
کارگر
KURBANLA NEFSİMİZİ KURBAN EDİYOR MUYUZ?
Kurban, Allah’la kurbiyet kurmaktır. Kurbiyet Allah’la yakınlık kurma, Rabb’e yakınlıkla istikamet ve huzur bulma makamına kavuşmadır. Zaten kurban kesmenin temel amacı, Allah’ın rızasını kazanarak O’na yaklaşmaktır. Başka bir deyişle kurban, bizi Hz. İbrahim’in itaatine, Hz. İsmail’in teslimiyetine yönlendirerek hayatın sıkıntı ve imtihanlarına karşı Rabbimize kurban olma ve Rabbimize dost olarak sıkıntılarımıza çözüm bulma yollarını gösterir.
Allahu Teala Kuranı Kerim'de:
“Kurban etleri ve kanları değil, sadece takvanız Allah’ın katına ulaşır.” (Hacc 22/37) diye buyurarak kurban ibadetinde temel ilkenin et kesmek ya da kan akıtmak olmadığını, esas maksadın takvaya ulaşmak olduğunu bize bildirmektedir. Çünkü ancak takva ile insan, Rabbinin yasaklarından sakınma hassasiyeti kazanma arzusu ile dirildiği gibi Rabbi’nin sevdiği işlere de yakınlık duyabilir.
Takva, Rabbi’nin haramlarından kaçma hususunda kulun Rabb’ine sığınması, O’nun yasaklarından sakınması, O’nun himayesi altına girmesidir. Yavru kuşların anne kuşun merhamet kanadının altına sığınması gibi biz de haramlara, yasaklara ve nefsimizin kötü duygu, düşünce ve arzularına karşı Rabbimizin merhametine sığınırız. Böylece olumsuz duygu, düşünce ve arzularımızı Allah yolunda ve Allah için kurban ettikçe Rabbimizin merhamet ve sevgi iklimi içerisinde huzur duyarız.
İbn Arabi ve Mevlânâ’ya göre en büyük kurban nefistir, esas mesele olumsuz fikir ve fiilleri Allah yolunda ve Allah için kurban etmektir. Cüneyd-i Bağdadi aynı manada: “Mina’da kurban kesen bir mü’min, eğer nefsinin bütün arzularını boğazlamazsa kurban kesmiş olmaz.” buyurur. Mevlânâ ise namazda “Allah-u Ekber” -Allah en büyüktür- diyerek getirdiğimiz tekbirlerin nefsimizin kurbanını Allah yolunda kesme tekbirleri olduğunu ifade eder.
Nefsimizin kurbanını kesme, ancak olumsuz her fiil ve durumu muhasebe ve murakabe sürecinden geçirerek Allah yolunda ve Allah için etkisiz hale getirmekle mümkün olabilir. Muhasebe, Rabbimiz bizi hesaba çekmeden önce kendi nefsimizi hesaba çekerek olumsuzlukların izlerini silmektir. Murakebe ise Rabbimizin her an kalbimizi görmekte olduğunun bilincinde onu kibir, gurur, kıskançlık, haset ve öfke vs. rüzgârlarından korumaktır.
İSLAM’DA TESETTÜRÜN ZARURETİ
Tesettür bir inancın seçilmesinin göstergesidir. Ayrıca insan inanış ve fikri çizgisini tanıma ve seçmekle belirleyip ona göre yaşıyor ve tüm davranışlarını ona göre düzenliyor. Ayrıca insanın tanıma ve bilinçlenmesi arttıkça inanışları da daha kalıcı ve kesin olur.
İslam’ın tesettür için beyan ettiği gerekçeler hususunda yüce Allah’ın iffet ve hayayı kadının fıtri özellikleri olarak ona verdiği için pak fıtrat sahibi Müslüman kadınlar bu haslete sahip oldukları, iffetin örtünmenin ruhu ve tesettürün felsefesi sayıldığı tesettürün ise iffetin garantisi olduğu söylenmelidir.
Tesettür bir inancın seçilmesinin göstergesidir. Ayrıca insan inanış ve fikri çizgisini tanıma ve seçmekle belirleyip ona göre yaşıyor ve tüm davranışlarını ona göre düzenliyor. Ayrıca insanın tanıma ve bilinçlenmesi arttıkça inanışları da daha kalıcı ve kesin olur. Bu mesele tesettür için de geçerlidir. Yani tesettürü seçmek kadının varlık, insan, sosyal ilişkiler ve tekamül hususundaki görüşlerinin ürünüdür. Kadın kapanmakla toplumun manevi seyrini hızlandırdığına inanır, zira kadın olsun erkek olsun zenginlik, şöhret, mevki ve vücut cazibelerini başkalarının gözüne sokarsa bir nevi hırsızlık yapıp insanların gelişme ve mutluluğunu gölgelemiş olur. Ayrıca insanları cazibelerle meşgul edip onları sergilemek kapasitesi sınırlı olan insanların gözünü doldurup onları marifet nurundan mahrum bırakır. Dolaysıyla kapanmak kadın için vacip kılınmıştır. Böylece tesettür insanların felah ve kurtuluşunu düşünmeyip sermaye ve cazibeleri yağmalamak peşindeki kötü niyetli insanlar için büyük engel sayılır. Dolaysıyla tarih boyunca kadınların kapanmasına karşı çıkıp kaldırmak istediler. Mükemmel kapanma modeli sayılan çarşaf emperyalistlerce şom hedefleri yolundaki engel olarak nitelendiği için ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. İran’da ise bu hareket Rıza han tarafından gerçekleşti. Nitekim ülkede batı eğilimleri ve modernlik özentileri arttıkça batı hayranlığı da gelişti ve buna paralel olarak Mısır, Tunus ve Endonezya da da aynı dalga başladı. Şah rejiminin İran’da çıplaklık, açıklık ve laubalilik kültürünü yaymaya çalıştığı dönemde şehit Mutahhari sürekli bu harekete karşı çıkmaya çalıştı. Mutahhari ilahiyat fakültesinin saygın ve kutsal olduğu için bayan öğrencilerin orada kapanması gerektiğine inanıyordu. Bu alanda ustad seyit Muhammed bakır Hücceti şöyle yazıyor: İlahiyat fakültesinin öğrenci sayısının arttığı ve aralarında kız öğrencilerin de sayısının fazla olduğu bir yılda kadınlar kapanmadıkları için şehit Mutahhari okul ortamının dini ortamının bozulmamasına önem verdiği için ilahiyatta okuyan bayanların kapanmasını aksi halde okula devam etmelerinin engelleneceğini söyledi. Bu teklif Ayetullah şehit Mutahhariye sonsuz saygısı olan fakülte dekanı tarafından kabul edilip konsey üyelerince onaylandı.
Böylece üniversite sınavlarından önce Ayetullah Mutahhari birkaç baş örtüsü alarak medyada açıklık propagandaları yapıldığı dönemde okul kapıcılarına baş örtülerini dağıtarak okula girmek isteyen bayanlara hediye etmelerini istedi. O günlerde baş örtüler sonsuz rağbet gördü.
Bu alanda İngiliz casus Hamfer tesettür konusunda Müslüman kadınların çarşaftan ve tesettürden vazgeçmesi için çalışılması gerektiği daha sonra da görevlilerimiz gençleri kadınlarla gayri meşru ilişki kurmaya teşvik edip İslam toplumlarında fesadı yaymaları ayrıca gayri Müslim kadınların açık gezerek Müslüman kadınların onları taklit etmesini sağlamaları gerektiğini söyledi. Ne yazık ki günümüzde de aynı komplo baş örtüsünün açılmasından söz etmeksizin yeni hilelerle uygulanmaya çalışılıp çıplaklık kültürünü yaymak suretiyle kadının haysiyetini ayaklar altına alınmak isteniyor.
Tesettür felsefesi
Tesettür kadın ve kızların keramet, iffet metanetini garanti eden olgu olup bu hedefi temin eden her şey tesettürdür. Ancak kadının kapanmasının neye dayandığı ve hangi nedenlerle ortaya çıktığı sorulabilir. Ayetullah şehid Mutahhari bu hususta şöyle diyor: Tesettür muhalifleri zalimane süreçleri tesettürün ortaya çıkmasına neden göstermeye çalışıp İslami tesettürle İslami olmayanı arasındaki farkı dikkate almadan İslami tesettürün de aynı zalimane süreçlerden kaynaklandığını empoze etmeye çalışıyorlar. Bu süreçlerden bazısı felsefi, bazısı sosyal, ahlaki, ekonomik bazısı da psikolojik nitelik taşımaktadır. Süreçler şöyle sayılabilir.
1- Riyazet ve ruhbaniyet eğilimi( felsefi kaynak)
2- 2- güvenlik ve sosyal adaletin bulunmaması ( sosyal neden)
3- Ataerkillik ,erkeğin kadına sulta kurup ekonomik çıkarları yönünde kendisini istismar etmesi ( ekonomik neden)
4- Kıskançlık ve erkeğin bencilliği ( ahlaki neden )
5- Kadının aylık özel günlerinin bulunması ve yaradılışta erkekten eksik yönü bulunduğu duygusuna kapılması ayrıca özel günlerinde kadının dışlanması ve sert muamelelere maruz kalması( psikolojik neden)
Ayetullah Mutahhari söz konusu nedenlerin dünyanın hiçbir yerinde tesettür konusunda etkili olmadığı ve boş yere tesettür nedenleri olarak sayıldığı yahut ta İslami olmayan sistemlerde etkili olsa bile İslami anlamda etkisiz olduğuna inanıyordu. İslam’ın tesettür için söz konusu ettiği felsefe sayılan nedenlerden farklıdır. Yüce Allah iffet ve hayayı kadının fıtratındaki bir özellik olarak kendisine bahşetmiştir. Dolaysıyla pak fıtratlı kadınlar bu haslete sahiptirler. Nitekim iffet örtünmenin ruhu örtünme ise gövdesidir. Ayrıca İffet tesettürün felsefesi tesettür ise iffet ve hayanın garantisidir.
İslam açısından tesettür felsefesinin tanınmasıyla aydınların tesettürün ortaya çıkması nedenleri olarak saydıkları konuların İslam’ın ruhuna aykırı olup İslam’daki tesettür felsefesiyle bağdaşmadığı anlaşıldı.
Zira İslam’ın kadınlar için belirlediği tesettür onun evden çıkmayıp sosyal faaliyetlere katılmaması anlamında değil.
Nitekim ikinci halife camide Fedek hakkında halka konuşma yaparken hazreti Zehra AS kendini savunmak için bir grup kadınla birlikte kapanarak camiye gitti. Ayrıca hazreti Zeynep imam Hüseyin’in şahadetinin ardından Yezid meclisinde konuşma yaptı. Bu iki örnek İslam’ın kadının toplumda aktif varlığına karşı olmadığı sadece bunun şartının İslam’a uygun bir şekilde kapanması olduğunu gösteriyor.
Tesettürün önemi
Kuranı kerimde tesettürün önemini ortaya koyan birkaç ayet bulunuyor. Bu ayetlerden üçüne değinmek istiyoruz. Ahzab suresinin 53. ayetinde şöyle buyuruyor: Ey iman edenler peygamberin evlerine yemek için izin verilmeden ve vaktine de bakmaksızın girmeyin. Ancak çağırılırsanız artık girin,yemeği yediğinizde de dağılıverin .söz ve sohbet için de evlerine girmeyin .Geçekten bu peygambere eziyet vermekte ve o da sizden utanmaktadır. Onlardan (peygamberlerin eşlerinden) bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu sizin kalpleriniz için de onların kalpleri için de daha temizdir.
Bu ayette yüce Allah müminlere peygamberin eşleriyle perde arkasından konuşmalarını emrediyor. Bu konu diğer kadınlar hakkında da geçerlidir. Zira Allah paklık ve iffeti tüm kadınlar için istiyor. Ancak kadınların perde arkasında kalması onların evden çıkmaması anlamında değil zira peygamberler eşlerini yolculuklar ve bazı savaşlara bile götürürlerdi. Diğer kadınlar hususunda da durum aynıdır.
Nitekim Nur suresinin 31. ayetinde şöyle buyuruyor: Mümin kadınlara da söyle “Gözlerini harama çevirmekten kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar,süslerini açığa vurmasınlar,ancak kendiliğinden görüneni hariç baş örtülerini yakalarının üstünü kapatacak şekilde koysunlar. Süslerini kendi kocalarından ya da babalarından ya da kocalarının babalarından ya da oğullarından ya da kocalarının oğullarından ya da kendi kardeşlerinden ya da kardeşlerinin oğullarından ya da kız kardeşlerinin oğullarından ya da kendi kadınlarından ya da sağ ellerinin altında bulunanlardan ya da erkeklerden yana ihtiyacı olmayan (arzusuz ve iktidarsız ) hizmetçilerden yada kadınların henüz yerlerini tanımayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süsleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Hep birlikte Allah’a tövbe edin ey müminler umulur ki felah bulursunuz.
Cılbab hususunda görüşler farklıdır. Bazılar geniş elbise anlamına geldiği bazılar ise abadan daha küçük baş örtüsünden daha büyük giysi anlamına geldiğine inanıyor. Ancak tüm bunlardan Celbab’ın günümüzdeki baş örtüsünden daha büyük olup vücudun önemli kısmını örttüğü ve genelde evden çıkınca dışarıda örtünme amacıyla kullanıldığı anlaşılıyor.
İslam kadının keramet ve şahsiyetinin korunmasından yanadır dolaysıyla kadın için örtü gereklidir ve hiçbir örtü siyah çarşaftan daha iyi değildir. Zira iffetin daha iyi korunmasını sağlar.
Ahmedi Nejad: "Bu halk zorbalık karşısında yine dikilecektir"
İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, emperyalistlerin dünyada daha fazla doğal kaynak ele geçirmeye çalıştıklarını belirtti ve emperyalistlere hitaben “Burası Bender Abbas; bu halk, bu sularda Portekizlilere ve İngilizlere unutulmayacak bir ders vermişlerdir ve de kesinlikle zorbalıkların ve tecavüzlerin karşısında yine dikileceklerdir.” dedi.
İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, beraberinde bazı bakanlarla birlikte, bu sabah saatlerinde iki günlük bir ziyaret için Hürmüzgan eyaleti sınırları dahilindeki önemli liman şehri Bender Abbas’a gitti.
İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, Bender Abbas Stadı'nda halka hitaben yaptığı konuşmasında; emperyalistlerin dünyada özellikle zayıf ülkelere silah satıp ihtilaflar ve savaşlar çıkararak ve egemenlikleri altındaki bazı ülkelerdeki askeri üslerini devam ettirmeye çalışarak bu şekilde daha fazla doğal kaynak ele geçirmeye çalıştıklarını söyledi.
Irak Savaşı’na ve Amerika’nın Afganistan, Irak ve Fars Körfezi ülkelerindeki mevcudiyetine işaret eden ve Amerika’nın Saddam’ı ortadan kaldırma maliyetini 180 milyar olarak açıkladığını belirten Ahmedinejad, bunların bu esasa göre bu meblağı Fars Körfezi ülkelerine de vurduklarında, Fars Körfezi ülkelerinin topraklarındaki doğal kaynakları kullanarak bu maliyeti yeniden çıkardıklarını belirtti ve eğer incelenirse bu savaşta 10 milyar dolardan fazla maliyet olmayacağını söyledi.
Emperyalistlerin İran ile olan kavgasının sebebinin, İran milletinin emperyalistlerin zalimce ve mütecavizce tutumunu kabul etmemesi yüzünden olduğunu belirten Ahmedinejad, emperyalistlerin İran’ın gelişme ve refah düzeyine ulaşmasını istemediklerini zira İran’ın gelişme ve refaha eriştiği taktirde emperyalistlerin adaletsizliklerinin ve baskılarının karşısında daha çok dikilişi demek olacağını bildiklerini söyledi.
Ahmedinejad, emperyalistlere hitaben “Burası Bender Abbas; bu halk, bu sularda Portekizlilere ve İngilizlere unutulmayacak bir ders vermişlerdir ve de kesinlikle zorbalıkların ve tecavüzlerin karşısında yine dikileceklerdir.” dedi.
