
کارگر
İran Düşmanlığını Körükleyen İslamcılar!
Bismillah
Suriye’de başını ABD’nin çektiği Batı emperyalizmi ile bölgedeki müttefiklerinin gizli ve aşikar desteğinde savaşan rejim muhalifleri ve teror örgütleri karşısında Suriye rejiminin ne kadar daha direneceğini kestirmek zordur. Halk desteği olmasaydı şimdiye kadar bile onlarca ülkenin hücumuna uğramış Suriye gibi bir ülkenin muhalifler karşısında direnmesi imkansızdı.
Suriye rejiminin bunca baskıya daha ne kadar dayanacağı üzerinde bir takım tahminler yürütüle dursun ABD komutanlığında oluşturulan saldırgan cephe karşısında çok az ülke uzun sure direnebilir. Ancak bu çöküş halk desteğini yitirdiği veya muhaliflerin halk desteğini kazandığı anlamını doğurmaz. Hatta muhalifleri olmasa bile bu kadar hassas dengeler üzerine kurulu bir rejimin bunca dış baskı karşısında ayakta kalması mümkün değildir ve aksi gerçekleşirse mücize olur.
Mevcut rejim çökerse sebebi muhaliflerin mevcut rejimden daha meşru, daha haklı ve daha güçlü oldukları için değil, mevcut rejimin küresel egemen güçlerin geniş çaplı, çok yönlü saldırılarına, komplolarına uzun süre dayanabilecek takati yetemiyeceği içindir. Öte yandan birçok açıdan çevredeki kukla rejimlerle kıyaslandığında daha üstün olmakla birlikte Suriye rejimi de ilahi ölçülere vurulduğunda meşruiyet bakımından bölgedeki öteki beşeri sistemlerden farklı değildir.
Suriye’de rejimin dağıtılması orada istikrarlı bir hükümet kurulacağı olarak algılanmamalıdır. Suriye ve doğal olarak bölge Türkiye’de AKP hükümeti ve yandaşlarının beklentilerinin aksine daha derin krizlerle, karışıklıklarla yüz yüze gelecektir. Çünkü kan, katliam ve cinayetle gelenlerin huzur sağlaması ve halka özgürlük, bağımsızlık sunmaları eşyanın tabiatına aykırıdır. Çünkü asıl oyun kurucuların Suriye’ye barış, huzur ve özgürlük getirme diye bir kaygıları yoktur. Onlar–İsrail’in varlığı ve güvenliğini korumak olan- kendi planlarını uygulamaya koyacaklardır ve Suriye’de nüfuz alanı kazanmak hayaliyle çırpınan taşeronlar ise argo deyimle havalarını alacak, hayal ettikleri nüfuz alanına asla kavuşamıyacaklardır.
Suriye’de rejimin, uluslararası emperyalizmin güdümündeki güçler karşısındaki direnişi uzadıkça karşı cephedekiler ve onların Türkiye medyasındaki müdafileri de durmadan hırçınlaşmakta, hırçınlaştıkça asabileşmekte, asabileştikçe başarısızlığın suçunu başkalarına, açık bir ifadeyle İran’ın üzerine yıkmak için bir birleriyle yarışmaktadırlar. Hatta bu yönde o kadar aşırı gitmektedirler ki, siyonist rejimin İran aleyhindeki psikolojik savaş haberlerini manşetlerden duyurmaktadırlar.
Burada küresel siyonizmin hizmetindekimedya kuruluşları ve kiralık kalemlere deyinmeye gerek bile yoktur, bunları herkes tanıyor, ve yine Batı emperyalizminin teknolojik üstünlüğü dinine inanan sözde İslamcılara da bir diyeceğimiz olmaz. Onlar Amerikancı İslamın temsilciliğinden rahatsız da değiller zaten. Asıl içler acısı olan İslamcılık iddiasındaki ilkesizler veya kendilerini başkalarından daha ilkeli gören dünün devrimci İslamcıları ve bugünün iktidar yandaşı medya kurluşu ve kalemlerdir. Bunları genel bir kategoriye sokmak gerekirse en uygun tabir sanırım iktidarcı eski İslamcı kalemler deyimi olacaktır.
Bu kalemlerin ortak özelliği İran’a saldırırken AKP hükümetine uzaktan yakından toz kondurmamalarıdır. AKP hükümetinin daha Suriye’de hiç bir çatışma yokken sınıra çadırlar kurarak muhalifleri davet etmesine, NATO’yu Libya’da olduğu gibi Suriye’ye saldırmaya çağırmasına, sınıra kurulan kamplarda muhaliflere silahlı eğitim vermesine, dünyanın çeşitli yanlarındaki Suriyeli muhalifleri örgütlemek için Antalya’da, İstanbul’da ABD, Fransa ve İngiltere ile birlikte uluslararası konferanslar düzenlemesine, Libya ve Somali gibi Afrika ülkelerinden, Afganistan, Pakistan ve Arap ülkelerinden toplanıp getirilen binlerce deneyimli ölüm makinesi El- Kaide teröristlerinin Türkiye üzerinden Suriye içlerine sokulmasına vb nice müdahalelere asla ve ebeda değinmezler. Çünkü bu cenapların mektebinde, hedefe varmak için her yol mubahtır; Kanser tümürü İsrail’in baş destekleyicisi Büyük Şeytan ABD, İngiltere, Fransa ve dünyanın en ilkel rejimleri Suudiler ve Katar emirliği ile işbirliği yapılabilir, yardım alınabilir. Bu küresel şer ekseni uğursuz planlarında başarısız olunca ve Beşar Esad rejimini kısa sürede yıkamadıysa efendilerinin başarısızlığını örtbas edecek bir bahane veya bir günah keçisi bulmaya çalışırlar. Emperyalizmin baş düşmanı (Şii) İran bu iş için biçilmiş kaftandır, nasıl olsa Beşar Esad da Şiiliğin bir kolu Alevi/Nusayri kökenliydi ve Başbakan bile bu ülkeye yönelik aşırı iştahını tevil etmek için Nusayriliği her konuşmasında tekrarlayıp durmuyor muydu!
Bu sahada kalem oynatan kalemler saymakla bitmez, ama tanınmışlarından Mustafa Özcan, Abdurrahman Dilipak, Sedat Laçiner, Ahmet Varol ve Selahattin Eş sayılabilir. İran düşmanlığını yaymakta yarışan bu kalem erbabı arasında biri var ki ötekilerine göre daha dikkat çekmektedir; Selahattin Eş. Niçin mi?
Çünkü Selahattin Eş İslam İnkılabının çeşitli evrelerini merkezinde yakından izlemiş, inkılabın hedeflerini birinci ağızdan dinleme imkanı bulmuş,liderlerinden bazılarıyla yakından tanışmış, düşünceleriyle aşina olmuş, İnkılabın dayandığı inanç temellerini yazılı ve sözlü kaynaklardan öğrenebilmiş ve daha ilginci yıllarca İslam inkılabının hakkaniyetini anlayabildiği ölçüde savunmuş ve genç nesillere bu konuda referans bile olmuş biridir. Şimdi ise Suriye meselesi bahanesiyle İran’a karşı aralıksız kin ve düşmanlık tohumları eken kıtaya katılması ve diğerlerine bu konuda da referans olması bazı kesimlerce anlaşılır gibi değil. Ötekilerin İran karşıtlığı tarihten gelme bir takım reflekslere ve bilgi eksikliğine yorumlansa bile yıllarca İran’da yaşamış biri olarak bu arızalardan, iftiralardan, dar görüşlülükten ve hasetten arınmış olması beklenen Selahattin Eş’in takındığı tavırlar affedilecek gibi değil.
Selahattin Eş gibi İran’ı İslam İnkılabının zaferinden beri takip etme fırsatı bulmuş biri, bazı insani sebepler arkasına gizlenerek İslam İnkılabına ve İran’a acımasızca saldırılarda bulunabiliyorsa bu nimetlerden yoksun İslamcıların neler yapabileceklerini artık varın siz tahmin edin.
S.Eş’in son yazısını birlikte gözden geçirelim:
1- “Suriye Buhranı, nicelerimiz için, herkesin kendi cebhesinden bir turnusol kağıdı rolü de ifâ etti ve etmekte..”
Bu ifadelere katılmamak mümkün değil, gerçekten de Suriye meselesiyle birlikte herkes olaylara hangi meyyar ve kıstaslarla baktığını ortaya koydu. İslam’ın önerdiği meşruiyyet/şer’i olma konusu yeniden gündeme geldi. Daha bir süre öncesine kadar meşrû kabul edilenlerin yerini ben eksenli meşruiyyet anlayışı aldı. Asabiyet temel ilkelere tercih edildi ve bunu örtbas etmek için yavuz hırsız misali karşı taraf suçlanmaya başlandı ve... nihayet saflar netleşmeye başladı. Safların belirlenmesi için Bedir ve Uhud yeterli değildi Sıffıyn’ler gerekirdi ve Suriye günümüzde Sıffıyn rolünü ifa etmektedir. Çünkü hile, hokkabazlık, entrika, riya ve basiretsizlik Bedir’de değil Sıffıyn’de ortaya koyulmuştu. Hizbullah-İsrail savaşında Hizbullah’ın yanında yer almak hüner değil, Suriye fitnesinde Hizbullah’ın yanında yer alanlara ne mutlu. Hizbullah aynı Hizbullah’tır ne ilkelerinden vazgeçmiş ne de düşman karşısında geri adım atmıştır. Hizbullah’ın bağlı olduğu İnkılap da hakeza. Saflarını ayıranlar, inkılap treninden yarı yolda inenler geri dönüş yapmış, indikleri ternin camlarını taş yağmuruna tutmuş ve kendilerine yeni saflar bulmuşlardır. Ama İnkılap treni aynı rotasında İmam’ının kontrolünde sapmadan yoluna devam etmektedir.
2- “Suriye’de siyonist İsrail karşısında varolduğu sanılan Direniş Cebhesi’nin zayıflatılmaması adına, böyle bir çıkmaz’a sürüklenenlerimiz yüzünden, kendi içimizdeki cebheyi darmadağın ettik..”
Suriye’nin direniş cephesinde yer alıp almadığını nasıl tespit edeceğiz? Bunu tespit etmenin en kolay yolu direniş cephesinde bulunanlardan öğrenmek değil midir? Batı emperyalizminin temsilciliği konumundaki İsrail’e karşı son altı yıl içerisinde en çetin mücadeleyi veren Hizbullah ve Hamas’ı destekleyenler kimlerdir? İran ve Suriye’den başkası mıdır? 2006 Lübnan direnişinde Hizbullah’a silahlar yoksa Türkiye, Arabistan ve Katar’dan mı aktarıldı? 2008 Gazze direnişine silahlar yoksa Mısır’ın Mübarek rejimi tarafından mı verildi? Hamas’ın Filistin dışındaki merkez kadrosu Baasçı Suriye rejiminin başkenti Şam’dan başka bir yerde miydi? Hizbullah lideri Hasan Nasrallah daha bir kaç hafta öncesinde ve son Kudüs Günü konuşmasında bu şüphelere cevap mahiyetinde 2006 direnişi sırasında İsrail’e gönderdikleri füzelerin Suriye tarafından verildiğini söylemedi mi? Peki direnişi desteklemek nasıl oluyormuş?! Bugün Suriye hükümetini devirmek için ABD ile işbirliği yapanlar Filistin davasına geçmişte destek olmak bir yana direnişi kırmak için İsrail karşısında ya susmuş veya israil’e yardım etmemişler miydi?
Ama bizimkiler son zamanlarda ayrı bir bahane bulmuşlar; madem Suriye direniş cephesindedir Golan’ı geri almak için niçin harekete geçmiyormuş? Aslında bunun cevabının ne olduğunu başta soruyu yöneltenler olmak üzere bilmeyen yoktur. Bölgenin ve İslam dünyasının en büyük meselesinin askeri-ekonomik ve teknolojik açıdan üstün durumdaki Batı’nın işgalci İsrail’ın yanında olduğunu bilmeyen mi var? Golan tepelerinin ve işgal altındaki Filistin topraklarının geri alınmasının Batı’nın yenilmesi anlamına geldiğini bilmediğinizi mi söylemek istiyorsunuz, yoksa bu gibi demagojilerle zihinleri karıştırmayı mı amaçlıyorsunuz?
