
کارگر
İsrail’in ihtiyaç duyduğu petrolün % 70’i Azerbaycan’dan temin edilecek!
Siyonist İsrailli yetkililer, bu rejimin petrol ihtiyacının yüzde 70’inin Azerbaycan cumhuriyeti tarafından temin edileceğini bildirdiler. Azerbaycan ve Siyonist İsrail uluslararası kurumu genel müdürü Leo Spiwak, APA haber ajansına yaptığı açıklamada, Siyonist İsrail rejiminin dışişleri bakanı Liberman’ın Bakû ziyaretinde Azerbaycan cumhurbaşkanı ilham Aliyev ile görüşmesinin asıl sebebinin bu rejimin petrol ihtiyacının temin edilmesi olduğunu söyledi.
Söz konusu Siyonist yetkili, ırkçı İsrail ile Azerbaycan cumhuriyeti arasında iktisadi ve siyasi ilişkilerin en üst düzeyde olduğunu belirterek, bu doğrultuda Bakû yönetiminin Tel Aviv’in ihtiyaç duyduğu petrolün %70’ini temin edeceğini bildirdi.
Söz konusu Siyonist yetkili ayrıca ırkçı İsrail'in işgalindeki Filistin topraklarında bulunan Ermenilerin, mayıs ayı başlarında sözde 'Ermeni soykırımı' ila ilgili merasim düzenleyeceklerinin altını çizdi. Bu konu Siyonist rejim ve Azerbaycan cumhuriyetinden işgal edilen topraklara göç eden Yahudilerin denetiminde gerçekleşecek.
Bu arada Ermenilerin ırkçı İsrail meclisinde sürekli olarak Ermenilere yönelik soykırımın gündeme getirilmesini istedikleri, ama bu konunun Uluslararası İsrail ve Azerbaycan Kurumu başkanı Alex Miller tarafından engellendiğini ileri sürdü.
Uluslararası İsrail ve Azerbaycan Kurumu başkanı Alex Miller'in Azerbaycan’la ilgili olarak yaptıkları açıklamalar, ve Ermeni soykırımıyla ilgili merasimlerin düzenlenmek istendiği ama kendilerinin engel olduğuna dair işgal rejimi tarafından açıklamaların yapılması son derece dikkat çekicidir. Zira, ırkçı İsrail rejimi, nüfus ve toprak açısından bakıldığında bir İslam ülkesi olan Azerbaycan cumhuriyetine 1.6 milyar dolarlık silah satış anlaşmasını imzalamanın sevincini yaşıyor. Sızan haberlere göre, söz konusu anlaşmanın imzalanmasının en önemli şartı da, söz konusu silahların Ermenistan’a veya Karabağ konusunda kullanılmaması şartıdır. Yani Azerbaycan cumhuriyetinin ırkçı İsrail’e ödediği milyarlarca dolarlık silah asla bu ülkenin işgal altındaki topraklarının kurtarılması için kullanılmayacak; aksi halde böyle bir anlaşma otomatik olarak feshedilmiş sayılacak.
Günümüz dünyasında kalkınmakta olan ülkelerin ve silah sanayici ülkelerin en büyük hedeflerinden biri çok fazla silah satmak ve ham maddeyi en ucuza almaktır. Bu doğrultuda haydut rejim İsrail'in Azerbaycan cumhuriyeti ile imzaladığı silah satış anlaşmasına bakıldığında Siyonist rejimin Azerbaycan aleyhinde her türlü şartı dayattığı ve öte yandan kendi petrol ihtiyacının da önemli bölümünü çok uygun fiyata temin ettiği anlaşılıyor.
Bundan dolayı Aliyev yönetiminin Siyonist İsrail ile imzaladığı anlaşmanın bu ülkenin geleceğiyle ilgili çok büyük kaygılara da neden olacağı açık bir gerçektir. Zira, Azerbaycan cumhuriyeti yetkilileri ve bizzat cumhurbaşkanı Aliyev, sürekli olarak Ermenistan’ın işgalindeki Karabağ ve diğer toprakların gerekirse askeri yolla alınacağını bildirmektedirler. Ama öte yandan Avrupa Güvenlik ve işbirliği Konferansı Minsk grubu, her iki ülkeyi yeni bir savaşın başlaması konusunda ciddi bir şekilde uyarmaktadır. Ama işin ilginç yanı ise, Azerbaycan cumhuriyeti yetkililerinin, Minsk grubu, ırkçı İsrail rejimi ve bazı Avrupa ülkelerinin sözlerini ciddi bir şekilde dikkate almaları ve onların siyasetlerini takip etmesidir. Azerbaycan cumhuriyeti yöneticileri kendi halkına karşı baskıcı siyasetlerinin tam tersine, ecnebi ülkelerin sözlerine önem vermekte ve baş eğmekte.
Burada akla bir soru geliyor. Eğer Azerbaycan cumhuriyeti, Ermenistan’ın işgalindeki Azeri topraklarını geri almak için kullanmayacaksa, ırkçı İsrail’den aldığı milyarca dolarlık silahları kime karşı kullanacağı sorusu kafaları kurcalamaktadır. Irkçı İsrail’in petrol ihtiyacının yüzde 70 kadarını temin etmeye dair söz veren Azerbaycan cumhuriyetinin İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi olduğunda siyasetlerinin son derece tezat dolu olduğu görülüyor.
Azerbaycan cumhuriyetinin, binlerce Filistinli, Lübnanlı masum insanını kanını akıtan bir rejimle ilişkilerini böylesine geliştirmesi kuşkusuz Bakû'nün İslam ülkeleriyle ilişkilerinin de bozulmasına neden olabilir.
Bu arada unutulmaması gereken bir konu da, ırkçı İsrail rejiminin, bu zamana kadar Azerbaycan cumhuriyetinin Ermenistan tarafından işgal edildiğine dair BM genel kurul oturumlarında, Amerika, İngiltere, Fransa ve diğer Avrupa ülkeleri gibi Ermenistan lehine oy kullanmasıdır. Ama İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi ülkeler ise her zaman Azerbaycan cumhuriyeti lehine oy kullanarak uluslar arası teşkilatlarda Azerbaycan cumhuriyetinin toprak bütünlüğü ve bağımsızlığına destek vermiştir.
Esedullah Menferit
ABD, İran'ı 125 bin askerle kuşatmaya almış(mış)
ABD ordusundaki 1.4 milyon muvazzaf askerden 350 bini 130 ülkede bulunan toplamda 750’den fazla ABD üssünde konuşlandırılmış durumda. Ortadoğu’daki dengeleri bir nebze olsun İran’dan yana değiştirse de ABD, Türkiye dahil birçok bölge ülkesinde bulunan üsleriyle İran’ı çepeçevre sardı.
Ehlibeyt Haber Ajansı ABNA- Amerikan askerlerinin 2011 yılı sonunda Irak’tan çekilmesi, Ortadoğu’daki dengeleri bir nebze olsun İran’dan yana değiştirse de ABD, Türkiye dahil birçok bölge ülkesinde bulunan üsleriyle İran’ı çepeçevre sardı.
El Cezire’nin haberine göre, ABD ordusundaki 1.4 milyon muvazzaf askerden 350 bini 130 ülkede bulunan toplamda 750’den fazla ABD üssünde konuşlandırılmış durumda. Bu üslerden bir kısmı Soğuk Savaş döneminden kalma ve Avrupa'da bulunuyor. Ancak büyük bir çoğunluğu Ortadoğu’daki çatışma alanlarının ya göbeğinde ya da çok yakınında bulunuyor.
Ortadoğu’daki ABD üslerinin bugünkü öncelikli amacı Tahran’ın eylemlerini göz hapsinde tutmak ancak İran küresel bir “tehdit” söylemine dönüşmeden çok önce bu askeri birliklerin bölgedeki varlığı hissediliyordu.
Georgetown Üniversitesi’nin Katar’da bulunan Uluslararası ve Bölgesel Çalışmalar Merkezi Direktörü Mehran Kamrava, ABD’nin birinci Körfez Savaşı’ndan önceki dönemde Ortadoğu’da var olma isteğini üç sebeple açıkladı: “Petrol kaynaklarını güvence altına almak, İsrail devletinin güvenliğini sağlamak, ABD’nin çıkarlarına karşı tehditlerle mücadele etmek.”
Fars Körfez ülkeleri gönüllü
Fars Körfez ülkelerinin de güvenlik politikaları kapsamında ABD’nin varlığını desteklediğini belirten Kamrava, ABD kuvvetlerinin gerektiğinde güç gösterisinde bulunma potansiyeline de sahip olduğuna dikkat çekti.
Kamrava, “Dolayısıyla üsler aslında İran yüzünden kurulmadı ama İran ABD’ye üs sayısını artırmak için ikna edici bir gerekçe sağlamış oldu. Bununla birlikte ABD’nin bu üslerle İran’ı çevrelediğini görmek için dahi olmaya gerek yok” diye konuştu.
Tahran’la tansiyonun 2012 başından itibaren yükselmesiyle İran’ın çevresindeki üsleri gösteren haritalar sosyal medya platformlarında yayılmaya başladı. Buna göre, 11 Eylül saldırılarından önce çoğunlukla Avrupa ve Doğu Asya’da kümelenen ABD üsleri, son 10 yılda Irak ve Afganistan savaşlarının da bir sonucu olarak Ortadoğu’da yoğunlaştı.
Hali hazırda bölgede olan ABD güçleri de Suudi Arabistan gibi ülkelerden çekilerek ABD yanlısı diğer Körfez ülkelerine taşındı.
125 bin asker var, yerleri belli değil
ABD’nin Florida eyaletinde bulunan ordu Merkezi Karargahı’ndan (CENTCOM) edinilen bilgiye göre, İran’ın yakın çevresinde 125 bin kadar ABD askeri bulunuyor. Bu askerlerin 90 bini Afganistan’da, 20 bini Yakın Doğu’daki başka ülkelerde, 15-20 bin kadarı ise deniz araçlarında.
Ancak bu askerlerin bulunduğu ülkelerin konuyla ilgili hassasiyetleri doğrultusunda detaylı bir açıklama yapılamıyor. Sadece Beşinci Filo’nun Bahreyn’de olduğu, Arifjan, Bühring ve Patriot üslerinin ise Kuveyt’te olduğu açıklanıyor.
Bunun dışında Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, Türkiye, İsrail, Türkmenistan ve Kırgızistan’da ABD güçleri olduğu biliniyor. ABD, Kafkaslar’da Gürcistan ve Azerbaycan’la da yakın işbirliği içinde.
Pakistan’ın NATO ikmal yollarını kapatmasının ardından, Özbekistan, Tacikistan gibi Orta Asya ülkeleri daha da önemli hale geldi. ABD’nin bölgede kontrolü sağlamak için doğrudan Çin ve Rusya’yla rekabete girmesi yeni bir “Büyük Oyun”la ilgili endişeleri güçlendirdi.
Yüzen üs geliyor
Körfez’de, özellikle de Kuveyt’te 2012 yılında ABD askeri varlığında ciddi bir artış oldu. Bununla birlikte Pentagon, son dönemde asıl önceliğinin yerel güçlerle işbirliği içinde çalışacak daha küçük ve esnek birlikler olduğunu ifade etti. Yetkililer, Körfez’deki bu artışın amacının savaşa hazırlık değil herhangi bir duruma hızlı tepki verebilmek olduğunu belirtti.
Karadaki üslerin dışında, ABD Donanması 2012 yazında bir yüzen üssü de devreye sokmayı planlıyor. Bazı değişikliklerden geçirilen USS Ponce savaş gemisi donanma tarafından korsanlarla mücadele ve İran’ın kontrolü için kullanılacak. Fransa’nın nükleer enerjiyle işleyen savaş gemisi Charles de Gaulle de Şubat ayında Körfez’e gönderilmişti.
Türkiye, İsrail, Cibuti ve Diego Garcia’daki ABD üsleri CENTCOM’un komutasında değil. Ancak İran’la bir çatışma anında buraların da kullanılması söz konusu.
Haritada gösterilen noktaların yanı sıra, ABD’ye ait küçük üsler ve diğer ülkelerde bulunan ABD askerlerinin kullandığı üsler de bulunuyor. Ancak bu üslerin yerleri konusunda tam bir gizlilik söz konusu.
İran’da 330 Sünni medresesi bulunmakta
Sünni Din Okulları Planlama Konseyi yetkilisi Abbas Farazi, Sünnilerin havza ilimlerinin organize edilmesi programı çerçevesinde 30 bin öğrenci ile 330 okulun ülkede faaliyet gösterdiğinin belirlendiğini söyledi. Şu ana kadar İran genelinde kaç Sünni okulunun olduğu ve öğrenci sayısı tam olarak bilinmiyordu.
