Kenan Çamuruc ile röportaj: 'Davutoğlu'nın dış politikası büyük bir yıkıma yol açtı'

Rate this item
(0 votes)

Suriye’de yaşanan süreç birçok kesim tarafından değerlendirmeye tabi tutulurken araştırmacı yazar Kenan Çamurcu da konuyu yorumladı. Ortadoğu’da başlayan isyanlarla ilgili olarak ‘Arap baharı’ nitelemesini kabul etmeyen Çamurcu bu süreci küresel kapitalizmin gerçekleştirmek istediği renkli devrimlerin bir parçası olarak yorumluyor. Kenan Çamurcu’nun yorumlarında Türkiye’nin bölgede ABD’nin yanında bir politika izlediği düşüncesi öne çıkarken özellikle Suriye Kürdistanı’yle ilgili söyledikleri dikkat çekiyor. Çamurcu, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a karşı ABD tarafından oluşturulan ‘koalisyonu’ da eleştiriyor...

 Suriye'de neler oluyor? Yaşanan çatışma ortamı nasıl değerlendiriyorsunuz?



Aslına bakılırsa “çatışma” kavramı Suriye'de yaşanan durumun doğru tanımı olmayabilir. Çünkü El-Kaide ve onun onlarca türevinin oluşturduğu çokuluslu terörist ordu, ABD'nin liderliğini yaptığı 133 devletin desteğinde Suriye'ye saldırmış durumda. Bazı analistler Washington'ın Irak tecrübesinden sonra Suriye savaşını bu yolla ucuza getirdiğini yazıyor. Ankara ise Suriye'ye saldıran çokuluslu terörist orduya hem silah desteği sağlayarak, hem sınırdan güvenli geçiş organizasyonunu yaparak, hem de çatışmalarda yaralananlara tıbbi bakım imkanlarını seferber ederek kara savaşının cephesi rolünü oynuyor. Suriye, nüvesini ABD'nin koordinasyonunda Suud, Katar ve Türkiye'nin oluşturduğu bir koalisyonun savaşıyla yüz yüzedir. Tek fark şu ki, savaşın saha güçleri bu ülkelerin resmi orduları değil, çokuluslu lejyonerlerdir.

‘ARAP ÜLKELERİNDE YAŞANANLAR RENKLİ DEVRİMDİR’

Arap ülkelerindeki isyanların “Arap baharı” adı verilerek küresel kapitalizm tarafından devşirilmek istendiği renkli devrim projesinde Suriye zincirin altın halkasıydı. Küresel kapitalizm (veya liberal demokrasiler ya da İran'ın dinî lideri Seyyid Ali Hamenei'nin tabiriyle kapitokrasiler), “ortadoğu” adını verdikleri Anglo-Frank bölgesel rejimi güncelleyerek koruyabilmek için Suriye halkasını zincirden çıkarmaya 2000 yılından beri büyük çaba gösteriyordu. 2011'deki Arap isyanlarının enerjisiyle Suriye'nin birkaç şehrinde düzenlenen sokak gösterilerini bir çırpıda “devrim” havasına büründürecek medyatik mizansenlerin yüzlerce örneğini gördük. Fakat bu mizansenler, gösterilerin umulan “devrim”e evrilmesini sağlamayınca devreye el-Kaide girdi. 2011'in Mart'ında ilk reformcu gösterilerin yaşandığını hatırlarsak Nisan girmeden silahlı eylemler başlamıştı bile. Selefi terör gruplarının o sırada çoktan Lübnan ve Türkiye sınırından Suriye'ye girmiş olduğunu çok sonra öğrendik. Nihayet Haziran'da Cisr el-Şuğur faciası yaşandı. Silahlı gruplar bu şehirde 120 polisi öldürdü, öldürmekle kalmadı vahşice bedenlerini parçaladı ve halka “Esad rejiminden vazgeçmesi” için gözdağı verdi. Esas itibariyle Suriye'ye yönelik çokuluslu terör ordusunun savaşını bu tarihten başlatmak mümkün.