3- “Devletlerin maslahat ve menfaatleri bazen tersleşebilir, ama, bu terslikler üzerine, hemen, hem de itiqadî temeller üzerine suçlamalar yapılması, ne kadar sağlıklıdır? Rejimler, liderler gelir geçer, ama, bizi kardeş yapan inancımız ebediyete kadar sürecektir..”
Şimdi adama sormazlar mı bırakın itikadi temeller üzerine suçlamalar yapmayı saldırıya ortam hazırlamak için “Nusayri” kelimesini ağzından düşürmeyen başbakan ve şakşakçıları mı yoksa falanca İran sitesindeki yazının altına yazılan yorumlar mı?! Şimdiye kadar hangi İran’lı yetkilinin ağzından Suriye’deki rejimi Beşar Esad’ın mezhebinden dolayı destekliyoruz ifadesine rastladınız? Ama tezinizi ispatlamak için Muhsin Rızai’den bir dev ve kontrolündeki internet sitesinden büyük bir medya kuruluşu yarattığınız gibi köşede bucakta tanınmamış birinin bir sözünü de zavallıya bir ünvan bularak aktarabilirsiniz, çünkü nasıl olsa önemli olan muhatabı etkilemek değil midir?!
Tabnak sitesinde yayınlanan bir yazı altında hoşlanmadığınız yorumları aktarmak yerine kendi yazınız altında Şia ve İran düşmanlığında bir biriyle yarışan yorumcuların ifadelerine baksanız daha iyi olmaz mı?
4-Selahattin Eş’in yazılarında sık sık eleştirdiği konulardan biri de İran medyasının devlet kontrolünde olmasıdır. İran’da radyo televizyon kurumuyla bazı gazetelerin devletin- hükümetin değil-kontrolünde olduğu gerçektir. Ama medyanın topyekün devlet kontrolünde bulunduğu büyük bir iftiradır. Halihazırda İran’da onlarca gazete ve dergi özgürce bir şekilde bırakın cumhurbaşkanı, meclis başkanı, bakanlar ve diğer yetkililerin icraatlarını ve siyasetlerini şiddetli bir şekilde eleştirmeyi nizamın temel ilkeleri ve anayasa maddelerine kadar her şeyi serbestçe eleştirebilmektedirler. Suriye konusunda bile her gün çok sayıda eleştirel görüş yayınlanmaktadır. Falanca gazetenin Rehberin temsilcisi tarafından yönetildiği gibi kurnazlıklarla İran’da ifade özgürlüğü üzerine şüphe düşüren yazar Türkiye’de ana akım ve yandaş medyanın hükümetin kontrolü dışında hareket ettiğini veya edebileceğini mi iddia ediyor acaba?! Başbakan’ın hükümetin Suriye siyasetini eleştiren muhalif köşe yazarlarını hain kalemler olarak nitelediği üzerinden daha bir kaç hafta geçmemişken İran medyası konusundaki bu ifadeler muhatabı yanıltmak değil midir? İran’da İslam nizamının muhalifi yok değil, hatta fazladır bile, ama aynı muhalifler demek ki bizim iktidarcılar gibi Suriye’de oynanan oyunun farkına varmayacak kadar basiretsiz değillermiş.
5- İran medyasında son sıralarda Türkiye hükümetini Osmanlı’cılıkla suçlama ifadelerine gelince. Bu konu İran medyasından önce Türkiye medyasında aylardan beri tartşılmaktadır. Bu iddiayı icat eden İran’lılar değil bizzat Dışişleri bakanı Ahmet Davudoğlu’dur. “1911 ila 1923 yılları arasında kaybettiğimiz topraklarda 2011 ila 2023 yılları arasında kardeşlerimizle buluşacağız...” cümlesini İran’lılar mı uydurdu ve bu cümlenin Osmanlıcılık yapmaktan başka bir anlamı da var mıdır acaba?!
6- İranlıların Türkiyedeki laik-solcu basının iddialarını tekrar ettikleri iddiasına gelince; sözde İslamcıların gafleti karşısında geçmişte İslam inkılabına en ağır eleştiri ve saldırılarda bulunurken bugün emperyalizmin oyunlarını farkeden laik , ulusalcı ve solcular bu gerçeği görme basireti göstermeleri takdire şayan bir gelişmedir. Bu kesimler hangi saikle olursa olsun başını ABD’nin çektiği Batı müstekbirliği ile bölgenin mürteci ve maceracı rejimlerinin kirli ilişkilerini ortaya koyabiliyorsa bunları yermek yerine takdir etmek gerekmez mi? Bu yeni beklenmedik durum karşısında kimin tavrı daha isabetli ve insanlığın hayrınadır acaba? İslamcılık, ümmetçilik adına Büyük Şeytanın dışişleri bakanıyla kendi deyimleriyle “ortak operasyonel yapı” geliştiren AKP hükümetini destekleyen veya bu komplo karşısında susarak onaylayan İslamcılar mı daha güvenilirdir yoksa bu komplo planlarını ifşa eden ulusalcı, laik ve solcular mı?
7- Bazıları güya inancından dolayı körü körüne savunma yapıyormuş, peki adama sormazlar mı kendiniz hangi saiklerle Suriyede rejim karşıtlarını savunuyorsunuz?! Yoksa siz de ABD gibi demokrasi ve insan hakları namına mı muhalifleri destekliyor ve sizin gibi düşünmediği için İranlı liderler aleyhinde kin ve nefret duygularını hareket geçirmek için yorulmadan yazıp duruyorsunuz? Siz de kesinlikle inanç değerlerinizden dolayı Suriye rejimine karşı savaşanları canu gönülden desteklemekte ve bunu açıkca ilan etmektesiniz. Başkasının da inanç ilkeleri gereği özellikle de fitne dönemlerinde, haklı batılın bir birine benzediği zamanlarda meşru imamının, rehberinin çizgisinde, onun tespitleri doğrultusunda hareket etmesinin yadırganacak ne sakıncası olabilir?
8- Takiyye konusu: Takiyye konusunda da maalesef muğalata yapılmaktadır. Çünkü Şia inancında takiyyenin yeri, zamanı ve sınırları kesin çizgilerle belirlenmiştir. Meslekdaşlarının aksine yazarın bunu bilmemesi mümkün değildir. Buna rağmen İran’lı bir komutanın açıklamaları üzerinde muğalata yaparak inşallah takiyye yapmıyordur gibi dileklerde bulunması da herhalde jurnalistik tekniklerinden olsa gerek. Bu durumda adama sormazlar mı bugün Suriye meselesi bahanesiyle üzerine şüphe düşürmeye çalıştığın değerleri yıllarca önce yoksa takiyyeye sığınarak mı savunuyor ve başkalarına tavsiye ediyordun?!
9- Çarpık İslami anlayış etrafında buluşmaya hayır: Hedefe ulaşmak doğrultusunda her türlü cinayeti, katliamı ve terörü mubah sayan zihniyetle vahdet yapmaktan Allaha sığınırız. AKP hükümetine toz kondurmayan, Suriye siyasetlerini haklı gösteren, ABD ve genel olarak Batı ile kirli ilişkilerini dolaylı olarak meşru göstermeye çalışan zihniyetle bir arada olmaktan Allah’a sığınırız. Masum insanları öldürmekten kaçınmayan teröristlerle işbirliği yapan ve sırf İslami şiar ve sloganları tekrarladıkları için katiller cephesinde ölen Bin Ladinleri ve benzerlerini şehid olarak gören çarpık zihniyeti de kabul edemiyeceğimizi vurgulamak isteriz.
17/08/2012 Y. ZİYA T.YILMAZ
İstanbul ve Ankara Sincan'da Dünya Kudüs Günü merasimleri yapıldı
Ramazan'ın son Cuması ve "müslümanların ilk kıblesi mescid-ul aksa'nın, işgal altında olduğunu, aziz kudüs'ün siyonist pençesinde olduğunun dünya müslümanlarının gündemine yerleştirildiği gün, "Dünya Kudüs günü"…
Her yıl Mübarek Ramazan ayının son Cuması düzenlenmekte olan “Dünya Kudüs Günü” programları başta İran, Avrupa İstanbul, Ankara ve Bursa olmak üzere dünyanın muhtelif bölgelerinde yürüyüşler ve muhtelif etkinlikler düzenleniyor.
İstanbul'daki ilk program Fatih Camii’nde Cuma namazı kılan binlerce Kudüs sevdalısı , Kudüs ve Filistin için yürüyüş yaptı.
İstanbul Fatih Camisinde Cuma namazından sonra toplanan yoğun kalabalık Kahrolsun İsrail,Kahrolsun Amerika,Siyonist İsrail Filistin'den defol, Mescid-ül Aksa onurumuzdur,İstanbul'dan Kudüs'e direnişe bin selam, Kanımız canımız feda olsun Aksa'ya, Siyonist elçilik kapatılsın, Hizbullah'a Hamas'a direnişe bin selam, ABD üsleri kapatılsın, Muhammedin ordusu İsrail'in korkusu gibi İsrail ve Amerika ve Batı aleyhine sloganlar atarak Saraçhane parkına yürüdü.
Yürüyüşe katılan binlerce Kudüs sevdalısı ‘İstanbul'dan Kudüs'deki direnişe bin selam', ' Canımız kanımız feda olsun Kudüs'e 'Her Müslüman bir kova su dökse İsrail'i sel alır ' şeklinde pankartlar açtı. Fatih İtfaiye Parkı’na kadar yürüyen grup burada basın açıklaması yaptı.
Siyonist işgali altındaki Filistin topraklarının özgürlüğü için direnişve mücadele azmi tazelenerek, Kudüs ve Mescid-i Aksa'nin savunulması sorumluluğu ortaya konuldu.
Ş.Muhtar hocanın okuduğu Kur'an-ı Kerim tilavetinin ardından Dünya Kudüs Günü Platformu adına konuşma yapan Akıncılar Derneği Onursal Başkanı Mehmet Şahin Emparyalizme ve Siyonizme karşı dünyanın her tarafında İslami direniş bayraklarının açılacağını söyledi.
Şahin, "Alemlerin Rabbi olan Allah’ımıza hamdolsun. Sevgili peygamberimize ve onun ashabına ve tertemiz ehlibeytine binlerce kez selam olsun. Kudüs günü İslam’ın günüdür. Kudüs günü İslam’ın hayat kazandığı gündür." şeklinde konuştu.
Mehmet Şahin Dünya Kudüs Günü'nü, İmam Humeyni'nin tüm dünya Müslümanlarına hediye ettiği vurguladı; konuşmasında, Kudüs'ün Müslümanların ilk kıblesi olduğunu dile getirerek "Siyonist İşgalci İsrail" şeklinde suçlanan Telaviv yönetiminin, tüneller kazmak ve geçmişe ait anıtları yok ederek yeni yerleşim alanları açmakla Mescidi Aksa'yı yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya getirildiğinin de altını çizdi.
Yapılan konuşmaların ardından bir grup çocuk marş ve ilahiler söylerek katılımcılara duygulu anlar yaşattı.
Marş ve ilahilerden sonra Ehl-i Beyt Alimleri Genel Sekreteri Ş.Kadir Akaras tarafından dua okundu.
Daha sonra ABD ve İsrail bayrakları yakan grup olaysız dağıldı.
RAST HABER
Ve “Sahtekar Adam”a İran’dan tokat gibi cevap!
YENİÇAĞ, ABD elçisi Ricciardone’nin halkla ilişkiler çalışmasının arka yüzünü ortaya koymuştu.
Dürüstsen banka hesabını dondur
Yeniçağ'ın haberine göre,İran’ın Ankara Büyükelçiliği, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ricciardone’nin, “İran’ın Suriye’ye verdiği silahlar PKK’ya gidiyor” açıklamasını yalanladı. Türkiye-İran arasında ihtilaf çıkartılmak istendiği savunulan açıklamada, “Önce terörün banka hesaplarını dondurun” önerisi yer aldı.
