کارگر

کارگر

Pazar, 02 Haziran 2019 06:48

Dünya Kudüs Günü

İslam İnkılabı Kurucusu Rahmetli İmam Humeyni Siyonist Rejim İsrail ve Amerika'nın bölgeye yönelik hedeflerinden haberdar olmasından dolayı Ramazan ayının son cumasını Kudüs günü olarak adlandırarak böylece dünya Müslümanlarının Filistinliler ile dayanışma içerisinde olduğunu daha açık bir şekilde gözler önüne sermek istemiştir.

Rahmetli İmam Humeyni Kudüs günü ile ilgili şöyle buyurmuşlardır:" Kudüs günü sadece Filistin günü değildir. Süper güçlere İslami memleket ve topraklarda artık ilerleyemeyeceklerini göstermek günüdür. Kudüs günü tüm süper güçlere İslam'ı artık sultaları altına alamayacakları, habaset dolu işbirlikçileri ve uşakları sayesinde artık Müslüman ülkelere hüküm süremeyecekleri konusunda uyarmak günüdür. Kudüs günü İslam'ın canlanması günüdür."

Kudüs'ün kaderi bugün tarihi ve hassas bir geçitte, zor bir sınavdan geçmektedir. Bu da Filistin milletinin kaderini belirleyecektir.

Sohbetimizin devamında şimdi de Kudüs'ün önemini gözden geçirip bir sonraki bölümde ise Yüzyılın Anlaşması çerçevesinde İslami hüviyetin yok edilmesi için yapılan planları irdelemeye çalışacağız.

 60 yılı aşkın bir süredir Filistin ülkesi ve diğer İslami toprakların bir kısmı Siyonist İsrailliler tarafından işgal edilmiştir.

15 Mayıs günü Yevm-ül Nekbe yani Nekbe Günü olarak da bilinen Filistin'in 948 yılında Siyonist Rejimi tarafından işgal edilişinin yıldönümü günüdür.

Büyük felaket anlamına gelen Nekbe kelimesi, Filistinlilerin hatırasında iki kötü ve acı olayı hatırlatmaktadır:" İlki korsan İsrail Rejiminin 1948 yılında kurulması ve ikincisi de 800 bini aşkın Filistinlinin ana vatanlarından ihraç edilmesi.

 Nekbe, o yıllarda Filistinlilerin başına gelen faciaların simgesi olmasının yanı sıra son onyıllarda bu millete çektirilen çileler ve zorlukların da sembolüdür. Gerçekte Nekbe Günü insani bir trajedinin yanı sıra Filistinlilerin kültürel, ekonomik ve siyasal temellerinin büyük bir bölümünün de tahribi ve yok edilmesinin göstergesidir. Tüm bunlar ise gayrı meşru bir hükümetin kurulması ve varlık göstermesi ile gerçekleşmiştir.

 Tüm bu yıllar boyunca Filistin halkı ya avarelik çekmiş ya işgal altındaki topraklarda ayrımcılığa ve şiddetli tehditlere maruz kalmış ya da Gazze Şeridinde topyekun bir kuşatma ile karşı karşıya kalmıştır.

Gayrı meşru Siyonist Rejimi 1948 yılındaki kuruluşundan beri her daim iki önemli hedef peşinden koşmuştur:"

İlk hedef, işgalci olmalarına karşın meşruiyet kazanmaktı. Bu hedef şimdiye dek gerçekleştirilememiştir çünkü Filistin direnişi, Siyonist İsrail Rejiminin meşruiyetini ciddi sorunlar ile karşı karşıya bırakmıştır.

Siyonist İsrail'in ikinci hedefi ise Müslümanların ilk kıblesi sayılan Beytül Muhaddes'e musallat olup Kudüs ve Filistin topraklarının İslami hüviyetini yok etmek istemesidir.

 Beytül Mukaddes 1967 yılından beri Siyonist İsrail'in işgali altındadır.  Ancak Kudüs, sadece kutsal bir mekan veya sembol olmayıp aynı zamanda da Müslümanların birliğinin de temel taşıdır.

Mecid-ül Aksa ile ilgili İslami rivayetlerde bu cami Mescid-ül Haram ve Mescidi Nebevi'den sonra  İslam'ın üçüncü en kutsal camii olarak adlandırılmıştır. Şimdi ise Müslümanların ilk kıblesi olan bu cami işgal olunmuş ve yok edilmek istenmektedir.

 Kudüs'e musallat olup bu kutsal mekanın İslami hüviyetinin değiştirilmeye çalışılıp Filistin topraklarının Yahudileştirilmesi Siyonistler için her daim stratejik bir hedef olarak görülmüştür. Tabii onlar bu hedefe varmak için defalarca büyük yenilgilere uğramışlardır.

 Siyonist Rejim İsrail şimdiye dek Lübnan Hizbullah'ı ve Filistin Direniş Grupları karşısında dört önemli savaşı kaybetmişlerdir. 33 Günlük Savaş, 22 Günlük Savaş ve 8 Günlük Savaşlarda Direniş güçleri Siyonist İsrail askeri güçlerine göre daha az donanımlı olmasına rağmen zafere ulaştılar. Bu zaferler, Gazze'de çıkan 51 Günlük savaşta daha açık bir zaferle taçlandırıldı.

 Siyonist İsrail Rejiminin Lübnan ve Gazze direniş grupları karşısındaki aralıksız yenilgileri İsrail ve en önemli destekçisi Amerika'nın gücünün ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne serdi.

Siyonist İsrail'in bölgedeki durumunun vahimleşmesi ile Amerika provokatif girişimleri ile Siyonist Rejimi bu yok olma bataklığından kurtarmaya çalışıp bu doğrultuda Filistin topraklarının hüviyetinin değiştirilmesi sürecini hızlandırdı.

Amerika bu amaç doğrultusunda Kudüs'ü Siyonist Rejim İsrail başkenti olarak tanıyıp böylece İslam aleminin nefretini ve kızgınlığını arttırmak istedi.

 Amerika Kongresi 23 Ekim 1995'te Amerika büyükelçiliğinin Telaviv'den Kudüs'e taşınması kararını onayladı. Bu karar, Kudüs'ün Birleşmiş Milletler Teşkilatı kararlarına göre işgal altında sayılmasına rağmen alındı. BMT Güvenlik Konseyi Aralık 2016'daki kararında şöyle bir vurguda bulundu:" Beytül Mukaddes ile ilgili Haziran 1967 öncesinde çizilen sınırlarda hiçbir değişiklik tanınmayacaktır. Ancak iki taraf müzakereler sonucunda bu konuda anlaşabilirler. "

 Amerika Birleşik Devletleri, uluslararası kurallara ve anlaşmalara aykırı olan bu anormal girişimi ile bir kez daha uluslararası kararlara ve anlaşmalara saygı duymadığını gözler önüne serdi.

Trump da tüm Amerika devlet adamlarının kuralsız tavırları gibi aynı Siyonist düşünceler doğrultusunda Kudüs'ü Siyonist İsrail başkenti olarak tanıyarak uzun bir geçmişe ve dini değerlere sahip olan İslam aleminin ayrılmaz ve önemli bir parçasını korsan ve işgalci bir rejime verip bu işgalciliği pratikte tanımış oldu.

Halbuki Kudüs Filistin başkenti olarak hala Filistin hüviyetinin ve tüm Filistinlilerinin simgesi olmaya devam etmektedir. Filistin topraklarını işgal edenler bu toprakları yutarak bir milletin hüviyetini ebediyen yok etmek istiyorlar.

Tabii bölgesel meselelerde yumuşak davranıp Siyonistlere karşı tolerans gösterilmesi ve de bu rejimin işgalciliği karşısında uzlaşma tavrı sergileyip onların yalan vaatlerine kanmak da Amerika, Siyonist Rejim İsrail ve Suudi Arabistan yetkililerinin Filistin meselesi karşısında daha da cesaret bulmalarına yol açmıştır.

 Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah işgal altındaki Kudüs'ün Amerika tarafından Siyonist İsrail başkenti olarak tanınmasına tepki olarak ifşaat mahiyeti taşıyan konuşmasında kimi Arap ülkelerinin bu alanda kusur ettiklerini eleştirerek şöyle bir açıklamada bulundu:" Amerika için Siyonist İsrail'den değerli bir ortak yoktur. Amerika'nın Arap ve Müslüman ortaklarının Trump gözündeki değeri var mıdır? Gerçekte hiç değeri yoktur. Amerika için, Siyonist İsrail'den ve bu rejimin çıkarlarından daha değerlisi yoktur. "

Seyyid Hasan Nasrullah'ın tabiri ile hali hazırda Balfour bildirisinden yüz yıl sonra bu bildirinin ikinci nüshası da yayımlanmıştır.

 Gerçekte Siyonist İsraillilerin onyıllarca peşinden koştukları hedefler şimdi Trump tarafından bir anda onlara verilmiştir. Bu ise İslam alemi için büyük bir tehlikedir. Trump gerçekte müzakerelerin tabutuna son çiviyi de çaktı. Çünkü Filistin'in kalbi ve hüviyeti Kudüs'ün çıkarılmasından sonra artık Filistinden bir şey geriye kalmayacaktır.

Kuşkusuz mazlum Filistin halkının büyük bir zulümden kurtarılması, insani, dini ve ahlaki bir görevdir. Bu doğrultuda ise tüm insanlık toplulukları, uluslararası toplum üyeleri olarak bu yönde adım atmaları şart.

 Uluslararası arenada Birleşmiş Milletler Teşkilatı Anlaşmasında da vurgu yapılan milletlerin kendi kaderini belirleme hakkı dünyaca kabul gören bir haktır. İslam İnkılabı Lideri Ayetullah Hamenei ise 2000 yılında Filistin'in kaderinin belirlenmesi için referandum yapılması önerisini yapmıştı.

 İmam  Hamenei üniversite hocaları ve araştırmacılarını kabulünde yaptığı konuşmada Avrupalıların Siyonist İsrail'in Gazze ve Kudüs'teki cinayetleri karşısındaki sessizliğini eleştirerek şöyle bir hatırlatmada bulunmuşlardı:" Her zaman, tarihi Filistin ülkesinde yönetimin belirlenmesi için dünyaca kabul gören kamuoyuna başvurma yöntemine gidilmesine vurgu yapmışız. Yani en az 80 yıldır bu topraklarda yaşayan tüm Filistinliler, işgal altındaki topraklar içinde veya dışında olsun, ister Müslüman, ister Yahudi, ister Hristiyan'ın referanduma katılmasını istedik."

İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Seyyid Ali Hamenei sözlerine şunları da eklediler:" Birleşmiş Milletler Teşkilatında da tescil edilen İran İslam Cumhuriyetinin bu önerisi uluslararası kurallar ve normlarla uyuşmuyor mu acaba? O zaman Avrupalılar neden bunu anlamak istemiyorlar?

Pazar, 02 Haziran 2019 06:45

Türkiye ile Birlikte Mücadele Ediyoruz

İran’ın Ankara Büyükelçisi Mohammad Farazmand önceki gün iftarda basın mensuplarıyla bir araya geldi.

 İran’ın Ankara Büyükelçisi Mohammad Farazmand önceki gün iftarda basın mensuplarıyla bir araya geldi. İftar sırasında gazetecilerin sorularını yanıtlayan Büyükelçi Farazmand, ABD’nin İran’a ambargo uygulamalarından İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in Türkiye’ye ziyaretine, terörle mücadeleden ABD’nin Suriye’den çekilmesine kadar birçok konu hakkında soruları yanıtladı. ABD ile gerilimin daha başında ABD’nin İran'a saldırmaya cesaret bulamayacağı yönünde kanaat getirdiklerini ifade eden Farazmand, “Bu nedenle en başından beri müzakere istemedik. Herhangi bir savaş olmayacak. Olaylar başladığından itibaren gitgide sert tutumlarını bırakmak zorunda kaldılar. Bugüne kadar ABD'liler sert tutumdan vazgeçtiler, biz haklı çıktık. Trump artık İran'da Hükümet'i değiştirmek değil Hükümet'le müzakere etmek istediğini söyledi. İran olarak son 40 yıldır yaptığımız; sert direniş ve bunu ucuz olarak satmamak oldu. ABD askeri müdahaleyi zor görüyorsa, geri adım atıyorsa İran'ın tutumunun doğru olduğunu gösteriyor” dedi.


‘İRAN’LA İŞBİRLĞİ YAPAN HERKESE BASKI YAPIYORLAR’

ABD’nin uluslararası anlaşmadan tek taraflı olarak çekildiğini (P5+1) söyleyen Farazmand, şunları ifade etti: “ABD'nin İran'a karşı tutumunda sürekli baskılar var. Bu baskılar sadece İran'a karşı değil. İran ile işbirliği yapan ülkelere de yöneliktir. Bunların başında tabi Türkiye geliyor. ABD resmi bir masayı terk etmiş bulunuyor. Yaptırımlarla ilgili Türkiye buna karşı tutumunu açıkça ortaya koydu. Türkiye ile içiçe geçmiş ilişkiye sahibiz. İran'ın her zamanki stratejisi Müslüman ve bölge ülkeleriyle birlikteliktir. İran'ın bölge ülkeleriyle birlik stratejisi doğru çıkacaktır. İran ve Türkiye ABD'ye karşı geri adım atmadı. Geri adım atanlar zor durumda bulunuyorlar. İlişkileri korumak adına ve ticareti 2019'da 2018'e göre daha az tutmamak için çabalıyoruz. Ambargoya dahil olan ürünler üzerinden azalanı yaptırımlara dahil olmayan ürünler üzerinden dengeliyoruz. Yaptırımların içermediği ürünlerle ilgili Türkiye İran ticaretin daha da arttığını görüyoruz.”

‘ORTAK GÜVENLİK KOMİTELERİ VAR’

Terörle mücadele konusuna da değinen Büyükelçi Farazmand, “Terörle mücadelede Türkiye ile farklı düşüncemiz yok. Bütün terör örgütleri bastırmalıdır. Kazanımlar sağlamamalıdırlar. İran Türkiye İşçileri bakanlıkları arasında ortak güvenlik komitesi var. Aktif olarak devam ediyor, günlük sahada faaliyetlerine devam etmektedir. Irak'ın kuzeyinden terör saldırıları geldi İran'a. Bu konuda Irak’ın merkezi hükümetiyle işbirliği yapmak istiyoruz. Bu kendi içimizin ve güney kentlerimizin güvenliği için önemli” ifadelerini kullandı.

‘ABD MENFAATİ İÇİN DEAŞ’I DA DESTEKLER’

Farazmand, ABD’nin Suriye’den çekilme süreciyle ilgili de şöyle konuştu: “Bizim Türkiye ile birkaç yıl içinde Suriye hususunda Astana ve çeşitli platformlarda ikili görüşmeler ve istişarelerimiz söz konusu. Suriye sorunu ile ilgili Türk dostlarımızla görüşmelerde kırmızı çizgimiz yok. Suriye'de büyük bir kriz söz konusu idi. Hiç kimse kazanmadı bu krizden. İran ve Türkiye olarak her zaman sıkı bir görüşme içinde olmuşuzdur. Dışişleri Bakanı Dr. Zarif, Şam'dan Türkiye'ye geldi. Görüşmelerinin neticelerini Türk dostlarıyla paylaştı. ABD'nin Suriye başta olmak üzere bölgedeki varlığını kabul etmiyoruz. ABD bulunduğu bölgede barışın sağlanmasına katkı sağlamamıştır. Afganistan’dan Kuzey Afrika'ya kadar AB'nin Irak'taki askeri müdahalesi de bu ülkede gerilimin artmasına neden oldu. ABD menfaatleri doğrultusunda DEAŞ'ı bile destekler. ABD'nin Suriye'de kalması konusunda kendi içinde farklı politikalar var. Ama bu bölgeyi terk etme kanaatine varacaklar. ABD'nin desteğini alanlar da bu desteğin de ileride olmayacağını görecek. Suriye, İran ve Türkiye hükümetleri kendi sorunları için,

Suriye'nin doğusu için çok daha iyi mekanizmalar geliştirebilir. Açık ve net söylüyoruz ki ABD'nin bu bölgedeki varlığını desteklemiyoruz. Suriye ve Suriye'nin doğusundan da çekilmelidir.”