Sonuç itibariyle aradan geçen 17 ay boyunca yeni sömürgecilerin Suriye'de silahlı şiddet yoluyla Libya modelini uygulamaya çalıştığını görüyoruz. Birkaç kez Suriye'de Bingazi üretme denemesi yapıldı. Hums, Bab el-Amr denemeleri bu kapsamdadır. Başarılamadı. 18 Temmuz 2012'de Şam'a yapılan bombalı, suikastli, ağır silahlı baskın ise halk ayaklanması ve Bingazi denemelerinin sonuç vermemesi nedeniyle darbe girişimi olarak kaydedilmelidir. 18 Temmuz çok kritik bir gündü. Bir hükümet darbesi planlanmıştı ama o da olmadı. Son olarak çokuluslu terör ordusunun Halep'e yığılması olayını yaşadık. Tam olarak sayısı bilinmemekle birlikte 6 bin ile 12 bin arasında ağır silahlı, mühimmatlı, ileri seviyede iletişim teknolojileriyle donatılmış, hatta Adana'da gizli bir üsten komuta edilen lejyonerlerin Halep'i Bingazi yapma girişimidir bu. Silahlı gruplar Halep'in Türkiye güzergahı dahil birkaç bölgesini ele bile geçirmişti. Ama Suriye ordusunun Şam'daki operasyonlarını tamamlayıp bütün ağırlığını Halep'e verdiği şu günlerde (9 Ağustos) Halep'in silahlı gruplardan tamamen arındırıldığı haberleri geliyor. Özgür Suriye Ordusu ve el-Kaide'nin önemli liderleri ya öldürüldü ya da tutuklandı. Geriye kalanların da Türkiye sınırına doğru kaçtığı bildiriliyor. Şam'dan sonra Halep'te de Suriye ordusu tam hakimiyet sağladı. Sonuç itibariyle ABD'nin Suriye'ye yönelik vekalet savaşında lejyonerler ağır bir yenilgiye uğradı.

Suriye Kürdistanı kurulması Suriye'de ne ifade ediyor? Esad'ın Türkiye'ye dönük hamlesi miydi? Yoksa tarihsel bir sürecin gerekliliği miydi? 



Suriye, İran ve Irak'taki Kürt ağırlıklı nüfusun bölgeleri (Irak ve İran'da buralara fiilen de resmen de Kürdistan deniyor, Suriye'de fiilen Kürdistan deniyor) Türkiye'dekine benzer üniter yapının parçaları değildir. O nedenle Suriye Kürdistan'ını konuşurken Türkiye'deki durumu emsal alan kavramsal çerçeveden çıkmalıyız. Suriye, İran ve Irak Kürdistanları Aryan kültür ve medeniyet havzasının üyesidir ve 19. yüzyılın nasyonalizminin peşine takılarak toprağı alıp başka bir iklime gitmeleri olacak iş değildir. Bu yüzden Suriye'de devlet çokuluslu terör savaşına karşılık verdiği sırada Kürdistan sayılabilecek bölgeden silahlı güçlerini çektiğinde burada Aryan kültür ve medeniyet havzasından kopuş anlamına gelecek bir gelişme yaşanmadı. Aksine PYD ve diğer Kürt örgütleri, ABD'nin liderliğindeki 133 devletin desteklediği çokuluslu teröristlerin Kürdistan'a giremeyeceğini en başta ilan etti ve mahalli güçlerle Türkiye sınırını korumayı üstlendi. Bu ilginç bir gelişme kuşkusuz. Ankara'nın bu gelişme karşısında derin hayal kırıklığı yaşadığı ve bu sebeple Suriye Kürtlerini tehdide başladığını söyleyebiliriz. Hatta Kürt örgütlerinin koalisyonu, Türkiye eğer tehditle kalmaz ve müdahaleye kalkışırsa çok kanlı bir direnişle karşılaşacağını bile uyardı. Bütün bu gelişmelerin “Esad'ın Türkiye'ye yönelik hamlesi” şeklinde tarif edilmesi Ankara'nın karşılaştığı beklenmedik duruma acele tepki verilmesiyle ilgisi var. Oysa Ankara, Hatay'dan sonra başta Kamışlı olmak üzere Kürt illerinden yeni bir cephe daha açmayı planlamıştı, bu plan oradaki Kürtlerin sert tepkisiyle suya düştü. Benim kanaatim, Suriyeli Kürtler, diğer Kürdistanlardaki gibi, Aryan kültür ve medeniyet havzası içindeki geçirgenliğin mutlaka 19. yüzyıl tipi nasyonalist, bağımsız bir ulus devletle sonuçlanması gerektiğini düşünmüyor. Irak'taki örneğin kendine özgü koşulların ürünü olduğunu not etmek gerek. Orada da Irak'ın akıbeti kesinleşmediği için, yani Irak'ın bölüneceği mi, yoksa bütün olarak kalacağı mı henüz belli olmadığından Kürdistan'ın bağımsızlığı seçeneğinin elde durmasını istiyor yerel idareciler. Yoksa Irak, Avrupa ulus devlet tecrübesini asla uygulamaz, uygulayamaz, çünkü Avrupa tarihsel deneyimi buraların kültürel genetiğine aykırıdır. Türkiye'deki durumun kırılganlığı da aynı sebepten kaynaklanıyor. Türkiye'deki Kürtler ait oldukları Aryan kültür ve medeniyet havzasının geçirgenliğine katılmak istediğinde Türk ulus devletinin verdiği tepki aşırı kırılganlık yaratıyor. İran, Suriye ve Irak'tan farklı olarak Türkiye teritoryal değil etnisite devleti olduğundan başka bir etnisitenin kendi kültürel havzasıyla doğal temas içinde olma talebini bile ayrılıkçılık olarak tarif ediyor bu nedenle. Ankara galiba Suriye Kürdistan'ında yaşanan gelişmeyi bu çerçevede algılayamadığı için, mesela “kuzey Suriye” rüşveti verildiğinde Kürtlerin hemen Esad'a karşı darbe planına katılacağını sandı ve umdu. Öyle olmadı, hatta Ankara'nın rüşvetine sert tepki verdiler. Ben Suriyeli Kürtlerin -yarın ne olur bilemem- şimdilik eski düzen “ortadoğu”ya itiraz edip “ortadünya” aidiyetine önem verdikleri kanaatindeyim.