Hz. Ali’nin Münacatı
اللّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الأمانَ يَوْمَ لا يَنْفَعُ مالٌ وَلا بَنُونَ إِلاّ مَنْ أَتى الله بِقَلْبٍ سَلِيمٍ وأَسْأَلُكَ الأمانَ يَوْمَ يَعضُّ الظَّالِمُ عَلى يَدَيْهِ يَقُولُ: يالَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلاً، وَأَسْأَلُكَ الاَمانَ يَوْمَ يُعْرَفُ المُجْرِمُونَ بِسِيماهُمْ فَيُؤْخَذُ بِالنَّواصِي وَالأقْدامِ وَأَسْأَلُكَ الاَمانَ يَوْمَ لايَجْزِي وَالِدٌ عَنْ وَلَدِهِ وَلامَوْلُودٌ هُوَ جازٍ عَنْ وَالِدِهِ شَيْئاً إِنَّ وَعْدَ الله حَقُّ، وَأَسْأَلُكَ الاَمانَ يَوْمَ لايَنْفَعُ الظَّالِمِينَ مَعْذِرَتُهُمْ وَلَهُمْ اللَّعْنَةُ وَلَهُمْ سُوءُ الدَّارِ وأَسْأَلُكَ الأمانَ يَوْمَ لا تَمْلِكُ نَفْسٌ لِنَفْسٍ شَيْئاً وَالأمْرُ يَوْمَئِذٍ للهِ، وَأَسْأَلُكَ الأمانَ يَوْمَ يَفِرُّ المَرءُ مِنْ أَخِيهِ وَاُمِّهِ وَأَبِيهِ وَصاحِبَتِهِ وَبَنِيهِ لِكُلِّ امْرِيٍ مِنْهُمْ يَوْمَئِذٍ شَأْنٌ يُغْنِيهِ، وَأَسْأَلُكَ الاَمانَ يَوْمَ يَوَدُّ المُجْرِمُ لَوْ يَفْتَدِي مِنْ عَذابِ يَوْمِئِذٍ بِبَنِيهِ وَصاحِبَتِهِ وَأَخِيهِ وَفَصِيلَتِهِ الَّتِي تُؤْوِيهِ وَمَنْ فِي الأَرْضِ جَميعاً ثُمَّ يُنْجِيهِ كَلاًّ إِنَّها لَظى نَزَّاعَةً لِلْشَّوى.
مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ المَوْلى وَأَنا العَبْدُ وَهَلْ يَرْحَمُ العَبْدُ إِلاّ المَوْلى، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ المالِكُ وَأَنا المَمْلُوكُ وهَلْ يَرْحَمُ المَمْلُوكَ إِلاّ المالِكُ، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ العَزِيزُ وَأَنا الذَّلِيلَ وَهَلْ يَرْحَمُ الذَّلِيلَ إِلاّ العَزِيزُ، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ الخالِقُ وَأَنا المَخْلُوقُ وَهَلْ يَرْحَمُ المَخْلُوقَ إِلاّ الخالِقُ، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ العَظِيمُ وَأَنا الحَقِيرُ وهَلْ يَرْحَمُ الحَقِيرُ إِلاّ العَظِيمُ، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ القَوِيُّ وَأَنا الضَّعِيفُ وَهَلْ يَرْحَمُ الضَّعِيفَ إِلاّ القَوِيُّ، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ الغَنِيُّ وَأَنا الفَقِيرُ وَهَلْ يَرْحَمُ الفَقِيرَ إِلاّ الغَنِيُّ، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ المُعْطِي وَأَنا السَّائِلُ وَهَلْ يَرْحَمُ السَّائِلُ إِلاّ المُعْطِي، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ الحَيُّ وَأَنا المَيِّتُ وَهَلْ يَرْحَمُ المَيِّتَ إِلاّ الحَيُّ، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ الباقِي وَأَنا الفانِي وَهَلْ يَرْحَمُ الفانِيَ إِلاّ الباقِي، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ الدَّائِمُ وَأَنا الزَّائِلُ وَهَلْ يَرْحَمُ الزَّائِلَ إِلاّ الدَّائِمُ، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ الرَّازِقُ وَأَنا المَرْزُوقُ وَهَلْ يَرْحَمُ المَرْزُوقَ إِلاّ الرَّازِقُ، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ الجَوادُ وَأَنا البَخِيلُ وهَلْ يَرْحَمُ البَّخِيلَ إِلاّ الجَوادُ، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ المُعافِي وَأَنا المُبْتَلى وَهَلْ يَرْحَمُ المُبْتَلى إِلاّ المُعافِي، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ الكَبِيرُ وَأَنا الصَّغِيرُ وَهَلْ يَرْحَمُ الصَّغِيرَ إِلاّ الكَبِيرُ، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ الهادِي وَأَنا الضَّالُّ وهَلْ يَرْحَمُ الضَّالَ إِلاّ الهادِي، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ الرَّحْمنُ وَأَنا المَرْحُومُ وَهَلْ يَرْحَمُ المَرْحُومَ إِلاّ الرَّحْمنُ، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ السُّلْطانُ وَأَنا المُمْتَحَنُ وَهَلْ يَرْحَمُ المُمْتَحَنَ إِلاّ السُلْطانُ، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ الدَّلِيلُ وَأَنا المُتَحَيِّرُ وَهَلْ يَرْحَمُ المُتَحَيِّرَ إِلاّ الدَّلِيلُ، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ الغَفُورُ وَأَنا المُذْنِبُ وَهَلْ يَرْحَمُ المُذْنِبَ إِلاّ الغَفُورُ، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ الغالِبُ وَأَنا المَغْلُوبُ وَهَلْ يَرْحَمُ المَغْلُوبَ إِلاّ الغالِبُ، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ الرَّبُّ وَأَنا المَرْبُوبُ وَهَلْ يَرْحَمُ المَرْبُوبَ إِلاّ الرَّبُّ، مَوْلايَ يامَوْلايَ أَنْتَ المُتَكَبِّرُ وَأَنا الخاشِعُ وَهَلْ يَرْحَمُ الخاشِعَ إِلاّ المُتَكَبِّرُ، مَوْلايَ يامَوْلايَ ارْحَمْنِي بِرَحْمَتِكَ وَارْضَ عَنِّي بِجُودِكَ وَكَرَمِكَ وَفَضْلِكَ ياذا الجُودِ وَالاِحْسانِ وَالطَّوْلِ وَالامْتِنانِ بِرَحْمَتِكَ ياأَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ .
Münacatın Türkçe Yazılışı
Allahumme inniy es elukel emane yevme la yenfeu malun vela benune illa men etallahu bigelbin selimin ve es elukel emane yevme yeuzzuz zalimu ala yedeyhi yegulu ya leyteniy itteğeztu me’er resuli sebilen ve es elukel emane yevme yu’reful mucrimune bisiymahum feyu’ğezu binevasiy vel egdami ve eselukel emane yevme la yecziy validun en veledihi vela mevludun huve cazin en valdidi şey’en inne ve’dellahi heggun ve es elukel emane yevme la yenfeuz zalimine me’ziretuhum velehumul le’netu velehum su-uddar ve es elukel emane yevme la temliku nefsun linefsin şey’en vel emru yevme izin lillahi, ve es elukel emane yevme yefirrul mer’u min eğiyhi ve ummihi ve ebiyhi ve sahibetihi ve beniyhi likullim riyyin minhum yevme izin şe’nun yuğniyhi ve es elukel emane yevme yeveddul mucrimu lev yeftediy min azabi yevme izin bi beniyhi ve sahibetihi ve eğiyhi ve fesiyletihil letiy tu’viyhi ve men fil erzi cemiyen summe yunciyhi kelle inneha leza nezze’eten lil şeva.
Mevlaye ya mevlaye entel Mevla ve enel ebdu ve hel yerhemul ebdu illel Mevla, mevlaye ya mevlaye entel maliku ve enel memluku ve hel yerhemul memluke illel maliku, mevlaye ya mevlaye entel eziyzu ve enez zeliylu ve hel yerhemuz zeliyle illel eziyzu, mevlaye ya mevlaye entel ğaligu ve enel meğlugu ve hel yerhemul meğluke illel ğaligu, mevlaye ya mevlaye entel aziymu ve enel hegiyru ve hel yerhemul hegiyru illel aziymu, mevlaye ya mevlaye entel gaviyyu ve enez zayifu ve hel yerhemuz zaiyfe illel gaviyyu, melaye ya mevlaye entel ğaniyyu ve enel fegiyru ve hel yerhemul fegiyre illel ğaniyyu, mevlaye ya mevlaye entel mu’tiy ve enes sailu ve hel yerhemus sailu illel mu’tiy, mevlaye ya mevlaye entel heyyu ve enel meyyitu ve hel yerhemul meyyite illel heyyu, mevlaye ya mevlaye entel bakiy ve enel faniy ve hel yerhemul faniye illel bagiy, mevlaye ya mevlaye ented daimu ve enez zailu ve hel yerhemuz zaile illed daimu, mevlaye ya mevlaye enter razigu ve enel merzug ve hel yerhemul merzuge iller razigu, mevlaye ya mevlaye entel cevadu ve enel beğiylu ve hel yerhemul beğiyle illel cevadu, mevlaye ya mevlaye entel muafiy ve enel mubteli ve hel yerhemul mubtela illel muafiy, mevlaye ya mevlaye entel kebiyru ve enes seğiyru ve hel yerhemus seğiyre illel kebiyru, mevlaye ya mevlaye entel hadiy ve enez zallu ve hel yerhemuz zalle illel hadiy, mevlaye ya mevlaye enter rahmenu ve enel merhum ve hel yerhemul merhume iller rahmenu, mevlaye ya mevlaye entes sultanu ve enel mumtehenu ve hel yerhemul mumtehene illes sultanu, mevlaye ya mevlaye entel ğafuru ve enel muznibu ve hel yerhemul muznibe illel ğafuru, mevlaye ya mevlaye entel ğalibu ve enel meğlubu ve hel yerhemul meğlube illel ğalibu, mevlaye ya mevlaye enter rabbu ve enel merbubu ve hel yerhemul merbube iller rabbu, mevlaye ya mevlaye entel mutekebbiru ve enel ğaşiu ve hel yerhemul ğaşie illel mutekebbiru, mevlaye ya mevlaye irhemniy bi rahmetike verze enniy bu cudike ve keremike ve fazlike ya zel cudi vel ihsani ve tevli vel imtinani bir rahmetike ya erhemer rahimine.
Münacatın Anlamı
Allah’ım! Sadece tertemiz bir kalple Allah’ın huzuruna çıkan hariç mal ve evlatların -insana- hiçbir yararı olmadığı günde senden aman diliyorum. Zalimin -hasretle- ellerini ısıracağı ve “keşke ben Resulullah’a -itaat- yolunu tutsaydım” diyeceği günde senden aman diliyorum. Günahkârların yüzlerinden tanınacağı, saçları ve ayaklarından tutulacağı günde senden aman diliyorum. Babanın oğul yerine ve evladın da baba yerine cezalandırılmayacağı günde senden aman diliyorum. Ve doğrusu Allah’ın vaadi haktır. Zalimlere mazeretlerinin bir fayda sağlamayacağı, onların Allah’ın rahmetinden uzak ve kötü bir menzilde olacağı günde senden aman diliyorum. Hiç kimsenin kimse üzerinde güç sahibi olamayacağı ve yetkinin yalnız Allah’a has olacağı günde senden aman diliyorum. İnsanın kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve evlatlarından kaçacağı ve herkesi meşgul edecek bir işle uğraşacağı günde senden aman diliyorum. “Suçlu o günün azabından -kurtulmak için- eşini ve kardeşini, kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini ve yeryüzünde bulunanların hepsini vermek ister. Hayır -hiçbir zaman bu imkanı bulamayacak-! O -cehennem ateşi-, alevlenen bir ateştir. Deriler kavurur, soyar.” Bu günde senden aman diliyorum.
Mevlam, ey mevlam! Sen mevlasın ben ise bir kulum; kula mevladan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen -varlığımın- sahibisin, ben ise sahip olunan; sahip olunana sahip olandan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen azizsin, ben ise zelil; zelile azizsen başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen yaratansın, ben ise yaratılan; yaratılana yaratandan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen yücesin, ben ise hakir, hakire yüce olandan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen güçlüsün, ben ise zayıf; zayıfa güçlüden başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen zenginsin, ben ise yoksul; yoksula zenginden başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen bağışta bulunansın, ben ise sail; saile bağıştan bulunandan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen dirisin, ben ise ölü; ölüye diriden başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen bâkisin, ben ise fâni; faniye bakiden başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen ebedisin, ben ise geçici; geçiciye ebediden başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen rızıklandıransın, ben ise rızıklanan; rızıklanana rızıklandırandan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen cömertsin, ben ise cimri; cimriye cömertten başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen afiyet verensin, ben ise -derde- tutulan, derde tutulana afiyet verenden başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen büyüksün, ben ise küçük; küçüğe büyükten başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen hidayet edensin, ben ise sapan; sapana hidayet edenden başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen rahmansın, ben ise merhamet edilecek olan; merhamet edilecek olana rahmandan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen güç sahibisin, ben ise imtihan edilen; imtihan edilene güç sahibinden başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen kılavuzsun, ben ise yolunu şaşırmış; yolunu şaşırmışa kılavuzdan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen bağışlayansın, ben ise günahkâr; günahkâra bağışlayandan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen galipsin, ben ise mağlup; mağlubu galipten başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen eğitensin, ben ise eğitilen; eğitilene eğitenden başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Sen yücesin, ben ise alçak ve düşük; düşük birisine yüce olandan başka kim merhamet eder? Mevlam, ey mevlam! Rahmetinin hakkı için bana merhamet eyle. Bağışının, lütfünün ve fazlının saygınlığı için benden razı ol. Ey bağış, ihsan, fazl ve nimet sahibi! Rahmetinin hakkı için -duamı kabul buyur-, ey merhametlilerin en merhametlisi!
Velayet-i Fakih Sistemine Yöneltilen Sorular ve Cevapları (1)
Velayet-i Fakih’in En Sade Ve En Açık Akli Delili Nedir? Eğer veliyi fakih masum değilse hiçbir neden ve niçin olmaksızın ona itaat edilmesi nasıl yorumlanabilir? Veliyi fakih İmam-ı Zaman (a.f)’ın yeryüzündeki temsilcisi ve dünya Müslümanlarının tamamının emir sahibi ise niçin Anayasa veliyi fakihin, Hubregan (Uzmanlar) Meclisi ve diğerlerinin İranlı olması gerekir şeklinde düzenlenmiştir? Niçin İran İslam Cumhuriyeti Rehberi’ni “Veliyi Müslim’in” olarak isimlendiriyoruz? İran’da hak hükümetle birlikte eş zamanda bir ya da birkaç hak hükümet daha olsaydı veya gelecekte oluşsaydı, o zama
Soru: Velayet-i Fakih’in En Sade Ve En Açık Akli Delili Nedir?
Akla dayalı bir aslı dikkate alarak Velayet-i Fakih’i şöyle açıklayabiliriz: Bir iş, akıl sahiplerince (Ukalâ) istenirlik içerir, ama bir takım sebeplerden dolayı o işin gerçekleşmesi zor ya da imkânsız olursa, külli (Tümel) bir şekilde o işten el çekmezler bilakis, o işin en aşağı mertebesini uygularlar. Başka bir ifadeyle; ehemden (çok önemli) el çekerek mühim (önemli) üzerinde dururlar. Akıl sahipleri, mühim işlerde de bu sınıflandırmayı dikkate alarak asıl itibariyle bir işin ehemmiyetinin derecelendirilmesinden, bir takım koşullar sebebiyle ilk aşamada imkânsız ya da zor olan bir işi, ikinci aşamasının yerine koymayı ve değiştirmeyi hedeflerler. İslam’ın da kabul ettiği bu akla dayalı asıl ve temeli “Tedrici düşüş ve alçalma” olarak isimlendiriyoruz. Fıkıhta bu ilkeye dayalı pek çok konular icra edilmiştir. Konunun açıklanması için iki örnekle yetineceğiz.
1. Namaz kılmayı kastettiğinizi düşününüz. Namazın ayakta kılınması idealdir ama bir kimse hastalık sebebiyle namazı ayakta kılmaya kadir değilse, namaz kılmamalı mıdır? Fakihlerin tamamı şöyle der: Namazı ayakta kılabildiği miktarda ayakta kılmalı ve ayakta kılma gücü olmadığı yerlerde oturmalıdır. Namazını ayakta kılamayan kimse için fıkhi emrin bir sonraki aşaması namazın oturarak kılınması buda yapılamıyorsa yatarak kılınmasıdır.
2. Eğer bir kimse, bir şeyi özel bir doğrultuda örneğin bir bağın gelirini, Masum İmam (a.s)’ın Mübarek Hareminin aydınlatılması için mum alınmasına vakfetmişse ve hali hazırda mum yoksa vakfedilen bu malı bırakmamız mı gerekir? Kesinlikle böyle değildir ve vakfedilen bu malın gelirinin, aydınlatmaya en yakın şey neyse, o doğrultuda harcanması gerekir. Örneğin bu bağın geliri, elektrik masrafı için kullanılabilir, zira muma en yakın olanı elektriktir. Istılahta “el Ehem fe’l mühim (önemli olanın, daha önemli olana tercih edilmesi” olarak isimlendirilen bu ilkeye “Tedrici düşüş ve alçalma” adı verilir.