RUSYA İLE GERLİM İDDİASI

İran ile Rusya arasında gerilim yaşandığına dair iddiaların sorulması üzerine Farazmand şu yanıtı verdi: “Böyle bir iddiayı duymadım. İran, Rusya, Türkiye Astana'nın üç ortağıdır. Her konuda aynı fikirde olsaydık zaten görüşmeye gerek olmazdı. Farklı düşünceleri birbirine yakınlaştırmaya çalışıyoruz. Üç taraf da Astana işbirliğini geliştirme konusunda kararlı. Parlamentolar seviyesinde de süreç başladı. Parlamentoların dış politika başkanları sürece dâhil oldu. Türkiye ile İran arasında diploması kanalları sonuna kadar açıktır. Mevcut koşullardan da çok memnunuz. Kendi içimizdeki milletvekilleri, parlamento olsun nükleer konuları veya diğeri konuları tartışmaya açabilir ancak Türkiye ile ilişkilerin gelişmesi yönünde herkes hem fikirdir. Türkiye arasındaki İran arasındaki ilişkiyi bir ekosisteme benzetiyorum. Herhangi bir zarar olması durumunda ekosistemin kendi içinde gerekli aletler mevcuttur. Ekosistemden faydalanarak ilişkilerimiz her şeye rağmen güçlü kalmıştır. İki ülke de milli menfaatleri koruma noktasında çok güçlü. Bazı ülkeler güvenlik için halkına dayanmak yerine dış güçlere yaslanıyorlar. Bu da hem o ülke için hem de bölge için istikrarsızlık getirir.”

 Abdel Bari Atvan şunları yazdı: ‘Yaşanan son çatışmalarda Gazze Şeridinden fırlatılan direnişin füzeleri, Yüzyılın Anlaşmasını başarısızlığa sürükledi ve yine bu füzeler, Lübnan, Irak, Suriye ve İran direniş eksenlerinin füzeleriyle birlikte, Golan tepelerini, Kudüs’ü ve Suriye’deki işgal altındaki bütün toprakları kurtaracaktır.’

Arap Dünyasının önde gelen analistlerinden Abdel Bari Atvan, Rey el-Yevm Gazetesindeki yazısında, Siyonist Rejimin peşinden giden Arap ülkeleri liderlerinin Mekke’de düzenlenen toplantıdaki konuşmalarını sert bir dille eleştirirken, Seyyid Hasan Nasrallah’ı övdü ve Nasrallah’ın Dünya Kudüs Günü münasebetiyle yaptığı konuşmaya değindi ve “Biz neden Seyyid Hasan Nasrallah’ın konuşmalarını, Mekke’deki toplantıya katılan liderlerin konuşmalarına tercih ettik ve bundan da asla pişman değiliz” diye yazdı.

Abdel Bari Atvan yazısında aynı zamanda Seyyid Hasan Nasrallah’ın direnişin füze gücü hakkında yaptığı konuşmaları dikkate alarak, “Acaba Hizbullah çok yakında Güney Lübnan’daki fabrikalarında keksin ve dakik füzeler üretip Lübnan hazinesinin kurtuluşuna katkıda mı bulunacak?” sorusunu yöneltti.

Abdel Bari Atvan şu ifadelerde bulundu: ‘Amerika’nın kendisi her türlü gelişmiş savaş uçağı ve füzeyi işgalci İsrail hükümetine verirken ve büyük bir küstahlıkla 300’den fazla nükleer başlığa, kimyasal ve mikrobiyal silahlara sahip olan Dimona Nükleer Santralinin faaliyetlerini desteklerken, direnişe hangi füzeyi üretip üretemeyeceğini dayatmaya hakkı yoktur.

Yaşanan son çatışmalarda Gazze Şeridinden fırlatılan direnişin füzeleri, Yüzyılın Anlaşmasını başarısızlığa sürükledi ve yine bu füzeler, Lübnan, Irak, Suriye ve İran direniş eksenlerinin füzeleriyle birlikte, Golan tepelerini, Kudüs’ü ve Suriye’deki işgal altındaki bütün toprakları kurtaracaktır ve bu konunun sadece zamana ihtiyacı vardır.

İster Yemenli olsun ister Filistinli ve isterse de Lübnanlı, güç ve caydırıcılık denklemleri, Trump’ı dehşete düşürdü ve bölgede bir savaş yaşanma ihtimali azaldı. Çünkü başta Amerika Başkanı ve korku içinde olan Arap müttefikleri olmak üzere herkes, bu defa direnişin vereceği karşılığın çok sert ve yıkıcı olacağını anladılar. Çünkü böylesi bir savaş, bölgedeki son savaş ve hatta bütün savaşların annesi olacaktır.’

Geçtiğimi günlerde Gazze’de düzenlenen Uluslararası Filistin İntifadasına Destek Konferansında, özellikle İran ve Hamas Hareketi arasındaki stratejik koalisyonun sonuçları vurgulandı.

 30 Mayıs'ta Gazze Şeridi'nde düzenlenen Uluslararası Filistin İntifadasına Destek Konferansında, Filistin İslami Direniş liderleri tarafından önemli duruşlar sergilendi ve bu, öneminin ve sonuçlarının değerlendirilmesi gereken bir konudur.
 

Toplantıdaki en önemli konuşmalardan biri, Gazze'deki Filistin İslam Direnişinin Komutanı Yahya Sinvar’ın açıklamalarıydı. Sinvar konuşmasında, bu hareketin ve diğer direniş gruplarının İsrail’le geçmişteki ve gelecekteki çatışmalarını değerlendirdi ve Hamas'ın 2014 savaşı sırasında işgal altındaki bölgelere 170’den fazla roket fırlattığını ve yeni bir savaş yaşanması halinde bu sayının onlarca katı füzenin İsrail’e fırlatılabileceğini söyledi.

 Sinvar açıklamalarında, önceki savaşlarda fırlatılan bazı füzelerin İran yapımı olduğunu ama diğer füzelerin İran’ın mali ve teknik desteği ile Gazze’de üretildiğini vurguladı.

 Yahya Sinvar şu ifadelerde bulundu: ‘Arap Dünyasındaki ülkelerin Filistin direnişini yalnız bıraktığı bir durumda, eğer İran’ın desteği olmasaydı, direniş ekseni bu ölçüde bir güce sahip olamazdı. Direnişi destekleyenler dostlar safındadır ve Kudüs şehrini satma pazarlığına oturanlar da düşman safı içerisinde yer almaktadır.’

 Bu açıklamaların en önemli sonuçlarından biri, Filistin'deki çatışmalarda direnişin stratejik rolü ile bölgesel direniş ekseninin ana direklerinden biri olan İran’a karşı, ABD’nin propaganda saldırıları arasındaki güçlü bağlantıda görülebilir. Diğer önemli bir konu da Filistin'deki en büyük direniş eksenlerinden biri olan Hamas tarafından Suudi-Birleşik Arap Emirlikleri-Bahreyn eksenine düşman safında yer verilmesidir.

 

İran ile Hamas arasında Stratejik Koalisyon

Suriye krizinin başlaması ve bu savaşın aniden, bölgesel ve uluslararası çok yönlü bir çatışmaya dönüşmesi ve bunun sonucunda İran ile Hamas arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar, bazılarının iki taraf arasındaki ilişkilerin kesin olarak bittiğini düşünmesine neden oldu. Gerçek şu ki, birçok bölgesel taraf, bu ilişkileri kendi çıkarları doğrultusunda kesmek istiyordu. Suriye'deki düşman kampı bunu Filistin meselesinin İran'ın elinden gitmesinin nedenlerinden biri olarak görüyordu. Ayrıca, bu ilişkilerin kesilmesiyle birlikte, Hamas'ı gelecekte Siyonist rejimle uzlaşmaya zorlanabileceklerini zannediyorlardı.

Bazıları da Hamas’ın İhvan-ı Müslümin ile olan ilişkilerinden dolayı, Amerika ile anlaşmaya gireceğini ve İhvan’ın bölgedeki uluslararası bir hareketine doğru yöneleceğini ve böylelikle direniş ekseninden çıkacağını düşünüyorlardı.