Farazi “2 bin 500 okul Sünni öğrencilerin eğitimi ile ilgilenmektedir. Bunlardan 1100’ü resmi olarak bu sorumluluğu üstlenmektedir” dedi.
İran genelindeki Sünni medrese sayısı ve buralarda okuyan öğrenci sayısının açıklanması İran düşmanlarına ağır bir darbe oldu. İran düşmanları bu konuyu her zaman suistifade etmiş ve İran’da Sünnilerin okuma hakkı olmadığı ve medreselerinin bulunmadığı yalanını atmaktaydılar.
Batının Suriye’yi Düşürme Planları Bölgeyi Parçalamak İçin Asırlık Komplo / 3
Batının Suriye’yi Düşürme Planları / Arabistan ve Yemen’in 3-4 Parçaya Bölünmesi
Fars Haber Ajansının bildirdiğine göre el-İntikad Haber Ajansında yayınlanan makalenin üçüncü ve son bölümünde Amerika’nın bölge ülkelerini parçalama planları içinde Suriye’deki olaylara değinilmiş ve Suriye’deki hadiselerle Libya’dakiler arasındaki irtibat Libya’nın parçalanması meselesinden sonra incelenmiştir.
Rusya’nın BM temsilcisi Vitaly Churkin’in Suriyeli muhaliflerin devrimden sonra Libya topraklarında eğitim gördüklerini açıklamasından sonra Libya ile Suriye olayları birbirleriyle ilintilendirilmeye başlandı.
Vitaly Churkin, “Kendilerine Suriyeli devrimciler diyen bir grup için Libya’da özel eğitim merkezi kurulduğunu ve bu ülke yetkililerinin de bu merkezi destekledikleri haberlerinin Rusya’ya ulaştığını” söylemişti.
Vitaly Churkin sözlerinin devamında “Suriye yönetimine muhalif kimseler bu merkezde gerekli eğitimi aldıktan sonra çatışmalara katılmak için Suriye’ye gittiklerini ifade ediyorlar” demişti.
Libya Batı’nın Suriye Aleyhindeki Komplolarına Niçin Aracı Oldu?
Vitaly Churkin’in bu önemli açıklamaları Suriye’deki gerçeklerin sadece bir kısmını göstermektedir. Avrupalıların da içlerinde olduğu farklı ülkelerin vatandaşları Beşşar Esed yönetimini düşürmek için çabalamaktadırlar.
Libya, diktatörlük ile Milli Konsey arasındaki aşamada kaybolduğu bu dönemde Batılıların Suriye hakkındaki projelerini icra etmek için en iyi rolü oynayacak durumdadır. Zira bu ülkede yaşanan kaos ve hareket etmeye başlayan parçalanma treni Milli Konseye Şam aleyhindeki faaliyetlerin sorumluluklarından kaçınma imkanı vermektedir. Bu durum Libya’nın yeni hükümetinin nihai bir şekilde iş başına gelip Libya’nın her tarafında hâkimiyetini kuracağı güne kadar geçerli olacaktır.
Bu yüzden Esed’in düşmesi hususunda bir şeyler yapmak isteyen ülkeler için en iyi seçenek Libya’dır. Tabii Arabistan ve Katar gibi ülkeler de açık bir şekilde Suriyeli muhaliflere para ve silah yardımı yapılmasının zaruretini dillendirmektedirler. Farklı haber kaynaklarından elde edilen bilgilere göre Arabistan silahları Suriye devleti aleyhinde kullanılmaları için Ürdün ve diğer ülkelerin topraklarından Suriye’ye intikal ettirilmektedir.
Batılılar Tarafından Suriye’nin Parçalanması Planının Aşamaları
Bütün bu olaylar resmin bütününü göstermektedir. Bazı ülkeler Suriye’deki olayların artarak bunun çatışmalara dönüşmesini ve oluşacak kaos ile Suriye toplumunun içersindeki ayırımı arttırmak istemektedirler. Zaten iç savaş başlarsa artık bunu durdurmak çok zor olacaktır. Özellikle bu savaş din ve mezhep elbisesine bürünür ve Suriye toplumunun farklı yapıları arasındaki güveni ortadan kaldırarak ihtilafları daha da derinleştirirse bunun önünün alınması imkânsız olacaktır. Bütün bu aşamalar Suriye’nin psikolojik parçalanmasıyla beraber bölgesel ve mezhebi ayrışmasını da kendisiyle birlikte getirebilir. Bu Suriye’deki her hareketin alt yapısı sayılmaktadır. Güvenli bölgelerin oluşturulması ve komşu ülkelerde insani yardım koridorları ile mülteciler için kampların kurulması gelecekteki bu parçalama planı için zemin hazırlamaktır. Nitekim bu planlar daha önce Irak ve Sudan’da kullanılmıştır.
Suriye aleyhinde hazırlanan planlar zamanla meselenin Beşşar Esed’i devirmekten öte bir şey olduğu göstermiştir. Hedef bu ülkenin parçalanması ortamını hazırlamak için Suriye’de yönetimi düşürmek, ülkede kaos yaratmak ve iç savaş başlatmaktır. Batılıların ve Arapların hareketleri de bu teoriyi doğrulamaktadır. Batının Suriye’yi parçalama temayüllerini gösteren birçok nişane ve belge vardır. Nitekim bazı politikacılar bunu aleni bir şekilde dile de getirdiler. Bunlardan biri Velid Canbolat’tır. Lübnan’ın el-Ahbar gazetesinin 7 Martta yayınladığı haberinde Velid Canbolat Londra’ya gitmeden önce partisinin yetkililerine yaptığı konuşmada “Beşşar Esed’in artık iş başında kalamayacağını, Suriye devletinin de Sünniler ve Aleviler olmak üzere iki devlete parçalanacağını ve Suriyeli Dürzîlerin Sünnilerin yanında yer alacaklarını” söylemişti.
Fransızların Suriye’yi Parçalamak İçin Yaptıkları Geniş Araştırmalar
Bu, iki ay önce Fransa’da yapılan bir araştırmanın da ulaştığı bir sonuçtur. Bu proje Fransa İstihbarat Araştırma Merkezi ile Uluslararası Terörizm ile Savaş ve Terör Mağdurlarına Yardım Araştırmaları Merkezi tarafından masaya yatırılmıştır. Bu projede yer alan farklı uzmanlardan heyet Suriye’deki olaylar hakkındaki değerlendirmelerini tarafsız olarak yazmak için 3–10 Aralık tarihinde Suriye’ye gitmişti.
Bu heyet Suriye dışındaki farklı muhalif grupların temsilcileri ile yaptıkları görüşmelerin ardından değerlendirmelerini bitirdiler. Söz konusu heyet araştırmaları için Avrupa’daki Ortadoğu uzmanlarıyla, Rusya, Avrupa ve Arap ülkelerindeki birçok Suriye vatandaşı diplomatla, istihbarat örgütleriyle, insani yardım kuruluşları ve uluslararası gazetelerin muhabirleriyle de görüştüler.
Bu araştırmalar şunu gösteriyordu: Suriye’nin Lübnanlaştırılması, Suriye’de mezhebi ve kavmi çatışmaların çıkması ve bütün ülkeyi kapsayan iç savaşın gerçekleşmesi kesin değildir. Ancak uzmanlar muhaliflerin uluslararası müdahalelere ümit bağladıkları için silahlarını bırakmayacaklarına ve Suriye olaylarında üç olası büyük tehlikenin mevcut olduğuna vurgu yaptılar.
Bu araştırmanın işaret ettiği bu üç olasılık şunlardır:
1- Bölünme ve ardından mezhebi ve etnik temizlik. (Dayton Anlaşmasında ve eski Yugoslavya’da vuku bulan olaylar gibi)
2- Sorunu çözmek için Libya örneğinde olduğu gibi azınlıkların ve diğer taifelerin Lübnan’a gönderilmeleri
3- 1989’da Lübnan’da yapılan taifeler anlaşması esas alınarak farklı gruplara dayanan liberal bir sistemin kurulması.
Batılıların Hedefi Beşşar Esed’i Devirmekten Öte Bir Şeydir
Bu araştırmada, Suriye olayları hakkındaki değerlendirmelerde ilginç bir noktaya değinilmiştir; bu stratejilerin yerel, bölgesel ve uluslararası boyutlardaki asli hedefi Suriye’deki Beşşar Esed yönetimini devirmek değildir. Zira bu yönetim yapacağı bazı reformlarla bölgede daha ılımlı bir politika güdebilirdi. Bilakis hedef, Suriye toplumunu ortadan kaldırmaktır.
Bu cümle Beşşar Esed aleyhindeki bölgesel ve uluslararası bütün faaliyetlerin nedenini anlatmaktadır. Bu faaliyetler Beşşar Esed’i devirmenin ötesini amaçlayan girişimlerdir. Suriye devletinin hüviyetinde köklü değişimlere giderek bu ülkenin gücü yok edilmek istenmektedir. Nitekim bu ülke aleyhindeki kapsayıcı bir savaş direniş güçleri ile İsrail arasındaki mücadelenin geleceğini de belirleme özelliğine sahiptir.
Bu araştırma bu projenin Suriye’ye uyarlanmasının zorluklarını da dillendirmekte ve Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye’nin uzun zaman alacak bu değişimlerin farklı aşamaları olduğunu söylemektedir. Bu ülkeler arasında her ne kadar benzer özellikler bulunsa da her birinin kendisine has konumundan ötürü özel planların yapılması gerekmektedir. Suriye’nin tarihi, içtimai, dini ve coğrafik yapısı göz önünde bulundurulduğu zaman bu güçlü ülke için daha fazla faaliyete ihtiyaç duydukları açıktır.
Teoriden Pratiğe Yemen’in 4 Bölgeye Ayrıştırılması
Abdulhüseyin el-Şeyb kaleme aldığı makalesinin devamında şunları söylemektedir: Yukarıda zikredilenler Batılıların bugün bölge için göz önünde bulundurdukları projeleridir. Bu projenin bir bölümünde Yemen’in adı da değişim aşamasında olan 5 ülke arasında zikredilmiştir. Bu ülke dünyanın en yoksul ülkelerinden birine dönüşmüştür ve parçalanmanın sıkıntılarını her şeyi ile hissetmektedir. Her ne kadar devlet ismi almamış olsalar da bugün Yemen dört küçük idareye bölünmüştür ve bir tür federal yapıya sahiptir. Tek farkı merkezi hükümetin şuanda bile Sana’da güçlü bir şekilde varlığını devam ettirmesidir.
Bu arada Güney hareketi ülkenin güneyinin Kuzey Yemen’den ayrılması için çabalamakta ve rejimi bölgelerini ve halklarını fakir bırakmakla ve servet ve kaynaklarını yağmalamakla itham etmektedir. Üstelik Yemen Cumhuriyeti’nin kuruluşunun üzerinden daha 20 yıl bile geçmemiştir. Bu müddet de Yemen’in farklı dini ve kabilevi yönelimlere sahip birleşik bir ülke olması için az bir zamandır. Öte yandan Yemen, daima bölgesel ve uluslararası çekişmelerin yaşandığı bir bölgede yer almaktadır.
Ayrıca el-Kaide’nin İslami emirlik ilan ettiği ve buradaki nüfuzunu her geçen gün arttırdığı Ebyin eyaleti de burada yer almaktadır. Arabistanlı kuvvetlerin doğrudan müdahalede bulundukları Sade bölgesi ise Husilerin kontrolü altındadır. Bu arada geriye sadece farklı gruplar arasında çatışmaların yaşandığı ve herkesin bir noktaya hükmettiği kuzey bölgesi kalmıştır. Yemen’de halk arasında Amerika’nın bu ülkeyi dört küçük devlete parçalayacağı söylemi çok yaygındır. Bu projeyi daha önce ABD eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice sunmuştu.
Amerika’nın Yemen’de Kaos Yaratmadaki Hedefleri
Terörist eylemler ve terörü destekleme bahaneleriyle Amerikalılar tarafından aranan Şeyh Abdulmecid el-Zindani ülkenin bölünme tehlikesinin devam ettiğine inanmaktadır. Rice buna yaratıcı kaos adını vererek “Bizler şuanda kaosun başlangıcında yaşamaktayız” demişti.
Şeyh el-Zindani Yemen’in dört küçük ülkeye parçalanmasının Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında Amerikan Savunma Bakanlığının planı olduğunu söylemektedir. BOP, İsrail aleyhinde güçlü bir varlık göstermemesi için Arap ülkelerinin parçalanmasını ve zayıflatılmasını öngören bir projedir.
ABD’nin eski Yemen Büyükelçisi Edmund Hall’un açıklamalarından da Yemen’in parçalanma projesinin hayata geçirilmesi için yeşil ışık yakıldığını anlamamız mümkündür. Hall, Hazeral Mevt bölgesine yaptığı bir ziyaretinde bölgenin önde gelen şahısları ve grup başkanları ile yaptığı görüşmede “Hazeral Mevt bölgesinin bir devlet olma yeterliliğine sahip olduğunu” söylemişti.
