
کارگر
Ruhani'den Türkiye'ye "baraj" eleştirisi
İran Cumhurbaşkanı Ruhani Türkiye'nın Fırat ve Dicle nehirleri üzerindeki baraj inşaatlarını eleştirdi. Türkiye Dışişleri Bakanlığı Güney Asya Genel Müdürü Çorman ise, Türkiye'de yapımı devam eden barajların bölgedeki su akıntısını düzenlediğini ve doğaya zarar vermediğini belirtti.
İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani Uluslararası Kum ve Toz Fırtınaları ile Mücadele Konferansı'nda konuştu.
Türkiye'nin Fırat ve Dicle nehirlerinde 22 baraj inşaa etmekte olduğunu hatırlatan İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani bu projenin İran ve Irak'ın yanısıra başka birçok ülkeyi etkilediğini belirtti.
Bölgede yapılan barajların İran'a çevresel olarak zarar verdiğini ileri süren Ruhani, "Bir komşu ülkenin yapmayı planladığı 22 büyük baraj, Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde yıkıcı etkilere yol açabilir. Bu konu İran ve Irak'ı da etkileyecektir. Bu nedenle bunun sonuçları karşısında kayıtsız kalamayız." ifadelerini kullandı.
Afganistan'ın kuzey ve güney bölgelerinde yapılan barajların da Horasan ve Sistan Belucistan eyaletlerini etkileyeceğini dile getiren Ruhani, bölgedeki su kaynaklarının kurumasının hem İran hem de Afganistan'a zarar vereceğini belirtti.
Hasan Ruhani, Türkiye, İran ve Irak'ın birlikte çalışarak bölgedeki "kazan-kazan" politikasını hayata geçirmesi gerektiğini kaydetti.
"TÜRKİYE'NİN İNŞA ETTİĞİ BARAJLARIN ÇEVREYE ZARAR VERDİĞİ DÜŞÜNCESİ TAMAMEN YANLIŞ"
Öte yandan, konferansta Türk heyetine başkanlık eden Dışişleri Bakanlığı Güney Asya Genel Müdürü Fazlı Çorman, Türkiye'de yapımı devam eden barajların bölgedeki su akıntısını düzenlediğini ve doğaya zarar vermediğini belirtti.
Barajların kum ve toz fırtınalarını artırdığına dair herhangi bir bilimsel veri olmadığını vurgulayan Çorman, "Türkiye'nin inşa ettiği barajların çevreye zarar verdiği düşüncesi tamamen yanlış. Barajların yapımında birçok ön çalışma yaptık. Tüm yönleriyle etkilerini inceledikten sonra yapım kararı alındı. Bu ön çalışmalarla, barajların çevreye zarar vermemesi temin edilmiştir." dedi.
Çorman, söylenenlerin aksine, barajların inşasıyla bölgenin su temininin sağlandığını belirterek, "Ülkelerin üzerinde durması gereken asıl sorun, su ve toprak kaynaklarının doğru kullanılması. Bugün sonuçlarını gördüğümüz şey, ülkelerin su kaynaklarıyla ilgili yanlış politikalarından kaynaklanıyor. Bu sorunları Türkiye ile ilişkilendirmek yanlış." diye konuştu.
BM ile İran Çevre ve Dışişleri Bakanlıklarının iş birliğiyle düzenlenen Uluslararası Kum ve Toz Fırtınalarıyla Mücadele Konferansı, 5 Temmuz'a kadar devem edecek.
Irak’ı kurtarmak!
Iraklılar bir nevi Amerikan işgal güçlerine karşı vermedikleri savaşı IŞİD’e karşı verirken esasen iyi kötü bir kurtuluş mücadelesi yürüttü. Bu mücadeleyi Irak’ı yeniden inşa sürecinde temel bir motivasyona dönüştürebilirlerse işte o zaman savaşı gerçek anlamda kazanmış olacaklardır. Ne yazık ki bu konuda ciddi kaygılar var.
Iraklılar Musul’un kurtarılışını “Hurafe hilafetinin sonu” olarak kutluyor. Irak Başbakanı Haydar el İbadi’ye göre Ebu Bekir el Bağdadi’nin 2014’te ‘halife’ sıfatıyla ilk kez göründüğü El Nuri el Kebir Camii’nin 29 Haziran’da IŞİD tarafından havaya uçurulması IŞİD’in yenilgiyi kabul ettiğinin göstergesiydi.
Evet, IŞİD toprak hakimiyetini köy köy, kasaba kasaba, kent kent kaybediyor. Kaçınılmaz bir son. Ne yazık ki mutlak bir yok oluş değil. IŞİD’i doğuran iç ve dış faktörler bu coğrafyanın damarlarında ve sokaklarında gezinmeye devam ediyor. Bu nedenle bundan sonra Irak’ın kurtulması için verilmesi gereken çok daha büyük savaşlar var.
***
2014’te Dicle hattı boyunca kentler domino taşları gibi düşerken Iraklılar şunu fark etti: 2003’te işgalci Amerikan valisinin bir kararnamesiyle dağıttığı Irak ordusunun yerinde artık ulusal bir ordu yoktu. Yeni ordu ya sokaktan toplama insanlarla ya da iktidarın yeni sahiplerinin milis güçlerinden yapılan transferlerle doldurulmuştu. Mezhepçilik arsız bir virüs gibi toplumun damarlarına salınmıştı. Bu ordunun halka, halkın da orduya bakışını şekillendiriyordu. Musul’daki Sünni aktörler Irak ordusunu ‘muta çocukları’, ‘Safevi askerleri’, ‘İran uşakları’ ve ‘Maliki’nin çocukları’ diye aşağılıyordu. IŞİD gelirken Irak askerleri sokaklarda bu küfürler eşliğinde taşlandı. Askerler de “Aşağılandığımız bir şehir için neden ölelim” diyordu. Sadece bu değil. Askerlerin çoğu zaten ‘bankamatik memur’ idi. Maaşının bir kısmını komutanına rüşvet olarak verip kışlaya uğramadan askerlik yapanlar az değildi. Sünni olanlar da IŞİD’i vaat edilen ‘Sünnistan’ın fatihi olarak gören kanaat önderlerinin telkiniyle kışlayı terk etmişti. Ve dahası bu şehirde IŞİD daha kontrolü ele almadan yerel hükümetin koridorlarında söz sahibiydi. Kamu ihalelerinden IŞİD’e yüzde 10 pay ödeniyordu. Haliyle Musul’un düşüşünden bu çarka yol veren yerel idare de sorumluydu. Ankara’nın muteber adamı eski Vali Esil el Nüceyfi dahil!
Herkes günün sonunda karanlığın en zifiri tonunu gördü. IŞİD’e el veren kimi aşiretler de bürokratlar da eski Baasçılar da IŞİD hilafetinde sıfıra eşitlendiklerini anladı.
Bu saatten sonra herkesin aradığı bir kurtuluş ama bunun ortak bir davaya yani ulusal bir kurtuluşa dönüşmesi önemli.
***
Iraklılar bir nevi Amerikan işgal güçlerine karşı vermedikleri savaşı IŞİD’e karşı verirken esasen iyi kötü bir kurtuluş mücadelesi yürüttü. Bu mücadeleyi Irak’ı yeniden inşa sürecinde temel bir motivasyona dönüştürebilirlerse işte o zaman savaşı gerçek anlamda kazanmış olacaklardır.
Ne yazık ki bu konuda ciddi kaygılar var.