 Sinvar’ın son açıklamaları, Suriye krizinin büyük bir öneme sahip olmasına rağmen, İran'la Hamas arasındaki ilişkileri kesmediğini ve İran'ın bu harekete verdiği askeri desteğin artık füze gönderilmesiyle sınırlı olmadığını ve artık daha da önemli bir boyuta ulaşıp, İran'ın füzelerin nasıl üretilip geliştirildiğine ilişkin deneyimlerini aktardığını ve bunun asla durmayacağını göstermiştir. Bu, Tahran'ın Hamas'ı İsrail'le mücadele sürecinde stratejik ortağı olarak gördüğü ve ne kadar önemli olursa olsun mevcut ihtilafların bu stratejik ortaklığı değiştiremeyeceği anlamına geliyor.

 Öte yandan, bu konu, Hamas'ın da bu ilişkiyi sürdürmeye meyilli olduğunu ve bu konunun Hamas için stratejik bir boyuta sahip olduğunu kanıtlamıştır. Bölgedeki gelişmeler de Filistin direnişinin kabiliyetlerini sürekli olarak arttırdığını, bununla birlikte bu hareketin düşman İsrail karşısında silahlı direnişi vurguladığını gösteriyor.

 Sinvar’ın, Arap ülkeleri yalnız bıraktıktan sonra İran’ın tek destekçileri olduğu yönündeki açıklamaları, Arap halkı arasında Tahran’ın duruşundaki dürüstlüğü ve siyasetindeki şeffaflığı ve Amerika ve İran arasındaki çatışmaların boyutunun arttığını da göstermektedir.

 

İran’ın Filistin’e olan desteğinden dolayı yapılan İran karşıtı saldırılar

Siyonist rejimin ve onun Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump hükümeti içindeki ideolojik müttefiklerinin İran karşıtı kışkırtıcı politikalar izlenmesindeki rolü herkes tarafından bilinmektedir. Çoğu analist bu rolün, Lübnan ve Filistin’deki direniş eksenlerinin askeri ve füze yeteneklerinin geliştirilmesiyle ilgili olduğunu düşünüyor. Siyonist Rejim ordusunun, Gazze ile yaşanan son çatışmalarında ne kadar aşağılandığını ve bu çatışmaların İsrail içinde ve bölge ve dünya boyutunda ordunun imajı üzerinde nasıl yıkıcı bir etkisi olduğunu bilmeyen var mı? Bunu bilmeyen biri, Siyonistlerin İran’a olan kin ve nefretinin boyutu hakkında kesin bir bilgi sahibi olamaz.

Sinvar aynı zamanda Körfez ülkeleri kamplarını, Filistin davasını bir kenara bırakmak ve Kudüs’ü satmakla suçladı ve bu konunun da kendi içinde özel sonuçları vardır. Geçtiğimiz yirmi yıl boyunca Hamas, tüm Arap ve İslam ülkeleriyle daha iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Suriye savaşından önce Hamas’ın İran ile ve aynı zamanda Türkiye ve Katar ile bir koalisyonu vardı ve her zaman Mısır ve Arabistan’la da ilişkilerini düzeltmeye çalıştı. Ancak, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn'deki rejimlerin yaklaşımları bu politikayı sürdürmek için hiçbir yol bırakmadı. Şu anda, bu rejimler, Filistin davasının düşman kampına resmen girdiler ve Gazze'den Tahran'a kadar uzanan direniş ekseninin karşısında yer aldılar.

Pazar, 02 Haziran 2019 06:36

Kudüs Günü Nedir?

 Mukaddes Filistin toprakları ve Kudüs işgal edildiği günden beri, dünyanın her yanında, işgal bölgelerine sürüler halinde göç eden Yahudiler, kendiler için vaat olunmuş İlahi gazaba uğramanın eşiğine gelip dayanmışlardır.


Merhum İmam Humeyni bu İlahi misyonun ifası için ümmetin hazır olmalarını istemiş, her an tetikte bulunmaları ve gaflete dalmamaları için rahmet ayı olan Ramazan'ın son Cuma gününü, "Kudüs Günü" olarak ilan etmiş, bütün Müslümanlarının kalplerinin Kudüs'ün kurtarılması için çarpmalarını sağlamıştır.
Kudüs'ün kurtarılmasını mukaddes bir vazife olarak telakki eden, bunu İslam İnkılabının büyük hedefleri arasına kabul eden merhum imam Humeyni ve mübarek izleyicileri, her yönden olduğu gibi, bu yönden de İslam'ın ve Müslümanların izzetini koruyup yüceltmeyi başarmış ve kıyamete kadar devam edecek, mukaddes bir çığır açmışlardır…

Kudüs Günü, mukaddes Kudüs'ün ve Filistin'in kurtarılması, İlahi hükümlerin, gerçek hürriyet ve adaletin o bölgelerden başlayarak tüm yeryüzüne hükümran kılınması amacıyla ilan edilmiştir.
Kudüs Günü, bu ulvi gayenin ve mukaddes mefkürenin temel dinamiklerinden biri olsun diye ilan edilmiştir.
Kudüs Günü, dünya Müslümanlarını uyandırmak ve her daim teyakkuz durumunda olmaları için ilan edilmiştir.


Merhum İmam'ın söz konusu mesajı şöyledir:

Bismillahirrahmanirrahim
Ben uzun yıllar boyunca gâsıp İsrail tehlikesini Müslümanlara hatırlatıp durdum; bugünlerde Filistinli bacı ve kardeşlerimize karşı saldırılarını artırmış durumda. Bilhassa Güney Lübnan'da Filistinli savaşçıları ortadan kaldırabilmek için evleri teker teker bombalıyorlar.
Ben bütün müslüman devletler ve dünya Müslümanlarından bu gasıp ve destekleyicilerinin ağzının payını verme amacıyla birleşmelerini istiyorum.
Ve bütün dünya Müslümanlarına, Filistin halkı için kader belirleyici olabilecek olan ve ve Kadir günlerinden sayılan mübarek Ramazan ayının son Cuma gününü "Kudüs Günü" olarak seçip bu günü Müslüman Filistin halkının kanuni haklarını destekleme konusunda dünya Müslümanlarının milletlerarası dayanışma günü olarak belli program ve merasimlerle geçirmeyi öneriyorum.
Allah Teala'dan müslümanları küfür ehline galip kılmasını dilerim.
ehlader

Salı, 28 May 2019 05:23

Hz. Ali'nin Hayatından Bir Kesit

 O; Müminlerin Emiri, Vasilerin Efendisi ve  Resulullah'ın (s.a.a) hidayete götürücü, yol gösterici halifelerinin ilkidir. Kur'ân onun masum olduğunu ve her türlü kötülükten arındırıldığını açık bir dille ifade etmiştir. Resulullah efendimiz (s.a.a) onu, eşini ve iki oğlunu yanına alarak Necran Hıristiyanlarıyla lânetleşmeye gitmiştir. 

Peygamberimiz (s.a.a), onun sevilmesi farz olan akrabalarından olduğunu vurgulamış, defalarca onun Kur'ân-ı Kerim'le ilâhî görev itibariyle eşdeğer olduğunu; ikisine sarılmanın kurtuluşa, onlardan uzaklaşmanın ise alçalmaya neden olacağını dile getirmiştir.

 

Hz. Ali, çocukluğunun ilk dönemlerinden itibaren Allah Resulü'nün (s.a.a) bağrında yetişti. Onun hidayet pınarından beslendi. Onun için bütün yükümlülüklerini eksiksiz yerine getiren bir öğrenci ve zeki bir kardeşti. İman edenlerin ve namaz kılanların ilkiydi. Rabbinin yoluna kendini adayanların en samimisiydi. Gerek Mekke'de, gerek Medine'de, hem Peygamber'in (s.a.a) yaşadığı dönemde, hem de Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra, her türlü görünümüyle azgın cahiliyeye karşı verilen çetin mücadelede nebevî risaletin başarısı için kendini feda etmekten bir an bile geri durmadı; onun ilkeleri, risaleti, mesajları ve bütün değerleri içinde fena bulmuştu. Tüm boyutlarıyla hakkın somut bir numunesiydi. Bir parmak ucu kadar bile hakta yanılmadı, bir kıl kadar gerçekten sapmadı.