El-İntikad’ta yayınlanan yazının devamında bu projenin Batılılara getirisi ele alınmakta ve Yemen’in bugünkü özellikleri şu sözlerle açıklanmaktadır; Yemen birleşik bir ülke olup yoğun bir nüfusa sahiptir. Akdeniz’de, Adn Körfezi’nde ve Arap Denizi’nde 2400 kilometrelik bir sahili vardır. Bu ülkenin farklı birçok farklı zenginliği bulunmaktadır ve İslami eğilimleri her şeyden önce gelir. Ülke kabile örflerine ve eyalet sistemine göre yönetilir ve İslam ümmetinin önemli meselelerinin destekleyicisidir. Küresel ve bölgesel arenada daima Amerika ve İsrail projelerinin aksi yönünde etkili tutum takınmaktadır. Bu yüzden Batılılar bölge aleyhindeki yıkıcı projelerinde bu ülkeye güvenilemeyeceğini söylemektedirler.
Arabistan da Batılıların Parçalama Projelerinden Yana Güvende Değildir
Makalede Batılıların Arabistan’ı parçalama planlarına da değinilmekte ve şunlar ifade edilmektedir: “Bu proje Arabistan’ın üç küçük devlete ayrılmasını öngörmektedir. Söz konusu proje 11 Eylül saldırılarından sonra Rand Araştırma Enstitüsü tarafından hazırlanarak Pentagon’a sunulmuştur. Bu proje yayınlandığı zaman büyük tartışmalara neden olmuş ve ardından da ABD Arabistan’ı 11 Eylül saldırılarına karışmakla itham etmişti.
Arabistan’ı parçalamayı öngören bu projeye göre Arabistan’ın petrol yataklarının olduğu doğuda ve el-İhsa’da, Necd bölgesinde ve batıda ayrı devletler kurulacaktır. Ülkenin Batısında kurulması planlanan din devletinin sınırları içinde Mekke ile Medine gibi mukaddes mekânlar da yer alacaktır.
Arabistan’ın parçalanması planını hazırlayanlar arasında yer alan Hudson Akademisinin kurucusu Maks Senger’in Suriye’de de önemli roller ifa etmesi ilginçtir.
Arnavutluk
Arnavutluk Başkenti: Tiran
Resmi adı: Arnavutluk Cumhuriyeti
Başkenti: Tiran (Nüfusu: 253.138)
Diğer önemli şehirleri: İşkodra, Elbasan, Dıraç, Körçe, Avlonya.
Yüzölçümü: 28.748 km2.
Nüfusu: 3.425.000 (1993 tahmini). Nüfusun % 36'sı şehirlerde yaşamaktadır. Ortalama ömür 72 yıldır. Çocuk ölümlerinin oranı binde 28'dir. Nüfusun % 33'ünü 14 yaşın altındakiler oluşturmaktadır.
Km2 başına düşen insan sayısı: 119
Nüfus artış hızı: % 1.7
Etnik yapı: % 95.3 Arnavut, % 2.5 Çingene, % 1.8 Yunan, % 0.14 Makedon, kalanı diğer etnik unsurlar. Arnavutların İliyalıların soyundan geldikleri sanılmaktadır. Makedonya ve Kosova başta olmak üzere eski Yugoslavya cumhuriyetlerine ve dünyanın birçok ülkesine yayılmışlardır. Arnavutluk'taki Arnavutların % 70'i Müslüman büyük çoğunluğu sünni, az bir kısmı da bektaşidir.
Dil: Resmi dil Arnavutçadır. Etnik unsurların dilleri de konuşulur.
Din: % 70 Müslüman, % 20 ortodoks hıristiyan, % 10 da katolik hıristiyan vardır. Müslüman nüfusun % 75 - 80'i sünni, kalanı bektaşidir. Arnavutluk bektaşileri Müslümanlardan sayılmakla birlikte inanç ve yaşayış yönünden İslâm dışına çıkmışlardır. Çünkü başta içki olmak üzere İslâm'ın haram kıldığı birçok fiili helal saymaktadırlar. Arnavutluk ve Makedonya'da yaygın olan bu bektaşiler komünist dönem öncesinde de aynı inanca sahiptiler.
Coğrafi durumu: Bir balkan ülkesi olan ve Balkan yarımadasının batı bölgesinde uzanan Arnavutluk, kuzeyden Karadağ, doğudan Sırbistan ve Makedonya, güneydoğudan Yunanistan, batıdan Adriya Denizi'yle çevrilidir. Adriya Denizi'ne bakan kıyısının uzunluğu 316 km'dir. Genelde dağlık olan topraklarının üçte ikisi dağlar ve tepelerden oluşur. Kalan kısmı ise ovalık ve alçak tepelerdir. Ülkenin batısında Adriya Denizi'ne paralel olarak Dinar Alpleri, kuzeyinde de Arnavutluk Alpleri uzanır. En yüksek yerleri Korab tepesi (2751 m.) ve Yezertsa Zirvesi (2694 m.)'dir. Çok sayıda akarsuyu vardır. En uzun ırmakları Drina, Vyosa, Şkumbi, Semani, Mati ve Erzen'dir. İşkodra, Ohri ve Prespa göllerinin bir kısmı Arnavutluk'a aittir. Sınırları içinde bazı küçük gölleri vardır ve bunların bazıları buzul gölleridir. Topraklarının % 36'sı ormanlık, % 17'si tarım alanı, % 14'ü otlaktır. Akdeniz iklimi kuşağında bulunan Arnavutluk'ta yazlar kuru sıcak ve güneşli, kışlar bol yağmurlu ve yumuşak geçer. Dağlık kısımlarda iklim bölgeden bölgeye değişir. Buralarda kışlar daha soğuktur. Kıyıdan biraz içerde yeralan başkent Tiran'da yıllık sıcaklık ortalaması 15.6 derece, yıllık yağış ortalaması da 1588 mm.'dir.
Yönetim şekli: Arnavutluk çok partili demokratik sistemle ve 29 Nisan 1991'de yürürlüğe konan anayasayla yönetilmektedir. Devletin en üst yöneticisi devlet başkanı, hükümetin başkanı başbakandır. Üyeleri serbest genel seçimlerle belirlenen 140 üyeli bir parlamentosu vardır. Arnavutluk, BM'e ve Uluslarası Para Fonu'na üyedir.
Siyasi partiler: Arnavutluk'taki siyasi partilerin başta gelenleri şunlardır:
Demokrat Parti: Liberal anlayışa sahiptir. En son genel seçimlerde parlamentoda 92 üyelik kazanan bu parti iktidarı elinde bulundurmaktadır.
Sosyal Demokrat Parti: Solcudur. En son genel seçimlerde parlamentoda 7 üyelik kazandı.
Sosyalist Parti: Komünist Emek Partisi'nin devamıdır. En son genel seçimlerde parlamentoda 38 üyelik kazandı.
Cumhuriyetçi Parti: Demokrat Parti'ye yakındır.
İdari bölünüş: 27 ille, 200 ilçeye ayrılır.
Tarihi: Arnavutluk'a İslâm girmeden önce Arnavutlar çeşitli vesilelerle Osmanlılarla işbirliği yapmışlardır. Osmanlı-Venedik mücadelesinde de Arnavut beyleri Osmanlıların yanında yer almışlardır. Osmanlı Devleti 1417'de Arnavutluk'u ele geçirerek Arnavut sancağını kurdu. Arnavutluk'ta 1432'den sonra Osmanlı idaresine karşı çeşitli isyanlar çıktı. Bu isyanlar ve bazı dış müdahaleler dolayısıyla Arnavutluk'un bir kısmı Osmanlıların elinden çıktı. 1463 Osmanlı-Venedik savaşlarından sonra Osmanlı, Arnavutluk'un elinden çıkan bölgelerini geri almaya başladı ve 1501'de büyük bir kısmını ele geçirdi.
Osmanlı fethinden sonra dört asırdan fazla bir süre Avrupa'da İslâm'ın yayılmasında bir merkez rolü oynayan Arnavutluk, 1912'de Avrupa'nın oyunları sonucunda diğer Balkan ülkeleriyle birlikte Osmanlılar'dan ayrıldı. Ancak bu tarihten sonra da Balkan Ülkeleri Birliği'nin saldırılarına uğradı. Bu saldırılar sonunda Arnavutluk'a giren hıristiyan Balkan orduları ülkenin Müslüman halkını hıristiyan olmakla ölüm arasında bir tercih yapmaya zorladılar. O tarihlerde onbinlerce Arnavut hıristiyan olmadığından öldürülmüştür. İşgalciler 1914'te Sırp asıllı William Ovfid'i ülkeye kral tayin ettiler. Ancak Kral William din ve milliyet yönünden Arnavutlara yabancı olduğundan ülkede otoriteyi sağlayamadı. Bu yüzden Arnavutluk 1925'e kadar tam bir karışıklık yaşadı. Bu dönemde ülkenin bağımsızlığını sağlamak için çeteler oluşturuldu ve bu çeteler işgalcilere karşı mücadele ettiler. 1925'in başlarında ülkede cumhuriyet ilan edildi ve cumhurbaşkanlığına da Ahmed Zogu seçildi. 1939'da II. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte faşist İtalyan orduları Arnavutluk'u işgal etti. Bu işgal 29 Kasım 1944'e kadar sürdü. İşgalin sona ermesinden hemen sonra ülkede Enver Hoca'nın liderliğinde bir komünist diktatörlük kuruldu.
Komünist Arnavutluk ilk zamanlar Rusya'ya yanaştı ve o sıralar Stalin'in yönettiği Rusya'dan destek gördü. Ancak altmışlı yıllardan sonra daha çok Çin'e yöneldi. Yetmişli yılların başından itibaren Çin'le de bağlantısını keserek, kendine özel, içine kapanık bir ülke halini aldı. Arnavutluk'taki komünist rejim başından itibaren baskıcı çizgiyi izledi. Ülke halkının dışarıyla bağlantısını kesti. Daha komünist diktatörlüğün kurulduğu ilk yıllarda binlerce insan İtalya'yla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle idam edildi. Sonraki yıllarda da halk içindeki bütün gelişmeler çok iyi organize edilmiş bir istihbarat örgütü aracılığıyla izlendi.
Enver Hoca, 11 Nisan 1985'te ölünceye kadar yönetimde kaldı. Ondan sonra cumhurbaşkanlığına Ramiz Alia seçildi.
Sovyetler Birliği'nde başlayan değişim rüzgârlarından en son etkilenen Doğu Avrupa ülkesi Arnavutluk olmuştur. Ülke yönetiminin halkın dışarıyla bağlantısını kesmesinin ve dünyadaki gelişmelerden doğru bir şekilde haber almasını engellemesinin bunda büyük etkisi olmuştur. Temmuz 1990'ın başlarında Tiran'da bazı kişilerin yabancı büyükelçiliklere sığınması olaylarına kadar görünürde ciddi bir olay yaşanmamıştı.
Arnavutluk cumhurbaşkanı Ramiz Aliya 25 Ocak 1990'da yaptığı konuşmasında, Doğu blokundaki gelişmeleri sosyalist çizgiden sapma ve bir felaket olarak niteledi ve Arnavutluk'un bu duruma asla düşmeyeceğini ileri sürdü. Ama çok geçmeden Temmuz 1990'da meydana gelen olaylar halkın rejimden rahatsız olduğunu ortaya çıkardı ve ülke çok hızlı bir değişim sürecine girdi. Ramiz Alia, bu hızlı değişim süreci içinde koltuğunu koruyabilmek için birden radikal bir reformcu kesildi. Halkın tepkisini yatıştırmak için çok partili sisteme geçme kararı aldı. Ardından, iktidardaki komünist Emek Partisi'nin yanısıra Demokrat Parti'nin kuruluşu da resmen kabul edildi. Bunu basın alanında da bazı özgürlükler sağlanarak Demokrat Parti'nin Demokrasinin Doğuşu adlı bir gazete çıkarmasına izin verilmesi izledi.
Ramiz Alia'nın ülkede pazar sistemine dayalı bir ekonomik modele geçileceğini açıklaması üzerine ekonomik reformlar da uygulamaya konmaya başladı. Bütün bu reformların süreklilik kazanması için yürürlüğe konan yeni anayasa da kısmen din hürriyeti, özel mülkiyet edinme hakkı, seyahat hürriyeti ve yabancı sermayenin ülke içinde iş yapması imkânı getiriyordu.
