın Erdoğan’ı başrol oyuncusu olarak seçmişlerdir. Amerika’nın Suriye’ye kendisinin müdahale etmemesinin sebebiyse ; daha önce müdahale ettiği diğer Ortadoğu ülkelerinde büyük kayıplar verdiği için ve bu ülkelerde başarısız olduğu için bizzat kendisinin müdahalesini gündeme getirmemiştir. Zaten BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) Başkanı Sayın Erdoğan’ı bugünler için desteklemişlerdi. Türkiye’de yaşayan Şii vatandaşların bu olaya sessiz kalması için ve İran’ın Türkiye’de yaşayan Şii halk arasındaki etkisini azaltmak adına yaptıkları açılımların tüm sebebi Ortadoğuda kurulacak büyük İsrail devletinin oluşumunu hızlandırmak içindir. Büyük Ortadoğu Projesi diye adlandırılan bu proje aslında Tevrat’ta geçen ve İsrail devletinin büyük bir ümitle çalıştığı BÜYÜK İSRAİL DEVLETİ projesidir. Arz-ı Mevud diye adlandırılan, vaat edilen topraklarda kurulacak İsrail Devletini oluşturmak adına İsrail’in önündeki bütün engellerin kaldırılmaya çalışıldığı bir projedir bu. Bu Projeye başkanlık eden de kendisinin de ifade ettiği üzere Recep Tayip Erdoğan’dır. Bu projede önlerinde engel teşkil eden asıl tehlike Suriye veya diğer ülkeler değil İRAN’ dır.

İran 30 yıla aşkındır Emperyalizm’e ve Siyonizm’e savaş açmış bir ülke konumundadır. Bu yüzden yıllardır yıpratmaya çalıştıkları İran davasından ve ilkelerinden ödün vermeden çizgisine devam ederek ilerlediği bu yolda sömürgeci güçleri iyice rahatsız etmeye başlamıştır. İran üzerine her noktadan her konumdan saldıran dış tehditler İran’ı Ortadoğuda yalnızlaştırmak adına İran’ın safında yer alan ülkeleri hedef almaya başlamıştır. Suriye bu ülkelerden biridir. Birçok bahaneyle saldırdıkları Suriye planladıkları gibi çabuk teslim olmamış haklılığını tüm dünyaya duyurmak için mücadelesini sürdürmektedir. Çeşitli senaryolar yazdıkları Suriye’yi iç karışıklığa sürükleyen AKP Hükümeti kendisinin kölesi olduğu ABD ‘nin istediklerini yerine getirmek için eline silah verdiği terörist grupları Suriyeye göndererek ve oradaki muhalifleri de destekleyerek masum insanları katletmeleri için emir vermiştir. İslam ülkelerini yanına almak adına İsrail’e one minute (van minut) diyen Erdoğan bu girişimle Davos Fatihi olmuş İsrail Düşmanı Ülkeleri yanına almayı bir nebzede olsa başarmıştı. Mavi Marmara olayıyla beraber 8 vatandaşımızı katleden İsrail’e sadece sözle karşılık veren ve yine sözle yani Bir ÖZÜR ile karşılık beklemektedir. İsrail’in yaptığı bu zulme seyirci kalan AKP yönetimi yapay bir düşmanlık güttüğü katil İsrail’e hiçbir dayatmada bulunmadığı gibi ekonomistlerin bildirdiği verilere göre ticaret hacmini de arttırmıştır. Sayın Erdoğan bu tutumuyla gerçekte neye hizmet ettiğini göstermektedir. Asıl hedefinin İslam olmadığı açıkça belli olan AKP hükümeti İslam ülkelerine karşı başlattığı bu savaşla asıl amacının orta doğuda kurulacak Büyük İsrail’e hizmet olduğunu ve emperyalist güçlerin bir oyuncusu olduğunu aleni bir şekilde ortaya koymuştur.

Medya gücünü baskı ve tehditlerle ve emperyalist güçlerin desteğiyle elinde bulunduran AKP Yönetimi Suriye’nin ardından Asıl HEDEF İRAN’A yönlerini şimdiden çevirmeye başlamıştır. Sözde İslami Yazar ve Medya Grupları İran’ı karalamaya başlamış durumda. Libya Yönetimi değiştikten sonra ABD’nin talimatıyla İrandan petrol alımını azaltıp Amerikanın kontrolünde olan Libya ile yeni petrol anlaşması yaparak iran ile ticareti zayıflatmaya çalışmıştır. Batılı güçlerin yıllardır irana uyguladığı ambargonun yetmediği gibi sözde İSLAMCI AKP yüzünü yavaş yavaş İSLAMİ İRAN’a dönmeye başlamıştır. İranı Suriye yönetimine destek vermekle suçlayan AKP, İran’ın emperyalizme ve Siyonizm’e savaş açan tüm ülkelerin yanında olduğunun frkında değil midir?

