
کارگر
İran'da nükleer fizikçiye suikast düzenleyen hain idam edildi
İran'da 2010 yılında nükleer fizikçi Mesud Ali Muhammedi'ye suikast düzenlemek ve Mossad ajanı olmakla suçlanan Mecid Cemali Faşi idam edildi.
İran devlet televizyonu, 2010 yılında nükleer fizikçiyi öldüren ve İsrail gizli servisi Mossad ajanı olmakla suçlanan 24 yaşındaki Mecid Cemali Faşi'nin başkent Tahran'da asılarak idam edildiğini duyurdu.
Cemali Faşi, suçunu kabul etmiş ve pişman olduğunu açıklamıştı. Faşi geçen yıl Ağustos ayında idama mahkum edilmişti.
Tahran Üniversitesi fizik profesörü Mesud Ali Muhammedi, 2010 yılı Ocak ayında işe gitmek üzere ayrıldığı evininin önünde düzenlenen bombalı saldırıda hayatını kaybetmişti.
Laricani: "Bahreyn Suudi Arabistan için kolay bir lokma değil"
İran İslami Şura Meclisi Başkanı, Bahreyn’i kendine mal etmek isteyen Suudi Arabistan’ın bu girişimine tepki göstererek, Bahreyn’in Suudi Arabistan için kolay bir lokma olmadığını söyledi.
MHA parlamento muhabirinin bildirdiğine göre, bugün yapılan meclisin açık oturumunda Suudi Arabistan’ın Bahreyn’i kendine mal etmesi girişimine itiraz eden Zahidan milletvekili Hüseyinali Şehriyari, 1961’e kadar İran’ın bir eyaleti olan ve Şah’ın hainliği ve dönemin milli şura meclisinin onayladığı kara lekeli kararla Bahreyn’in bağımsızlığına kavuştuğunu söyledi.
Zahidan milletvekili,”Bahreyn’de cereyan eden hadiselerde İran’ın taraf olma hakkı olduğunu, ama Suudi Arabistan’ın değil”dedi.
Hüseyinali Şehriyari, Al-i Halife ve Al-i Suud’un komploları ile mücadele etmek gerektiğinin altını çizdi.
İslami Şura Meclisi Başkanı Ali Laricani ise bu sözlere yanıt olarak Bahreyn’in Suudi Arabistan için kolay bir lokma olmadığını söyleyerek bu gibi girişimlerin bölgeyi krize sürükleyeceğini belirtti.
Ehl-i Sünneti ehl-i zillete dönüştürenler(e sorular)
Bir çağrımız var…
Bu çağrımız, tüm hacılarımıza, hocalarımıza, ulu hocalarımıza, "ben Ehl-i Sünnetim" iddiasındaki tüm kardeşlerimize…
Bir araya gelip istişare edelim, kaynaklarımızı ortaya koyup tartışalım ve öz nefsimizle baş başa kaldığımızda başımızı iki elimizin arasına alıp derin derin tefekkür edelim, muhasebe yapalım…
On dört asırdan beri ezan-ı Muhammedi okunan İslam beldelerini haçlı-siyonist işgalcilerin kullanımına açmak, açılması için yardımcı olmak, onlara "gelin" diye çağrıda bulunmak hangi Ehli Sünnet kaynağı tarafından onaylanmaktadır?
Elimizi vicdanımıza koyalım ve kendi kendimize soralım; İslam coğrafyasını hallaç pamuğu gibi atma, darmadağın etme ve içinde yaşayan Müslümanların kanlarını ve canlarını ve dahi ırz ve namuslarını heder etme türünden hain ve sinsi planlarına dahil olmak hangi kitabımızca, kaynağımızca onaylanmaktadır?
Tepeden tırnağa, her şeyle haçlı dünyasının emrine ve hizmetine amade olmak suretiyle Müslümanlara "hizmet" edilebileceği fetvasını hangi kaynağımızda gördünüz?
Bin yıldan beri Müslüman Türk milletinin vatanı olan, bu gün üzerinde yaşayandan daha çok altında şehidi bulunan Anadolu coğrafyasını parsel parsel dönüm dönüm, dağ dağ, yayla yayla haçlı sermayesine satmanın caiz olduğuna dair bir fetva veren Ehl-i Sünnet kaynağı bilen var mı?
Bin yıldan beri Tevhid inancının bayraktarlığını yapmış olan Türk milletinin çocuklarını "düşmanını sevici, haça ve haçlıya muhabbet besleyen" tarzda yetiştirmek hangi kaynağımızca desteklenmektedir?
Haçlı-siyonist işgal planlarının içinde yer almak, onlara kuyruk olmak, onların hedeflerine ulaşmaları için hem kavli hem de fiili dualar da bulunmak, Ehl-i Sünnet inancıyla izah edilebilir mi?
Yedi yüz lira asgari ücrete talim eden milyonların olduğu bir ülkenin yüzlerce milyon lirasını komşu kardeş ülkeleri yakıp-yıkmaya azmetmiş teröristlere harcamanın fetvasını her hangi bir Ehl-i Sünnet kaynağında göstere bilir misiniz?
Haçlı-siyonist işgal şebekelerinin lehine ve fakat komşu kardeş ülkelerin aleyhine olmak üzere topraklarımızı kullandırmanın, füzeler yerleştirmenin fetvası hangi kaynakta yer almaktadır?
Bütün bu ve benzeri soruların cevabı yoksa, ey ulu hocalar niçin konuşmuyorsunuz, niçin gerçekleri gizliyorsunuz?
Böyle bir Ehl-i Sünnet inancı var mı?
Bu hal düpedüz ehli zillet olmak değil midir?
Susarak, Ehl-i Sünnet'in ehli zillete dönüşmesine onay vermiş olmuyor musunuz?
Peki, yarın bunun hesabını nasıl vereceksiniz?
Aziz Karaca
Şia’ya Atılan İftiralara Cevaplar : Kur’an’ın Tahrif Olmadığına Dair Deliller (1)
Kur’ân’ın mukaddes oluşu ve itibarı açısından tahrifinin mümkün olmayışının yanında, Şiîler nezdinde bu konu büyük bir önem taşımaktadır. Şiîler Kur’ân’ın tahrif olmadığı konusunda en sağlam inanca sahiptirler ve günümüzde nuranî Kur’ân’ın bayraktarlığını yapıp İslam ve Kur’ân’ı ciddi bir şekilde savunmaktadırlar. Şiî âlimlerinin, alçak Salman Rüştü’nün Şeytan ayetleri ismindeki yazmış olduğu kitap karşısındaki tavırları buna apaçık bir delildir. Ne yazık ki bir takım art niyetli, fitneci kişiler Kur’ân’ın tahrif edildiği yalanını Şia’ya nispet vermeleri geçmişten günümüze kadar gelmiş ve bazı Ehlisünnet kardeşlerimizde bu inancın Şia’nın inançlarından biri olduğu düşüncesini oluşturmuştur. Gerçekte asılsız bir iftira olan Kur’ân’ın tahrif konusu Şia’nın nurlu yüzünü karalamaya yönelik bir çalışma olup Müslümanlar arasında oluşan vahdeti baltalamaya yönelik bir girişimdir.
TAHRİF
Tahrifin Sözlük Anlamı
“h-r-f” kökenli tahrif kelimesi kenar, taraf, yön, cihet, bir şeyin etrafı kenarı manasınadır. Bir şeyi tahrif etmek ise; asıl olması gereken yerden çıkarıp, yanlış yöne yönlendirmektir.[1] Kur’ân’ı Kerim şöyle buyuruyor:
“İnsanlardan kimi Allah'a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki: Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüz çevirir). O, dünyasını da, ahiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir.”[2]
Zamahşeri bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Yani; kenarda durmuş, din meydanının ortasına gelmiyorlar. Kur’ân bu şekil kuşkulu, ikilem içinde bulunan insanları ordunun kenarından hareket edip, menfaatleri olduğunda, ganimet, zafer esnasında orduya katılıp, aksi takdirde savaş meydanından kaçıp bir köşeye saklananlara benzetmektedir.”[3]
Bir kelimede harflerin yerini veya bir harfi değiştirme, bozma, değiştirme. Bir ibaretin anlamını değiştirme. İlâhî kitaplar üerinde herhangi bir kelimenin bile bile değiştirilmesine tahrif denir.
Râğıb el-İsfahani, el-Müfredat kitabında şöyle der:
“Bir kelimeyi tahrif etmek, o kelimeyi iki farklı anlam ve mana verebilecek şekilde söylemektir.”[4]
Yukarıdaki tanım, kelime yapısı üzerinde gerçekleşen tahriften ziyade manadaki değişikliğe işaret etmektedir.
Kelamın tahrifi ise; “Kelamı iki manaya yorabilme ihtimali vermek. öyle ki kelam için akla gelebilecek en son manayı vermektir. Bu çeşit tahrif manevi tahriftir. Zira kelimenin harflerinde, zahirinde hiçbir değişiklik yapmadan gerçekleşen tahriftir. Kur’ân’ı Kerim aşağıdaki ayette bu manaya işaret etmektedir:
“Yahudilerin bir bölümü, kelimeleri (Allah’ın sözlerini) asıl manalarından saptırırlar.”[5]
Bu ayet, Yahudilerin, kelimelerin zahirini korumalarına rağmen, onları asıl manalarından uzaklaştırıp başka manalara yorumladıklarını bildirmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de buna benzer tabir dört defa tekrar edilmiştir. Bunların hepsi Kur’ân’ın manevi tahrifine işarettir.
Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
“kelimeleri yerlerinden değiştirirler…”[6]
Diğer bir ayette şöyle buyurmuştur:
“…Hâlbuki bunlardan bir grup vardı ki, Allah'ın kelâmını işitirlerdi de sonra ona akılları yattığı halde bile bile onu tahrif ederlerdi.”[7]
Tahrifin Istılah ve Terim Anlamı
Terim ve ıstılahtaki ‘tahrif’ sözlükteki tahrifin aksine; “Kelimenin manasının değiştirilmesi” demektir. Terimdeki tahrif lafzın tahrifi için, sözlükte tahrif ise manevi tahrif için kullanılır. Buna göre Kur’ân’da geçen tahrifler lügat açısından başka bir tahrifi kapsamamaktadır. Fakat Kur’ân’ın tahrifi konusunda lafzı ve ıstılahî tahrifi ele alacağız.
İslâm dinine göre birkaç çeşit tahrif vardır: Kelimenin bazı harflerini yanlış telaffuz ederek ona başka mana vermek, bir hadis veya ayete tefsir yoluyla değişik mana vermek, metinler arasında bile bile değişiklik yaparak Kur’ânı-ı Kerim ve Hadis-i Şerif'lerde mevcut olmayan bir kelimeyi metinlere eklemek suretiyle varmış gibi göstermek.
Ayrıca Kur’ân’ın tahrifine inananları iki ayrı sınıfa ayırmak mümkündür; birinci grup; Kur’ân’ın bütün ayetlerinde tahrif olabileceği ihtimali vermişlerdir, ikinci grup ise Kur’ân’ın sadece bazı ayetlerinde tahrif olma ihtimali vermişlerdir. Ancak İslam dünyasında âlimlerin kahır çoğunluğu Kur’ân’da hiçbir şekilde tahrif olmadığına inanmaktadırlar.
Tahrifin lügat ve ıstılah manalarını açıkladıktan sonra asıl konumuz olan Kur’ân tahrifini inceleyeceğiz. Önce Kur’ân hakkında iddia edilen tahrif çeşitlerini ele alacağız.
Kuran Tahrifinin Kısımları
1- Kur’ân’ın Manevi Tahrifi
Yüce Allah Âl-i İmrân suresinin yedinci ayetinde müteşabih ayetler hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih ayetlerin peşine düşerler…”[8]
Bu ayet açık bir şekilde bazı fitneci insanların batıl bir şekilde te’vîl yapmak için müteşabih ayetleri kendilerince yorumlamaya çalıştıklarını bildirmektedir.
Kur’ân’da manevi tahrifin oluşu açısından hiçbir şüphe yoktur. Zira “Rey ile Kur´an´ı Tefsir Etmek” buna en açık bir delildir ve bu tür tahrif defalarca gerçekleşmiştir.
Tarih boyunca kelamî mektepler ve fırkalar oluşmuştur. Bu oluşumların temeli ise Kur’ân ayetlerinin yanlış bir şekilde yorumlanıp tefsir edilmesine dayanmaktadır. Bunlara Müfevvize ve Mücesseme fırkalarını örnek gösterebiliriz.