10 Şubat 1991'de 250 kişilik Halk Meclisi üyelerinin belirlenmesi için seçimler yapıldı. Seçimlerin böyle aceleye getirilmesindeki amaç muhalefet partilerinin teşkilatlanmalarını tamamlamadan, halka kendilerini tanıtamadan ve seçim hilelerinin yapılabileceği ortam mevcutken Emek Partisi'nin devamı olan Sosyalist Parti'nin bir dönem daha iktidarda kalmasını sağlamaktı. Öyle de oldu ve Sosyalist Parti seçimlerde parlamentoda 169 üyelik kazandı. Ancak halk bu sonuçtan memnun kalmadı ve tepki gösterdi. Bunun üzerine 22 Mart 1992'de tekrar seçim yapıldı ve bu seçimlerde Demokrat Parti 92 milletvekilliği kazanarak birinci parti oldu. Bunun üzerine Ramiz Aliya istifa etmek zorunda kaldı ve cumhurbaşkanlığına Demokrat Parti lideri Sali Berişa seçildi. Sosyalist Parti iktidarına da son verilerek Demokrat Parti liderliğinde bir hükümet kuruldu.
Dış problemleri: En önemli dış problemi Kosova meselesidir. Bugün Yeni Yugoslavya sınırları içinde bulunan ve Sırbistan yönetimi tarafından özerkliği kaldırılarak Sırbistan'a ilhak edilmiş olan Kosova halkının % 80'den fazlası Arnavut asıllıdır. Arnavutluk yönetimi Kosova meselesine sahip çıkmakta ve buranın bağımsızlığı için mücadele eden Kosova Arnavutlarını desteklemektedir. Makedonya'da yaşayan Arnavutlara baskı uygulanması da bu iki ülke ilişkilerini olumsuz yönde etkilemektedir.
Arnavutluk-Yunanistan ilişkileri de iyi değildir ve Yunanistan bazı konularda Arvanutluk yönetimine baskı yapmaktadır.
İslami Hareket: Komünist rejimin hakim kılındığı ülkeler içinde en katı din düşmanlığının uygulandığı ülke şüphesiz Arnavutluk'tur. Komünist rejim bu ülkede din düşmanlığını devletin resmi ideolojisi ve anayasal bir prensip haline getirmişti. Komünizmin çöküşüne kadar uygulamada olan anayasanın 37. maddesi ülke yönetimini ateist propagandayı yaygınlaştırmak ve tarihi materyalizmi bütün ülke halkına kabul ettirebilmek için gereken çalışmaları yürütmekle yükümlü tutuyordu. Yine aynı anayasanın 55. maddesinde dini kurumların ve sosyalist rejimle bağdaşmayan kuruluşların kurulmasının yasak olduğu ifade ediliyordu. Bu ülkede altmışlı yılların sonuna kadar 2169 cami ve kilisenin kapısına kilit vuruldu. Müslümanların dini işlerini yürütmekten sorumlu yüksek müftülük ilga edildi. Dini görevlerin yerine getirilmesi yasaklandı. 1967'de Arnavutluk'ta artık din diye bir şeyin kalmadığına dair resmi bir açıklama yapıldı.
1990'da başlayan reformlarla birlikte Arnavutluk halkı tedrici bir şekilde din hürriyetine de kavuşmaya başladı. Eski diktatörlük döneminde kapatılmış olan camilerden ayakta kalabilenlerin yeniden ibadete açılması için çalışmalar başlatıldı. Ama komünist rejimin hâkim olmasından önce Arnavutluk'taki cami sayısı 1700'ü bulurken dine yeniden hürriyetin tanındığı tarihe kadar ayakta kalabilen cami sayısı sadece elliydi. Bununla birlikte komünist rejimin din adına her şeyi yasak ettiği bu ülkede halk İslâmiyet hakkında çok cahildi. Üstelik komünist rejimin fakirleştirmiş olduğu Arnavutluk toplumu birinci derecede karnını doyurmanın yollarını araştırmaya başlamıştı. Bunun yanısıra halkı dini yönden bilgilendirecek yeterince eleman da yoktu. Bütün bunlar İslâmi şuurlanma ve davetin önündeki engellerdi. Buna rağmen halkın dini çalışmalara büyük ilgi gösterdikleri görüldü. Örneğin reformların ardından ibadete açılan ilk cami olan İşkodra camisinin açılış törenine 65 bin kişi katıldı. Komünist yönetimin yıkılmasının üzerinden fazla zaman geçmeden İslâmi hizmetlerin organizasyonu için Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu ve Arnavutluk'u dinsizleştirebilmek için yıllarca çalışan komünist Emek Partisi'nin merkez binası bu kurumun emrine verildi. Diyanet İşleri Başkanlığı'na da Enver Hoca döneminde birkaç kez hapis cezasına çarptırılmış olan ilim adamlarından Sabri Koçi getirildi. Bu kurum halkın yeniden İslâmi yönden bilgilendirilmesi ve İslâm'ın toplum hayatına yön verici konuma gelebilmesi için yoğun faaliyetler içine girdi. Bu amaçla komünist iktidar döneminde kapatılmış veya tiyatroya vs.'ye dönüştürülmüş camileri yeniden onarıp ibadete açmaya, Kur'an kursları, dini eğitim okulları (medreseler) vs. açmaya başladı. Ayrıca Uluslararası İslâmi Yardım Organizasyonu gibi bazı İslâmi yardım kuruluşları da kuruldu.
Bosna-Hersek -2
Camiler, medreseler ve tekkeler kapatıldı. Yıkılan ve tahrip olan camilerin tamir edilmesine izin verilmedi. İslami günlerde ve bayramlarda tatil yapılması yasaklandı. Bunun yanı sıra Müslümanların üzerinde yoğun bir dinsizlik ve Slavcılık propagandası başlatıldı. Çeşitli vesilelerle çok sayıda Müslüman hapse atıldı. Bunların birçoğu ağır işkencelere tabi tutuldu. Komünist rejimin bu baskı uygulamaları da çok sayıda Bosna Hersekli Müslümanı, Türkiye'ye veya çeşitli Avrupa ülkelerine sığınmak zorunda bıraktı.
1975'ten sonra yönetim Müslümanlar üzerindeki baskıyı kısmen hafifleterek bazı geleneksel İslami kurumların yeniden işlev kazanmasına imkân sağladı. Bu yumuşama üzerine bazı camiler ve medreseler yeniden açıldı. Küçük çapta da olsa bir yumuşamayla bazı dini kurumların yeniden hayata geçirilmesi Müslümanlar arasında hızlı bir İslami uyanışa zemin hazırladı. Sonraki yıllarda Doğu bloku ülkelerinde ortaya çıkan gelişmeler Yugoslavya yönetimini de çok partili demokratik sisteme geçmeye zorladı.
Bu fırsattan yararlanan Müslümanlar, daha önce İslami inanç ve düşüncesinden dolayı yıllarca hapiste kalmış olan Aliya İzzetbegoviç'in liderliğinde Demokratik Eylem Partisi'ni (SDA) kurdular. Bu parti Bosna-Hersek'te Aralık 1990'da gerçekleştirilen genel seçimleri kazanarak lideri Aliya İzzetbegoviç cumhurbaşkanı oldu. Yugoslavya'da demokratikleşme hareketinin başlaması ile birlikte bağımsızlık hareketleri de gün yüzüne çıktı. Yugoslavya birliğini oluşturan cumhuriyetlerin halkları bağımsızlıklarına kavuşabilmek için mücadeleler başlattılar. Bosna-Hersek de 1 Mart 1992'de gerçekleştirdiği referandum sonrasında bağımsızlığını ilan etti.
Ancak Sırplar hemen arkasından Bosna-Hersek yönetiminde söz sahibi olan Müslümanlara karşı savaş açarak bu yeni bir katliam hareketi başlattılar. Hırvatistan ve Slovenya'nın bağımsızlık mücadelesine destek olan Avrupa ülkeleri ve ABD Bosna-Hersek'i Sırp vahşeti karşısında yalnız bıraktı. Bosna-Hersek Müslümanlarını en çok sıkıntıya sokan da, Avrupa'nın üçüncü büyük ordusu Yugoslavya Federal Ordusu'nun Sırp çetnikleriyle birlikte hareket etmesi, onlara destek vermesiydi. Müslümanlarsa herhangi bir askeri destekten yoksun ve silah yönünden çok zayıftılar. Sonuçta Sırplar Bosna-Hersek'in önemli şehirlerini işgal ettiler. Bu işgal hareketi bir milyona yakın Müslümanı göçe zorladı. Sırplar işgal ettikleri yerlerde hem katliam hem de yıkım gerçekleştiriyorlardı. Özellikle camileri ve İslâmi izler taşıyan tarihi eserleri yıkmaya özen gösteriyorlardı.
Bosna-Hersek meselesinin çözümü için değişik tarihlerde gerçekleştirilen görüşmeler ve arabuluculuk çalışmaları da bir sonuç vermedi. 1994'e gelindiğinde Bosna-Hersek'teki iç savaşın aldığı can sayısı 250 bini, göçe zorladığı insan sayısı ise 1 milyonu aşmıştı. Nisan 1994'te Bosna-Hersek'te bir Boşnak-Hırvat Federasyonu oluşturuldu.
Dış ve iç problemleri: Ülkenin dış ve iç problemlerinin eksenini Sırpların bağımsız Bosna-Hersek yönetimini tanımamaları sonucu patlak veren iç savaş oluşturmaktadır. (Bu konuda "Tarih" kısmına bkz.)
İslami Hareket: Bosna-Hersek'te sosyalist dikta döneminde İslâmi çalışmalar sadece daha çok fikri ağırlıklı birtakım özel gayretlerle bazı gizli çalışmalardan ibaretti.
Yönetim İslâmi eğitime fırsat vermediğinden bazı yerlerde medrese eğitimi gizlice sürdürüldü. Bunun yanı sıra devlet denetiminde birkaç cami ve kurs bulunuyordu.
Meşihat dairesi ise tamamen devletin kontrolündeydi. Çok partili döneme geçilmesinden sonra Müslümanların haklarını savunmak ve kişisel çalışmaları örgütlü bir şekle dönüştürmek amacıyla Aliya İzzetbegoviç'in liderliğinde Demokratik Eylem Partisi (SDA) kuruldu. (Bu parti hakkında ayrıca "Tarih" ve "Siyasi partiler" kısmına bkz.) Partinin ilk yayınlanan programında Bosna-Hersek'te yaşayan Müslümanlara da diğer halklarla eşit hakların tanınması gerektiği vurgulanarak bu yolda çalışılacağı, bütün dinlerin mensuplarına inanç özgürlüğünün sağlanması ve herkesin dininin gereğini kolayca yerine getirebileceği bir ortamın hazırlanmasının amaçlandığı dile getiriliyordu. Çok partili demokratik sisteme geçilmesinden sonra Meşihat dairesi de çalışma alanını genişleterek çeşitli yayın faaliyetleri başlattı. Saraybosna'daki hem lise hem de fakülte seviyesinde eğitim veren Gazi Hüsrev Beg medresesini faaliyete geçirdi.
Yine aynı şehirdeki tahrip olmuş bazı camilerin tamiri ve ibadete açılması için çalışmalar başlattı. Bunun yanı sıra camilerde yoğun bir tebliğ ve eğitim çalışması başlatıldı. Bütün merkezi camilerin yanına birer medrese açıldı. Tasavvufi cemaatler yeniden faaliyetlerini başlattılar.
Ancak iç savaş bütün bu gelişmeleri dumura uğrattı. İç savaşın başlamasından sonra İslâmi çalışmalar cephelere ve mülteci kamplarına kaydırıldı. Sırp saldırılarına karşı vatanı savunmak amacıyla Bosna-Hersek ordusunun yanı sıra bir de Müslüman Güçler adında bir milis güçler oluşturuldu.
Müslüman Güçler saflarında savaşanlara cephede aynı zamanda İslâmi bir eğitim de verildi. Değişik İslâm ülkelerinde faaliyette bulunan yardım kuruluşları da mülteci kamplarında toplanan Müslümanlarla ilgilendiler.
Ayrıca Bosna-Hersek'te de başta Merhamet Cemiyeti olmak üzere Müslümanların organize ettiği çeşitli yardım kuruluşları kuruldu.
Bütün bu kuruluşlar gerek kamplarda yaşayan ve gerekse kendi bölgelerinde mahsur kalan Müslümanlara bir yandan maddi yardımlar ulaştırdıkları gibi bir yandan da onların İslâmi yönden bilgilendirilmeleriyle ilgilendiler. Bu yardım ve eğitim çalışmaları Bosna-Hersek'teki İslâmi şuurlanmayı hızlandırdı.
Bunun yanı sıra bütün dünya ülkelerinin Bosna-Hersek'i Sırplar karşısında yalnız bırakmalarına rağmen değişik ülkelerden gönüllü Müslüman gençlerin sırf inançlarının vermiş olduğu bir hamasetle Bosna cephesine koşması da orada yaşayan Müslümanları etkiledi.