Mezhepçilik bu coğrafyanın en büyük vebasıdır. Bu hastalık geçmiş değil.
Yabancı güçlerin nüfuz savaşı, bu coğrafyanın belasıdır. Irak’ı çökertenler şimdi yeniden inşa sürecini rehin almanın peşindeler.
Irak Saddam döneminin sona ermesinin ardından temiz bir başlangıç yapamadı. Yani ortada dönülecek bir fabrika ayarı yok. Iraklıların olması gereken ayarları ‘İrani’, ‘Türki’, ‘Suudi’ ve ‘Amerikani’ müdahalelerle değil ‘Iraki’ bir projeyle ihdas etmeleri gerekiyor.
Yıkılmış kentlerin yeniden imarı, yerlerinden edilmiş insanların evlerine döndürülmesi, etnik ve mezhebi temizliğe yol açan ortamın yok edilmesi, güvenlik birimlerinin sağlam bir temele oturtulması, işleri bittikten sonra milis güçlerinin sisteme entegre edilmesi ya da sivil hayata döndürülmesi Irak’ın önündeki önemli sınavlardır.
Etnik, dini ve mezhebi hatlara bölünmüş bir ülkede, güvenlik tam anlamıyla tesis edilmediği sürece hiçbir grup kendi milis gücünden vazgeçmek istemeyecektir. Silahların siyasal alanı etkileme kapasitesi nedeniyle de maalesef milis güçleri kolay terk edilen yapılar değil. İç savaştan sonra Lübnan bunun en bariz örneği.
***
Irak gerçek bir çöküş hikâyesidir. Siyasetin cemaatleşmesi, toplumun kutuplaşması, iktidar makamlarının ticarileşmesi, yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet… İşgal sonrası Irak’ın kodları bunlar. Bu hikâyede umut veren bir sayfa açılması güvenlik birimlerinden adalet saraylarına, bürokrasiden hükümet birimlerine kadar geniş bir alanda gerçek bir inşa sürecini gerektiriyor. Musul’un kurtarılmasının ardından hükümet ülkenin yeniden imarı için 10 yıllığına 100 milyar dolarlık bir bütçe ayırmayı düşünüyor. İhale ve komisyon peşindeki çakalların iştahını köpürten bir rakam. Sorun bütçe ayırmak değil bütçenin amaca uygun idaresi. Irak’ın beceremediği de bu. Iraklılar ülke tam anlamıyla savaşın içindeyken hayali projelere ve naylon faturalara milyarlarca dolar ödedi. Bunun tekerrürünü önleyecek bir şeffaflık da yok. Yaşanan bunca felaketin yekûnundan, bu kötülüğü tersine çevirecek siyasal ve toplumsal irade devşirilemezse Irak asla kurtuluşu bulamaz.
Yeniden inşa ve toplumsal barışı tesis konusunda tökezlendiği takdirde yıllarca cihatçı-tekfirci ideolojinin oryantasyonuna maruz kalmış bölgelerde IŞİD gibi örgütler bir süre sonra yeniden yol bulabilir. IŞİD’in zehirlediği beyinlerin arınması kolay bir süreç değil. Tuzlanmış bir toprağın arınması bile yılları alıyor.
Maalesef Irak işgali ve sonrasında devam eden şiddet ortamı bu ülkenin normalleşmesini engelleyecek fay hatları bıraktı. Belki IŞİD 2014’teki gibi saha hakimiyeti kuramayacak ama toplumun problemli damarlarındaki hücrelerinden Irak sokaklarını cehenneme çevirmeye devam edecek.
Karşı karşıya gelen sadece bir örgütün üyeleri ile devlet değil. Düşmanlık tabana indi. Yeni kuşaklara nefret kültürü aşılandı. Birlikte yaşam felsefesi öldü. Musul’un yerle bir olmasından daha önemlisi üzerinden nice medeniyetlerin geçtiği bu kentin birlikte yaşam geleneğini toprağın altına gömmüş olmasıdır.
Bütünlükçü siyasal ve toplumsal yaklaşımlarla Irak bu zehirden arınabilir. Bu dehlizden çıkışın yolu hınç değil uzlaşma kültürünün yüceltilmesi ve adaletin tesis edilmesidir.
Irak’ı bekleyen bir diğer büyük sınav Kürtlerle ilgili. Musul’daki temizlik tamamlandıktan sonra tartışmalı bölgelerin statüsüyle ilgili ertelenen süreç mecburen masaya gelecek. Kritik dönemeçte 25 Eylül’de Kürdistan bölgesinde bağımsızlık referandumu düzenlenecek. Bu süreç barışçıl bir şekilde yönetilemezse Irak her günü bir cehennem olan eski günlerine geri dönebilir.
Dünyadaki Mazlum Şahsiyet ve Müslümanlar İçin Hukuki Girişimde Bulunulmalı
İslam İnkılabı Rehberi, İran Yargı Erki’nin Şeyh Zakzaki gibi dünyadaki mazlum şahsiyetlere veya Myanmar ve Keşmir müslümanlarına hukuki yollardan destek olması gerektiğini vurguladı.
İran İslam İnkılabı Rehberi Imam Hamanei, bugün Yargı Erki Başkanı ve diğer yetkilileri kabul etti.
Bu görüşmede, ülke gündemindeki farklı konuları değerlendiren ve Yargı Erki yetkililerine tavsiyelerde bulunan İnkılap Rehberi, bu Erk’in uluslararası gelişmelerdeki rolüne de atıfta bulundu.
Uluslararası konuları hukuki açıdan takip etmenin önemine değinen İnkılap Rehberi, “Yargı Erki, yaptırımlar, ABD’nin (İran) malı varlıklarına el koyması, terörizm, Şeyh Zakzaki gibi dünyadaki mazlum şahsiyetlere veya Myanmar ve Keşmir müslümanlarına destek verilmesi gibi konularda hukuki yollardan girişimlerde bulunarak, bir konuyu kabul veya reddettiğini kesin bir şekilde ilan etmelidir” dedi.
Kutsal Haremleri Koruma Görevi ve Harem Muhafızlarının Şânı
Onbinlerce gönüllü Ehlibeyt aşığı gece gündüz bu kutsal Haremlere ve ziyaretçilerine hizmet sunmakta ve güvenliklerini sağlamaktadırlar.
Ehl-i Beyt (a.s.)'ın kutsal türbelerine Ehl-i Beyt izcileri "Harem-i Mukaddes" kısa adıyla "Harem" derler. Ehl-i Beyt dostları için Hz.Resulullah ve 12 İmam'ın(a.s) kutsal haremleri, Ka'be ve Mescid-ül Haram gibi kutsaldır ve korunması, saygısı farzdır. Oralar Allah'ın özel rahmetinin ve mukarreb meleklerinin her an nazil olduğu yeryüzünün kalbi olan en yüce mekanlardır. Mümin ve salih kulların arınmak, manevi dereceler elde etmek, Rabbleri'nin rızasını ve cenneti kazanmak için ziyaret ettiği bu mübarek yerler her gün milyonlarca insan ve sayısız melek tarafından ziyaret edilmektedir.
Onbinlerce gönüllü Ehlibeyt aşığı gece gündüz bu kutsal Haremlere ve ziyaretçilerine hizmet sunmakta ve güvenliklerini sağlamaktadırlar.