Adil Fakih, Masum İmama En Yakın Fert
İslam inancı sistemi ilkesince hâkimiyet Allah’ındır. Diğer taraftan Allah-u Teâlâ, toplumsal işlerin yürütülmesinde insanlara doğrudan müdahale etmemiş ve hâkimiyeti peygamber ve Masum İmamlara bırakmıştır. Allah tarafından tayin edilen masum imamın toplumsal işlerde hâkimiyetinin olmadığı durumda ne yapılmalıdır? Böyle durumda hükümeti terk edelim diyebilir miyiz? Böyle bir söz kabul edilemez zira her toplumda hükümetin gerekliliği ilkesi kendi yerinde ispat edilmiştir. Buradan hareketle “Velayet-i Fakih”i “Tedrici düşüş ve alçalma” ilkesi gereği zorunlu biliyoruz. Tüm şartlara haiz fakihin delili, Masum İmamdır (a.s) ve ondan sonraki derecelendirmede, söz konusu fakih yer alır. Elbette Masum İmam (a.s) ile adil fakih arasındaki mesafe son derece fazladır ama topluma zahiri hükümet işinde ona en fazla benzeyen ve en yakın olan, adil fakihtir.
Özetlemek gerekirse: Birinci mertebede hâkimiyet Allah’ındır ve ondan sonra Allah’ın Resullü (s.a.a) ve onun ardından Masum İmam (a.s) şer’i hâkimdir. Bundan sonra hâkimiyetin dördüncü aşaması var mıdır?
Bunun cevabında şöyle diyeceğiz:
Masum İmamın (a.s) gaybeti zamanında Şiaların bakış açısına göre velayet-i fakih, hâkimiyetin dördüncü aşamasında yer alır çünkü Masum İmama (a.s) en yakın olan kimse, gerekli şartların tamamına haiz olan fakihtir. İslam hâkiminin; kanun ve kararlara aşina olmak, toplumsal maslahatları bilmek; emanet ve toplumsal maslahatı güvence altına alınmasını temin eden ahlaki yeterliliğe sahip olmak gibi bir takım sıfatları barındırması gerekir. Masum imamda bu şartların hepsi vardır zira masum, ismeti (ilahi korunmuşluk) sebebiyle şer’i kanunların hiçbirisine muhalefet etmez ve gaip ilmini bilmesi hasebiyle, şer’i kanunları ve toplumun maslahatlarını bilir. Hâkimiyetinin meşru olması için gerekli şartların tamamını taşıyan fakihinde söz konusu bu şartların bir aşağı mertebesine sahip olması gerekir. İslam hükümlerini ve özellikle siyasi ve toplumsal meseleleri başkalarından daha iyi bilmesi için fakihlik ve içtihat yetisinin meleke haline gelmesi gerekir. Toplumsal maslahatları kendi şahsi ve belli bir gurubun maslahatına feda etmemesi için takva ve adalet melekesine de sahip olması gerekir ve aynı şekilde şeytanların onu kandırıp adalet çizgisinden saptırmaması için siyasi, toplumsal ve uluslar arası maslahatlara aşina olmalıdır.
Veliyi fakihin şartları
1. Hükümet başkanının, hükmet kanunlarını diğerlerinden daha iyi koruması ve söz konusu kanunların uygulanmasında tam bir nezaretinin olması hasebiyle kanunlara tam bir aşinalığının olması zorunludur. Halkın çoğunluğunun İslam kanunlarına tabi olduğu İslami düzende, sistemin başında şartların tamamına haiz fakihin olması gerekir. Yani söz konusu fakih, sadece İslam kanunlarına aşina olmakla kalmamalı aynı zamanda kendi çapında İslam kanunları kaynakları esasına göre kanun ve kararlar konusunda içtihat yapabilmelidir. Zira müçtehit olmayan birinin, kanunlara aşina olması mümkündür ama aşinalığı, taklit yoluyla oluştuğu için şer’i hâkim olamaz.
2. Diğer taraftan hâkim ve İslam rehberinin, halkının işlerinde ve alınacak kararlarda kendinden emin olması ve hiçbir şekilde hıyanetin gerçekleşmediğini bilmesi için gerekli takvaya sahip olması gerekir.
3. İslam hâkiminin toplumu mukaddes ve yüce hedefe yöneltmesi için yüksek düzeyde idareciliği bilmesi gerekir – elbette bu şart ister İslami isterse gayri İslami olsun bütün hâkimler için geçerlidir.
Öyle anlaşılıyor ki zikredilen mukaddimelerin kabul edilmesiyle velayeti fakih görüşünün benimsenmesi kabul edilebilir ve kolaydır. Ne var ki bu mukaddimeler açıklanmaksızın velayeti fakih konusuna giren kimse için bu görüş ya olduğu gibi meçhul kalacak ya da yanlış bir surette şekillenecektir.
Soru: Eğer veliyi fakih masum değilse hiçbir neden ve niçin olmaksızın ona itaat edilmesi nasıl yorumlanabilir?
Velayeti vakihe inananlar arasında hiç kimsenin veliyi fakihin masum olduğuna inanmadığı gibi böyle bir iddiada da bulunmadıkları açıktır. Çünkü biz yalnızca peygamberlerin, Hz. Zehra (s.a)’nın ve İmamların (a.s) masum olduğuna inanıyoruz.
Sorulması gereken soru şudur: Veliyi Fakihin masum olmadığını, bunun yanında hata yapması ihtimalini göz önün önünde bulundurarak, acaba bu ihtimal veliyi fakihe itaat etmeye mani olur mu?
Anlaşıldığı kadarıyla böyle bir gereklilik yoktur. yani bir kimse masum değilse ona itaat edilmemelidir anlamı yanlıştır. Şiaların ameli yaşam tarzlarına dikkat ettiğimiz zaman, onların neden ve nasılsız mercileri taklit ettiklerini ve onların fetvalarıyla amel ettiklerini görüyoruz. Bununla birlikte hiç kimse onların masum olduklarına inanmaz ve hatta fetvanın değişmesiyle onların hata bile yapacaklarını kabul eder, zira fetvanın değişmesiyle, fakihin ya önceki fetvası yanlış ya da yeni fetvası yanlıştır. Aynı şekilde mercilerin fetvalarındaki ihtilaflardan, onların bazılarının fetvada hataya düştükleri anlaşılmaktadır ne var ki böyle olmasına karşın hiç kimse taklit merciinin fetvasıyla amel edilmesinde zerre kadar şek etmez. Şimdi nazarda tuttuğumuz sorumuza dönelim. Acaba veliyi fakihin hata yapma ihtimali, ona itaat etmeme sebebi olabilir mi?
Hâkime itaat etmek hükümetin iki rüknünden birisidir
Her toplumun hükümete ihtiyacının olduğunda şüphe yoktur ve hükümetin ayakta kalabilmesi ise iki şeyle gerçekleşir: Birincisi hükmetmedir yani emir vermeye hakkı olan kimse ikincisi, emredenin emrine itaat etmeniz zorunluluğu. Bu ikisinden biri gerçekleşmezse hükümet oluşmaz. Şu halde hata ihtimali, hâkimin emrine itaatsizlik etme izni vermiş olsa ki bu ihtimal hiçbir zaman ortadan kalmaz, bu durumda hiçbir zaman hâkime itaat gerçekleşmeyecek, hükümeti ayakta tutan iki şarttan birisi oluşmayacak ve hükümet ortadan kalkacaktır.
Akıllı kimselerin yöntemiyle hayata baktığımızda emredenin masum olmadığını bilmelerine rağmen onların, birçok konularda itaati zorunlu bildiklerini göreceğiz. Bir ordu komutanının askerlere emir verdiğini düşününüz; eğer askerler, ordu komutanının hata yapabileceği ihtimaline dayanarak onun emrine itaat etmeseler acaba savaş bir sonuca ulaşır mı? Her hangi bir hareket gerçekleşir mi? Acaba bu gurubun yenilgisi kesin değil midir? O halde yanlış bir emirden kaynaklanan zararla itaat etmemenin zararı mukayese edilemeyecek kadar çoktur. Aynı şekilde uzman bir doktora müracaat ettiğinizi düşününüz, acaba onun teşhisinde yanlışlık ihtimali verir misiniz? Böyle bir ihtimalin olmasına rağmen yine de uzman doktora müracaat etmekten geri durmazsınız.
Hâkime itaat etmemek, düzenin karışması ve kaosa neden olur. Toplumun böyle bir kaostan göreceği zarar, yanlış bir emre itaat etmemenin zararından çok daha fazladır. Zikredilen konuların tamamında akıllı kimseler zayıf ihtimallere amel etme yöntemini seçerler. Şimdi veliyi fakihin özelliklerine teveccüh edelim ve İslam hâkiminin her işte sürekli uzman ve görüş sahibi kimselerle meşveret ettikten sonra karar alığını ve halkın da onun hayrı doğrultusunda elinden geleni yapmaktan kaçınmadığını nazarda tutalım. Böylesi bir durumda hata ihtimali son derece azalacak ve onun emirlerine itaatsizlik etmek de akılsızlık olacaktır.
Veliyi fakihin masum olmadığı meselesinin ortaya atılma hedefi
Son olarak söylememiz gerekir ki; ismetin olmayışı (ilahi korunmuşluk) hükümetlerin tamamının hâkimi ve başkanı için geçerli bir eleştiridir ama bu eleştirinin velayeti fakih konusunda söz konusu edilip diğer sistemlerde aynı eleştirinin konu edilmemesi, bizleri böyle bir eleştiriyi konu edenlerin İslam düzeni rehberinin kutsallığını parçalamak hedefi taşıdıklarına yöneltiyor. Zira rehberin kutsiyeti, birçok konularda düşmanların yolunu kapatmış ve onların planlarını bozmuştur. Eğer İmam Humeyni (r.a)’nin bir emriyle Abadan şehrinin kuşatması kırılmışsa bunun sebebi hiçbir askerin aklına, onun emrine muhalefet etmek caiz midir değil midir düşüncesinin gelmeyişidir.
İslam rehberinin kutsiyet kokusu ve ona itaat etmenin gerekliliği, düşmanları ümitsizliğe sürüklediği için böyle bir eleştiri ortaya atılmıştır. O halde eleştirilerin tamamının doğru cevabı bulmak değil, başka bir hedef için eleştiri yaratmak olduğunu dikkate almamız gerekir.
Soru: Veliyi fakih İmam-ı Zaman (a.f)’ın yeryüzündeki temsilcisi ve dünya Müslümanlarının tamamının emir sahibi ise niçin Anayasa veliyi fakihin, Hubregan (Uzmanlar) Rehberlik Meclisi ve diğerlerinin İranlı olması gerekir şeklinde düzenlenmiştir?
İlk önce soru hakkında açıklamada bulunalım. Bu soruyu söz konusu eden kimse velayeti fakihin makamından, kendi ülkesinde sorumluluk ve ihtiyarının sınırlı olduğu tüm ülke hâkimlerinin devlet makamlarını mı kastetmektedir yoksa velayeti fakihin ilahi bir tayin olup sınır ve coğrafya ötesinde bir makam olduğunu mu kastetmektedir? Eğer birincisini kabul ediyorsanız, niçin veliyi fakihi, tüm Müslümanların “Veliyi Emri” biliyorsunuz? Eğer ikincisini kabul ediyorsanız, niçin anayasada Rehberlik, Hubregan (Uzmanlar) Meclisi ve diğerleriyle alakalı kanunlarda coğrafi sınırlar önemlidir ve sanki rehberlikle alakalı işler, İran ile sınırlıdır örneğin anayasada, İranlı olmayan birisinin İslam cumhuriyeti rehberi olması ya da Hubregan Meclisi üyelerinin bazılarının başka ülkelerden olması öngörülmemiştir.
Bu sorunun cevabında bazı mukaddimelerin zikredilmesi zorunludur:
Bu iş ya hep ya da hiç arasın da mı dönüp dolaşıyor?
1. Bazı siyasi, hukuki, ahlaki ve… mekteplerin (ideolojik görüşler) görüşleri ya hep ya da hiç arasında dönüp dolaşmaktadır. Şöyle ki; onların bir konuda dikkate aldıkları şartlar bir arada toplanmışsa neticeye ulaşılır ama tüm şartların bir kısmı hazırlanmışsa hiçbir netice vermeyecektir. Başka bir ifadeyle: Şartların tamamının oluşmasıyla neticeye ulaşıldığına şahit olacağız ve tüm şartların daha azının oluşmasıyla hiçbir neticeye ulaşamayacağız.
Bu iddianın aydınlanması için “Kant”ın Ahlak Felsefesindeki örneğini dikkate alalım: Kant, birinin işlerinde, aklın ve vicdanın emrine itaat etmekten başka bir niyeti yoksa o kimsenin işinin değerli olduğuna ama akla itaatin yanında örneğin işin neticesine de alakasının olması durumunda işin hiçbir değerinin olmadığına inanır. Siyasi ve hukuki mektepler de insanın işinin ya hep ya da hiç arasında dönüp dolaştığına inananlar vardır.
Ama şöyle demek gerekir: Bu görüş gerçekçi değildir ve İslam, gerçekçi hüküm ve değerlerin tamamını söz konusu etmiştir ve bu hüküm ve değerlerin mertebe ve dereceleri vardır. İslam hiçbir zaman, bir meselede yüzde yüz ideal bir neticeye ulaşılmıyorsa tamamen boştur demiyor aksine, alt derecesini uygulayın diyor.
Bu iddianın doğruluğunu anlamak için bir işin çeşitli bedellerinin mükellefin önüne sunulduğu bazı fıkhi konulara biraz dikkat edelim. Değişik konumlarda namaz kılma sorumluluğunun yerine getirilmesi için çeşitli hallerin olduğu bu iddianın bir örneğidir. Hatta dini meselenin en önemlisi olan imanın bile mertebeleri vardır.
Topluma rehberlik etme meselesinde ideal İslam
2.Topluma rehberlik ve imamet görüşünde İslam’ın ideali, Peygamber Ekrem (s.a.a)’in asrında olduğu gibi toplumun masum rehber tarafından idare edilmesidir. Biz bunun olabileceğine inanıyoruz ve inşallah Hz. Hüccet (a.f)’in zuhur zamanında böyle olacaktır. Ama hali hazırda böyle bir idealin gerçekleşmesi mümkün değildir zira gaybet zamanında yaşıyoruz ve masum rehber gaiptir.
Eğer İslam, imamet meselesine gerçekçi yaklaşmasaydı, gaybet döneminde dini hükümetin başında masum imamın rehberiyeti olmadığı için hiçbir hükümetin meşruiyeti olmayacaktı ama İslam bu dönem için daha aşağı bir vaziyeti öngörmüş ve gerekli özel şartlara haiz olan fakihleri hâkim olarak kararlaştırmıştır. Fakihler meşru olmayan hükümetlerde bile fakihin“umuru hisbe (kimsesizlerin, dul kadınların, öksüz ve yetimlerin ve kendiişlerini idare edemeyen kimselerin sorumluluğunu üstlenmek)” işlerinde velayeti olduğunda ortak görüşe sahiptirler. Yani fakihin halka hükümet etme gücü olmasa bile yinede zikredilen işlerin sorumluluğunu yüklenmesi gerekir. Bizim zamanımızda dini bakış açımıza göre tağut rejimi zalim, zorba ve gayri meşru bir rejimdi ve fakihler, şer’i hâkimin hükmünün şart olduğu konularda halkın gerekli şartlara haiz müçtehide (şer’i hâkime) müracaat etmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Örneğin yaşamlarında ihtilafa düşen evli çiftler bu durumdan kurtulmaları için o zamanın resmi boşanma dairelerine gidiyor ve özel bir defteri imzalıyor ve resmi olarak boşanmış sayılıyorlardı. Hâlbuki Şia fakihine göre talak sığasının (talak sığasından boşanmanın gerçekleşmesi için söylenilen özel lafız kastedilmektedir) icra edilebilmesi için iki adil şahidin hazır olması gerekir. Bu sebeple mütedeyyin aileler talakı cemaat imamı ya da müçtehidin yanında ve iki adil şahidin eşliğinde icra ediyorlar ve daha sonra bunu resmileştirmek için resmi dairelere gidiyorlardı.
Fakihin böylesine sınırlı müdahalesiyle İslam’ın ideal bölümü gerçekleşmez ama sonuçta hiç karışmamaktan daha iyidir. O halde İslam, toplumun ya ideali ya da hiçi seçmelerini istemez ve bu gibi durumlarda Müslümanların önüne orta yolu sunar.
Konunun nihai cevabı
İslam görüşü esasına göre, cihan şümul ve coğrafi sınırların hiçbir etkisinin olmadığı bir hükümet ideal hükümettir. Ama günümüz dünyasında ideal hükümetin gerçekleşme şartları yoksa çıkmaza mı gireceğiz? Kesinlikle hayır.