Rivayetlerde bu tahriflerin gerçekleştiğine işaret ettiği gibi bu gibi tahrifleri yapanlar da şiddetle kınanmıştır.
İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmaktadır:
“Kur’ân’ın onlar tarafından arkaya atılmasının alameti, onların harflerini saklayıp, koruyup, hudut ve sınırlarını tahrif etmeleridir. Onlar Kur’ân’ı anlattıkları halde ona uymuyorlardı. Cahiller onların Kur’ân’ın hafızları olduklarını görüp seviniyorlardı, âlimler ise Kur’ân’a uymayıp onun sınırlarını riayet etmedikleri için üzülüyorlardı.”[9]
2- Kur’ân’ın Lafzı Tahrifi
Kur’ân’ın lafzı tahrifinden; görünen zahiri kelimeleri üzerinde yapılan tahrif kastedilmektedir.
Kur’ân’ın lafzı tahrifinin kısımları vardır:
a- Kur’ân’a Bir Şeylerin Eklenmesi:
Müslümanlar arasında hiç kimse Kur’ân’a bir şeyin eklenmesi yani fazlalaştırılması konusunda tahrifin olduğunu iddia etmemiştir. Bu görüş Şiî ve Sünni mezhepler tarafından inkâr ve reddedilmiştir. Bu konu hakkında aklî delil de bulunmaktadır; Tarih boyunca Müslümanlar Kur’ân’ın hıfz edilip, öğrenilmesi ve kıraâti konusunda son derece özen göstermişlerdir. Bundan dolayı Kur’ân’ın nazil olan bütün ayetleri Müslümanlar tarafından bilinen ve herkesin aşina olduğu bir durumdu. Buna göre Kur’ân’a bir kelime eklenseydi bütün Müslümanlar tarafından bilinip reddedilirdi. Bunun yanında Kur’ân’ı Kerim’in eşsiz belagat ve fesahati de böyle bir şeyin gerçekleşmesine en büyük engeldir. En büyük belagat ve fesahat sahibi insanlar bile Kur’ân karşısında boyun eğmekten başka bir çare bulamamışlardır. Böyle bir durumda eğer Kur’ân’a bir şey eklenmiş olduğunu farz edersek nasıl olurda Müslümanların ve belağat ve fesahat bilen insanların gözünden kaçtığını düşünebiliriz?
b- Kur’ân’dan Bir Şeylerin Eksiltilmesi:
Kur’ân’ın lafzı tahrifi olarak bilinen ikinci kısım, asıl bahsi geçen ve tartışılan konudur ki; Kur’ân’dan kelimenin, cümlenin veya ayetin eksiltilmesi ile ilgilidir. Yani Kur’ân’dan bir şeylerin eksiltilmesi meselesidir. Şiî ekolu bu şekil tahrifi de kesin bir şekilde reddetmektedir.
Bu tür bir tahrifin olduğu, sadece bazı zayıf rivayetlerde yer almıştır. Bu rivayetler, genelde Ehlisünnet yoluyla zikredilmiş ve bazen de Şîa kanalıyla nakledilmiştir.
Bu rivayetler, parmakla sayılacak kadar azdır ve bazı Şiî veya Sünni muhaddislerinin dışında herkes tarafından reddedilmektedir.
Bu konuyu ileride daha geniş bir şekilde inceleyeceğiz.
c- Surelerin Veya Ayetlerin Yer Değiştirmesi:
Eğer Kur’ân’da surelerin ve ayetlerin yerlerinin değiştirilmesini tahrif olarak kabul edecek olursak, bu şekil tahrifin gerçekleştiğini herkes kabul etmektedir. Zira Kur’ân-ı Kerim’in surelerinin bugünkü şekilde sıralanması surelerin nazil olduğu şekilde olmadığı herkes tarafından bilinmektedir.
Elbette bilinmelidir ki bu şekilde değişiklikler Kur’ân’ın korunmasına, itibarına, tahrifin olmayışına zarar vermemektedir. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; Kura’ın tahrif edilip edilmemesi sadece lafzı tahrif de Kur’ân’dan bir şeylerin eksiltilip eksiltilmemesi ile ilgilidir ve bütün tartışmalarda bu alanda yapılmaktadır.
d- Kelimelerin Yer Değiştirmesi:
Bir kelimenin kaldırılarak başka bir kelimenin yerine bırakılmasına denir. Bazen kaldırılan ve bırakılan kelimeler aynı manayı taşır bazen de aynı manayı taşımaz. İbni- Mesud bu şekil değişikliği aynı manayı ve mecazi manayı taşıyan kelimeler için sakıncası olmadığını kabul etmiştir. Ona göre önemli olan mananın korunmasıdır, lafızların farklı olması çokta önemli değildir. Örneğin “âlim” yerine “hâkim” kelimesinin okunmasının sakıncası yoktur.
Fakat bu çeşit değişikliği de Kur’ân hakkında kabul edilemez. “İlahi vahiy”de böyle bir değişiklik söz konusu olamaz. Zira Kur’ân’ın mucizelerinden birisi de kelimelerinden kaynaklanmaktadır. Buna göre Kur’ân için bu gibi değişiklikler düşünülemez.[10]
e- Kırâatlerin Farklılığı:
Yani Kur’ân’dan her hangi bir kelimenin Müslümanlar arasında bilinenden farklı bir şekilde kıraât edilmesidir. Bu çeşit kıraâtleri de doğru değildir. Çünkü Kur’ân bir tanedir ve bir olan Allah tarafından gönderilmiştir. İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz Kur’ân bir tanedir ve bir olan Allah tarafından gönderilmiştir.”[11]
f- Lehçe ve Söyleyiş Tarzında Farklılık:
Arap kabileleri arasında harflerin veya kelimelerin söylenişinde farklı lehçelere sahip olmalarına denir. Dolayısıyla Kur’ân’ı da kendi lehçelerine göre telaffuz etmişlerdir.
Lehçe kelimenin yapısında ve manasında değişiklik yapmayacak şekilde olursa sakıncası yoktur. Fakat lehçe, kelimenin manasını değiştirip, edebî kuralları çiğnerse, Kur’ân’ın bu şekil kıraâti sakıncalıdır. Çünkü Allah-u Teala şöyle buyuruyor:
“Korunsunlar diye, pürüzsüz Arapça bir Kur'an indirdik”[12]
Hakeza lehçe farklılığı Kur’ân’ın manasının değişmesine neden oluyorsa kesinlikle caiz değildir. Kasıtlı olarak yapılan bu gibi değişikliklerde büyük günahtır. Kur’ân-ı Kerim’de Yahudilerin böyle yaptığını görmekteyiz.
“Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygambere karşı) «İşittik ve karşı geldik», «dinle, dinlemez olası», «râinâ» derler. Eğer onlar «İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet» deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı; fakat küfürleri (gerçeği kabul etmemeleri) sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar.”[13]
Başka bir ayette şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! «Râinâ» demeyin, «unzurnâ» deyin. (Söylenenleri) dinleyin. Kâfirler için elem verici bir azap vardır.”[14]
Kuran’ın Tahrif Olmadığına Deliller
Müslümanlar arasında usul ve füru konularda ihtilaf olmasına rağmen Kur’ân’ın tahrif edilmeyişi konusunda hemfikirdirler. Şia’nın Âhbarî (aşırı radikalleri) ve Ehlisünnetin Haşeviyye fırkası ve bir grup âlim yeterli bir araştırma yapmadan bazı hadislerin zahirine dayanarak, Kur’ân’dan bir şeylerin eksildiğine inanmışlardır. Fakat bilinen, kabul edilen ve meşhur olan Şiî ve Ehlisünnet âlimleri Kur’ân’ın tahrif edildiğini kabul etmedikleridir. Bugün elimizde bulunan Kur’ân Peygamber efendimize nazil olan Kur’ân’dır.
Şeyh Müfit’ten sonra İmamiyyenin (12 İmam Şiileri) reisi olarak bilinen fakih, müfessir, kelamcı, edip ve şair Ebû-l Kasım Ali b. Hüseyin Musevi Seyit Murtaza Âlamü’l-Hüda (436 h.k) şöyle der:
“Kur’ân’ın sahih bir şekilde nakledildiğine inanmak, şehirleri, büyük olayları, meşhur ve aşikâr Arap kitaplarını bilmeye benzer. Zira Kur’ân’ın nakledilip hıfz edilmesine gösterilen hassasiyet ve verilen önem hiçbir şey için geçerli değildir. Kur’ân nübüvvetin mucizesi, şeriat ve dinî ahkâmların kaynağıdır. İslam âlimleri onun korunması, hıfz edilmesi konusunda son derece gayret göstermişlerdir. Hatta Kur’ân konusunda alamet, kıraât ve harfler konusunda bütün ihtilafları öğrenmişlerdir. Durum böyle iken nasıl olurda Kur’ân tahrif olmuş olabilir!?”[15]
İleride Şiî âlimlerinin bu konu hakkında ki görüşlerini çok geniş bir şekilde nakledeceğiz.
Kur’an’ın Tahrif Olmadığına Dair Deliller
1- Kur’ân
a- Kur’ân-ı Kerim’de bir çok ayet Kur’ân’ın tahrif olmadığına dalalet etmektedir. Örneğin:
“Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.”[16]
(Şia alimi) Allâme Tabatabaî (r.a) bu ayet hakkında şöyle der:
“Kur’ân hayat dolu ebedî bir zikirdir. Yok olmak, eksilmek ve fazlalaştırılmaktan korunmuştur. Kur’ân’ın muhtevasında herhangi bir değişikliğin meydana gelmesi sonucu, hakikatleri ve ilahî maarifi açıklayıcı olma özelliğini kaybetmesi ve böylece Allah’ın zikri olmaktan çıkması mümkün değildir. Bu ayet, Kur’ân-ı Kerim’in zikir olduğunu ve nazil olduktan sonra çeşitli tahriflerden sonsuza dek korunacağını bildirmektedir..”[17]
(Sünni alimi) Zemahşerî, bu ayet hakkında şöyle der:
“Geçmiş kitapların aksine, Kur’ân’ı tahrif olmaktan koruyan Allah’ın kendisidir. Yüce Allah’ın, Kur’ân’ı tüm değişim ve tahriflerden koruması ve buna özel bir önem vermesi, Kur’ân’ın bir mucize olduğunu gösterir. Aksi takdirde, Allah kelâmı olmayan sözlerde eksilme ve fazlalık olduğu gibi, Kur’ân’da da eksilme ve fazlalıklar meydana gelirdi.”[18]
(Şia alimi) Ayetullah Hoî (r.a) ise, bu konuda şöyle der:
“Bu ayet, Kur’ân’ın tüm tahriflerden korunduğunu ve hainlerin pis elleriyle Kur’ân’da herhangi bir değişikliği ve tahrifi meydana getiremediklerini ve hiçbir fitnecinin oyuncağı olamayacağını vurguluyor.”[19]
(Sünni alimi) Fahr-i Râzî, bu ayeti açıklarken şöyle diyor:
“Yani, biz Kur’ân’ı her çeşit eksilme ve fazlalaşma tahrifinden koruyacağız.”[20]
(Şia alimi) Feyz-i Kaşanî şöyle diyor:
“Yani, biz Kur’ân’ı her çeşit eksilme, fazlalaşma ve değiştirilme tahrifinden koruyacağız.”[21]
(Şia alimi) Ebû Ali Tabersî ise şöyle der:
“Yani, biz Kur’ân’ı her çeşit eksilme ve fazlalaşma tahrifinden koruyacağız. Allah (c.c.) Kur’ân’ı nazil ettiği şekilde koruyacağını üstlenmiş, İslam ümmetini bu Kur’ân’ı nesilden nesile aynen aktarmakla görevlendirmiştir; Peygamber’in davetini kabul edenlerin hepsine hücceti tamamlamaları için bu durumun kıyamete dek devam etmesini emretmiştir.”[22]
Yüce Allah başka bir ayetinde verdiği vaadinden dönmeyeceğini bildirmiş ve böylelikle Kur’an’nın tahrif olmayacağını bizlere haber vermiştir:
“Şüphe yok ki Allah, vaadinden dönmez.”[23]
Şimdi bu delil hakkında akla gelebilecek birkaç şüpheyi incelemeye çalışacağız:
Birinci Şüphe: Bu ayet, Kur’ân’ın her zaman, her yerde ve herkesin yanında tüm tahriflerden mahfuz kaldığına dalalet etmez. Kur’ân’ın yalnız bir kısım insanların yanında mahfuz olarak kalması, ayetin geçerliliği için yeterlidir, herkesin yanında mahfuz olması gerekmez. Ayet, böyle bir manayı ifade etmemektedir.