Bu kutsal türbelerin bulunduğu kutsal şehirlerde özellikle güvenliğe çok büyük bir önem verilmektedir. Zira tarihte ve günümüzde Mukaddes Haremler ve mazlum masum ziyaretçileri, başta İngiliz kurgusu, Amerika ve İsrail uşağı olan vahşi terörist Vahhabiler/Selefiler/Tekfirciler tarafından tehdit, tahrip ve katliamlara maruz kalmışlardır. Bu sebeple icap eder ve tehditler artarsa kısa zamanda yüzbinlerce hatta ihtiyaç durumunda milyonlarca gönüllü Harem Muhafızları silah altına alınabilir ve en büyük tehditleri bile rahatça bertaraf edebilirler.
Nitekim Haşd-i Şa'bi adlı gönüllü ordu da Ayetullah Seyyid Ali Sistani’nin bir fetvası ile tez zamanda Şia ve Sünni Iraklılardan meydana gelmiş ve Irak halkını, ülkesini ve Mukaddes Haremleri, Daiş vahşilerinin istilası ve işkalinden necat vermişlerdir.
Çoğunlukla Afganistanlı Ehl-i Beyt Şîaları'ndan oluşan Fatimuyyun Tugayı Müdafiân-ı Harem olarak canlarını Ehlibeyt türbelerine siper ve İslam'a feda ederek mütecaviz teröristlerin ve emperyalist efendilerinin şerrini defetmektedirler. Bu yüce yolda nice şehitler ve gaziler vermişlerdir. İranlı, Iraklı, Suriyeli, Lübnanlı ve Afganistanlı Şialar başta olmak üzere çok milliyetten sayısız mümin mücahit gençler sarsılmaz bir irade ile terör örgütleri ve küresel siyonizm ile mücadelede sapasağlam durup ümmetin vahdeti ve emniyeti için, BOP'un çökmesi ve vatanlarımızın Kutsal Haremlerle beraber işgalden korunması için daima nöbet tutmakta ve sinsi düşmanla göğüs göğüse savaşmaktadırlar.
Onların bu meşru müdafaa savaşlarında örnek aldıkları yüce örnek kimseler Kerbela Şehitleri hususen Hz.Celal Abbas, Hz.Ali Ekber, Hz.Kasım bin Hasan ve Hz.İmam Hüseyin (a.s.)'ın Haremi için canlarını siper ve feda eden o yüce mümin ve fedakar örnek insanlardır. Harem Muhafızı olmak yani Hüseyni olmak ve Kerbelâ Şühedası'nın nurlu kervanına katılmaktır.
İslam İnkılabı Rehberi İmam Ali Hamanei bir Harem Müdafii şehidin ailesini ziyarette şöyle buyurmuştur: " Harem şehitleri diğer şehitlerden daha yüksek bir makama sahiptir..." Yine son zamanlarda Harem Mudafii şehitlerin aileleri ile görüşmesinde buyurdular ki : " Hakikaten hem sizin şehitleriniz hem aileleri, onların babaları, anneleri ve evlatları İran halkının üzerinde büyük bir hakka sahiptirler. Bu şüheda bazı imtiyazlara sahiptirler : Birisi o ki bunlar Irak ve Suriye'de Ehl-i Beyt'in hariminden müdafaa ettiler ve bu yolda şehadete yetiştiler. Sizin bu şühedanızın ikinci imtiyazı budur ki gidip öyle bir düşman ile mübareze ettiler ki eğer bunlar mübareze etmeseydiler burada Kirmanşah, Hamedan ve diğer vilayetlerde bunlarla savaşmalıydık ve bunların önünü almalıydık. Doğrusu bizim bu aziz şehitlerimiz kendi canlarını ülke, millet, dini ve İslam İnkılabı yolunda feda ettiler. Üçüncü imtiyaz da şu ki bunlar gurbette şehadete erdiler. Bu da büyük bir imtiyazdır. Bu da Allah-u Muteal indinde unutulmaz."
8 Şevval Baki Haremi'nin Tahrip Faciası
Vahhabiler biri hicri 1220 yılında ve diğeri hicri 1344 yılında olmak üzere iki kez, kabirlere mezar yapılmasının ve ziyaret edilmesinin bidat olduğunu bahane ederek, Baki’deki mezarlık ve yapıtları tahrip etmiştir. Baki’nin tahrip edilmesi, başta İran İslam Cumhuriyeti olmak üzere İslam ülkeleri tarafından şiddetle protesto edilmiştir. Bu nedenle Şiaların geneli Yevmu’l-Hedm (tahrip günü) olarak meşhur olan, Şevval ayının sekizinci günü matem meclisleri düzenler ve mersiye ve ağıtlar yakarak Baki’nin tahrip edilişini yad ederler.
İslam alimlerinden bazıları Vahhabilerin başta Baki’nin tahribi olmak üzere kabirlerin tahribi hakkındaki iddialarının reddiyesinde, Keşfu’l-İrtiyab gibi kitaplar kaleme almışlardır.
Murteza Akbulut
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
ABD, 29 yıl önce bugün İran'a ait bir yolcu uçağını vurdu
İran, 1988'de ABD'ye ait bir savaş gemisi tarafından İran hava sahasında güdümlü füzelerle vurulan yolcu uçağında yitirilen çoğunluğu İranlı 290 sivili anıyor.
3 Temmuz 1988'de, İran'ın Bandar Abbas Havalimanından Dubai'ye uçmakta olan İran Havayollarına ait 655 uçuş kodlu Airbus A300B2 tipi bir yolcu uçağı, 274 yolcusu ve 16 mürettebatıyla birlikte, ABD Donanmasına ait USS Vincennes savaş gemisinden ateşlenen SM-2MR füzelerinin hedefi olmuştu. Saldırıya uğrayan yolcu uçağının infilak etmesi sonucu tamamı sivil 290 kişi hayatını kaybetmişti.
İran Dışişleri Bakanlığı bugün yayınladığı bir bildiriyle ABD ordusu tarafından 29 yıl önce katledilen 290 sivili andı.
Bakanlık bildirisinde, "ABD'nin, İran'ın mağdur vatandaşları da dahil olmak üzere, masum insanları katletmek de tezahür eden insanlık dışı davranışları, bu tür bir tutumun ABD hükümetleri nezdinde kurumsallaştığını ortaya koymaktadır" ifadelerini kullandı.
KATLİAMIN SORUMLUSUNA LİYAKAT MADALYASI
ABD'li yetkililer saldırı sonrasında, İran'a ait yolcu uçağını bir savaş uçağı ile karıştırdıklarını iddia etmişlerdi. Ancak saldırıda bulunan savaş gemisinin son derece sofistike radar sistemleri ve elektronik savaş teçhizatı ile donatıldığı tespit edilmişti.
Saldırı emrini veren USS Vincennes gemisinin kaptanı Amiral William C. Rogers olaydan bir yıl sonra bütün suçlarından aklanmış, hatta Başkan George Bush tarafından 'üstün hizmetlerinden dolayı' Legion of Merit (Liyakat) Nişanı ile ödüllendirilmişti.
BOMBALI SALDIRININ HEDEFİ OLDULAR
İran'a ait yolcu uçağının düşürülmesinden yalnızca 6 ay sonra, 10 Mart 1989'da, Amiral Rogers ve karısı Sharon yakınlarındaki bir minibüse monte edilen boru tipi bir bombanın yarattığı patlamadan adeta saniyelerle kurtuldular. 300 polis ve FBI görevlisinin araştırdığı olay hala çözülebilmiş değil.