Hali hazırda dünyanın tamamı bir hükümet tarafından idare edilemez ve bulunduğumuz bölgede (İran) dini bir hükümet kurmamız gerekir. Böyle olunca artık kanuni esasinin, İran’ın dışını da kapsaması kabul edilemez. Bu sebeple hali hazırdaki durumda dini bir hükümetimiz olacaksa coğrafi sınırların saygınlığını korumamız ve diğer ülkelerle ilişkilerimizi Uluslar Arası örfle uyuşacak şekilde düzenlememiz zaruridir. Yani diğer ülkelerle karşılıklı elçiliklere sahip olmamız ve Uluslar Arası kararlara saygı göstermemiz gerekir.
O halde günümüz dünyasında, bizim hükümetimizin rehberi tüm Müslümanların rehberi olması hasebiyle diğer ülke Müslümanları da onun emri altında olması gerekir diyemiyoruz. Bu konu Uluslar Arası örfüne göre kabul edilebilir değildir. Kanuni esasi İran İslam Hükümetini, Rehberliği ve diğer hükümet organlarını bir ülkeyle sınırlıyorsa zikrettiğimiz bu sebepten dolayıdır. Böyle bir engelin olmaması durumunda İslam’a göre coğrafi sınırlar, ülkeler ve milletleri ayıramaz aksine, halkı birbirinden ayıran gerçek sınır itikattır.
Soru: Niçin İran İslam Cumhuriyeti Rehberi’ni “Veliyi Müslim’in” olarak isimlendiriyoruz?
Hükümet için İslam’ın ön plandaki ilk örnek ve olgusu, masum imamın rehberliği altında gerçekleşecek cihan şümul bir hükümetin olmasıdır. Böyle örnek bir hükümet de coğrafi sınırlar yerini itikadi sınırlara bırakır ve İslam ülkesi, Müslümanların yaşadığı her bölgeyi içine alır.
Veliyi Fakih’in İslam hükümetindeki rolü
Diğer taraftan İslam hükümeti, dini kanunlar ve ülke vatandaşlarının maslahatlarını gözetme esasına göre Müslümanların işlerinin tedbir ve düzenlenmesi anlamındadır ve özel şartlara sahip olan kimse, hâkim unvanıyla İslam hükümlerini uygular ve bu şartların ortadan kalkmasıyla, hükümet etme salahiyeti de ondan selp edilir (alınır).
Bu şartlar şunlardan ibarettir: İslam kanunlarını tüm yönleriyle ve dakik olarak bilmesi, dini hükümlerin uygulanması ve Müslümanların maslahatlarının teminatçısı unvanıyla takva sahibi olması ve yeterli olacak şekilde toplumsal ve siyasi maslahatları tanıması gibi şartların tamamı, İslam toplumunun maddi ve manevi saadete yönlendirilmesine sebep olacaktır.
Müslümanların geçmiş ve şimdiki durumuna kısaca bakıldığında bir takım olumsuzluklar, guruplaşmalar, kardeş öldürmeleri ve maddi ve manevi geri kalmışlıkların temel sebebinin; ferdin hidayeti, ihtilafların kaldırılması, fitnelerin baş göstermesinin engellenmesi ve düşmanların planlarının etkisiz hale getirilmesi doğrultusunda İslam toplumu ekseninde sağlam bir dayanak ve merkezin olmadığını açıkça müşahede edeceğiz.
Bu sebeple İslam adil “veli”yi, saadet bahşetme ve teşride vahdet oluşturma vesilesi kararlaştırarak onu tüm Müslümanlar için istemiştir. Şu anki mevcut gerçekler esasına göre dünyanın hiçbir noktasında dini altyapılara sahip İslam hükümeti göze çarpmamaktadır ve sadece İran İslam Cumhuriyeti, dini görüşe uygun olarak şekillenmiş bir hükümet düzenidir. Bu düzen, halkın son derece sağlam desteğine ve ümmetin rehbere biati gibi büyük bir sermayeye sahiptir.
Bir hükümete tabi olmada akıl sahiplerinin yöntemi
Hatırlatılması gereken önemli bir diğer noktada şudur: Akıl sahiplerinin yöntemine ve dünya halkının örfi bakış açısına uygun olan; bir ülkede hükümet teşkil edildiği ve başkent fertleri ve teşhis ehli, o kurulan bu merkeze tabi olduğu zaman kurulan hükümeti korumaya meyilli diğer şehir ve bölgelerde bu hükümetin korunması doğrultusunda çalışacaklardır.
Bu esas gereği Emirilmüminin (a.s) ile Muaviye arasındaki mektup yazışmalarında Muaviye’nin: Sana tabii olmadığım halde niçin sana itaat edeceğim? Sorusunun karşılığında Hz. Ali (a.s)’nin şöyle buyurduğunu görüyoruz: Sen benden önceki halifeleri Allah Resulü’nün halefi biliyor ve onlara itaatin tüm Müslümanlara vacip olduğunu söylüyordun hâlbuki onlara sadece Medine halkı biat etmişti ve diğer Müslümanların tamamının onlara itaatini vacip kılmıştı o halde senin bana itaat etmen vacipti. Elbette Ali (a.s)’nin bu sözü, önceki üç halifenin meşru olduğunu onaylaması anlamında olmayıp sadece karşı tarafın kabulleri esasına dayanan bir cedel ve münazaradan ibarettir.
Buna binaen İslam’ın, hükümeti herkes için istemesi ve İslam’ı ve dini hükümleri uygulama doğrultusunda zamanı tanıyan adil birinin varlığının İslam hükümetinin asli rüknünü oluşturduğunu, diğer taraftan hali hazırda dünyada İslam Cumhuriyeti dışında İslami görüşe uygun hiçbir hükümetin olmadığını, başka taraftan kendi merkeziyetinde İslam’ı tanıyan salih Müslümanların biat ve onayına sahip yegâne hak hükümet olmasını dikkate alarak, tüm Müslümanların velayeti fakih ekseninde toplanmaları ve İslam medeniyetini yeniden diriltmeye ve Müslümanların izzetini temin etmeye dayanan bu düzene yardım etmeleri zorunludur. Günümüzde dünya çapında birçok İslami gurup ve şahsiyetlerin, İran’ın veliyi emri’ne “Veliyi Emri Müslimin” unvanıyla tabi olup koruduklarına şahidiz ve bu sebeple biz kendi veliyi emrimizi, “Veliyi Emri Müslimin” olarak isimlendirmekteyiz.
Söylemeden geçilmemelidir ki bu isimlendirme bizim mektebi görüşümüzden kaynaklanıp İslam hükümetinin asli projesine uygundur ve İran gibi bir ülke çerçevesinde kanuni esasinin varlığını gerektiren ve diğer ülkelerle ilişkilerin düzenlenmesinde Uluslar Arası kanunlara riayet edilmesini zorunlu kılan, hükümetin ikincil planıyla hiçbir uyuşmazlığı yoktur. Çünkü bu iki uygulama ve planın her ikisi de birbirinin arzında (enleminde) değil, birbirinin boylamındadır (tulündedir); çelişik bir dorum söz konusu değildir.
Soru: İran’da hak hükümetle birlikte eş zamanda bir ya da birkaç hak hükümet daha olsaydı veya gelecekte oluşsaydı, o zaman nasıl bir plan önerilirdi?
Bu sorunun cevabında şöyle denilmesi gerekiyor: Şimdiki şartlarda her ne kadar bu faraziye, dışsal gerçeklerden haber vermemektedir ve sadece zihinsel bir faraziye unvanını taşımaktadır, ama her halükarda böyle bir faraziye de hükümet şekillerinden birisi olarak dikkate alınabilir.
Bize göre zikredilen faraziyede İslam hâkimiyetinin gerçekleşmesinde en güzel yöntem, Federasyon yöntemidir.
Federasyonun anlamı
Zikredilen bu proje ve planın aydınlaması için ilk olarak “Federasyon” ve “Federal Hükümet” kelimelerini açıklayacağız.
Latince bir kelime olan “Federasyon”, “Anlaşma” ve “Muvafakat” anlamına gelir ve bir veya birkaç müstakil devletin, yeni bir devlet oluşturup kendi hâkimiyetlerini yeni hükümete verme konusunda karar alma durumunda federasyon hükümeti ortaya çıkar. Böyle bir birleşmenin ürünü olan hükümet, merkezi ve mahalli olmak üzere iki bölümden oluşur.
Federal hükümette merkezi hükümet; güvenlik, iktisat, dış siyaset ve genel menfaatlerle alakalı temel konularda karar alır. Mahalli ya da federasyonu oluşturan birimlerde ise, bölgesel anlamda önemi olan konular üzerinde durulur.
İslam Federasyonu
Bu mukaddimeyi dikkate alarak, İslam federasyonu, meşru hükümet sahibi ülkelerin katılımıyla ittihadın sağlandığı ve güçlü merkezi devlete ve bağımsız mahalli devletlere sahip olacağı hükümet şeklidir. Merkezi devlet, tüm İslam camiasını mukayese ederek dini ilkeler esasına göre Müslümanların işlerinin çekip çevrilmesi konusunda karar alır ve genel kanunların düzenlenmesiyle tüm birimlerini maddi ve manevi hedefe doğru yönlendirir.
Diğer taraftan federasyona bağlı her bir mahalli ve bölgesel birimler, kendi maslahatlarına riayet etmekle birlikte merkezi hükümetin zaman ve mekânsal durumunu dikkate alarak özel kanun ve düzenleme işleriyle meşgul olurlar. Bunun yanında federasyonun genel kanunlarının uygulanmasına riayet edilerek İslami büyük toplumun ilerlemesi ve hedefine ulaşmasının temin edilmesi doğrultusunda yardım ederler.
Böylelikle hem geniş çapta – yani toplumun tamamı ve İslami ittihat düzeyinde – hem de merkezi hükümete üye ülkelerde İslam’ın hâkimiyeti ve fert ve toplumun hedefleri gerçekleşmiş olur. Bu gidişatın devamı (=federal hükümete sahip olmakla birlikte) İslam’ın temel örneği esasınca cihan şümul hükümetin teşkil edilmesiyle sonuçlanarak her şeyden önce mutluluk sağlamış olur.
Allame Ayetullah Misbah Yezdi
devam edecek
Mut’a nikâhı ve Şia’nın mazlumluğu (1)
Hiç şüphesiz Ehl-i Beyt Mektebi mensuplarının tüm asırlar boyunca dışlanmasına ve hakarete uğramasına sebep olan konulardan biri de mut’a nikâhı (geçici evlilik) konusudur. Biz de bu düşünceyle bu konunun İslam’daki yerini inceleyen bir araştırma yayınlamayı uygun gördük. Acaba bu konu İslam’da var mı, yok mu? Eğer varsa neden bazı kişilerin kendi şahsi yorumlarından dolayı yüz binlerce ve hatta milyonlarca insanın her asırda İslam’ın haram saydığı kötü yollara (zina, istimna, inziva ve bunlardan kaynaklanan ruhsal ve psikolojik rahatsızlıklara) düşmesine ve günaha sürüklenmesine sebebiyet verdiklerini irdelemek istedik.
Sahip olduğunuz cariyeler müstesna evli kadınlar (ile evlenmeniz) da haram kılınmıştır. Allah'ın farz kıldığı hükümlere bağlı kalın. Bunun dışında kalanı iffetli olmak, zina etmemek üzere mallarınızla aramanız size helâl kılındı. O hâlde, ne zaman onlarla muta nikâhı yaptınızsa, (ona karşılık kesilen) ücretlerini bir farz olarak (kararlaştırılmış şekilde) verin. Mehir kesiminden sonra, (ücret veya süre hususunda) karşılıklı anlaşmanızda size bir günah yoktur. Allah, hiç şüphesiz bilendir, hikmet sahibidir. (Nisa Suresi, Ayet: 24)
Biliyoruz ki yaratılış düzeni, insan türünden fertlerin bekası yolu ile insan türünün bekasını istemiştir. Bu beka Allah'ın dilemesi ile sınırlıdır. Bu amaca ulaşabilmek için insan bünyesi üreme cihazı ile donatıldı. Bu cihaz insandan ayırdığı parçaları eski insanın yerini alacak yeni bir insan olarak yetiştiriyor. Böylece türün zinciri kesintisiz olarak uzayıp gidiyor. Bu cihazı çalışmaya ve üretmeye sevk etmek için de insan bünyesine şehvet gücü yerleştirildi. Bu gücün etkisi ile erkek ile dişinin her biri öbürüne karşı ilgi duyar, birbirine sahip olup ilişki kurmak üzere bu gücün çekimi devreye girer. Sonra bu iş akılla olgunluğa kavuşur. Akıl, yaratılış düzeninin özendirdiği bu yolun bozulmasını, yanlışa saplanmasını önler.
Hilkat düzeni fonksiyonu konusunda titiz, insan türünün sürekliliğinden ibaret olan amacı konusunda ısrarlıdır. Ama bu titizliğin aynısını erkek ile dişi arasındaki ilişkilerde ve insan zümrelerinde göremeyiz. Bu yaratılış gayesine ulaşma azmi fertlerde sürekli olarak görülmez, ancak çoğunlukla bir ilk adım olarak görülür. Buna göre her evlilik çocuk yapmaya vardırmaz. Her cinsel ilişki için de aynı şey söylenebilir. Her cinsel ilişki eğilimi, bu sonucu meydana getirmez. Her erkek, her kadın ve her evlilik zorunlu olarak bu zevke varmaz ve çocuk edinme arzusuna varmaz. Bunlar ancak çoğunlukla görülebilecek gelişmelerdir.
Yaratılış cihazı insanı evlenmeye çağırır. Amacı, şehvet yolu ile çoğalmaktır. İnsana bağışlanmış olan akıl ise bu isteğe nefsin korunmasını ve sakınmasını ekler. Bu sakınma, hayatın mutluluğunu bozan, ailelerin temellerini yıkan ve neslin çoğalmasının önünü kesen fuhuştan ve zinadan kaçınmaktır.
Bu birleşik fayda, yani çocuk edinme faydası ile fuhşun sızmasını engelleme faydası, İslâm'da evliliğin temeli olan, çoğunluğa dayalı dayanaktır. Yalnız çoğunlukla olma durumu dayanağın hükümlerindendir. Konuları için konmuş olan hükümler ise, sadece sürekli olmayı kabul ederler, çoğunluğa dayalı olmakla yetinmezler.
"Evlenme veya cinsel ilişki caiz olup olmama bakımından amaca ve dayanağa bağlıdırlar." demek doğru değildir. Böyle düşünmenin devamı şöyle gelir: Çocuk edinme niyeti ile yapılmayan evlilik caiz değildir. Kısır çiftlerin evlilikleri caiz değildir. Aybaşı olmayan yaşlı kadınlarla evlenmek caiz değildir. Küçük yaştaki kızlarla yapılan evlilik caiz değildir. Zina eden erkeğin evliliği caiz değildir. Hamile kadın ile cinsel ilişkide bulunmak caiz değildir. Meni akıtmaksızın yapılacak ilişki caiz değildir. Aile yuvası oluşturmaksızın evlilik yapmak caiz değildir. ...caiz değildir. ...caiz değildir.
Aslında nikâh, kadın ile erkek arasında meşru bir sünnettir. Onun sürekli hükümleri vardır. Daha önce belirtildiği gibi bu meşru sünnetle kamuyla ilgili çoğunluk üzere kurulu bir maslahat korunmak istenmiştir. O hâlde, dayanağının gerçekleşip gerçekleşmemesine bağlı olan ve dayanağı gerçekleştirmeyen evli fertleri veya evlilik hükümleri engellenecek olan bir meşru sünneti geçerli kılmak anlamsızdır.
"O hâlde, ne zaman onlarla mut’a nikâhı yaptınızsa, ücretlerini bir farz olarak verin." Bildiğim kadarıyla ayetin orijinalindeki "bihi" zamiri, "Bunun dışında kalanı... Size helâldir." ifadesinin delâlet ettiği şeye dönüyor. Bu da "neyl=ulaşmak" veya o anlama gelen durumdur. O zaman ayetin başındaki "ma" edatı vakit bildirmek için ve "minhunne" ifadesi, "istamta'tum" ifadesi ile bağlantılı olur. Böyle olunca bu ifadenin anlamı 'Ne zaman mut’a yaparak onlardan yararlandınızsa, ücretlerini farz olarak verin." biçiminde olur.
Bunun yanı sıra ayetteki "ma" edatının mevsule ve "istamta'tum" ifadesinin sıla cümlesi, "bihi zamirinin ism-i mevsule dönük olması ve "minhunne" ifadesinin mevsulun açıklaması olması da mümkündür. O zaman anlam "Kendilerinden yararlandığınız kadınların ücretlerini farz olarak verin." şeklinde olur.