Cevap: Bu ayetin bu manaya geldiğini düşünmek doğru değildir. Zira yüce Allah, Kur’ân’ı evrensel ve tüm insanları doğru yola hidayet etmek amacıyla nazil etmiştir. Dolayısıyla, Kur’ân’ın yalnız bazı şahısların yanında tahriflerden mahfuz kalması, bu amaç için yeterli değildir. Eğer Kur’ân’ı halkı kendi hidayete eriştirmek gayesiyle nazil etmeseydi, onu kendi nezdinde”Levh-i Mahfuz”da[24] koruması yeterli olurdu. Ama Kur’ân’ı hidayet amacıyla indirdiği için onu her zaman, her yerde ve herkesin yanında tüm tahriflerden koruması gerekir.
Ayetullah Hoî bu şüphenin cevabında şöyle diyor:
“Bu ayetteki “zikir”den maksat, Peygamber’e (s.a.a) nazil olan Kur’ân-ı Kerim’dir ve “onu korumak”, onu başkalarının oyuncağı olmaktan ve zayi olmaktan korumak ve bütün insanların o ilahî mesaja ulaşabilmesini mümkün kılmak demektir. Nitekim halk dilinde; “Filan kasidenin her hakkı mahfuzdur.” denildiği zaman, o kasidenin korunmasına rağmen, herkesin ona ulaşabileceği kastedilir.”[25]
İkinci Şüphe: Bazı Müslüman ve Müslüman olmayan ülkelerde basılan Kur’ân’larda bazı ayet ve kelimeler yanlışlıkla eksik veya yerleri değişmiş şekilde basılmaktadır. Acaba bu, bir nevi tahrif değil midir?
Cevap: Bazen matbaa hatasından dolayı Kur’ân nüshasında meydana gelen eksiklikler veya değişikliklerin, Kur’ân’ın Allah tarafından korunmasıyla hiçbir çelişkisi yoktur. Zira böyle yanlışlıklar, Kur’ân’ın yeniden doğru ve hatasız basılmasıyla ortadan kalkar; böylece bu yanlışlıklar düzeltilir. Hakeza birçok İslam ülkesinde Kuran müesseseleri bu gibi hataları önlemek için kurulmuştur. Yayınevlerinin Kur’an basabilmesi için özel kurum ve kuruluşlardan izin almaları gerekir. Bundan dolayı bu gibi hataların devamlılığı veya yaygınlaşması mümkün değildir.
Üçüncü Şüphe: Ünlü Ehli sünnet alimi Fahri Razî şöyle der: “Kur’ân’ın tahrif olmadığına dair Kur’ân’dan delil getirmek doğru değildir. Zira delil olarak getirilen ayetin kendisi de Kur’ân’a eklenmiş olabilir. Öyleyse mezkûr ayette de tahrif ihtimali olduğuna göre, bunu delil olarak getirmek doğru değildir.”[26]
Cevap: Bütün İslam âlimleri, bu ayetin tahrif olmadığına dair ittifak etmişlerdir. Hiç kimse de bu ayetin tahrif edildiğini iddia etmemiştir. Diğer taraftan, tahrif yapmak isteyen şahsın, ilk önce bu ayeti tahrif etmesi gerekirdi. Çünkü bu ayet, tahrif konusunda kilit bir ayettir ve bu ayeti bu halinden çıkarmadığı müddetçe, yapacağı her türlü tahrif bu ayetle reddedileceği için, faydasız olacaktır. Öyleyse, tahrif yapmak isteyen birinin, böyle bir ifadeyi Kur’ân’a eklemiş olması düşünülemez. Çünkü böyle bir ifadeyi Kur’ân’a eklemekle, kendi tahrifinin önünü almış ve daha sonra tahrifte bulunmak isteyene engel olmuş olur. Herhalde Kur’ân’ı tahrif etmek isteyen, Kur’ân’ın tahrif edilmesinin önüne, böyle bir ifade ekleyerek, set çekmek istemez.
Ayetullah Hoî bu şüphenin cevabında ise şöyle diyor:
“Şayet bu sorunun cevabını “Ehlibeyt” ve onların velayet makamı ve her yönlü rehberliklerini bilmeyip tanımayanlar veremezler. Fakat Onları (Resulullah’ın (s.a.a) vasileri) (a.s) Allah’ın yeryüzünde hüccetleri olarak bilenler için böyle bir şüphe hiçbir zaman söz konusu olmaz. Zira İmamlar (a.s) bu bugün elimizde bulunan Kur’ân’a göre istidlal etmişlerdir. Dostlarının da bu Kur’ân ile istidlal etmelerini tasdik etmişlerdir. Buda gösteriyor ki; şu an elimizde bulunan Kur’ân hüccettir. Bu Kur’ân’a sıkı sıkı sarılmak farzdır ve bu konuda hiçbir şüphe yoktur.”[27]
b- Kur’ân-ı Kerim’in tahrif olmadığına dair diğer bir ayet şudur:
“Kendilerine Kitap geldiğinde onu inkâr edenler (şüphesiz bunun sonucuna katlanacaklardır). Hâlbuki o, eşsiz bir kitaptır. Bâtıl ona, ne önünden gelebilir ne de arkasından. Hakîm ve Hamîd Allah'tan bir indirmedir o.”[28]
Bu ayet, diğer ayet gibi Kur’ân’ın tahrif edilmediğini göstermektedir. Kur’ân’a bâtıl sözün ulaşması veya herhangi değişikliğin meydana gelmesi, bu ilahî deliller ışığında mümkün değildir. Buna göre tahrif, bâtıl sözün en açık numunelerinden olduğuna göre, hiçbir zaman Kur’ân’ın sınırlarından içeriye giremez. Bu konuda Allâme Tabatabaî şöyle der:
“Bâtıl demek, Kur’ân’ın hakikatlerinin tümünün veya bir bölümünün hak olmayan şeylere dönüşmesidir. Veya şeriatın hükümleri ve ahlakî değerlerinin bazılarının uygulanamayacak derecede iptalidir. Bu ayet ise, Kur’ân’da böyle şeylerin oluşmasını kesin bir dille reddediyor.”[29]
Bu ayetlerde de açıkça görüldüğü gibi Kur’ân kendisi için hiçbir tahrifi kabul etmeyip inkâr etmektedir. Arap edebiyatı ile aşina olan kimseler burada ki vurguları ve tekitleri iyi bilmektedirler. Bundan dolayı Kur’an açısından tahrif söz konusu değildir.
2- Hadis
a - Sakaleyn Hadisi:
Sakaleyn hadisi Ehlisünnet ve Şiî tarafından tevâtür haddinde nakledilmiştir.
Peygamber efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
“Ben aranızda iki değerli emanet bırakıyorum; Biri hidayet ve nur ile dolu olan Allah’ın kitabıdır. Sizler ona sarılın ve amel ediniz. Diğeri ise İtretim, Ehl-i Beytimdir. Sizi Allah’a and veriyorum Ehl-i Beytim’in haklarını koruyunuz, eğer bu ikisine sarılırsanız asla sapıklığa düşmezsiniz, bu ikisi kıyamet günü (Kevser) havuzunun başında benim yanıma gelinceye kadar birbirlerinden ayrılmazlar…[30]
Bu hadisten birkaç önemli nokta vardır:
Birincisi: Peygamber efendimiz Müslümanlar arasında iki büyük emanet olan Allah’ın kitabını ve Ehlibeyt’ini (a.s) bırakmıştır.
İkincisi ise: İnsan bu iki emanete birlikte sıkı sıkı sarıldığında asla sapıklığa düşmeyecektir.
Üçüncü nükte ise; bu iki emanetin Kevser Havuzu başına birlikte gelinceye kadar birbirinden ayrılmamalarıdır.
Bu hadis Kur’ân’ın tahrif olmadığına dair en açık delillerden birisidir. Çünkü Sakaleyn Hadisi açık bir şekilde Kur’ân’ın kıyamete kadar korunacağını bildirmektedir. Zira eğer Kur’ân’ın tahrifini kabul edecek olursak, artık ona ve Ehlibeyt’e (s.a) sıkı sıkı sarılmanın hiçbir manası kalmayacaktır. Ehlibeyt/İtret, Kur’ân olmadan başlı başına bir hüccet olmayacaktır. İtret’in olduğunu ve Kur’ân’ın tahrif olduğunu düşünecek olursak İtret’in Kur’ân’dan ayrıldığını kabul etmemiz gerekir. Oysa Sakaleyn hadisi açıkça bu ikisini; Kur’ân ve İtret’in birbirinden ayrılmayacağını bildirmektedir.
b-Kur’ân’a Sunulması Hadisi:
Bu hadisler Şiî ve Sünni âlimler kanalıyla Peygamber efendimizden ve mâsum İmamlardan (a.s) nakledilen anlam yönünden mütevatir olan ve ”Kur’ân’a sunulması” gerekenler olarak bilinen hadislerdir:
Müslümanların Hz. Peygamber’den (s.a.a) ve İmamlardan (a.s) ulaşan hadisleri Kur’ân’a sunmaları gerekir. Kur’ân’a uyan hadisleri kabul edip, uymayanları reddetmelidirler.
Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.a)’den şu hadis nakledilmiştir:
“Benden sonra sizlere birçok hadis nakledeceklerdir. Benden size ulaşan hadisleri Kur’ân’a sunun; ona uyanı kabul edin, uymayanı reddedin.”[31]
İmam Sadık (a.s) bu konu hakkında şöyle buyurmuştur:
“Her hakkın bir hakikati ve her doğrunun da bir nuru vardır. Sizler, Kur’ân’a uyanını kabul, uymayanını ise reddedin.”[32]
Yine başka bir hadiste İmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:
“Kur’ân’a muhalif olan her hadis batıldır.”[33]
Başka bir hadiste ise Ehlibeyt İmamlarının (s.a) şöyle buyurdukları nakledilmiştir:
“Bizden size bir şey ulaştığında Kur’ân’a başvurun, eğer Kur’ân ile çelişmiyorsa kabul edin, amel edin, eğer Kur’ân’la çelişiyorsa o hadisi atın ve reddedin.”[34]
Bütün hadislerin doğru ve yanlış olmasındaki ölçü Kur’ân olduğuna göre, Kur’ân’ın kendisinin tüm tahriflerden korunmuş olması gerekir.
Bu hadislerle iki şekilde istidlâl edilmiştir:
1- Kur’ân, sağlamlığı ve delil olarak başvurulan ana kaynak olduğuna göre hadislerden önceliklidir. Bu yüzden, tüm hadislerin doğru olup olmadığını anlamak için Kur’ân ölçüdür. Eğer Kur’ân tüm tahriflerden korunmamış olmasaydı, hadislerin ona sunulması yersiz ve mantıksız olurdu.[35]
2- Bazı ayetler, Kur’ân’ın tahrif olmadığını açıkça bildirdiği halde, Kur’ân’ın tahrif olduğuna dâir hadislerde elimize ulaşmıştır. Ancak bu hadisler, Kur’ân’ın tahrif olmadığını bildiren ayetlere muhalif olduğu için, Kur’ân’a uymayan hadislerin kenara atılması ve saf dışı bırakılması yönünde Hz. Peygamber (s.a.a) ve masum İmamlar (a.s)’dan nakledilen mütevatir hadisler gereğince, onlara itina edilmemelidir.