Ekonomi: İç savaş Bosna-Hersek ekonomisini ciddi şekilde sarsmıştır. Savaş öncesinde ülke ekonomisi başta sanayiye, madenciliğe, tarıma ve hayvancılığa dayanıyordu. Tarımdan elde edilen gelirin gayri safi yurtiçi hasıladaki payı % 11'dir ve çalışan nüfusun % 4'ü bu alanda iş görmektedir. 1992'de 1 milyon 350 bin tahıl, 300 bin ton yer bitkileri, 25 bin ton baklagiller, 170 bin ton meyve, 160 bin ton sebze üretilmiştir. Aynı yıl ülkede 830 bin baş sığır, 1 milyon 300 bin baş koyun, 600 bin baş domuz bulunuyordu. Orman yönünden zengindir. 1991'de 5 milyon 380 bin m3 tomruk üretilmiştir. Maden gelirlerinin gayri safi yurtiçi hasıladaki payı % 14'tür.
Para birimi: Yugoslavya dinarı.
Sanayi: İç savaş ülke sanayisinin büyük ölçüde durmasına yol açtı. Savaş öncesinde imalat sanayisinin gayri safi yurtiçi hasıladaki payı % 56'ydı ve çalışan nüfusun yaklaşık % 51'i sanayi sektöründe iş görüyordu. Birçoğu iç savaş dolayısıyla duran veya başka amaçlarla kullanılan sanayi kuruluşları ve fabrikalar genellikle şu sektörlerle ilgilidir: Otomotiv, tekstil, deri, gıda, mobilya, kereste, kâğıt, kimyasal maddeler ve inşaat malzemeleri üretimi, toprak ve madeni eşya üretimi, mekanik makine sanayi, elektrik gereçleri, büro malzemeleri ve bazı ev eşyaları üretimi.
Enerji: 1990'da 14 milyar 632 milyon kw/saat elektrik üretilmiş, 15 milyar 201 milyon kw/saat tüketilmiş ve aradaki fark ithalatla kapatılmıştır. Elektrik enerjisinin % 79'u termik santrallerden, % 21'i hidroelektrik santrallerinden elde edilmektedir. Kişi başına yıllık elektrik tüketimi ortalama 3497 kw/saattir.
Ulaşım: Sivil ulaşımda kullanılan tek havaalanı başkent Saraybosna'daki uluslararası trafiğe açık havaalanıdır. 1040 km. demiryoluna, 11.430 km.'si asfaltlanmış olmak üzere 21.170 km. karayoluna sahiptir. Bu ülkede ortalama 9 kişiye bir motorlu ulaşım aracı düşmektedir.
Eğitim: İç savaş öncesinde ülkede 2205 ilkokul, 238 ortaöğretim kurumu, 44 yüksek öğretim kurumu vardı. Okuma yazma bilenlerin oranı % 86'dır.
Sağlık: İç savaş öncesinde Bosna-Hersek'te 6930 doktor, 1370 diş doktoru vardı ve 625 kişiye bir doktor düşüyordu.
Bosna-Hersek -1
Bosna-Hersek'te sosyalist dikta döneminde İslâmi çalışmalar sadece daha çok fikri ağırlıklı birtakım özel gayretlerle bazı gizli çalışmalardan ibaretti.
Resmi adı: Bosna-Hersek Cumhuriyeti
Başkenti: Saraybosna (Sarajevo) (1991 sayımına göre nüfusu: 525.980)
Diğer önemli şehirleri: Tuzla, Foça, Banja Luka, Mostar, Gorajde, Travnik, Zenica, Doboj, Prijedor.
Yüzölçümü: 51.129 km2
Nüfusu: 4.500.000 (1991 sayımına göre. Bu tarihten sonraki iç savaşın yol açtığı ölümler ve göç sonrasındaki nüfus durumu kesin olarak bilinememektedir.). Nüfusun % 36.5'i şehirlerde yaşamaktadır. Ortalama ömür 70 yıldır. Çocuk ölümlerinin oranı binde 15'tir. Nüfusun % 28'ini 14 yaşın altındakiler oluşturmaktadır.
Km2 başına düşen insan sayısı: 86.5
Nüfus artış hızı: % 0.6
Etnik yapı: Bosna-Hersek halkı Boşnak, Sırp, Hırvat ve Slovenlerle bunların dışında kalan bazı küçük etnik unsurlardan oluşur. Boşnakların tamamı Müslümandır. (Bu unsurların oranları ve dinsel durumları hakkında "Din" kısmına bkz.) Kendilerine Bosnalılar da denen Boşnaklar Slav kökenlidirler ve Bosna-Hersek halkı içinde nüfus bakımından birinci sırada gelmektedirler. Ancak Bosnalıların tamamı Bosna-Hersek'te yaşamıyor. Eski Yugoslavya'ya hâkim olan komünist rejimden kaçan çok sayıda Bosnalı dünyanın değişik ülkelerine yayılmıştır. Eski Yugoslavya topraklarında kalan Bosnalıların ise % 86'sı Bosna-Hersek'te kalanı da çoğu Sırbistan'a bağlı Sancak bölgesinde olmak üzere eski Yugoslavya cumhuriyetlerinin değişik bölgelerinde yaşamaktadır. Eski Yugoslavya etnografyasında bunlara "Müslüman kökenliler" denirdi. Bosnalıların dili Boşnakça, Sırpça-Hırvatça karışımı bir dildir ve Slav dilleri grubuna girer.
Dil: Ülke halkının üç önemli etnik unsuru tarafından konuşulan Boşnakça, Sırpça ve Hırvatça'nın üçü de resmi dildir.
Din: 1991 sayımı sonuçlarına göre ülkede yaşayan nüfusun dinsel ve etnik durumu şöyleydi: Müslüman: 1.905.000 (% 43.7). Ortodoks hıristiyan olan Sırplar: 1.364.363 (% 31.3). Katolik hıristiyan olan Hırvatlar: 752.068 (% 17.3). Katolik ve protestan hıristiyan olan Slovenler: 293.477 (% 5.5). Diğer unsurlar: 93.685 (% 2.2).
Coğrafi durumu: Güneydoğu Avrupa'da bulunan Bosna-Hersek, kuzeyden ve batıdan Hırvatistan, doğudan Sırbistan, güneyden Karadağ ile çevrilid. Güneyden Adriya Denizi'ne 20 km kıyısı vardır. En yüksek yeri Ploçno Dağı (2228 m.)'dır. En önemli akarsuları Drina, Bosna, Sava, Vrbas ve Neretva ırmaklarıdır. Bosna ülkenin kuzey bölgesinin, Hersek ise güney bölgesinin adıdır. Arazisi genellikle dağlıktır. Topraklarının % 22'si tarım alanı, % 27'si otlak, % 30'u orman ve çalılıktır. Ülkeye ılımlı bir iklim hâkimdir. Yazlar nispeten sıcak kışlar ılımlı geçer.
Yönetim şekli: Bosna-Hersek'te 31 Mayıs 1994'te Boşnak-Hırvat federasyonu denilen federal bir sisteme geçildi. Bosna-Hersek'li Hırvatlarla Boşnak Müslümanlar arasında imzalanan anlaşmada belirlenen esaslara göre bir geçici yönetim oluşturuldu. Bu yönetimde cumhurbaşkanı Hırvatlardan, başbakan Boşnaklardan seçildi ve 6 aylık geçiş süresi sonrasında ülke genelinde bir serbest seçim yapılması kararlaştırıldı. Ayrıca 6'sı Boşnak, 5'i Hırvat 11 bakandan oluşan bir hükümet kuruldu. İç savaş ülkede istikrarlı bir siyasi yapının oluşmasını engellediğinden Bosna-Hersek'te hâkim olacak rejimin ve yönetimin kesin şekli ancak iç savaşın tamamen durmasından ve gerekli şartların oluşmasından sonra belirlenebilecektir. Bosna-Hersek BM üyesidir.
Siyasi partiler: İç savaş öncesinde ülkede örgütlenmiş olan siyasi partilerin başta gelenleri şunlardı: Demokratik Eylem Partisi (SDA): Aliya İzzetbegoviç liderliğindeki bu parti Müslümanlar tarafından kurulmuş ve genellikle Müslümanlarca destekleniyordu. Aralık 1990'da gerçekleştirilen en son genel seçimlerde parlamentoda 86 üyelik kazanmıştı. Sırp Demokrat Partisi: Sırp milliyetçisi olan bu parti ülkedeki Sırp unsur tarafından destekleniyordu ve en son genel seçimlerde parlamentoda 72 üyelik kazanmıştı. Hırvat Demokratik Birliği: Hırvatlar tarafından desteklenen ve Hırvat milliyetçisi bu parti de en son genel seçimlerde parlamentoda 44 üyelik kazanmıştı. Sosyalist Demokratik Parti: Eski Yugoslavya'ya hâkim olan ideolojiyi savunan bu parti de en son genel seçimlerde parlamentoda 20 üyelik kazanmıştı.
İdari bölünüş: 8 kantonla 100 idari birime ayrılır.
Tarihi: Bosna-Hersek'te İslâm Osmanlıların bu bölgeyle ilgilenmeye başlamalarından itibaren yayılmaya başladı. Osmanlı Devleti'nin bölgeyi fethetmesinden önce Bosna, Bizanslıların ve yerli hanedanların yönetiminde kaldı. Bölgeye ilk Türk akınları 1386'da başladı. Bu sıralarda Bosna ayrı bir krallıktı ve tahtta da Kral I. Tvrtko bulunuyordu. Sonraki yıllarda Bosna'ya yönelik akınlar devam etti ve Osmanlı yönetimiyle Bosna kralı II. Tvrtko arasında bir anlaşma gerçekleştirildi. Bu anlaşma gereğince Bosna kralı Osmanlılara haraç ödemeye başladı. Ancak bu haracı Fatih Sultan Mehmed'in tahta geçmesinden sonra kesti. Bunun üzerine Fatih, Bosna kralına karşı savaş açtı. Bu savaşta kral yakalanarak öldürüldü. 1463'te de bütün Bosna Osmanlı topraklarına katıldı. Bosna'da İslami bir etnik oluşumun ortaya çıkması da bu olayla başladı. 1483'te Hersek dükalığının da Osmanlılara katılmasıyla bu bölgede İslamiyet daha da güçlendi ve Müslümanların sayısı artmaya başladı. Osmanlıların bu bölgeyi idare ettikleri dönemde halkın üzerinde en ufak bir baskı ve zorlama olmadığı halde İslamiyet bölgede hızlı bir şekilde yayıldı. Bosna-Hersek'te, Osmanlıların yönetimi altındaki Avrupa topraklarının hiçbir yerinde görülmemiş şekilde toplu ihtidalar oldu; yani halk kalabalık kitleler halinde İslam'a girdi. Bosna-Hersek topraklarını 400 yıldan fazla bir süre yönetiminde tutan Osmanlı bu bölgeye büyük hizmetler götürmüş, büyük camiler, medreseler, ilim merkezleri vs. inşa etmiştir.
Bosna-Hersek'in bugünkü başkenti Saraybosna (Sarayevo) Osmanlı döneminde Avrupa'nın en önemli ilim merkezlerindendi. Bu şehir bugün hâlâ Osmanlı döneminden kalma cami ve medreselerle doludur.
Ancak Saraybosna Osmanlılar'dan sonra bir ilim merkezinden bir turizm merkezine dönüştürüldü. Osmanlı devletinin zayıflaması üzerine 1878'de Bosna-Hersek toprakları Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından işgal edildi. Daha sonra Berlin Anlaşmasıyla bu topraklar adı geçen imparatorluğa verildi.
Bu işgalden sonra çok sayıda Bosna-Hersekli Müslüman Anadolu'ya veya henüz Osmanlı'nın elinde olan Avrupa topraklarına göç etti. Yurtlarını terk etmeyen Bosna-Hersekli Müslümanlar ise kendi aralarında birlik oluşturarak 1900'da Mostar müftüsü Ali Fehmi Cabiç'in liderliğinde işgal yönetimine karşı bir mücadele başlattılar. Bu mücadele sonunda Bosna-Hersek Müslümanları özerk bir yönetime kavuştular.
Ancak 1912'de Osmanlıların Balkanlardan tamamen çekilmek zorunda kalması ve ardından I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesi üzerine Balkanlar'da bir idari boşluk ortaya çıktı.
