کارگر

کارگر

İmam Hamanei, Uzmanlar Meclisi üyelerine hitaben yaptığı konuşmada İranlı bazı sorumlu makamların ” dünya ile iyi ilişkiler içerisinde olmalıyız” sözlerine işaretle şöyle dedi: ABD ve Siyonist Rejim dışında tüm dünya ile ilişki kurmalıyız elbet. Ancak bilmeliyiz ki, dünya Batı ve Avrupa’dan ibaret değildir.

Leader.ir’in haber sitesinde yayımlanan habere göre, Rehberlik Fakihler Meclisi Başkanı ve üyelerini kabul eden İmam Hamanei görüşmede, İran halkının 26 Şubat seçimlerine görkemli ve çok anlamlı katılımını ve halkın bu seçimlerle gerçekte İslam nizamına olan bağlılığını bir kez daha ilan ettiğini takdir ederek, Rehberlik Fakihler meclisi ve İslami Şura Meclisinin yeni dönemdeki vazife ve önceliklerini açıkladı.

Ülkenin mevcut döneminde üç temel önceliği hatırlatan İmam Hamanei bugün nüfuz ve sızma meselesinin oldukça önemli ve ciddi bir konu olduğunu belirterek, ülkenin gerçek manada kalkınma ve gelişmesinin tek yolunun ekonomik, kültürel, siyasi alanlarda ülkenin iç yapısı istihkâmı ve korkunç küresel sindirim organında sindirilmemek olduğunu belirtti.

“Halk bu yüksek katılımla gerçekte İslam nizamına olan güvenini somut biçimde göstermiştir” diyen İmam Hamanei, muhtelif seçimlerde birilerin seçilip birilerin seçilmemesinin doğal olduğunu belirtti ve yeni dönemde seçilerek meclise girmeye hak kazanan Rehberlik Fakihler meclisi üyelerinin seçim süresince gösterdikleri çabalarından dolayı teşekkürlerini bildirerek, “elbette bazı büyükler var ki onların oy getirmeleri veya getirmemeleri kendi kişilik ve şahsiyetlerinde her hangi bir sakınca oluşturmamakta, baylar Yezdi ve Misbah bu şahsiyetlerdendir, onların bu meclisteki varlığı bu meclisin ağırlığının artmasına sebep olurken onların olmaması da Fakihler meclisi için bir hüsrandır.

İmam Hamanei konuşmasının devamında İslam nizamında seçimlerin özelliklerini bilhassa 26 Şubat seçimlerinin özelliğini sıralayarak, “halkın seçimlere katılma konusundaki özgürlüğü bu özelliklerden biridir ve İran’da seçimlere katılmak mecburi değil, halk tüm seçimlere coşku, iştiyak ve fikirle katılmaktadır.

İslam nizamında seçimlerin rekabete dayalı olmasının bu seçimlerin ikinci özelliği zikreden İmam Hamanei, 26 Şubat seçimlerinin tamamen rekabete dayalı bir seçim olduğunu, zira muhtelif kanatlar ve kişiler muhtelif slogan ve başlıklarla seçimlere katıldığını ve radyo televizyonun da rehberlik fakihler Meclisi adaylarının hizmetinde olduğunu ve tümünün gerçek manada bir rekabet gösterdiklerini söyledi.

“Seçimler atmosferinin güvenlik ve huzur” içinde düzenlenmesinin son seçimlerin en belirgin hususlarından olduğunu belirten İmam Hamanei, “Çevremizdeki ülkelerde halkın yaşamı güvensizlik ve terör olaylarıyla iç içe olduğu bir dönemde (İran’da böylesine muazzam ve böylesine geniş halk katılımlı bir seçim en ufak acı bir olay yaşanmaksızın düzenlendi. Öyle ki Tahran şehrinde halk sabah saat sekizden gece yarılarına kadar tam bir güvenlik içinde oy sandıklarının başında hazır oldular” dedi.

Seçimlerin düzenlenmesinde güvenliğin sağlanması için katkıda bulundukları için Emniyet teşkilatı, İstihbarat bakanlığı, içişleri bakanlığı, muhafızlar ordusu ve halk seferberlik güçlerine takdir ve teşekkürlerini bildiren İmam Hamanei, “Sağlık ve emanetçilik”in bu seçimlerin özelliklerinden bir başkası olduğunu belirterek, düşmanların tüm propaganda ve yaygaralarına ve hatta ülke içinde bazılarının iddialarına rağmen, İslam nizamında seçimlerin her zaman sağlıklı düzenlendiğini ve kesinlikle hiçbir zaman seçimlerde etki yaratılması için organize bir tutumun sergilenmediğini belirtti.

26 Şubat seçimlerinin 2009 seçimlerinin geçersiz olduğunu iddia edenlerin sözlerinin geçersiz ve gerçek dışı olduğunu bir kez daha gösterdiğini belirten İmam Hamanei, son seçimler sağlıklı olduğu gibi 2005 ve 2009 seçimlerinin de dâhil daha önceki seçimlerin de sağlıklı olduğunu söyledi.

Bu seçimlerde oy getirmeyen kimselerin oldukça necip davranışlarda bulunmalarının 26 Şubat seçimlerinin özelliklerinden biri olduğunu hatırlatan İmam Hamanei, 2009 seçimlerinde oy getirmeyenlerin necip olmayan davranışları ve fitneye sebebiyet vererek ülkeye masrafa sebebiyet v erip düşmanları tamaha düşürenlerin aksine bu seçimlerde yeterli oyu elde edememelerine rağmen seçimlerin galiplerine tebrikte bulunduklarını ve bunun ise çok muazzam ve değerli olduğunu belirtti.

İmam Hamanei bu hususla ilgili son söz olarak da, 26 Şubat seçimlerinde halkın İslam nizamına güvenini bir kez daha açıklamasının, nizam ve halk arasında iki kutupluluk oluşturmak ve seçimlerin itibarını zedelemek isteyen düşmanların çabası karşısındadır.

İmam Hamanei bir kez daha son aylarda anayasayı koruma konseyine yönelik yapılan saldırılara temasla, istemeyerek düşmana uyarak anayasayı kollama konseyine saldıranları eleştirerek, “Anayasa’yı Koruma Konseyi”nin kendi görevini ciddiyetle yerine getirdiğini ve sorun olması durumunda da bunun yasaya ait olduğunu ve ıslah edilmesi gerektiğini belirtti.

20 Gün içinde 12 bin kişinin salahiyetinin incelenmesinin yasal bir sorun olduğunu ve bu sorunun giderilmesi gerektiğini, yasayla ilgili bu sorundan ötürü “Anayasa’yı Koruma Konseyi”nin suçlanmaması gerektiğini belirten İmam Hamanei, salahiyetler konusunda ise, “Şartlara haiz olmaksızın bir kişinin seçimler için salahiyeti nasıl onaylanabilir? İnsan Allah karşısında nasıl cevap verebilir?” diye sordular.

“Anayasa’yı Koruma Konseyi adaylığını açıklayan bir kişide gerekli yasal şartları elde edemezse onun salahiyetini onaylayamaz, bu ise bir hata değil bilakis yasanın gereğinin yerine getirtilmesidir” diye Ayetullah Hamanei, “Anayasa’yı Koruma Konseyi”nin İslam İnkılâbının ilk başından itibaren müstekbirliğin saldırısına uğrayan İran İslam cumhuriyeti nizamı kurumlarından biri olduğunu hatırlatarak, “Anayasa’yı Koruma Konseyi” aleyhinde her türlü yıkıcı girişimin, gayri İslami, kanun dışı, şeriat dışı ve inkılâp karşıtı bir girişim olduğunu bildirdi.

Salahiyetleri teyit olmayan kişilerin de doğal olarak rahatsız olabileceklerini, ama bu kişilerin “Anayasa’yı Koruma Konseyi”ni kötülememeleri gerektiğini bilakis yasal metotlarla ilgili itirazlarını takip etmeleri gerektiğini belirten İslam İnkılâbı Rehberi daha sonra 26 Şubat seçimlerinin mesaj ve özelliklerini açıklayarak, halkın sahnedeki varlığı ile kendi görevlerini yerine getirdiklerini ve şimdi ise kendi sorumluluklarını yerine getirme sırasının yetkililerde olduğunu bildirdi.

İmam Hamanei konuşmasının devamında İslam Nizamının en önemli organlarından biri olarak Rehberlik Fakihler Meclisinin yeni dönemdeki görev ve sorumluluklarını açıklayarak, “Rehberlik Fakihler meclisi”nin vazifesi, inkılâpçı kalmak, İnkılâpçı Düşünmek ve inkılâpçı amel etmek olduğunu söyledi.

İmam Hamanei, ülkenin gelecek liderinin seçiminde bu üç özelliğin riayet edilmesinin, “Rehberlik Fakihler Meclisi”nin en temel görevlerinden olduğunu belirterek, ülkenin gelecek liderinin seçiminde her türlü mülahazalar, çekingenlikler ve maslahatçılıklardan kaçınmak gerektiğini ve sadece Allah, ülkenin ihtiyacı ve hakikat ilkesinin dikkate alınması gerektiğini söyledi.

Bu büyük görevde her hangi bir aksamanın meydana gelmesi durumunda kesin nizamın ve ülkenin gidişatının temelinde sorun oluşabileceğini belirten İmam Hamanei ayrıca ulema, büyükler ve güzide şahsiyetlerin Rehberlik Fakihler meclisinde bulunmasına temasla, bu meclisin üyelerinin temel görevlerinden bir başkasının da halkın talep ve sorunlarının yetkililere aktarılması, hakikatlerin halk için aydınlatılması olduğunu söyledi.

