
کارگر
Uydu konuşlanması için 13 yeni yörünge kayda geçirildi
İran Uzay Kurumu Teknoloji Bölümü başkanı, uydu konuşlanması amacıyla 13 yeni yörüngenin kayıtlara geçirildiğini bildirdi.
Tesnim haber ajansının bildirdiğine göre İran Ulusal Uzay Kurumu Başkanı Menuçehr Mantıki, İran uzay kurumunun şu anda 13 yeni yörünge bölgesini kayıtlara geçirmek üzere olduğunu ve bu kurumun İran'ın milli uydusunu yörüngeye oturtmak için gerekli görüşmeleri sürdürdüğünü bildirdi.
Uydu taşıyıcıların bu cümleden "Simorg" uydu taşıyıcının önümüzdeki iki ay içerisinde gerekli testlerden geçirileceğini ve İran İslam Cumhuriyeti Kurucusu İmam Humeyni Uydu Merkezinin ilk ünitesinin açılacağını ve uydu kontrol merkezinin de Eylül 2016 da hizmete gireceğini belirten İran Ulusal Uzay Kurumu Başkanı Menuçehr Mantıki, İran'ın Almanya, Çin, Rusya ve Avrupa Uzay ajansı ile yakın işbirliğinde bulunduğunu ve bu alandaki faaliyetlerini artırma hususunda yaptırım sonrası doğan fırsatları en iyi şekilde kullanmak istediğini bildirdi.
Imam Hamanei Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Sekreterliği’ni ziyaret etti
İslam İnkılabı Rehberi, İnkılap karşıtı düşünceye karşılık verilmesi gerektiğini beliterek, “Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Sekreterliği’nin ortamı tamamen İnkılap ilkelerine bağlı olmalıdır” dedi.
Imam Hamanei bugün İran Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Sekreteri Ali Şemhani ve yardımcıları ile konseyin diğer görevlileri ile görüştü.
İslam İnkılabı Rehberi Imam HamaneiHamanei, Milli Güvenlik Yüksek Konseyi’nin görevinin önemli meselelerde karar vermek olduğuna işaret ederek, “Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Sekreterliği rolünü oynayabilmek için bu konseydeki ortamın İnkılap ilkelerine dayalı olması gerekiyor” diye konuştu.
Güvenliğin toplumun en önemli ihtiyaçlarından biri olduğunu söyleyen Imam Hamanei, “Günümüzde güvenlik konusu sırf askeri açısından uzaklaşmış ve ekonomik, yaşam, kültür, siyasi, toplumsal, psikolojik ve ahlaki nitelikler de kazanmıştır” diye açıkladı.
Milli güvenlik Yüksek Konseyi Sekreterliği’nin asıl görevinin güvenlik meselesine yönelik kapsamlı bir bakış açısı sergilemek olduğunun altını çizen Ayetullah Hamanei, “Konseyin sekreterliği karar verdiği zaman doğru bir yöntemle ve güvenlik meselesine çok boyutlu bir suretle hareket etmelidir” diye ifade etti.
Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Sekreterliği’nin çeşitli faaliyetlerine değinen Imam Hamanei, “Sekreterlik karar verme mekanizmasını en iyi şekilde uygulamak için tamamen İnkılap ilkelerine bağlı olmalıdır aksi takdirde istenen sonuç elde edilmez” açıklamasında bulundu.
İnkılap ilkelerine inanmanın evham ve soyut kavramlardan ibaret olmadığını aktaran Imam Hamanei , “İnkılap ilkeleri çok gerçekçi ve açık olarak İmam Humeyni’nin buyruklarını yansıtıyor” diye belirtti.
Halk, istiklal, İslam dinine inanmak, sulta ve zorbalıkla mücadele, Filistin meselesi, halkın yaşam kalitesi ve mustazaflarla yoksullara ilgi göstermenin İslam İnkılabı’nın altyapısı oluşturduğunu söyleyeh Imam Hamanei, “Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Sekreterliği her zaman tamamen İnkılap ilkelerinin peşinden koşmalıdır” vurgulamasında bulundu.
Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Sekreteri Ali Şemhani’nin Kutsal Savunma döneminde etkili bir şahsiyet olduğuna da işaret eden Imam Hamanei, konseyin her zaman devletin ve Rehber’in politikaları çerçevesinde faaliyet yürütmesi gerektiğini de sözlerine ekledi.