"Femestamta'tum" cümlesi daha önceki ifadeyle ilgili bir ayrıntılandırmadır. Çünkü başında bu anlamı veren "fa" harfi vardır. Bu cümle hiç şüphesiz parçayı bütüne, cüz'îyi küllîye dayandıran bir ayrıntılı açıklamadır. Çünkü "iffetli olmanız ve zina etmemek üzere mallarınızla aramanız" ifadesi, yukarda açıklandığı üzere, hem nikâhlıda, hem de cariyede ulaşılan şeyi içeriyor. Böyle olunca, "O hâlde, ne zaman onlarla mut’a nikâhı yaptınızsa, ücretlerini bir farz olarak verin." ifadesini bir önceki cümleye uzantı yapmak, parçayı bütüne veya bazı cüz'î bölümleri, bölümlere ayrılmış küllî ve bütüne bağlamak türünden olur.
Bu ayrıntılandırma üslûbu, Kur'an'da çok kullanılır. Meselâ şu ayetler gibi: "Sayılı günlerde oruç tutmanız farz kılındı. O hâlde içinizden kim hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca sonraki günlerde oruç tutar." (Bakara, 184) "Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık birbirinden ayrılmıştır. O hâlde kim tağutu reddederek Allah'a inanırsa kopmaz bir kulpa yapışmış olur." (Bakara, 256)
Ayette sözü edilen "femes-temte'tum=yararlanma, mut’a yapma" ile mut’a nikâhının kastedildiği şüphesizdir. Çünkü bu ayet Medenîdir ve Peygamberimizin hicretten sonraki döneminin ilk yarısında inen Nisâ suresinin ayetlerinden biridir. Nisâ suresinin ayetlerinin çoğu bu söylediklerimizin delilidir. Bu nikâh, yani mut’a nikâhı bu dönemde Müslümanlar arasında yürürlükte ve uygulamada idi. Bunda şüphe yoktur. Rivayetlerin hepsi bunun tartışmasız bir gerçek olduğunu ortaya koyuyor. Bu uygulamayı ortaya koyan İslâm olsun veya olmasın, bunun Peygamberimizin gözü ve kulağı önünde yürütüldüğü şüphesizdir. Uygulamanın adı bu, yani mut’a idi. Ondan bu adla söz edilirdi. Buna göre "O hâlde, ne zaman onlarla... ücretlerini bir farz olarak verin." ifadesi, kesinlikle bu anlamda kabul edilmesi, ondan bu anlam çıkarılması kaçınılmazdır. Tıpkı Kur'an'ın inişi sırasında Müslümanlar arasında geçerli olan diğer gelenekler ve âdetlerde olduğu gibi. Bu gelenekler ve âdetler bilinen, yaygın isimleri ile anılıyorlardı. Bu isimlerle ilgili hüküm içeren bir ayet inince bu ayetlerde geçen isimler yaygın anlamlarında alınırlardı. Gelen hüküm ister onaylama, ister ret, ister emretme, ister yasaklama biçiminde olsun ilgisi olduğu isimlerin asıl lügat anlamları ile irtibatlandırılmazdı.
Meselâ hac, alış veriş, faiz, kâr, ganimet ve bu türden olan kavramlar gibi. Hiç kimse sözlük anlamını ileri sürerek Beytullah'ı ziyaret etmenin, orayı kastetmek demek olduğunu iddia edemez. Sayılan diğer kavramlarda da durum böyledir. Yine Peygamberimiz (s.a.a) tarafından ortaya konan, arkasından yaygın biçimde kullanılarak sonunda şeriattaki adı ile bilinir hâle gelen namaz, oruç, zekât, hacc-ı temettü gibi şeriat kavramlarında da aynı kural geçerlidir. Bu kavramları ifade eden kelimeler, şeriat tarafından veya şeriat bağlıları tarafından kesinlikle söz konusu anlamlara bağlandıktan sonra onları sözlüklerdeki anlamlarına döndürmenin imkânı yoktur.
Buna göre ayette sözü edilen yararlanmayı mut’a nikâhı anlamına almak zorunludur. Çünkü bu ayetin indiği sıralarda bu ilişki türünün Araplar arasında kullanılan adı bu idi. Bu, böyledir; daha sonra mut’a nikâhının ayetle veya sünnetle neshedildiğini söyleyelim veya söylemeyelim fark etmez; çünkü bu, yerinde incelenmesi gereken ayrı bir konudur. Sözün kısası, bu ayetten anlaşılan şey mut’a nikâhının hükmüdür. Sahabe ve tabiin kuşağına mensup eski dönem tefsircilerden nakledilen yorum da budur. İbn-i Abbas, İbn-i Mesud, Ubeyy b. Kaab, Katade, Mucahid, Suddi, İbn-i Cubeyr, Hasan vb. gibi. Bu yorum Ehl-i Beyt İmamlarının da görüşüdür.
Yapılan açıklamalardan konuyla ilgili bazı tefsircilerin yapmış olduğu yorumun asılsız olduğu ortaya çıkıyor. Yorum şudur: "Buradaki istimta'dan maksat, evlenmektir. Çünkü nikâh ilişkisi kurmak kadından yararlanmaya yönelik bir taleptir." Bir tefsirci de "istamta'tum" ke-limesindeki "sin" ve "ta" harflerinin tekit için olduğunu ve kelimenin anlamının 'temetta'tum" biçiminde olduğunu iddia etmiştir.
Mezkûr görüşün tutarsızlığının delili şudur ki; Araplar arasında mut’a nikâhının bu adla yayılması ve bilinmesi bu kelimeyi işitenlerin onu lügat anlamında algılamalarına imkân tanımaz.
Ayrıca kelimeye verilen anlamın doğru olduğu, talep anlamının daimi nikâh ile bağdaştığı ve "istemta'tum" kelimesinin "temetta'tum= yararlandığınız" anlamına geldiği farz edilse bile, bu ifade "onlara ücretlerini verin." biçimindeki sonuç cümlesi ile bağdaşmaz. Çünkü me-hir, nikâh akdi yapmakla farz olur. Evlilik teklif yapmayı, akit yapmayı, oynaşmayı, cinsel ilişkiyi vb. şeyleri de kapsamına aldığını kabul ettiğimiz yararlanma talebine ve aynen yararlanmaya da dayanmaz. Mihrin yarısı nikâh akdi ile, öbür yarısı da cinsel ilişki ile farz olur.
Üstelik bu ayetten önce inen ayetler, çeşitli ayrıntıları ile mehir vermenin gerekliliğini geniş biçimde anlatmışlardır. Bu gerekliliği tekrar anlatmanın anlamı yoktur. Söz konusu ayetler şunlardır: "Kadınların mehirlerini (Allah tarafından) bir bağış olarak verin." (Nisâ, 4) "Eğer bir eşinizi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine yüklü miktarda mal (mehir) vermiş olsanız bile, ondan hiçbir şeyi geri almayın." (Nisâ, 20) "Kadınlara dokunmadan veya mehirlerini kesmeden kadınları boşarsanız, size bir günah yoktur. Fakat onları yararlandırın; zengin olan kendi gücü, darda olan da kendi gücü oranında... Eğer onlara mehir keser de dokunmadan boşarsanız, kestiğinizin yarısını verin..." (Bakara, 236-237)
Bir tefsirci bu ayetin, yani "O hâlde... ücretlerini bir farz olarak verin." ayetinin tekit (pekiştirme) amaçlı olduğunu ileri sürmüştü. Bu yoruma verilecek cevap şudur: Bu ayetin öncesindeki ayetler, özellikle "eğer bir eşi bırakıp yerine bir başka eş almak isterseniz..." ifadesinden sonra iki ayete kadar yer alan kısmı son derece kesin ve vurgulamalı ifadeler taşıdıkları için bu ayetin onları pekiştirme amacı taşımasına sebep yoktur.
Nesih meselesine gelince; bazıları bu ayetin "Onlar ki, edep yerlerini korurlar. Yalnız eşleri ve sahip oldukları (cariyeleri) hariç. (Bu iki durumda) onlar kınanmış değillerdir. Şu hâlde, kim bunun ötesine gitmek isterse, işte bunlar haddi aşan kimselerdir." (Mü'minun, 5-7) ayeti ile neshedilmiş olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bazıları ise iddetle ilgili olan "Ey Peygamber, kadınları boşayacağınız zaman bekleme sürelerini gözeterek boşayın." (Talâk, 1) ayeti ile neshedilmiş olduğunu iddia etmişlerdir. Bazıları ise "Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç temizlenme süresi beklerler." (Bakara, 228) Çünkü bu iki ayette eşlerin ayrılmaları boşamaya ve bekleme süresine bağlanmıştır. Oysa mut’a nikâhında bunların hiçbirisi yoktur.
Bazıları ayetin "eşlerinizin... geriye bıraktıkları mirasın yarısı sizindir..." (Nisâ, 12) ayeti ile neshedildiğini söylüyorlar. Mut’a evliliklerinde mirasın olmayışını görüşlerine delil gösteriyorlar. Bazıları "Size (şunlar) haram kılınmıştır: Analarınız, kızlarınız..." (Nisâ, 23) ayetinin bu ayeti neshettiğini söylüyorlar. Çünkü bu ayet evlenme hakkındadır, diyorlar. Diğer bazıları da bu ayetin "o hâlde gönlünüzün rahat ettiği (başka) kadınlardan ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz." (Nisâ, 3) ayeti ile neshedilmiş olduğunu ileri sürmüşlerdir. [Çünkü mut’ada dörtten fazlasıyla da nikâh yapılabilir.]
Bazılarına göre ayet sünnetle neshedildi. Bu doğrultudan da kimileri ayetin Peygamberimiz tarafından Hayber Savaşı yılında, kimileri Mekke'nin fethedildiği yıl, kimileri veda haccında Peygamberimiz tarafından neshedildiğini söylerlerken, kimileri de bu uygulamanın önce serbest bırakıldığını, sonra iki veya üç defa yasaklandığını, en son kesinleşen hükmün yasaklanma hükmü olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Bu ayetin Mü'minun suresindeki ayetle neshedilmiş olması iddiası hakkında söylenecek söz, Mü'minun suresindeki ayetin neshetmeye el-verişli olmadığıdır. Çünkü o ayet Mekke döneminde, mut’a evliliği ile ilgili ayet ise Medine döneminde inmiştir. Mekke döneminde inen bir ayet, Medine dönemindeki bir ayeti neshedemez. Üstelik mut’a işlemini nikâh ve kendisiyle mut’a yapılan kadını eş saymamayı kabul etmiyoruz. Bu konudaki Peygamberimizden gelen haberler ve sahabeler ile tabiinin bu işleme nikâh adını vermiş olmaları onu nikâh saymamaya engeldir. Bunu nikâh saymanın, miras ve boşama vb. şeyleri gerektirdiğini ileri sürerek onu nikâh saymamaya ilişkin gerekli cevap verilecektir.
Bu ayetin miras ayeti ile boşama ayeti ile ve evlenilebilecek kadınların sayısına ilişkin ayetlerle neshedildiğini ileri sürenlere verilecek cevap şudur: Bu ayetler ile mut’a ayeti arasındaki ilişki nesheden-neshedilen ilişkisi değil, genel-sınırlı veya mutlak-kayıtlı ilişkisidir. Meselâ miras ayeti kalıcı ve geçici nikâhlı bütün eşleri içerir. Fakat sünnet bu ayetin içeriğinin bir bölümünü dışarıda bırakarak onu sınırlar. Sünnetin dışarı çıkardığı bölüm geçici nikâhlı eşlerdir. Boşama ayeti ile eşlerin sayısını sınırlayan ayet hakkında söylenecek söz de aynıdır. Bu açık bir husustur. Bu ayetlerin neshedici olduklarına ilişkin iddia, her hâlde bu iki ilişki türünü birbirinden ayırt edememekten ileri geliyor.
Evet; bazı fıkıh usûlü bilginleri, eğer sınırlı kapsamlı bir ayetin arkasından olumlu veya olumsuz olarak ona zıt genel kapsamlı bir ayet gelirse, geniş kapsamlı ayetin sınırlı kapsamlı ayeti neshedeceğini ileri sürmüşlerdir. Bu görüş yerinde anlatıldığı üzere zayıf olmakla birlikte bizim üzerinde konuştuğumuz meseleye uymuyor. Çünkü genel kapsamlı olan boşama ayeti Bakara suresindedir. Bakara suresi mut’a ayetini de içeren Nisâ suresinden önce Medine döneminde inmiş ilk suredir. Evlenebilecek eş sayısına ilişkin ayet de Nisâ suresinde ve mut’a ayetinin öncesinde yer almıştır. Miras ayeti de mut’a ayetinden önce aynı siyak içinde ve aynı surededir. Yani bütün bu durumlarda sınırlı kapsamlı mut’a ayeti, genel kapsamlı ayetten sonra geliyor.
Bekleme ve iddet süresine ilişkin ayetin bu ayeti neshettiği iddiasına gelince, bu iddianın asılsızlığı daha da açıktır. Çünkü bekleme süresi (iddet) hükmü, sürekli nikâhta olduğu gibi geçici nikâhta da geçerlidir. Yalnız süresi farklıdır. Bu farklılık sınırlayıcı sayılır, neshedici kabul edilmez.
Mut’a nikâhı ayetinin yasak evliliklere ilişkin ayetle yasaklandığını iddia eden görüş ise, şu iki sebepten dolayı bu görüş bu tür görüşlerin en şaşırtıcı olanıdır. Birinci sebep şudur: Yasak evlilikleri sayan ifade ile mut’a nikâhına delil olan ifade birbirine bağlı bir bütündür. Mut’a nikâhına delil olan ifadenin önce olduğu nasıl farz edilecek, sonra da bir sözün baş tarafının uzantısını neshettiği nasıl ileri sürülecektir? İkinci sebep de şudur: Bu ayet hiçbir yönü ile sürekli olmayan eşliği açıkça ve net bir dille yasaklamıyor. Ayet önce erkek için evlenilmesi yasak olan kadın zümrelerini sayıyor. Sonra da nikâh veya cariye edinme yolu ile elde edilmesi caiz olan kadınları açıklıyor. Daha önce dediğimiz gibi mut’a nikâhı nikâh olduğu için bu iki mesele arasında karşıtlık ilişkisi yoktur ki, neshedilme söz konusu olsun.
Evet. Kimileri şöyle diyor: "Bunun dışında kalanı ihsân=iffetli olmak ve zina etmemek üzere mallarınızla aramanız size helâl kılındı." İfadesi, diğer kadınların helâl olmasını mehirle ve "ihsân" ile zinaya bulaşmamakla kayıtlandırıyor. Geçici nikâhta "ihsân" yoktur. Nitekim mut’a nikâhı yapan bir erkek "ihsân" şartını yerine getirmiş sayılmadığı için eğer zina işlerse recm edilmez. Bu durum bu ayette mut’a nikâhının kastedilmiş olması ihtimalini ortadan kaldırır.
Bu itiraza daha önce değinilen şu karşılık verilir: "ihsân ve zina etmemek üzere" ifadesinde geçen "ihsân" kelimesi, iffetli olma anlamındadır; evli olmak anlamında değildir. Çünkü aynı ifade, hem cariye edinmeyi, hem de nikâh yolu ile evliliği içeriyor. Eğer buradaki "ihsân"ın evli olmak demek olduğu kabul edilse bile evli erkeğin zina suçunun mut’a nikâhlı bir erkeğin zina suçunu Kur'an ile değil, sünnetle sınırlandırdığı sonucuna varılır. Çünkü zaten Kur'an'da recm cezası yoktur. [Recm cezası, sünnetle ispat edilen bir gerçektir.]
Bu hükmün sünnetle neshedilmiş olmasına gelince, bir kere bu nesih, kökünden asılsızdır. Çünkü mütevatir hadislere terstir. O hadislerde hadislerin Kur'an'a sunulması, Kur'an'a ters düşenlerinin reddedilmesi ve Kur'an'ın ölçü alınması emrediliyor. Ayrıca rivayetler bölümünde bu iddiaya cevap verilecektir.
Ayetin Hadisler Işığında Açıklaması
El-Kâfi adlı eserde yazar kendi rivayet zinciri ile Ebu Basir'e dayandırdığı bir rivayette, Ebu Basir'in şöyle dediği nakledilir: "İmam Bâkır'a (a.s) mut’a nikâhı hakkındaki fikrini sordum. İmam bana şu cevabı verdi: 'Kur'an'da bu konuyla ilgili şu ayet inmiştir: "O hâlde ne zaman onlarla mut’a nikâhı yaptınızsa, ücretlerini bir farz olarak verin. Mehir kesiminden sonra karşılıklı anlaşmanızda size bir günah yoktur." (Füru-u Kafi, c.5, s.448, h:1)
Yine aynı eserde yer aldığına göre İbn-i Ebu Umeyr, birinin anlattığına dayanarak İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini naklediyor: "Kur'an'da 'O hâlde ne zaman onlarla belirli bir süreye kadar mut’a nikâhı yaptınızsa, ücretlerini bir farz olarak verin.' şeklinde ayet inmiştir." (c.5, s.449, h:3)
Ben derim ki: Ayyâşî, ayetin bu okunuş biçimini İmam Bâkır'dan (a.s) naklediyor. Aşağıda geleceği üzere Ehl-i Sünnet alimleri bu okunuş biçimini çeşitli kanallardan Ubeyy b. Kaab ve İbn-i Abbas'a dayandırarak nakletmişlerdir. Her hâlde bu tür rivayetler, ayetin sözel iniş biçimini değil, anlamını kastetmektedirler.