 

Dırar b. Damre el-Kinanî, Muaviye b. Ebu Süfyan'ın yanında onu vasfetmiş, sonunda hem Muaviye'yi, hem de orada bulunanları ağlatmıştı. Öyle ki Muaviye ona rahmet okumak durumunda kalmıştı. Şöyle demişti Dırar:

 

Allah'a yemin ederim ki Ali, ileri görüşlü ve çok güçlü biriydi. Konuştuğu zaman hakkı batıldan ayırır, salt adaletle hükmederdi. Her tarafından bilgi akardı. Söz ve davranışları hikmeti dile getirirdi. Dünyadan ve dünyanın çekici güzelliklerinden kaçardı. Geceye ve gecenin yalnızlığına sığınırdı. Çok ağlar, uzun tefekkürlere dalardı. (Sıkıntıdan) avuçlarını ovuşturur ve kendi nefsine hitap ederdi. Elbisenin kısasından ve yiyeceğin kurusundan hoşlanırdı. Aramızda, herhangi birimiz gibiydi. Yanına geldiğimiz zaman bize yaklaşırdı, bir şey sorduğumuz zaman cevap verirdi. Davet ettiğimiz zaman bize gelirdi. Bir haberi sorduğumuz vakit, haberi aktarıp bizi aydınlatırdı. Allah'a yemin ederim ki, ona yakın olmamıza ve kendisinin de bize yakın durmasına rağmen, onun heybetinden yanında neredeyse konuşamaz hâle gelirdik. Gülümsediği zaman, dişleri dizilmiş inciler gibi belirirdi. Dindar insanlara büyük saygı gösterir, yoksulları kendisine yaklaştırırdı. Güçlü olan, batıl işinde ondan cesaret alamaz, zayıf kimse de onun adaletinden umut kesmezdi.[1]

 

Hz. Ali (a.s) davetin ilk gününden itibaren Resulullah'ın (s.a.a) yanından ayrılmadı. Peygamber ile (s.a.a) beraber, kutlu davetin tarihi boyunca eşi görülmemiş bir cihat örneği sergiledi. Arabın kurtları ve Ehlikitab'ın azgınları tarafından hedef alınmasına rağmen, geceden şafak yarılıncaya ve sırf hakikat bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıp dinin önderi hakkı dile getirinceye, şeytanların çığlıkları kesilinceye kadar bu önemli görevini eksiksiz yerine getirdi.[2]

 

Resul-i Ekrem (s.a.a), bu kısa süre içerisinde cahiliye toplumunu değiştirmek üzere o müthiş adımları atmaya başlarken İslâm'ın önünde, büyük hedeflerine ulaşmak için meşakkatli ve uzun bir yol vardı. Bu ise eksiksiz bir stratejiyi ve akıllı bir önderliği kaçınılmaz kılıyordu. Bu önderlik, davanın birinci dereceden lideri Peygamber'den (s.a.a) iman, olgunluk, ihlâs, dirayet ve deneyim bakımından eksik olmamalıydı.

 

Son risaletin, tarih boyunca kesintisiz bir şekilde sürüp gelen bütün nebevî davetlerin özü, mücadele ve cihatlarının vârisi sayılan bu davetin geleceğini de plânlaması doğaldı... Nitekim öyle de oldu. Hz. Resul (s.a.a) Allah'ın emri uyarınca, bütün varlığını davetin varlığına adapte etmiş, davetin hedeflerinde kaybolmuş, cahiliyenin her türlü kalıntısından kurtulmuş, bütün cahilî tortulardan arınmış; bilinç, iman, ihlâs ve Allah yolunda fedakârlık bakımından yeterliliğin en yüksek derecesine yükselmiş bir kişiliği seçerken, davetin geleceğini plânlıyordu.

 

Resulullah'ın (s.a.a), kendisinden sonra düşünsel ve siyasî yetkili merci görevini yüklenmesi için özel olarak yetiştirdiği, yerine geçmeye hazırladığı kişi Ali b. Ebu Talip'ti. Ali'nin (a.s) görevi, Resulullah'ın (s.a.a), kendisi için hazırladığı muhacir ve ensardan oluşan bilinçli tabana dayanarak uzun değişim sürecini sürdürmekti.

 

Fakat toplumun derinliklerine kök salmış cahiliye, Bedir ve Hüneyn savaşlarıyla veya on yıllık bir mücadele ve savaşla kazınacak değildi. İslâmî sembollerin arkasına gizlenmiş olarak yeniden sahneye çıkması doğaldı. Belli bir süre geçtikten sonra bile olsa toplumsal sahnede yeniden görünebilmesi için İslâmî bir görünüme bürünmesi gerekiyordu. Ayrıca cahiliyenin, doğrudan veya dolaylı olarak önderlik makamına sızması da doğaldı. Böyle bir durumda, her taraftan tehlikelerle kuşatılmış, tabanı istenen bilinç ve olgunluk düzeyine ulaşmamış genç İslâm toplumunun meşru önderlik makamının arkasına gizlenerek cahilî kavram ve geleneklere dönüş yapılması ihtimal dâhilindeydi. Daha doğrusu az da olsa siyasî ve toplumsal bilinç sahibi bir önderlik böyle bir olayın gerçekleşebileceğini hesap edebilir. Peygam-berlerin sonuncusu Allah Resulü (s.a.a) bunu hesap edemez miydi?

 

Toplumun cahilî pratiğini değiştirmeyi, dönüştürmeyi hedefleyen İslâm risaletinin, bu olguyu bütün boyutlarıyla ve bütün derinlikleriyle göz önünde bulundurması kaçınılmazdı. Uzun ve kısa vadeli kapsamlı değişim projelerini ortaya koyması zorunluydu... Nitekim öyle de oldu. Risalet kurumu, teşriî mantığında belirlediği İslâmî hareket için doğal çizgiyi çizdi. Ümmeti düşünsel ve siyasal olarak, her türlü cahiliye kirinden ve pisliğinden arındırılmış Masum İmamlar'a yöneltti. Bunun ilk adımı olarak Hz. Peygamber (s.a.a) Ali'yi (a.s) Gadir-i Hum'da müminlerin emiri olarak atadı. Müslümanların tümünden onun adına biat alarak bu atamayı pekiştirdi.

 

İleriye dönük bu plân, Peygamber efendimizin (s.a.a) de beklediği gibi, doğru önderliğin koruyucu ve güvenilir tabanı olması gereken ümmetin bilinç noksanlığından kaynaklanan çok zararlı bir hadise ve akımla karşı karşıya geldi. Çünkü Müslümanların geneli, cahiliyenin, perde gerisinden kendilerinin ve genç İslâm devriminin aleyhine komplolar kurmakta olduğu gerçeğini derinliğine kavrayabilmiş değillerdi. Meselenin, liderlik makamında olan bir kimseyi devirip onun yerine bir başkasını getirmek kadar basit olmadığının bilincine varmamışlardı. Mesele, Muhammedî inkılâpçı çizginin, İslâm görünümlü cahiliye çizgisiyle yer değiştirmesiydi.

 

Böylece "Sakife inisiyatifi" Peygamber'in (s.a.a) meydanda olmadığını görünce, ileriye dönük nebevî plânı sonuçsuz bıraktı. Dolayısıyla Kur'ân'ın önceden haber verdiği bir olay da gerçekleşmiş oldu:

 

Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye mi döneceksiniz.?!![3]

 

Hz. Peygamber (s.a.a) Ali'yi mesajının, ümmetinin ve devletinin temsilcisi ve emini olarak atamıştı. Onu risaleti ve şeriatı korumakla yükümlü kılmış, genç ümmetin eğitimi ve henüz derinlere kök salmamış devleti koruma ve kollama görevini ona vermişti.

 

İma Ali (a.s), "Sakife inisiyatifi"ne ve sonuçlarına karşı çıkarak, biat etmekten kaçınarak ve komplolara karşı durarak gelişmeleri doğal mecrasına döndürmek için uğraştıysa da, bunun bir yararı olmadı. Artık devletin siyasî ve kurumsal olarak yıkılması ya da yetersiz önderlerin kontrolünde dahi olsa korunması arasında bir tercih yapmasını gerektiren bir ortam oluşmuştu.