Bunun sonucunda da bölgede çok sayıda küçük devlet kuruldu. 1918'de Sırbistan, Karadağ ve yıkılan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun Slavların yaşadığı kesimlerinin birleşmesiyle bölgedeki Slav kökenli toplumları bir araya getiren bir devlet kuruldu. Bosna Hersek toprakları da bu devletin sınırları içine girdi. Sırbistan kralı kurulan bu yeni devletin krallığına getirildi. Bu devletin adı 1929'da Yugoslavya krallığı oldu. 1918'de kurulan Slav devletinin ve Yugoslavya krallığının yönetimini ele geçiren ortodoks Sırplar Bosna-Hersekli Müslümanlara çok ağır bir şekilde zulmettiler. Müslümanların ellerindeki toprakları zorla gasp ederek hıristiyan Sırpların mülkiyetine geçirdiler. Bu uygulama yüzünden Müslümanlar fakirleştiler. Ayrıca çok sayıda Müslüman göçe zorlandığından bölgedeki Müslüman nüfus azaldı. Mesela Müslümanlarda nüfus artış oranı diğer toplumlardakinden daha yüksek olduğu halde 50 yılda Müslüman nüfus % 60 oranında artarken, hıristiyan nüfus % 123 oranında arttı. II. Dünya Savaşı sırasında Yugoslavya Almanlar tarafından işgal edildi. Savaşın devam ettiği yıllarda ve Alman işgali altında Sırp çetnikleri Müslümanlara karşı bir soykırımı uygulayarak 100 bin Müslümanı öldürdüler. Savaş sonrasında 13 Ocak 1946'da ülke yeniden bağımsızlığına kavuştu. Ancak bu bağımsızlık hareketinde Komünist Parti yanlıları önemli bir rol üstlendiklerinden bağımsızlık sonrasında da ülkede yönetimi ele geçirdiler. Ülkenin resmi statüsünü de federal cumhuriyetler birliği olarak belirlediler. Buna göre Yugoslavya altı cumhuriyet ile iki özerk bölgeden oluşacak, bu cumhuriyetlerden birisi de Bosna Hersek Cumhuriyeti olacaktı. Komünistlerin yönetimi ele geçirmeleriyle Müslümanlar üzerindeki baskı uygulamaları da şiddetlendi. İslami vakıfların bütün mallarına el konuldu.
Cezayir - 2
En son olarak da 15 Nisan 1999 tarihinde yine göstermelik bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı ki bu seçimlerden geçen ayki sayımızda ayrıntılı olarak söz etmiştik.
Bu seçimlerde de cuntanın desteklediği Abdülaziz Buteflika'nın kazandırılacağı önceden belli olduğundan diğer adaylar figüran olmak istemediklerini ilan ederek adaylıktan çekildiler ve Buteflika tek aday olarak girdiği seçimlerde cumhurbaşkanlığına seçildi, daha doğru bir ifadeyle tayin edildi.
İslami Hareket: İşgalcilerin ve bağımsızlık sonrasında kurulan Batı kontrollü sosyalist düzenin bütün baskı ve zulümlerine rağmen Cezayir'de İslami hareket her zaman canlı ve güçlü olmuştur.
Bunun çeşitli sebepleri var. Ancak ilim adamlarının çalışmaları en başta zikredilmesi gereken unsurdur. Emir Abdülkadir, vaaz ve irşad çalışmalarıyla hıristiyan misyonerlerin yıkıcı faaliyetlerinin önüne geçen Şeyh Abdülhamid bin Badis, Şeyh Abdüllatif, ünlü düşünür Malik bin Nebi ve Şeyh Ahmed Sahnun Cezayir halkının şuurlanmasında hizmeti geçmiş ilim adamlarından bazıları.
1989 anayasasının siyasi amaçlı dernek ve cemiyetlerin ve iktidarı elinde tutan Milli Kurtuluş Cephesi dışında siyasi partilerin kurulmasına müsaade etmesinden yararlanmak isteyen İslami hareket mensupları bu alana girmeye karar verdiler. Önce Kasım 1988'de İrşad ve Islah Cemiyeti kuruldu. Cemiyetin başına Cezayir'in tanınmış ilim adamlarından ve Müslüman Kardeşler cemaatinin Cezayir temsilcisi Mahfuz en-Nahnah getirildi. Bunun arkasından Şubat 1989'da İslam'a Davet Birliği kuruldu.
Bunun başına da bağımsızlık savaşında önemli rol oynamış bir ilim adamı olan Ahmed Sahnun getirildi. Mart 1989'da da Prof. Abbasi Medeni'nin liderliğinde İslami Kurtuluş Cephesi (FIS) ortaya çıktı. Başlangıçta İslami tebliğ ve davet çalışmaları yürütmeyi amaçlayan İrşad ve Islah Cemiyeti daha sonra siyasi partiye (İslami Toplum Partisi'ne) dönüştürülmüştür.
İslami oluşumlar sosyal faaliyetlerin yanı sıra siyasi faaliyetlere de girmişlerdir. İslami çizgideki siyasi oluşumlar hakkında bazı özet bilgiler verelim:
İslami Selamet Cephesi: Prof. Abbasi Medeni'nin liderliğinde, 11 Mart 1989'da kuruluş çalışmalarını başlattı. Resmi olarak kuruluşunu 12 Eylül 1989'da gerçekleştirdi.
Gerek 12 Haziran 1990'da gerçekleştirilen yerel seçimlerde ve gerekse 26 Aralık 1991'de gerçekleştirilen genel seçimlerdeki başarısıyla dikkatleri üzerine çekti. Bu parti Mart 1992'de cunta yönetimi tarafından kapatıldı.
İslami Toplum Partisi: Müslüman Kardeşler cemaatinin Cezayir kanadının lideri durumundaki Mahfuz Nahnah'ın başkanlığında kuruldu. Bu partinin adı daha sonra Barışçı Toplum Partisi olarak değiştirilmiştir. Başkanlığını da halen Mahfuz Nahnah yapmaktadır.
İslami Uyanış (Nahda) Partisi: İslami siyasi oluşumlar içinde üçüncü sırada gelen bu hareketin liderliğini Abdullah Cabullah yapmaktadır.
Bunların yanı sıra özellikle cuntanın baskı uygulamalarına tepki olarak bazı silahlı gruplar da ortaya çıktı. Ancak bunlardan bazıları provokasyonlara açık olduğundan cunta onların adlarını halka yönelik katliamlarında kullandı. Cuntanın katliamlarında adı kullanılan silahlı grupların başında ise GIA geliyordu. Şimdi bu gruplardan da kısaca söz edelim:
GIA (Silahlı İslami Grup): Bu ülkedeki silahlı grupların en radikali olarak bilinen bu hareket 1992'de ortaya çıktı. Şimdiye kadar birçok silahlı eylem gerçekleştiren bu hareket, ülkedeki diğer İslami oluşumlara karşı da sert bir tutum izlemekte, hatta bazılarını tekfir etmektedir.
Hareketin bu tutumu kendi içinden de birtakım sorunlar yaşamasına ve bazı kopmalara yol açmıştır. Hareketin kuruluş merhalesindeki liderliğini Cemal Zeytuni olarak bilinen Ebu Abdirrahman Emin yaptı.
AIS (İslami Kurtuluş Ordusu): Daha önce sadece siyasi faaliyet yürüten ve geniş halk tabanının desteğine rağmen iktidara gelmesi darbeciler tarafından önlenen İslami Selamet Cephesi'nin askeri kanadı olarak ortaya çıktı. 1992 ortalarında ortaya çıkan AIS'in genel komutanlığını Medeni Mirzak yaptı.
MIA (Silahlı İslami Hareket): Abdulkadir Şebuti'nin önderliğinde faaliyetlerini yürüten bu hareket darbecilerin iktidara el koymalarından kısa bir süre sonra ortaya çıktı ve çeşitli silahlı eylemler gerçekleştirdi.
FIDA (Cezayir Cihadı İçin İslami Cephe): Bu cepheyi 1994'te GIA'dan ayrılanlar kurmuşlardır. Darbecilerin yanında yer alan bazı yazarların ve basın mensuplarının öldürülmesi gibi birtakım ferdi eylemler gerçekleştirdiler.
İslami Devlet Hareketi: İlk önce 1992'de ortaya çıktı. 13 Mayıs 1994'te gerçekleştirilen bir anlaşmayla GIA'ya katıldı. Ancak daha sonra aralarında ihtilaf çıkması yüzünden bu hareketten ayrıldı. Hareketin liderliğini Said Mahlufi yapmaktadır.
Cezayir'deki silahlı gruplarda böyle bir dağınıklığın yaşanmasının yanı sıra, İslami temellere oturtulmuş bir "hareket ve eylem fıkhı"nın da olmadığını kabullenmek zorundayız.
Bu eksiklik eylemlerin kitle tabanında olumsuz etki yapmasına ve tabanın yukarıda zikredilen gruplara olumsuz bakmasına yol açmaktadır.
Cezayir -1
Bilindiği üzere Cezayir uzun süreden beridir yaşanan iç kargaşa sebebiyle sürekli gündemde olan ülke.
En son cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte bu ülke yeniden gündeme geldi. Biz de bu sayımızda bu ülkeyi değişik yönleriyle tanıtmaya çalışacağız.
Resmi adı: Cezayir Demokratik Halk Cumhuriyeti
Başkenti: Cezayir (Nüfusu: 2 milyon)
Yüzölçümü: 2.381.741 km2 (Bunun % 84'ü genellikle çöl ve vahalardır. Buralarda nüfus yoğunluğu çok düşüktür)
Nüfusu: 32.000.000 (1999 tahmini)
Etnik yapı: % 78 Arap, % 20 Berberi, % 1'e yakın Fransız, % 1'den daha az oranda yahudi bulunmaktadır. Az sayıda da Osmanlı döneminden kalma Türkler vardır.
Dil: Şu anki resmi dili Arapça'dır. Ancak yakın zamana kadar resmiyette Fransızca birinci sırada geliyordu. Halkının % 90'dan fazlası Fransızca'yı bilir. Berberiler kendi etnik dillerini konuşurlar. Ancak Berberice bir eğitim ve kültür dili olarak kullanılmamaktadır.
Din: Resmi din İslam'dır. Halkın % 99'a yakını Müslümandır. Kalan nüfusu katolik hıristiyanlar ve az sayıdaki yahudiler oluşturur. Müslümanların büyük çoğunluğu Sünnidir. Sünnilerin de geneli Maliki, az bir kısmı Hanefidir. % 0.5 oranında da İbadiler bulunmaktadır. İbadiler haricilerin hayatta kalan tek kollarıdır.
Coğrafi durumu: Bir kuzeybatı Afrika (Mağrib) ülkesi olan Cezayir kuzeyden Akdeniz, doğudan Tunus ve Libya, güneydoğudan Nijer, güneybatıdan Mali ve Moritanya, batıdan Fas ile çevrilidir. Topraklarının % 16'sı tarıma elverişlidir. Bu nitelikteki toprakların büyük bir kısmı ve illerin 31'i Akdeniz ikliminin etkisinde olan ve ülke topraklarının sadece % 16'sını oluşturan Kuzey Cezayir'dedir. Sahil uzunluğu yaklaşık 1.000 km'yi bulmaktadır. Ülkenin en büyük şehirleri de kıyı şeridindedir. Kuzeyde Akdeniz iklimi, güneyde çöl iklimi hakimdir.
Yönetim şekli: Cezayir'de her ne kadar ara sıra seçimler yapılıyorsa da halen, 16 Ocak 1992'de yönetime el koyan askeri cunta işbaşındadır. Sivil yönetim her bakımdan askeri cuntanın kontrolünde ve güdümündedir.
Tarihi: Cezayir, M. VII. asrın ortalarından sonra İslam orduları tarafından fethedilerek İslam devletinin topraklarına katıldı. Daha sonra çeşitli hanedanlıkların hakimiyetinde kalan Cezayir 1517'de Barbaros Hayrettin Paşa (Hızır Reis) ile kardeşi Oruç Reis tarafından fethedilerek Osmanlı topraklarına katıldı. Aynı yıl Osmanlı Cezayir eyaleti kuruldu. Bu eyalet 1830 yılına kadar ayakta kaldı.
1830 yılının Temmuz ayında Fransızlar Cezayir'i işgal ettiler. Fransızlar, burayı kurmak istedikleri Büyük Fransız İmparatorluğu'nun bir parçası haline getirmeyi amaçlıyorlardı. Bunun için Cezayir'in Müslüman halkını hıristiyanlaştırmak ve kendilerini tamamen Fransız kültürüne adapte etmek istiyorlardı. 1830'da Cezayir'de Avrupa'nın en büyük misyonerlik merkezi olan Beyaz Papazlar Cemiyeti kuruldu. Bu cemiyet Cezayir halkını elli yıl içinde hıristiyanlaştırmayı amaçlıyordu. Ama Cezayir halkının dinine bağlılığı onların başarısını engelledi.