Bu konu hakkında Feyz-i Kaşanî şöyle diyor:
“Hz. Peygamber (s.a.a) ve İmamlar (a.s), kendilerinden mütevatir olarak nakledilen rivayetlerde, kendilerine isnat edilen hadislerin onlara ait olup olmadığını anlamamız için, o hadislerin Kur’ân’a sunulmasını emretmişlerdir. “Kur’ân’a uyanı kabul, uymayanı reddedin.” diye buyurmuşlardır. Buna göre, elimizde mevcut olan Kur’ân’ın tahrif edildiğini kabul edersek, hadisleri ona sunmanın ne gibi bir yararı olabilir ki? Bu yüzden, Kur’ân’ın tahrif edildiği yönündeki hadisleri, Kur’ân’a aykırı ve muhalif olduğu için, ret veya te’vîl etmemiz gerekir.”[36]
Kur’ân’ın manaları ve hükümlerine zarar vermeyecek derecedeki eksilme ve tahrifin olabileceği şüphesine karşı verilebilecek cevap ise şudur: Hadislerin Kur’ân’a sunulması hakkındaki rivayetlerin anlamıyla ilgili olarak yapılan açıklamaya dikkat edilirse, bu şüphenin de cevabı anlaşılmış olur. Böyle bir tahrifin münafıklara ve dalâlet ehline hiçbir yararı olmayacağından, kimse böyle bir işe yeltenmez. Ayrıca, Müslümanların, özellikle de âlimlerin, Kur’ân’dan bir noktanın dahi azalmaması ve ona bir noktanın dahi eklenmemesi yönündeki büyük çabaları ve titizlikleri dikkate alınırsa, bu derecedeki tahrifin de mümkün olmadığını herkes takdir edecektir.
c- Ehlibeyt (a.s) Hadislerinde Kur’ân Tahrifinin Reddi:
a- Ehlibeyt İmamlarından (a.s) Kur’ân’ın tahrif olmadığına dair birçok hadis nakledilmiştir ki bunlardan bazıları yukarıda zikredildi. Bu hadislerde Ehlibeyt İmamları (a.s) çok açık ve net bir biçimde Kur’ân’ın tahrifini inkâr etmektedir. Bu rivayetlerden bir kısmını zikrediyoruz:
Sahih bir senetle Ebû Basir’den şöyle nakledilmiştir:
“İmam Sadık (a.s)’a, halkın “Ey inananlar, Allah'a, peygambere ve içinizden emredecek kudret ve liyakate sahip olanlara itaat edin.”[37] ayetinde Allah’ın Ali (a.s) ve Ehlibeyti’nin (a.s) isimlerini niçin zikretmiyor? dediklerini söyledim. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu:
“Peygamber’e (s.a.a) namazda nazil olmuştur. Fakat namazın rekâtları bildirilmemiştir, Kur’ân’da gelmemiştir. Peygamber (s.a.a) (namazları kaç rekât olarak kılacaklarını) açıkladı. Diğer hükümlerde aynı şekildedir...”[38]
İmamın (a.s) sözünden Hz. Ali’nin (a.s) ve diğer imamların (a.s) isimlerinin Kur’ân’da olmadığını imamın şu an Müslümanların elinde olan Kur’ân’ı kabul edip tahrifine inanmadığı anlaşılmaktadır.
b- Sahih bir senetle İmam Bakır’dan (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
“Kur’ân’ın onlar tarafından arkaya atılmasının alameti, onların harflerini saklayıp, koruyup, hudut ve sınırlarını tahrif etmeleridir. Onlar Kur’ân’ı anlattıkları halde ona uymazlar. Cahiller onların Kur’ân’ın hafızları olduklarını görüp seviniyorlardı, alimler ise Kur’ân’a uymayıp onun sınırlarını riayet etmedikleri için üzülüyorlardı.!”[39]
Bu hadisten anlaşılan şu ki; İnsanlar sadece Kur’ân’ın tefsir ve te’vîlinde yanlış yolları seçmişler. Kur’ân ayetlerini kendi inançlarının teyidi için istedikleri biçimde yorumlamışlardır. Fakat Kur’ân’ın kendisinde hiçbir tahrif olmamıştır.
3- Aklî Delil
Kur’ân insanları hidayet etmek için gönderilmiş yol gösterici bir kitaptır. Ayetlerin buyurduğuna göre insanın bu kitaba başvurup müracaat etmesi kaçınılmazdır. Zira aklında gerektirdiği dini maarifler, İslam’ın genel kanun ve temellerini içerin bir kitabın beşerin hidayeti için gerekli olduğuna kanaat getirmektedir. Bu kitabın beşerin elinde bulunması ve insanların bununla hidayeti bulması gerektiğini akıl tasdik edip kabul etmektedir. Öyleyse Allah’ın insanlara bir kitap gönderip daha sonra bu kitabı da herkesin istediği gibi değiştirmesine izin vermesi hikmetine terstir. Zira Kur’ân halkın hidayeti için gönderilmiş bir kitaptır. İslam dinini de en son din olarak kabul edecek olursak diğer dinler hakkında akla gelebilecek soruların cevabı kendiliğinden anlaşılacaktır.
4- Kur’ân’ın Mucize Oluşu
Kur’ân mucize kitabıdır. Şu ana kadar hiç kimse ona benzer bir ayet getirememiştir. Ayetlerde buna açıkça işaret etmektedir. Allah-u Teala Kur’ân’da insanlara ve cinlere meydan okumuş şöyle buyurmuştur:
“(Ey Muhammed!) De ki: “And olsun eğer insanlar ve cinler bu Kur'ân'ın benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine yardımcı olsalar bile, yine onun bir benzerini meydana getiremeyeceklerdir.”[40]
Diğer bir ayette ise şöyle buyurmuştur:
“Yoksa “onu kendi uydurdu” mu diyorlar? O halde sen de onlara de ki: “Haydi siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin. Allah'dan başka çağırabileceğiniz kim varsa onları da yardıma çağırın. Eğer doğru söylüyorsanız” (bunu yaparsınız).[41]
Ve yine başka bir ayette de şöyle buyuruyor:
“Onu o (peygamber) uydurdu” mu diyorlar? De ki; “Haydi siz de onun gibi bir sûre getirin ve Allah'dan başka, çağırabileceğiniz kim varsa onu da yardıma çağırın. Eğer sözünüzde sadık iseniz (bunu yapın).”[42]
Bakara suresinde ise yine şöyle buyuruyor: “Eğer kulumuz (Muhammed)e indirdiğimiz (Kur’ân)dan şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın; eğer doğru iseniz.”[43]
Eğer Kur’ân tahrif olmuş olsaydı fesahat ve belagat açısından eksiklik olmuş olacak dolayısıyla ona benzer bir ayet veya sure şimdiye kadar getirilmiş olacaktı, oysaki böyle bir şey şimdiye kadar gerçekleşmemiştir ve gerçekleşmeyecektir.
5- Her Namazda Fatihadan Sonra Bir Surenin Okunması
Ehlibeyt İmamları (a.s) günlük beş vakit namazların birinci ve ikinci rekâtlarında fatiha suresinden sonra kâmil bir surenin okunmasını farz bilmişlerdir. Bunun kendisi Ehlibeyt İmamlarının (a.s) Kur’ân’dan her hangi bir şeyin eksilmediğine inandıklarını göstermektedir. Her fatiha’dan sonra bir surenin okunması gerekir, eğer Kur’ân tahrif olmuşsa namazlarımızda sahih olmayacaktır, zira okuduğumuz surenin Kur’ân’a eklenmiş sure olmadığına yakinimiz olamaz. Oysa Ehlibeyt İmamları (a.s) şu an elimizde bulunan Kur’ân’dan kâmil bir surenin okunmasının yeterli olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Kur’ân’ın tahrifine inananlar sözde tahrif olduğu ihtimali verdikleri surenin namazda okunmasının yeterli olabileceğini savunamazlar. Zira yakîni iştigal yakini berâatî gerektirir. Yani; Fatihadan sonra kamil bir surenin okumanın farz olduğunu kesin bilen kimsenin, bu vazifesini kesin bir şekilde yerine getirdiğine yakin etmesi gerekir ki bu da her okunan surenin gerçek tahrif olmayan sure olduğunu kabul ederek gerçekleşir.
6- Kur’ân’ın Tevatür Haddinde Nakledilmesi
Her ne kadar Kur’ân için farklı kırâatlar nakledilmemişse de, Kur’ân’ın metni mütevatir bir hadde elimize ulaşmaşıtır. Yani her nesil bugünkü elimizde olan Kur’an metnini birbirine yüzde yüz güvenceyle nakletmiştir. Öyle ki Kur’an metnine ekleme yapılma ihtimali yoktur. Bunun kendisi de Kur’ân’ın tahrifini çürüten delillerden birisidir.
Devam edecek…
Turgut ATAM
Dipnotlar____________________________________________________________________________________________________________
[1]- Lisanu’l-Arap, İbn-i Menzur, c.3, s.129.
[2] - Hac, 11
[3]- Zamahşerî, Keşşâf, c.2, s.146
[4]- el-Müfredât fî Garîbi'l-Kurân, Râğıb el-İsfahani, Defter-i Neşr-i Kitap, Kum, 1404, s.114.
[5] - Nisa, 46
[6] - Maide, 41
[7] - Bakara, 75
[8] - Âl-i İmrân, 7
[9] -Usul-u Kafi, c.8, s.53, el-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’ân, s.227
[10] - bkz. Marifet, Muhammed Hadi, et-Temhid fi Ulum'il-Kur’ân, Kum, Neşr'ul-İslâmî Müessesesi, c.1, s.289.
[11]- Usul-u Kafi, c.2, s.630, hadis. 12 ve 13.
[12]- Zümer, 28
[13]- Nisa, 46
[14]- Bakara, 104
[15]- ez-Zahire fi ilmi’l-Kelam, s. 361.
[16]- Hicr, 9
[17]- el-Mizan tefsiri, mezkur ayet
[18] el-Keşşâf Tefsiri, c. 3, s. 572.
[19]- el-Beyân Tefsiri, s. 226.
[20]- el-Kebir Tefsiri, c. 19, s. 160 ve 161.
[21]- Tefsir-i Sâfî, c.1, s.33-34, ve c. 1, s. 898, Vâfî, c.2, s.1778
[22]- Mecmaü’l-Beyân, c.1, s. 898. Katâde, bu ayet hakkında şöyle der: “Şeytan hiçbir bâtıl sözü Kur’ân’a ekleyemez ve hiçbir hak sözü ondan eksiltemez.”
[23]- Ra’d, 31
[24]- Allah’ın ezelî ilminin, kâinatta olmuş ve olacak şeylerin yazılı olduğu levha.
[25] - el-Beyân Tefsiri, s. 227 ve 228
[26]- Tefsir-i Kebir, c.19, s.161
[27]- el-Beyân Tefsiri, s.228
[28]- Fussilet, 41 ve 42.
[29]- el-Mizan Tefsiri, c. 17, s. 398
[30]- Müsned-i Ahmed, c.3, s.14-17, c.4, s.367-371, Sünen-i Kubra, c.2, s.148, c.7, s.30 ve c.10, s.114, el-Müstedrek, c.3, s.148Kenzü’l-Ummal, c.1, s.185-188, h.943-955 ve c.172-173, h.870-876, Sünen-i Dâremî, c. 2, s. 431-432. Daha geniş bilgi için bkn. el-Gadir, Sekaleyn Hadisi.
[31]- Vesailü’ş-Şia, c.27, s.124; Sünen-i Dare Kutni, Ali b. ÖmerDaru Kutni, c.4, s.133-134; Tarih'i Dimeşk, İbni Esakir, c.55, s.77.
[32] - Usul-u Kafi, c.1, s.9.
[33]- Vesailü’ş-Şîa, c.18, bab.9, h.10.
[34]- Vesailü’ş-Şîa, c.18, bab.9, hadis.19,29,ve 35
[35]- İlk üç hadisin kaynağı, es-Sahih-i min Sireti’n-Nebî, c. 1, s. 30, Usûl’ül-Hanefiyye, s. 43’den naklen; Vesâil’üş-Şiâ, c.18, s. 78-79, el-Kâfî, el-Mehâsin, el-Emâlî ve Abdurrazzak’ın Musannef’inden naklen; Tehzib-i Tarih-i Dimaşk, c. 15, s. 134; el-Burhan Tefsiri, c. 1, s. 28 ve et-Tibyan Tefsiri, c. 2, s. 28.
[36]- Tefsir-i Sâfi c. 1, s. 51.
[37]- Nisa, 59
[38]- Usul-u Kafi, c.1, s.286
[39]- Usul-u Kafi, c.8, s.53, el-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’ân, s.227
[40]- İsra, 88
[41]- Hud, 13
[42]- Yunus, 38
[43]- Bakara, 23
Selefi satılmışların Şii katliamı sürüyor... Nijerya’da Önde Gelen Bir Şii Alim Öldürüldü
Boko Haram terör örgütü, Nijerya’nın önde gelen seçkin Şii alimlerinden Hacı Muhammed Ali’nin evine saldırdı. Hacı Muhammed Ali açılan ateş sonucu şehit oldu. Hacı Muhammed Ali’nin cenazesi Müslümanların kontrolünde olan hastanelerden birine kaldırıldı.