Amerika’nın beyaz sarayından çıkmayan AKP hükümetinden zaten İran’ı ve Suriye’yi haklı görmesi beklenemezdi. İran tutumuyla emperyalist ve Siyonist güçlerin hedefindeyken AKP hükümeti de yaptıklarıyla onların safında olduğunu aleni bir şekilde ortaya koymaktadır. Diyanet işleri başkanının yapmış olduğu açıklama “ Caferi vatandaşlarımızın çocuklarını eğitim için İRAN’a göndermeleri kabul edilemez” AKP zihniyetinin İran’la açık gizli bir savaş içerisinde olduğunun açık bir göstergesidir. Bu anlamda başlattıkları çalışmalarla Din Alimlerini Diyanetin Bünyesine almak için uğraşmaktadırlar. İran’la Ortadoğudaki Şiilerin daha doğrusu Müslümanların irtibatını ve ilişkilerini kopararak bir yalnızlaştırma politikası gütmektedirler.

Daha öncede bahsettiğimiz medya gücü sayesinde bu yalnızlaştırma ve insanların zihnindeki İran’ı karalama çalışmalarına hız kesmeden başlamış durumda. Hakkâri’deki PKK olaylarını İran’a mal etmek için uğraşan medya yalan haberlerle Türkiye’deki halkı İran’a karşı doldurmaya çalışmaktadır. Yakın zamanda Iğdır da İranlı Turistleri ve Depremden dolayı Iğdır’a gelen İran vatandaşlarını ve bunlarla ilgilenen Caferi vatandaşları İran’a ajanlık yaptıkları iddiasıyla soruşturma başlattıkları haberini yayarak gizli savaşlarını uygulamaya koymuşlardır.

ABD nin çizgisinde bulunan TC. Hükümeti Malatya’ya kurduğu füze kalkanıyla beraber yine Emperyalist ve Siyonist güçlerin orta doğudaki üssü olduğunu ortaya koymuştur. Bu kalkanı kurmasının birçok sebebi olsa bile asıl sebebi İran füzelerine karşı İsrail’i korumaktan başka bir şey değildir. Her fırsatta İran’a saldırıda bulunan Abd ve Müttefikleri İran için planladıkları oyunlardan bir tanesi de Güney Azerbaycan diye bilinen Azeri kökenli vatandaşların yoğun olarak yaşadığı coğrafyada milliyetçilik duygularını körükleyerek ülkeyi iç savaşa sürüklemek. Güney Azerbaycan’da peydahladıkları GAMOH (Güney Azerbaycan Milli Oyanış Harekatı) diye bir örgüt oluşturmaya çalışmışlardır. Bu örgüt sayesinde İran’da yaşayan Türkleri yönetime başkaldırmaya yönlendirmeye çalışacaklardır. İsrail ve ABD ajanları burada planladıkları senaryoları gerçekleştirmek için uydurdukları görüşleri halka empoze etmek için yoğun bir çalışma başlatmıştır. Bu ajanlar orada yaşayan halkın arasına sızarak Siz Türksünüz Farslar size zulmediyor, Siz neden zulme sesiz kalıyorsunuz diye söylemlerle milliyetçilik duygularını tahrik ediyorlar. ABD ve müttefikleri İran’da İslam birliği olduğunu ve bu birliği bölmenin zor olduğunu bildiği için ırkçılığı hortlatmayı seçmiştir. Bu yolla İran’ı zayıflatmaya çalışacak olan dış güçler unutmamalıdır ki İran da Devrimi sadece Farslar veya Türkler değil tüm İran halkı gerçekleştirmiştir. Bu birlikteliği bölmek onlar için kolay olmayacaktır.