Hz. Ali ve Kuran-ı Kerim
-Kamil insanın dengi olan Kuran’ın kendisi kâmil insan hükmündedir;
Hz. Ali’nin (a.s) sözlerinde Kuran’ın varlığı ve Kuran hakkındaki kılavuzluklarının başlıca öğeleri, üç temel esasa dayanmaktadır:
1- Ali’nin (a.s) sözlerinin içeriğinin Kur’anî içerikle uyumu, konularının Allah’ın kitabının ayetleriyle delillendirilmesi ve Kur’anî konuların Hz. Ali’nin (a.s) sözlerindeki zuhuru.
2- Müminlerin Emiri’nin (a.s), Kur’an^’ın özel ayetlerini şahit olarak göstermesi ve bazı özel durumlarda hikmet dolu Kur’an’ın ilahi ayetlerine sarılması.
3- Ali b. Ebi Talib’in (a.s) diliyle Kuran-ı Kerim’in hakikatlerinin tanıtımı, daveti ve beyanı.
İlk ve ikinci maddelerde yer alan başlıca öğelerin, üçüncü maddede yer alan öğelerden temel farklığı şudur ki ilk iki maddenin başlıca öğesi içeriden Kuran-ı Kerim ile irtibat halinde olması, ama 3. maddenin dışarıdan irtibat halinde olmasıdır. Bu yüzden önceki iki öğeyi Kuran tefsiri ve Kuranî kavramların açıklanması ve üçüncü öğeyi ise Kuranî ilimler ve temel esaslarını tanıma türünden kabul etmek mümkündür. Başka bir ifadeyle birinci ve ikinci maddelerin temel sonucu, Kuran’ın ne dediğidir. Ama üçüncü maddenin temel sonucu, Kuran’ın ne olduğu ve nasıl anlaşılabileceğidir.
Bazı kitap veya ilmi tekniklerin içsel ve dışsal tanımının birbirinden farklı olması mümkündür. Ama özel bir kitabı veya özel bir ilmi tekniği metnine istinad ederek dışsal tanımını temin etmek mümkün değildir. Ama Kuran-ı Kerim bu özelliğe sahiptir ve bu esas üzere önceki ve sonraki Kuran bilimini, bizzat Kuran’ın incelenmesiyle temin etmek mümkündür. Zira Kuran zahir, batın, evvel ve ahir olan Allah’ın kelamı ve kitabıdır. Eğer mütekellim ve kitap sahibinin iç ve dışı aynı olursa kelam ve kitabının derun ve harici de birbirine yabancı olmaz. Bu yüzden Kuran-ı Kerim’in derununu inceleyerek hem Kurani kavramları ve hem de Kuranî ilimleri elde etmek mümkündür. Yani hem Kuran’ın ne dediğini ve hem de Kuran’ın nasıl anlattığını anlamak mümkündür.
Hz. Ali (a.s) Kuran-ı Kerim hakkındaki tam bilgisi esasınca, Kuran bilimin birinci ve ikinci öğesini sunmakla birlikte, dışarıdan bu büyük semavi kitap hakkında incelemeye koyulan diğerlerine, Kuran bilimin üçüncü temel öğesini de öğretmiştir.
Kamil İnsanın İlmi
Hz. Ali b. Ebi Talib (a.s) kâmil insanın ve ilahi kâmil halifenin en açık bir örneğidir. Böyle bir insan Allah’ın güzel isimlerinin tecelli yeri ve yüce sıfatlarının mazharı olan imkân âlemindeki tüm hakikatleri bilmektedir.
“Ve Adem’e bütün isimleri öğretti, sonra onları meleklere göstererek, ‘Eğer doğru sözlü iseniz bunların isimlerini bana söyleyin’ dedi.” [1]
Ayeti esasınca Adem’in özel şahsiyeti değil de, ademiyetin yüce makamı olan kâmil insan bütün tekvini ve ilahi isimleri husuli ilimle değil, şuhudi bir ilimle bilmektedir ve böyle bir ilim, malumu (bilineni) bulmak ile birliktedir.
Bu açıdan Allah’ın güzel isimlerinin aynası olan tüm isimler ilahi halifenin müşahede ve ihata ettiği gerçeklerdir. Böyle bir vicdan (bulmak/ermek) ve ihata, kitabın mektuba (yazılmış olana) ihatası gibidir.
Kamil İnsan, Cami (Kapsamlı) Kitaptır
Eğer her varlığı bir kelime, ayet veya özel bir sure olarak kabullenecek olursak, kapsamlı varlık olan kâmil insan da bütün âlemdeki ayet ve surelere sahiptir. Böylesine bir ilahi halifenin hakikati, Allah’ın kapsamlı kitabıdır.
Önceki bilgiler ışığında anlaşıldığı üzere hiç kimse ismet Ehl-i Beyt’inden daha iyi bir şekilde Kuran’ı dışarıdan tanıtamayacağı gibi, Kuran’ın deruni muhtevasını da açıklayamaz.
Kamil insanın dengi olan Kuran’ın kendisi, kâmil insan hükmündedir; ondan daha üstün değil. Elbette mülk aleminde ve teklif yurdunda kâmil ve melekuti insanın düşük aşamaları, Kuran hakikatinde tabidir. Ama değerlendirme noktasında Kur’an’ın her aşamasında hesabını kamil insanın yüce makamlarından özel bir aşamayla kıyaslayarak dikkatle incelemek gerekir.
Kamil insan tüm kemallere sahiptir ve tüm kelimeleri ihtiva etmektedir. Bu yüzden de şöyle diyebilir:
“Bana kapsamlı kelimeler verildi.” [2]
Nitekim bu hakikat Resul-i Ekrem (s.a.a) hakkında nakledilmiştir. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Müminlerin Emiri (a.s) hakkında şöyle buyurmuştur:
“Ali’ye kapsamlı ilimler verilmiştir.” [3]
Gerçi “kapsamlı kelimeler” başlığı da yeterlidir. Zira kâmil insanın makamı, bir hakikatten fazla değildir ve mülk âleminde
“…ve nefislerimiz ve nefisleriniz.” [4]
Ayeti esasınca Ali b. Ebi Talib’in (a.s) mübarek varlığı, Resul-i Ekremin tertemiz ruhudur.
Dolayısıyla insanbilimci görüş sahiplerinin de şehadeti esasınca kamil insanın hakikati, diğer kitaplar, kelimeler ve varlıklara egemen olan, kuşatan kitabın ta kendisidir. Zira kamil insan Allah’ın en büyük isminin mazharıdır. Ama diğer varlıklar, diğer isimlerin mazharıdır.
Kamil İnsan, Allah’ın Halifesidir
Kapsamlı varlık olan insan, tüm her şeyi ihata eden Allah’ın halifesidir. Zira halifenin, halifesi olduğu varlığın boşluğunu doldurması gerekir. Dolayısıyla halifesi olduğu varlıkta herhangi bir boşluk yoksa halifesi, onun ihata ediciliğinin mazharı olur. İhata eden Allah’ın mazharı ise, kapsamlı varlığın ta kendisidir.