Yine el-Kâfi adlı eserde yer aldığına göre Zürare diyor ki: "Abdullah b. Ümeyr b. Leysi, İmam Bâkır'a (a.s) gelerek kendisine 'Kadınları mut’a nikâhı ile almak hakkında ne diyorsun?' dedi. İmam 'Allah bunu Kur'an'da ve Peygamberin dili ile helâl kıldı. Buna göre bu uygulama kıyamet gününe kadar helâldir' dedi. Abdullah b. Ümeyr 'Ey Ebu Cafer, Ömer bunu haram ilan edip yasaklamışken nasıl olur da senin gibi biri böyle der?' dedi. İmam 'O istediği kadar haram kılsın' dedi. Abdullah b. Ümeyr 'Ömer'in haram kıldığı bir şeyi helâl kılmandan seni Allah'a sığındırırım' dedi." Zürare der ki: "İmam 'Sen dostunun sözü üzere ol. Ben de Peygamberin sözü üzereyim. Sonra gel de lânetleşelim. Yani ben doğru söz Allah'ın resulünün sözüdür. Batıl söz, senin dostunun sözüdür. Değilse Allah'ın lâneti benim üzerime olsun, di-yeyim.' Abdullah b. Ümeyr İmama dönerek dedi ki: 'Senin karının, kızının, kız kardeşinin ve amcanın kızının bu işi yapmaları hoşuna gider mi?' İmam Bâkır, karısının ve amcasının kızının söz konusu edilmesi üzerine Abdullah b. Ümeyr'e yüz çevirdi." (Füru-u Kafi, c.5, s.449, h:4)
Yine aynı eserde yazar kendi rivayet zinciriyle Ebu Meryem'den, o da İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Mut’a nikâhı, hakkında ayet indiği gibi, Peygamberimiz tarafından bir sünnet olarak da uygulanmıştır."
Yine el-Kâfi adlı eserde müellifin kendi rivayet zinciriyle Abdur-rahman b. Ebu Abdullah'tan şöyle rivayet ettiği nakledilir: "Ebu Hanife'nin, İmam Sadık'a mut’a hakkındaki görüşünü sorduğunu duydum. İmam, 'İki mutadan hangisini soruyorsun?' dedi. Ebu Hanife 'Hac müt-'asını sana sormuştum. Şimdi ise mut’a-i Nisâ=kadınları mut’a yapmak hakkında bana bilgi ver. Bu uygulama doğru mu?' dedi. İmam 'Subhanellah! Sen Allah'ın kitabındaki: 'O hâlde ne zaman onlarla mut’a nikâhı yaptınızsa, ücretlerini bir farz olarak verin.' ayetini okumadın mı?' dedi. Ebu Hanife 'Vallahi, sanki bu ayeti hiç okumamış gibiyim.' dedi." (Füru-u Kafi, c.5, s.449, h:6)
Tefsir-ul Ayyâşî'de Muhammed b. Müslim'e dayanılarak verilen bilgiye göre İmam Bâkır (a.s) şöyle diyor: "Cabir b. Abdullah Resulullah'ın (s.a.a) siretinden konuşurken şöyle dedi: 'Sahabeler Peygamberimiz ile çıktıkları savaşta Peygamber onlara mut’a nikâhını helâl kıldı, onu yasaklamadı.' Hz. Ali (a.s) bu meselede 'Eğer İbn-i Hattab'ın (Ömer'in) benden önceki yasaklaması olmasaydı, kötü kişiden [1] başka hiç kimse zina etmezdi.' dedi. İbn-i Abbas ise şöyle derdi: Yüce Allah 'O hâlde ne zaman onlarla (belirli bir süreye kadar) mut’a nikâhı yaptınızsa, ücretlerini bir farz olarak verin.' buyuruyor. Şu adamlar bu uygulamayı inkâr ediyorlar. Oysa Peygamberimiz onu helâl kıldı, yasaklamadı." (c.1, s.233, h:85)
Yine Tefsir-ul Ayyâşî'de Ebu Basir kanalıyla mut’ayla ilgili olarak İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Mut’a hakkında 'O hâlde, ne zaman onlarla mut’a nikâhı yaptınızsa, ücretlerini bir farz olarak verin. Mehir kesiminden sonra, karşılıklı anlaşmanızda size bir günah yoktur.' ayeti inmiştir. Kadın ile aranızda kararlaştırdığınız süre sona erdiğinde sen ona, o da sana artırma yapabilirsiniz. Erkek, kadının rızası ile yeni bir süre için seni kendime helâl kıldım, der. O kadın bekleme süresi dolmadan başkasına helâl olmaz. Onun bekleme dönemi iki aybaşı dönemidir." (c.1 s.233, h:86)
Şeybani'nin verdiği bilgiye göre "Mehir kesiminden sonra, karşılıklı anlaşmanızda size bir günah yoktur." (Nisâ, 24) ayeti hakkında İmam Sadık ile İmam Bâkır (her ikisine selam olsun) şöyle diyorlar: "Bu şöyle olur: Erkek kadının ücretini artırır, kadın da onun süresini artırır."
Ben derim ki: Ehl-i Beyt İmamlarından (hepsine selam olsun) gelen bu anlamdaki rivayetler sayıca çok ve mütevatirdir. Biz bir kaç seçme örnek sunduk. Bu rivayetlerin tümünden haberdar olmak isteyenler hadis kaynaklarına başvursunlar.
Mut’a Ayetinin "İla Acelin Musemma"
Yani "Belirli Bir Süreye Kadar" Şeklinde Olduğunu Bildiren Rivayetlerden Örnekler
Ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Ebu Hatem'e dayanılarak verilen bilgiye göre İbn-i Abbas şöyle diyor: "Mut’a nikâhı İslâm'ın ilk döneminde uygulanıyordu. Erkek yabancısı olduğu bir beldeye gidiyordu. Orada işlerini görecek ve eşyalarını koruyacak kimsesi olmuyordu. Bu yüzden ihtiyacını karşılayacağı süre içinde, eşyasını gözeteceği ve işlerini göreceği bir kadınla evleniyordu." [İbn-i Ebu Hatem devamla şöyle der:] "İbn-i Abbas [mut’a ile ilgili] ayeti 'ne zaman onlarla belirli bir süreye kadar mut’a nikâhı yaptınızsa...' şeklinde okurdu. Fakat bunu, 'muhsinîne ğayre musafihîne=iffetli olmak ve zina etmemek üzere' ayeti neshetmiştir. Bu ayette sözü edilen 'ihsân' erkeğin elinde idi. Erkek kadını istediği sürece nikâhı altında tutar, istediğinde onu boşardı." (c.2, s.139)
Hakim, el-Müstedrek adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle Ebu Nadra'dan şöyle rivayet eder: "İbn-i Abbas'a 'O hâlde, ne zaman onlarla mut’a nikâhı yaptınızsa, ücretlerini bir farz olarak verin."ayetini okuduğumda, kendisi benim okuyuşumu düzelterek 'ne zaman onlarla belirli bir süreye kadar mut’a nikâhı yaptınızsa...' dedi. Ben kendisine 'Biz bu ayeti öyle okumuyoruz' deyince bana; 'vallahi, Allah onu böyle indirdi' dedi." (c.2, s.305)
Ben derim ki: Bu rivayeti ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ebu Nadra'dan ve Abd b. Hamid'den, İbn-i Cerir'den ve İbn-i Enbari'den el-Mesahif adlı eserinde nakletmiştir. (c.2, s.140)
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Abd b. Hamid ve İbn-i Cerir'e dayanarak kaydettiğine göre Katade, bu ayetin Ubeyy b. Kaab'ın kıraatine göre "O hâlde, ne zaman belirli bir süreye kadar onlarla mut’a nikâhı yaptınızsa, ücretlerini bir farz olarak verin..." şeklinde olduğunu söylemiştir. (c.2, s.140)
Sahih-i Tirmizi'de, Muhammed b. Kaab kanalıyla İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet edilir: "Mut’a nikâhı İslâm'ın ilk döneminde uygulanıyordu. Adam tanımadığı bir beldeye geldiğinde kalmayı düşündüğü süre için bir kadınla evleniyordu. Bu kadın adamın eşyasını koruyor, işlerini yapıyordu. Bu uygulama, 'Yalnız eşlerine ve sahip oldukları cariyelerine hariç...' (Mü'minun, 6) ayetinin inişine kadar devam etti." İbn-i Abbas daha sonra şöyle dedi: "Bu iki şık dışındaki bütün cinsel organlar haramdır." (c.3, s.460, h:1122)
Ben derim ki: Bu rivayet mut’a nikâhı hakkındaki ayetin Mekke döneminde neshedilmiş olmasını gerektirir. Çünkü Mü'minun suresindeki ayet Mekke döneminde inmiştir.
Hakim'in el-Müstedrek adlı eserinde yer aldığına göre Abdullah b. Ebu Melike şöyle diyor: "Ayşe'ye (raziyellahu anha) mut’a-i nisâ yani kadınlarla mut’a nikâhı meselesini sordum. Bana 'Benimle sizin aranızda Kur'an vardır' dedikten sonra, 'Onlar ki ırzlarını korurlar. Eşlerine ve sahip oldukları cariyelerine karşı müstesna... Onlar bunlar için kınanmazlar.' (Mü'minun, 6) ayetini okudu ve arkasından sözlerini şöyle bağladı: Allah'ın kendisine helâl kıldığı eşin ve mülküne verdiği cariyenin ötesine geçmek isteyenler sınırı aşmış olurlar." (c.2, s.305)
Mut’a Ayetinin Ayetle Neshedildiğini Bildiren Hadislerden Örnekler
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ebu Davud'un Nasih adlı eserine, Ata kanalıyla İbn-i Münzir'e ve Nuhas'a dayanarak yer aldığına göre İbn-i Abbas, "O hâlde, ne zaman onlarla mut’a nikâhı yaptınızsa, ücretlerini bir farz olarak verin." ayetinin "Ey Peygamber, kadınları boşayacağınızda bekleme sürelerini gözeterek boşayın." [Talâk, 1] "Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç temizleme süresi beklerler." [Bakara, 228] "Aybaşı olmaktan ümit kestiğiniz kadınlarınız hakkında eğer şüpheye düşerseniz, onların bekleme süresi üç aydır." [Talâk, 4] ayetleri ile neshedildiğini söylemiştir. (c.2, s.140)
Yine ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Nasih adlı eserinde Ebu Da-vud, İbn-i Münzir, Nuhas ve Beyhaki, Said b. Museyyib'den şöyle rivayet ederler: "Miras ayeti mut’a nikâhı ile ilgili ayeti neshetmiştir." (c.2, s.140)
Yine ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Abdurrezzak, İbn-i Münzir ve Beyhaki İbn-i Mesud'dan şöyle rivayet ederler: "Mut’a nikâhı hakkındaki ayet neshedilmiştir; onu talak, sadaka, iddet ve miras ayetleri neshetmiştir." (c.2, s.140)
Yine ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Abdurrezzak ve İbn-i Münzir Hz. Ali'den şöyle rivayet ederler: "Ramazan orucu, diğer bütün oruçları, zekât diğer bütün sadakaları neshetti. Talak, iddet ve miras ayetleri mut’a nikâhını, Kurban kesmeye ilişkin ayet diğer bütün hayvan kesmeleri neshetti." (c.2, s.140)
Mut’a Ayetinin Sünnetle Neshedildiğini Bildiren Hadislerden Örnekler
Yine ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Abdurrezzak, Ahmed ve Müslim'e dayanılarak kaydedildiğine göre Sebra Cuheni şöyle diyor: "Mekke'nin fethedildiği yıl Peygamberimiz (s.a.a) mut’a evliliği yapmamıza izin vermişti. Bir gün kabilemizden biri ile dışarıya çıktık. Ben arkadaşımdan daha yakışıklı idim. O biraz çirkin idi. İkimizin de birer hırkası vardı. Benim hırkam eski, amca oğlumunki yeni ve alımlı idi. Mekke'nin tepesine vardığımızda genç kız gibi güzel bir kadınla karşılaştık. Kendisine 'Bizden birinin seninle mut’a nikâhı yapmasına var mısın?' diye sorduk. 'Karşılığında ne vereceksiniz?' diye sordu. Biz hırkalarımızı çıkarıp önüne serdik. Kadın ikimizi de süzmeye başladı. Arkadaşım onu bu durumda görünce 'Bunun hırkası eski, benim hırkam ise yeni ve alımlı' dedi. Kadın ise, 'Onun hırkası fena değil' dedi. Bunun üzerine ben kadınla mut’a yaptım. Biz Mekke'den henüz çıkmamıştık ki, Peygamberimiz (s.a.a) mut’a nikâhını yasakladı." (c.2, s.140)
Yine ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Abdurrezzak'a, İbn-i Ebu Şeybe'ye, Buhari'ye, Müslim'e, Tirmizi'ye, Nesei'ye ve İbn-i Mace'ye dayanılarak aktarıldığına göre Hz. Ali şöyle rivayet etmiştir: "Peygamberimizin (s.a.a) Hayber Savaşı günü mut’a nikâhını ve evcil eşek eti yemeyi yasakladı." (c.2, s.141)
Yine ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde İbn-i Ebu Şeybe'ye, Ahmed'e, Müslim'e dayanılarak kaydedildiğine göre Seleme b. Ekva şöyle diyor: "Peygamberimiz Evtas seferi yılında üç günlüğüne mut’a nikâhı yapmamıza izin verdi, üç gün sonra da onu yasakladı." (c.2, s.140)
İbn-i Arabi, Sahih-i Tirmizi'nin şerhinde İsmail'den, o da babasından, o da Zühri'den rivayet ettiğine göre Sebra, Peygamberimizin veda haccı sırasında mut’a nikâhını yasakladığını rivayet etti. Ebu Davud bu rivayeti naklettikten sonra, "Bunu Abdulaziz b. Ömer b. Abdulaziz, Rebi b. Sebre'den, o da babasından nakletti ve sözlerine şunları ekledi: Bu yasaklama veda haccı sonrasında ihramdan çıkıldıktan sonra gerçekleşti. Bu nikâh belirli bir süre için uygulandı. Hasan ise bu yasaklamanın kaza umresinde gerçekleştiğini söyledi." (c.5, s.50)
Yine bu kitapta verilen bilgiye göre Zühri, Peygamberimizin mut’a nikâhına Tebuk Savaşında son verdiğini söyledi." (c.5, s.50)
Ben derim ki: Görülüyor ki, mut’a nikâhının yasaklanma zamanı hususunda hadisler farklı içeriklere sahiptirler. Kimi onun hicretten önce, kimi hicretten sonra nikâha, boşamaya, iddete ve mirasa ilişkin ayetlerin inmesi ile yasaklandığını söylüyor. Kimi de bu yasaklamayı hicretten sonra Peygamberimizin gerçekleştirdiğini söylüyor. Peygamberimizin yasaklama tarihi olarak da kimi Hayber Savaşı yılını, kimi kaza umresini, kimi Evtas seferi yılını, kimi Mekke'nin fetih yılını, kimi Tebuk Savaşı yılını, kimi de veda haccı sonrasını gösteriyor. Bu yüzden, mut’anın birçok kereler yasaklandığı ve her rivayet bir defasını açıkladığı ileri sürülmüştür. Ama ravilerden Hz. Ali, Cabir, İbn-i Mesud gibi seçkin şahsiyetlerin, Peygamberimize gayet yakın olmalarına, onun hayatındaki önemli veya normal bütün gelişmeleri bilmelerine rağmen onun yasaklarından habersiz olabilecekleri insana mantıklı gelmiyor.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Beyhaki Hz. Ali'den şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) mut’a nikâhını yasakladı. O zaten normal evlilik imkanı bulamayanlar için serbest bırakılmıştı. Evlenme, boşama, iddet ve karı-koca arasındaki miras hakkındaki ayetler inince mut’a nikâhına ilişkin hüküm neshedildi." (c.2, s.140)
Yine ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Nuhas, Hz. Ali'nin İbn-i Abba-s'a "Sen şaşkının birisin. Peygamber mut’a nikâhını yasakladı." dediğini rivayet eder. (c.2, s.141)
Yine ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Beyhaki Ebuzer'den şöyle rivayet eder: "Mut’a nikâhı Resulullah'ın (s.a.a) sahabelerine sadece üç günlük bir süre için helâl kılındı. Arkasından Peygamber onu yasakladı." (c.2, s.141)
Sahih-i Buhari'de Ebu Cemre'den şöyle rivayet edilir: "İbn-i Abbas'a kadınları mut’a nikâhı yapmak meselesi soruldu. O da bunun caiz olduğunu söyledi. Fakat kölesi kendisine; 'Bu nikâh, kadınların kıt ve erkeklerle ilgili şartların zor olduğu günler için serbest bırakıldı.' deyince, 'Evet öyledir' dedi." (c.7, s.16, Beyrut baskısı)
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Beyhaki Ömer'den şöyle rivayet eder: "Ömer bir hitabesinde şöyle dedi: Nasıl olur da bazı erkekler mut’a nikâhı yapıyor? Oysa Peygamberimiz bunu yasakladı. Bu nikâhı yapan biri bana getirilirse onu mutlaka recmederim." (c.2, s.141)
Yine aynı eserde İbn-i Ebu Şeybe, Ahmed ve Müslim Sebre'den şöyle rivayet ederler: "Peygamberimizin Kâbe'nin rüknü ile kapısı arasında ayakta şöyle dediğini gördüm: Ey insanlar, ben mut’a nikâhı yapmanıza izin vermiştim. Haberiniz olsun ki, Allah onu kıyamet gününe kadar haram kıldı. Kimin mut’a nikâhlısı varsa onu salıversin. Onlara verdiğiniz ücretten hiçbir şey geri almayın." (c.2, s.140)
Yine aynı eserde, İbn-i Ebu Şeybe, Hasan'dan şöyle rivayet eder: "Allah'a andolsun, mut’a sadece üç gün için uygulandı. Resulullah bu hususta onlara izin vermişti. Ne üç gün öncesinde, ne de sonrasında böyle bir şey yoktu."