Bu bağlamda Biz akıl ve vicdan sahibi insanların üzerine düşense emperyalist ve Siyonist güçlerin planladıkları bu senaryolara oyuncu olmamak ve bu senaryoları bertaraf ederek kendi üzerlerine çevirmektir. Yaptıklarıyla emperyalist ve Siyonistlere bilerek veya bilmeyerek hizmet eden AKP hükümetini de buradan uyarıyoruz: Yolunuz doğru yol değildir. En kısa zamanda uşaklığını yaptığınız ABD’nin baskısından kurtularak hakka hizmet eden samimi kullar arasında yer almanızdır. Türkiye de yaşayan Şiiler olarak Sayın Erdoğan’a şunu söylemek isteriz; bizler Kerbela Çocuklarıyız, bizi Yezitler ölümle korkutamazlar. Önder edindiğimiz İmam Hüseyin bize şunu öğretmiştir:” Zilletle yaşamaktansa İzzetle ölüm daha şereflidir” biz ölene kadar emperyalistlerle ve Siyonistlerle savaşacağız, biz sadece Türkiyeli Şiiler değiliz biz Velayeti Fakihin arkasında olan vahdet sevdalısı Şiileriz. Hani Sayın Beşar Esada demiştiniz ya” Men Dakka Dukka” bizde size diyoruz MEN DAKKA DUKKA Sayın ERDOĞAN…

30/08/2012 - 23:23  MURAT MUTLU

Pazar, 02 Eylül 2012 07:07

ULUSLARARSI TOPLUM TAHRAN‘DAYDI

 Bismillah...

“Uluslararası toplum”, genellikle ABD ve birkaç yandaşı ülkeler yetkili makamlarınca sıkca kullanılan bir terimdir. Sultalarını sürdürmek için kafaya koydukları planlarını uygulamak veya ülkelere yapacakları müdahaleye kılıf uydurmak istediklerinde “uluslararası toplum” adına hareket ettiklerini iddia ederler. Ancak kastettikleri ABD ve Avrupa’lı birkaç emperyalist müttefikdir. Ülke ve nüfus sayısı temsilinde küçük bir bölümü oluşturmalarına rağmen kendilerini dünyanın efendisi olarak gördükleri için uluslararsı toplum, yani dünya adına konuştuklarını iddia ederler. İkinci Dünya Savaşının galipleri bu ülkeler BM teşkilatı, aynı teşkilata bağlı Güvenlik Konseyi, UAEK gibi önemli uluslararası kuruluşlar ve medya üzerinde kontrolleri sayesinde müstekbirliklerini sürdürmektedirler. Dünyanın çoğunluğunu oluşturan ülke ve milletler ise sulta sistemine karşı olmalarına rağmen bu sistemi yıkma ve değiştirme doğrultusunda şimdiye kadar başarılı olamamıştır.

2. Dünya savaşından bir kaç yıl sonra dünyayı iki kutuba bölen savaş galibi ABD ve Sovyet Rusya kendi liderliklerinde NATO ve Varşova paktlarını kurdular. Batı ve Doğu diye adlandırılan bu paktlara katılmak istemeyen ve bağımsızlığına yeni kavuşmuş veya bağımlı diktatörlüklerden yeni kurtulmuş ülkelerden Endonezya, Mısır, Hindistan, Gana ve eski Yugoslavya’dan oluşan beş ülke liderleri yeni bir uluslararası oluşuma öncülük ettiler. Non-Alligned Movement, Bağlantısızlar Hareketi olarak adlandırılan bu yeni oluşuma zamanla onlarca ülke katıldı. Bugün 120 ülkenin resmen ve 17 ülkenin ise gözlemci üyesi olduğu Bağlantısızlar Hareketi, BMT’dan sonra en büyük uluslararası kuruluştur.

İslam inkılabının zaferinden sonra Batı blokunun sultasından kurtulan İran da bu harekete üye oldu ve son bir haftadır bu teşkilatın 16. Zirve toplantısına ev sahipliği yaptı. Her biri iki gün süren uzmanlar ve dışişleri bakanları toplantısından sonra geçen Perşembe ve Cuma günleri Tahran’da zirve toplantısını yapan Bağlantısızlar Hareketi, BM’e üye ülkelerin üçte ikisini ve dünya nüfusunun %60’ını temsil etmektedir. Beş kıtaya yayılmış, çeşitli din, ırk ve dillerden oluşan bu hareket işte bu açıdan bakıldığında gerçek bir uluslararası toplum olarak adlandırılabilir. Dünya’nın yönetiminde şimdiye kadar herhangi bir etkinlik gösteremeyen bu hareketin bu misyonu mevcut şartlarda ve bundan sonra yerine getirip getiremiyeceği bir yana temsil açısından uluslararası toplumun çoğunluğunu oluşturduğu inkar edilemez bir gerçektir. Batı müstekbirliğinin uluslararası toplum olarak sadece kendisini gördüğü ve uluslararası kararlarda dünyanın ekseriyetinin görmezden gelindiği dünyanın böyle kalacağını kimse garanti edemiyeceğine göre Bağlantısızlar Hareketinin bu haliyle muhafaza edilmesi bile beşeriyetin geleceği açısından önemlidir.