Ehlibeyt Haber Ajansı ABNA- “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” Nijerya’nın önde gelen Şii alimlerden olan Hacı Muhammed Ali, Cuma günü, Vehhabi- Selefilere bağlı terör örgütü Boko Haram tarafından Kanu kentinde uğradığı silahlı saldırı sonucu şehit oldu.
Görgü tanıklarının bildirdiğine göre Boko Haram terör örgütü, Hacı Muhammed Ali’nin evine saldırarak birkaç dakikalık tacizin ardından açtıkları ateş sonucu bu Şii alimini şehit ettiler. Hacı Muhammed Ali’nin cenazesi Müslümanların kontrolünde olan hastanelerden birine kaldırıldı.
Öte yandan Nijerya güvenlik güçleri dün (Cumartesi günü) Boko Haram terör örgütünün ele başlarından olan Süleyman Muhammed’i Kanu kentinde göz altına aldı.
Nijerya polis sözcüsünün açıklamasına göre Süleyman Muhammed tutuklandıktan sonra Nijerya’nın başkenti Abuja’ya götürüldü. Teröristin evine yapılan baskında evinde çok sayıda patlayıcı yapımında kullanılan malzemeler, askeri mühimmat ve el yapımı bombalar ele geçirildi.
El Kaide bağlantılı selefi terör örgütü Boko Haram, şu ana kadar çok sayıda eylemde bulunarak eylemlerin sorumluğunu üstlendi. Şu ana kadar Nijerya’da bir çok kilisenin patlatılmasını üstlendi.
2002 yılında kurulan radikal selefi terör örgütü Boko Haram, 2011 yılında Nijerya'da, 450'den fazla kişinin hayatını kaybetmesine neden oldu. 2012 yılında ise şu ana kadar Nijerya genelinde 180 kişiyi terörist saldırılarla katletti.
Şehide Allah’tan rahmet diliyoruz.
Bakü – Dünya Serbest Güreş Şampiyonası İran milli takımı dünya şampiyonu oldu
İran serbest güreş milli takımı, Bakü'de düzenlenen dünya serbest güreş şampiyonasında şampiyon oldu.
BAkü'de düzenlenen 40. dünya serbest güreş şampiyonası, İran milli takımının dünya şampiyonluğu ile sonuçlandı.
İran milli takımı finalde ev sahibi Azerbaycan takımını de yenerek 5. kez dünya şampiyonu olmayı başardı.
İran serbest güreş milli takımı bundan önce de 1996 İran, 1998 ve 2001 Amerika ve 2006 İran'da düzenlenen dünya kupalarında da şampiyon olmuştu.
Suriyeli Muhalif: ABD’nin İran’ı Vurmasını Diliyorum / Şiiler Kafir…
Türkiye’deki Kilis kampında bulunan takım liderlerinden 240 kişilik bir çetenin lideri 29 yaşındaki Ebu Amin isimli sapkın İran ve Şiilere kin kusarak kimlere uşaklık ettiklerini ortaya koydu.
Russia Today muhabirinin sorularını yanıtlayan zamane Yezitlerinden Ebu Amin şunları söylüyor:
"Ben NATO müdahalesinden yanayım, ama kimsenin bize yardıma gelmeyeceğini, dolayısıyla ölene kadar savaşmak zorunda kalacağımızı düşünüyorum. Bütün dünya bize karşı. Amerika'nın İran'ı bombalamasını diliyorum; Amerika, Avrupa ve Müslümanların Doğu'ya karşı ittifak yapmasını ve onu yenmesini diliyorum. Bununla ilgili bir hadis var. Şiiler Müslüman falan değil, onlar kafir; onlar Yahudi Talmudcular. Şiiler bize Masonlardan ve Siyonistlerden daha fazla zarar verdi. İbn-i Taymiyye'nin Şiiler hakkında yazdıklarına bakın! Amerikalılar Şiilerden daha iyi, Hıristiyanlar da onlardan daha iyi."
Amerika ile savaşımız denizde sonuçlanacak
General Fedevi: Amerika ile savaşımız denizde sonuçlanacak
İslam Devrim Muhafızları Deniz Kuvvetleri Komutanı, “Amerika’nın her hangi bir nedenle İran’a saldırması durumunda bu ülke ile savaşımız denizde sonuçlanacaktır ”dedi.
Mehr haber ajansı muhabirinin bildirdiğine göre, Tahran Şerif Üniversitesi’nde düzenlenen "2. Hızlı Bot Konferansı"nda konuşma yapan İslam Devrim Muhafızları Komutanı General Ali Fedevi, dünyanın hiçbir ülkesinde İran İslam Cumhuriyeti'ndeki gibi hızlı bot konusuna önem verilmediğini, Amerikalılar bile bu konuda başarılı elde edemediğini ifade etti.
General Fedevi, İran’dan başka dünyanın hiçbir ülkesinde hızlı botlara torpido ve radar yerleştirilmediğini konuşmasına ekledi.
İslam Devrim Muhafızları Deniz Kuvvetleri Komutanı, hızlı bottan bahsedildiğinde uzunluğu 15 ve 20 metre olan botlar olduğunu, 48 metrelik Amerikan gemileri gibi olmadığını hatırlattı.
Genral Fedevi, İran’ın hızlı botları diğer hızlı botlara göre iki kat hız yapabildiğini ve bunu üç kata çıkarmak için çalışmaların devam ettiğini belirtti.
Amerika’nın yalnız 8 hızlı botu olduğuna işaret eden General Ali Fedevi, dünyadaki en iyi ve gelişmiş hızlı botların İran’a ait olduğunun altını çizdi.
İran ve Amerika arasındaki davanın siyasi, ekonomik ve yahut kültürel olmadığının değerlendirmesini yapan Devrim Muhafızları Deniz Kuvvetleri Komutanı, bu davanın ‘hak’ ve ‘batıl’ arasında bir dava olduğuna dikkat çekti.
Genral Fedevi, İran’ın askeri alanda ilerlediğinden dolayı ABD bu ülkeye saldırmadığını söyleyerek, “Amerika’nın her hangi bir nedenle İran’a saldırması durumunda bu ülke ile savaşımız denizde sonuçlanacaktır “dedi.
Azerbaycan’da eşcinselliğe özgürlük, hicaba yasak
Azerbaycan hükümeti Mayıs ayında Bakü’de düzenlenecek “Eurovision-2012” yarışmasına katılacak homoseksülleri ağırlamak için var gücüyle hazırlanıyor.
Nüfüsunun %97’sini müslümanların oluşturduğu Azerbaycan ve 2009 yılında İslam Uygarlığının Başkenti seçilen Bakü şehri Mayıs ayında dünya homoseksüellerinin geçit törenine ev sahipliği yapacak.
20 bin homoseksüel Mayıs ayında Azerbaycanın Müslüman evlatlarının gözü önünde Bakü caddeleri ve sokaklarında gövde gösterisi yapacak, bu günü “gurur günü” ilan edecek ve bir müslüman ülkeden dünyaya seslenerek eşcinsellerin haklarını savunacaklar.
Ama aynı müslüman ülkenin evlatları en ilkel dini özgürlüklerinden mahrum bırakılmakta, kadınlarının, kızlarının örtüsüne, hicabına izin verilmemekte ve buna itiraz eden alimleri ve düşünürleri zindanlara tıkılmaktadır.
Topraklarının %20’si işgal altında bulunan, halkın ekonomik sıkıntılar içinde çırpındığı Azerbaycan’a tahakküm eden Aliyev diktatörlüğü, dünya eşcinsellerini toleranslık, özgürlük adına ağırlamaya hazırlanırken, bu ülke halkının namusunu, gayretini, kültürünü, dini değerlerini savunanlar baskı altında tutulmakta, uyduruk suçlarla tutuklanmakta, göstermelik mahkemelerde yargılanarak zindanlara tıkılmaktadır.
Konuyla ilgili olarak değerlendirme yapan yazar Gönül İsmailkızı’nın yazısını aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz:
http://rasthaber.com/yazar_8200_729_bakida-eurovision-2012-keciril601c601k.html
"Bölgeyi Parçalamak İçin Bir Asırlık Komplo "
Fars Haber Ajansının bildirdiğine göre el-İntikad Haber Ajansında Abdulhüseyin el-Şeyb tarafında kaleme alınan makaleler dizisinde Batılıların 1. Dünya savaşının başlamasından bugüne kadar bölgenin parçalanması için yaptıkları komploları ele alınıyor.
Sykes-Picot’tan Yeni Ortadoğu Projesine İslam Dünyası Aleyhindeki Komplolar
El-İntikad Haber Ajansında yayınlanan bir makalede İslam dünyasını parçalamak için Batılıların bir asırdır süren komplolarına değinilerek bunların içinde bulunduğumuz dönemdeki mahiyetleri inceleniyor.
Fars Haber Ajansının bildirdiğine göre el-İntikad Haber Ajansında Abdulhüseyin el-Şeyb tarafında kaleme alınan makaleler dizisinde Batılıların 1. Dünya savaşının başlamasından bugüne kadar bölgenin parçalanması için yaptıkları komploları ele alınıyor.
1. Dünya Savaşı ve Osmanlı İmparatorluğunun Parçalanması
1. Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğunun dört asırlık hâkimiyeti sona erdi ve savaşın galipleri tarafında yapılan Sykes-Picot anlaşmasına göre Osmanlı’nın Arap toprakları bölüştürüldü. Böylece birçok ülkeden oluşan yeni bir coğrafya ortaya çıktı ki bugün bile bu ülkelerden hiçbirinin yaşı yüz yılı bulmamaktadır. Sömürgeci Avrupa ülkeleri böylece önceden planlanmış programlar çerçevesinde kurdukları yeni ülkelerin geleceklerini ellerinde tutmaya başladılar. Keza bu ülkelerdeki menfaatlerinin temini için dini, mezhebi, kabilesel ve sınırlarla ilgili çatışmalar yarattılar.
Filistin’in Parçalanması ve İsrail Devletinin Kurulması
1. Dünya Savaşı esnasında 1917 Balfour Beyannamesi imzalanmıştı. Bu beyanname Filistin’de Yahudi devletinin kurulmasını istiyordu ve bu bölgenin doğrudan sömürülmesi konusu, 1947’de Birleşmiş Milletlerin Filistin’i Yahudilerden ve Araplardan oluşan iki devlete bölmek için kaleme aldıkları taslakla istenen aşamaya geldi. Böylece Yahudi devleti 1948’de Avrupalıların ve Amerikalıların onay ve destekleriyle kuruldu. Ancak Filistin Arap devleti bugün bile kurulamamıştır.
Filistin’in Parçalanmasındaki Başarı Arap Dünyasının Parçalanması İçin Giriş Niteliğindedir
Filistin’in başarılı bir şekilde parçalanması Batılılar için iyi bir tecrübe oldu ve bununla Arapların komplolar karşısındaki güçlerini sınayarak Arapların çok güçsüz olduklarını anladılar. Böylece başka Arap ülkelerinin de parçalanması için ortam oluştu ve bu projelerin başka yerlerde de başarılı bir şekilde uygulanması için fırsatlar doğdu. Örneğin Yemen, kuzey ve güney olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Tabii yirmi yıl önce Yemen tekrar tek devlet oldu.
Sykes-Picot Anlaşmasının Sonu ve Yeni Ortadoğu Projesinin Başlangıcı
El-İntikad Haber Ajansında yayınlanan makaleye göre bugün Batı karşıtı yeni güçlerin ortaya çıkması Batılıların menfaatlerini tehlikeye atmış ve bu güçlerin servet ve menfaat hususunda onlara rakip olmaları nedeniyle Sykes-Picot anlaşmasına göre yapılan coğrafik ayrıştırmalar dönemi bitmiştir. Bu anlaşmanın icra olasılığı kalmadığı için onlarca yıl önce Avrupalı ve Amerikalı politikacılar bu konuya eğilerek üniversitelerin yardımı ve onların verdikleri ilmi verilerle bölge için yeni projeler çizdiler. Maalesef bu işin için de çoğu zaman Avrupa’da ve Amerika’da okuyan Arap asıllı öğrencilerin yüksek lisans veya doktora tezlerinden yararlanılmıştır. Batılılar bu araştırmalardan istifade ederek bölge hakkındaki gelecek planlarını yaptılar. Nitekim bu tezlerde Arap ülkelerinin mezhebi, siyasi, dini, kültürel ve toplumsal bütün özellikleri en ince ayrıntılarıyla ele alındığı için farklı ilmi açılardan kader belirleyici kararların alınmasında bunlardan istifade edildi.