Elçi, Türkiye’de ABD’yi aklayamaz
İran’ın PKK ile mücadelede şehit verdiği, ABD’nin ise Türk askerinin başına çuval geçirdiği hatırlatılan açıklamada, “ABD’nin PKK için destekleyici rolü, terör yaratmadaki kara geçmişi, ABD elçisinin ülkesini Türkiye kamuoyu önünde aklayamayacağı kadar açık ve nettir” denildi.
İki yüzlü Ricciardone’ye
İran’dan tokat gibi cevap
İran’ın Ankara Büyükelçiliği, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin, “İran’ın Suriye’ye verdiği silahlar PKK’ya gidiyor” açıklamasını yalanladı. İran’ın Ankara Büyükelçiliği’nden yapılan yazılı açıklamada, “İran İslam Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliği, Amerika’nın Ankara Büyükelçisi’nin İran’ı hedef alan açıklamalarını ve İran’ın terör örgütlerine silah yardımında bulunduğuna dair diğer her türlü iddiaları reddeder” ifadeleri kullanıldı.
“Çuval” olayını hatırlattı
Ricciardone’nin yaptığı açıklamaların Türkiye ve İran arasında ihtilaf çıkarmaya yönelik olduğu savunulan açıklamada, “İran İslam Cumhuriyeti, Batılı’ların PKK’ya yönelik mali yardımlarının kesilmesi ve PKK’nın Batılı ülkelerdeki banka hesaplarının dondurulmasının söz konusu terör örgütü ile mücadelenin pratik yolu olduğu inancındadır” denildi.
Açıklamada, şu görüşlere yer verildi: “ABD’nin terör örgütü PKK ve onlar için Kuzey Irak’ta güvenlik kamplar oluşturulmasındaki destekleyici rolü ve dünyanın çeşitli bölgelerine terör ihraç etmek ve terör yaratmadaki kara geçmişi, ABD elçisinin ülkesini Türkiye kamuoyu önünde aklayamayacağı kadar açık ve nettir. ABD, Irak’ta bulunduğu süre boyunca terör örgütü PKK ile mücadele etmediği gibi bu devletin Türk askerlerine karşı hakaret içeren davranışı da henüz hafızalardan silinmemiştir. Halbuki, İran İslam Cumhuriyeti, bugüne kadar PKK ile mücadelede yüzlerce şehit vermiştir. İran, batılıların PKK’ya yönelik mali yardımlarının kesilmesi ve PKK’nın batılı ülkelerdeki banka hesaplarının dondurulmasının söz konusu terör örgütü ile mücadelenin pratik yolu olduğu inancındadır. Amerika’nın halk iradesine dayalı devletleri devirmek için terör örgütlerini ve satılmış uşakları desteklediği siyaseti herkesçe bilinmekte
''İşgalci siyonist rejimin varlığı insanlığa hakarettir ''
İslami İran cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, Tahran'da düzenlenen dünya Kudüs yürüyüşleri kapsamında on binlere hitaben yaptığı konuşmasında, siyonist rejimin Ortadoğu bölgesine hakim olmak istediğini belirterek, siyonist rejimin varlığı bütün insanlığa hakaret olduğu gibi bütün halklara ve şahsiyetleri de tahrib ettiğini söyledi.
İRNA'nın bildirdiğine göre; cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad yaptığı konuşmasında İsrail'in varlığı ve siyonistlere karşı olmak, bütün insanların, insani değerlerin, emperyalist ve sömürgecilerden kurtuluşu olduğunu söyledi. Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, dünya Kudüs gününün insan toplumları ve insanlığın siyonist rejimin pençesinden kurtulma günü olduğunu hatırlatarak, "küçük bir azınlık fasid grub, insanlık karşıtı, ilahi değerler düşmanı kendi arasında organize olarak, bütün insanlığı ve bütün ilahi değerlere karşı olduğunu dile getirdi. Rahmetli imam Humeyni'nin mübarek ramazan ayının son cumasını dünya Kudüs günü olarak ilan ettiğini hatırlatarak, dünya Kudüs gününün, insanın ilahi sorumluğunu yerine getirdiği gün olduğunu söyledi.
Batılı ülkelere hitaben konuşan İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, yalnızca bir başlangıç olan Arap baharı devamında Batı ve Amerika baharının da yolda olduğunu söyledi. Ahmedinejad, düşmanlardan gaflet etmenin onların bölgeye yönelik sultasına fırsat tanımak anlamına geldiğini konuşmasına ekledi. Siyonist rejiminin komplolarına karşı uyanık olmanın şart olduğunu dile getiren Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, kanser tümörü gibi olan Siyonist rejimin Filistin topraklarında kalması durumda aynı sorunların devam edeceğini belirtti. Filistin’in bir karış toprağında Siyonist rejiminin bulunmasının tehlikeli olduğunu vurgulayan Ahmedinejad, resmi ve kanuni bir devlet olması da imkansız olduğunun altını çizdi
İmam Humeyni Ve Imam Hamanei ve Kudüs Günü
1979 yılında İran'da İslam inkılâbının gerçekleştiği dönemde; Filistin meselesi İslami yönü yitirmiş ve farklı yönlere çekilerek, değişik ideolojilere kapılmıştı. Fakat İslam inkılâbının başarıya ulaşması dünyanın değişik bölgelerindeki Müslümanların yeniden İslami meselede esas kabul etmelerine neden oldu. Dolayısıyla Filistin hareketleri de inkılâptan etkilenerek, mücadelelerinde İslami esaslara tutunduklarını rahatça söyleye biliriz. Ayrıca İran İslam inkılâbı dünya çapında Filistin meselesini Müslümanların en önemli sorunu olarak tanıttı ve İslami öğretiler sayesinde bu sorunun üstesinden gelineceğini açıkladı.
Filistin İslami Cihad hareketinin önderi bu hususta şöyle demektedir: "Filistin halkını, İmam Humeyni'nin gerçekleştirmiş olduğu inkılâp kadar ümitli kılmamıştır. İnkılâbın başarıya ulaşmasıyla Filistin halkı ve biz kendimize geldik, Amerika ve İsrail'i yene bileceğimize inandık."
Imam Humeyni (r.a) Filistin direnişinde iki önemli etkiyi bırakmıştır: Birincisi, direniş ve mücadelenin İslami yöne doğru çekilip, İslami esaslara göre yapılması ve ikinci; dünya Müslümanlarının Filistin sorunun her Müslüman'ın sorunu olduğunu anlayarak, Filistinlilere destek çıkmasıdır. Dolayısıyla hiç şüphesiz İslam inkılâbı ve İran halkının bağımsızlığı ve İslami öğretilerin topluma hâkim olması için vermiş olduğu mücadele Filistinlilere büyük bir ders olmuştur ve onların çok etkilenmelerini sağlamıştır.
İslami Cihad'ın kurucusu ve rehberi şehit Dr. Şikaki, İslam inkılâbının Filistin halkının direnişindeki etkilerini şu şekilde açıklamaktadır: "İslam inkılâbı başarıya ulaşmadan önce biz tam bir ümitsizliğe kapılmış halde, yeis içerisindeydik. Amerika gibi bir süpergüçün desteğini alan Siyonist rejimi hiçbir şekilde yenemeyeceğimiz ve direnişimizin sonun zafer olmayacağını zannediyorduk. İmam Humeyni (r.a) inkılâbını gerçekleştirmekle, Ortadoğu'nun en güçlü ordusuna sahip ve tüm müstekbir devletlerin desteğini alan şahlık rejimini yumruklarla devirmesiyle; ümitli olduk, rüyalarımızın gerçekleşeceğine inandık. Kesin iman ettik ki; inkılâbı ve harekât halindeki bir İslam, şahı devirdiği gibi, şahları, zalimleri ve tağutları da devire bilir, böylece Filistin'de özgürlüğüne kavuşabilir.
İşte bu asaleti ve değeri İmam Humeyni bize vermiştir ve bugün o merhum imamın yerinde bulunan Ayetullah Hamanei de İmam'ın yolunu devam ettirmekte ve bizlere ümit vermektedir. İran ve İran halkına çok teşekkür ediyoruz. Biliyoruz, Filistin mücadelesini ve direnişini desteklediği için ne kadar sorunlarla karşılaşmışlar. Tüm ambargo, iç ve dış politikadaki sorunlar, dünya devletlerinin baskısına rağmen yine de bizim yanımızda yer almışlar."
80'li yılların başına kadar, İslam dinin toplumsal ve siyasi yapısı bilinmemekteydi, insanlar ve uluslar arası arenada din sadece Allah ile kul arasındaki bir bağın adı olarak algılanıyordu. Ama inkılâbın gerçekleşmesiyle, İslam'ın nasıl toplumsal refah ve güveni getirdiği, ezilmiş halklara nasıl özgürlüklerini kazandırdığı tüm dünyada bilindi. Dolayısıyla siyasal İslam batı için en önemli ve onların menfaatlerini tehlikeye sokan başlıca konu oldu. Bu yüzden de İslam inkılâbını yıkmak için her türlü planı yaptılar, her alanda saldırmaya başladılar.
Ortadoğu ve dünyanın değişik bölgelerinde halklar siyasal İslamı araştırıp, kabul edip, pratiğe dökmeye çalıştılar. Sonuçta İslam inkılâbı; İslami direniş harekâtlarının İslami olmayan örgütlerden daha üstün ve etkili olduğunu ispatlamanın yanı sıra, global anlamda diğer iki önemli tesirde de bulunmuştur:
1- Solcu ve milliyetçi örgütlerinde İslami öğretilerden etkilenmeleri ve İslami esaslar ile hareket etmelerini sağladı.
2- İslami pragmatizme yakın olan İslami örgütlerin, siyasi takiyeden kurtularak daha çok pratiksel olmalarını sağladı.
İslam inkılâbı ile 80'li yılların başına kadar tüm İslam coğrafyasında kabul görmeye başlayan laiklik düşüncesinin ve dinin siyasetten ayrı olduğu inancının ne kadar yanlış olduğu anlaşıldı. Müslümanlar İslam dinin siyasetten ayrı olmadığı ve birçok siyasi öğreti-hükmünün bulunduğunun farkına vardırlar.
İran İslam inkılâbının başarıya ulaşmasıyla, hem devletlerin bazında hükümetlerin öz kimlikleri olan İslami yönetime dönmeleri gerektiği fikri sunulmuş oldu ve hem de halklar ve direniş örgütleri kurtuluşun ve bağımsızlığın yalnızca İslam'a sarılmakla kazanıla bileceğini anladılar. Dolayısıyla özellikle de Filistin'de inkılâp sonrası İslami direniş örgütlerinin kurulduğunu, bunların kesinlikle Siyonistler ile müzakereye yanaşmadıklarını gördük.
Ayrıca İslam memleketi denildiği zaman yani halkı Müslüman olan bir devlet olarak bu ismi vermek yanlıştır. İslam memleketi, Allah'ın hükümlerini toplumda icara eden, ilahi şeraiti uygulayan ve her şeyini İslami öğretilere göre şekillendiren devlettir. Bunu günümüzde herkese ameli olarak gösteren de İran İslam inkılâbı olmuştur, böylece İslami Medine-i fazile ütopya olmaktan çıkarak reel hale gelmiştir.
John Esposito, İslam dinin siyasi olması, ekonomi, kültür, sosyal ve politik alanda bu kadar gelişmesinin; sudandan Endonezya'ya kadar Müslümanların direnişe kalmasının en büyük sebebi olarak İran İslam inkılâbını bilmektedir. Ki böylece İslam bir köşeye terk edilmiş İslam olmaktan çıkarak global anlamda en önemli güçlerden biri haline gelmiştir.
