Uyanış ve Birikimlerin Saptırılması

Rate this item
(0 votes)

Bismillah

İslam dünyası üç yüzyıldan beri Batı istikbarının (istikbar=üstünlük taslamak, başkaları üzerinde sulta kurmayı hakkı olarak görmek) kültürel, siyasal, bilimsel ve askeri üstünlüğü altında eziklik hissetmektedir. İslam dünyasına asırlar boyunca tahakküm eden Abbasiler, Osmanlılar ve Safeviler gibi şahlık ve padişahlıkların hakkaniyete, meşruiyete sahip olmadıkları, İslam’ın temel ilkelerinden uzak oldukları ve içeride nice zulümlere imza attıkları şüphe götürmez bir gerçektir. Ancak kendi iktidarlarını sürdürme uğruna da olsa Doğu ve Batı müstekbirlerinin her türlü hücumlarına karşı müslümanları korudukları, hakim oldukları ülkelerde güvenliği sağladıkları ve bugün insanlığın yararlandığı ilimlerin gelişmesine hükümranlıkları boyunca uygun ortam hazırladıkları inkar edilemez.

Osmanlı Devletinin yıkılmaya yüz tutması ve bir çok İslam ülkesinin Batılı müstekbirler arasında işgal edilerek paylaşılmasıyla müslümanlar arasındaki bu yenilgi, eziklik ve aşağılanma duygusu gün be gün daha da artmış ve 20.yüzyılın ilk yarısında en üst seviyeye çıkmıştır. Bu eziklik ve moral yıkımına paralel olarak İslam dünyasının çeşitli yerlerinde hal çareleri arayan düşünür ve alimlere de az da olsa rastlanmaktadır. Ehl-i Sünnet uleması ve düşünürleri Hint Yarımadası ve Mısır’da, Şia uleması ve düşünürleri İran ve Irak’ta bu yeni durum karşısında bir yüzyıldan beri bir takım tepkiler ortaya koymaya başlamışlardır. Her birinin düşünce ve faaliyetlerinin ayrıca ele alınması gereken Muhammed İkbal Lahori, Muhammed Abduh, Cemaleddin Esedabadi(Afgani), Ayetullah Kaşif’ul Gıta, Ayetullah Mirza Şirazi gibi alim ve düşünürler bu yeni düşünce akımının veya İslami uyanış hareketinin öncülerine örnek olarak gösterilebilir. Müslüman alim ve düşünürler bir yandan Batı’nın sultasına karşı durarken bir yandan da bu çok yanlı sultaya son vermenin tek çaresi olarak öze dönüş ve İslamcılığı kurtuluş yolu olarak görmüşlerdir.

Müslümanların izzet ve her alanda bağımsızlığına kavuşması yönünde devam edegelen bu uyanış hareketi yirminci yüzyılın üçüncü çeyreğinde(1963) İmam Humeyni’nin(ra) liderliğinde İran’da başlatılan ve son çeyreğinde(1979) zafere ulaşan İslam inkılabıyla birlikte yeni bir ivme kazanmıştır. Bugün Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde müşahade edilen hareketler –adına ne denilirse denilsin- Batı müstekbirliğinin her türlü sultasına karşı bir yüzyıldan fazla bir zamandan beri başlatılmış uyanış hareketinin bir devamıdır.

Türkiye’de ise Merhum Erbakan’ın çabalarıyla “ Milli Görüş” adı altında siyasal gündeme getirilen ve daha çok yerel İslamcılık olarak tanımlanabilecek uyanış akımı, Mısırlı ve Pakistanlı düşünürlerin eserlerinin tercüme edilmesi ve akabinde İslam İnkılabının İran’da zafere ulaşmasıyla yeni bir içerik kazanmaya başlamıştır.

Ancak asırlardır İslam dünyası da dahil dünya üzerinde üstünlük kurmuş ve bu sultasını sürdürmeye kararlı olan Batılı müstekbirler bu uyanış hareketi karşısında hiç bir zaman kayıtsız kalmamış ve fikri hareketleri durdurmanın ve ortadan kaldırmanın imkansızlığı gerçeğinin farkında olarak bu hareketi hedefinden saptırma ve kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme yöntemine başvurmuşlardır.