Sahabe ve Müfessir Olan Tabiinden Mut’anın Caiz Olduğunu Savunanların Görüşünü Bildiren Hadislerden Örnekler
Tefsir-ut Taberi'de, Mucahid'in "O hâlde, ne zaman onlarla..." ayetinde mut’a nikâhının kastedildiğini söylediği yer alır. (c.5, s.9)
Yine aynı eserde Süddi şöyle diyor: "Bu ayette mut’a nikâhı kastediliyor. Bu nikâh şöyledir: Erkek, kadını belirli bir süre şartı ile nikâhlar. Bu süre sona erince erkek kadına artık dokunamaz. Kadının o erkekle ilişkisi bitmiş olur. Kadın, rahmini ondan temizlemesi yani iddet beklemesi gerekir. Bunların arasında miras yoktur. Yani bu erkek ve kadın birbirinin mirasçısı olamazlar." (c.5, s.9)
Sahih-i Buhari ile Sahih-i Müslim'de ve ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Abdurrezzak ve İbn-i Ebu Şeybe İbn-i Mesud'dan şöyle rivayet ederler: "Bizler Resulullah (s.a.a) ile birlikte savaştaydık. Eşlerimiz yanımızda yoktu. Peygamberimize 'Kendimizi kısırlaştıralım mı?' diye sorduk. Peygamber bizi bu işten sakındırdı. Bir kadınla elbise karşılığında belirli bir süre için evlenmemize izin verdi." Daha sonra Abdullah b. Mesud şunu ekledi: "Yüce Allah 'Ey müminler, Allah'ın size helâl kıldığı temiz şeyleri haram ilan etmeyin.' buyuruyor." (ed-Dürr-ül Mensûr, c.2, s.140. Sahih-i Buhari, c.7, s.4-5. Sahih-i Müslim, c.9, s.182)
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde İbn-i Ebu Şeybe Nafi'den şöyle rivayet eder: "İbn-i Ömer'e mut’a nikâhı meselesi soruldu. İbn-i Ömer 'haramdır' dedi. Kendisine 'İbn-i Abbas buna fetva veriyor' dediler. İbn-i Ömer; 'Onu Ömer zamanında ağzına alsaydı ya' dedi." (c.2, s.141)
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde İbn-i Münzir, Taberani ve Beyhaki Said b. Cubeyr kanalıyla şöyle rivayet ederler: "İbn-i Abbas'a dedim ki: 'Ne yaptın. Bütün atlılar senin fetvanı etrafa dağıttı. Hakkında şiirler yazıldı.' Bana 'Şairler ne dediler?' diye sordu. Kendisine 'şöyle dediler' diye cevap verdim:
"Şeyhe meclisi uzayınca derim ki: / Dostum, İbn-i Abbas'ın fetvasına ne dersin? / Cinsel ilişki serbestliğinde üns tutacak kadına var mısın? / İnsanlar gelinceye kadar sana yataklık etsin."
Bunun üzerine İbn-i Abbas şöyle dedi: "İnna lillahi ve inna ileyhi raciun! (Hepimiz Allah'tanız ve hepimiz O'na dönücüleriz.) Hayır. Vallahi ben buna fetva vermedim. Bunu kastetmedim. Ben mut’a nikâhını çaresiz durumda olanlar için helâl ilan ettim. Yüce Allah ölü etinin, kanın ve domuz etinin ne kadarını helâl kıldı ise, ben de mut’a nikâhının o kadarını helâl ilan ettim." (c.2, s.141)
Yine aynı eserde İbn-i Münzir, Şerid'in azat edilmiş kölesi Am-mar'dan şöyle rivayet eder: "İbn-i Abbas'a mut’anın fuhuş mu, yoksa nikâh mı olduğunu sordum. 'Ne fuhuştur, ne de nikâh' dedi. 'Peki nedir?' diye sordum. 'Yüce Allah'ın dediği gibi, mut’adır' dedi. 'Kadının iddet beklemesi gerekir mi?' dedim. 'Mut’a yapan kadının iddeti bir ay-başı dönemidir.' dedi. 'Mut’a yapanlar birbirlerine mirasçı olurlar mı?' dedim. 'Hayır, olmazlar' dedi." (c.2, s.141)
Yine aynı eserde Ata kanalıyla İbn-i Münzir ve Abdurrezzak İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Allah Ömer'e rahmet etsin. Mut’a nikâhı, yüce Allah'ın Muhammed ümmetine rahmeti idi. Eğer onu yasaklamasaydı, kötü kimse dışında hiç kimse zina yapmaya muhtaç olmazdı. O, Nisâ suresindeki 'O hâlde, ne zaman onlarla mut’a nikâhı yaptınızsa...' ayetine dayanıyor. Yani şu sürenin sonuna kadar şu ücretle kendilerinden yararlandığınız kadınlar demektir. Mut’a nikâhı yapan çift birbirinin mirasçısı olamaz. Süre dolduktan sonra eğer yeniden süre uzatmayı uygun görürlerse ne âlâ. Eğer ayrılırlarsa ne güzel. Aralarında nikâh bağı yoktur." Bu rivayeti nakleden Ata, 'İbn-i Ab-bas'tan, şimdi de mut’ayı helâl gördüğünü duymuşum' dedi." (c.2, s.141)
Tefsir-ut Taberi'de Hakem'den -ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde ise aynı rivayet Abdurrezzak'tan ve Nasih adlı eserinde Ebu Davud'dan- şöyle rivayet edilir: "Hakem'den bu ayetin mensuh olup olmadığı soruldu. 'Hayır, mensuh değil' dedi. Hz. Ali ise, 'Eğer Ömer mut’a nikâhını yasaklamasaydı, kötü kimseden başka hiç kimse zina yapmazdı' buyurdu." (Taberi, c.5, s.9. ed-Dürr-ül Mensûr, c.2, s.140)
Ömer'in Mut’ayı Yasakladığını İfade Eden Rivayetlerden Örnekler
Sahih-i Müslim'de Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet edilir: "Biz gerek Peygamberimizin günlerinde, gerekse Ebu Bekir döneminde bir avuç hurma veya un karşılığında mut’a nikâhı yapardık. Bu uygulama Amr b. Hurays olayı üzerine Ömer'in bu nikâhı yasaklamasına kadar devam etti." (c.9, s.183)
Ben derim ki: Bu rivayet, İbn-i Esir'in Cami-ul Usûl (c.16, s.135), İbn-i Kayyım'ın Zad-ul Mead (c.2, s.205), İbn-i Hacer'in Feth-ul Bari (c.9, s.166-167) ve Muttaki'nin Kenz-ül Ümmal (c.16, s.523) adlı eserlerinde nakledilmiştir.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Malik ve Abdurrezzak, Urve b. Zu-beyr'den şöyle rivayet ederler: "Hule bint-i Hakîm adında bir kadın Ömer'in yanına girerek Rabia b. Ümeyye'nin doğurganlık çağında bir kadınla mut’a yaptığını ve kadının ondan hamile kaldığını haber verdi. Ömer, öfkesinden abası yerlerde sürüklenerek dışarı çıktı ve 'Bu o mut’adır. Eğer daha önce haber verseydin onu recmettirirdim' dedi." (c.2, s.141)
Ben derim ki: Bu rivayeti, Şafiî el-Ümm adlı eserde ve Beyhaki Sunen-i Kübra (c.7, s.206) adlı eserde nakletmişlerdir.
Kenz-ül Ümmal adlı eserde Süleyman b. Yesar'dan o da Hayseme'nin kızı Ümmü Abdullah'tan şöyle rivayet edilir: "Bir adam Şam'dan Medine'ye geldi ve bana misafir oldu. Bir gün bana 'Bekârlıktan sıkıldım. Bana bir kadın bul, onunla mut’a nikâhı yapayım' dedi. Ben de ona bir kadın buldum. Aralarında şartlaştılar ve adil şahitler huzurunda anlaştılar. Adam kadınla Allah'ın istediği bir süre beraber oldu. Sonra Medine'den ayrıldı. Ömer bu olaydan haberdar olunca birini göndererek bana bu olayın aslı olup olmadığını sordu. Ben de 'evet' dedim. 'Bir daha geldiğinde bana haber ver' dedi. Adam tekrar gelince Ömer'e haber verdim. O da birini göndererek adama 'Niçin bu işi yaptın?' diye sordu. Adam Ömer'e şu cevabı verdi: 'Ben bu işi Peygamberimizin (s.a.a) zamanında yaptım. O vefat edinceye kadar bunu bize yasaklamadı. Arkasından Ebu Bekir'in döneminde aynı şeyi yaptım. O da ölünceye kadar bize bunu yasaklamadı. Sonra senin zamanında aynı işi yaptım. Bize bunu yasaklama konusunda bir söz söylemedin.' Bunun üzerine Ömer adama şöyle dedi: Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ediyorum ki, eğer bu işi yasakladığımı bilerek yapmış olsaydın seni recmederdim. Nikâh ile fuhşun birbirinden ayırt edilmesini sağlayacak şekilde açık bir tutum takının." [Yani mut’anın fuhuşla açık bir farkı yoktur.] (c.16, s.522)
Sahih-i Müslim'de ve Müsned-i Ahmed'de Ata'dan şöyle rivayet edilir: "Cabir b. Abdullah umreden dönmüştü. Ziyaret için evine gittik. Halk ona çeşitli sorular sordu. Sonra sözü mut’a nikâhına getirdiler. Cabir 'Biz Peygamberimiz, Ebu Bekir ve Ömer zamanında mut’a nikâhı yaptık' dedi." Ahmed-i Hanbel'in rivayetinde onun şu sözlerine de yer verilmiştir: "Ömer'in (r.a) halifeliğinin sonlarına kadar bu böyle devam etti." (Müslim, c.9, s.183. Müsned, c.3, s.380)
Sünen-i Beyhaki'den Nafi'in Abdullah b. Ömer'den şöyle rivayet ettiği nakledilir: "Abdullah b. Ömer'e mut’a nikâhı meselesini sordular. O da şöyle dedi: Bu haramdır. Ömer b. Hattab (r.a) eğer böyle bir nikâh yapmış birini ele geçirmiş olsa onu taşlarla recmederdi." (c.2, s.206)
İbn-i Cevzi'nin Mir'at-uz Zaman adlı eserinden şöyle nakledilir: "Ömer şöyle diyor: Vallahi, eğer mut’ayı mubah gören biri bana getirilseydi, onu recmederdim."
İbn-i Rüşd'ün Bidayet-ül Müçtehid adlı eserinde Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet edilir: "Biz Resulullah'ın (s.a.a) zamanında, Ebu Bekir'in döneminde ve Ömer'in halifelik döneminin ilk yarısında mut’a nikâhını uyguladık. Sonra Ömer bunu halka yasakladı." (c.2, s.63)
el-İsabet adlı eserde İbn-i Kelbi şöyle rivayet eder: "Seleme b. Ümeyye b. Halef Cumahi, Hâkim b. Ümeyye b. Avkas-ı Eslemi'nin azat edilmiş cariyesi Selma ile mut’a evliliği yaptı. Selma, Seleme'ye çocuk verdi. Fakat Seleme çocuğun babası olduğunu kabul etmedi. Ömer bu olaydan haberdar olunca mut’a nikâhını yasakladı." (c.2, s.63)
Zad-ul Mead adlı eserde Eyyub'tan şöyle rivayet edilir: "Urve, İbn-i Abbas'a 'Allah'tan korkmuyor musun da mut’a nikâhını mubah ilan ediyorsun?' dedi. İbn-i Abbas: 'Ey Urvecik, anana sor' dedi. Urve, 'Ama Ebu Bekir ve Ömer mut’a nikâhı yapmadılar.' dedi. İbn-i Abbas şu cevabı verdi: Vallahi, Allah'ın azabına uğramadıkça bu tutumu bırakmayacağınızı görüyorum. Ben size Peygamberden (s.a.a) söz ediyorum. Siz bana Ebu Bekir'den ve Ömer'den bahsediyorsunuz." (c.1, s.257)
Ben derim ki: Bu rivayette sözü edilen Urve'nin anası Ebu Bekir'in kızı Esma'dır. Bu kadın Zubeyr b. Avam ile mut’a evliliği yaptı ve bu evlilikten Abdullah b. Zubeyr ile Urve adlarında iki çocuğu oldu.
Rağıb'ın Muhadarat adlı eserinde şöyle deniyor: "Abdullah b. Zubeyr, Abdullah b. Abbas'ı mut’a nikâhını helâl saydığı gerekçesi ile kınayınca Abdullah b. Abbas, kendisine: 'Anana sor bakalım, babanla arasındaki ocak nasıl tüttü?' dedi. Abdullah b. Zübeyr de bu meseleyi anasına sorunca anası 'Seni mut’a evliliğinde doğurdum' dedi."
Sahih-i Müslim'de Müslim-ul Kura'dan şöyle rivayet edilir: "İbn-i Abbas'a mut’a nikâhı meselesini sordum. Onun mubah olduğunu söyledi. İbn-i Zubeyr bunun yasak olduğunu söylüyordu. İbn-i Abbas 'İşte İbn-i Zubeyr'in anası. O, Peygamberin buna izin verdiğini söylüyor. Yanına gidip kendisine sorun' dedi." Müslim-ul Kura diyor ki: "İbn-i Zubeyr'in anasının yanına gittik. Kadın iri yarı ve kördü. Bize Resulullah'ın (s.a.a) mut’a nikâhına izin verdiğini söyledi."
Ben derim ki: Anlatılan olay gösteriyor ki, kadından mut’a-i hac ile ilgili mut’a değil, mut’a-i nisâ=kadınlarla ilgili mut’a sorulmuştu. Ayrıca başka rivayetler de buna açıklık getiriyor.
Sahih-i Müslim'de Ebu Nadra'dan şöyle rivayet edilir: "Bir defasında Cabir b. Abdullah'ın yanındaydım. Biri geldi ve dedi ki, İbn-i Abbas ile İbn-i Zubeyr hac mut’ası ile mut’a nikâhı konusunda ayrılığa düştüler. Bunun üzerine Cabir şöyle dedi: Resulullah'ın (s.a.a) döneminde her ikisini de yaptık. Fakat sonra Ömer ikisini de yasakladı ve bir daha onları yapmadık." (c.8, s.233)
Ben derim ki: Nakledildiğine göre bu rivayeti Beyhaki de Sünen-ül Kübra adlı eserinde rivayet etmiştir. (c.2, s.206) Bu anlam Sahih-i Müslim'in üç yerinde de farklı ifadelerle nakledilmiştir. Bu rivayetlerin birinde de şöyle deniyor: Cabir diyor ki; Ömer ayağa kalkınca şunları söyledi: "Yüce Allah, Peygamberine istediğini, istediği ölçüde helâl kılmıştı. Haccı ve umreyi Allah'ın emrettiği gibi yapın. Kadınlarla mut’a evliliği yapmaktan vazgeçin. Eğer bir kadınla süreye bağlı evlilik yapan biri bana getirilirse onu recmederim."