İmam Hamanei daha sonra hükümet yetkililerinin sorumluluk ve görevlerini hatırlatarak, ülkenin mevcut şartlarında hükümet yetkililerinin, direniş ekonomisi, ülkenin bilimsel hareketindeki hızın devam ettirilmesi ve ülke, halk ve gençlerin kültürel koruma altına alınması gibi üç temel önceliği ve görevi dikkate alması gerektiğini belirtti.

Ülkenin ekonomik sorunlarının direniş ekonomi siyasetleri uygulanmaksızın çözümlenemeyeceğini ve ekonomik kalkınmanın da gerçekleşmeyeceğini belirten İmam Hamanei, hükümetin direniş ekonomisi karargâhı oluşturması ve bu karargâh için de bir komuta belirlemesinin kararlaştırıldığını, bu konuda bir takım çalışmaların yapıldığını ve bu çabanın hissedilebilir olması gerektiğini söyledi.

İmam Hamanei şöyle dedi: Hükümet yetkilileri, kendi ekonomik faaliyet ve çabalarını direniş ekonomisine tamamen uyumlu kılmalı, her işbirliği ve ekonomik programda ölçü, toplu akıl ve tefekkür sonucu hazırlanmış olan direniş ekonomisi siyasetleri olmalıdır.

“Bilimsel Hareket hızının korunması” olan ikinci önceliğini de açıklayan İmam Hamanei , “Eğer dünyada kudret, izzet ve kaynak olmayı istiyorsak, bilimi takviye etmeliyiz ve bilimsel hareketin durmaması gerekir. Bilimsel ilerleme ciddiyetle sürdürülmelidir. Zira onun sonuçlarından bir kök ekonomik bilim olacaktır” dedi.

Hükümet yetkililerinin üçüncü önceliklerini de hatırlatan İmam Hamanei , kültürel masuniyet sağlamak için ilk önce be hedefe inanmak gerektiğini ve daha sonra onun için gerekli plan yapılarak çaba harcanması gerektiğini belirterek, “bu üç öncelik hükümet yetkililerinin ciddi gündemine alınması durumunda sonucu ülkenin gerçek manada kalkınması olacaktır” dedi.

İnkılâpçı özelliklerin korunması, cihadi hareket, milli-İslami kimlik ve onurun korunması ve küresel dünyanın kültürel,  ekonomik ve siyasi sindirim organında sindirilmemenin kalkınma ve gelişmenin diğer gereklerinden olduğunu hatırlatan İmam Hamanei konuşmasının devamında nüfuz etmek ve sızmak için düşman’ın planlarına temas ederek, “dakik bilgiler uyarınca müstekbirlik ve Amerika’nın ülkeye nüfuz etmek için ciddi planları mevcuttur. Elbette bu sızma ve nüfuz darbe türünden değil zira onlar çok iyi biliyorlar ki artık İslam Cumhuriyeti Nizamı oluşumunda böyle bir şeye imkân yoktur, bunun için öteki iki yolu kullanarak sızmaya çalışıyorlar” dedi.

Halk ve yetkililerin hedef alınmasının düşman’ın iki önemli amacı olduğunu belirten İslam İnkılâbı Rehberi, “düşman’ın yetkililer içine sızmak istemesinden amacı ülke yetkililerinin hesaplarını değiştirmektir, bu durumda artık direkt müdahaleye gereği kalmaz ve sorumlu kişi ise farkına varmaksızın bile düşman’ın istediği kararları almaktadır” dedi.

Batının hıyanetlerini unutturmak için halkın inançlarının değiştirilmesinin düşmanın planlarından bir başkası olduğunu ve sürekli olarak İslam cumhuriyeti ve yetkililerinin niçin bu kadar batı ve Amerikan düşmanı olduğunu sorgulamaya çalıştığını hatırlatan İmam Hamanei, “Biz batıdan zarar gördük, batının bize karşı ne yaptığını unutmamak gerekir. Ben batıyla ilişkilerin kesilmesinden yana değilim ama kiminle teamül halinde olduğumuzun farkında olmalıyız” dedi.

Batının Gacar döneminden beri İran halkına karşı düşmanlığından bazı örnekleri hatırlatan İmam Hamanei, “Gacar sultanlarının zaafı, batılıların baskısına ve İran’dan imtiyaz koparmasına ve halkımızın ilerlemesinin durmasına sebep oldu. Daha sonra Rıza hanı ve ardından oğlunu iktidara getirdiler ve daha sonra 19 Ağustos 1953 tarihinde milli hareketini sindirerek, despot SAVAK örgütünü kurdular” dedi.

İran’a karşı uygulanan yaptırımların bu düşmanlıkların bir başka örneği olduğunu, İslam nizamının batıya karşı düşmanlık gibi bir niyetinin olmadığını bilakis bu ülkede bağımsız bir yapının temelini attığını ama asıl onların düşmanlığı başlattığını belirten İmam Hamanei , Avrupa’nın da yaptırımlar ve düşmanca propagandalar gibi muhtelif meselelerde Amerika’nın siyasetlerine uyduklarını hatırlatarak, “Bizler ülkeden, halktan ve tarihten sorumluyuz ve eğer düşmanların düşmanlığı karşısında yiğitçe ve kudretle direnmeyecek olursak, onlar ülke ve halkı yutacaklar. Onlara böyle bir şey için müsaade etmememiz gerekir” dedi.

Tüm dünya ile teamül içinde olmalıyız hususunda bazı yetkililerin açıklamasına da değinen İmam Hamanei , elbette ki Amerika ve İsrail haricinde tüm dünya ile ilişki içinde olmalıyız ama bilmeliyiz ki dünya Avrupa ve batıyla sınırlı değil” dedi.

130 ülkenin Tahran’da düzenlenen bağlantısızlar konferansına katıldığını da hatırlatan İmam Hamanei, bugün güçlerin dünyaya yayıldığını, dünyanın doğusu ve Asya bölgesinin de geniş bir bölge olduğunu belirtti.

İlk olarak batılıların İran’a karşı düşmanlık başlattıklarını ve şimdi de nüfuz peşinde olduklarını belirten İmam Hamanei , düşman’ın İran’a bilimsel, kültürel ve ekonomik açıdan nüfuz etmek ve sızmak için, üniversiteler ve bilim adamları ile ilişki, zahirde bilimsel konferanslara katılmak ve kültürel faaliyetler maskesi altında güvenlik organlarına görevli göndermek gibi 10 yol takip ettiğini, İran’ın içten güçlü ve zengin olması durumunda, şu anda İran’a tehditler savuranların İslam nizamı ile ilişki kurabilmek için sıraya geçeceklerini belirtti.

“Şu anda batılılar tarafından gelgitler olmakta ama bu gelgitler şimdiye kadar olumlu hiçbir sonuç vermemiştir ve somut olarak bu gelgitlerin nasıl bir sonuç vereceğinin kesinleşmesi gerekir, aksi takdirde sadece kâğıt üzerinde varılan anlaşmanın bir faydası olmaz” diyen İslam İnkılâbı Rehberi, ülke yetkililerinin zahmetlerini takdir ederek, 37 yıllık tecrübenin düşünce, siyasi, iktisadi, kültürel ve bilimsel açıdan kudretli olmamız gerektiğini gösterdiğini, bu merhaleye varıldığında ise gerçek izzeti elde edeceğimizi söyledi.

İmam Hamanei ayrıca  Hz. Fatimei Zehra (sa)ın şehadet günleri dolayısıyla taziyetlerini bildirerek, o hazretin taziye merasimlerinde, ihtilafa sebep olacak konuların dillendirilmemesine dikkat edilmesi gerektiğini, zira şeytani müstekbirlik cephenin bugünkü siyasetinin Şia ve Sünni arasında ihtilaf çıkarmak olduğunu söyledi.

İmam Hamanei, “Elbette konum, edep ve çıkarlar dikkate alınarak tarihin beyan edilmesinde hiçbir sorun yoktur. Ama ihtilaf ve kine sebep olmaması gerekir” ifadesini kullanarak bugün bölgede var olan savaş ve çatışmaların tamamen siyasi amaçlı olduğunu belirterek, İslam düşmanlarının bu ihtilafları kolay kolay son bulmayacak şekilde mezhebi ihtilaflara çevirmeye çalıştıklarını ve bizlerin bu korkunç hedefe yardımcı olmamız gerektiğini söyledi.

İmam Hamanei , Ehlibeyt’in (as) mübarek türbelerinin korunması ve müdafaasında Ehli Sünnet kardeşlerin de varlığına ve şehit olmalarına ve onların ailelerinin bu şehadetle övünmelerine temas ederek, aziz din ulemasının, Ehli Sünneti rahatsız ederek, Amerikalılar ve Siyonistlerin tefrikacı planlarının hayata geçmesine zemin hazırlamamaları gerektiğini söyledi.

Cumartesi, 12 Mart 2016 03:24

iİlim ve Hikmet Sahibi Olan Alimler

’’Kim zalim bir yönetici karşısında sessiz kalırsa dilsiz şeytandır.’’

‘’Onlar öyle seçkin kimselerdir ki Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah yeter.’’33/39

İlahi risalet görevini yüklenmiş Resuller ve onların izini takip eden ilim ve hikmet sahibi olan alimlerin kimliğini yüce Allah yukarıdaki ayetle açıklar. Önce omuzlamış oldukları ilahi görevi yerine getirmek istediklerinde Allah’tan başka kimseden korkmayacaklarını beyan eder; zira rabbani olan alimler yaratılış felsefesini bildikleri için fıtratda var olan gerçeğe uygun hareket ederler. İnsan fıtratının bu gerçeği insana kazandırmış olduğu insani kimliğinin çağırısında şu ayetin manası yatar.