Suriye'de Kürdistan'ın kurulmasını bölge ve dünya ülkeleri bekliyor muydu? Sürpriz mi oldu?


Galiba buradaki temel soru, iki dünya savaşıyla kurulan bölgemizdeki uluslararası rejimin (ortadoğu) nasıl sürdürülebileceğiyle ilgili. Bu bölgesel rejimi İngilizler ve Fransızlar kurdu. Onlar kendi siyasal modellerini temel alarak bölgeyi imparatorluk nizamından çıkarıp Avrupa tecrübesine uygun 19. yüzyıl tipi nasyonalist ulus devletlere böldüler. İkinci dünya savaşından sonra bölgesel rejimi sürdürme emanetini devralan Amerikalılar ise bölgeyi daha küçük ünitelere bölerek eyalet/devlet düzenine dönüştürmeye çalışıyor. Kosova örneğini bunun için icat ettiler zaten. Her ağızlarını açtıklarında küçücük Lübnan'da üç devletçikten bahsetmeleri veya Suriye'yi yine üç küçük devlete bölmenin harikulade fikir olduğunu savunmaları bundan. Bu açıdan bakıldığında Aryan kültür ve medeniyet havzasındaki Kürdistanları birleştirip büyük bir devlet kurulmasını arzu ettikleri fikri yanlıştır. Böyle bir şeyden sözederek bugün için İran, Suriye, Irak ve Türkiye'ye baskı yapıyor olabilir. Fakat nihai anlamda büyük Kürdistan Amerikalıların Kosova tipi devletçikler modeline aykırıdır. Eğer yapabilseler birden fazla Kürdistan devleti kurmak isterler. Yani İngiltere'nin Arapları binbir parçaya bölüp kurdurduğu devletlerin Kürt versiyonu gibi. O nedenle zaten Irak'taki gibi Suriye'de de Kürdistan devletine gidildiği varsayımından heyecan duydular ve Türkiye'nin tehditlerine karşı “ileri gitme” uyarısı yaptılar. Obama sopa bile teşhir etti. Amerikalıların eski dışişleri bakanı Rice'tan beri üzerinde durduğu “yeni ortadoğu” nizamı Kosova tipi devletçikler öngörüyor ve Obama kabinesine monte edilen Amerikan neoconlarının reenkarnesi Hillary Clinton da bu stratejiyi takip ediyor. ABD'nin müttefiki hükümetler bu stratejiyi gönüllü veya mecburi destekliyorlar. Burada dikkatlerden kaçan önemli detay, adına “ortadoğu” denilmiş Anglo-Frank bölgesel rejimin kurucusu İngiltere'nin, Amerikalılardan farklı olarak Araplarla oyun kurma geleneğidir. Öyle anlaşılıyor ki İngilizler yeni sömürgeciliğin “ortadoğu”sunun Araplar eliyle sürdürülebileceğine inandığından Amerikalıların Kürtleri ve onların devletlerini eksene alan modeline sıcak bakmıyor. ABD ise bölgesel rejimi güncellemenin imkanı olarak gördüğü Kürtleri “yeni ortadoğu”nun Arapları gibi varsayıyor. Bazı Kürt örgütlerinin bu yaklaşımdan haberdar olduğunu ve bu role gönüllerini kaptırdıklarını düşündürecek gelişmeler yaşanmıyor değil.

PYD nasıl bir yapılanma içinde. Suriye Kürdistanı'nın geleceğini nasıl görmek gerekir?