Bu içerik Beyhaki'nin Sünen adlı eserinde (c.2, s.206), Cessas'ın Ahkam-ul Kur'an adlı eserinde (c.2, s.147), Kenz-ül Ümmal'de (c.16, s.521), ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Razi'nin el-Kebir tefsirinde ve Tayalisi'nin Müsned adlı eserinde yer almıştır.
Tefsir-ul Kurtubi'de Ömer'in bir hutbesinde şöyle dediği yer alır: "İki mut’a var ki, bunlar Peygamber zamanında serbestti. Fakat ben onları yasaklıyor ve yapanları cezalandırırım. Bunlar mut’a-i hac ve mut’a-i nisâdır." (c.2, s.392)
Ben derim ki: Ömer'in bu hutbesini bütün nakilciler kabul ediyor. Onu hiçbir şüpheye düşmeksizin nakletmişlerdir. Nitekim el-Kebir tefsirinde, el-Beyan vet-Tebyin tefsirinde, Zad-ul Mead'da, Ahkam-ul Kur'an'da yer almış ve Taberi, İbn-i Asakir ve başkaları bunu nakletmişlerdir.
Taberi'nin "Müstebin" adlı eserinden Ömer'in şöyle dediği nakledilir: "Üç şey Resulullah'ın (s.a.a) döneminde uygulanıyordu; ancak ben onları haram kılıyor ve yapanları cezalandırırım. Bunlar: Mut’a-i hac, mut'a-i nisâ ve ezanda 'hayye alâ hayr-il amel' denilmesidir."
Tarih-i Taberi'de İmrân b. Sevade'den şöyle nakledilir: "Sabah namazını Ömer'in arkasında kıldım. Subhane (İsrâ suresi) ile bir sure daha okudu. Sonra namazdan kalktı. Ben de onunla birlikte kalktım. 'Bir isteğin mi var' dedi. 'Evet, bir isteğim var' dedim. 'Peşimden gel' dedi. Peşinden gittim. İçeriye girince beni de içeri aldı. Yüzü olmayan bir tahta ve sedirin üzerine oturdu. 'Sana nasihat etmeye geldim' dedim. 'Sabah gelsin, akşam gelsin, nasihate gelen hoş geldi' dedi. 'Halk seni dört konuda ayıplıyor' dedim. Elindeki sopanın baş tarafını çenesine ve alt ucunu dizlerine dayayarak: 'Haydi söyle' dedi. 'Söylediklerine göre, hac aylarında umre yapmayı yasakladın. Bunu (yasağı) ne Peygamber (s.a.a), ne de Ebu Bekir (r.a) yapmadı. Bu helâldir.' dedim. Bana şu karşılığı verdi: 'Acaba helâl midir? Eğer insanlar hac aylarında umre yaparlarsa, onu haccın yerine geçmiş görürler. O zaman Mekke, civcivi dışarı çıkmış yumurta kabuğu gibi boş kalır. İnsanlar hacdan geri kalırlar. Oysa hac Allah'ın bağışladığı bir değerdir. Benim kararım doğrudur.'
Kendisine 'Söylendiğine göre, mut’a nikâhını yasakladın. Oysa Allah'ın bağışladığı bir kolaylıktı. Bir avuç karşılığında kadınlardan yararlanıyor, sonra onlardan ayrılıyorduk.' dedim. Bana şöyle dedi: 'Peygamber mut’a evliliğini zaruret döneminde serbest bıraktı. Sonra insanlar genişliğe kavuştular. Sonra baktım ki, bu evliliği bir kere yapan Müslüman tekrar yapıyor. Şimdi isteyen bir avuç karşılığında evlenir, sonra da boşamak suretiyle ayrılır. Benim kararım doğrudur.'
Kendisine 'Hamile bir cariyenin doğum yapar yapmaz azat olacağına, ayrıca efendisinin azat etmesine gerek kalmayacağına karar verdin.' dedim. Bana 'Doğan çocuğun hürmetine (ki azattır) annesinin hürmetini ekledim. Sadece hayır yapmak istedim. Eğer yanlış karar verdim ise Allah'tan af diliyorum' dedi. Kendisine 'Halk senin sertliğinden şikâyetçidir' dedim. Dayandığı sopayı kaldırıp ucuna kadar sıvazladıktan sonra şöyle dedi: "Ben Muhammed'in (s.a.a) arkadaşı idim. -Karkarat-ül Keder seferinde onun yanı başında idi.- Vallahi, ben devesi tam suya kansın diye onu serbest bırakan bir çoban gibiyim. Yoldan sapanları yola döndürürüm. Mütecavizlere hadlerini bildiririm. Onları elimden geldiği kadar terbiye eder, elimden geldiğince yola getiririm. Çok bağırır-çağırırım, ama az vururum. Sopamı kaldırırım, ama elimle vururum. Eğer başka türlü davranırsam ipin ucunu kaçırır, halkı ihmal etmiş olurum."
Muaviye'ye bu konuşmayı aktardıklarında, 'Vallahi, Ömer halkı nasıl idare edeceğini bilir' dedi." (c.4, s.225, Mısır, Dar-ul Maarif baskısı)
Ben derim ki: Bu rivayeti, İbn-i Ebu'l Hadid Şerh-i Nehc-ul Belağa adlı eserinde İbn-i Kuteybe'den aktarmıştır. (c.12, s.121, Dar-ul Kütüb-il İslamiye baskısı)
Devam edecek…
İmâm Cafer Sâdık'ın (as) Açısından Hacc
İmâm Cafer Sâdık (a.s) bir rivâyete göre Haccın sır ve inceliklerini şöyle beyân etmektedir;
İmâm Cafer Sâdık (a.s) bir rivâyete göre Haccın sır ve inceliklerini şöyle beyân etmektedir;
1. Hacca gitmeye niyet ettiğin zaman, hareketten önce kalbini Allâh için her türlü dünyevî iş, perde ve engelden temizle.
2. Bütün işlerini yaratana havâle et.
3. Bütün işlerinde hareket ve sükûnet ile Allâh’a tevekkül et.
4. İlâhî kazâ ve kadere boyun eğ.
5. Dünyâyı ve rahatlığı bırak.
6. İnsanların senin boynunda olan haklarını edâ et.
7. Yol arkadaşlarının yanlarında getirdikleri azığa, kendi malına, gençliğe ve gücüne güvenme. Bunların, senin düşmanın ve azâbın olmasından kork. Çünkü bir kimse Allâh’ın rızâsını iddia edip de Allâh’tan başka bir şeye güvenirse, o şey onun düşmanı ve azâbı oluverir. İlâhî yardım olmaksızın Allâh’tan başka hiç bir şeyin güç ve kudretinin olmadığını bil.
8. Bir daha geri dönmeyecekmiş gibi kendini o yolculuğa hazırla.
9. Yol arkadaşlarınla iyi geçin.
10. İlâhî farzlara ve Hz. Resûlullâh’ın (a.s) sünnetlerine riâyet et.
11. Sana farz olan her şeye riayet et; yani edepli olmak, tahammül etmek, sabırlı olmak, şükretmek, kardeşlerine muhabbet ve sevgi göstermek, cömertlik ve mal ihsânında bulunmak gibi.
12. Daha sonra tevbe suyu ile gusül et ve kendini bütün günahlardan temizle, arındır.
13. Sıdk, safâ, huzu ve huşû elbiselerini giy.
14. Allâh’ı hatırlamaktan, Allâh’a ibâdet etmekten seni uzaklaştıran her şeyi kendine haram kıl.
15. Temiz, hâlis ve tezkiye olmuş bir cevapla ilâhî çağrıya “Lebbeyk” de. Kuvvetli ilâhî ipe sımsıkı sarıl.
16. Beytullâh’ın etrâfını tavaf eden Müslüman’lara bedeninle katıldığın gibi, Arş’ın etrafını tavaf eden meleklere de kalbinle katıl.
17. Nefsânîlikten, hevâ ve heveslere kapılmaktan sakın ve kendini onlardan uzak tut.
18. Mina’ya doğru hareket etmekle gafletten ve haktan ayrılmaktan sakınmış ol.
19. Allâh katında Allâh’ın birliğine dâir ahdini yenile.
20. Kalbinle Allâh’a yaklaş.
21. Müzdelife’de takva kazanmaya bak.
22. Arafat dağının tepesine gittiğinde rûhunla Allâh’ın huzûruna yüksel.
23. Kurban kestiğin zaman, hevâ, heves ve tamah boğazını kes.
24. Cemreleri taşladığında, şehvetleri, alçaklığı, kötü ve çirkin işleri kendinden uzaklaştır.
25. Başını tıraş etmekle bâtınî ve zâhirî ayıpları, kötü sıfatları terket.
26. Harem’e girmekle, Allâh’ın emânına ve ilâhî gölgeye girdiğini düşün.
27. Beytullâhü’l Harâm’ı, Beyt’in sahibine saygı ve O’nun ma’rifet ve celâli hakkı için ziyâret et.
28. Hacerü’l Esved’e el sürdüğünde Allâh’ın azameti karşısında huşû içinde ol.
29. Vedâ tavafı ile Allâh’tan gayrı her şeye vedâ et.
30. Safâ ve Merve’de kendi benlik ve vasıflarından geçerek kendini Allâh’ın karşısında geçenlerden eyle.
31. Hac amelleri; başlangıcından sonuna kadar akıllılar ve düşünebilenler için, ölüme, mezara, mezardan kalkmaya ve kıyâmete-haşr’e işârettir.[1]
[1] Mesabihü’ş Şeria: Bab: 21. B. Azar Şirazi: İslâm’ın büyük ibâdî-siyâsî kongresi: sh: 54-57
Emperyalizm ve Siyonizm’den Daha Tehlikeli.” Şii’lik”
Allah'ın adıyla
Gün geçmez ki Türkiye’de şia hakkında bir yazı çıkmasın. Bu haberler çok nadiren kardeşliğe vurgu yapan yazılardan ibaret olur. Geneli şia’ya ya iftira yada Müslümanların gözünde itibarsızlaştırma çabası içerisinde olan yazılar olur. Şaşılacak şey ise bu karalama ve iftiralara rağmen hiçbir şia ne buna karşı bir tedbir alır nede o düşüncedeki insanların yaptığı işin aynısını görüp onlara aynı üslupla karşılık verir. Bunlara gerek bile görmez
Bu konudaki fikrim şu: şia mektebinde atılan her adım emin adımlardır. Gelecekte yok olma korkusu yoktur, ne bu mektep yok olur, nede sen mektebin içinden yok olursun, mektebe sevdalıysan eğer
Sadece bu mektep içindeki çürükleri hiç kimseye ihtiyaç duymadan kendisi dışarıya atar, o kadar
“özellikle kendisini muhafazakar tanıtan” yazar çizerler yollarından, mekteplerinden endişe mi duyuyorlar? Bilinmez ama bir telaşa kapılmış sağa sola “pardon şia’ya saldırıyorlar” sanki bugün bütün sünni kardeşlerimiz şia olacakmış gibi. Kendilerince tedbir alıyorlar. Bu tedbiri delil sunarak ispat ederek yapabilseler kimsenin bir kelime söz söyleme hakkı yoktur bunlara, ama iş öyle değil karalama, iftira, yalan, dolan, ve halkın gözünde saygınlığı kırmaya kadar gidiyor bu tedbir, adaletsizce,insafsızcahemde acımasızca.
Bunun bir örneği yeni bir kitap yazan Today’s Zaman Gazetesi genel yayın yönetmeni Dr Bülent Keneş kitabında görüyoruz, kitabının bir bölümünde şöyle söylüyor. (bu sözleri zaman gazetesine röportajında da söyledi)
Şii yayılmacılığı için Tehdit vurgusu yapacak olursak bu tehdidin diğerlerinden farklı olduğunun altını çizmek gerek. Amerikan emperyalizmi ya da İsrail'in ülkeye nüfuzu gibi tehditlerden farklı olarak daha sinsi, belirsiz, gizli ve dostluk vurgusunun hâkim olduğu bir tehdit. Bu yayılmacılığa karşı teyakkuz haline geçememe durumu var. Düşman ya da tehdit olarak görülmediği için tehdidin derinliği fazla.
Today's Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Dr. Bülent Keneş
Keneş şia yayılmacılığının Emperyalizm Siyonizm gibi olmadığını daha da tehlikeli bir şekilde sinsice gizli dostluk (takiyye olsa gerek) şeklinde saklandığını ve bunun için düşmanlığın farkedilmediğini söylüyor “çünkü uzattığımız her kardeş eline takiyye deyip bize inanmadılar”
Hüseyin Tugay
İran istihbaratından İsrail bağlantılı örgüte darbe
İran istihbarat servisinin ana üssü bir bölge ülkesinde bulunan İsrail bağlantılı bir terör şebekesini çökerttiği açıklandı.
Fars haber ajansının bildirdiğine göre İran İstihbarat Bakanlığı yazılı bir açıklamada bulunarak İsrail bağlantılı büyük bir terör şebekesinin üyelerinin yakalandığını ve İsrail’in bir bölge ülkesindeki üssünün belirlenerek üssün asli elamanlarının deşifre edildiğini belirtti.
İran İstihbarat Bakanlığından yapılan açıklamada bazı sınır bölgelerinde ve merkezi kentlerde aylar süren istihbarat çalışması sonucunda eylem hazırlığında olan İsrail’e bağlı terör ve sabotaj şebekesinin üyelerinin yakalandığı ifade edildi.
Yakalanan kişilerle birlikte patlamaya hazır tahrip gücü son derece yüksek bombalar, otomatik silahlar, susturuculu tabancalar askeri iletişim teçhizatları ele geçirildiği bildirildi.
İran İstihbarat bakanlığından yapılan açıklamada yakalanan teröristlerin sayısının, üstlendikleri görevlerin, ortaya çıkarılan araçlarının ve İsrail’in deşifre edilen bölge üssünün yerinin açıklanmasının güvenlik gerekçeleriyle daha sonraya bırakıldığı belirtildi.
Amerika BAE'ye "Radar ve Füze Kalkanı" kuruyor
Amerika Birleşik Arap Emirlikleri'nde de füze kalkanı sattı.
Birleşik Arap Emirlikleri basında çıkan haberleri doğrulayarak El Dahra hava üssüne kurulacak Radar ve Füze sistemi Kürecik'teki radar sisteminin aynısı ve THAAD füzeleri olduğunu teyit etti.
Amerika, Birleşik Arap Emirliklerine de aynen Kürecikt'eki gibi bir radar ve THAAD füze bataryaları kuruyor.
Sistem bu ülkedeki El Dahra hava üssüne kuruluyor.
Bu üste 380. Amerikan hava saldırı filosu da bulunuyor.
Bu kurulan THAAD yüksek irtifa hava savunma sisteminin satışı 2007'de gerçekleşti geçen Aralık ayında onaylandı. Şu an kurulum aşamasında.
İran'ın olası balistik füze saldırısından korunmak için satılan sistem, 1 AN/TPY-2 radarı, 114 füze ve 6 fırlatma rampasından oluşuyor.
Sistemin aslında İsrail'i korumak için kurulduğu, parasının Birleşik Arap Emirliklerinden alındığı iddia ediliyor.
Nitekim bugün bir açıklaması yayınlanan İran hava ve uzay savunma komutanı Tuğgeneral Emir Hacızade bu iddiada bulundu.
Bağımsız kaynaklara göre bu füzeler hem Amerikan üssünü hem de üssün bulunduğu ülkeyi korumak için tasarlanmıştır. İsrail'in de O Füzeleri tercih etmesi boşuna değil.
THAAD Balistik füzeleri hakkında kısa bilgi
THAAD Balistik füzeleri hedefi vurmadan imha etmek için geliştirilen bir sistemdir
THAAD (Terminal High Altitude Area Defense) Bu sistem, başlangıçta Scud benzeri füzeleri vurmak için tasarlandı.
Ancak daha sonra Kıtalararası Balistik füzeleri vurmak için de geliştirildi.
Bu füzelerin en önemli özelliği, diğer füzelerdeki gibi patlayıcı taşıyan bir başlık yoktur.
Yaklaşan balistik füze terminal fazda (3. aşama) iken fiziki olarak çarpar (kinetik enerji) ve hedef füzeyi imha eder.
Füze sisteminin radarı, hedef füzeyi 1000 km uzakta iken saptar ilgili bilgileri füzenin hafızasına yükler ve fırlatır.
Sistemi Lockheed Martin geliştirdi. Ancak sistemin üretiminde Amerikanın belli başlı silah üreten fürmların çoğu rol aldı. Bunlar; Raytheon, Boeing, Aerojet, Rocketdyne, Honeywell, BAE Systems, and MiltonCAT gibi geniş çaplı savunma sanayii şirketleri...
THAAD'ın geliştirlmesine 1987 yılında başlandı. halen testler sürüyor son halini alması 2012'yi bulacak.
Füzenin ağırlığı 900 kg, uzunluğu 6.17m, çevresi 34 cm, menzili ise 200 km hızı 2800m/s.