 

İmam Ali b. Ebu Talip (a.s), tarihin de kaydettiği gibi ilkesel bir tavır takındı. Şöyle diyor:

 

İnsanların kitlesel olarak İslâm'dan dönmeye başladıklarını, Muhammed'in (s.a.a) dinini yeryüzünden silmeye yönelik bir çağrı seslendirdiklerini gördüğüm zaman, elimi çektim. İslâm'a ve İslâm ehline yardım etmezsem, İslâm'ın gövdesinde bir gedik açılacağından veya bir tarafı yıkılacağından ve bundan dolayı uğrayacağım felâketin, sizin başınıza geçme fırsatını kaçırmış olmaktan dolayı uğrayacağım felâketten daha büyük olacağını gördüm. Çünkü sizin başınıza yönetici olmak, birkaç günlük bir metadır. Serabın geçip gitmesi veya bulutların dağılması gibi geçip gider.[4]

 

Büyük İmam'ın yirmi beş yıllık bu süreç içinde sergilediği tavır, geçici bir süre için meşru hakkından ödün vermek, halifelere danışmanlık etmek, onlara öğüt vermek pahasına da olsa, İslâm ümmetinin birliğini korumak ve nebevî devletin başına bir felâket gelmesini önlemek için, -kendi deyimiyle- ebucehil karpuzundan daha acı olan sabrı yalamak suretiyle sıkıntı ve zorluk çekmek şeklinde özetlenebilir.

 

O, bu süreçte kendini Kur'ân'ı toplamaya ve tefsir etmeye, Kur'ânî kavramlar doğrultusunda ümmeti aydınlatmaya ve Kur'ânî gerçeklerle onları bilinçlendirmeye, bu arada bazı Müslüman grupların rol oynadıkları komploların gerçek mahiyetleri üzerindeki perdeyi açmaya vermişti. Yöneticilerin İslâm şeriatının hükümlerini anlama ve uygulama noktasında sergiledikleri yanlışlıkları düzeltmeye, İslâmî önderliğe taban oluşturacak ve ileriye dönük nebevî plânın güvencesi olacak salih bir kitle oluşturmaya teksif etmişti tüm ilgisini. Gece gündüz İslâm'ı yayacak, tebliğ edecek, İslâm'ın uygulanması ve egemen kılınması için kendisini feda etmekten kaçınmayacak bir kitle...

 

İmam, sabır ve emekle geçen yirmi beş seneden sonra, çabasının meyvesini devşirebildi. Artık perde gerisindeki gerçekler gün yüzüne çıkmıştı. Ümmetin yeni kuşağı, hilâfete başkasının değil, Ali'nin (a.s) lâyık olduğunu anlamıştı. Ümmet; ortamın karışık, kalplerin bölük pörçük olmasına, dosdoğru hak yoldan sapma açısının gittikçe genişlemesine rağmen bozulan tarafları sadece onun düzeltebileceğinin bi-lincine varmıştı. Nitekim şöyle demişti:

 

Allah'a yemin ederim ki, hilâfete yönelik bir arzum yoktu. Sizin başınıza geçmek gibi bir ihtiyaç da hissetmiyordum. Fakat siz beni buna çağırdınız ve bu görevi bana yüklediniz.[5]

 

İmam, izleyeceği siyaseti şöyle duyurdu: Biliniz ki, bu çağrınıza uyduğum zaman, size bildiğim şeyleri yükleyeceğim. İleri geri konuşanların sözlerine ve kınayanların kınamasına kulak asmayacağım.[6]

 

Yine bu bağlamda şöyle demişti: Allah'ım! Hiç kuşkusuz bizim mücadelemizin iktidar kavgası ya da nimetlerin döküntülerini kapma çabası olmadığını biliyorsun. Bizim çabamız; dininin alametlerini yeniden hâkim kılmak, ıslahı senin beldelerinde ortaya çıkarmak, dolayısıyla mazlum kullarının güvencede olmasını sağlamak ve senin koyduğun hükümlerden rafa kaldırılanları yeniden yürürlüğe koymak içindir.[7]

 

İmam (a.s), eğriliği olmayan bir yol izleyerek insanlar arasında sosyal ve siyasal adaleti egemen kılmak için çaba sarf etti. Ümmetin birliğini korumanın yanında, can güvenliğinin, özgürlüğün, huzur ve istikrarın hâkim olması için mücadele etti. Ümmeti eğitme, bilgi düzeyini arttırma ve ümmetin her ferdine tüm haklarını eksiksiz verme savaşımını verdi. Bozuk idarî mekanizmayı temsil eden kişileri gö-revden uzaklaştırıp, onların yerine salih kimseleri veya toplum nezdinde salih olarak bilinen kimseleri vali ve yönetici olarak atadı. Onları çok sıkı denetimlere tâbi tuttu. Bu yüzden fırsat kollayıcılar ve ihtiras sahipleri sorumluluk makamından ümitlerini kestiler.

 

Her alanda açık sözlü olup hakkı ve doğruyu ortaya koyardı. Aldatma ve istismar mümkün değildi. Ali (a.s), kardeşi ve amcazadesi Resulullah'ın (s.a.a) metodunu izliyordu.

 

Bunun sonucu siyasal, sosyal ve ekonomik imtiyazlarını kaybeden fırsatçı, rantiyeci ve muhteris güçler İmam'a karşı harekete geçtiler. Düne kadar bir şekilde Osman'ın katledilmesine katkıda bulunan, insanları onun aleyhine kışkırtan gruplar, omuz omuza vermiş, Osman'ın kanını isteme bayrağını açmaya başlamışlardı. İmam'ın hikmet esaslı ve şaibelerden beri siyasetini eleştiriyorlardı. Neticede bir grup biatini bozdu, bir diğeri zulme saptı, bir üçüncüsü de okun yaydan fırladığı gibi dinden çıktı.

 

Derken İmam acılarla dolu bir mücadele sürecinden sonra şehit düştü. Nebevî Hicret'in 40. senesinde, Kadir Gecesi, Kûfe Mescidi'nde mihrapta ibadet ederken mübarek bedenleri kana bulandı. Bu, şahadet zaferini kazanmaktı. Eşsiz risalet değerleri üzere sebat etme zaferi... Apaçık hak ü-zere, din prensiplerinin kökleşmesi uğruna mücadele verme hususunda sebat etme zaferi... Bu, ilâhî değerlerin, bütün bi-çim ve dallarıyla cahiliye değerlerine karşı gerçekleştirdiği görkemli bir devrimdi.

 

Ey müminlerin emiri! Ve ey yüzü akların öncüsü! Selâm sana doğduğun gün, risalet bağrında terbiye edildiğin gün, İslâm bayrağı dalgalansın diye cihat ettiğin gün, sabrettiğin ve öğüt verdiğin gün, biat edildiğin ve iktidara getirildiğin gün, cahiliyenin İslâmî şiarların gerisine gizlenmiş kirli pençelerinin üzerindeki perdeyi parçaladığın gün, şehit düşerek yükselen İslâm ağacını kanınla suladığın gün, (Allah katındaki) en yüce makamlara ait zafer nişanlarını taşıyarak dirileceğin gün... Selâm sana...

ehlader

 
[1]- el-İstiab (el-İsabe adlı eserin ekinde), 3/44, bs. Dar-u İhyai't-Tu-rasi'l-Arabî, Beyrut
[2]- Hz. Zehra'nın (a.s), Peygamber'in (s.a.a) vefatından ve hilâfet gömleğini giydiklerinden kısa bir süre sonra Ebu Bekir'in, Ömer'in ve diğer muhacir ve ensarın önünde yaptığı ünlü konuşmasından.
[3]- Âl-i İmrân, 144
[4]- Biharu'l-Envar, 33/596-597, "Mısır Fitneleri" babı, Tahran, 1400 hicrî.
[5]- Biharu'l-Envar, 32/50, "Emirü'l-Müminin'e Biat" babı, Tahran.
[6]- Biharu'l-Envar, 32/36
[7]- Biharu'l-Envar, 34/111, "Ali Zamanında Çıkan Fitneler" babı

 İmam Hamanei, Çarşamba günü üniversite öğrencileriyle yaptığı görüşmede onlara tavsiyelerde bulundu.