PYD bir anda kendisini Suriye Kürdistan'ın birinci oyuncusu olarak buluverdi. Bu şaşkınlığı üzerinden atabilmiş değil. Bölgesel nâzım planda hangi stratejiye katılacağını da henüz kestiremedi. Mesela Şam'a karşı silahlı isyan başlatmadı, aksine kendi topraklarını kendi mahalli gücüyle “Türkiye'nin saldırılarına karşı koruma” amacıyla mevzilendi. Barzani'nin Suriye Kürdistan'ında kontrolü ele alma denemesine de sert tepki verdi. Her ne kadar Irak Kürdistanındaki bölgesel yönetim genel olarak Kürtlerin iftiharı olarak görülüyorsa da idari ve mali bakımlardan yönetimine katıldıkları bir siyasal varlık değildir. PYD bu nedenle Suriye'de yönetiminin tamamen kendisinde olacağı bir bölgeye ihtiyaç duyuyor. Üstelik PKK'nın Türkiye ile ilişkilenmesi bakımından Suriye Kürdistanının topoğrafik özelliği Irak-Türkiye topoğrafyasıyla kıyaslanmaz bile. Irak Kürdistanında olduğu gibi Suriye Kürdistanında da politik gruplaşmalar var, Barzani ailesinin kabilevi bağları var ama PYD'nin -şimdilik- Amerikalıların “yeni ortadoğu” stratejisine katılmama yönünde irade beyan etmelerinin onlara sağladığı politik enerji ile diğer grupların hiçbirinin rekabet edemeyeceği anlaşılıyor. Suriye Kürdistanında tam bağımsız bir Kürt ulus devleti veya Irak'takine benzer bir yapı doğacağına dair şu anda bir işaret yok. Fakat Şam'ın, Suriye'ye yönelik çokuluslu terör savaşını bitirdiğinde Suriye Kürdistanından PYD'yi söküp atacağını da öngörmüyorum. Şu anki mevcut durum bundan böyle Suriye'nin yeni siyasal rejiminin gevşek üniterlik ve yerinden yönetim ufkuna ilişkin fikir verebilir. Suriye, halihazırdaki terör savaşının üstesinden geldiğinde ilk girişeceği reformlar arasında mutlaka yerinden yönetimin güçlendirilmesi olacaktır. Soğuk savaş yıllarının tek partici rejimine asla dönülmeyecektir. Bu da Suriye Kürdistanında PYD'nin kurucu oyuncu olma şansını yükseltiyor.

‘PYD İLE BARZANİ ARASINDAKİ POLİTİK FARKLILIĞIN ÇATIŞMAYA DÖNÜŞME İHTİMALİ ZAYIF’

PYD-PKK-Barzani ilşkisi Türkiye'yi nasıl etkiler? Türkiye'nin korkmasını gerektirecek bir durum söz konusu mu?

Ankara'nın mevcut kriz döneminde Şam hükümetine karşı darbe gerçekleştirmenin imkanı olarak Suriye'de Kürtleri görmesine PYD tepki gösterdi. Bu gerilim, PYD'nin Ankara ile ilişkilerinin doğasına çatışmayı yerleştirdi. Bu sorunu aşmak için de muhafazakar iktidar Barzani'den yardım istedi. Barzani'nin PYD'ye usülen Ankara'nın mesajını taşımanın ötesine geçeğini düşünmek hayaldir. Barzani Suriye'de sınırlarının farkındadır. Barzani ile PYD arasındaki politik farklılık ve ihtilafın çatışmaya dönüşeceğini uman Ankara yanılıyor. Böyle bir çatışma umuduyla Türkiye'nin Suriye Kürdistanıyla ilgili siyasetini üretme çabasını zavallı buluyorum. Mevcut muhafazakar rejimle Türkiye Irak, İran ve Lübnan'la olduğu gibi Suriye ile de ileri düzeyde yabancılaşmıştır. Muhafazakar iktidar Türkiye'nin İsrailifikasyonunu emin adımlarla sürdürüyor. Türkiye, Mustafa Kemal'den bu yana hiçbir iktidar döneminde bölgesine bu kadar yabancılaşmadı. Batılı yeni sömürgecilerin eğer Türkiye'den, bölgesine yabancı ve batılı emellerin taşıyıcısı olmaktan başka hiçbir amacı olmayan ikinci bir İsrail çıkarma stratejileri vardıysa mevcut muhafazakar rejim sayesinde bu hedefe ulaşmış oldular. Muhafazakar rejimin yarattığı dışpolitika yıkımının nasıl telafi edilebileceğini kestirmek zor. Erdoğan eğer bugüne kadar yaptıklarının tamamen yanlış olduğunu itiraf edip bu politikaların hiç yaşanmamış varsayılmasını talep eder de yeni bir başlangıç yaparsa bilemem. Değilse ancak bu iktidarın yaptıklarının tümünü tersine çevirecek yeni bir hükümetle bu yıkım telafi edilebilir.