 ‘’Andolsun ki biz, Allah’a kulluk edin ve Tağut’tan sakının diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik.’’ 16/36

İlim e hikmet sahibi alimler, ilahi çağrıya kulak vererek İslam dışı yönetimlerin yöneticisi olanları Allah’a kulluğa ve tağuttan uzaklaşmaya davet ederler. Bu daveti yaparlarken hiç bir levm edicinin levminden ve hiç bir müstekbirin zulmünden korkmazlar. Ve şu ayete dayanırlar:

‘’Ey peygamber! Allah sana ve seninle beraber olan müminlere yeter.’’ 8/64 

Mümin gönüller ve inanmış kalpler sığnak olarak ilahi yardımdan başka bir gücü varlık aleminde görmediği için hergün beş vakit namazda yaratanlarıyla şöyle irtibat sağlarlar:

‘’ İyyakeneabudu ve iyyakenestein <Sadece sana ibadet eder, yalnız seden yardım dileriz>’’ 1/5

İlim ve hikmet sahibi olan alimler evreni dikkatle inceledikleri için sonsuz kudret sahibi olan rabbin eşyada nasıl tecelli ettiğini görürler. Buna binaen tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a yakinen iman ederler. Bu iman, cazip görünen herşeyin bir gün solacağını ve yok olacağını hakikat aynasından gösterir. İman sahibi olan, solmaya ve yok olmaya mahkum olanlar için değerli yaratılışını onun hizmetine sunmaz, belki onu yaratılışına göre kullanarak dünya ve ahiretini kazanmak için kendi hizmetine sunar. Resuli ekrem şöyle buyurur:

’’İnsanların en şerli ve kötüsünü size haber vereyim mi?

- Evet ya Resulallah!

Dünyası için ahiretini satanlardır. Bundan daha kötüsünü ve şerlisini size haber vereyim mi?

- Evet Resulallah!

Başkaların dünyası için ahiretini satanlardır.’’

İlim ve hikmet sahibi alimler peygamberin bu yol göstericiliğini esas aldıkları için dünyayı ahiretleri için çalıştırırlar, dünyayı imar ederlerken ahiret yurdunu esas alırlar ve dünyayı ahireti için imar ederler.

İlim ve hikmet sahibi olan alimler İslami olmayan yönetimlerde hizmet için görev almazlar, gayri İslami düzenler karşısında onurlu duruş sergiliyen ilim ve hikmet sahipleri, onları fıtratlarındaki var olan hakka ve adalete davet ederler, küfür, zulüm ve şirk karşısında asla boyun eğmez ‘Zillet bizden uzaktır’ derler ve korkusuzca mücadele ederler. Çünkü korku diye bir şey onların kalbinde olmaz, zira herşey Allah’a dönecektir, herşey fanidir, fani olanlar uğruna Allah’ın vermiş olduğu insani ve imani, değerlerini feda etmezler. Zira Allah’tan layıkıyla korkanlar alimlerdir.

‘’Kulları içinde Allah’tan ancak alimler, Allah’tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, daima üstündür, çok bağışlayıcıdır.’’35/28

İlim adamları imanlarının verdiği basiret nuruyla evrene baktıkları için yaratanla yakın ilişki kurar ve onun zatı karşısında kulluğu vazife bilir ve onun azametine uygun kulluğu gerçekleştir ve günah işlemekten sakınır ve korkarlar. Buna binaen Peygamberimiz şöyle buyurur:

’’ En büyük derece ve rutbe ilim derecesi ve rutbesidir.’’

İlim imanla birleşip kaynaştığı zaman insana yüce değerler kazandırır ve insanı mutmayın nefse ulaştırır, şu ayetin manasına mazhar eder:

‘’ Ey mutmayın nefis! Sen Rabbinden razı, O senden razı olarak dön rabbine! Sende katıl has kullarımın içine, gir cennetime!’’ 89/ 29-30

Mutmayın nefisten murad kalbinin derinliğindeki var olan gerçeğile Allah’ın vahdaniyetine iman edip onun göndermiş olduğu Resullere ve kitaplara gönülden inanmış ve verilen emirleri yerine getirerek Allah’a teslimiyetini beyan eden kişidir. İlim ve hikmet sahibi olanlar bu hakikatla aşina olanlardır. Çünkü peygamberi ekrem şöyle buyurur:

’’ İlim islam’ın hayatı, imanın sütünüdür. Kim ilim öğrenirse Allah onun ücretini tamam verir, her kim ilmile amel eder ve başkalarına öğretirse Allah ona bilmediklerinide öğretir.’’

Alimler hakikatin penceresini kainata açan peygamberin mubarek sözü ilim ve hikmetle evrenin işleyişine yaklaşarak sonsuz kudretin işleyişini müşehade ederek ilmile amil, sözünde sadık ve yaşantısında samimi bir hayatı şekilledirerek insanlara örnek olacak bir hayatı sunarlar. İlim ilahi rıza uğruna elde edildiği zaman sahibine izzet şahsiyet ve büyüklük verir, hiç bir surette dünyevi çıkar ve menfaat uğruna onu satmazlar.

Özellikle gayri islami olan yönetim ve idarelerde görev almadıkları gibi o yönetimleri islamileştirmek için mücadeleden asla geri durmazlar. Yöneticiler karşısında azimle mücadele eder ve hakkı savunurlar, hakkı savunan bu alimere hakkı savudukları için Allah onlara bilmediklerini de öğretir ve onları rahmetile kuşatır. Allah Resulu şöyle buyurur:

’’Alimler yeryüzünü aydınlatan lambalardır, onlar enbiyanın takipçileri, benim ve benden önceki peygamberlerin varisleridirler.’’

Bu kadar ulvi bir makamda bulunan alimler, taşımış oldukları mirası yaşama ve yaşatmak ile peygamberlerin vermiş oldukları mücadeleyi sürdürürler. Bu mücadeleyi verirlerken hiç bir zalimin zulmünden korkmaz ve levm edicilerin levminden de çekinmezler. Padişahların sarayında, hükümetleri yönetiminde yer almaz asla ve asla dalkavukluk etmezler, ilimlerini de ucuza satmazlar, zalim idareciler karşısında velev ki dünyevi zararları olsa da hakkı söylerler.

Zalim kimdir diye sorulursa Maide suresinin 45. ayetinde cevap bulunur:

‘’ Kim Allah’ın indirdiğile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir.’’5/45

Peygamberlerin vasıtasıyla insanlığı yönetim ve idaresi için göndermiş olduğu ilahi hükümlerle hükm etmeyenler ve yönetiminde ilahi hükümler olmayan idareciler zalim olarak bu ayette tanıtılır. İlahi hükümlerle hükm etmeyenleri üç katagoride izah eder.

Allah’ın hükmüyle hüketmeyen ve inkar edenler kafir olarak açıklanmıştır.

İlahi hükümleri inkar etmeyip ama ilahi hükümlerle amel etmeyen yöneticiler ise zalim olarak beyan edilmiştir.

Vazifesinin sınırlarını aşarak mesuliyetinin dışına çıkmışlarsa fasık hükmü verilmiştir.

İlim adamları, bu üç katagoride açıklaması yapılan yönetici ve idarecileriyle beraber olamayacakları gibi onlara karşı mücadele etme ve zalimin zulmünden alı koymaya çalışırlar. Zalimlere karşı sessiz kalmaları onların ilmi kimliğine aykırıdır, çünkü peygamber buyurmuştur:

’’Kim zalim bir yönetici karşısında sessiz kalırsa dilsiz şeytandır.’’

Netice olarak ilim ve hikmet sahibi olanlar, insanlığın önünde yürüyen aydınlık nurlarıdırlar, bunlar ilmi dünya için satmadıkları müddetçe ümmetin önderleri ve çobanlarıdırlar. Rabbani alimler ümmetin beyni ve kalplerinin nurudurlar, bunlar takip edilecek olunursa saadet ve mutluluk yolunda yürüdükleriden emin olmalılar.

İnsanlığın hayatını Allah’ın kitabına, Resulün sünnetine ve Ehl-i Beyt’in yoluna davet etme Rabbani alimlerin mukaddes görevleridir. İlahi görevini yapmakta olan ve Allah’tan korkan alimleri kendilerine önder ve rehber kabul eden insanlar saadet yurduna yüzü ak ve mutmayin bir nefisle gidecekler.

Asrımız insanına yüce Allah, büyük bir lutufta bulunmuş ve İslam ümmetinin rehberiyetine peygamber evladı ilmi ile amil Allah korkusuyla hayatını şekilledirmiş olan Ayetullahul uzma İmam Hamanei’yi göndermiştir. Yeryüzünün neresinde olursa olsun ümmetin üzerinde ona itaat etme bir vaziferdir, zira İslam ümmeti zalim ve sömürgeci devletlerin sultasından ancak bu makama itaatla kurtulacaktır.

Allah’ın selamı basiret gözüyle hakikat aynasına ibretle bakıp ders alanların üzerine olsun.

Muhammed Avci

The New Yorker gazetesinin manşeti, ultra-liberal rüyayı açığa çıkarıyor: “İranlı seçmenler katı muhafazakarlara bir mesaj verdi”. Hayır Robin Wright, Obama Acem ülkesinde Ronald Reagan’la savaşmıyor! Evet, yüksek katılım oranı ve sonuçlar Cumhurbaşkanı Ruhani için bir güç aşısı oldu. Ama hayır, hayır ve üçüncü kez hayır: İran Cumhurbaşkanı Ortadoğu’nun Angela Merkel’i olmaya hazır değil.