Fransız işgaline karşı ilk bağımsızlık mücadelesini işgalin ikinci yılında Emir Abdülkadir başlatmıştır. Emir Abdülkadir işgalcilere karşı 14 yıl mücadele etti ve 23 Aralık 1947'de Fransızlar tarafından tutuklandı. Sonraki yıllarda da işgale karşı ayaklanmalar ve bağımsızlık mücadeleleri oldu. Ancak Fransız işgalciler bütün bu hareketleri şiddetle ve zulümle bastırdılar. Sadece 5 Ağustos 1945 tarihinde Fransızlar bir gün içinde 45 bin Cezayirlinin canına kıymışlardır.
Fransız işgaline karşı ikinci bağımsızlık savaşı 1954 yılında başladı. Bu savaş Milli Kurtuluş Cephesi'nin öncülüğünde başlatıldı. Milli Kurtuluş Cephesi, Cezayir halkının şuurlandırılmasında önemli etkinliği olan Cemiyeti Ulema'nın öncülüğünde oluşturulmuştu. Cephe, Kasım 1954'te yayınladığı ilk bildirisinde amacının Cezayir'i işgalden kurtararak bu topraklar üzerinde İslam esaslarına göre şekillenen bağımsız bir devlet kurmak olduğunu bildirdi. Sekiz yıl süren bağımsızlık savaşı süresince bir buçuk milyon Cezayirli Müslüman, işgalciler tarafından şehid edildi.
Milli Kurtuluş Cephesi 1958'de geçici bir hükümet oluşturdu. 5 Temmuz 1962'de de bağımsızlık ilan edildi. Müslümanların sekiz yıl süren kararlı mücadeleleri karşısında işgalciler bu ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. Ancak bağımsızlık sonrasında cihadın başlangıcında belirlenen hedeflerle bağdaşmayan olumsuz gelişmeler oldu. Fransa'nın oyunuyla Milli Kurtuluş Cephesi içinde yer alan Müslüman ilim adamları tasfiye edildi ve Batıcı laik düşünce sahipleri öne geçti.
Bağımsızlık sonrasında geçici bir süre cumhurbaşkanlığı yapan Ferhad Abbas'ın arkasından 15 Eylül 1963'te Ahmed bin Bella cumhurbaşkanlığına getirildi. Ahmed bin Bella, 19 Haziran 1965'te gerçekleştirilen bir darbeyle cumhurbaşkanlığından uzaklaştırıldı ve yerine sosyalist Batıcı bir anlayışa sahip olan Albay Huvari Bumedyen geçti. Huvari Bumedyen ülkede katı bir totaliter baskı rejimini hakim kıldı. Bumedyen'in dönemi onun Aralık 1978'de ölmesiyle kapandı. Yerine yine sosyalist bir anlayış sahibi olan Şazeli bin Cedid seçildi.
Sosyalist rejime karşı değişik zamanlarda ayaklanmalar oldu. Bunların en etkinlerinden biri 1982 ayaklanmasıdır. Ancak bu ayaklanma zor kullanılarak bastırılmıştır. İkinci büyük ayaklanma ise 5 Ekim 1988'de başladı ve bir hafta sürdü. Bu ayaklanma dolayısıyla hükümet güçleriyle halk arasında meydana gelen çatışmalarda en az beş yüz kişi öldü. Hükümet bu ayaklanmayı zorla bastıramadı ve bazı önemli vaadlerde bulunmak suretiyle ancak halkı yatıştırabildi. Hükümetin en önemli vaadi ise çok partili demokratik hayata geçmekti.
Hükümet yaptığı vaadler doğrultusunda yeni bir anayasa metni hazırlayarak 23 Şubat 1989'da halkoyuna sundu. Yeni anayasa ülkenin sosyalist niteliğini kaldırıyor ve İslam'ı devletin resmi dini olarak kabul ediyordu. Aynı zamanda birden fazla siyasi partinin ve siyasi amaçlı derneklerin kurulmasına imkan tanıyordu. Bunun gibi daha birçok önemli değişiklikler içeriyordu. Yeni anayasa halkın çoğunluğunca onaylanarak yürürlüğe kondu. Arkasından yeni siyasi partiler kuruldu ve 12 Haziran 1990'da ilk çok partili yerel seçimler yapıldı. Bu seçimlerde İslami Kurtuluş Cephesi (FIS) oyların % 55'ini alarak birçok yerde yerel seçimleri kazandı. Arkasından 26 Aralık 1991'de ilk çok partili genel seçimlerin birinci turu gerçekleştirildi. FIS bu seçimlerde de büyük başarı gösterdi. Resmi kaynaklara göre oyların % 55'ini, kendi kaynaklarına göreyse % 80'ini aldı.
İslami Selamet Cephesi'nin gösterdiği başarı Cezayir'de önemli çıkarları olan Fransa başta olmak üzere bütün Batılı güçleri rahatsız etti. Bu yüzden tek çare olarak Cezayir ordusunu harekete geçirme yoluna başvurdular. Sonuçta ordu, 16 Ocak 1992'de yani seçimlerin ikinci turunun yapılacağı tarihe beş gün kala gerçekleştirdiği darbeyle yönetime el koyarak seçimlerin ikinci turunu iptal etti ve genel başkan Prof. Abbasi Medeni başta olmak üzere FIS ileri gelenlerinin çoğunu tutuklattı. Cunta yönetimi daha önce mahalli seçimleri kazanarak işbaşına gelen FIS mensubu belediye başkanlarını ve belediye meclisi üyelerini de görevden aldıktan sonra pek çoğunu tutuklattı. İlk tutuklama kampanyasında tutuklanan FIS mensuplarının sayısı altı bini aştı. Bunların pek çoğu 45 derece sıcaklık altındaki toplama kamplarına gönderildi. Sonraki dönemlerde ortaya çıkan bazı olaylar ve birtakım provokasyonlar vesilesiyle de çok sayıda FIS mensubu tutuklandı. Cunta Mart ayında da, FIS'ı tamamen kapattığını açıkladı.
General Halid Nezzar'ın başkanlığındaki askeri cunta Yüksek Devlet Konseyi adıyla bir konsey oluşturdu. Bu konseyin başkanlığına da 29 yıldan beri Fas'ta sürgün hayatı yaşamakta olan Muhammed Budiyaf'ı getirdi.
Cunta yönetimi önce FIS ileri gelenlerinden 13 kişi hakkında idam istedi. Ancak birkaç ertelemeden sonra Temmuz ayı ortalarında gerçekleştirilen duruşmada askeri mahkeme FIS genel başkanı Abbasi Medeni ile yardımcısı Ali Belhac'ı 12'şer yıl, diğer FIS liderlerini de 4 ile 6 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırdı.
Yüksek Devlet Konseyi başkanı Muhammed Budiyaf 29 Haziran 1992 tarihinde orduda görevli Lembarek Binmaraf adında bir teğmen tarafından öldürüldü. Yolsuzluk davaları yüzünden başbakan Seyyid Ahmed Gazali ile ve bazı generallerle arası açılan Budiyaf'ın öldürülmesi olayı başlangıçta İslami Cephe'ye yüklendi. Ancak araştırmalar sonunda cinayeti işleyen subayın İslami Cephe'yle herhangi bir ilgisinin bulunmadığı ortaya çıktı. Budiyaf'tan sonra Yüksek Devlet Konseyi başkanlığına Ali Kafi getirildi. Cunta yönetiminin kapattığı İslami Selamet Cephesi'nin ileri gelenleri Ali Kafi'nin başkanlığındaki yeni yönetime diyalog çağrısında bulundularsa da yönetim diyaloğa yanaşmak istemedi. Ancak cunta yönetimi daha sonra bir çıkmaz sokağa girdiğini anladı ve İslami Hareket mensuplarıyla bir uzlaşma yolu aramaya başladı. Bu yüzden ordu sertlik yanlısı hükümeti 11 Nisan 1994 tarihinde istifaya zorlayarak yerine daha ılımlı bir hükümet oluşturdu. Ancak yeni hükümet de bazı siyasi oyunlara başvurmak dışında hiçbir uzlaşmacı girişimde bulunmadı.
1996'da göstermelik olarak bir referandum gerçekleştirilerek yeni bir anayasa yürürlüğe kondu. Cuntanın açıklamalarına göre referandumda oy kullananların % 86'sı "evet" oyu vermişti. Ardından 5 Haziran 1997 tarihinde yine göstermelik bir parlamento seçimleri gerçekleştirildi. Seçimlere birden fazla partinin katılmasına izin verildi ama favori cuntanın desteklediği Cezayir Ulusal Demokratik Birlik Partisi'ydi. Seçimler dürüstçe ve demokratik bir ortamda yapılmadığından sonuçlar da cuntanın istediği şekilde oldu.
Lübnan
Lübnan, uzun süre iç karışıklıklar yaşadıktan sonra 1988'de imzalanan Taif anlaşmasından sonra kademeli bir şekilde istikrara kavuşmaya başladı.
Bugünlerde de israil işgal güçlerinin Güney Lübnan'dan çekilmeye hazırlanması, Güney Lübnan'da Israil'in tampon gücü görevi yapan SLA milislerinin bazı bölgeleri boşaltması sebebiyle bu ülke yeniden gündeme gelmeye başladı. Ayrıca Filistin, Lübnan ve Suriye adeta iç içe bir konum arz ettiğinden, siyonist işgal her üçünü de yakından ilgilendirdiğinden Türkiye'de Lübnan'ın coğrafi konumu ve siyasal statüsü tam olarak bilinmemektedir. Bu yüzden bazıları Lübnan'la Filistin'i birbirine karıştırıyor. Dolayısıyla Lübnan'a özgü bir hareket olan Hizbullah'ı, Filistin'deki İslami oluşumlardan sanıyorlar. Bu yüzden zaman zam "HAMAS'la Hizbullah niye birleşmiyor, bu ikisinin ayrı ayrı hareket etmelerinin sebepleri nelerdir?" türünden sorularla karşılaşıyoruz. Bundan dolayı biz, bu sayımızın İslam Coğrafyası bölümünde Lübnan'ı tanıtmaya ve bu ülkeyle ilgili olarak hala birçoklarının zihninde cevaplandırılmamış halde durduğunu sandığımız birtakım soruları cevaplandırmaya çalışacağız.
Lübnan Hakkında Genel Bilgiler
Resmi adı: Lübnan Cumhuriyeti
Başkenti: Beyrut
Diğer önemli şehirleri: Trablussam, Sayda, Zahle, Sur, Nebatiye.
Yüzölçümü: 10.452 km2
Nüfusu: 3.300.000 (1999 tahmini)
Etnik yapı: Lübnan nüfusunun % 83'ünü Araplar oluşturmaktadır. Lübnan Araplarının % 63'ü Müslüman, % 8'i Dürzi, kalanı ise Maruni hıristiyandır. % 11 oranında Grek (Yunan asıllılar) vardır. Greklerin % 59'u ortodoks, % 41'i katoliktir. % 5 oranında Ermeni vardır. Ermenilerin tamamı, Ermeni kilisesi mensubu (ortodoks) hıristiyandır. % 1 oranında da Kürt vardır ve Kürtlerin tamamı Müslümandır.
Dil: Resmi dil Arapça ve Fransızca'dır. Halkın geneli Arapça konusmaktadır. Arap olmayan ve yukarıda zikredilen etnik unsurların dilleri de konuşulur.
Din: Devletin resmi dini yoktur. Halkın % 59.5'i Müslümandır. Müslümanların % 60'i şii, % 40'i Sünnidir. Yaklaşık % 7 oranında da Dürzi (Derezi) vardır ki bunlar da Müslümanlar arasında gösterilmektedir. Ancak Dürzilerin inanç ilkeleri İslam'ın inanç ilkelerinden çok uzaktır. Lübnan nüfusunun % 20'sini Maruni hıristiyanlar oluşturur. Maruniler Arap katoliklerdir. Ancak bazı konularda diğer katoliklerden ayrılmaktadırlar. Yaklaşık % 5.5 oranında Grek ortodoks, % 3.4 oranında Grek katolik, % 3.4 oranında da Ermeni ortodoks mevcuttur.
Coğrafi durumu: Ortadoğu ülkelerinden sayılan ve bir Ön Asya ülkesi olan Lübnan kuzeyden ve doğudan Suriye, güneyden Filistin (Israil işgali altında), batıdan da Akdeniz ile çevrilidir.
Yönetim: Lübnan'da halen uygulamada olan devlet geleneğine göre cumhurbaşkanı hıristiyanlardan, başbakan Sünni Müslümanlardan, meclis başkanı ise şii Müslümanlardan seçilir. 128 üyeli parlamentoda hıristiyanlarla Müslümanlar yarı yarıya temsil edilmektedir. Ancak Dürziler ve Nusayriler de Müslümanlardan sayılmaktadır.