İslam dünyasında yeni nesillerin, asırlardır devamedegelen sulta ve oyunun idrakine varmış olarak bilendiklerini, kendi varlıklarına karşı müthiş bir enerji birikiminin oluştuğunun farkında olan Batı müstekbirliği bu enerjiyi kendi çıkarlarına dönüştürmek için oldukça komplike yöntemler uygulamış ve uygulamaktadır. Örnek vermek gerekirse; Afganistan’ da Sovyet işgaline karşı direnişin İslam’ı referans alarak sürdüren grup ve partileri kontrolü altına alamayınca buna paralel olarak Taliban adlı başka bir cihad grubu oluşturmuş ve Sovyetlere karşı yıllarca mücadele veren cihad gruplarının zaferi ardından -ve elbette bunların iç çekişmeleri ve ilkesel zaaflarından da yararlanarak- kendi kontrolündeki Taliban’ı harekete geçirmiş ve ülkeyi baştan başa kontrolüne almıştır. Taliban ise iktidara gelir gelmez beslendiği Selefilik inancının gereği olarak ilk iş olarak Sünni Şii demeden cihad gruplarını düşman ilan etmiş ve müthiş bir katlaim başlatmıştır. Aynı yanlış akımın öğretileri doğrultusunda birtakım çağ dışı uygulamalara başvurmak suretiyle İslam’la terörizmi, şekilciliği, bağnazcılığı vb özdeşliştrimiştir. Bu tutumdan en fazla da Batı İslam aleyhine yararlanmıştır. Bir yandan İslam’ı terörizmin kaynağı olarak tanıtmış ve tanıtmaya devam etmektedir, bir yandan da kendi yetiştirdiği teröristleri etkisiz hale getirmek bahanesiyle Afganistan’ı yeniden işgal etmiştir. Gel gör ki, teröristler etkisiz hale getirilmediği gibi 2001 yılından beri Afganistan dünyaya terörist ihraç eden ülke olmaya başlamıştır. ABD, Taliban akımı içinde yetiştirip büyüttüğü El-Kaide ve benzeri terörist grupları hala da istediği yerde kullanmakta ve kontrol edemediği durumlarda ise acımasızca öldürmekte veya ölüme göndermektedir.

Ülkemizde de yukarıda değindiğimiz faktörlerin etkisiyle İslami uyanışın yükselişini gören Batı istikbarı, halkın inançlarına saygı duymayan geleneksel müttefikleri olan katı laiklerin miadının dolduğunu farkeder farketmez yeni alternatifler aramaya koyulmuştur. Yeni bir İran örneği ile karşılaşmamak için doksanlı yılların başından itibaren bazı İslami kesimler ve kişilerle ilişkilerini artıran Batı ve özellikle de Batı’nın başını çeken ABD , dindar kesimlerde biriken Batı karşıtı enerjiyi boşaltmayı planlamıştır.

Ayrı bir ifadeyle “Dine Karşı Din” taktiği ile halkı oyalayacak ve geleneksel laik kadrolara oranla özgürlükçü söylemler ileri süren muhafazakar kadroların iş başına gelmelerine önceleri göz yummuş ve din referansını kullanan kesimlerin güçlendiğini görünce de iktidarı ele geçirmelerini ve sürdürmelerini desteklemiştir. Bugün Türkiye’de sadece iktidar el değiştirmiş, eski ortodoks laik kadroların yerini yeni muhafazakar laik kadrolar almıştır. Bugün gelinen noktada ABD’nin başını çektiği Batı istikbarı ülkede eskisinden daha çok nüfuzlu hale gelmiştir. Mevcut iktidarın bölgesel siyasetlerde izlediği çizgi bu iddiamızın en belirgin ispatıdır.