İmam Ve Filistin Meselesi
İmam Humeyni'nin (r.a) en önemli düşüncesi ve sürekli üzerinde çalıştığı; Siyonizm ve özellikle İsrail ile mücadele edilmesi gerektiğidir. İmam Humeyni'nin (r.a) kendisine edinmiş olduğu en büyük dert olan Filistin sorunu, inkılâbın başarıya ulaşmasıyla birlikte başlayan bir şey değildir. İnkılâptan 15 yıl önce Filistinli direnişçilerle görüşmüş, maddi-manevi her türlü desteğe hazır olduklarını ilan etmişti. İmam Humeyni (r.a) Filistin sorunun sadece Filistin halkının sorunu olmadığı tüm Müslümanların meselesi olduğunu defalarca beyan etmiştir.
İran'da İslami direnişin devam ettiği günlerde gazetecilerle yapılan bir toplantıda şöyle buyurmuşlardı: "bizim şaha karşı kıyam etmemizin en önemli nedenlerinden biri de onun İsrail'i sınırsız desteklemesidir. Siyonist rejim kurulduğu ilk günden itibaren şah, işgalcilere her türlü yardımı yaptı, Müslümanlar Siyonistlerle savaşırken, o Müslümanların petrolünü çalarak İsrail'e veriyordu. İşte benim de şaha muhalif olmamın nedenlerinden biri budur."
İmam Humeyni (r.a) içte Şaha karşı kıyam etmenin ve direnmeyi en önemli amaç biliyordu, dışta ise Filistin sorunu imam için çok önemliydi. İmam Humeyni'nin (r.a) dış politikadaki esası Filistin'dir. Defalarca şöyle demiştir:
"Siyonist rejimin Müslümanlar tarafından resmen kabul edilmesi, ortak ilişkilerin kurulması ve Siyonistlerin desteklenmesi, Müslümanlar için bir faciadır. Siyonistlerin karşında durmak tüm Müslümanlara ilahi bir farzdır. Siyonistlerle işbirliği yapan Müslüman gözükenlerden Allah'a sığınıyorum."
"Ben Filistinli devlet başkanlarına sesleniyorum, artık İsrail ile müzakereleri bırakın, onlarla görüşmelerini kesin. Bunların zarardan başka hiçbir faydası olmayacaktır. Mazlum Filistin halkının kurtuluşu sadece kendilerine güvenerek, Allah'a dayanarak, silahlı mücadeleye girişmeleri, ölüm pahasına bile olsa İsrail ile savaşmalarındadır. Şunu artık kesin kabul edin, ne batı size yardım edecektir ve ne de doğu, Allah'a iman edip, elinize silahı alarak İsrail ile savaşın."
İmam Humeyni'nin (r.a) konuşmalarını topluca inceleyip, yayınlamış olduğu bildirilere baktığımızda; Kudüs gününün tüm dünya Müslümanlarının ve küresel bir günü olduğunu rahatlıkla anlayabiliriz. İmamın ramazan ayının son cumasını Kudüs günü olarak ilan etmesi, aslında mezhep, fırka ve kavim gözetilmeksizin tüm Müslümanların ortak değeri olduğundan, Müslümanların birliğini sağlam noktasında çok önemlidir. İmam tüm Müslümanların kabul ettiği Filistin sorunu Kudüs günüyle canlı tutmaya çalışmakla vahdeti de oluşturmuştur. Merhum İmam'ın seçmiş olduğu gün de çok önemlidir; zira Ramazan ayını tutan dünya Müslümanları bu ayda dua, nefis tezkiyesi ve ibadet ile tarif edilmez bir maneviyata ulaşmışlardır, dolayısıyla ramazanın son cumasında İslam için bir şeyler yapma isteği onlarda belirmiştir. Böylece imamın sözü çok daha etkili olarak kalplere yerleşmiş, İslam âlemi tarafından kabul görmüştür.
Kudüs günün nasıl bir gün olduğu ve neyi amaçladığını bizzat İmam Humeyni'nin (r.a) sözlerine baktık mı çok daha güzel anlayacağızdır. Merhum imam buyuruyor:
" Benim dünya Müslümanlarından ve İslam devletlerinden istediğim tek şey; işgalci Siyonistlerin ve destek verenlerin biran önce yenilgiye uğramaları için birlik ve beraberlik içinde olmalarıdır. Müslümanlar birleşin. Dünya Müslümanlarını mübarek Ramazan ayının son cuması yani Kadir gecelerinin bulunduğu günleri Kudüs günü olarak kabul etsinler. Bu günde dünya Müslümanları birleşerek bu programla uluslar arası alanda Filistinlilerin kanuni haklarını savunsunlar. Böylece Filistin halkının kaybedilmiş hakları onlara geri kazandırılsın…"
"Kudüs günü global bir gündür ve sadece Kudüs ile sınırlı değildir. Kudüs günü aslında dünyanın tüm ezilmiş halkların kıyam edip bağımsızlıklarını kazanmaları, Amerika ve diğer güçlerin zulmü altında ezilenlerin onlara karşı gelerek haklarını savunmaları gereken bir gündür. Bugünde dünya mustazafları, müstekbirlerin karşısında durmalı ve burunlarını yere sürtmeliler. Kudüs günü münafıklar ile gerçek inançlıların belli olduğu gündür; inanlar bu günde görev ve sorumluluklarının farkına varırlar ve gereğini yaparlar ama münafıklar yani Amerika'nın gölgesi altında olanlar, Siyonistlerle işbirliği yapanlar ve Müslümanların izzetini düşünmeyenler bu günde duyarsızdırlar, hatta engellemeye çalışırlar. Kudüs günü; hepimiz himmetli olması ve Kudüs'ün özgürlüğü için mücadele edilmesi gereken gündür, çabalayalım ki, Kudüs kurtulsun, Lübnan halkı kurtulsun…"
"Kudüs günü sadece Filistinlilere özel bir gün değildir, İslam günüdür. İslam hükümetinin günüdür, tüm Müslüman memleketlerinde İslam bayrağının dalgalanması gereken bir gündür."
"Müslümanlar bugünde yürüyüşler düzenlemeli, feryat etmeli ve sloganlar atmalıdır. Bunların faydasız olduğunu sanmayın, evet sadece ben feryat etsem belki faydasızdır, ama dünya Müslümanları topyekûn haykırdılar mı hiç şüphesiz çok faydalıdır ve etkisini gösterecektir."
Imam Hamanei Ve Filistin Meselesi
Rehber Imam Hamanei'nin; Filistin sorunu karşısında tutumu ve konuşmalarını incelediğimizde sanki karşımızda imam Humeyni'yi (r.a) görmekteyiz ki onun gibi, Müslümanların vahdeti, Filistin ve dünyanın ezilmiş halkları için mücadele etmektedir.
Ayetullah Hamanei, rehberliğe seçildiği ilk günden, günümüze kadar her fırsatta Filistin'in dünya Müslümanları için en önemli ve başıca sorun olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla da Filistin davasını desteklemek, maddi-manevi, kültürel ve politik alanlarda yanlarında yer almak her Müslüman'a farzdır, diye buyurmuştur.
Aynı şekilde, tüm dünya Müslümanlarını, özellikle toplumun önde gelen düşünür ve devlet adamlarını Kudüs meselesi üzerinde durmaya çağırmaktadır. Zira bugün Siyonist rejim, bütün Müslümanların ortak kutsal değeri olan Kudüs'ü Yahudileştirmeye ve orada bulunan Mescidul Aksa'yı da tahrip etmeye çalışmaktadır. Bunun mukabilinde durmak, sesimizi yükseltmek gerekmektedir, sessiz kalmak asla caiz değildir.
İmam Hamanei 1998 yılında Tahran'da şeyh Ahmet Yasin ile yaptığı konuşmada şunları söyledi: "Filistin halkı Müslüman bir halktır, dolayısıyla İslami savununa, İslam'dan bahseden ve Filistin halkının izzetini düşünen kimseler, bu halkın gerçek temsilcileridir. Hedefi İslam olmayan ve Filistin halkını zelil eden kimselerin böyle bir temsilciliğe hakları yoktur."
"İran halkı ve politikacıları şimdiye kadar Filistin'in yanında yer almış ve İsrail'in karşısında durmuştur, bundan sonrada bu konumunu koruyacaktır. Her ne kadar Filistin yanında yer almak uluslararası alanda İran devleti için birçok sorunları beraberinde getirse de, biz İslam için çekilen bu sıkıntıları ilahi bir nimet olarak görmekteyiz. Biz sonuna kadar Filistinli direnişçileri hem politik ve hem de askeri alanda destekleyeceğiz ve ne kadar baskı uygulanırsa uygulansan bundan asla vazgeçmeyiz."
İranlı Haham vurguladıDünya Kudüs Günü'nü anmak vaciptir
İranlı yahudilerin resmi din adamı Haham Maşaallah Gülistaninejad, Dünya Kudüs Günü'nü anmanın Tevrat öğretilerine göre vacip olduğunu vurguladı.
Muhabirimize Dünya Kudüs Günü'nü değerlendiren Haham Gülistaninejad, bu gün ilahi ve büyük bir insanın yadigarı olduğunu ve onu sevenlere bu günü anmanın vacip olduğunu belirtti.
Haham Gülistaninejad, Tevrat tealimine göre büyüklere saygı göstermek ilahi emir olduğunu ve buna göre kendini Allah yoluna adayan imam Humeyni'ye –ks- cani gönülden saygı duyduklarını vurguladı.
Kudüs günü, mazlumları savunma gününün simgesi olduğunu belirten Haham Gülistaninejad, İranlı yahudiler olarak bu günde düzenlenen ve siyonistleri kınayan yürüyüşe katılacaklarını ifade etti.
Haham Gülistaninejad, siyonizmin kalıcı olmadığını ve er geç yok olacağını sözlerine ekledi.
Son gülen olmak için
ABD Dışişleri Bakanı Clinton, Türkiye’deki temaslarında “tampon bölge” üzerinde durdu.
Olayların patlak vermesinin ardından sınırımızı geçerek ülkemize sığınan Suriyelilere sahip çıkan Türkiye, şimdi de ABD’nin “tampon bölge” talebi ile karşı karşıya…
Burada oluşturulacak bir “tampon bölge” sadece Suriyeli vatandaşları koruyacak güvenli bir toprak parçası manasına gelmemektedir.
Tampon bölge, Türkiye’nin Güneydoğu coğrafyasının bizden ayrılmasının zeminidir.
Bizim bunu kabul etmemiz, Kürt Devletinin Türkiye ayağını elimizle hayata geçirmemize neden olacaktır.
Yani, Türkiye izlediği dış politika ile aslında kendi bindiği dalı kesmek üzeredir.
Tampon bölge, bölgesel yönetimle idare edileceği için bu, muhtemelen ABD’nin baş olacağı bir ekibin tampon bölge içinde yerleşecek terörist kadro oluşumuna ses çıkarmaması demektir.
Geçmişte Irak ile yaşanılan gerginliklerin önümüzdeki süreçte Suriye ile devam etmesi kaçınılmazdır. Birleşik Devletler, Arap Baharı sürecinde izlediği “ince” siyasetle perde arkasından hem ülke liderlerini alaşağı etmiş, hem de bölge kaynaklarına erişmeyi başarmıştır.
Tampon bölge konusunda da geri planda durmakta, Türkiye’yi öne sürmektedir.
Asıl hedefin Büyük İsrail olduğu dikkate alındığında, Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit edecek böyle bir projede başrol oynamak bizim de “son”umuzu hazırlayacaktır.
Zira tampon bölge Türkiye sınırlarında gerçekleşse TSK tarafından kontrolü düşünülebilirdi.
Ancak Suriye’deki bir oluşumda Türk ordusunun hiçbir inisiyatifi olmayacaktır.
Irak Başbakanı Maliki, “Türkiye’nin Irak’ın bütünlüğünü tehdit eder şekilde” hareket ettiğini açıkladı.
Hazırlanacaktır, Davutoğlu’nun Barzani ziyareti öncesinde Türkiye, Irak Bölgesel Yönetimi’yle direkt ilişkilere girmiş, ticaret yapmaya ve petrol alımına başlamıştı.