Varsayımsal okuma, manipülasyon, kaba propaganda: ana akım Batı medyası artık sürpriz yapmıyor. Amerikan ve İngiliz gazetelerinde yer alan, İran seçimleriyle ilgili haberler, hayalgücü üzerine kurulu bir liberalleşmiş İran betimliyor. Haberleri okuyunca, adeta neo-con'lar bir tür trans yaşıyormuş gibi bir görüntü oluşuyor. İran halen temel olarak İran tipidir; bu, Obama'nın dünyanın kafasını ütülediğinden farklı türden bir demokrasidir. Bu yüzden, İran seçimlerine dair basitleştirilmiş bir analiz arayanlar için, önceki Cuma günü yapılan seçimlerde gerçekte ne olduğuna bir bakalım.

Atlantic'ten New Yorker'a kadar ana akım medya kuruluşlarında muhtelif fikirler ve görüşler okuyabilir ve bu şekilde çok kısa bir süre içinde, Batılı yazarların İran hakkında ne kadar az şey bildiğini görebilirsiniz. Son birkaç gündür haber takipçilerine sunulan her türden yanlış bilgilendirmeye ve tek noktaya odaklı standartlara bakılırsa, Tahran Pluton'da bile olabilir. The New Yorker gazetesinin manşeti, ultra-liberal rüyayı açığa çıkarıyor: “İranlı seçmenler katı muhafazakarlara bir mesaj verdi”. Hayır Robin Wright, Obama Acem ülkesinde Ronald Reagan'la savaşmıyor! Evet, yüksek katılım oranı ve sonuçlar Cumhurbaşkanı Ruhani için bir güç aşısı oldu. Ama hayır, hayır ve üçüncü kez hayır: İran Cumhurbaşkanı Ortadoğu'nun Angela Merkel'i olmaya hazır değil. Elbette Batılı haber kuruluşlarının sahibi olan milyarderler, enerji rezervlerinde trilyonlar bulunan bir vekili sevecektir, ancak İranlıların yaptığı şey yalnızca Meclis'in bazı üyelerini değiştirmekten ibaret oldu. Halk, Washington ve Londra'nın bekleyen kollarına koşmadı.

Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani'nin çevresindeki “reformcular” yalnızca budur, bundan fazlası değil. İran değişiyor, bu kesin, fakat ülke, onyıllardır ülkenin yıkılmasına azmetmiş hegemonyaya katılmaktan çok daha ilerici bir stratejiye yöneldi. İranlıların Batıya yönelik tutumlarının kanıtı, Maryland Üniversitesi tarafından IranPoll.com aracılığıyla, 29 Ocak 2015-15 Ocak 2016 tarihleri arasında yapılan ve bu linkte yer alan örnek gibi çalışmalardan görülebilir. Bahsi geçen çalışmanın ortaya koyduğu dikkat çekici olgularan biri, İranlıların mevcut hükümetten memnuniyetsiz olduğu şeklindeki savın tam zıttı olan verilerdir. Buna göre İranlıların yalnızca çok küçük bir azınlığı özgürlüklerinin çok sınırlı olduğunu düşünüyor. Baskın çoğunluk, bu seçimden önce en önemli meseleler olarak görülen işsizlik ve ülkenin düşük performanslı ekonomisiyle baş etmek için yeni Meclis'e işaret ediyordu. Dahası, bu çalışma ve öteki çalışmalar bize, İranlıların büyük ölçüde ülkelerinin savaşın yıprattığı Suriye'de IŞİD'i ve öteki grupları yenilgiye uğratmak için Suriye hükümetine ve Rusya'ya yardım etmesini desteklediğini gösteriyor. Daha da önemlisi, araştırmaya dahil edilen insanların büyük çoğunluğu, ABD'nin Suriye müdahalesinin tek amacının Esad'ı devirmek olduğuna inanıyor.

İran gerçek anlamda ilerlemiş ülkeler arasında yerini alma yolunda büyük bir hızla ilerlerken, kesin surette kendi en iyi çıkarlarına odaklanmış durumda ve olması gereken de bu. İranlıların Rusya ve Çin hakkındaki görüşleri hayli olumlu ve en azından son birkaç yılda yapılan anketlerin çoğuna göre, bu olumlu yaklaşım zaman içinde de kaydadeğer düzeyde arttı. Bu esnada, Almanya hariç olmak üzere Batı ülkelerinin gösterdiği güvensizlik, herhangi bir ankete gerek kalmaksızın aşikar duruyor. Benim önde gelen İranlı işadamlarıyla yaptığım kişisel yazışmalar, bir başka önemli gerçeği daha teyit ediyor: İranlılar Amerikan halkı karşısında kesinlikle kuşkucu değil, yalnızca Amerikan hükümeti karşısında kuşkucu. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve Dışişleri Bakanı Cevad Zarif ülke içinde yüksek oranda desteğe sahip, ancak bu yüksek destek oranlarının köktenci din adamlarından kurtulma yönündeki hayali arzularla hemen hemen hiçbir ilgisi yok. Bilakis Ruhani, bir altüst oluş olmaksızın değişim için mücadele edebilme becerisi nedeniyle saygı görüyor. İran'daki “katı muhafazakarlar” da çizgilerini, çok daha basit nedenlerden ötürü yumuşatıyor.

İran'ın insanları dar anlamda, Arap Baharı'nın barışçıl bir versiyonu olmadı. Tipik İranlı, Amerika'daki veya İngiltere'deki insanların çoğunun düşünebildiğinden çok daha akılcıdır ve dünyanın mevcut ekonomik durumunu anlama becerileri çok daha yüksektir. Öncelikle, nükleer anlaşmasının yürürlüğe girmesiyle bile İran'daki halkın yarısı, Amerika Birleşik Devletleri yöneticilerinin İran'a taviz verdirmeye çalışmak için baskı ve yaptırımlar yoluna gideceğine inanıyor. İşte, İran'ın “katı muhafazakarlık” hususundaki gerçek pozisyonuna ilişkin bazı başka rakamlar:

· Ankete katılanların %84'ü, Suudi Arabistan'ın bölgedeki etkisinin azaltılmasını destekliyor;
· Aynı %84, İran'ın bölgedeki etkisini arttırmasını destekliyor;
· Ankete katılanların %80'i, Suriye çatışmasının yayılmasını engellemenin hayati önemde olduğunu söylüyor;
· İranlıların tam %77'si bölgede ABD ve İsrail politikalarına karşı çıkmak gerektiğine inanıyor.

Görebileceğiniz gibi “katı muhafazakarlar” terimi, Batı basınının İran siyasetine ilişkin hemen hemen bütün analizlerinde hatalı kullanılıyor. Washington'daki düşünce kuruluşlarının ve şirket medyasının kalıcı hale getirmeye çalıştığı “fikir”, Amerikalıların 1979 yılında Başkan Jimmy Carter'ın 12170 nolu başkanlık kararnamesini yayınladığı zaman akıllarda bulunan İran'la aynıdır. Tahran'daki rehine krizi 37 yıl önce sona erdi, fakat başarısız politikalar takip eden yıllarda giderek kötüleşti. Irak İran'a saldırdığı zaman ABD yaptırımları sertleştirdi. Bill Clinton kendi döneminde İran'a yönelik yaptırımları daha da sertleştirdi. 1995 yılında Kongre baskıyı arttırdı, ardından 2005 yılında George W. Bush oyunu son aşamasına vardırdı ve bunu Barack Obama dönemindeki yeni yaptırımlar izledi. Şimdi ise birdebire, Tahran'da Amerikan demokrasisi çiçek açmaya başladı!

Birkaç yıl önce Washington İran'a yönelik “sakatlayıcı yaptırımlar”ı düşünürken, bazı dünya liderleri Obama'nın öncülük ettiği inisiyatiflere eşlik etme noktasında sessiz kaldı. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov 2012 yılında, “İran ekonomisini boğmanın Batı ülkelerine yönelik daha da büyük bir memnuniyetsizlik yaratacağını ve negatif bir yönelime yol açma potansiyeli taşıdığı” ikazında bulundu. New York Times gazetesinden Laura Secor, İran'ın ilerlemesini bir “devrim”, “gelişmekte olan bir eser” olarak adlandırıyor ve zeki bir gazetecilik aracı olarak kullanıyor. Aptal diye küçük düşürmeyelim, Amerikalı gazetecilerin arasında böyleleri olabilir. “Cennetin Çocukları: İran'ın Ruhu İçin Mücadele” kitabının yazarının yücelttiği “merkezciler” en azından bir tür gerçekliktir. Batılılar yeniden şekillendirilmiş İran stratejileri ve sinerjisi ile, çalkalanan bir politik ekosistem, “doğru yolun” Batı yolu olduğu bir demokratik teraryum arasındaki ayrımı nasıl yapamadığını anlayamıyorum. İran hakkındaki Batılı konsept, “ya hep ya hiç” kavgasından ibarettir. Onlara göre ya Ayatullah Humeyni ABD'yi yok etmeye kararlı Şeytan'dır, ya da yeni bir siyasi filozoflar neslinin ülkeyi, Iowa'lıların ve California'lıların tolere edebileceği bir yere çevirmesi gerekecektir.