Bu gibi örnekler çoğaltılabilir. Peki Batı müstekbirliğinin İslam dünyasına yönelik asırlardır devam edegelen sultalarının devam etmesinde, uğursuz planlarının hayata geçirilmesinde İslami hareketlerin, önderlerin, etkin alim ve aydınların hiç mi suçu yok? Bu konunun herkesçe yeniden araştırılması, irdelenmesi ve sorgulanması gerekir. Nerede yanlış yapılmaktadır? Bunca yenilgide hangi kesimler ne kadar sorumlu ve suçludur? Geniş halk kitlelerinin bunca fedakarlıklarına, desteklerine rağmen İslami hareketler niçin ilk hedeflerinden sapmakta veya saptırılmaktadır? Her kesim tarafından üzerinde ciddi olarak durulması gereken bu hususa başlangıç oluşturması bakımından bir iki kriteri hatırlatmak yerinde olur:

- Başarıyı yanlış tanımlama

Nihai hedefi Allah’ın rızasını kazanmak ve insanlar arasında adaleti yerleştirmek olması gereken ilahi herhangi bir hareketin çıkış noktasından itibaren her aşaması bir başarı olarak telakki edilmelidir. Her hak üzere hareketin belirlenen sonuca, nihai hedefine ulaşması gerekir diye bir kaide yoktur. Nice haklı hareketler vardır ki haktan, ilkelerden taviz veremedikleri için bazıları nütfede boğulmuş, bazıları geçici olarak durdurulmuş, bazlarının liderleri ortada kaldırılmış, neferleri hak yolda şehid edilmişlerdir. Sonuca ulaşmadığı için bu hareketlerin başarısız olduğu söylenemez. Enbiyanın ve vasilerinin hareketleri buna en güzel örnektir. Ne yazık ki, İslam dünyasında başarı denince gücü ele geçirmek, ekonomik ve askeri olarak güçlü olmak anlaşılmakta, ilkesek davrananlar ise akılsızlık ve siyaset bilmezlikle suçlanmaktadır.

- İlkesizlik, kural tanımazlık

Tarih boyunca nice toplumsal ve halk hareketleri vardır ki, hak ve adalet talebiyle ortaya çıkmalarına rağmen hedefinden sapmıştır. Çıkış noktası haklı sebeplere dayanmasına rağmen çeşitli aşamalarda tavizler ve değişikliklerle karşılaşmıştır. Hatta ortadan kaldırmaya çalıştıkları zalimlerden daha zalimce davranabilmiş, bazen sonuca ulaşabilmek için cinayet işlemekten geri durmamıştır. İslam topraklarını işgalcilerden kurtarma, zalim rejimleri yıkıp yerine halkın talepleri doğrultusunda bir yönetim tarzı kurma, İslam ülkelerinde ilahi değerleri hakim kılma adına ortaya çıkan bazı toplumsal ve siyasal hareketlerde görülen sapmalar buna açık bir örnektir.

Bu sapmalarla ilk defa karşılaşmıyoruz. Kökleri İslam’ın ilk asrına kadar uzanmaktadır. Bugün bütün müslümanların hüzünle yad ettikleri ve hatta bazen inanmadıkları halde model olarak gördüklerini iddia ettikleri Kerbela olayı hedeften ve ilkelerden sapmanın belirgin bir sonucudur. Halbuki İmam Hüseyin(as) açıkca ilan ettiği üzere ilkeleri ihya etmek, yarım asırlık sürede ortaya çıkan sapmaları düzeltmek için kıyam etmiştir. Batıl yöntemlerle, düşmanlarla işbirliği içine girmekle, zulmü ortadan kaldırmak için yeni zulümler işlemekle adalet ikame edilemez. Bu sünnetullaha ve sünnet-i nebeviye aykırıdır.