Kısa bir zaman önce, PKK konusunda tehdit görülen Barzani bugün devlet erkânı tarafından muhataptır.
Suriye lideri Esad ve yakın çalışma arkadaşlarının da Türkiye’nin Suriye politikası ile ilgili görüşleri Maliki’nin açıklamalarından farklı değildir.
Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğünü de riske atmaktadır.
Malatya Kürecik’te konuşlanmasına izin verdiğimiz füze kalkanı da İran’ın parçalanmasına neden olabilecek hassasiyettedir.
Demek ki gelinen noktada Türkiye, komşular Irak’ın, Suriye’nin, İran’ın toprak bütünlüğünün ve bekasının önünde engel haline gelmiştir.
Unutulmamalıdır ki, Irak’ın, Suriye’nin ve İran’ın bölgesel varlığı aslında Türkiye’nin bekasıdır.
ABD’nin “tampon bölge” konusundaki ısrarları Türkiye eli ile bu coğrafyadaki taşları yerinden oynatmanın son adımıdır.
Türkiye, “son gülen” olmak istiyorsa, hem komşularının ikazlarını dikkate almalı, hem de üzerinden oynanan oyunu bozmalıdır.
Prof. Dr. Haydar Baş 14 Ağustos 2012
SalıSadr'ın kanseri
İç alemimizde; aklımızı kullanmamakla, gönlümüze "ırk" veya "millet" varsayımını put olarak yerleştirmekle başlayan çok tehlikeli bir hastalık vardır ki; tedbir alınıp akıl ve gönlün uyumlu işbirliği "iman" ile sağlanmaz, "İman"ın ilâhi sevgi demek olduğu idrâk edilmezse; bu hastalık akla da "metastaz" yapar. Bu gibilerin hangi dili konuştukları, hangi dinden oldukları önemli değildir.
Hastalığın ilerlemiş dönemlerinde bu kimseler, şuurlarını da kaybettikleri gibi, hastalığın başlangıcından itibaren esasen aklâkî hareket etme bilinçlerini, vicdanlarını da yitirirler. Bunlar için "insan sevgisi" demek yalnız kendilerini ve bir de kendileri en küçük bir zarar görmemek şartıyla kendilerinden saydıkları kimseleri sevmektir.
Ben, Suriyeli İhvan'ın herbirinin bir "Seyyid Kutub" olduğunun zannedilmesinin yanılgı olduğunu söyledim. Bu sözümde yanlış olan hiçbirşey yoktur. Seyyid Kutub Ehl-i Beyt sevgisine sahip idi ve şehid oldu. Sözümün delilini vermeye geçen haftaki yazımda gerek duymadım. Madem ki beni iftiracılıkla, zulmün ve zalimin savunuculuğuyla itham edecek kadar hastalığı ilerlemiş olan biçareler var, "Allah şifa versin!" dua ve niyazını gönülden söyleyerek delili açıklıyorum.. Cihan Haber Ajansına Suriyeli İhvan'ın lideri Riyad El-Shakfa'nın 5 Mayıs günü verdiği beyanat, internetten bulunabilir. Bu zat'ın beyanatında zurnanın zort dediği yer şu mealde idi: Ayaklanmaların (Esed devrildikten sonra) İran'a geçmesiyle (oradaki kürd, belûc, türkmen, arap sünnîlerin de (Afganistan'dan gelen müstevlilerin Safevî baharını Isfahan'da boğdukları gibi), Şi'î'leri yok etmesi ile asıl İslâmî bahar başlayacaktır!
Aklını yitirmemiş birisi bu sözleri duyunca asıl amacın Esed'in zalimliği değil, İran'ı, Kerbelâ'yı, Necef'i, Şam'ı; Afganistan'ın Taliban yönetimindeki bölgelerinden beter etmek olduğunu anlar. Bu gibiler ırkçılığa dînî bir maske de geçirdikleri için, Ebu Hanife Sünnîliliğini de, Şafi'îliği de hedef almaktan çekinmezler. Yeter ki, üzerlerine tarikat dolayısıyla Ehl-i Beyt'i sevme şüphesi düşmüş olsun. Araya çapulcular da karışır. Oysa, Terör'den asla bahar doğmaz. "Onlara Arz'da fesad çıkarmayın dendiğinde, "biz elbette muslihleriz" deler. Bilin ki onlar müfsiddirler, ne var ki bilinçlerini yitirmişlerdir". (Kur'an-i Kerim, Bakara/2.,11-12)
Bu zat, asıl amacının ne olduğunu hiç gizlemiyor: (-Bizim bu eylemlerimizin sonucunda) İran, Suriye, Irak Şi'î Hükümeti ve Hizbullah'ın (Seyyid Hasan Nasrullah'ın) beli kırılacaktır. Çünkü İran Şi'îliği yaymakla İslam'ı bölmektedir, demek ki Siyonizm'e hizmet etmektedir"- Bu beşer suretindeki varlıkta nasıl bir muhakeme ve mantık bulunduğunu görmeyenler de oluyor ki bu sözlere hak veriliyor. Oysa, siyonizmin amacı tam da bu beşer suretindeki varlığın değil midir? İran siyonizme hizmet ediyorsa, siyonizm niçin İran'ı hedef alıyor ve bu gibi kimseleri de istihdam ediyor?
Cihan Haber Ajansı bu beyanatı Merhum Alvarlı Efe'ye iletseydi, her halde hayır dua ile karşılanmazdı. Bedi'uzzaman hiç şüphesiz şiddetle tekdir ederdi. Okyanus Ötesi'nde neler oluyor?
Bir de "Tâhâ Haber"e Emîr-ul-mü'minîn'in kızı Zeyneb Haremi'nden Nuri Serdar'ın gönderdiği feryada bakalım: -Şimdiye kadar bu "muhalifler" nice sünnî, alevî şi'î ve hristiyanı katlettiler, Türkiye'de yaşayan her mezhebden müslümanlara sesimizi duyurun! Dünya sesimizi duymuyor mu?" Bu feryad da üç ay sonra, 5 Ağustos 2012'de gönderilmiştir.
Ruh ve akıl hastalarını Allah'dan korkmaz-kuldan utanmazlar güdümlerine alırlarsa, ne söylerseniz faydası yoktur. Bana yönelttikleri iftiralara cevap vermeye tenezzül etmem. Dileyen "Haksöz" de yayımlanan yazıya ve altına dizilen hezeyenlara bakabilir. Bir şeye hayret ediyorum: -Bir yandan Hesab Günü'ne inandığınızı söyleyip, diğer yandan bu bâtıl sözlerinizden hesap sorulmayacağınızı mı zannedersiniz? Yoksa Münkir ve Nekir ve sonunda Din Günü'nün Maliki sizi sadece "Musikıy"den ve Türkçe güftelerden mi imtihan edecek? Haydi benim için söylediklerinize bir mesned bulduğunuzu sanıyorsunuz, İbrahim (Karagül) Bey, Salih(Tuna) Bey de mi Şi'î? Ben bu dördüncü başlayışımdan beri gazete sahipleriyle telefonla dahi görüşmüş değilim. Abdullah Cevdet Bey siyonist lider T. Herzl'e bu hizmetleri için kaç para aldığını sormuş ve "hiç para almadığım gibi cebimden de harcıyorum" cevabını alınca çok şaşırarak Herzl'in dürüstlüğünden şüpheye düşmüştü.. Herzl'in yazdığına göre; hiç para almadan bir gaye uğruna çalışmanın mümkün olabileceğini bu kimsenin dürüst kalabileceğini aklı almıyordu. Herhalde bu gibi biçarelerin de böyle bir kafa yapısı var ki bana yazı yazdırılmasını gazete sahiplerinin İran'da ticari ilişkileri olma ihtimaline bağlayabiliyorlar. Allah zekalarını nazardan saklasın!
11 Ağustos 2012 tarihli Taraf'da Roni (Margulies) Bey de " Yahudilerin ortak millî karakterinin küfür, şirk, nifak" olduğu, Yahudiler'in ırkçı, bozguncu, entrikacı, kinci, intikamcı, dünyacı, isyankâr, dönek.. karakter özelliklerine sahip olduğu" yargılarını bir İlahiyat Fakültesi Dergisi'nde okumuş ve çok haklı olarak derinden yaralanmış. Oysa hastalar ve utanmazlar her millette görüldüğü gibi, "insan-i kâmil"ler de her millette- çok daha az da olsa görülebilir. Ehl-i dildir diyemem sinesi sâf olmayana / Ehl-i dil birbirini bilmemek insaf değil! Bu kafada olanlardan birinin yazdığı bir kitapta, üstelik adım da zikredilerek benim "İran Yahudisi ve Şi'î misyoneri" olduğum bilgisi verilmekte idi. Roni Bey hiç değilse sadece "Yahudi" olmakla kalmış, Şi'î misyoneri" olmaktan-kendi deyimi ile "yırtmış". "Ne saâdet! Hani ondan bile mahrümum ben!" (Akif Merhum). Bu kafasızlara "Şi'î" olduğumu söyleme gafletinde bulundum, yoksa onlar beni sadece Yahudi sanacaklardı!
Ali Bulaç Bey "İslâmcılık altın çağını yaşıyor" demiş. İslamcılık nedir? İslâm'ın benimsenmesi ve doğru uygulanması ise heyhat! İslâm'ın kendisi ise, İslâm esasen parayla, altınla ölçülemez. İslâm satıcılığı yapanlar bile pek öyle altın çağ yaşamıyorlar. Herhalde, sadece bazı İslam kalpazanları altın çağlarını yaşıyorlar. Bunlar, İslam'a salınan tetikçi güruhudur.
İslâm altın çağını yaşamıyor amma yaşayacaktır. İslâm'ı, "Şi'îler'in belini kırmak" diye anlayanların "dolar çağı" son bulacaktır. Artık hiçbir densiz hatun mübarek Dersaadet'de veya başka bir yerde emperyalizmin tetikçi elebaşılarına "hanginize kaç para vereceğiz" diye soramayacaktır. İstanbul İstanbulluğunu bilecektir. Doğacaktır sana vaad ettiği günler Hakk'ın! / Kim bilir? Belki yarın belki yarından da yakın! (Akif Merhum) Bu altın çağ, Salihlerin, Adalet'e susayanların altın çağı olacaktır, hiçbir milletin değil! Yol kardeşlerine selâm!
Hüseyin Hatemi
''Düşman İran’ın ilmi ilerlemesinden dehşete düşmüştür''
İran’ın ilmi ilerlemesine işaret eden İran İslam Cumhuriyeti İçişleri Bakanı Mustafa Muhammed Neccar, düşmanın İran’ın ilmi ilerlemesinden dehşete düştüğünü söyledi.
Mehr haber ajansı muhabirinin bildirdiğine göre, Sistan Belucistan eyalet Valisi'nin devir teslim töreninde konuşan İran İslam Cumhuriyeti İçişleri Bakanı Mustafa Muhammed Neccar, emperyalist, sömürgeci devletler ve Siyonistlerin müslümanlar arasında tarfika çıkarmaya çalıştığını ve bu komployla Suriye, Irak ve Afganistan’daki etnik grupları arasında çatışma ortamı sağlayarak insanların katledilmesine sebep olduğunu ifade etti.
Neccar, Şii ve Sünni arasında fark koymayan düşmanın bölge gelişmesini önlemek için terörist eylemlerde bulunarak sermaye sahipleri ve mühendisleri kaçırmaya teşebbüs ettiğini konuşmasına ekledi.
Bölgenin gelişmesi için vahdet, güvenlik ve adaletin üç önemli unsur olduğunu dile getiren İran İslam Cumhuriyeti İçişleri Bakanı, düşmanın İslami düzene ve İran milletine darbe vurmaya niyetli olduğunu vurguladı.
Neccar, bütün baskılar ve komlolara rağmen İran İslam Cumhuriyeti düzeninin ilerlemeye devam edeceğini konuşmasına ekledi.