ABD ve uluslararası siyonizmin düzenlenmesini ve önemliülke liderlerinin katılımını engellemek için aylar öncesinden başlatmış oldukları psikolojik savaş, baskı, tehdit ve medya racılığıyla sürdürdüğü propagandaya rağmen katılım oranı ve katılım düzeyi bakımından Tahran zirvesi bu hareket tarihinde rekor seviyeye ulaştı. İlk defa olarak 50’ye yakın ülke cumhurbaşkanlığı, cumhurbaşkanı yardımcısı, krallık ve başbakanlık seviyesinde, buna ilaveten üye ülkelerin çoğu dışişleri bakanlığı ve özel temsilci seviyesinde katıldılar.

Üye ülkelerden bir kısmı ise bu zirve toplantısını fırsat bilerek İran’la ikili ilişkilerini geliştirmek ve üst düzey ekonomik ve siyasal ilişkiler kurmak veya geliştirmek için onlarca kişilik heyetlerle bir nevi İran’a çıkartma yaptılar. Buna en belirgin örnek ise 250 kişilik heyet başkanlığında Tahran’a gelen Hindistan Başbakani Manmohan Singh’dir.

BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon, BM Genel Kurulu Dönem Başkanı, İİÖ Genel Sekreteri, Arap Ligi sekreteri ve başta Dünya İnsan Hakları komisyonu olmak üzere onlarca STK temsilcisinin katıldığı Bağlantısızlar Hareketi 16. Zirvesi birçok açıdan oldukça önemlidir:

1- İran gibi müstekbir güçlerin en katı yaptırımları ve medya boykotuyla karşı karşıya bulunan bir ülke açısından bu düzey ve hacimde bir toplantının yapılması oldukça büyük bir başarıdır. Uluslararası Siyonist medya ile birlikte hareket eden Türkiye kartel ve yandaş medyanın sansürlemesine ve bazı eski İslamcı yeni muhafazakar iktidarcı yazarların karalamasına rağmen Tahran zirvesi dünyanın ve bölgenin geleceğine dair yapılan görüşmeler ve ileri sürülen görüşler açısından oldukça etkili olacağa benziyor.

2- Bağlantısızlar Hareketinin başkanlığını üstlenen İran’ın, dünyanın yönetimindeki bozuk, eskimiş ve diktatoryal mekanizma konusunda toplantı boyunca öne sürdüğü görüşlerle katılımcıları etkilediği ve yönlendirdiği açıkca görülmekteydi. İmam Hamanei’nin açılış konuşmasında dile getirdiği konular başta Mısır’ın çiçeği burnunda Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi olmak üzere sonraki konuşmacılar tarafından adete tekrar edildi. İran’ın üç yıl süreyle başkanlığını yapacağı Bağlantısızlar Hareketi’ni İslam İnkılabının söylemleri doğrultusunda yönlendireceği, uluslararası arenada etkin bir konuma taşıyacağı daha şimdiden hissedilmekte ve üye ülkeler tarafından da kabul edilmiş görünmektedir. İstedikleri halde uluslararası ilişkilerde iradelerini ortaya koyamayan veya müstekbir güçlerin hışmına uğramamak için dile getirmekten çekinen çoğu ülke İran’ın sahip olduğu irade ve cesaretle bunu yerine getirmesini umut etmektedir ve liderlerinin konuşmaları bunu göstermektedir.

3- Batı ülkelerinin ekonomik krizle boğuştuğu bir dönemde dünya enerji ve maden kaynaklarının yarısından fazlasına sahip üye ülkeler müstekbir ülkelerin ekonomik sultasına son vermek ve kalkınmak yönünde aralarındaki işbirliğini geliştirmek doğrultusunda Tahran zirvesiyle birlikte iyi bir fırsat yakalamış bulunuyorlar. Bu fırsatın değerlendirilmesi çok doğal olarak bu ülkelere hakim iktidarların cesaret ve bağımsız hareket etmelerine bağlıdır. En azından bu harekete bağlı önemli ülkeler arasında güçlü bir siyasal-ekonomik kutubun oluşturulması mümkündür.