Kürt devleti gibi Suriye'de Alevi devleti de konuşuluyor. Bu mümkün mü?



“Suriye senaryoları” adı altında gündeme getirilen herşey Esad'a karşı hükümet darbesinin öğeleridir. Alevi devleti de bu darbenin Esad'a rüşveti oluyor. Yahut Alevilerin Esad'la arasını açması karşılığında bir sığınak lütfedilmesi gibi bir şey. Alevi devleti denilen şey getto önerisidir. Büyük bir aşağılamadır bu. Aleviler bunu böyle algılıyor ama Ankara'daki muhafazakar akıl bunu anlayacak yeterlilikte değildir. Türkiye veya başka bir ülke Alevi devletinden sözettikçe Aleviler, Hıristiyan devletinden sözettikçe Hıristiyanlar, “İslam devleti”nden sözettikçe dindar/laik Sünniler Esad'ın etrafında kenetleniyor. “Ulusal konsey”in içindeki İhvan-ı Müslimin veya başka grupların “İslam devleti” fikri, Taliban'ın Afganistan'da yaptığının muadilidir. Suriyeliler medeni insanlardır; selefi/vahhabi teröristlerin dar, dışlayıcı, farklılıkları imhaya odaklı bir devlet kurma emeli Sünni, Alevi ve Hıristiyan Suriyelileri ürkütüyor, korkutuyor. Suriye'nin parçalanmasına dayalı hiçbir öneri Suriyelileri mutlu etmez. Bu yüzden olsa gerek, Esad'ın defalarca, diledikleri sayıda yabancı gözlemci huzurunda seçim düzenlenmesi ve sandıktan çıkacak iradeye herkesin rıza göstermesi teklifi hem batılı güçler ve Ankara, hem de silahlı gruplar tarafından reddedildi.

İran, Suriye politikasını nasıl belirliyor?



İslam devrimi sonrasında İran'ın dış politikasında Suriye'nin yerini iki döneme ayırmak gerek. Birinci dönem, Lübnan'da İsrail yayılmacılığına karşı oluşan (1982) direncin korunması ve desteklenmesi açısından Suriye'nin stratejik önemidir. Lübnanlı efsanevi lider Ayetullah İmam Musa Sadr'ın temellerini attığı bu direnç hattının veya Lübnanlıların tabiriyle “el-Mukaveme (Direniş)” hareketinin santrali olan İran'dan Lübnan'a akımın ulaşabilmesinin tek imkanı hep Suriye oldu. Fakat bu ilişkinin sadece Suriye'nin taşıyıcılık veya aktarıcılık rolünden ibaret olmadığını gözardı etmeyelim. Suriye devrimci hareketlere hep evsahipliği yaptı. Dolayısıyla İran'la Suriye arasındaki stratejik ilişki pragmatik değil, Suriye'nin stratejik tercihiyle doğru temas kurmuş üretken bir ilişki türüdür. 2003'te Irak'ın ABD tarafından işgal edilmesiyle Saddam rejimi yıkılınca bu kez Suriye, İran-Irak-Suriye-Lübnan plakasının ortaya çıkmasında temel rolü olan ülke haline geldi. Ortadünya tektoniğinde İran-Irak-Suriye-Lübnan plakası içinde Suriye'nin taşıdığı yüksek anlamı, Suriye'de oğul Esad'ın cumhurbaşkanı seçildiği 2000'den bu yana batılıların Suriye üzerinde odaklanmış baskı ve tecrit, ama aynı zamanda vaat ve ödül hareketliliğinden anlıyoruz. Hiç kuşku yok Suriye'nin bu yüksek anlamı İran'ın dışpolitikasına olduğu gibi yansıyor. Burada durum, Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrallah'ın “İran Hizbullah'ın değil, Hizbullah İran'ın dışpolitikasını yönlendiriyor” dediği gibidir. Yani İran Suriye'nin değil, Suriye İran'ın dışpolitikasını belirliyor. Suriye, küresel gidişata etki eden iki önemli havzada, Lübnan ve Filistin meselelerinde karargahtır. Küresel merkez güçlerin politik dalgalanmasına yolaçan Lübnan ve Filistin merkezkaç güçleri, bu etkili rollerini Suriye sayesinde oynayabiliyorlar. İsrail yayılmacılığının 1982'de Hizbullah tarafından durdurulmasından bu yana İsrail bir karış toprak kazanamadıysa bu Suriye sayesindedir. Suriye'de hükümet darbesi için Atlantik güçlerinden yardım dilenen kimilerinin Suriye'nin bu önemli siciline gölge düşürebilmek amacıyla yaptıkları hiçbir suçlama gerçeği değiştiremez. Gerçek, Suriye'nin neden Golan'ı geri alamadığı değil (o toprağın geri kazanılacağı gün uzak görünmüyor), İsrail'in yayılmayı sürdürüp sürdüremediğidir. İran, Suriye'nin bu kök konumuna göre dışpolitikasını belirliyor. Suriye'yi İsrail yayılmacılığının üssüne dönüştürecek hiçbir politik girişimi desteklemeyeceğini açıkça söylüyor. Ayrıca bu tür siyasi projelerin Suriye halkının iradesine aykırı olduğunu ve bunu doğrulamanın yolunun da demokratik seçimlerden geçtiğini hatırlatıyor. O nedenle mesela 2011 Mart'ında bir iki Suriye şehrinde reform talep eden gösteriler yapıldığından beri İran aynı şeyi söylüyor: Dış müdahaleye hayır, reformlara evet, demokratikleşmeye evet... İranlılar başından beri muhaliflerin de katılacağı bir koalisyon hükümeti kurulmasını ve bu hükümetin yönetiminde seçimlere gidilip sandıktan halkın iradesinin çıkması gerektiğini söylüyor. ABD ve müttefikleri ise bugüne kadar Esad hükümetine karşı darbeden başka hiçbir seçeneği desteklemedi. Bize sergilenen medyatik mizansenler veya selefilerin nihilist terörüyle can veren, yahut güvenlik güçleri ile bu tedhiş grupları arasındaki çatışmalarda arada kalıp hayatını kaybeden masum insanlar hep Suriye'de hükümet darbesini meşrulaştırmak amacıyla kullanıldı. İran bu gibi terörizme destek girişimlerini uluslararası sözleşmelere aykırı bularak reddetti ve uluslararası toplumu kurallara uymaya çağırdı.