- İktidar düşkünlüğü

Bazı kesimler iktidarı ele geçirince her şeyin düzeleceğini sanırlar. Bunun için iktidarı ele geçirmek için her zillete katlanır, her türlü gayri meşru yönteme başvurur, gerekirse dış güçlerle işbirliğini mubah sayarlar. Bunu fırsat bilen müstekbir güçler bugün komşu Suriye’de görüldüğü üzere rejim muhaliflerini desteklemekte, silhlandırmakta , bu ülkede iç savaşı teşvik ederek kardeşi kardeşe kırdırmakta ve yeni planlarını uygulamak için daha uygun ortamlar hazırlamakta iken bazı komşu ülkeler de yeni nüfuz alanları hayaliyle bunlara yardımcı olmaktadır. Bazı planları hayata geçirmek için iktidarın ele geçirilmesi gereklidir, ancak meşruiyetten ve halkın makbuliyetinden/genel desteğinden yoksun iktidarların insani ve ilahi değerleri hayata geçirmeleri imkansızdır. Hatta bazen halkın desteğini alsa bile meşru kriterlere dayalı olmayan veya bunu gerekli görmeyen iktidarların düştüğü duruma en açık örnek şimdiki AKP iktidarıdır. Oy aldığı kesimlerin çoğunluğunun karşı olduğu değerleri savunduğu yetmiyormuş gibi bu değerleri başka ülkelere de tavsiye etmektedir.

- Haset, taassup.

Bazı kesimler başarıyı maddi ölçülerle değerlendirdikleri için başkalarının sabırla, sıkıntılara/baskılara tahammülle, zahmetlere katlanarak ve ilkesel davranarak halklar nezdinde elde ettikleri başarıları ve kalplere nüfuz etmelerini bir oldu bittiyle, dezenformasyonla, yalan iddialarla kazanacaklarını sanırlar. Bunun için gerçeğini andıran sahte sloganlarla amaçlarına ulaşacaklarını hayal ederler. Mesela bir yandan işgalciyle işbirliği yaparken ülkesi işgal edilenleri savunduğunu iddia etmek ne büyük bir yalandır! Adaleti yerleştirmek, insan haklarına saygılı düzenler kurmak gibi ilahi referanslı söylemler söz konusu olduğunda herşeyden önce insanın kendisi buna inanmalı ve hayatında uygulamalıdır. Çünkü adaleti ancak adil olanlar yerleştirebilir, insan haklarını ancak insana saygılı olanlar yayabilir. İlahi değerlerden habersizlerin, ilahi bir nimet olan adaleti halk arasında tesis etmeleri mümkün müdür? Başkalarına haset etmek yerine insanın kendisini ıslah etmesi, adil davrananlara yardımcı olması, zalimlerle işbirliği yerine İslam’ın ve müslümanların maslahatını gözleyenlerle el ele vermesi gerekmez mi? İslam düşmanları bazı iktidar düşkünlerinin bu hasedinden yararlanarak bu çevreleri daha üstün oldukları, İslam dünyasına model olabilecekleri yalanına inandırmaya çalışırlar. İşin içine ulusal, bölgesel ve mezhebi tassupları da katınca artık dönüşü olmayan uçurumlara sürüklenmaya hazırdırlar.

İslam düşmanları örnek olarak saydığımız bu vesilelerden yararlanarak azimli müslüman çevrelerde oluşan istikbar karşıtı nefret ve enerjiyi yanlış yerlere yönlendirmekteler. Suriye’deki rejimin meşruiyetini savunmak gibi bir niyetimiz yoktur. Ancak bugün bu ülkede iç savaş çıkarmak ve kardeşi kardeşe kırdırmak için gönderilen genç kadrolar müslümanların baş düşmanı ABD ve İsrail’e karşı savaştıklarını sanmaktadırlar. İçlerinde tekfirci ve kalpleri körelmiş kesimlerin olduğunu inkar etmemekle birlikte bu gençlerin büyük bir çoğunluğunun İslam’ın ve müslümanların yüceliği için adam öldürdüklerine inandıkları maalesef bir gerçektir. Ayrı bir ifadeyle ABD ve İslam dünyasındaki müttefikleri bu ABD ve Batı sultası karşıtı birikimi kendi lehlerine çevirmiş ve yine müslümanlar aleyhinde harekete geçirmişlerdir. Bu enerji birikimi yüz yıllık bir uyanışın sonucu olup gerektiği gibi yönlendirelemediği ve saydığımız etkenlerden dolayı saptırıldığı için maalesef bugün kısmen İslam düşmanlarının hizmetine sokulmuş bulunuyor.

 

Y. ZİYA T.YILMAZ  03/01/2013

 

Read 1516 times