4- Asya’dan Afrika’ya ve Güney Amerika’ya kadar bir çok ülke liderlerinin sıkça dile getirdikleri konuların başında dünya idaresinin belli güçlerin tekelinde olduğu ve bu zalimce sistemin değiştirilmesine dair milletlerin kararlı irade açıklaması gelmekteydi. Bu yönde başarılı olup olmayacakları veya bu iradenin ne zaman tahakkuk bulacağı bir yana böyle bir talebin dünyanın gözü önünde özgürce dile getirilmesi bile olumlu ve ümitlendirici bir aşamadır. Artık dünya halkları başını ABD’nin çektiği emperyal güçlerin kontrolündeki uluslararası kuruluşların yapı ve işleyiş mekanizmasının adaletten uzak olduğunu çekinmeden dile getirmekteler ve bu yönde somut teklifler, görüşler ileri sürmekteler.

5- Tahran zirvesinde gündem konusu edilen ve bütün ülkelerin görüş birliği içinde bulundukları bölgesel konuların başında Filistin meselesi gemekteydi. Filistin halkına yapılan zulüm ve cinayetler sarih bir şekilde mahkum edildi, Siyonist Rejimin varlığı ve gayri meşru eylemleri açıkca sorgulandı ve Filistin meselesinin köklü ve kalıcı çözümü için somut teklifler önerildi ve zirvenin nihai belgesinde oy birliği ile kabul edilerek kayda geçirildi. Filistin halkının Tahran zirvesinde temsili konusunda bazı muhafazakar/iktidarcı medya ve kalemlerin kafa karıştırıcı iddialrının aksine Mahmud Abbas ve Hamas arasında tercih yapmak gibi bir konu mevzubahis bile olmadı. Çünkü her ne kadar Filistin halkının çoğunluğunu temsil etmese de Mahmud Abbas uluslararası kuruluşlarca Filistin halkının resmi temsilcisi olarak kabul görmektedir ve Bağlantısızlar Hareketi de bundan istisna değildir. Hamas temsilcisi davet edilmiş olsa bile resmi temsilci olarak değil de onur konuğu olarak davet edilebilirdi sadece. İİÖ toplantılarında bile Filistin halkını maalesef Mahmud Abbas’ın başında bulunduğu özerk yönetim temsil etmektedir. Bu arada hatırlatmak gerekir ki İran’lı yetkililer Filistin meselesini tanımlama ve çözümü hususunu hiç bir zaman Filistinli gruplara endeksli olarak görmemiş, genel olarak Filistin halkının haklarını savunmayı ön plana almıştır. Dün Fetih, bugün Hamas ve yarın başka parti ve akımlar Filistin halkını temsil edebilir ve bu Filistin’in iç meselesidir.

6- Tahran zirvesinde üzerinde durulan ve farklı görüşler ileri sürülen önemli konulardan biri de Suriye meselesiydi. Farklı görüş ve çözüm tekliflerinin dile getirildiği Cuma günkü oturumlarda Irak Başbakanı Nuri El Maliki’nin teklifinin kabul gördüğü bildirildi.

Irak Başbakanı Nuri el Maliki, Bağlantısızlar Hareketi iderler zirvesinde yaptığı konuşmasında, Suriye'ye yönelik her türlü müdahaleye karşı olduklarını belirterek, bu müdahaleler, sadece Suriye'de iç savaşa neden olmakla kalmaz aynı zamanda, bölge ülkelerine de sıçrar diye konuştu.

Maliki, Beşar Esad’ın da içinde bulunduğu bir geçiş hükümeti kurulmasını, geçiş hükümetinde toplumun her kesimini kapsayacak millet vekillerinin seçilmesini ve muhaliflerle anlaşmak için başlatılacak görüşmeler için iki tarafında kabul ettiği bir kişinin seçilmesi önerisinde bulunmuştu. Bu öneriye göre her ki taraf da ateşkese uymalı ve Arap Birliği hakemliğinde anlaşmaya oturmalılar. Daha sonra Arap ve uluslararası kuruluşlar hakemliğinde seçime gidilmelidir.

7- Liderlerinin konuşmaları ve beklentileri dikkate alındığında İran başkanlığındaki Bağlantısızlar Hareketi’nin geçmiştekinin aksine önümüzdeki üç yıl içerisinde uluslararası ve bölgesel siyasal, ekonomik, kültürel, insan hakları, sağlık, çevre sağlığı vb konularda önemli girişimlerde bulunacağı daha şimdiden söylenebilir. Bu Bağlantısızlar Hareketi üyesi 120 ülke halkları için olduğu gibi bütün bir dünya ve beşeriyet için de önemli bir aşamadır denilebilir.