Tarihi: Lübnan İslam orduları tarafından 636'da Hz. Ömer (r.a.) zamanında fethedildi ve Sam (Suriye) eyaletine bağlandı. Lübnan da Suriye gibi raşid halifeler döneminden sonra sırasıyla Emevi, Abbasi, Mısır hükümdarları, Selçuklular, Eyyubiler ve Memluklerin hakimiyetinde kaldı. 1516'da Osmanlı hakimiyetine geçti ve I. Dünya Savaşı sonuna kadar 400 yıl süreyle Osmanlı idaresinde kaldı. Osmanlılar Lübnan'ı merkezden tayin ettikleri bir vali vasıtasıyla yönettiler. Ancak ülkede yasayan etnik unsurların kendi inanç ve geleneklerini uygulamalarını sağlayacak şekilde örgütlenmelerine de fırsat tanıdılar.
1918'de Lübnan, Fransızlar tarafından işgal edildi. Fransızlar ülkedeki Marunilerle işbirliği içine girerek Müslümanlara baskı yaptılar. Fransız işgali 1943 Kasım'ına kadar sürdü. 1 Ocak 1944'te de Lübnan'ın bağımsızlığı resmen tanindi. Ancak Fransızların ülke üzerindeki nüfuzları tam anlamıyla sona ermedi. Fransa bu tarihten sonra da Lübnan'daki siyasi yapının teşekkülünde Suriye'yle birlikte söz sahibi olmuştur.
Bağımsızlık sonrasında cumhurbaşkanlığına Bisar el-Huri getirildi. Onun cumhurbaşkanlığı 18 Eylül 1952'ye kadar sürdü ve ondan sonra Kamil Sem'un cumhurbaşkanı oldu. Sem'un maruni hıristiyanlardandı ve izlediği politikayla gerek Dürzilerin, gerekse Müslümanların tepkisine yol açtı. Lübnan'ın Mısır'la birleşmesini isteyen Arap milliyetçiler de Sem'un politikasına karşı çıkıyorlardı. Sonuçta 8 Mayıs 1958'de muhalefetten bir gazetecinin öldürülmesi geniş çaplı bir tepkiye yol açtı ve bu tepki çok geçmeden silahlı eylemlere dönüştü. Eylemler üzerine Sem'un, ABD'den yardim istedi ve ABD 15 Temmuz 1958'de Lübnan'a askeri çıkarma yaptı. Fakat olaylar durmadı ve ABD siyasi manevralarla bir çözüm bulma yoluna gitti. Bu çerçevede 31 Temmuz 1958'de Ordu komutanı Fuad Sihab'i 22 Eylül 1958'de (Kamil Sem'un'un kanuni süresinin bitiminde) görevi devralmak üzere cumhurbaşkanlığına seçti. Fuad Sihab görevi devraldıktan sonra Müslüman kökenli Reşid Kerami'ye bir hükümet kurdurdu. Ancak hıristiyan gruplar buna karşı çıktılar ve ülke genelinde eylemler başlattılar.
Fuad Sihab cumhurbaşkanlığı süresince ülkede bir denge politikası izlemeye çalıştı. Bununla birlikte halk tabanının tam tasvibini kazanamadı ve siyasi karışıklıklar aralıklı olarak devam etti. Eylül 1964'te Sihab'in süresinin bitmesinden sonra Charles Hilu cumhurbaşkanlığına seçildi. Onun döneminde siyonist Israil yönetiminin saldırgan politikası yüzünden çok sayıda Filistinlinin Lübnan'a iltica etmek zorunda kalması dolayısıyla Lübnan, Filistin meselesinin de doğrudan içine çekilmiş oldu. Lübnan'a yerleşen Filistinliler bu ülkede örgütlenerek siyasi faaliyetlerde bulunmaya başladılar. Ancak Maruni Falanjistler bu durumdan rahatsız oluyorlardı.
Charles Hilu'nun cumhurbaşkanlığı Ağustos 1969'da sona erdi ve yerine Süleyman Feranciye (maruni) cumhurbaşkanı oldu. Filistinlilerle Falanjistler arasındaki gerginlik Feranciye döneminde de devam etti ve bu gerginlik 1975'te iç savaşa dönüştü. Iç savaş 1976'da da bütün şiddetiyle devam etti. Eylül 1976'da Süleyman Feranciye'nin görev süresinin dolması üzerine yerine Ilyas Sarkis getirildi. 1976'nin sonlarına doğru, olaylara müdahale için Suriyelilerin öncülüğünde bir Arap Caydırıcı Gücü, Lübnan'a sokuldu. Bu arada Suriye yönetiminin daha önceki olaylarda sürekli hıristiyanların yanında yer aldığını hatırlatalım. Müdahaleden sonra imzalanan bir anlaşmayla Filistinlilerin elindeki ağır silahların alınması, Filistinli gerillaların Israil işgali altındaki Filistin toprakları sınırına 15 km. yakınlıkta bulunan bölgeye çekilmelerinin sağlanması ve Lübnan ordu birlikleriyle Arap Caydırıcı Gücü'nün Filistin kampları çevresinde denetlemelerde bulunmaları kararlaştırıldı. Bu anlaşmanın hem siyonist Israil devletini kuzeyden Filistinli gerillaların saldırıları konusunda güvenceye kavuşturma, hem de Filistinlilerin Lübnan içindeki hareket imkanlarını kısıtlama amacı taşıdığı açıktı. Ancak anlaşma olayları durdurmaya yetmedi ve 1977'nin başından itibaren Lübnan'ın yerli Müslümanları da kendilerini olayların içinde buldular. Öte yandan hıristiyan milisler durumlarını sağlama aldıktan sonra Arap Caydırıcı Gücü'nün çekilmesini isteyerek bu güce karşı silahlı eylemlere giriştiler. Bütün bu olayların ülke geneline yayılması ülkedeki siyasi otoritenin tamamen sembolik bir hal almasına ve Lübnan topraklarının değişik gruplar arasında paylaşılmasına yol açtı. Öte yandan siyonist Israil güçleri de Filistinlilerin kuzeyden yaptıkları saldırılara cevap olarak çeşitli hava saldırılarında bulundular.
Israil 3 Haziran 1982'de Londra büyükelçisinin bir saldırı sonucu yaralanmasını bahane ederek 6 Haziran 1982'de Lübnan'ı işgal etti. Falanjistler bu işgalde Israilli güçlere yardımcı olmuşlardır. Lübnan'da askeri güç bulunduran Suriye ise işgal karşısında sessiz kalmayı tercih etti.
Israil işgalinin henüz devam ettiği sırada 23 Ağustos 1982'de Lübnan'da bir cumhurbaşkanlığı değişikliği de oldu ve Ilyas Sarkis'in yerine Besir Cemayel seçildi. Siyonist güçlerle çok yakin ilişkilerinin olduğu bilinen Besir Cemayel cumhurbaşkanlığında daha bir ayini doldurmadan 14 Eylül 1982'de öldürüldü.
Besir Cemayel'in öldürülmesinden bir hafta sonra 21 Eylül 1982'de kardeşi Emin Cemayel cumhurbaşkanlığına getirildi. Emin Cemayel ülkede siyasi otoriteyi sağlamak için kendisine yardımcı olmaları üzere Amerika, Fransa ve Italya'dan Lübnan'a asker göndermelerini istedi. Siyonist Israil'in Lübnan’ı işgaline ve bu ülkede gerçekleştirdiği katliama göz yuman bu ülkeler Emin Cemayel'in isteğini kabul ettiler. Ama değisen bir şey olmadı. Iç karışıklıklar ve silahlı eylemler yine devam etti.
Siyonist güçler Şubat 1985'ten itibaren Lübnan’ı terk etmeye başladılar. Ancak çekilirken Güney Lübnan'da özel bir güvenlik bölgesi oluşturdular. Orada hıristiyan milislerden Güney Lübnan Ordusu (SLA) adında özel bir ordu kurdu ve başına da yine maruni bir subay olan Antuvan Luhad'i geçirdiler. Bu ordu bugün Hizbullah milislerinin saldırılarına karşı Israil'in işgali altındaki toprakların kuzey sınırlarını korumaktadır.
Emin Cemayel'in görev süresi Ekim 1988'de sona erdi. Ancak ABD ile Suriye'nin ondan sonra kimin Lübnan cumhurbaşkanı olacağı konusunda anlaşamamaları dolayısıyla ülke 1989 yılına cumhurbaşkansız girdi. Bunun üzerine siyasi istikrarsızlıktan yararlanan genelkurmay başkanı Misel Avn askeri gücünü de kullanarak kendini cumhurbaşkanı ilan etmek istedi. Öte yandan Arap ülkelerinin girişimiyle daha önceki çeşitli suikastlarda öldürülenlerden artakalan 62 Lübnanlı parlamenter cumhurbaşkanı sorununa çözüm bulmak üzere Ekim 1989'da Suudi Arabistan'ın Taif şehrinde toplandı. Bu toplantıda alınan kararlar doğrultusunda parlamenterler 5 Kasım 1989'da Lübnan’ın Klayat şehrinde bir toplantı düzenleyerek Röne Muavvad'i cumhurbaşkanı seçtiler. Ancak Muavvad 17 gün sonra, 22 Kasım 1989'da öldürüldü. Onun öldürülmesinden 3 gün sonra da Ilyas el-Hiravi bu göreve getirildi. Ilyas el-Hiravi Suriye ve ABD'den aldığı destekle Misel Avn'i Lübnan’ı terk etmeye zorladı. Öte yandan ülkeyi yeniden bir siyasi istikrara kavuşturmak amacıyla milis grupların ellerindeki ağır silahların bir kısmını topladı. Bu gelişmelerin arkasından ülkede kısmen bir istikrar ve siyasi otorite sağlanmıştır. el-Hiravi'nin görev süresinin dolmasından sonra yapılan seçimlerde bu göreve şimdiki cumhurbaşkanı Emil Lahud seçildi. Geçtiğimiz haftalarda oluşan yeni hükümetin başına da Selim el-Hiss getirildi. Meclis başkanlığını ise Emel hareketinin lideri Nebih Berri yürütmektedir.
İslami Hareket:
Lübnan çok sayıda İslami oluşumun bulunduğu bir ülkedir. Bunlar hakkında bazı özet bilgiler vereceğiz:
İslam Cemaati (Cemaati İslamiye): Faysal Mevlevi'nin liderliğindeki bu cemaat Müslüman Kardeşler'in Lübnan kanadıdır. 1964'ten sonra örgütlenmeye başladı. Sünni Müslümanlar arasında etkilidir. En güçlü olduğu şehir Sayda'dır. Hareketin liderliğini Faysal Mevlevi'den önce değişik eserleriyle tanınan Fethi Yeken yapıyordu.
Hizbullah: Lübnan'daki Şiiler arasında en güçlü örgüttür. Örgütün manevi lideri Hüseyin Muhammed Fadlullah, teşkilat lideri ise Hasan Nasrullah'tır. Güney'de Israil işgal kuvvetlerine ve onların tampon gücü durumundaki Güney Lübnan Ordusu (SLA)'na karşı silahlı mücadele veren İslami Direniş bu hareketin askeri kanadı niteliğindedir. Hizbullah'ın askeri kanadı Lübnan hükümeti tarafından da resmen tanındığından silahları alınmamaktadır. Başkent Beyrut'un güney kesimi de dahil olmak üzere Lübnan’ın güney bölgesinin önemli bir kısmında güvenlik kontrolü Hizbullah'ın silahlı milislerine verilmiştir. Hizbullah Lübnan'da ayni zamanda bir siyasi parti niteliğindedir.
İslami Emel Hareketi: Daha önce İmam Musa Sadr'ın liderliğindeyken Şiilerin benimsediği bir yapıya sahip olan Emel Örgütü'nün Nebih Berri'yle birlikte laik ve Suriye yanlısı bir çizgiye kayması üzerine bu örgütten ayrılan Şii Müslümanlar tarafından kuruldu. Fakat fazla geniş bir tabana sahip değildir.
İslami Tevhid Hareketi: 1982 Israil işgalinden sonra Şeyh Said Sa'ban'ın liderliğinde Sünni Müslümanlar arasında örgütlenmeye başladı. Taraftarları genellikle sünnilerden olmakla birlikte Iran yanlısı bir çizgi izlemektedir.
Hizbu't-Tahrir: Takiyyuddin en-Nebhani tarafından kurulmuş olan bu örgüt hilafet konusuna ağırlık vermektedir.
İbadurrahman Cemaati: 1950'lerden buyana faaliyet göstermektedir. Siyasi faaliyetlerden çok kültürel ve sosyal faaliyetlere ağırlık vermektedir. (Senegal'deki İbadurrahman Cemaati'nden farklıdır.)
Bunların yanı sıra bazı tasavvufî cemaatler de bulunmaktadır. Ancak tasavvufi cemaatler genellikle siyasi faaliyetlerden uzaktır.