Müminlerin Emiri (a.s) ilahi hilafetin melekuti makamına sahip olan ilahi insanların faziletlerinden bazısını şöyle dile getirmiştir:
“İlim, hakikatin basireti üzere aniden onlara yönelmiştir; yakin ruhunu elde etmişlerdir; refah içerisinde olanların zor gördüğü şeyleri onlar kolay bulmuşlardır; cahillerin korkup kaçtıkları şeylere onlar ünsiyet etmişlerdir. Ruhları en yüce makama (Allah’ın rahmetine) asılı olduğu halde, bedenleriyle dünyada yaşamaktalar. İşte bunlar Allah’ın yeryüzündeki halifeleri ve halkı O’nun dinine davet etmekteler. Âh! Âh! Onları görmeyi ne kadar da arzuluyorum!” [5]
İnsanın yeryüzündeki hilafetinden maksat, hilafet sınırlarının yeryüzü ile sınırlı olması değildir. Aksine maksat, insanın hilafet bölgesinin çok geniş olduğudur. Ama insanın mülki ve elementsel varlığı yeryüzünde yaşamaktadır.
Kamil İnsan Konuşan Kuran’dır
Hz. Ali (a.s) kendisini Allah’ın halifesi ve velisi olarak anmaktadır. Nitekim mali ve sadaka işlerinden sorumlu olanlara yazdığı resmi mektubunun bir bölümünde şöyle demiştir:
“Sonra şöyle söyle: “Ey Allah’ın kulları! Allah’ın velisi ve halifesi, beni size gönderdi.” [6]
Aynı şekilde Hz. Mehdi’ye (ruhlarımız ona feda olsun) uyarlanan kamil insan hakkında da şöyle buyurmuştur:
“O, dinin hüccetlerinin bakiyesi, ilahi peygamberlerin halifelerinden bir halifedir.” [7]
O halde dış evren, suskun kitaptır. İç evren; yani kamil insan ve ilahi halife ise konuşan bir kitaptır. Yazılı Kur’an, dış evrenin sırlarını bağrında taşımaktadır. Kamil insan ise bütün bu sırları kendi içinde müşahede etmektedir. Nitekim Şeyh Mahmud Şebosteri bu konuda Golşen-i Raz kitabının bir yerinde şöyle buyurmaktadır:
“Evreni tümüyle Hakk’ın nurunun ışığı bil,
Hak onun içinde açıklığından gizlidir,
Evren insan oldu ve insan bir evren,
Bundan daha temiz bir açıklama yoktur,
Evren senindir ve sen zavallı aciz,
Senden daha mahrumunu görmemiş kimse,
Evreni tümüyle kendinde görmelisin,
Sonunda gelecek her şeyi önceden görmelisin.”
Hilafetin Allah’a İsnadı
Bazen “halife” unvanı münezzeh olan Allah hakkında ifade edilmektedir. Örneğin Allah için salik, salih ve mütevekkil kulun halifesi denmektedir. Tıpkı mümin sıfatı gibi ki hem Allah ve hem de Allah’ın kulu hakkında kullanılmaktadır.
Allah hakkında halife unvanı Nehc’ül Belağa2da da vardır. Hz. Ali (a.s) yolculuğa çıkmak istediğinde yaptığı duasında şöyle buyurmuştur:
“Allah2ım sensin yolculukta yoldaşımız ve sensin ehlimizi bıraktığımız/emanet ettiğimiz. Bu ikisi senden gayrisinde toplanmaz. Zira ehlimizi emanet ettiğimiz, bizimle yoldaş olamaz, bize yoldaş olan da ehlimizle/ailemizle geride kalamaz. (Her yerde hazır/nazır olan sadece sensin.)” [8]
Allah hakkında halife unvanının kullanılmasını karmaşık hale getiren şey Allah’ın asaleti ve kulunun fer’i oluşudur. O halde hilafet için, aslolandan feri olanı doğru bir şekilde algılayabilmek nasıl mümkündür?
Aynı şekilde kul hakkında Allah’a oranla halife unvanının kullanımını zorlaştıran şey, her şeyi ihata eden, hiçbir zerreden uzak olmayan Allah’a oranla kulun hilafeti hakkında doğru bir düşüncenin olmayışıdır. Zira Allah hiçbir şeyden uzak ve gaib değildir ki Allah için bir halef ve öte diye bir şey düşünülebilsin ve bu kulu, Allah’ın gıyabında Allah’a ait işlerin yönetimini üstlenebilsin.
Ali B. Ebi Talib, Kuran-ı Hekim’in Tanıtıcısıdır
Kuran’ı çeşitli boyutlarını incelemek için Müminlerin Emiri’nin liyakat ve uygunluğu iki cihetten ispat edilebilir:
1- Hz. Ali (a.s) tertemiz Ehlibeyt’ten (a.s) sayılmaktadır. Dolayısıyla o mukaddes zatların Kuran ve marifetleri hususunda liyakatini ve ehliyetini ispat eden deliller, Hz. Ali’yi (a.s) de kapsamıştır.
2- Hz. Ali’nin (a.s) ilmi ve ameli salahiyeti hususunda çok özel naslar mevcuttur.
Ehl-i Beyt (a.s) Kuran’ın Yegâne Tanıtıcısıdır
Ehlibeyt’in tayin edilmesinin önceliğinin ve Kur’anî kavramlar ve ilimleri açıklamak için kesin ehliyetinin delillerinden biri de, Sünni ve Şia’nın senet ve metnine kesin olarak inandıkları Sekaleyn hadisinin yanı sıra, Hz. Ali’nin (a.s), ismet Ehlibeyt’inin azameti hakkındaki sözlerdir. Nitekim Hz. Ali (a.s) Nehcul Belağa’da şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın sırrının yeri, emrinin sığınağı, ilminin kaynağı, hükümlerinin merkezi, kitaplarının barınağı, dininin dağları Ehlibeyt’tir. Dinin bel büküklüğü onlar ile doğrulur ve titremesi onlar sayesinde gider, dincelir.” [9]
“Bu ümmetten hiç kimse Muhammed’in (s.a.v) Ehlibeyt’iyle mukayese edilemez. Hiç bir zaman (Ehl-i Beyt’in) nimetlerinin üzerine aktığı kimseyle (Ehl-i Beyt) bir sayılmaz. Onlar dinin esası, yakinin direğidir… Velayet hakkının özellikleri sadece onlarındır. Vasiyet ve veraset de onlardadır.” [10]
“Hidayet bizimle istenebilir, körlük bizimle giderilebilir.” [11]
“Kuran’ın yücelikleri onlardadır. Onlar, rahmanın hazineleridir; konuştukları zaman doğru söylerler. Sustuklarında kimse onları geçemez.” [12]
“Onlar, (Ehlibeyt) ilmin hayatı ve dirilişi, cehaletin ölümüdürler. Size, hilimleri ilimlerinden, zahirleri batınlarından ve sükûtları konuşmalarındaki hikmetlerinden haber verir. Hakta ayrılığa düşmez, ona karşı durmazlar. Onlar, İslam’ın direkleri ve halkın sığınaklarıdır. Hak, onlarla yerine gelir, batıl onlarla yerinden ayrılır ve dili kökünden kesilir. Dinin hükümlerini işitip rivayet ederek değil, kavrayıp uygulayarak anlamışlardır. Çünkü ilmi rivayet eden çoktur, ama riayet/amel eden çok azdır.” [13]
“Şüphesiz Allah, bizleri tertemiz kıldı, bizi masum kılıp korudu, bizleri yaratıkları üzerinde şahitler, kulları üzerinde hüccetler kıldı. Bizleri Kur’an ve Kur’an’ı da bizlerle beraber eyledi: Böylece ne biz ondan ve ne de o bizden ayrılmaz.” [14]
“Nereye gidiyorsunuz? Nasıl da döndürülüyorsunuz?… Oysa Nebinizin Ehlibeyt’i aranızdadır. Onlar hakkın öncüleri, dinin alameti, doğruluğun dilidirler. Onları Kur’an’ın en güzel menzillerine (kalplerinize) indirin. Susuz kimsenin suya koşuşu gibi onlara koşun. Ey insanlar! Son Peygamberin söylediği şu sözü alın. ‘Bizden olup da ölen gerçekte ölmemiştir ve bizden olup da eskiyen gerçekte eskimemiştir” [15]
“Bizler Peygamberlik ağacı, risaletin indiği mekân ve meleklerin inip çıktığı yeriz; ilmin madeni, hükmün kaynağıyız.” [16]
“Çünkü bizler Rabbimiz tarafından terbiye edilmiş kişileriz ve halk da bizim tarafımızdan terbiye edilmektedir.” [17]
Ehlibeyt’in ilmi ve ameli faziletleri Nehcul Belağa’da yer alanlardan çok daha fazladır. Hakeza söz konusu kitapta yer alanlar bile orantı olarak burada naklettiklerimizden çok daha fazladır.