İmam Hamanei öğrencilere şu ifadelerde bulundu:

Sizlere söylemek istediğim şey, gençliğin ülkenin genel hareketine girme sürecinde olduğudur.

Eğer genel bir hareket, rasyonel, disiplinli ve karmaşadan uzak olmak istiyorsa, birkaç şeye ihtiyaç duyar:

İlk olarak sahneyi tanımak zorundadır. İran İslam Cumhuriyeti'nin kiminle karşı karşıya olduğunu ve fırsat ve tehdidin, dost ve düşmanların kimler olduğunu bilmelidir.

İkinci unsur, hareketlerinin İslam toplumuna ve İslam medeniyetine yönelik belirli bir yönelime sahip olmasıdır.

Üçüncü unsur umuttur. Eğer umutlu bir nokta yoksa, hareket ilerlemeyecektir. Bu umut halkımızın tamamen elindedir ve halk, çok büyük işlerin bile üstesinden gelebileceklerini kanıtlamıştır. Dördüncü unsur, işler için her zaman “pratik bir çözüm” olmasıdır.

Genç neslin ülke yönetimi alanına girmesi için pratik çözüm yollarına örnek şunlardır:

Kültürel grupların oluşturulması;

Yapılacak işlerden biri, kültürel grupların oluşturulmasıdır.

Ülke genelinde ve mescitlerde kültürel gruplar oluşturulmalıdır.

Kısa süre önce bahsettiğim "güç ateşi", bu oluşumla alakalıdır.

Kültürel çalışmalar yapan, fikir sahibi ve aktif düşünen bir genç, örneğin bir camide ya da bir grup içerisinde faaliyette bulunursa, bunlar gençler üzerinde etkili olabilir, mahalle üzerinde etkili olabilir, akrabalar üzerinde etkili olabilir ve üniversiteli gruplar üzerinde etkili olabilir.

Parti oyunları değil, siyasal faaliyet gruplarının oluşturulması;

Yapılacak işlerden bir diğeri de siyasal faaliyet gruplarının oluşturulmasıdır, tabii bundan kastım parti oyunları demek değildir. Parti oyunları, benim içerisinde bereket görmediğim bir iştir, fakat siyasi faaliyet, sadece parti oyunları değildir, siyasi analizler yapmak, siyasi olayları tanımak, anlamak ve iletmek demektir.

Özgür düşünce kürsülerinin oluşturulması;

Üniversitelerde özgür düşünce kürsülerinin ve platformlarının oluşturulması, defalarca tekrarladığım, vurguladığım ve tavsiye ettiğim bir konudur ama bu konuda çok ilerleme kaydedilmemiştir. Üniversitelerde özgür düşünce kürsüleri oluşturulmalıdır.

İslam Dünyası hareket gruplarının oluşturulması;

Diğer bir çözüm yolu da uluslararası ve dünya konularında hareket gruplarının oluşturulmasıdır. Bazı teşkilatlar bunu yapmışlardır. Tahran’a ya da bazı diğer şehirlere gelip toplanan ve güzel toplantılar düzenleyen direniş ülkelerinin, aktif öğrencileri davet ettiğini farz edin, bu yani, İslam dünyası konularında aktif olmak demektir.

Gazze, Filistin, Yemen ve Bahreyn meselelerinde, Myanmar Müslümanları ile ilgili konularda ve Avrupa’daki Müslümanlarla ilgili konularda. Bu konularda ve bölge konularında bir üniversite grubu aktif olabilir.

İlmi grupların oluşturulması;

Diğer bir çözüm yolu ise ilmi merkezlerin iş birliği ile ilmi grupların oluşturulmasıdır.

Hizmet ve cihat gruplarının oluşturulması;

Çok önemli diğer bir çözüm yolu da hizmet faaliyetleridir. Yani, çeşitli bölgelere giden cihadi grup faaliyetleridir ve üniversitelilerin yaptığı en iyi faaliyetlerden biridir. Bunlar ne kadar güçlenir, gelişir ve hedefe sahip olursa daha iyidir. Bunlar, cisim ve ruhu güçlendirir ve genel bir hareket oluşturur.

Kamu bilgilendirme gruplarının oluşturulması;

Kamu bilgilendirme faaliyetleri. Bizim bilgilendirme teşkilatlarımızın yapamadığı ya da çeşitli nedenlerle detaylarında takılıp kaldığı işler, bazen akıllı unsurlar tarafından bilgilendiriliyor ve etkili de oluyor.

Sosyal grupların oluşturulması;

Bahsettiğim, üniversite öğrencilerinin yaptığı gibi sosyal faaliyetler, çok güzel işlerdir. Grupların birbiriyle bağlantısı olmayabilir ama yönlendirilmesi gerekir ve program yapılmalıdır. Tabii ki bütün bunlar, bahsettiğim, İslam toplumu ve İslam medeniyetine ulaşmak olan genel yönelimden ilham almalıdır.’

İran Dışişleri Bakanı Zarif, Tahran'ın nükleer silah peşinde olmadığını, ABD'nin ise yaptırımlarla İran halkına zarar vererek bölgede gerginliğe yol açtığını söyledi.
 
 
İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, Twitter hesabından paylaştığı mesajında, ABD Başkanı Donald Trump'ın Japonya ziyaretinde İran'la son haftalarda artan gerginliğe ilişkin, "Rejim değişikliği aramıyoruz, nükleer silah istemiyoruz, sadece bunu açıklığa kavuşturmak istiyorum." şeklindeki açıklamalarına cevap verdi.

İran Dışişleri Bakanı, mesajında şu ifadeleri kullandı:

"(İran lideri) Ayetullah Ali Hamaney, uzun süre önce nükleer silahları yasaklayan fetvayla nükleer silah peşinde olmadığımızı söyledi. 'B Takımı'nın ekonomik terörizmi İran halkına zarar veriyor ve bölgede gerginliğe neden oluyor. Donald Trump'ın niyetinin ne olduğunu sözler değil eylemler gösterecektir."

 ABD Başkanı Trump, Japonya ziyareti sırasında Başbakan Şinzo Abe ile İran konusunu da ele aldıklarını belirterek, "İran'dan birçok insan tanıyorum, bunlar harika insanlar. İran'ın aynı liderlikle harika bir ülke olma şansı var. Rejim değişikliği aramıyoruz, nükleer silah istemiyoruz, sadece bunu açıklığa kavuşturmak istiyorum." açıklamasında bulunmuştu.

İran Dışişleri Bakanı Zarif, önceki açıklamalarında, "B Takımı" olarak adlandırdığı Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid'in, Trump'ı İran'a karşı savaşa çekmeye çalıştığını söylemişti.

AA

Amerika hükümeti bir yandan İran ile gerilimi arttırırken, diğer yandan da kongrenin onayı alınmayan acil bir karar ile Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün'e yeni silahların satış talimatını verdi.

Amerika hükümeti her gün İran ile gerilimi daha fazla arttırırken özellikle son bir ayda Maksimum Baskı stratejisi çerçevesinde İran'a karşı askeri tehditlerde bulunmaya başlamıştır. 

Bu çerçevede Amerika USS. Abraham Lincoln Uçak Gemisi ve de "yüzyılın en korkunç savaş uçakları olarak bilinen" dört adet B-52 bombardıman uçaklarını da Batı Asya bölgesine göndermiştir. Bu girişimlerin ardından, medya organları Amerika ile İran arasında muhtemelen çıkacak savaştan söz etmektedirler.

Amerika Başkanı Donald Trump da bu girişimlere paralel olarak paylaştığı tehditvari Tweet'inde şöyle yazdı:" İran savaşmak niyetinde ise resmen işi bitmiş demektir."