İran’ın ilmi ilerlemesine işaret eden İran İslam Cumhuriyeti İçişleri Bakanı Mustafa Muhammed Neccar, düşmanın İran’ın ilmi ilerlemesinden dehşete düştüğümü söyledi.
Kenan Çamuruc ile röportaj: 'Davutoğlu'nın dış politikası büyük bir yıkıma yol açtı'
Suriye’de yaşanan süreç birçok kesim tarafından değerlendirmeye tabi tutulurken araştırmacı yazar Kenan Çamurcu da konuyu yorumladı. Ortadoğu’da başlayan isyanlarla ilgili olarak ‘Arap baharı’ nitelemesini kabul etmeyen Çamurcu bu süreci küresel kapitalizmin gerçekleştirmek istediği renkli devrimlerin bir parçası olarak yorumluyor. Kenan Çamurcu’nun yorumlarında Türkiye’nin bölgede ABD’nin yanında bir politika izlediği düşüncesi öne çıkarken özellikle Suriye Kürdistanı’yle ilgili söyledikleri dikkat çekiyor. Çamurcu, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a karşı ABD tarafından oluşturulan ‘koalisyonu’ da eleştiriyor...
Suriye'de neler oluyor? Yaşanan çatışma ortamı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslına bakılırsa “çatışma” kavramı Suriye'de yaşanan durumun doğru tanımı olmayabilir. Çünkü El-Kaide ve onun onlarca türevinin oluşturduğu çokuluslu terörist ordu, ABD'nin liderliğini yaptığı 133 devletin desteğinde Suriye'ye saldırmış durumda. Bazı analistler Washington'ın Irak tecrübesinden sonra Suriye savaşını bu yolla ucuza getirdiğini yazıyor. Ankara ise Suriye'ye saldıran çokuluslu terörist orduya hem silah desteği sağlayarak, hem sınırdan güvenli geçiş organizasyonunu yaparak, hem de çatışmalarda yaralananlara tıbbi bakım imkanlarını seferber ederek kara savaşının cephesi rolünü oynuyor. Suriye, nüvesini ABD'nin koordinasyonunda Suud, Katar ve Türkiye'nin oluşturduğu bir koalisyonun savaşıyla yüz yüzedir. Tek fark şu ki, savaşın saha güçleri bu ülkelerin resmi orduları değil, çokuluslu lejyonerlerdir.
‘ARAP ÜLKELERİNDE YAŞANANLAR RENKLİ DEVRİMDİR’
Arap ülkelerindeki isyanların “Arap baharı” adı verilerek küresel kapitalizm tarafından devşirilmek istendiği renkli devrim projesinde Suriye zincirin altın halkasıydı. Küresel kapitalizm (veya liberal demokrasiler ya da İran'ın dinî lideri Seyyid Ali Hamenei'nin tabiriyle kapitokrasiler), “ortadoğu” adını verdikleri Anglo-Frank bölgesel rejimi güncelleyerek koruyabilmek için Suriye halkasını zincirden çıkarmaya 2000 yılından beri büyük çaba gösteriyordu. 2011'deki Arap isyanlarının enerjisiyle Suriye'nin birkaç şehrinde düzenlenen sokak gösterilerini bir çırpıda “devrim” havasına büründürecek medyatik mizansenlerin yüzlerce örneğini gördük. Fakat bu mizansenler, gösterilerin umulan “devrim”e evrilmesini sağlamayınca devreye el-Kaide girdi. 2011'in Mart'ında ilk reformcu gösterilerin yaşandığını hatırlarsak Nisan girmeden silahlı eylemler başlamıştı bile. Selefi terör gruplarının o sırada çoktan Lübnan ve Türkiye sınırından Suriye'ye girmiş olduğunu çok sonra öğrendik. Nihayet Haziran'da Cisr el-Şuğur faciası yaşandı. Silahlı gruplar bu şehirde 120 polisi öldürdü, öldürmekle kalmadı vahşice bedenlerini parçaladı ve halka “Esad rejiminden vazgeçmesi” için gözdağı verdi. Esas itibariyle Suriye'ye yönelik çokuluslu terör ordusunun savaşını bu tarihten başlatmak mümkün.
Sonuç itibariyle aradan geçen 17 ay boyunca yeni sömürgecilerin Suriye'de silahlı şiddet yoluyla Libya modelini uygulamaya çalıştığını görüyoruz. Birkaç kez Suriye'de Bingazi üretme denemesi yapıldı. Hums, Bab el-Amr denemeleri bu kapsamdadır. Başarılamadı. 18 Temmuz 2012'de Şam'a yapılan bombalı, suikastli, ağır silahlı baskın ise halk ayaklanması ve Bingazi denemelerinin sonuç vermemesi nedeniyle darbe girişimi olarak kaydedilmelidir. 18 Temmuz çok kritik bir gündü. Bir hükümet darbesi planlanmıştı ama o da olmadı. Son olarak çokuluslu terör ordusunun Halep'e yığılması olayını yaşadık. Tam olarak sayısı bilinmemekle birlikte 6 bin ile 12 bin arasında ağır silahlı, mühimmatlı, ileri seviyede iletişim teknolojileriyle donatılmış, hatta Adana'da gizli bir üsten komuta edilen lejyonerlerin Halep'i Bingazi yapma girişimidir bu. Silahlı gruplar Halep'in Türkiye güzergahı dahil birkaç bölgesini ele bile geçirmişti. Ama Suriye ordusunun Şam'daki operasyonlarını tamamlayıp bütün ağırlığını Halep'e verdiği şu günlerde (9 Ağustos) Halep'in silahlı gruplardan tamamen arındırıldığı haberleri geliyor. Özgür Suriye Ordusu ve el-Kaide'nin önemli liderleri ya öldürüldü ya da tutuklandı. Geriye kalanların da Türkiye sınırına doğru kaçtığı bildiriliyor. Şam'dan sonra Halep'te de Suriye ordusu tam hakimiyet sağladı. Sonuç itibariyle ABD'nin Suriye'ye yönelik vekalet savaşında lejyonerler ağır bir yenilgiye uğradı.
Suriye Kürdistanı kurulması Suriye'de ne ifade ediyor? Esad'ın Türkiye'ye dönük hamlesi miydi? Yoksa tarihsel bir sürecin gerekliliği miydi?
Suriye, İran ve Irak'taki Kürt ağırlıklı nüfusun bölgeleri (Irak ve İran'da buralara fiilen de resmen de Kürdistan deniyor, Suriye'de fiilen Kürdistan deniyor) Türkiye'dekine benzer üniter yapının parçaları değildir. O nedenle Suriye Kürdistan'ını konuşurken Türkiye'deki durumu emsal alan kavramsal çerçeveden çıkmalıyız. Suriye, İran ve Irak Kürdistanları Aryan kültür ve medeniyet havzasının üyesidir ve 19. yüzyılın nasyonalizminin peşine takılarak toprağı alıp başka bir iklime gitmeleri olacak iş değildir. Bu yüzden Suriye'de devlet çokuluslu terör savaşına karşılık verdiği sırada Kürdistan sayılabilecek bölgeden silahlı güçlerini çektiğinde burada Aryan kültür ve medeniyet havzasından kopuş anlamına gelecek bir gelişme yaşanmadı. Aksine PYD ve diğer Kürt örgütleri, ABD'nin liderliğindeki 133 devletin desteklediği çokuluslu teröristlerin Kürdistan'a giremeyeceğini en başta ilan etti ve mahalli güçlerle Türkiye sınırını korumayı üstlendi. Bu ilginç bir gelişme kuşkusuz. Ankara'nın bu gelişme karşısında derin hayal kırıklığı yaşadığı ve bu sebeple Suriye Kürtlerini tehdide başladığını söyleyebiliriz. Hatta Kürt örgütlerinin koalisyonu, Türkiye eğer tehditle kalmaz ve müdahaleye kalkışırsa çok kanlı bir direnişle karşılaşacağını bile uyardı. Bütün bu gelişmelerin “Esad'ın Türkiye'ye yönelik hamlesi” şeklinde tarif edilmesi Ankara'nın karşılaştığı beklenmedik duruma acele tepki verilmesiyle ilgisi var. Oysa Ankara, Hatay'dan sonra başta Kamışlı olmak üzere Kürt illerinden yeni bir cephe daha açmayı planlamıştı, bu plan oradaki Kürtlerin sert tepkisiyle suya düştü. Benim kanaatim, Suriyeli Kürtler, diğer Kürdistanlardaki gibi, Aryan kültür ve medeniyet havzası içindeki geçirgenliğin mutlaka 19. yüzyıl tipi nasyonalist, bağımsız bir ulus devletle sonuçlanması gerektiğini düşünmüyor. Irak'taki örneğin kendine özgü koşulların ürünü olduğunu not etmek gerek. Orada da Irak'ın akıbeti kesinleşmediği için, yani Irak'ın bölüneceği mi, yoksa bütün olarak kalacağı mı henüz belli olmadığından Kürdistan'ın bağımsızlığı seçeneğinin elde durmasını istiyor yerel idareciler. Yoksa Irak, Avrupa ulus devlet tecrübesini asla uygulamaz, uygulayamaz, çünkü Avrupa tarihsel deneyimi buraların kültürel genetiğine aykırıdır. Türkiye'deki durumun kırılganlığı da aynı sebepten kaynaklanıyor. Türkiye'deki Kürtler ait oldukları Aryan kültür ve medeniyet havzasının geçirgenliğine katılmak istediğinde Türk ulus devletinin verdiği tepki aşırı kırılganlık yaratıyor. İran, Suriye ve Irak'tan farklı olarak Türkiye teritoryal değil etnisite devleti olduğundan başka bir etnisitenin kendi kültürel havzasıyla doğal temas içinde olma talebini bile ayrılıkçılık olarak tarif ediyor bu nedenle. Ankara galiba Suriye Kürdistan'ında yaşanan gelişmeyi bu çerçevede algılayamadığı için, mesela “kuzey Suriye” rüşveti verildiğinde Kürtlerin hemen Esad'a karşı darbe planına katılacağını sandı ve umdu. Öyle olmadı, hatta Ankara'nın rüşvetine sert tepki verdiler. Ben Suriyeli Kürtlerin -yarın ne olur bilemem- şimdilik eski düzen “ortadoğu”ya itiraz edip “ortadünya” aidiyetine önem verdikleri kanaatindeyim.
Suriye'de Kürdistan'ın kurulmasını bölge ve dünya ülkeleri bekliyor muydu? Sürpriz mi oldu?
Galiba buradaki temel soru, iki dünya savaşıyla kurulan bölgemizdeki uluslararası rejimin (ortadoğu) nasıl sürdürülebileceğiyle ilgili. Bu bölgesel rejimi İngilizler ve Fransızlar kurdu. Onlar kendi siyasal modellerini temel alarak bölgeyi imparatorluk nizamından çıkarıp Avrupa tecrübesine uygun 19. yüzyıl tipi nasyonalist ulus devletlere böldüler. İkinci dünya savaşından sonra bölgesel rejimi sürdürme emanetini devralan Amerikalılar ise bölgeyi daha küçük ünitelere bölerek eyalet/devlet düzenine dönüştürmeye çalışıyor. Kosova örneğini bunun için icat ettiler zaten. Her ağızlarını açtıklarında küçücük Lübnan'da üç devletçikten bahsetmeleri veya Suriye'yi yine üç küçük devlete bölmenin harikulade fikir olduğunu savunmaları bundan. Bu açıdan bakıldığında Aryan kültür ve medeniyet havzasındaki Kürdistanları birleştirip büyük bir devlet kurulmasını arzu ettikleri fikri yanlıştır. Böyle bir şeyden sözederek bugün için İran, Suriye, Irak ve Türkiye'ye baskı yapıyor olabilir. Fakat nihai anlamda büyük Kürdistan Amerikalıların Kosova tipi devletçikler modeline aykırıdır. Eğer yapabilseler birden fazla Kürdistan devleti kurmak isterler. Yani İngiltere'nin Arapları binbir parçaya bölüp kurdurduğu devletlerin Kürt versiyonu gibi. O nedenle zaten Irak'taki gibi Suriye'de de Kürdistan devletine gidildiği varsayımından heyecan duydular ve Türkiye'nin tehditlerine karşı “ileri gitme” uyarısı yaptılar. Obama sopa bile teşhir etti. Amerikalıların eski dışişleri bakanı Rice'tan beri üzerinde durduğu “yeni ortadoğu” nizamı Kosova tipi devletçikler öngörüyor ve Obama kabinesine monte edilen Amerikan neoconlarının reenkarnesi Hillary Clinton da bu stratejiyi takip ediyor. ABD'nin müttefiki hükümetler bu stratejiyi gönüllü veya mecburi destekliyorlar. Burada dikkatlerden kaçan önemli detay, adına “ortadoğu” denilmiş Anglo-Frank bölgesel rejimin kurucusu İngiltere'nin, Amerikalılardan farklı olarak Araplarla oyun kurma geleneğidir. Öyle anlaşılıyor ki İngilizler yeni sömürgeciliğin “ortadoğu”sunun Araplar eliyle sürdürülebileceğine inandığından Amerikalıların Kürtleri ve onların devletlerini eksene alan modeline sıcak bakmıyor. ABD ise bölgesel rejimi güncellemenin imkanı olarak gördüğü Kürtleri “yeni ortadoğu”nun Arapları gibi varsayıyor. Bazı Kürt örgütlerinin bu yaklaşımdan haberdar olduğunu ve bu role gönüllerini kaptırdıklarını düşündürecek gelişmeler yaşanmıyor değil.