El-İntikad bunun abartı olmadığını ve bölgenin parçalanması projesi için ikazda bulunanların karşısında yer alan kimselerin istifade ettikleri komplo teorileriyle de bir ilgisinin olmadığını söylemektedir.
Yeni Ortadoğu terimi bilhassa 11 Eylül’den sonra Amerikalı ve Avrupalı siyasi yetkililerin en çok kullandıkları ıstılahlardan biridir. Bu projenin ayrıntıları hakkında birçok şey söylenmiştir ki Afganistan ve Irak’a yapılan saldırıların ve daha sonra Siyonist rejimin Hizbullah ile giriştiği 33 günlük savaşın bu projenin farklı aşamaları olduğunu görmekteyiz.
Batının Yeni Ortadoğu Projesinin Önündeki Engeller
a- Siyonist Rejimin Zayıflığı ve Varlığını Korumadaki Güçsüzlüğü
Arap dünyasında yeni coğrafyaların icadı ve ayrışma zeminlerinin oluşması için yapılan girişimler incelendiğinde bazı kazanımlarla karşılaşırız. Bunların en önemlisi İsrail’i her mekana saldırabilecek bir güç olmaktan çıkarıp elektronik duvarların arkasına saklanmak zorunda bırakan Hizbullah ve Filistin direniş güçleri karşısında ardı ardına aldığı yenilgilerdir. İsrail bugün varlığını koruyabilmek için etrafını duvarlarla örmek zorunda kalmıştır. Kendi varlığını koruyabilmek için de Batının menfaatlerini savunma rolünden vazgeçmiştir. Tabii bu, İsrail’in kurulduğu günden bugüne dek yaşadığı en kötü değişim sayılmaktadır.
b- Amerika’nın Bölgedeki Yenilgileri ve Yeni Kutupların Ortaya Çıkması
Bu hususta incelenmesi gereken ikinci bir kazanım da Amerika’nın yenilgileridir. Bu yenilgi serisi ilk olarak 2006’da Lübnan’da başladı ve Irak yenilgisi ile devam etti ve büyük bir ihtimalle yakın bir zamanda Afganistan’da da mağlup olacaklar. Bunlara ilave olarak Amerika ve Avrupa’nın İran’ın artan nüfuzu karşısındaki güç kaybını da zikredebiliriz. Keza yeni dünya tek kutuplu bir dünya değildir. Artık çok kutuplu bir dünya düzeni vardır. Amerika ile birlikte Çin ve Rusya gibi güçlü aktörler belirmiştir ve bölgede İran gibi etkili ve büyük başka bir aktör daha vardır.
c- Arap Devrimlerinin Sert Kasırgası ve Batılı Müttefiklerin Düşüşü
Söz konusu makalenin devamında şunlar ifade edilmektedir; Arap dünyası, dünyanın en büyük rekabet alanlarından biridir. Ayrıca, dillendirmemiz gereken bir diğer kazanım ise Tunus ve Mısır’da Amerika’ya bağımlı yönetimlerin halk devrimleriyle düşmesi ve Amerika’nın müttefikleri olan Körfez ülkelerinin de aynı alın yazısına sahip olma ihtimalinin belirmesidir. Bu nedenledir ki Amerikalılar Arap devrimlerinin önünü kesmek, kendi taraftarları olan rejimlerin düşmesine engel olmak ve bu devrimlerden ötürü bölgede Batılıların ve Amerikalıların menfaatlerini tehdit eden unsurlarla mücadele etmek için farklı seçenekler üzerinde çalışmalar yapmaktadırlar.
Batılıların İslamcıların Güçlenmelerinden Duyduğu Kaygı
Batılıların bu devrimlerden kaygı duymalarının nedenleri şunlardır; bu devrimlerle birlikte Amerika’ya muhalif İslamcı akımlar işbaşına geleceklerdir. Bu akımlardan bazıları dış politikadaki tutumlarını açıkça ilan etmemiş ve bunu sonraya bırakmışlardır. Bu da değişim taraftarı olan halkçı bir yapının ortaya çıkmasıyla sonuçlanacaktır ki İran buna İslami uyanış demektedir. Bu uyanış doğrudan Amerika ve diğer sömürgeci güçlerden kurtulmayı amaçlayarak Arap ve İslam dünyası için yeni bir gelecek belirleyecektir. Bu, devrimcilerin sıklıkla dile getirdikleri bir söylemdir. Bu söylemden ötürü Mısır ve Tunus parlamentolarında daha çok İslamcı adaylar milletvekili oldular. Bu, değişim peşinde olan her ülkenin teveccüh ettiği ideal bir şeydir.
Arap Devrimleri Amerika İçin Bir Sürprizdi
El-İntikad Haber Ajansında yayınlanan makalede bu olayların meydana geliş zamanının Amerikalılar için sürpriz olduğu yazılmaktadır. Ancak bu devrimlerin gerçekleşeceği öngörüsü Amerika’daki düşünsel projelerde vardı. Bu yüzden bu devrimlere karşı koyma ve buna benzer durumlar için önceden hazırlanmış reçeteleri bulunmaktaydı. Nitekim daha önce Amerika’da ve Avrupa’da bu devrimlerin olacağı öngörüsünde bulunan insanlar vardı. Bu yüzden Batı ve Siyonistlerin menfaatleri için bu devrimlerden kaynaklanabilecek tehlikenin engellenmesi amacıyla kompleks düşünceler tarihi araştırmaları ile istihbarat raporları incelendi.
Bölge Dengelerinde İslamcıların Silinmesi İçin Tefrika Yaratma Politikaları
İslamcı akımların güçlenmesini hiçbir şekilde kabul etmeyen İsrail, Amerika ve Avrupalı karar mercileri, stratejik tehlike olmamaları ve Amerika, İsrail ve Avrupa’nın nüfuzunu tehdit etmemeleri için güç peşinde olan her İslamcı akımın içinde tefrika yaratma ve onları iç çekişmelerle meşgul etme kararı aldılar.
Tabii bu yeni bir şey değil, eskiden beri kullanılan bir yöntemdir ve bugün sadece zamanın gereksinimlerinden ötürü sadece isim ve formu değişmiştir. Eskiden buna “böl ve yönet” politikası deniliyordu. Bugün bu politikadan farklı isimler altında istifade edilmektedir. Yaratılacak bu tefrika başka ülkelerde etki alanının artmasına neden olmasa bile başkalarından gelecek tehlikeleri ortadan kaldıracak veya asgari seviyeye düşürecektir.
Batının 20 Yıllık Bölge Ülkelerini Parçalama Karnesi / Batının Bir Sonraki Hedefleri: Libya ve Mısır
Batılıların 1991’den 2011’e kadar Irak ve Sudan olmak üzere iki ülkenin parçalanmasında başarılı tecrübeleri olmuştur. Libya, Mısır ve Sudan’ın tekrar parçalanmasına dönük tehlikeli projeleri de mevcuttur.
El-İntikad Haber Ajansında yayınlanan makalenin devamında Sykes-Picot Anlaşması çerçevesinde Arap ülkelerini parçalama ve yeni bir coğrafya oluşturma komplolarının yenilgi ile sonuçlanmasından sonra Batının ve Amerika’nın İslam dünyasını parçalamak için hazırladıkları yeni projeleri ele alınmaktadır. Bu projelere göre Batı İslami gruplar arasında iç çatışma yaratmak vesilesiyle İslamcı akımların bölgedeki güçlerini zayıflatma peşindedir. Böylece İslamcı akımlar gerçek düşmanları olan İsrail’den gafil kalacaklardır. Tabii bu programların bölgede nüfuz için yeni süreçlerin başlaması zemininde başka sonuç ve fonksiyonları da olmuştur. Bu sonuçlardan biri bağımsızlıklarına yeni kavuşmuş ülkelerin varlıklarının devamı için yabancı güçlerin desteğine ihtiyaç duymalarıdır. Bu ihtiyacın, bu ülkelerin servetlerinin yağmalanması ve bunların farklı silahlarla teçhiz edilmeleri gibi başka neticeleri de olacaktır. Bu da servetleri yok olmaya yüz tutan ve ekonomik anlamda dar boğazda olan büyük ülkelerde yeni iş imkanlarının yaratılması ve önemli bir mali kaynak sağlanması anlamına gelmektedir.
Sömürgeci Güçlerin Arap Dünyası İçin Hazırladıkları Yeni Haritalar
Abdulhüseyin el-Şeyb kaleme aldığı makalesinin bu bölümünde söz konusu projenin örneklerini açıklayarak bu hususta yapılacak ufak bir incelemenin gerekli delillere ulaşmak için yeterli olacağını söylemektedir. Bu konuda araştırma yapan herkes farklı kaynaklardan bu yeni haritalara ulaşabilir. Nitekim internette çok eskiden beri Ortadoğu için hazırlanmış haritalar, projeler ve belgeler mevcuttur. Bunların çoğunu Batılıların oluşturduğu ve Batı başkentlerindeki karar alıcı merkezler ile güçlü ilişkileri olan güvenilir kurumlar ve kaynaklar hazırlamıştır.
Bağdat’ın Kuveyt’i İşgalinin Teşviki ve Irak’ın Parçalanması
1991’de Washington’un Saddam aleyhinde planladığı Çöl Fırtınası savaşı vuku buldu. Bu savaşta Beyaz Saray, Saddam Hüseyin’i Kuveyt’e saldırması için tahrik etti ve sonra kendisi sözde bu ülkeyi kurtarmak için harekete geçti. Ardından ülkenin kuzeyinde bugün kendisine Irak Kürdistan’ı dediğimiz bir Kürt devleti kurmak için Irak’ta uçuşa yasak bölge çizdi. Bu devletin şuanda başkanı, hükümeti, parlamentosu, para birimi, bayrağı ve sınırları vardır. Arap ülkeleri bu projeye karşı hiçbir tepki göstermediler. Hatta bir bütün olup kardeş ülke Kuveyt’i kurtarmak için George Bush’un yanında yer aldılar. Hiç kimse bu olayı unutamaz. En fazla unuttuğunu göstermeye çalışır. Hâlbuki o dönemlerde Batılıların verdikleri kimyasal silahlarla Saddam Kürt şehri Halepçe’de çok feci bir katliam yapmıştı.
Bu olayın üzerinden 20 yıl geçmesine, bütün bu tecrübelere ve Irak’ın Amerikalıların eliyle işgal edilip daha sonra Amerikalıların Irak’tan zelil bir şekilde çekilmesine rağmen Kürt bölgesinin merkezi yönetime bağlanması konusu hala gündeme gelmemiştir. Bilakis çatışmalar ve bu iki bölgenin ayrılma hakkındaki sözleri daha da artmış ve Irak’ın üç küçük devlete bölünmesi gündeme gelmiştir. Nitekim şuanda fiili bir şekilde Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti vardır ve güneyde bir Şii devleti ve merkezi bölgede de bir Sünni idare kurulmak istenmektedir.
Arap Devrimlerinin Başlamasından Önce Sudan’ın Parçalanması
Geçen yıl Arap devrimlerinin başlamasından sadece bir hafta önce Sudan’ın parçalanma süreci kanuni bir şekilde gerçekleşti ve Sudan’ın güneyi merkezden ayrıldı. Bu süreç, sonucu herkes tarafında bilinen anket sonuçlarına göre ve “geleceği belirleme hakkı” adı altında gerçekleşti. Amerika bütün imkanlarını bu doğrultuda kullanarak Sudan devlet başkanı Ömer el-Beşir’i referandumu kabul etmeye mecbur bıraktı. Bu bağlamda Uluslararası İnsan Hakları Mahkemesi de Ömer el-Beşir’e aba altından sopa gösteriyordu. Nihayetinde Amerika burada da istediğini yaptırdı. Böylece Güney Sudan devleti 2011’in ortalarına doğru tesis edilmiş oldu ve bir yıl gibi kısa bir süre içinde kuzey ahalisi güney bölgesi vatandaşlarının gözünde yabancı sayılmaya başlandı.
Bu olay, Kuzey Irak’ta İsrail’in istihbarat teşkilatının faaliyet ve nüfuzunun artmasına benziyordu. Böylece Güney Sudan her şeyden önde Siyonist rejimi resmi bir şekilde tanıdı ve İsrail yeni kurulan Güney Sudan devletinde büyükelçilik açtı. Bu iki bölgenin bir diğer ortak özelliği ise Batılıların yıllarca ağızlarının suyunun akmasına neden olacak geniş petrol kaynaklarına sahip olmasıdır.