Ayetullah Cevadi Amuli
[1] Bakara, 31.
[2] Bihar’ul Envar, c. 16, s. 323
[3] Bihar’ul Envar, c. 8, s. 27
[4] Al-i İmran suresi, 61.
[5] Nehc’ul Belağa, 147. Söz.
[6] Nehc’ul Belağa, 25. Mektup.
[7] Nehc’ül- Belağa, 182. Hutbe.
[8] Nehc’ûl Belağa, 46. Hutbe.
[9] Nehc’ul Belağa, 2. Hutbe.
[10] Nehc’ul Belağa, 2. Hutbe.
[11] Nehc’ul Belağa, 144. Hutbe.
[12] Nehc’ul Belağa, 154. Hutbe.
[13] Nehc’ul Belağa, 239. Hutbe.
[14] Mustedreku’l-Nehci’l-Belağa, s. 183
[15] Nehc’ul Belağa, 87. Hutbe.
[16] Nehc’ul Belağa, 109. Hutbe.
[17] Nehc’ul Belağa, 28. Mektup.
ehlader
DİLİPAK: 'ALLAH, BİZİM İPİMİZİ BIRAKTI!'
Gazeteci yazar Abdurrahman Dilipak,yazısında iktidar ve çevresinin düştüğü durumu ve gücün, kendilerine neler yaptırdığını itiraf etti.
“Başımızda gelen felaketler, Şeytanın ve düşmanlarımızın hilelerinin sonucu değil, bizim zaaf ve yanlışlarımızın sonucudur.” diye yazan Dilipak, “Biz zalimlerden olduk” ifadelerini kullandı. “‘Allah’ın ipi’ni bıraktık, Allah da bizim ipimizi bıraktı.” diyen Dilipak, “Bugün iktidar ve servet bizi şımarttı. Gücümüz ve servetimiz aklımız ve imanımızın önüne geçti. Sabrı ve şükrü bırakıp dünya malı, makamı için birbirimizle didişmeye başladık.” şeklinde yazdı.
Dilipak yazısının devamında İslamcı camiaya eleştirilerini tek tek sıralamaya devam etti.
Dilipak’ın yazısı şöyle:
“Bu milletin tarihi, kültürü, geleneği, “üs-sül esası” din-i Mübin-i İslam’dır.
Din elden giderse devlet de gider. Devletinizi kaybederseniz ne millet, ne memleket kalır, ne de bir düzen.. Sadece öbür dünyada Cehenneme gitmezsiniz, bu dünyanız da Cehenneme döner..
Bu sadece Müslümanlar için değil. Bu memlekette solcularınız, liberalleriniz, sekülerleriniz de kültürel aidiyet olarak “Müslüman”dırlar. Bu dini bir değer ifade etmese de böyledir.. Hristiyanlar, Marksistler bile öyle..
Türkiye’deki Ortodoksların ibadetleri, duaları, müzikleri, kültürleri büyük ölçüde İslam’dan etkilenmiştir.
Öbür taraftan baktığınızda, İslam düşmanlarının eline düşerseniz, Alevi- Sünni, Şii-Selefi diye bakmaz. Adına bakar, doğum yerine bakar. Nereden geldiğine bakar ve sizi affetmez. Bugün onları tabii müttefikleri gibi görseler de, yarın ellerine düştüklerinde ne olacağını görürler..
Türkiye düşerse Suriye’den beter oluruz ve son pişmanlık fayda vermez..
Hemen böyle bir tehlike yok. Ben 15 Temmuz gibi bir silkiniş ve uyanışlarla bütün bu oyunların tersyüz edileceğini düşünüyorum.. Bir silkinişle, ölü toprağını, cehennem küllerini üstümüzden atabiliriz..
Önce şunu itiraf edelim: İnni küntü minezzalimin (Biz zalimlerden olduk). Başımızda gelen felaketler, Şeytanın ve düşmanlarımızın hilelerinin sonucu değil, bizim zaaf ve yanlışlarımızın sonucudur. Şeytan ve onun askerleri, Allah’ın müttaki kullarına hiçbir zarar veremez. Biz “Allah’ın ipi”ni bıraktık, Allah da bizim ipimizi bıraktı. Ve biz kendi hakkımızdaki hükmümüzü değiştirmeden Allah bizim hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecek..
Biz bu noktaya nasıl geldik ona bakın. Doğru ve güzel şeyler de yaptık, yanlışlar da yaptık.
Bakın 28 Şubat’ta zulüm vardır ve direndik. Ama bugün iktidar ve servet bizi şımarttı. Gücümüz ve servetimiz aklımız ve imanımızın önüne geçti. Sabrı ve şükrü bırakıp dünya malı, makamı için birbirimizle didişmeye başladık.. Hızla dünyevileşiyoruz.
Bakın Graham Fuller, 12 Mart sonrası bunun farkına varmıştı. Servet ve iktidarın Müslümanlar üzerindeki dönüştürücü gücünü görmüştü. Fetullah Gülen bu projenin ürünü olarak hayat buldu.
Evet “servet ve iktidar dönüştürücüdür”. Biz bu gücü, toplumu ve devleti, kendi inanç, tarih ve geleneğimiz doğrultusunda dönüştürmek için istedik. Ama bu güç, önce kendine sahip olanları dönüştürmeye başladı. Farkına varmadan dönüşüyor / dönüştürülüyoruz.
İktidar ve servet bizim “İsmailimiz” olabilecek mi? İşte asıl mesele bu.. Aklımız ve imanımız mı servet ve gücümüze yön verecek, yoksa servet ve gücümüz mü aklımız ve imanımıza yön verecek..
Gelenek ve kültür ile din aynı şeyler değil. Elbette birbirini destekler ya da dejenere edebilir, etkileyebilir, etkilenebilir ama aynı şey değil..
Elbette servet ve iktidara ihtiyacımız var, ama din, bunlara ulaşmanın basamağı olmamalı. Dini hedeflere varmak için bunlar basamak olmalı. Önceliklerimiz yer değiştirmemeli..
Bu işlere girerkenki düşüncelerimiz, bakış açımızla, bugün geldiğimiz yer aynı mı? Bana göre aynı değil.
Çile’yi yüceltiyorduk, şimdi “Haz”ı, dün “Tevazu”yu yüceltiyorduk, şimdi “kibir”le tanışıyoruz, dün “veriyorduk”, şimdi almaya çalışıyoruz. Dün ölümü ve ötesini düşünüyorduk, şimdi yaşamanın hazzı ve keyfini düşlüyoruz.. Müstekbirleri taşlarken, gün gelip bizim müstekbirleşeceğimizi hiç düşünmemiştik.. Kimi radikallerimize baksanıza nasıl savruluverdiler. Sorun şu: Bu sayı artarak devam ediyor. Bunu durdurmamız, geri çevirmemiz gerek.