PYD nasıl bir yapılanma içinde. Suriye Kürdistanı'nın geleceğini nasıl görmek gerekir?
PYD bir anda kendisini Suriye Kürdistan'ın birinci oyuncusu olarak buluverdi. Bu şaşkınlığı üzerinden atabilmiş değil. Bölgesel nâzım planda hangi stratejiye katılacağını da henüz kestiremedi. Mesela Şam'a karşı silahlı isyan başlatmadı, aksine kendi topraklarını kendi mahalli gücüyle “Türkiye'nin saldırılarına karşı koruma” amacıyla mevzilendi. Barzani'nin Suriye Kürdistan'ında kontrolü ele alma denemesine de sert tepki verdi. Her ne kadar Irak Kürdistanındaki bölgesel yönetim genel olarak Kürtlerin iftiharı olarak görülüyorsa da idari ve mali bakımlardan yönetimine katıldıkları bir siyasal varlık değildir. PYD bu nedenle Suriye'de yönetiminin tamamen kendisinde olacağı bir bölgeye ihtiyaç duyuyor. Üstelik PKK'nın Türkiye ile ilişkilenmesi bakımından Suriye Kürdistanının topoğrafik özelliği Irak-Türkiye topoğrafyasıyla kıyaslanmaz bile. Irak Kürdistanında olduğu gibi Suriye Kürdistanında da politik gruplaşmalar var, Barzani ailesinin kabilevi bağları var ama PYD'nin -şimdilik- Amerikalıların “yeni ortadoğu” stratejisine katılmama yönünde irade beyan etmelerinin onlara sağladığı politik enerji ile diğer grupların hiçbirinin rekabet edemeyeceği anlaşılıyor. Suriye Kürdistanında tam bağımsız bir Kürt ulus devleti veya Irak'takine benzer bir yapı doğacağına dair şu anda bir işaret yok. Fakat Şam'ın, Suriye'ye yönelik çokuluslu terör savaşını bitirdiğinde Suriye Kürdistanından PYD'yi söküp atacağını da öngörmüyorum. Şu anki mevcut durum bundan böyle Suriye'nin yeni siyasal rejiminin gevşek üniterlik ve yerinden yönetim ufkuna ilişkin fikir verebilir. Suriye, halihazırdaki terör savaşının üstesinden geldiğinde ilk girişeceği reformlar arasında mutlaka yerinden yönetimin güçlendirilmesi olacaktır. Soğuk savaş yıllarının tek partici rejimine asla dönülmeyecektir. Bu da Suriye Kürdistanında PYD'nin kurucu oyuncu olma şansını yükseltiyor.
‘PYD İLE BARZANİ ARASINDAKİ POLİTİK FARKLILIĞIN ÇATIŞMAYA DÖNÜŞME İHTİMALİ ZAYIF’
PYD-PKK-Barzani ilşkisi Türkiye'yi nasıl etkiler? Türkiye'nin korkmasını gerektirecek bir durum söz konusu mu?
Ankara'nın mevcut kriz döneminde Şam hükümetine karşı darbe gerçekleştirmenin imkanı olarak Suriye'de Kürtleri görmesine PYD tepki gösterdi. Bu gerilim, PYD'nin Ankara ile ilişkilerinin doğasına çatışmayı yerleştirdi. Bu sorunu aşmak için de muhafazakar iktidar Barzani'den yardım istedi. Barzani'nin PYD'ye usülen Ankara'nın mesajını taşımanın ötesine geçeğini düşünmek hayaldir. Barzani Suriye'de sınırlarının farkındadır. Barzani ile PYD arasındaki politik farklılık ve ihtilafın çatışmaya dönüşeceğini uman Ankara yanılıyor. Böyle bir çatışma umuduyla Türkiye'nin Suriye Kürdistanıyla ilgili siyasetini üretme çabasını zavallı buluyorum. Mevcut muhafazakar rejimle Türkiye Irak, İran ve Lübnan'la olduğu gibi Suriye ile de ileri düzeyde yabancılaşmıştır. Muhafazakar iktidar Türkiye'nin İsrailifikasyonunu emin adımlarla sürdürüyor. Türkiye, Mustafa Kemal'den bu yana hiçbir iktidar döneminde bölgesine bu kadar yabancılaşmadı. Batılı yeni sömürgecilerin eğer Türkiye'den, bölgesine yabancı ve batılı emellerin taşıyıcısı olmaktan başka hiçbir amacı olmayan ikinci bir İsrail çıkarma stratejileri vardıysa mevcut muhafazakar rejim sayesinde bu hedefe ulaşmış oldular. Muhafazakar rejimin yarattığı dışpolitika yıkımının nasıl telafi edilebileceğini kestirmek zor. Erdoğan eğer bugüne kadar yaptıklarının tamamen yanlış olduğunu itiraf edip bu politikaların hiç yaşanmamış varsayılmasını talep eder de yeni bir başlangıç yaparsa bilemem. Değilse ancak bu iktidarın yaptıklarının tümünü tersine çevirecek yeni bir hükümetle bu yıkım telafi edilebilir.
Kürt devleti gibi Suriye'de Alevi devleti de konuşuluyor. Bu mümkün mü?
“Suriye senaryoları” adı altında gündeme getirilen herşey Esad'a karşı hükümet darbesinin öğeleridir. Alevi devleti de bu darbenin Esad'a rüşveti oluyor. Yahut Alevilerin Esad'la arasını açması karşılığında bir sığınak lütfedilmesi gibi bir şey. Alevi devleti denilen şey getto önerisidir. Büyük bir aşağılamadır bu. Aleviler bunu böyle algılıyor ama Ankara'daki muhafazakar akıl bunu anlayacak yeterlilikte değildir. Türkiye veya başka bir ülke Alevi devletinden sözettikçe Aleviler, Hıristiyan devletinden sözettikçe Hıristiyanlar, “İslam devleti”nden sözettikçe dindar/laik Sünniler Esad'ın etrafında kenetleniyor. “Ulusal konsey”in içindeki İhvan-ı Müslimin veya başka grupların “İslam devleti” fikri, Taliban'ın Afganistan'da yaptığının muadilidir. Suriyeliler medeni insanlardır; selefi/vahhabi teröristlerin dar, dışlayıcı, farklılıkları imhaya odaklı bir devlet kurma emeli Sünni, Alevi ve Hıristiyan Suriyelileri ürkütüyor, korkutuyor. Suriye'nin parçalanmasına dayalı hiçbir öneri Suriyelileri mutlu etmez. Bu yüzden olsa gerek, Esad'ın defalarca, diledikleri sayıda yabancı gözlemci huzurunda seçim düzenlenmesi ve sandıktan çıkacak iradeye herkesin rıza göstermesi teklifi hem batılı güçler ve Ankara, hem de silahlı gruplar tarafından reddedildi.
İran, Suriye politikasını nasıl belirliyor?
İslam devrimi sonrasında İran'ın dış politikasında Suriye'nin yerini iki döneme ayırmak gerek. Birinci dönem, Lübnan'da İsrail yayılmacılığına karşı oluşan (1982) direncin korunması ve desteklenmesi açısından Suriye'nin stratejik önemidir. Lübnanlı efsanevi lider Ayetullah İmam Musa Sadr'ın temellerini attığı bu direnç hattının veya Lübnanlıların tabiriyle “el-Mukaveme (Direniş)” hareketinin santrali olan İran'dan Lübnan'a akımın ulaşabilmesinin tek imkanı hep Suriye oldu. Fakat bu ilişkinin sadece Suriye'nin taşıyıcılık veya aktarıcılık rolünden ibaret olmadığını gözardı etmeyelim. Suriye devrimci hareketlere hep evsahipliği yaptı. Dolayısıyla İran'la Suriye arasındaki stratejik ilişki pragmatik değil, Suriye'nin stratejik tercihiyle doğru temas kurmuş üretken bir ilişki türüdür. 2003'te Irak'ın ABD tarafından işgal edilmesiyle Saddam rejimi yıkılınca bu kez Suriye, İran-Irak-Suriye-Lübnan plakasının ortaya çıkmasında temel rolü olan ülke haline geldi. Ortadünya tektoniğinde İran-Irak-Suriye-Lübnan plakası içinde Suriye'nin taşıdığı yüksek anlamı, Suriye'de oğul Esad'ın cumhurbaşkanı seçildiği 2000'den bu yana batılıların Suriye üzerinde odaklanmış baskı ve tecrit, ama aynı zamanda vaat ve ödül hareketliliğinden anlıyoruz. Hiç kuşku yok Suriye'nin bu yüksek anlamı İran'ın dışpolitikasına olduğu gibi yansıyor. Burada durum, Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrallah'ın “İran Hizbullah'ın değil, Hizbullah İran'ın dışpolitikasını yönlendiriyor” dediği gibidir. Yani İran Suriye'nin değil, Suriye İran'ın dışpolitikasını belirliyor. Suriye, küresel gidişata etki eden iki önemli havzada, Lübnan ve Filistin meselelerinde karargahtır. Küresel merkez güçlerin politik dalgalanmasına yolaçan Lübnan ve Filistin merkezkaç güçleri, bu etkili rollerini Suriye sayesinde oynayabiliyorlar. İsrail yayılmacılığının 1982'de Hizbullah tarafından durdurulmasından bu yana İsrail bir karış toprak kazanamadıysa bu Suriye sayesindedir. Suriye'de hükümet darbesi için Atlantik güçlerinden yardım dilenen kimilerinin Suriye'nin bu önemli siciline gölge düşürebilmek amacıyla yaptıkları hiçbir suçlama gerçeği değiştiremez. Gerçek, Suriye'nin neden Golan'ı geri alamadığı değil (o toprağın geri kazanılacağı gün uzak görünmüyor), İsrail'in yayılmayı sürdürüp sürdüremediğidir. İran, Suriye'nin bu kök konumuna göre dışpolitikasını belirliyor. Suriye'yi İsrail yayılmacılığının üssüne dönüştürecek hiçbir politik girişimi desteklemeyeceğini açıkça söylüyor. Ayrıca bu tür siyasi projelerin Suriye halkının iradesine aykırı olduğunu ve bunu doğrulamanın yolunun da demokratik seçimlerden geçtiğini hatırlatıyor. O nedenle mesela 2011 Mart'ında bir iki Suriye şehrinde reform talep eden gösteriler yapıldığından beri İran aynı şeyi söylüyor: Dış müdahaleye hayır, reformlara evet, demokratikleşmeye evet... İranlılar başından beri muhaliflerin de katılacağı bir koalisyon hükümeti kurulmasını ve bu hükümetin yönetiminde seçimlere gidilip sandıktan halkın iradesinin çıkması gerektiğini söylüyor. ABD ve müttefikleri ise bugüne kadar Esad hükümetine karşı darbeden başka hiçbir seçeneği desteklemedi. Bize sergilenen medyatik mizansenler veya selefilerin nihilist terörüyle can veren, yahut güvenlik güçleri ile bu tedhiş grupları arasındaki çatışmalarda arada kalıp hayatını kaybeden masum insanlar hep Suriye'de hükümet darbesini meşrulaştırmak amacıyla kullanıldı. İran bu gibi terörizme destek girişimlerini uluslararası sözleşmelere aykırı bularak reddetti ve uluslararası toplumu kurallara uymaya çağırdı.