Gerçeklik, bu eğitimli akademisyenlerin ve dolgun maaşlı gazete yazarlarının bir tanesinin bile İran gerçekliğini kafalarında canlandıramadığıdır. ABD'nin ve müttefiklerinin gerçek anlamda boğduğu ülke, azalan getiriler kanunundan – düşük fırsat maliyetlerinden – etkilenmiştir ve bu gelecek nesiller için bugün kimsenin ayrımına varamadığı bir potansiyel yaratmaktadır. İsrail Filistinlilerle birlikte dünyayı yok edebilir ve nükleer silahlara sahip olabilir, Amerika dünya üstündeki herhangi bir yeri istila edip bunu meşrulaştırabilir, fakat İranlılar Şah gibi bir diktatörü başından atıp cezasız kalamaz. Hele hele nükleer reaktör inşa etmesi, Avrupa'ya bir miktar doğalgaz satması, Boston'dan farklı davranış biçimleri içinde olmaya cesaret etmesi asla kabul edilemez! Eh, tutsak edilmiş bir ekonomiden yola çıkıldığında, seçimde bazı sürprizler çıkması normaldir. Belki İran'daki şu “katı muhafazakarlar” artık o kadar da katı olmaz, yani örneğin bir BRICS üyesi ülke olarak İran'ın böyle sert bir muhafazakarlığa ihtiyacı olmaz, değil mi?

Phil Butler 

New Eastern Outlook

Cumartesi, 12 Mart 2016 02:24

İran’ın Caydırıcı Gücüne Vurgu

İran İslam Cumhuriyeti yetkilileri füze tatbikatının ardından yaptıkları açıklamada, İran'ın düşmana karşı caydırıcı gücüne vurgu yaptılar.


İran İslam İnkılabı Muhafızlar Ordusu Hava Uzay Kuvvetleri Komutanı, halkın güvenliğinin kırmızı çizgisi olduğunu ve Devrim Muhafızları'nın bu bağlamda kimseyle pazarlık yapmayacağını belirtti.
Katıldığı bir televizyon programında konuşan İslam İnkılabı Muhafızlar Ordusu Hava Uzay Kuvvetleri Komutanı General Emir Ali Hacizade, İran savunma ve füze kudretinin ülkenin kırmızı çizgisi olduğunu belirterek, son füze denemesinin kesinlikle KOEP anlaşmasına aykırı olmadığını bildirdi.
Amerika'nın İran'ın füze gücüne sahip olmasına karşı olduğunu ve bunun için de İran'ın güven içinde olmasını istemediğini belirten General Hacizade, Amerika'nın KOEP anlaşmasının ardından İran'ın füze kabiliyetini sınırlamak için kendi tüm casusluk ve baskı araçlarını devreye soktuğunu ve İran'ın böyle bir imkan elde etmesini engellemek istediğini söyledi.
Öte yandan İslam İnkılabı Muhafızlar Ordusu Genel Komutan Vekili General Hüseyin Selami, Devrim Muhafızlarının son füze tatbikatının düşmanlar için mesajının, İran'ın füze sistemini geliştirmede hiç bir gücün siyasi iradesine bağımlı olmadığını göstermek olduğunu söyledi.
General Selami, dün gece İRİB Kanal1'e yaptığı açıklamada, "Kadr" ve "Kıyam" adlı füzelerin geçen Salı ve Çarşamba günü denemelerinin yapılmasına temasla, İran'ın sözkonusu füzeleri denemesiyle dünyanın bir daha İran'ın caydırıcılık gücünü gördüklerini söyledi.
General Selami, İran füzelerinin kalite açısından dünyada günün en son teknolojisine sahip olduğunu belirterek, bu füzelerin İran'a yönelik yaptırımların bir sonucu olduğunu söyledi.
General Selami, düşmanlar İran'a karşı kötü niyetle hareket etmeye kalkıştıkları takdirde İran'ın balistik füzelerinin düşman hedeflerine doğru fırlatılmaya hazır vaziyette olduğunu bilmeleri gerektiğini belirtti.
İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü de bu bağlamda bir açıklama yaparak, İran İslam Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetlerinin son askeri tatbikatı ve bu tatbikatta kullanılan silahların kesinlikle Kapsamlı Ortak Eylem Planı KOEP'e aykırı olmadığını bildirdi.
İslam İnkılabı Muhafızlar Ordusunun son tatbikatıyla ilgili bir takım Batı kaynaklarının iddialarına tepki gösteren İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hüseyin Caberi Ensari, bu tatbikatın BM Güvenlik Konseyinin 2231 sayılı kararnamesini ihlal etmediğini ve bu yöndeki iddiaların tümünün boş olduğunu bildirdi.
Öte yandan İran Dışişleri Bakanlığı'ndaki bir kaynak, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kerby Dışişleri Bakanı John Kerry'nin İranlı mevkidaşı Muhammed Cevad Zarif ile telofonla görüşerek, Washington'un İran'ın füze denemesiyle ilgili endişesini Tahran'a ilettiği sözlerini tekzip etti. Bu görüşmenin İran Dışişleri Bakanı Muhammed CevadZarif'in Asya turunu sürdürmekte olduğu için gerçekleşmediğini bildirdi.
İslam İnkılabı Muhafızlar geçen hafta, İran'ın caydırıcı gücünü göstermek amacıyla yeni füze denemesi gerçekleştirmiş ve yer aldı füze silolarının görüntülerini yayınlamıştı.
İslam İnkılabı Muhafızları Ordusunca ülkenin dört bir yanında düzenlenen "Velayet İktidari" füze tatbikatında, uzun, orta ve kısa menzilli füzeleri ateşledi.
Bu tatbikatın son gününde Kadr F ve Kadr H uzun menzilli balistik füzeleri başarıyla test edildi.
Kadr füzeleri, İran'ın iç kesiminde yer alan Doğu Elborz dağlarından ateşlendi, 1400 kilometre yol katettikten sonra Umman sahilindeki hedeflere tam isabet etti.
Bu Tatbikat, dünya basınında geniş yankı buldu.015

Cumartesi, 12 Mart 2016 02:18

İlkeli ve Erdemli Olmak...

  Erdemli, onurlu, ilkeli olmak kadar, erdemli, ilkeli, onurlu kalmak ve yaşamak da önemlidir.  İslam dini insan onuru söz konusu olduğu zaman bunun üzerinde önemle durmuştur.

İnsanın adamlığı, dolayısıyla Müslümanlığı namaz, oruç ve benzeri ibadetler ile ölçülmez. İnsan ister namaz kılsın ister namaz kılmasın adamlığı erdemli, ilkeli, onurlu yaşayıp başkalarının onur ve haysiyetine duyduğu saygı ile orantılıdır. Hadislerimiz kişinin namazı, orucu sizi aldatmasın; kişinin yalan konuşup konuşmadığına, emanete riayet edip etmediğine ve ahde vefa gösterip göstermediğine bakılmasını tavsiye etmişlerdir. Zira başkalarının onur ve haysiyeti onurlu, erdemli ve gerçek Müslümanlar için hadis metinlerimizde emanet olarak kabul edilmiştir. İşte bu noktada adam olanları ve gerçek Müslümanları başkalarının emanet olan onur ve haysiyetlerine gösterdikleri titizlik ölçüsünde değerlendirmek gerekir. Zira bu insan hayatında en fazla önem verilmesi gereken bir konudur. Ama ne yazık ki menfaat ve çıkar ilişkileri, nefse tutsak, şeytana esir olma; ilkeli, erdemli ve onurlu olma kavramlarını bazılarının dünyasında yok etmiştir. Sadi Şirazi ne de güzel demiştir; “Allah gördüğü halde insanın ayıbını gizler, insan görmediği halde yaygara koparır.”

   Yaygaracılar erdemden, onurdan ve ilkeli olmak ve ilkeli yaşamaktan kopuk insanlardır. Böyleleri ilkeli ve erdemli olmaktan söz etseler bile ilkesiz ve erdemsizliğin şahlığını yaparlar. Yaygaracı olan insanlar erdemsiz ve ilkesizlerdir ve daima kusur ve noksanlık arayışı içerisinde olurlar. Kusur ve noksanlığı bulamadıkları zaman kendi hayal dünyalarında vesveselere kapılarak iftiralar üretmeye ve ürettikleri iftiraları da yaygaraya başlarlar ve kendileri gibi başkalarını da kendi yaygaralarına inandırmaya uğraşırlar. Yaygara üretenler de, yaygaralara inanlar da ilke ve erdemden uzak kimselerdir.

   Erdemli, ilkeli, onurlu olmanın zor olduğu günümüz dünyasında yaşamak ağır imtihanları gerektirir. Önemli olan erdemlilik ve ilkeyi bozmadan, onur ve haysiyeti koruyarak yaşayabilmektir. İlkeli ve onurlu insanların her konuda ölçüler “hak”dır. Zira İmam Ali (aleyhisselam) şöyle buyuruyor: "Gözlerinin gördüğü haktır, kulaklarının duyduğu çoğu şey ise batıldır." (Bihar'ul-Envar, c. 75, s. 196)  Onurlu, erdemli ve ilkeli insanlar bu kıstasa göre düşünürler, yaşarlar, konuşurlar ve yazarlar. Yine ilkeli ve erdemli insanlar okuduklarını, işittiklerini bu kıstasa göre değerlendirirler.