Aslında burada da temelde bir terslik yok. Bilmediğimiz, beklemediğimiz bir dünya ile karşılaştık. Zaten biz ahir zaman peygamberinin ümmetiyiz. Dünyada her şey çok farklı gelişiyor. Bilim, teknoloji, media, sanat, eğitim, internet, devlet, düzen hepsi çok farklılaştı. Herkes birbirinden etkileniyor. Şeytanın hileleri bugün daha keskin. Ekonomik, sosyal, siyasal şartlar çok da olumlu değil.. Bir kırılma yaşanacaktı, yaşıyoruz.
Kimimiz din büyüklerimizi İlah ve Rab edindik.. Peygamberlerin bile sahip olmadıkları güçleri onlarda vehmetmeye başladık.. Şeytan’ın bizleri Allah’la aldatmaması için Kur’an-ı Kerim bizi uyarmıştı ama yine aldandık. Bizden öncekilerin düştükleri çukura biz de düştük. Şimdi düşünüp bu yoldan uzaklaşmamız gerek..
İşin aslı şu: Kur’an-ı Kerim’in bize bir teklifi var, atalarımızın dininden Allah’ın dinine dönmek! Şunu görelim, Allah’ın dini yeri göğü, ölümü veya hayatı açıklar, bizim kimilerimizin yaşadığı din karı ile koca arasındaki ihtilafı bile çözmüyor. Allah’ın dini bizi kardeş yapar, ama öbür taraftan yaşanan dini bunlar düşman yapıyor, Allah’ın dinine inananlar, insanları Allah’a, resulüne ve kitaba çağırır. Bizimkiler, kendi mezhebine, tarikatına, liderine, şeyhine, kendine çağırıyor. İşi ehline vermiyorlar, haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana olup, zalime karşı çıkmıyorlar. Hani zalim babamız da olsa, mazlum düşmanımız da olsa, adaletten sapmayacaktık!
Söyleyecek söz çok. Ama bugünlük bu kadar. Namaz kılalım ama yetimi de görüp gözetelim ki, amellerimiz boşa gitmesin.. “Ey iman edenler, iman ediniz” ayetinin bize verdiği mesajın üzerinde düşünelim.. Ramazan Bayramı’nı geride bıraktığımız bu günde, ramazanın ruhaniyeti, bereketi üzerimizde daim olsun inşallah. Kıyısına geldiğimiz ateş çukurunun kenarından kurtulmak için iş işten geçmeden bir şeyler yapalım. Allah’ın ipinden tutunalım ki, Allah’ın yardımı bize ulaşsın. Selâm ve dua ile..”
ajanslar
Suriye'de ABD-İran yüzleşmesi ve Türkiye
Yakın zamana kadar DEAŞ ile mücadelede SDG/YPG üzerinden tek başına hareket eden ABD artık diğer kamp ile rekabet etmek durumunda.
Suriye iç savaşında her aktör kontrol ettiği alanları genişletme çabası içinde. Türkiye-Rusya ve İran garantörlüğünde imzalanan çatışmasızlık bölgeleri anlaşması sayesinde askeri mücadele DEAŞ bölgeleri yani Suriye’nin doğusu ve kuzeydoğusunda yoğunlaşmış durumda.
DEAŞ bölgelerinin ele geçirilmesi için iki kamp mücadele halinde ve bu rekabet Haziran 2017 ayı başından bu yana giderek kızışmaya başladı. Rekabet eden kamplardan birincisi Rusya liderliği ve hava desteği altında ilerleyen Suriye rejimi, İran ve İran destekli milis güçleri. Diğer kampın liderliğini ise ABD yapıyor ve kara gücü olarak kuzeydoğuda SDG/YPG, güneyde de Dera merkezli muhalifler yer alıyor.
ABD İLE RUSYA AYNI BÖLGELER İÇİN MÜCADELE EDİYOR
İki cephenin mücadelesinde Ürdün sınırındaki Tanf, Irak sınırındaki Ebu Kemal ve Fırat Havzası üzerinde yer alan iki büyük şehir Rakka ve Deyr ez-Zor’un öne çıktığı görülmekte. ABD ve Rusya’nın artık aynı bölgeler için mücadele ediyor oluşu nedeniyle 2017 Haziran ayı boyunca taraflar birkaç kez doğrudan karşı karşıya geldi.
İlk mücadele Tanf’ta yaşandı. ABD’nin Suriye ordusu ve İran destekli milisleri havadan vurmasına rağmen Suriyeli muhaliflere karşı ilerleyen rejim güçleri Tanf’ın kontrolünü ele geçirdi. Bu hamle Suriyeli muhaliflerin Deyr ez-Zor’a ilerlemesinin önünü kesmek için kritik önemdeydi. Buna paralel gelişme Suriye’nin kuzeydoğusunda yaşandı. Halep’in doğusuna uzun süredir yığınak yapan Suriye ordusuna bağlı özel bir birim olan “Kaplan Güçleri” Fırat Nehri’nin batı kıyısına paralel şekilde ilerlemeye başladı. Büyük önem taşıyan Meskene'nin ele geçirilmesi ile önü açılan rejim kısa sürede, SDG/YPG tarafından ele geçirilen Tabka Askeri Üssü’nün güneyine kadar ilerledi. Akabinde SDG/YPG alanlarının güneyinden ilerleyen rejim güçleri Rakka şehir merkezine de çok yaklaşmış oldu.
Rejim güçleri ile YPG arasında çatışmalar
Tam bu sırada çok kritik bir gelişme yaşandı. Rejim güçlerinin Rakka’ya yönelmesini engellemek isteyen SDG/YPG, ABD ve Rusya arasında varılan anlaşma uyarınca çizilen sınırı aşarak rejim güçlerine Jadin yerleşiminde saldırı düzenledi. Bunun üzerine rejim SDG/YPG’yi havadan hedef aldı ve sonrasında rejime ait savaş uçağı ABD tarafından düşürüldü. ABD’nin sahadaki müttefiklerini korumak adına attığı bu adıma karşılık Rusya kendi ortağı rejime koruma sağlamak adına Suriye'de ABD ile imzalanan uçuş güvenliği anlaşmasını iptal ettiğini açıkladı. Bu gelişmenin hemen ertesinde ABD Tanf bölgesinde rejimi yanlısı olarak tanımladığı İran yapımı bir insansız hava aracını da düşürdüğünü açıkladı.
Yakın zamana kadar DEAŞ ile mücadelede SDG/YPG üzerinden tek başına hareket eden ABD artık diğer kamp ile rekabet etmek durumunda. Rusya liderliğindeki cephe giderek YPG bölgelerine ve dolayısıyla ABD nüfuz alanlarına yaklaşmakta ve bu da çatışmayı beraberinde getiriyor.
Çatışmanın son sahnesi Deyr ez-Zor
Bu çatışmanın belki de son sahnesi Deyr ez-Zor’da yaşanacak. Tam da bunu işaret edercesine İran, Suriye uçağının düşürüldüğü gün Kirmanşah’tan fırlatılan füzelerle Deyr ez-Zor’daki DEAŞ hedeflerini vurdu. Suriye’deki bu gelişmelere paralel olarak Irak’ta İran destekli milis grupları Suriye sınırına ulaşmayı başardı. Tanf’ta kontrolü ele geçiren rejim güçlerinin hedefinde ise Irak sınırı boyunca ilerleyerek Ebu Kemal sınır kapısını ele geçirmek olacaktır.