‘DAVUTOĞLU’NUN DIŞ POLİTİKA DOKTRİNİ YIKIM YARATTI’

Türkiye'de Suriye politikasını Erdoğan mı, Davutoğlu mu belirliyor? Özgür Suriye Ordusu ve Suriye Ulusal Konseyi çizgisinde belirlenen bu politikayı nasıl okumak gerekir?



Ben mevcut dışpolitika doktrininden ve onun Türkiye'nin başına açtığı gailelerden Davutoğlu'nu sorumlu tutanlardanım. Erdoğan kuşkusuz başbakan ve aynı söylemi kullanıyor ama Davutoğlu'nun politik ufkunu, niyetini ve öngörülerini hükümetinin politik tercihi yaptığı için ona uygun davranıyor. Fakat görünen o ki Davutoğlu'nun doktrini yanlışlandı. Dahası dış politikada kelimenin tam anlamıyla bir yıkım yarattı. Ankara'nın muhafazakar hükümeti tarihsel anlamı, toplumsal dokusu ve iktisadi büyüklüğüyle hiç bağdaşmayacak biçimde komşusu Suriye'ye karşı Özgür Suriye Ordusu isimli terör örgütünü destekliyor. Bu örgütün ve onun yan kollarının Türkiye topraklarını serbestçe kullanmasını sağlıyor. Egemen bir ülkenin (Suriye) aleyhine kendi topraklarında yarı zamanlı politikacılara konsey falan kurdurup onlar için hükümet darbesi yapmaya kalkışıyor. İstanbul'daki tüccar Suriyeliler, ABD'nin liderliğindeki koalisyon güçleri hükümet darbesini başaramazsa işlerine güçlerine dönecek, isimlerini bile hatırlamayacağız ama Ankara'nın bu süreçte bulaştığı her türlü şaibe, kirli ilişkiler, karanlık operasyonlar baki kalacak. Bunları Türkiye'nin dışpolitika sicilinden silip atabilmek için keskin bir redd-i mirasa hep ihtiyaç duyacağız. Bütün bunların baş sorumlusu Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'dur. Türkiye'nin muhafazakar rejim döneminde bulaştığı Suriye kampanyasının yıkımını telafi etmek için belki de 1914'teki tenkil ve tehcirin sorumlularının yargı önüne çıkarılması boyutunda seçenekleri düşünmek gerekir. Aklı eren herkes başından beri Türkiye'nin Suriye'de ne yapmak istediğini soruyor. Bu sorunun cevabı yoktur. Ankara'nın özgürlük, demokrasi, insan hakları edebiyatı 20 bin insanın canına malolmuş bir macerayı denemesini aklayabilir mi? Başka bir ülke için insan hakları, özgürlük ve demokrasi mücadelesine soyunan Türkiye'nin demokrasi sabıkasında kayıt düşülecek sayfa kalmadı. İktidarda olduğu 10 yıldır 12 Eylül askeri rejimine dokunmamış muhafazakar rejim, Suriye'deki siyasi rejimi tartışma konusu yapıyor. Kendi darbe rejiminde aldatıcı makyajla yetinip iktidarı korumayı herşeyden üstün tutan muhafazakar rejim, Suriye'de hükümet darbesi için terörü araç olarak kullanıyor. Bu illegaldir, gayri ahlakidir, insanlık dışıdır. Suriye'de çokuluslu teröre verilen destek yüzünden 20 bine yakın insan hayatını kaybetti ve bunun birinci derecede sorumlusu, Erdoğan'ın Davutoğlu doktrinini hükümet siyaseti olarak benimsemesidir. Türkiye'nin 70'li yıllarını karanlık yıllar olarak tarif eden muhafazakarlar, aynısını Suriye'ye yaşatıyor. Türkiye'de darbeyle, gayri meşru ve siyaset dışı yollarla hükümeti devirmek isteyen karanlık odaklardan bahseden muhafazakar rejim ve tüm ilişikleri, Suriye'de tam da bunu destekliyor. Türkiye'nin acilen bu anormal durumdan çıkıp normalleşmesi gerekir.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun görevden alınacağını daha önce farklı mecralarda yazıp, söylemiştiniz. Sanırım yerine de talipleri var. Sayın Gürsel Tekin de bunu söyledi. Açar mısınız?