‘DAVUTOĞLU’NUN DIŞ POLİTİKA DOKTRİNİ YIKIM YARATTI’
Türkiye'de Suriye politikasını Erdoğan mı, Davutoğlu mu belirliyor? Özgür Suriye Ordusu ve Suriye Ulusal Konseyi çizgisinde belirlenen bu politikayı nasıl okumak gerekir?
Ben mevcut dışpolitika doktrininden ve onun Türkiye'nin başına açtığı gailelerden Davutoğlu'nu sorumlu tutanlardanım. Erdoğan kuşkusuz başbakan ve aynı söylemi kullanıyor ama Davutoğlu'nun politik ufkunu, niyetini ve öngörülerini hükümetinin politik tercihi yaptığı için ona uygun davranıyor. Fakat görünen o ki Davutoğlu'nun doktrini yanlışlandı. Dahası dış politikada kelimenin tam anlamıyla bir yıkım yarattı. Ankara'nın muhafazakar hükümeti tarihsel anlamı, toplumsal dokusu ve iktisadi büyüklüğüyle hiç bağdaşmayacak biçimde komşusu Suriye'ye karşı Özgür Suriye Ordusu isimli terör örgütünü destekliyor. Bu örgütün ve onun yan kollarının Türkiye topraklarını serbestçe kullanmasını sağlıyor. Egemen bir ülkenin (Suriye) aleyhine kendi topraklarında yarı zamanlı politikacılara konsey falan kurdurup onlar için hükümet darbesi yapmaya kalkışıyor. İstanbul'daki tüccar Suriyeliler, ABD'nin liderliğindeki koalisyon güçleri hükümet darbesini başaramazsa işlerine güçlerine dönecek, isimlerini bile hatırlamayacağız ama Ankara'nın bu süreçte bulaştığı her türlü şaibe, kirli ilişkiler, karanlık operasyonlar baki kalacak. Bunları Türkiye'nin dışpolitika sicilinden silip atabilmek için keskin bir redd-i mirasa hep ihtiyaç duyacağız. Bütün bunların baş sorumlusu Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'dur. Türkiye'nin muhafazakar rejim döneminde bulaştığı Suriye kampanyasının yıkımını telafi etmek için belki de 1914'teki tenkil ve tehcirin sorumlularının yargı önüne çıkarılması boyutunda seçenekleri düşünmek gerekir. Aklı eren herkes başından beri Türkiye'nin Suriye'de ne yapmak istediğini soruyor. Bu sorunun cevabı yoktur. Ankara'nın özgürlük, demokrasi, insan hakları edebiyatı 20 bin insanın canına malolmuş bir macerayı denemesini aklayabilir mi? Başka bir ülke için insan hakları, özgürlük ve demokrasi mücadelesine soyunan Türkiye'nin demokrasi sabıkasında kayıt düşülecek sayfa kalmadı. İktidarda olduğu 10 yıldır 12 Eylül askeri rejimine dokunmamış muhafazakar rejim, Suriye'deki siyasi rejimi tartışma konusu yapıyor. Kendi darbe rejiminde aldatıcı makyajla yetinip iktidarı korumayı herşeyden üstün tutan muhafazakar rejim, Suriye'de hükümet darbesi için terörü araç olarak kullanıyor. Bu illegaldir, gayri ahlakidir, insanlık dışıdır. Suriye'de çokuluslu teröre verilen destek yüzünden 20 bine yakın insan hayatını kaybetti ve bunun birinci derecede sorumlusu, Erdoğan'ın Davutoğlu doktrinini hükümet siyaseti olarak benimsemesidir. Türkiye'nin 70'li yıllarını karanlık yıllar olarak tarif eden muhafazakarlar, aynısını Suriye'ye yaşatıyor. Türkiye'de darbeyle, gayri meşru ve siyaset dışı yollarla hükümeti devirmek isteyen karanlık odaklardan bahseden muhafazakar rejim ve tüm ilişikleri, Suriye'de tam da bunu destekliyor. Türkiye'nin acilen bu anormal durumdan çıkıp normalleşmesi gerekir.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun görevden alınacağını daha önce farklı mecralarda yazıp, söylemiştiniz. Sanırım yerine de talipleri var. Sayın Gürsel Tekin de bunu söyledi. Açar mısınız?
Amerikan neoconları Amerika'ya ne yaptıysa ve ne zarar verdiyse Davutoğlu ve onun neocon kadrosu da Türkiye'ye aynısını yaptı. 2009'da bakan olmasıyla birlikte bu zarar kurumsal ve sistematik nitelik kazandı. Bunun sürdürülebilir olmadığını bir yıldır söylüyorum. Başka mecralarda kendimi ifade edemediğim, bu imkandan mahrum edildiğim için sosyal medyada son bir yıldır Davutoğlu ve neocon kadrosunun tasfiye edilmesi ve Türkiye'nin normalleşmeye başlaması gerektiğini yazıyorum. Fakat beş altı ay önce Davutoğlu döneminin kapandığına ve onun artık “topal ördek” olduğuna ilişkin net görüşümü açıkladım. Şimdilerde bu görüşün anamuhalefet partisinde ve başka çevrelerde konuşulur hale geldiğine bakmayın, beş altı ay önce bu kimsenin aklına bile gelmemişti. Ben Davutoğlu döneminin bitmesi gerektiğini, Türkiye'nin normalleşebilmek için buna şiddetle ihtiyaç duyduğunu twitter hesabımdan yazdığımda muhtelif ortamlarda karşılaştığım kimi AK Partili milletvekillerin veya iktidar partisinin kimi yöneticilerinin ve teşkilatlardaki yöneticilerin ilginç biçimde görüşüme ilgi gösterdiklerine tanık oldum. Davutoğlu, “yeni ortadoğu” nâzım planının şemsiyesi altında yeni osmanlıcılığın icra edilebileceğini muhafazakar ana gövdeye de, İslamcılığın marjinal radikalizmine de kabul ettirebildi. Suriye macerası bunun sonucudur. NATO'nun yeni Gladyosu olmaya istekli İslamcılık da Davutoğlu'nun kendine özgü reelpolitisizmi sayesinde mümkün olabildi. Selefiliğin, yani Vahhabiliğin etkisi altındaki bugünkü İslamcılık, 1969'da Amerikan 6. filosunu protesto etmeye giden sosyalistlere saldırmış güruhun reenkarnasyonudur. İslamcılık, Davutoğlu'nun dışpolitika doktrininin milis gücü gibi faaliyet gösteriyor. Sokaklarda Suriye karşıtı NATO kampanyasında her göründüklerinde veya görünmediklerinde bu misyonun gereğini yerine getiriyorlar. Galiba bu şaibe nedeniyle NATO'nun Suriye kampanyası boyunca hiçbir zaman dindar kitleleri sokağa dökemediler. Her defasında 20 küsur İslamcı STK, iktidara ilişik medyanın yoğun propagandayla desteklemesine rağmen kendi mensupları sayısınca insanı bile sokağa çıkaramadı. Devlet aygıtına ilişmiş bu örgütler Davutoğlu doktrininin propagandasından başka bir işle uğraşmıyorlar. O sebeple Suriye krizi Davutoğlu kadar onların da tükenişinin fotoğrafıdır.
‘BAŞBAKAN, DAVUTOĞLU İLE DEVAM EDEMEYECEĞİNİN FARKINDA’
Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile yola devam edemeyeceğinin farkında. Suriye kampanyasının hız kestiğini gördüğünde Davutoğlu'ndan vazgeçecektir. Otuz kere, hatta partisinin ilçe kongrelerinde bile BOP eşbaşkanı olmakla övünmüşken Bush iktidarı bittiğinde “BOP kötü fikirdi” demiş bir siyasetçi Erdoğan. Kendi siyasi kaderini Davutoğlu'nunkiyle asla özdeşleştirmez. Ayrıca onunla ortak politik geçmişleri de yok. Başka isimlerle kıyaslandığında Davutoğlu siyaseten yabancıdır, kolay vazgeçilebilir bir isimdir. Türkiye'nin normalleşme sürecinin başlangıcı Davutoğlu'nun ve neocon kadrosunun tasfiyesidir ve Erdoğan bu gerçeği görmektedir. Hatta bana kalırsa bununla yetinmemeli, Davutoğlu'nun yarattığı tahribatı tamir için bir de “komşularla ilişkileri onarmadan sorumlu bakanlık” ihdas etmelidir. Ben, başkalarından farklı olarak, Davutoğlu'nun batıcı/batılı stratejik yürüyüşe çıpalı yeni osmanlıcı doktrininin dışpolitikada yıkım yarattığı kanaatindeyim ve onun görevden alınmasını bu tahribatın tamiri için gerekli görüyorum. Davutoğlu'nun doktrini, Türkiye'yi “yeni Sünnilik” ideolosiyle bir Sünni ulus devlete dönüştürmek ve küresel güçlerin himayesinde bölgesel hegemoni kurmaktır. Davutoğlu garpzede muhafazakarlığa ideoloji kazandırma çabasındaydı. Adına “dışpolitika hamlesi” denilen şey, onun bu çabasının kızıl elmasıdır. Bu maceraperestlik iflas etmiştir. İflasın müflis sorumlusunun behemehal görevden alınması gerekir.
Suriye'de ne olursa Esad gider? Esad sonrası Suriye ne olur?
“Esad'ın gitmesi” klişesi NATO'nun Suriye karşıtı kampanyasının şifrelerindendir. Manası, hükümet darbesi yapılıp Esad'ın devrilmesi ve batı yanlısı yeni bir rejim kurulmasıdır. Böyle bir seçeneğin sözkonusu bile olmadığı birbuçuk yıllık Suriye kampanyası boyunca gözlemlendi. Kampanyanın sahibi ABD ve onun ardına dizilmiş 133 devlet, çokuluslu profesyonel teröristlerden kurduğu lejyonerlerle de, 18 Temmuz Şam saldırısı gibi doğrudan kendi istihbarat servislerinin operasyonlarından da sonuç alamadı. Libya'daki Bingazi modeli de işlemedi. Ne Bab el-Amr, ne Hums, ne Halep Bingazi yapılamadı. Çünkü bu girişimlerin sahibi ülkeler ikinci dünya savaşının mihver güçlerine karşılık geliyor. Başını ABD'nin çektiği mihver güçlerin hegemoni savaşına, başını Rusya ve İran'ın çektiği müttefik güçler direniyor. Suriye bu savaşın Stalingrad'ıdır. “Esad gitsin” klişesi, mihver güçlerin hegemoni savaşına gösterilen direnç ve direniş nedeniyle hükümet darbesinden medet ummanın kodlanmış şeklidir. Esad'ın gitmesi ancak halkın oylarıyla olur. Mihver güçler Suriye meydan muharebesini kaybettiklerini kabul eder ve anlaşmak için masaya otururlarsa Suriye hükümeti de serbest, şeffaf, hatta istedikleri sayıda gözlemciyle seçim düzenler ve sonucuna herkes rıza gösterir. O seçimde halk Esad'ı istemezse o da iktidarı rakibine devreder. Bunun dışında Esad'ın gitmesinden bahseden bütün ihtimaller darbeciliktir, gayri meşrudur, silah zoruyla iktidar değişikliği dayatmaktır, bir devletin iç işlerine müdahaledir.
SERBAY MANSUROĞLU/BİRGÜN