Bölge Ülkelerinin Parçalanmasına Karşın Arapların Ölümcül Suskunlukları
Hikâyenin geri kalan kısmı da bellidir. Arap ülkeleri Irak’ta olduğu gibi Sudan’ın parçalanması karşısında da hiçbir tepki göstermediler. Arap devrimlerinden ötürü iç işleriyle meşgul oldukları bahanesini öne sürdüler. Bu konu Arap ülkelerinin bir konuya odaklanarak birkaç cephede hareket edemeyeceklerini bize göstermiştir. Onlar bu hususta güçlerini bile denemeye bile yanaşmamaktadırlar.
Batının Ayrışma Talebinin Sonraki Aşaması; Libya
Sudan’ın parçalanmasının üzerinden daha henüz bir yıl geçtikten sonra bugün Libya ciddi bir şekilde parçalanma aşamasına gelmiştir. Bu olay, bu ülkenin diktatörünü deviren halk hareketinin kazanımlarına el koyan, ülkeye istikrarın gelmemesi için ellerinden geldikçe halk arasında silah dağıtan ve Sudan tecrübesini Libya’ya uyarlamak ve bunun savaşa dönüşmesi amacıyla bölgesel ve kabilevi çatışmaların kapısını aralayan Batılıların gözleri önünde gerçekleşecektir.
Libya’nın parçalanma planının ilk aşaması Burka bölgesini hedeflemektedir. Bölgenin politikacı ve kabile reisleri burayı federal ve özerk bir mıntıka ilan ederek “Bölge Yüksek Konsey Başkanlığına” Şeyh Ahmed el-Şerif el-Senusi’yi seçtiler. Bu girişim Libya’nın parçalanma projesinin kanıtıdır. Bu bölge, Milli Konsey tarafından inzivaya itildiği, askeri vb. düzenlemelerde yeterli payı alamadıkları bahanesiyle bağımsızlığını ilan etti. Bölgenin politikacıları ve kabile reisleri eski rejimin bazı yetkililerinin yeni kurulan devlete sızmaya çalıştığını söylüyorlardı. Ayrılıkçıların doğuda Burka, güneyde Fizan ve batıda Trablus bölgelerini kapsayacak federal sisteme geçilmesi için kendilerine has yöntemleri mevcuttur.
Batı Neden Libya’yı Parçalamak İstemektedir?
Söz konusu makalenin devamında kabile reislerini bu girişimler için kim teşvik etmektedir, sorusu sorulmakta ve buna şöyle cevap verilmektedir: Kuşkusuz bunlar devrimden sonra ülke yönetimini elinde bulunduran Amerika, Fransa ve İngiltere’dir. Bu ülkeler Libya’nın federal sisteme geçmesini ve ülkenin parçalanmasını istemektedir. Nitekim geniş petrol yataklarına sahip Burka bölgesinin bağımsızlık için başka ülkelerin onayına ihtiyaç duyacak bir yönetime ihtiyacı olacağı göz önünde bulundurulursa, söz konusu ülkelerin neden Libya’da federalizmi istedikleri aşikar olacaktır.
Tabiî ki Batılı ülkeler ilk aşamada bu gelişmeler karşısında hiçbir tepkide bulunmayacaktır. Ancak daha sonraları bunun Libya halkının kendi geleceğini belirlemesi olduğunu söyleyecek ve Sudan’da olduğu gibi bu hareketin desteklenmesi gerektiğini iddia edeceklerdir.
Libya’nın parçalanması hususundaki bir diğer mülahaza da Libya Geçici Konsey Başkanı Mustafa Abdulcelili’nin sert beyanlarını yumuşatmasıydı. O, ilk açıklamalarında Libya’nın parçalanmaması için zora başvurma tehdidinde bulunmuştu. Ancak daha sonra bu ifadelerini yumuşatarak sadece “halkın uyanıklığı ülkenin parçalanma komplolarını başarısız kılacaktır” demekle yetinmiştir. Bu durum, mevcut hadiselerin Abdulcelil’in ve Libya Geçici Konseyinin yetki çalanının dışında olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim Batılıların değerlendirmeleri de Libya’nın parçalanma hareketinin başladığı yönündedir.
Fransız gazeteci John Levy, Liberation gazetesinde yayınlanan bu hususta kaleme aldığı araştırmasında “Acaba bu Libya’nın parçalanması için son dönemin ilanı mıdır?” sorusunu sorduktan sonra cevabı Libya’daki Fransız eski diplomatlardan Patrick Haymzadah’e bırakmaktadır. Patrick Libya’nın parçalanmasının kesin olduğunu söylemekte ve buna delil olarak da Bingazi halkının Trablus’un hâkimiyetini kabule yanaşmayacağını ifade etmektedir.
Batılıların Libya’yı Parçalama Faaliyetleri İçin Haber Boykotu
Söz konusu araştırmaya göre Libyalılar arasındaki ihtilaf ve ayrılıkların takviye edilmesinin Batı’ya sağlayacağı ekonomik yararlar hakkında o kadar fazla makale ve araştırma mevcut olmasına rağmen Batılı politikacıların Libya’daki faaliyetleri medyaya yansımamakta ve işleri gizli yürütülmektedir. Tabii Fransa Savunma Bakanının bu ülkeyi ziyaret etmesi ve askeri eğitim ile silah satış anlaşmaları imzalaması Batı ekonomisinin Libya halkının musibetlerini nasıl sömürdüğünü göstermiştir. Keza Fransa’nın Libya’da savaş ganimetlerini toplamak istediğini de ortaya koydu. Fransa Libya ile daha fazla anlaşma imzalamak ve Mirage uçaklarını bu ülkeye geri götürmek istemektedir. Bu durum kesinlikle merkezi yönetimden bağımsız olacak her bölge için de geçerli olacaktır. Zira onlar bağımsız devlet icadının alt yapısına ihtiyaç duyacaklar ve silah da bu gerekliliklerden biridir. Ve alımlar da doğaldır ki Libya halkını diktatörün zulmünden kurtardığını iddia edenlerden bu yapılacaktır.
Makalede Libya’nın parçalanması projesinde Burka bölgesinin coğrafik konumuna vurguda bulunulmakta ve şöyle denmektedir: Bölgenin sınır komşuları Sudan ve Mısır’dır. Nitekim Batılılar tarafında Sudan’dan koparılması gündem maddeleri arasında olan Darfur bölgesi de bu bölgeye yakındır. Bununla birlikte Darfur’da merkezi hükümet aleyhinde askeri ve siyasi faaliyet gösteren Adalet ve Eşitlik Hareketinin liderlerinin Libya’da çok güçlü ilişkileri bulunuyor. Bu konu daha önce de Sudan’ın itirazlarına neden olmuştu.
Mısır’ın Parçalanması ve Filistinlilerin Buraya Nakli Projesi
Mısır da benzer komplolarla karşı karşıyadır. Burka ahalisi bu istemlerini dillendirdiği sırada yabancı yatırımlar hakkında araştırma yapan Samih Ebu Zeyd ve Eşref el-Aşmavi adlı Mısırlı iki yargıç Mısır İç işleri Bakanlığında yaptıkları basın toplantısında Amerika Merkez Akademisinde Mısır’ı dört küçük ülkeye ayıran haritalar gördüklerini ilan ettiler. Bu haritalara göre Mısır’ın parçalanmasıyla el-Delta, Kanal, Kahire ve Said olmak üzere Mısır’da dört devlet kurulacaktır. Bu açıklamalar insan hakları örtüsü altında gizlenen bazı kurumların mahiyetleri hakkında büyük tartışmalara yol açtı. Mısırlı birçok uzman uzun zamandan bu yana Mısır’ın parçalanma projelerinin mevcudiyetine inanmaktadır. Söz konusu uzmanlar bu hususta Büyük Ortadoğu Projesine işaret ediyorlar. Nitekim bu kişiler, Amerikan kongresinin 1983’te onayladığı proje gereğince, Amerika’nın daha rahat bir şekilde hakimiyet kurmak ve İsrail sultasını sağlamlaştırmak için Arap bölgesinin küçük ülkelere paylaştırmak istendiğini söylemektedirler. Bu iki yargıcın açıklamalarından önce mezkur komplo hakkında bazı makale ve araştırmalar yayınlandıktan sonra, kendisine “Amerikalı Siyonist oryantalist piskopos” adı verilen Bernard Lewis, Arap ülkelerinin küçük devletlere parçalanmalarına değinmiş ve Mısır’ı da dört küçük ülkeye parçalanması gereken ülkelerden biri unvanıyla anmıştır. Mısır’da kurulması planlanan bu ülkeler şunlar olacaktır; doğuda küçük bir İslam devleti, el-Said’te bir Hıristiyan devleti, Mısır’ın güneyinde ve Sudan sınırında başka bir devlet ve Gazze Şeridi’ndeki Filistinlileri yerleştirmeyi düşündükleri Sina çölünde kurulacak dördüncü bir idare.
Acaba Sudan Tekrar Mı Parçalanacak?
Uzmanlar Bernard Lewis planına göre Sudan’ın birincisi güneyde, ikincisi kuzeyde ve üçüncüsünün de batıda olacağı üç ülkeye bölünmesinin kararlaştırıldığını söylemektedirler. Böylece Güney Mısır devleti Darfur bölgesi ile sınır komşusu olacaktır. Nitekim bu iki bölge halkının birbirleriyle çok güçlü ilişkileri vardır. Hatta bu güçlü ilişkilerden ötürü Libya’nın eski rejimi Burka bölgesine yakın Mısır topraklarının Libya’ya ait olduğunu ve Mısırlılara emanet edildiğini bile iddia ediyorlardı.
Parçalama Projelerinin İcrası İçin En İyi Vesile Kaostur
Makalenin ikinci bölümünün sonunda, bölgede dikkatli bir şekilde hazırlanmış bir parçalanma sürecinin olduğunu ve şuanda bu ülkelerdeki halk devrimlerinden sonra kaos yaratma vesilesiyle bu projenin devamının icrasına çalışıldığı belirtilmektedir. Projelerini hayata geçirmek ve bu değişimleri kendi lehlerine kontrol altına almak için sürekli fırsat kollayan kimselerin varlığı göz önünde bulundurulursa bu aşama her devrimin ve ülkenin en tehlikeli uğraklarından biridir diyebiliriz.
Batının Suriye’yi Düşürme Planları / Arabistan ve Yemen’in 3-4 Parçaya Bölünmesi
Fars Haber Ajansının bildirdiğine göre el-İntikad Haber Ajansında yayınlanan makalenin üçüncü ve son bölümünde Amerika’nın bölge ülkelerini parçalama planları içinde Suriye’deki olaylara değinilmiş ve Suriye’deki hadiselerle Libya’dakiler arasındaki irtibat Libya’nın parçalanması meselesinden sonra incelenmiştir.
Rusya’nın BM temsilcisi Vitaly Churkin’in Suriyeli muhaliflerin devrimden sonra Libya topraklarında eğitim gördüklerini açıklamasından sonra Libya ile Suriye olayları birbirleriyle ilintilendirilmeye başlandı.
Vitaly Churkin, “Kendilerine Suriyeli devrimciler diyen bir grup için Libya’da özel eğitim merkezi kurulduğunu ve bu ülke yetkililerinin de bu merkezi destekledikleri haberlerinin Rusya’ya ulaştığını” söylemişti.
Vitaly Churkin sözlerinin devamında “Suriye yönetimine muhalif kimseler bu merkezde gerekli eğitimi aldıktan sonra çatışmalara katılmak için Suriye’ye gittiklerini ifade ediyorlar” demişti.
Libya Batı’nın Suriye Aleyhindeki Komplolarına Niçin Aracı Oldu?
Vitaly Churkin’in bu önemli açıklamaları Suriye’deki gerçeklerin sadece bir kısmını göstermektedir. Avrupalıların da içlerinde olduğu farklı ülkelerin vatandaşları Beşşar Esed yönetimini düşürmek için çabalamaktadırlar.
Libya, diktatörlük ile Milli Konsey arasındaki aşamada kaybolduğu bu dönemde Batılıların Suriye hakkındaki projelerini icra etmek için en iyi rolü oynayacak durumdadır. Zira bu ülkede yaşanan kaos ve hareket etmeye başlayan parçalanma treni Milli Konseye Şam aleyhindeki faaliyetlerin sorumluluklarından kaçınma imkanı vermektedir. Bu durum Libya’nın yeni hükümetinin nihai bir şekilde iş başına gelip Libya’nın her tarafında hâkimiyetini kuracağı güne kadar geçerli olacaktır.