Trump bu Tweet'inden birkaç saat sonra geri adım atarak başka bir Tweet'te şöyle bir yazı paylaştı:" Ben İran ile savaşa girecek biri değilim."
Amerika hükümetinin İran'a maksimum baskı uygulama doğrultusundaki bu yaklaşımı, her şeyden önce İslam Cumhuriyeti aleyhinde psikolojik bir savaş mahiyeti taşımaktadır. Bu psikolojik savaş doğrultusunda Donald Trump yeni bir karar alarak 1500 Amerikan askerinin Batı Asya'ya gönderileceğini bildirdi. Bu kararın birkaç saat öncesinde ise Amerika başkanı Donald Trump, Batı Asya'ya daha fazla asker göndermeye ihtiyaç olmadığını bildirmişti.

Amerika'nın Arap ülkelerine silah satma konusundaki acil ve alelacele kararı, Donald Trump'ın İran İslam Cumhuriyeti aleyhinde psikolojik savaşa paralel olarak askeri davranışlarına devam ederek, İran ile gerilimi arttırıp devamlı Suudiler ve Birleşik Arap Emirlikler gibi zengin Arap ülkelerinin sağmalık inek gibisağmaya devam etmesini istediğini göstermektedir.

Gerçekte tüccar kafalı Trump dış siyasetinde ve ilişkilerinde de ekonomiden yola çıkarak Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelere sağmal inek olarak bakmaktadır.
Bu doğrultuda Amerika Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Donald Trump'ın İran ile gerilimlerin artması ve bu ülkenin Amerika'nın bölgesel ortakları için sözde oluşturduğu tehditler ve tehlikelerden dolayı, Suudi Arabistna, BAE ve Ürdün ile 8 milyar dolarlık 22 silah anlaşmasının tamamlanması talimatını verdiğini bildirdi.

Kongre'nin Kasım 2017'de yayımladığı askeri anlaşmalar ve sözleşmelerin raporuna göre 20 Ocak 2017'den beri iktidarda bulunan Amerika Başkanı Donald Trump  Kasım 2017'ye kadarlık kısa bir sürede dünyanın birçok ülkesine 49 milyar dolarlık silah ve askeri teçhizat sattığını bildirdi. Bunlar arasında ise Bahreyn, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, en fazla silah sözleşmesi imzalayan ülkeler arasında yer aldı. 
Buna karşın Amerika Savunma Güvenlik İşbirliği Ajansı'nın raporunda Trump'ın Mayıs 2017'de Suudi Arabistan ziyareti sırasında imzalanan 110 milyar dolarlık silah sözleşmelerinin yer almaması da dikkat çekici bir noktadır.

Trump'ın Suudi Arabistan ve BAE gibi zengin Arap ülkelere yönelik ekonomi yaklaşımı, Amerika Başkanının Yemen krizi gibi bölgesel kaosların sonlanması bağlamında hiçbir girişimde bulunmak istemeyeceği kadar derindir. Hatta tam tersi, bu savaşların ve krizlerin sonlanmasına karşı çıkıyor. Şimdi de Trump Amerika ve İran İslam Cumhuriyeti arasındaki gerilimleri körükleyerek Suudi Arabistan ve BAE gibi zengin ülkelerin petrodolarlarını cebine indirmek istiyor.

 İran’da Kriz ve Zil Çalıp Oynayanlar
 

Allah’ın Adıyla

 İran’da son zamanlarda bir ekonomik kriz yaşandığı inkar edilemez bir gerçektir. ABD ve müttefiklerinin uluslararası kuralları ayaklar altına alarak ve imzaladıkları nükleer anlaşmayı çiğneyerek devam eden ekonomik yaptırımları genişletmeleri İran para birimi Riyal’in değer kaybetmesine yol açtı ve bu durum ister istemez halk arasında etkisini hissettirmeye başladı.

Son durumun ortaya çıkmasında İran’da işbaşında bulunan hükümetin yanlış siyasetleri ve gafletleri de görmezden gelinemez elbet. Nükleer anlaşma sırasında ve sonrasında sulta sistemine güvenerek gerekli tedbirleri almaması, direniş ekonomisini zamanında uygulamayarak başta ABD olmak üzere Batı’nın baskıları azaltacağına dair iyimser tutumlar takınması; idari ve yargı sistemindeki yolsuzlukların önlenmesinde zayıf kalışlar da yaptırımların etkili olmasındaki etkenlerdendir.

Ancak İranlılar 40 yıldan beri dış yaptırımlar yüzünden zaman zaman bu gibi krizlerlerle karşılaşmış oldukları için buna karşı artık bağışıklık kazandıkları, dirençlerini artırdıkları dolayısiyle bu krizi de atlatacakları söylenebilir.

Son durum İslam İnkılabının bu ülkede zafere ulaştığı 1979 yılından beri yaşanan ilk ekonomik kriz olmadığı gibi sonuncusu da olmayacaktır kuşkusuz. Niçin mi?

Çünkü, İran zulüm temeli üzerine kurulu uluslararası sulta sisteminin egemenliğini kabul etmemektedir.

Çünkü, İran müstekbir güçlerin bunca çabasına rağmen bu sisteme entegre olmamakta, uyum sağlamamakta ve teslim olmamaktadır.

Çünkü, BM gibi uluslararası kurum ve kuruluşları, özellikle de mali, sermaye  kuruluşlarını ellerinde bulunduran siyonist güç odaklarının isteklerini yerine getirmemekte, gasıp işgalci Siyonist Rejimin/İsrail’in varlığını kabul etmemektedir.

Çünkü, başta komşuları olmak üzere Batı Asya ülkeleri üzerinde oynanan oyunları bozmakta, Irak’ta ve Suriye’de olduğu gibi Amerikan emperyalizmi ve bölgesel müttefiklerinin planlarını etkisiz hale getirmiş bulunmaktadır.

Çünkü, bölgenin gerçek sahipleri ve halklarının içinden çıkan Hizbullah, Ensarullah, İslami Cihad, Hamas vb  direniş güçlerini desteklemekte ve düşmanların sadece şimdiki değil gelecekteki uğursuz emelleri önüne de set çekmektedir.

Çünkü, İran sadece bölgenin mazlum halklarına değil dünyanın  her yanındaki tüm mustazaf halklara da sultacılara karşı bir mücadele yöntemi sunmakta, direniş sembolü olmaktadır.

Ve işte bütün bu nedenlerden dolayı İran’a geçmişte baskı uygulandığı gibi bundan sonra da uluslararası sulta sistemine teslim olmadığı, İslam İnkılabının ilkelerine bağlı kaldığı sürece bu gibi baskılar devam edecektir.

İran halkının son aylarda düzenledikleri miting ve gösterileri de hükümetin yanlış siyasetlerine itiraz ve uyarılar olarak değerlendirmek gerekir. Her ne kadar bu gösterilerde dış tahrikler ve içerideki rejim muhalifi küçük grupların rolü olsa da göstericilerin  ekseriyeti ekonomik sıkıntıların giderilmesini talep etmekte ve  İslam İnkılabının ilkelerine olan bağlılıklarını her fırsatta dile getirmekteler.

Her ülkede olduğu  gibi İran’da da halk yöneticilerin yanlış siyasetlerine olan itirazlarını dile getirmekte iken bunu rejim karşıtlığı olarak göstermek doğru değildir.

Sulta sistemine bağlı medyanın dünya çapında  kasıtlı olarak başlattığı bu akıma Türkiye’de de her nedense iktidarın nimetlerinden geçinen Havuz Medyası öncülük etmektedir.

Başta Anadolu Ajansı olmak üzere yandaş medyayı yöneten perde arkası güçler belli amaçlarla istihdam ettikleri sözde İran uzmanlarından anlaşıldığı kadarıyla sadece İslam İnkılabını karalamalarını istemektedir.

İran için sözde hayıflanan bu çevreler aslında efendilerinin daha başarılı olduğunu ispatlamaya ve güya İran’ın bölgesel siyasetlerini eleştirmekle gerçekte  efendilerinin son yıllarda başta Suriye olmak üzere bölgesel çapta kırdıkları potları gizlemeye çalışmaktalar.

Anadolu Ajansı ve benzeri merkezlerde istihdam edilmiş  sözde İran uzmanlarınca üretilen yarım yamalak haber ve analizlerinin üzerine  “mal bulmuş mağribi misali” atlayan medyanın İslam İnkılabı hakkındaki arzuları hiç bir zaman gerçekleşmiyecektir.

Ziya Türkyılmaz