Askeri gelişmeler bu şekilde devam ederse İran, İran destekli milis gruplar ve rejim güçleri Irak ve Suriye sınırında birleşecek. Deyr ez-Zor ise bu hedefe ulaşmak için son kalelerden biri olacak. Eğer bu coğrafi bütünlük sağlanabilirse İran ve rejimin bir sonraki hedefleri Haseke ve Kamışlı olacaktır. YPG kontrolü altındaki bu yerlerde rejimin zayıf bir varlığı söz konusu. Şimdiye kadar YPG ile sürdürülen anlaşma çerçevesinde varlığını idame ettiren rejim güçleri Suriye’nin doğusunda güçlenmesine paralel olarak daha önce YPG’ye 'emanet' ettiği bu yerleşimleri geri almak isteyecektir. Bu durumda şimdiden işaretleri görülmeye başlanan Rejim/İran-YPG çatışmasının yaşanması yüksek ihtimal.
YPG yeni ittifaklar peşinde
ABD rejim uçağını düşürerek sahadaki müttefiklerini koruyacağının işaretini veriyor. Ancak bahsedilen mücadelede İran’ın elinin daha güçlü olduğunu söylemek mümkün. Kuzeydoğu Suriye’deki durum ABD açısından giderek bir çıkmaza bile dönüşebilir. DEAŞ ile mücadelenin bittiği bir ortamda ABD’nin Suriye’deki askeri varlığının meşru ve hukuki zemini de ortadan kalkacak.
ABD, YPG eliyle kurduğu yapıyı İran, Suriye ve Irak gibi aktörlere rağmen korumaya çalışacak. ABD’nin hava gücü ve teknolojik üstünlüğüne rağmen söz konusu aktörler kendi toprakları olarak gördükleri yerlerdeki ABD varlığı ve kendileri dışındaki silahlı yapıları beka sorunu olarak görmekteler. İran kampının Suriye’nin kuzeydoğusunu ABD için güvenli olmayan bir alana dönüştürmek için şimdiden çaba sarfettiklerini söylemek mümkün. İran destekli güçlerin Suriye’nin doğusunda ilerlemesine paralel Münbiç, Meskene, Haseke ve Kamışlı gibi yerlerde Suriye rejimine bağlı İran destekli yerel milis gruplar oluşturulmaya başlandı bile. Suriye Haşdi Şabi’si adı altında örgütlenen grupların hedefinde YPG yani ABD bulunuyor.
YPG de artan İran ve rejim baskısının farkında ve bu nedenle bölgede yeni bir ittifak ağı kurma peşinde koşuyor. Bazı haberlere göre Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, ABD, İngiltere ve Ürdün yetkilileri Haseke şehrinde bir araya gelerek İran’ın ilerlemesinin durdurulması karşılığında YPG’ye destek verilmesi konusunda uzlaştı. Bütün bunlar YPG’nin bugüne kadar 'başarı' ile sürdürdüğü kamplar arasında açık tercih yapmadan herkesin desteğini alma stratejisinin artık sonuna gelindiğini gösteriyor. YPG/PKK giderek tercihe zorlanıyor ve bu da onu çatışmanın tarafı haline getirecek.
ABD'nin ödeyeceği bedel yüksek olabilir
ABD açısından durumu daha karmaşık hale getiren ise söz konusu mücadelede hiçbir bölgesel aktörü yanına almamış olması. İran’ın başarı şansını artıran da bu. İran bir taraftan Rusya sayesinde ABD’ye karşı ciddi bir denge sağlıyor ve hatta Suriye hava sahasını ABD için riskli hale getirebiliyor. Diğer taraftan Suriye, Irak, Lübnan’daki vekilleri aracılığı ile sahada en güçlü aktör.
Türkiye uzun zaman ABD’yi Rakka operasyonunu birlikte yapmaya ikna etmeye çalıştı ancak bu teklifi karşılık bulmadı. ABD’nin devlet dışı bir aktör ve Türkiye’nin de yaşamsal çıkarlarına tehdit olarak gördüğü bir terör örgütü üzerinden bu ittifaka karşı nasıl direnebileceği büyük bir soru işareti.
Türkiye sınırın öte tarafında ABD açısından işleri kolaylaştırmak için değil tersine koşullar oluştuğunda YPG ile mücadele için bekliyor olacak. ABD halen uluslararası sistemin en güçlü aktörü ve oyun değiştirici bir rol üstlenebilir. Ancak bu hamle ABD açısından çok fazla maliyetli olacaktır. İran ve Suriye’nin sorunu yaşamsal görmesi bedel ödeme kapasitelerini artırıyor. Dolayısıyla Suriye’nin kuzeydoğusundaki mücadelenin nasıl sonuçlanacağı, “ABD’nin Suriye’de kendi nüfuz alanını ve YPG bölgelerini korumak için ne kadar bedel ödemeye hazır olduğu” sorusunun yanıtında gizli.
[Oytun Orhan - Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) Uzmanı]
Irak IŞİD'in sonunu ilan etti
Irak'ın Musul kentinde IŞİD'e karşı altı aydır devam eden operasyonda kritik bir eşik aşıldı. IŞİD'in 'halifelik'ilan ettiği caminin geri alınması sonrası Irak Başbakanı Abadi 'DAEŞ devletinin sonunu' ilan etti.
Abadi, caminin el değiştirmesi sonrası ‘DAEŞ devletinin son bulduğunu’ belirterek şu ifadeleri kullandı: “El Nuri Camisi’nin ve El Habda minaresinin ulusun kontrolüne dönmesi, DAEŞ’in sahte devletinin sonunun geldiğini gösteriyor.”
Irak Başbakanı, Irak güçlerinin IŞİD’le ‘son militanı yakalayıp öldürünceye kadar’ mücadeleyi sürdüreceğini belirtti.
NE OLMUŞTU?
IŞİD, Musul’un sembolü sayılan camiyi ve kente ‘kambur’ lakabını veren eğik minaresini geçen hafta havaya uçurmuştu.
Örgüt, 12’inci yüzyılda inşa edilen camiyi Haziran 2014’te ele geçirmiş, Irak ve Suriye’deki ‘halifeliğini’ de burada ilan etmişti. O tarihten bugüne dek eğik minarede IŞİD bayrağı dalgalanıyordu.
İran ABD’yi Suriye’deki yanlış hareketi konusunda uyardı
İran Dışişleri Bakanı Sözcüsü Behram Kasımi Amerika yönetimini Suriye’de her türlü tek yanlı yanlış bir hareket konusunda uyardı.
Son günlerde Amerika’nın Suriye yönetimini kimyasal saldırı hazırlığı gibi bir iddia ile suçlayarak Suriye’ye önleyici saldırı düzenleme ihtimali gündeme gelmesine tepki gösteren Behram Kasımi uluslararası camiadan Amerika’nın bu tür maceracılığını ve bölgede güvenlik ve insani bakımdan doğuracağı vahim sonuçlarını önlemesini istedi.
Kasımi, bu tür hareketlerin bölgede son nefeslerini çeken terörün konumunu yeniden takviye etmek ve teröristleri Şam yönetimini suçlatmak için kimyasal saldırı yapmaya teşvik etmek için yapıldığını bildirdi.