Bu yüzden Esed’in düşmesi hususunda bir şeyler yapmak isteyen ülkeler için en iyi seçenek Libya’dır. Tabii Arabistan ve Katar gibi ülkeler de açık bir şekilde Suriyeli muhaliflere para ve silah yardımı yapılmasının zaruretini dillendirmektedirler. Farklı haber kaynaklarından elde edilen bilgilere göre Arabistan silahları Suriye devleti aleyhinde kullanılmaları için Ürdün ve diğer ülkelerin topraklarından Suriye’ye intikal ettirilmektedir.
Batılılar Tarafından Suriye’nin Parçalanması Planının Aşamaları
Bütün bu olaylar resmin bütününü göstermektedir. Bazı ülkeler Suriye’deki olayların artarak bunun çatışmalara dönüşmesini ve oluşacak kaos ile Suriye toplumunun içersindeki ayırımı arttırmak istemektedirler. Zaten iç savaş başlarsa artık bunu durdurmak çok zor olacaktır. Özellikle bu savaş din ve mezhep elbisesine bürünür ve Suriye toplumunun farklı yapıları arasındaki güveni ortadan kaldırarak ihtilafları daha da derinleştirirse bunun önünün alınması imkânsız olacaktır. Bütün bu aşamalar Suriye’nin psikolojik parçalanmasıyla beraber bölgesel ve mezhebi ayrışmasını da kendisiyle birlikte getirebilir. Bu Suriye’deki her hareketin alt yapısı sayılmaktadır. Güvenli bölgelerin oluşturulması ve komşu ülkelerde insani yardım koridorları ile mülteciler için kampların kurulması gelecekteki bu parçalama planı için zemin hazırlamaktır. Nitekim bu planlar daha önce Irak ve Sudan’da kullanılmıştır.
Suriye aleyhinde hazırlanan planlar zamanla meselenin Beşşar Esed’i devirmekten öte bir şey olduğu göstermiştir. Hedef bu ülkenin parçalanması ortamını hazırlamak için Suriye’de yönetimi düşürmek, ülkede kaos yaratmak ve iç savaş başlatmaktır. Batılıların ve Arapların hareketleri de bu teoriyi doğrulamaktadır. Batının Suriye’yi parçalama temayüllerini gösteren birçok nişane ve belge vardır. Nitekim bazı politikacılar bunu aleni bir şekilde dile de getirdiler. Bunlardan biri Velid Canbolat’tır. Lübnan’ın el-Ahbar gazetesinin 7 Martta yayınladığı haberinde Velid Canbolat Londra’ya gitmeden önce partisinin yetkililerine yaptığı konuşmada “Beşşar Esed’in artık iş başında kalamayacağını, Suriye devletinin de Sünniler ve Aleviler olmak üzere iki devlete parçalanacağını ve Suriyeli Dürzîlerin Sünnilerin yanında yer alacaklarını” söylemişti.
Fransızların Suriye’yi Parçalamak İçin Yaptıkları Geniş Araştırmalar
Bu, iki ay önce Fransa’da yapılan bir araştırmanın da ulaştığı bir sonuçtur. Bu proje Fransa İstihbarat Araştırma Merkezi ile Uluslararası Terörizm ile Savaş ve Terör Mağdurlarına Yardım Araştırmaları Merkezi tarafından masaya yatırılmıştır. Bu projede yer alan farklı uzmanlardan heyet Suriye’deki olaylar hakkındaki değerlendirmelerini tarafsız olarak yazmak için 3–10 Aralık tarihinde Suriye’ye gitmişti.
Bu heyet Suriye dışındaki farklı muhalif grupların temsilcileri ile yaptıkları görüşmelerin ardından değerlendirmelerini bitirdiler. Söz konusu heyet araştırmaları için Avrupa’daki Ortadoğu uzmanlarıyla, Rusya, Avrupa ve Arap ülkelerindeki birçok Suriye vatandaşı diplomatla, istihbarat örgütleriyle, insani yardım kuruluşları ve uluslararası gazetelerin muhabirleriyle de görüştüler.
Bu araştırmalar şunu gösteriyordu: Suriye’nin Lübnanlaştırılması, Suriye’de mezhebi ve kavmi çatışmaların çıkması ve bütün ülkeyi kapsayan iç savaşın gerçekleşmesi kesin değildir. Ancak uzmanlar muhaliflerin uluslararası müdahalelere ümit bağladıkları için silahlarını bırakmayacaklarına ve Suriye olaylarında üç olası büyük tehlikenin mevcut olduğuna vurgu yaptılar.
Bu araştırmanın işaret ettiği bu üç olasılık şunlardır:
1- Bölünme ve ardından mezhebi ve etnik temizlik. (Dayton Anlaşmasında ve eski Yugoslavya’da vuku bulan olaylar gibi)
2- Sorunu çözmek için Libya örneğinde olduğu gibi azınlıkların ve diğer taifelerin Lübnan’a gönderilmeleri
3- 1989’da Lübnan’da yapılan taifeler anlaşması esas alınarak farklı gruplara dayanan liberal bir sistemin kurulması.
Batılıların Hedefi Beşşar Esed’i Devirmekten Öte Bir Şeydir
Bu araştırmada, Suriye olayları hakkındaki değerlendirmelerde ilginç bir noktaya değinilmiştir; bu stratejilerin yerel, bölgesel ve uluslararası boyutlardaki asli hedefi Suriye’deki Beşşar Esed yönetimini devirmek değildir. Zira bu yönetim yapacağı bazı reformlarla bölgede daha ılımlı bir politika güdebilirdi. Bilakis hedef, Suriye toplumunu ortadan kaldırmaktır.
Bu cümle Beşşar Esed aleyhindeki bölgesel ve uluslararası bütün faaliyetlerin nedenini anlatmaktadır. Bu faaliyetler Beşşar Esed’i devirmenin ötesini amaçlayan girişimlerdir. Suriye devletinin hüviyetinde köklü değişimlere giderek bu ülkenin gücü yok edilmek istenmektedir. Nitekim bu ülke aleyhindeki kapsayıcı bir savaş direniş güçleri ile İsrail arasındaki mücadelenin geleceğini de belirleme özelliğine sahiptir.
Bu araştırma bu projenin Suriye’ye uyarlanmasının zorluklarını da dillendirmekte ve Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye’nin uzun zaman alacak bu değişimlerin farklı aşamaları olduğunu söylemektedir. Bu ülkeler arasında her ne kadar benzer özellikler bulunsa da her birinin kendisine has konumundan ötürü özel planların yapılması gerekmektedir. Suriye’nin tarihi, içtimai, dini ve coğrafik yapısı göz önünde bulundurulduğu zaman bu güçlü ülke için daha fazla faaliyete ihtiyaç duydukları açıktır.
Teoriden Pratiğe Yemen’in 4 Bölgeye Ayrıştırılması
Abdulhüseyin el-Şeyb kaleme aldığı makalesinin devamında şunları söylemektedir: Yukarıda zikredilenler Batılıların bugün bölge için göz önünde bulundurdukları projeleridir. Bu projenin bir bölümünde Yemen’in adı da değişim aşamasında olan 5 ülke arasında zikredilmiştir. Bu ülke dünyanın en yoksul ülkelerinden birine dönüşmüştür ve parçalanmanın sıkıntılarını her şeyi ile hissetmektedir. Her ne kadar devlet ismi almamış olsalar da bugün Yemen dört küçük idareye bölünmüştür ve bir tür federal yapıya sahiptir. Tek farkı merkezi hükümetin şuanda bile Sana’da güçlü bir şekilde varlığını devam ettirmesidir.
Bu arada Güney hareketi ülkenin güneyinin Kuzey Yemen’den ayrılması için çabalamakta ve rejimi bölgelerini ve halklarını fakir bırakmakla ve servet ve kaynaklarını yağmalamakla itham etmektedir. Üstelik Yemen Cumhuriyeti’nin kuruluşunun üzerinden daha 20 yıl bile geçmemiştir. Bu müddet de Yemen’in farklı dini ve kabilevi yönelimlere sahip birleşik bir ülke olması için az bir zamandır. Öte yandan Yemen, daima bölgesel ve uluslararası çekişmelerin yaşandığı bir bölgede yer almaktadır.
Ayrıca el-Kaide’nin İslami emirlik ilan ettiği ve buradaki nüfuzunu her geçen gün arttırdığı Ebyin eyaleti de burada yer almaktadır. Arabistanlı kuvvetlerin doğrudan müdahalede bulundukları Sade bölgesi ise Husilerin kontrolü altındadır. Bu arada geriye sadece farklı gruplar arasında çatışmaların yaşandığı ve herkesin bir noktaya hükmettiği kuzey bölgesi kalmıştır. Yemen’de halk arasında Amerika’nın bu ülkeyi dört küçük devlete parçalayacağı söylemi çok yaygındır. Bu projeyi daha önce ABD eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice sunmuştu.
Amerika’nın Yemen’de Kaos Yaratmadaki Hedefleri
Terörist eylemler ve terörü destekleme bahaneleriyle Amerikalılar tarafından aranan Şeyh Abdulmecid el-Zindani ülkenin bölünme tehlikesinin devam ettiğine inanmaktadır. Rice buna yaratıcı kaos adını vererek “Bizler şuanda kaosun başlangıcında yaşamaktayız” demişti.
Şeyh el-Zindani Yemen’in dört küçük ülkeye parçalanmasının Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında Amerikan Savunma Bakanlığının planı olduğunu söylemektedir. BOP, İsrail aleyhinde güçlü bir varlık göstermemesi için Arap ülkelerinin parçalanmasını ve zayıflatılmasını öngören bir projedir.
ABD’nin eski Yemen Büyükelçisi Edmund Hall’un açıklamalarından da Yemen’in parçalanma projesinin hayata geçirilmesi için yeşil ışık yakıldığını anlamamız mümkündür. Hall, Hazeral Mevt bölgesine yaptığı bir ziyaretinde bölgenin önde gelen şahısları ve grup başkanları ile yaptığı görüşmede “Hazeral Mevt bölgesinin bir devlet olma yeterliliğine sahip olduğunu” söylemişti.
El-İntikad’ta yayınlanan yazının devamında bu projenin Batılılara getirisi ele alınmakta ve Yemen’in bugünkü özellikleri şu sözlerle açıklanmaktadır; Yemen birleşik bir ülke olup yoğun bir nüfusa sahiptir. Akdeniz’de, Adn Körfezi’nde ve Arap Denizi’nde 2400 kilometrelik bir sahili vardır. Bu ülkenin farklı birçok farklı zenginliği bulunmaktadır ve İslami eğilimleri her şeyden önce gelir. Ülke kabile örflerine ve eyalet sistemine göre yönetilir ve İslam ümmetinin önemli meselelerinin destekleyicisidir. Küresel ve bölgesel arenada daima Amerika ve İsrail projelerinin aksi yönünde etkili tutum takınmaktadır. Bu yüzden Batılılar bölge aleyhindeki yıkıcı projelerinde bu ülkeye güvenilemeyeceğini söylemektedirler.
Arabistan da Batılıların Parçalama Projelerinden Yana Güvende Değildir
Makalede Batılıların Arabistan’ı parçalama planlarına da değinilmekte ve şunlar ifade edilmektedir: “Bu proje Arabistan’ın üç küçük devlete ayrılmasını öngörmektedir. Söz konusu proje 11 Eylül saldırılarından sonra Rand Araştırma Enstitüsü tarafından hazırlanarak Pentagon’a sunulmuştur. Bu proje yayınlandığı zaman büyük tartışmalara neden olmuş ve ardından da ABD Arabistan’ı 11 Eylül saldırılarına karışmakla itham etmişti.
Arabistan’ı parçalamayı öngören bu projeye göre Arabistan’ın petrol yataklarının olduğu doğuda ve el-İhsa’da, Necd bölgesinde ve batıda ayrı devletler kurulacaktır. Ülkenin Batısında kurulması planlanan din devletinin sınırları içinde Mekke ile Medine gibi mukaddes mekânlar da yer alacaktır.
Arabistan’ın parçalanması planını hazırlayanlar arasında yer alan Hudson Akademisinin kurucusu Maks Senger’in Suriye’de de önemli roller ifa etmesi ilginçtir.
Fars News’te yayınlanan bu makale medyasafak için çevrildi.