31/08/2012 - 22:50 Y. ZİYA T.YILMAZ

 İran'ın ev sahipliğindeki 16. Bağlantısızlar Hareketi Zirvesi, sonuç bildirisinin kabulüyle çalışmalarını tamamladı. Sonuç bildirisinin ayrıntılarını İslami İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad açıkladı.

MHA - Başkent Tahran'da 120'den fazla ülkenin katılımıyla yapılan 16. Bağlantısızlar Hareketi Zirvesi, Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ın, sonuç bildirisi üzerinde ittifak sağlandığını açıklamasıyla sona erdi.

Ahmedinejad kapanış töreninde yaptığı açıklamada, Bağlantısızlar Hareketi bünyesinde geçici bir sekretarya kurulması ve kurumsallaşmaya yönelik somut adımlar atılması gerektiğini söyledi.

Zirveye katılım düzeyi ve sayının benzersiz olduğunu kaydeden Ahmedinejad, katılımcı ülke devlet ya da hükümet başkanları ile temsilcilerinin konuşmalarında Bağlantısızlar Hareketi'nin ilke ve hedeflerine bağlılıklarını vurguladıklarını ifade etti.

Ahmedinejad, Bağlantısızlar Hareketi'nin, dünya yönetimindeki sistemin daha çoğulcu ve katılımcı bir yapıya kavuşturulması gerektiği yönünde ortak görüş belirttiğini söyledi.

Uluslararası sorunların diyalog, müzakere ve barışçıl yollarla çözümü konusunda mutabık kalındığını anlatan Ahmedinejad, bireyin saygınlığı, insan hakları, insani ve ilahi değerlere saygının tartışılamayacağının altının çizildiğini kaydetti.

Bağlantısızlar Hareketi'nin, tek kutupluluğa, yayılmacılığa ve çıkarcılığa karşı konulmasını tasvip ettiğini belirten Ahmedinejad, ortak düşmanlara gerçekte tüm insanlığın düşmanlarına karşı da dikkatli olunmasının gerekliliğinin bir kez daha teyit edildiğini bildirdi.

Ahmedinejad, Bağlantısızlar Hareketi üyeleri arasındaki derin bağların uluslararası siyasi gelişmelerde etkili rol oynama imkanı vereceğini söyledi.

Bağlantısızlar Hareketi Zirvesi'nin düzenlenmesinde emeği geçen yerli ve yabancı herkese teşekkür eden Ahmedinejad, üye ve gözlemci ülkeler ile uluslararası kuruluşların temsilcilerine de katılımlarından dolayı teşekkür borçlu olduklarını kaydetti.

Bağlantısızlar Hareketi, sonuç bildirisinde BM'nin yapısında reforma gidilmesi, Filistin sorunu ve Filistin topraklarındaki İsrail işgali, nükleer silahların imhası, terörizmle mücadele, insan haklarına saygı, barışçıl nükleer enerjiden istifade hakkı gibi konular öncelikli olarak yer aldı.

İran'ın, zirvede Mısır'dan devraldığı dönem başkanlığını, üç yılın sonunda Venezüella'ya devretmesi de varılan kararlardan biri olarak açıklandı.

Bağlantısızlar Hareketi Zirvesi'nde, 26-27 Ağustos'ta uzmanlar, 28-29 Ağustos'ta dışişleri bakanları düzeyinde çalışmalarda bulunulmuş ve sonuç bildirisi taslağı hazırlanmıştı.

İmam Hamanei'nin açılış konuşmasıyla başlayan Liderler Zirvesi'nde BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, katılımcı ülke temsilcilerine hitap etmişti.

Aralarında Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve Filistin Özerk Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas'ın da bulunduğu 40 kadar ülke devlet ya da hükümet başkanları düzeyinde, diğer ülkeler de dışişleri bakanı veya özel elçi düzeyinde zirvede temsil edildi.

Türkiye'nin özel konuk olarak davet edildiği zirveye katılan Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, İranlı yetkililerin yanı sıra diğer bazı ülke temsilcileriyle görüşmelerde bulundu.

Zirveyi 110 ülkeden basın kuruluşu temsilcileri izlerken, güvenliğin sağlanmasında 100 binden fazla polisin görev aldığı belirtildi.