Amerikan neoconları Amerika'ya ne yaptıysa ve ne zarar verdiyse Davutoğlu ve onun neocon kadrosu da Türkiye'ye aynısını yaptı. 2009'da bakan olmasıyla birlikte bu zarar kurumsal ve sistematik nitelik kazandı. Bunun sürdürülebilir olmadığını bir yıldır söylüyorum. Başka mecralarda kendimi ifade edemediğim, bu imkandan mahrum edildiğim için sosyal medyada son bir yıldır Davutoğlu ve neocon kadrosunun tasfiye edilmesi ve Türkiye'nin normalleşmeye başlaması gerektiğini yazıyorum. Fakat beş altı ay önce Davutoğlu döneminin kapandığına ve onun artık “topal ördek” olduğuna ilişkin net görüşümü açıkladım. Şimdilerde bu görüşün anamuhalefet partisinde ve başka çevrelerde konuşulur hale geldiğine bakmayın, beş altı ay önce bu kimsenin aklına bile gelmemişti. Ben Davutoğlu döneminin bitmesi gerektiğini, Türkiye'nin normalleşebilmek için buna şiddetle ihtiyaç duyduğunu twitter hesabımdan yazdığımda muhtelif ortamlarda karşılaştığım kimi AK Partili milletvekillerin veya iktidar partisinin kimi yöneticilerinin ve teşkilatlardaki yöneticilerin ilginç biçimde görüşüme ilgi gösterdiklerine tanık oldum. Davutoğlu, “yeni ortadoğu” nâzım planının şemsiyesi altında yeni osmanlıcılığın icra edilebileceğini muhafazakar ana gövdeye de, İslamcılığın marjinal radikalizmine de kabul ettirebildi. Suriye macerası bunun sonucudur. NATO'nun yeni Gladyosu olmaya istekli İslamcılık da Davutoğlu'nun kendine özgü reelpolitisizmi sayesinde mümkün olabildi. Selefiliğin, yani Vahhabiliğin etkisi altındaki bugünkü İslamcılık, 1969'da Amerikan 6. filosunu protesto etmeye giden sosyalistlere saldırmış güruhun reenkarnasyonudur. İslamcılık, Davutoğlu'nun dışpolitika doktrininin milis gücü gibi faaliyet gösteriyor. Sokaklarda Suriye karşıtı NATO kampanyasında her göründüklerinde veya görünmediklerinde bu misyonun gereğini yerine getiriyorlar. Galiba bu şaibe nedeniyle NATO'nun Suriye kampanyası boyunca hiçbir zaman dindar kitleleri sokağa dökemediler. Her defasında 20 küsur İslamcı STK, iktidara ilişik medyanın yoğun propagandayla desteklemesine rağmen kendi mensupları sayısınca insanı bile sokağa çıkaramadı. Devlet aygıtına ilişmiş bu örgütler Davutoğlu doktrininin propagandasından başka bir işle uğraşmıyorlar. O sebeple Suriye krizi Davutoğlu kadar onların da tükenişinin fotoğrafıdır.