“Her şeyin bir ilkesi vardır. Dostluğun, düşmanlığın, ticaretin, siyasetin, sevginin, nefretin, rekabetin, ilim sahibi olmanın, hizmet etmenin, tebliğ etmenin, hacılığın, hocalığın, hatta hovardalığın bile bir ilkesi vardır.” Her şeyin bir ilkesi olur da adam gibi yaşamanın, mümin olarak yaşamanın bir ilkesi olmaz mı hiç. Elbette ki olur. Adam gibi olmanın, mümin olmanın ilkesi ise takva, Allah korkusu ve ihlas ile orantılıdır.
   Bugün sosyal anlamda bazılarının yaşantısında ilke halini alan ilkesizlik, eşine asla rastlanmayacak kadar garip ve bazılarının yaşantısında has bir hal almıştır.
   Medya da bazı siyasi ve dini içerikli tartışma programlarına baktığımız zaman, durum öyle akıl almaz bir hal aldı ki, söylemde, düşüncede, yaklaşımda ilke diye bir kavramdan söz etmenin bile imkânsız bir hal aldığı günleri yaşamaktayız. Dün emperyalizm ve siyonizme adeta kan kusanlar bugün emperyalizm ve siyonizmin ağzı ile konuşur olmuşlar. DünHizbullaha dua edenler bugün vahabiSuudi ve Arap krallarının ağzına bakarak Hizbullahın bir terör örgütü olduğunu dile getirmekteler. Dün her konuşmasında İsrail zulümlerinden söz edip, bu zulümleri tel’in edenler bugün sus pus olmuşlar. Dün bazı İslam ülkeleri hakkında kardeş İslam ülkeleri nitelemeleri yapanlar bugün aynı İslam ülkelerini düşman olarak addetmekteler.   
Kısa zamanda ikilem dolu bu yaklaşımlar dönen dolapları göstermektedir. Buradan da ilkeli olmanın zor bir iş olduğu kolayca anlaşılmaktadır. “Normal günlük hayatta bile belden aşağı vurmak, hayatın ilkeleri içinde yer almaya başladı. Yalan, iftira, dedikodu, çamur atmak, ne varsa her şey mubah görülmeye başlandı.” Ancak unutmamak gerekir ki; hakiki bir Müslüman ve gerçek bir mümin hayatın tüm aşamalarında kendisine Kuran, Hz. Fahri kâinat ve Ehlibeyt imamlarının ilkelerini kendisine ilke ve prensip edinir ve son noktaya kadar ilkeli yaşar ve ilkeli ölerek imtihanı kazananlardan olur. Allah bizleri ilkeli yaşayarak, son noktaya vararak Azrail’in huzuruna çıkanlardan ve böylelikle imtihanı kazananlardan karar kılsın. Amin.
Selam ve Dua ile…
Mehdi AKSU

İran, Türkiye'nin Rusya ile olan ilişkilerindeki bozulmanın Türkiye ekonomisine olumsuz etkilerinin artık iyice anlaşıldığı bir sırada Türkiye için önemli bir ortak olarak da görülüyor.

 

1639 yılında Osmanlı Devleti ile Safevi Devleti arasında imzalanan Kasr-ı Şirin Anlaşması'nın Türkiye ile İran arasında bugünkü sınırı belirleyen anlaşma olduğu bilinir. Bu anlaşma ayrıca iki ülke arasında ne kadar köklü ve karşılıklı saygıya dayalı biçimde süren ilişkiler mevcut olduğunu anlatmak için de sık hatırlatılan tarihi bir belgedir.

Türkiye ile İran arasındaki sınırın büyük bir kısmının Kasr-ı Şirin Anlaşması ile belirlendiği, zaman içinde çok önemli değişikliklere uğramadığı doğrudur. Bununla beraber anlaşmanın asıl önemli yönü Osmanlılar ile Safeviler arasında Bağdat üzerinden süren rekabetin sonucunu ve bugünkü Irak topraklarını kimin kontrol edebileceğini belirlemiş olmasıdır. Buna göre, Bağdat, Basra, Kerkük ve Doğu Anadolu Osmanlı Devletinde kalmış, Revan ve Azerbaycan Safevi Devletinde kalmıştı. Irak'ın devletler arası ilişkiler sahnesine çıkması ile Kasr-ı Şirin Anlaşması'nın belirlediği sınırın bu bölümü de bugünkü İran-Irak sınırını oluşturmuştu.
Osmanlı Devleti ile Safevi Devleti arasındaki rekabet büyük ölçüde bir mezhep rekabetiydi. İşin bu boyutunu hatırlamak, asırlardır süren bu coğrafya birlikteliğinin bugün neden hala huzurlu bir ortama kavuşamadığının anlaşılması bakımından da yararlı olur.
Safevi Devleti bir Şii Devletiydi. 1979'da gerçekleşen devrimden sonra İran yeniden bir Şii Devleti özelliğine büründü. Bu durumun yıllardır bölge ülkelerinde bir "İran fobisi" yarattığı malum. Hele Irak'ta 2003 yılında Saddam rejiminin devrilmesiyle birlikte Şii ağırlıklı bir siyasi kadronun yönetimi ele geçirmesi, ülkede Sünni mezhebine mensup olanların maruz kaldıkları baskıların bölgede Şii-Sünni kutuplaşmasını oluşturması, ardından Suriye'de benzer bir senaryonun bu defa Sünnilerin iktidar olmaları için sahneye koyulduğu iddialarının gündeme gelmesi, İran'ın bu nedenle Esad rejimini kollaması, IŞİD probleminin bütün bu gelişmelerin sonucunda ortaya çıktığının ileri sürülmesi alt alta yazıldığında ortaya çıkan tablo bugün bölgeyi anlamak için yeterli.
Başbakan Sayın Ahmet Davutoğlu'nun son Tahran ziyareti elbette Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerin son yıllarda yaşadığı inişli çıkışlı seyrin istikrara kavuşturulmasını hedefliyor. Her ne kadar bu ihtiyacın özellikle Türkiye'nin Suriye politikasında belirlediği tüm hedeflerin kaybolması, Türkiye'nin Rusya ile olan ilişkilerinin bozulması ve Türkiye'nin dış politikasında "kırmızı çizgi" diye altı çizilen söylemlerin pespembe olmasından kaynaklandığı kuşkusu yaygınsa da, yine de ziyaret önemli. Kuşkulara verilecek yanıt da herhalde "ülkede seçimlerin yapılması beklendi" diye gerekçelendirilecektir.
Türkiye İran'dan başta Suriye sorununun çözümlenmesi için destek bekliyor. Bölgede akan kardeş kanının durdurulması ve Suriye'nin huzur ve istikrara kavuşması için elbette öncelikle Türkiye ve İran'ın işbirliği yapmaları gerekirdi. Bu eşgüdüm aslında beş yıl önce sağlanmalıydı. Türkiye Esad rejiminin gitmesi üzerine kurduğu Suriye planını ikili girişimleri sonuç vermeyince bölgesel düzlemde Arap Ligi'ne götürmeseydi İran devre dışı bırakıldığı izlenimini de edinmezdi. Bugün gelinen noktada İran'ın Esad'dan vazgeçmesi beklenmeyeceğine göre, Türkiye'nin Esad'ın gitmesi konusundaki ısrarını gözden geçirmiş olması ihtimali daha büyük bir ağırlık kazanıyor. Esasen uluslararası kamuoyunun da en azından görülebilir bir süre için IŞİD'le mücadelede ve Suriye'nin geçiş dönemi sürecinde Esad'a ihtiyaç olduğunu dolayısıyla Esad'ın birden bire buharlaşmayacağını anladığı görülüyor.
Türkiye'nin bölgesel sorunların bölge ülkeleri tarafından atılacak adımlar ve yapılacak önerilerle çözüme kavuşturulmasına ilişkin tezi gerçekten çok değerli. İran da muhtemelen bu görüşün değerinin bilincindedir. Ancak İran gerçekleri de görüyordur herhalde. Esad rejiminin yeniden konumunu güçlendirmesinin ardında yatan tılsımın İran ile Rusya arasındaki eşgüdüm olduğunu, Rusya'nın "bölge dışı aktör" olmasına rağmen Suriye'nin içine İran kadar nüfuz etmiş olduğunu görmemesi mümkün mü? Kaldı ki, nükleer dosyanın sonuca ulaştırılmasında ve İran'ın yeniden uluslararası toplumla kucaklaşmasında Rusya'nın ne kadar önemli bir rol oynadığı hatırlandığında, İran herhalde Rusya'yı artık bölge dışı bir ülke olarak görmüyordur. O halde Türkiye'nin "bölge dışı aktörlerin bölgeye karışmasına birlikte engel olmak" söyleminden de Rusya'nın kastedilmediğini düşünecektir. Kastedilen ABD ise bunu da anlamak zor, zira İran uluslararası toplumla yeniden buluştuğu, yaptırımlardan kurtulduğu ve özellikle yabancı yatırımları yeniden kabul etmeye hazırlandığı bir dönemde ABD ile de arasını hoş tutmak gerektiğini düşünüyor. Bu da İran ile Türkiye arasında bölgesel sorunların çözümüne yaklaşımda bir farklılık daha oluşturmuyor mu?
İran, Türkiye'nin Rusya ile olan ilişkilerindeki bozulmanın Türkiye ekonomisine olumsuz etkilerinin artık iyice anlaşıldığı bir sırada Türkiye için önemli bir ortak olarak da görülüyor. Türkiye enerji ithalatında karşılaşabileceği sıkıntıları İran'dan almakta olduğu petrol ve doğal gaz miktarını artırmakla gidermeyi umuyor. Rusya ile bozulan ilişkilerin dış ticaretine yaptığı olumsuz etkileri İran pazarına girmek, yeni yatırımlar ve artan ticaretle dengelemeyi de planlıyor. Rus turistlerin Türkiye'ye gelişlerinin engellenmesi nedeniyle turizm sektöründe yaşanacak krizin de İran'dan gelecek turistlerle kapatılabileceğini umuyor. Bu da ilişkilerin ikili boyutunun önemini gösteriyor.
Ziyaret sırasındaki görüşmelerde herhalde Suudi Arabistan tarafından bölgede terörle mücadele amacıyla kurulması hedeflenen askeri oluşuma Türkiye'nin neden dahil olduğu da gündeme gelmiştir. Türkiye tarafı da muhtemelen bunun bir Sünni ittifak olmadığını, esasen Türkiye'nin bir Sünni devleti de olmadığını, laik, demokratik bir hukuk devleti olduğunu, insan hakları, temel hak ve özgürlükler, adalet, ifade ve basın özgürlüğü ilkelerine saygı esasına dayalı bir yapısı olduğunu anlatarak cevap vermiştir. İran'ı asıl rahatlatacak olan da budur. Zira artık İran değişiyor ve Türkiye olan ilişkilerini de dünya ile olduğu gibi 1639 vizyonuyla değil 2016 vizyonuyla kurgulamak istiyor.

Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı, İran'ın incelenen nükleer malzemelerinde silah yapımına dair herhangi bir emareye rastlanmadığını söyledi.

Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Yukiya Amano, İran'ın deklare ettiği nükleer malzemeler üzerinde yaptıkları incelemelerde, bunların atom bombası yapılmak üzere kullanıldığına dair bir emareye rastlamadıklarını açıkladı.

İran'la dünya güçleri arasındaki anlaşmaya göre, UAEK'nin İran'ın nükleer programını denetleme görevinin yıllarca süreceğini ifade eden Amano, bunun için yeni bir büro kurduklarını belirtti.

Kuzey Kore'nin nükleer programının büyük endişe kaynağı olduğunu da ifade eden Amano, Pyongyang'ın bu hareketinin BM Güvenlik Konseyi kararlarının açıkça ihlali anlamına geldiğini kaydetti.

Zika virüsü ile ilgili de açıklama yapan Yukiya Amano, virüsün hızlı bir şekilde teşhis edilmesini sağlayacak seyyar aygıtları Güney Amerika'ya göndereceklerini dile getirdi.

Salı, 08 Mart 2016 02:39

Hakiki Ve Sahte Dostluklar...

“Havariler Hz. İsa (a.s)'a şöyle dediler: Ey Ruhullah, kimler ile oturup kalkalım/dost olalım?
 

   Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve alihi vesellem): “Havariler Hz. İsa (a.s)'a şöyle dediler: Ey Ruhullah, kimler ile oturup kalkalım/dost olalım? Hz. İsa (a.s) şöyle cevap verdi: Gördüğünüzde sizlere Allah'ı hatırlatan, sözleri ilminizi arttıran ve amelleri, sizleri ahirete sevk eden kimseler ile oturup kalkın.” (Bihar'ul-Envar, c. 1, s. 203)
İmam Ali (aleyhisselam): “Her kim Allah’a itaat yolunda yardımcı olursa en iyi dosttur.”(Gurer’ul Hikem, 1142)
   Dost vardır insanı nara götürür, dost vardır insanı nura götürür. Dost vardır yılan gibidir; zahiri rengi rengârenktir, güzeldir ama içi zehir doludur. Dost vardır sana kamburdur, yükünü ağırlaştırır, dost vardır yükünü, kederini hafifletir. Dost vardır; dostluğu her gün ahiretine bir şeyler kazandırır, dost vardır cehennemine her gün odun toplatır. Dost vardır; her şeye rağmen dosttur, dost vardır dostluğu çıkar ve menfaate dayalıdır. 


   Günümüz dünyasının insanın en fazla ihtiyaç duyduğu şeylerden birisi gerçek dostluk ilişkisidir. Komşuluk, akrabalık, iş arkadaşlığı, yol arkadaşlığı, inanç ve dava arkadaşlığı ve hatta hayat arkadaşlığında bile genelde sahteciliğin, riyanın, çıkar ve menfaatin kol gezdiği bir zaman dilimini yaşamaktayız.
   Güvenden, inanmaktan, sevgiden, dayanışmadan, samimiyetten, birlikten, aynı davayı savunmak ve paylaşmaktan, aynı yolu yürümekten mahrum ilişkilerde ve birlikteliklerden uzak dialoklarda insanın hayır görmesi ve huzur bulması zaten mümkün değildir. İnançlı ve ahiret kaygısıyla yaşayan her insan içinde menfaatin ve çıkarın, sahtecilik ve yapmacılığın olmadığı bir dostluk, bir ilişki ile karşılaşılınca da, insan kaybettiği bir cevherini bulmuş gibi sevinmektedir. Zira böyle bir dost cevherdir, çok sıcak bir havada susayan insana serin sudur, nefesi tükenip nefes için havaya ihtiyacı olan için havadır, karanlıkta olan için çıradır. İmam Ali (aleyhisselam) buyuruyor: “Seni baki yurda çağıran ve onun için amel etmen hususunda sana yardımcı olan kimse şefkatli dostundur.”(Gurer’ul Hikem, 8775)
   Günlük yaşamda huzur ortamının sağlanması ve korunması için gerçek dostlar bulmak ve var olan gerçek dostlar ile gerçek dostane ilişkilerin devamını sürdürmek gerekir. Hakiki dostlukların dostane bir şekilde devam etmesinin yolu fedakârlıkla orantılıdır. Dost dostuna her anlamda ayna olabiliyor ise bu dostluk samimi/dostane bir dostluktur demektir. Ayna seni olduğun gibi yansıtıyor ise sana iyilik yapmaktadır, senin dostundur. Ama ayna seni sen olarak değil de, farlı gösteriyor ise sana kötülük etmektedir ve kırılmayı hak etmektedir. İmam Ali (aleyhisselam) buyuruyor: “Sadık dost ayıpların hususunda sana nasihat eden, gıyabında seni koruyan ve seni kendisine tercih edendir.”(Gurer’ul Hikem, 1904)İmam Ali (aleyhisselam) buyuruyor: “Hikmet sahipleriyle otur ki aklın kemale ersin, nefsin şereflensin ve cehaletin ortadan kalksın.”(Gurer’ul Hikem, 4787)
İslam dinine göre her müminin kendisine dost edinebileceği, oturup konuşabileceği, dertleşebileceği üç kişi vardır. Bunlar; “Refik, Sedig ve eğ”’dir. Yani dost dostuna ya “refig” olup refakat edecek ya “sedig” olup sadakat edecek yahut “eğ” olup uhuvvet edecektir. Bu üçünden başkasının dostluğu maddi ve manevi olarak zarardır, ziyandır, derttir, musibettir. Bu üç kavramın üçü de Kuran’da zikrolunmuştur.
Refig kimdir? Hz. İmam Ali aleyhisselam şöyle buyuruyor; “Senin refigin ayıpların hakkında seni basiretlendirendir.”
Sedig kimdir? “Sizin günaha düşmemeniz ve sürçmemeniz için daima sizi gözetleyendir.” Zira sizin günaha düşmeniz onu üzer, perişan eder. Bundan dolayı refig sizin günaha düşmenize asla razı olmaz.
   Eğ (uhuvveti olan) kimdir? “Senin elinden tutup manevi yollarda ilerlemeni sağlayan ve Allah’a ulaşmana vesile olan insandır.”
Bu üçünün dostluğunda maddi, manevi, dünyevi ve uhrevi hayır vardır, bunlardan başkalarının dostlukları çıkar, menfaat, madde üzerine oluşan dostluklardır ve çıkar, madde ve menfaate dayalı dostluklar ahirette düşmanlığa dönüşeceği gibi dünyada zarardan başka bir şey doğurmayacaktır. Allah’u Teala şöyle buyuruyor:“Dostların bir kısmı, bir kısmına düşman olur o gün, ancak takvalılar müstesnâ.” (Zuhruf, 67)
Ne mutlu gerçek dostu (refig, sedig, eğ’i) bulanlara, ne mutlu gerçek dostların kadir/kıymetini bilenlere ve dostunu kendisine ayna görebilenlere…
Selam ve dua ile…
Mehdi AKSU

Dışişleri Bakanı, “Son 40 senede uygulanan bütün baskılara rağmen İran, Filistin davasına desteğini sürdürecek” dedi.

Endonezya’nın başkenti Cakarta’da düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı 5. Olağanüstü Konferansı’na İran’ın temsilcisi sıfatıyla katılan İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif yaptığı konuşmada, “Filistin günden güne Siyonistlerin zorbalıklarına kurban edilmiş ve İsrail’in vahşice işgalini sürdürmesiyle birlikte, uluslararası insancıl hukukun en önemli ilkeleri çiğnenmiştir” diye konuştu.

İsrail rejiminin Mescid-i Aksa ve çevresindeki mekanlara karşı yürüttüğü yayılmacı politikalarını örtbas etmek için, coğrafi demografiyi değiştirerek Mescid-i Aksa ve Kudüs’ü Yahudileştirmeye çalışmaktadır” diye açıkladı.

BMGK’nin ve özellikle Amerika’nın birkaç nedenden dolayı BM Sözleşmesi’nde belirtilen görevlerini yerine getirmemesini eleştiren Zarif, İsrail’in dünya barış ve güvenliğine karşı ortaya çıkardığı tehdidin devam etmesine neden olduğunu belirtti.

Müslümanların kendi anlaşmazlıklarını bir kenara bırakarak Filistin’in işgaline son verilmesi için icraat yapılması gerektiğini vurgulayan Zarif, “Filistin’in tamamen özgürlüğe kavuşması için İsrail işgalcilerinin Kudüs şehrinin dokusunu değiştirmeye yönelik yaptıkları yasadışı eylemlerinin karşısına geçmeliyiz” açıklamasında bulundu.

Filistin ve Kudüs meselesinin İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ana görevi olduğunu ve bu husustaki bütün vaatlerini yerine getirmesi gerektiğini ifade eden Zarif, “Bugün birçok meseleyle meşgulüz ancak bunların hiçbirisi bizi İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ana konusu ve var oluş felsefesinden uzaklaştırmamalıdır” diye kaydetti.

İsrail’i destekleyen devletler ve STK’ların günden güne bu rejimi desteklemekten vazgeçmeye başladıklarını da dile getiren Zarif, “İran İslam Cumhuriyeti, Filistin’e karşı üstlendiği bütün sorumluluklarını yerine getirmeye vurgu yapıyor ve son 40 senede kendine karşı uygulanan baskıların Filistin’i desteklemesinden kaynaklandığını bilmesine rağmen, Filistin davasını desteklemeye devam edecek” diye ekledi.