‘BAŞBAKAN, DAVUTOĞLU İLE DEVAM EDEMEYECEĞİNİN FARKINDA’

Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile yola devam edemeyeceğinin farkında. Suriye kampanyasının hız kestiğini gördüğünde Davutoğlu'ndan vazgeçecektir. Otuz kere, hatta partisinin ilçe kongrelerinde bile BOP eşbaşkanı olmakla övünmüşken Bush iktidarı bittiğinde “BOP kötü fikirdi” demiş bir siyasetçi Erdoğan. Kendi siyasi kaderini Davutoğlu'nunkiyle asla özdeşleştirmez. Ayrıca onunla ortak politik geçmişleri de yok. Başka isimlerle kıyaslandığında Davutoğlu siyaseten yabancıdır, kolay vazgeçilebilir bir isimdir. Türkiye'nin normalleşme sürecinin başlangıcı Davutoğlu'nun ve neocon kadrosunun tasfiyesidir ve Erdoğan bu gerçeği görmektedir. Hatta bana kalırsa bununla yetinmemeli, Davutoğlu'nun yarattığı tahribatı tamir için bir de “komşularla ilişkileri onarmadan sorumlu bakanlık” ihdas etmelidir. Ben, başkalarından farklı olarak, Davutoğlu'nun batıcı/batılı stratejik yürüyüşe çıpalı yeni osmanlıcı doktrininin dışpolitikada yıkım yarattığı kanaatindeyim ve onun görevden alınmasını bu tahribatın tamiri için gerekli görüyorum. Davutoğlu'nun doktrini, Türkiye'yi “yeni Sünnilik” ideolosiyle bir Sünni ulus devlete dönüştürmek ve küresel güçlerin himayesinde bölgesel hegemoni kurmaktır. Davutoğlu garpzede muhafazakarlığa ideoloji kazandırma çabasındaydı. Adına “dışpolitika hamlesi” denilen şey, onun bu çabasının kızıl elmasıdır. Bu maceraperestlik iflas etmiştir. İflasın müflis sorumlusunun behemehal görevden alınması gerekir.

Suriye'de ne olursa Esad gider? Esad sonrası Suriye ne olur?



“Esad'ın gitmesi” klişesi NATO'nun Suriye karşıtı kampanyasının şifrelerindendir. Manası, hükümet darbesi yapılıp Esad'ın devrilmesi ve batı yanlısı yeni bir rejim kurulmasıdır. Böyle bir seçeneğin sözkonusu bile olmadığı birbuçuk yıllık Suriye kampanyası boyunca gözlemlendi. Kampanyanın sahibi ABD ve onun ardına dizilmiş 133 devlet, çokuluslu profesyonel teröristlerden kurduğu lejyonerlerle de, 18 Temmuz Şam saldırısı gibi doğrudan kendi istihbarat servislerinin operasyonlarından da sonuç alamadı. Libya'daki Bingazi modeli de işlemedi. Ne Bab el-Amr, ne Hums, ne Halep Bingazi yapılamadı. Çünkü bu girişimlerin sahibi ülkeler ikinci dünya savaşının mihver güçlerine karşılık geliyor. Başını ABD'nin çektiği mihver güçlerin hegemoni savaşına, başını Rusya ve İran'ın çektiği müttefik güçler direniyor. Suriye bu savaşın Stalingrad'ıdır. “Esad gitsin” klişesi, mihver güçlerin hegemoni savaşına gösterilen direnç ve direniş nedeniyle hükümet darbesinden medet ummanın kodlanmış şeklidir. Esad'ın gitmesi ancak halkın oylarıyla olur. Mihver güçler Suriye meydan muharebesini kaybettiklerini kabul eder ve anlaşmak için masaya otururlarsa Suriye hükümeti de serbest, şeffaf, hatta istedikleri sayıda gözlemciyle seçim düzenler ve sonucuna herkes rıza gösterir. O seçimde halk Esad'ı istemezse o da iktidarı rakibine devreder. Bunun dışında Esad'ın gitmesinden bahseden bütün ihtimaller darbeciliktir, gayri meşrudur, silah zoruyla iktidar değişikliği dayatmaktır, bir devletin iç işlerine müdahaledir.

SERBAY MANSUROĞLU/BİRGÜN

Read 1640 times