Ehlibeyt Alimleri Derneği-EHLADER Genel Sekreteri Kadir Akaras, Tv on4'de Cuma günleri ana haber bülteninden sonra yayınlanan 'Haftanın Yorumu' programında gündemi değerlendirdi.

Kadir Akaras, Suriye'de bir haftadır uygulanan ateşkes, Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerinin Hizbullah Hareketi'ni 'terör örgütü' ilan etmeleri ve Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun İran ziyareti gibi gündemin önde gelen haberlerini 'Haftanın Yorumu' programında analiz ederek, değerlendirdi.

Terör örgütlerinin saldırılarına rağmen Suriye'de kısmen ateşkesin uygulandığını belirten Akaras, "Suriye bölgemizin 5 yıllık kanayan yarası. Birinci derecede Türkiye'yi de ilgilendiriyor, çünkü yanı başımızda. Çok acımasız bir savaş, aslında teröre karşı bir savaştır bu. Bu konu bölge ülkelerini, Irak, Lübnan, İran, Arabistan ve İsrail kısaca bölgeyi ve bütün dünyayı ilgilendiren bir alan. Suriye, uluslararası bir arena haline dönmüş durumda. Suriye'deki vekaletler savaşında terör örgütleri ciddi kayıplar vermeye başladı ve ateşkes daha ciddi olarak gündeme alındı. Ateşkeste bir tarafta devlet bir tarafta da terör örgütleri var. Meşru hükümete karşı silahlı mücadele verenler terör örgütüdür demiştik. Ateşkeste müzakere masasında bazı gruplar terör örgütü olarak açıklanırken bazıları da bunun dışında tutuldu. Haberlere bakılırsa birçok örgütle hükümet arasında anlaşmalar yapıldı ve silah bırakıldı. Cumhurbaşkanı Beşar Esad'da genel af çıkardı." açıklamasında bulundu.

Ateşkes bu şekilde devam ederken "bundan rahatsız olanlarda var" diyen Akaras, "Kaybeden taraflar, özellikle Nusra, IŞİD ve benzeri terör örgütlerini destekleyenler bu ateşkesten rahatsızlıklarını diplomatik bir dille dile getirdiklerini görüyoruz. Rusya ve ABD arasında varılan anlaşma ve Suriye'nin ikna edilmesi ve terör örgütlerinin bu ateşkes dışında tutulması saha açısından önemli gelişmelerdir. Yakın bir gelecekte Suriye'de ciddi bir rahatlama olacağını görüyoruz." dedi.

Suriye'deki bu gidişatın iyi yönde olduğunu belirten Akaras, "IŞİD ve Nusra gibi terör örgütlerinin ateşkes dışında tutulması, uluslararası camiada bir rahatlamayı getirdi. Türkiye ve Suudi Arabistan içinde bu önemli. Çünkü, adı sayılan bu ülkeler uluslararası camia tarafından sayılan örgütlere destek iddiası ile suçlanıyordu. Suriye'deki ateşkes nedeniyle Türkiye'de sınırlarını daha iyi kontrol edecek. Bu teröristler dış ülkelerden gelen kişiler. 80 ülkeden 360 bin tekfirci militanın Suriye'de olduğu belirtiliyor. Türkiye'den giden militan sayısı ise 25 bin olarak belirtiliyor. Bu militanlara katşı uluslararası arenada ülkeler değişik güvenlik tedbirleri almaya başladı. Ateşkesin tarafı hükümettir. Düne kadar hükümeti meşru kabul etmediklerini söyleyen taraflar (Türkiye'de dahil) bugün ateşkesin tarafı olarak hükümeti kabulleniyorlar. Fakat bölgedeki fitne bitmiyor. Savaş bitse de bölgede yeni sorunlar, Irak'ta, Türkiye'de sorunlar yaşanacak. Ama bir şekilde sükûnete doğru hızlı adımlar atılıyor." İfadesini kullandı.
Diğer önemli bir gündem ise Körfez İşbirliği Ülkeleri'nin Lübnan2daki Hizbullah Hareketi'ni "terör örgütü" olarak kabul etmesi konusu var. Akaras, "Hizbullah kurulduğu günden beri, kendi ülkesine karşı herhangi bir eylemi söz konusu değil. Hizbullah, Lübnan ordusu ile birlikte yıllarca Lübnan'ı işgal eden işgalci, terörist, gasıp İsrail'e karşı savaşan bir gruptur. Bizde nasıl halk köy korucusu şeklinde ordu ile beraber teröre karşı savaşıyorsa, Lübnan'da da Hizbullah halk olarak ordunun yanında İsrail'e karşı savaşan, siyasi parti olan ve mecliste milletvekili olan, hükümet içinde de bakanı olan ve işgale karşı direnen bir gruptur Hizbullah. 1967'den beri işgalci İsrail'e karşı Arap ve İslam dünyasında da şimdiye kadar devletlerin yapamadığını başaran bir tarihi yaşatmıştır. Hizbullah özellikle 1982'den sonra sürekli İsrail'e yenilgi tattıran ve Lübnan'ı işgalden kurtaran bir harekettir Hizbullah. Bundan dolayı Lübnan içinde Sünni, Marunİ, Dürzi, Hristiyan hangi grup, topluluk, etnik yapıyı dikkate alırsanız alın, hepsinin içinde Hizbullah sempatizanı vardır. Hizbullah'ın içerisinde bu gruplarda vardır. Hizbullah, Lübnan'da bir şekilde ordunun yardımcısıdır. Halktan alınan destek ve Lübnan hükümeti içinde resmiyeti olan bir yapıdır bu. Hizbullah hakkında, terör eylemi yaptığına dair bir belge bilgi yoktur. Hizbullah da açık bir şekilde bizim savaşımız İsrail ile diyor." dedi.

Hizbullah'ın Suriye'ye giriş meselesine de değinen Akaras, "Oradaki tekfirciler sadece Suriye ile kalmadı, Irak, Ürdün, Lübnan'a da saldırılar düzenledi. Hizbullah ise Suriye ile Lübnan'ın sınır bölgesi olan Kalamun bölgesinde tekfircilere karşı mücadeleye başladı. Bu sınır hattı korunarak kendisine gelecek tehlikelerden korunmaya çalıştı ve Lübnan ordusu ile bu bölgede güvenliği sağlamaya çalıştı. Kalamun'daki varlık sebebi de budur. Burada da Suriye hükümeti ile beraber hareket ediyor. Yani Hizbullah Suriye'ye hükümetin bilgisi ve onayı ve daveti ile girmiştir." açıklamasında bulundu.

Akaras, "Körfez ülkeleri ve özellikle Suudi Arabistan'ın Yemen'de, Suriye'de ve Lübnan'daki yenilgileri, Suudilerin Lübnan ordusuna yapılan yardımların kesilmesine sebep oldu. Suudiler kendi üzerinde bulunan terör örgütlerini destekliyor ithamından da kurtulmak amacıyla, aslında psikolojik savaş sonucunda Hizbullah'ı terör örgütü olarak itham etti. Bu Hizbullah'ı etkilemez." dedi.

Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun İran'a ziyareti konusuna da değinen Akaras, "İki komşu ülkenin arasında ciddi bir sorun yoktur. Her zaman bir açık kapı vardır. Fakat son zamanlarda özellikle Suriye ve Irak üzerinden siyasi anlamda ciddi görüş ayrılıkları söz konusu. Suriye'de İran farklı bir yerde duruyor, Türkiye farklı bir yerde duruyor. Irak'ta, Bahreyn'de, Yemen'de aynı şekilde. Ortadoğu'nun genelinde farklı cenahlarda duruyorlar. Büyük devletlerde bu gibi durumlar ortak çıkarları kenara atmaya sebep olmaz. Türkiye ve İran'ın bölgede ve dünyada ortak çıkarları söz konusu. Bunu hem İran biliyor hem Türkiye biliyor. İran üzerindeki yaptırımlar kalktı, artık ülke seçici davranıyor. Suriye olayları sonrasında İran ile Türkiye arasındaki ekonomik ilişkiler hep azalmış. Suriye'deki ateşkes ve Rusya'nın Suriye'de olması ve Türkiye'nin Rus savaş uçağını düşürmesi ile gerilen ilişkiler söz konusu. Böyle bir zamanda Başbakan Davutoğlu'nun İran'a yapacağı sefer çok çok önemli." ifadesini kullandı.

Akaras, "Ziyaret için, bir dönüm noktası denilebilir. Ekonomik ve siyasi anlamda iki hedef söz konusu. Davutoğlu İran'dan Rusya ile Türkiye arasında arabuluculuk isteyebilir. Türkiye ise Arabistan ile İran arasında arabulucu olabilir. Suriye'deki ateşkes sonrası bu ülke ile daha yakın iş birliğine gitmek istenebilir. IŞİD konusunda anlaşıldığı gibi (terör örgütü) diğer bazı konularda da bir yakınlık söz konusu olabilir. Suriye sorununun masa başında çözümlenmeye başlanmış olması Türkiye'yi İran'ın görüşlerine yaklaştırıyor. Ekonomik olarak Rusya'da kayıp yaşayan Türkiye, bunu gidermek durumunda. Önümüz yaz tatili ve Nevruz yaklaşıyor. İran'da Nevruz'da 15 günlük bir tatil söz konusu. İran'ın bu turistlerini kazanabilmek açısından, bu sefer ekonomik açıdan da çok büyük önem taşıyor." yorumunda bulundu.

On4haber