Bölgedeki Gelişmelerin Perde Arkası "30 Yıllık Mezhep Savaşları"
Batının İslam ülkelerinde ve özelde ortadoğuda uygulamaya çalıştığı ve İslamofobi'nin tüm zihinlerde yer edinmesini istediği proje "Mezhep Ayrılığı".
Batı ve ABD'nin yaşadığı ekonomik çıkmaz ve zenginlik arayışı bir taraftan ve İslam'ın batı ülkelerinde inanılmaz yükselişi, büyük stratejistleri yeni yollar aramaya itti.
Alınan sonuç ise bilindik. Avrupa daha önce modernizenin getirdiği bir gereklilik olan emperyalizmi ve kapitalizmi halk tabanına yaymak için iki büyük Hıristiyan mezhep Ortodoks ve Katolik arasında 30 yıl süren savaşları başlattı.
Yaşanan bu savaşın ağır tahribatını, katliamı hem ekonomik açıdan hem de inançsal olarak halk yaşadı. Savaşın sonunda modernize istenen sonucu aldı ve seküler anlayış Hıristiyan toplumlarda yaygınlaştı. Din anlayışı ve bunun hem toplum yaşantısında hem de siyaset ve yönetimde köşeye atıldı. Artık insanlar Ortodoks ve Katolik unvanlarını kullanmaktan ar ederken, modern yaşam insanları cezp etti.
Ortaçağın kapanması ve yeni çağın gelişimiyle batı, İslam'a karşı yani Osmanlı'nın Avrupa'da hızla yayılmasına karşı böylelikle büyük bir önlem almış oldu.
Aynı anlayış yüzyıllar sonra bugün İslam ve ortadoğuya karşı kullanılmak isteniyor.
Büyük bir ekonomik çıkmazda olan batılı ülkeler ve ABD, aynı zamanda toplumun yaşlanması, insanların İslam'a yönelmesi ve sonuç olarak hakim sistem emperyalizme karşı çok ciddi bir tehdit algılarken aynı siyaseti Müslümanlar arasında uygulamaya karar verdi.
Obama'nın Afganistan ve Pakistan temsilcisi Richard Holbrooke, bu projeyi bölgede başlatan ve uygulayan kimselerden. Hem Sünni hem de Şii mezheplerinde radikal anlayışa sahip düşüncesiz kimseleri parayla ve hatta algı operasyonlarıyla yavaş yavaş ayrılığa itmeye ve Müslümanların kendi aralarında çatışmaya başlamalarını sağladı.
Diğer iki önemli şahıs ve dünyanın önde gelen stratejistlerinden Henry Alfred Kissinger ve Richard N. Haass ise, projeyi genişleterek tüm İslam alemine yaymaya ve ilk adımda ekonomik çıkarlar sağlamayı hedeflediler. Bunun için önce Müslümanlar arasında aşırıcı ve radikal kesimi hedef alan adımlarla ayrılık ve nifak tohumlarını ekmeye ve zamanla silahlı çatışmaya varacak kadar iki temel mezhebi birbirine düşman kılmaya başladılar.
Ancak İran'da gerçekleşen İslam devrimiyle birlikte bu proje rafa kaldırıldı. Çünkü batı siyasetini en ince ayrıntılarına kadar okuyabilen bir lider olan İmam Humeyni, İslam birliğine ve Müslümanlar arasında "Vahdet" kavramına vurgu yaparak, aslında batının son aşamaya gelen projesini baltaladı ve sonuçsuz bıraktı.
İmam Humeyni'nin başlattığı "İslami Vahdet" projesi Müslümanları bir arada tutmakla kalmıyor ayrıca emperyalist sistemin İslam'a nüfuzunu da engellemiş oluyordu.
İmam Humeyni'nin vefatından sonra halefi İmam Hamaney de aynı basiret ve ileri görüşlülükle Müslümanları tefrika ve ayrımcılık fitnesine karşı devamlı uyarıyor ve verdiği fetvalarla İslam'ın bel kemiği sayılan bu iki azim mezhebin birbirinden ayrılmaması için olağanüstü gayret gösteriyor.
Tüm İslam alemi, batının ekonomisini düzeltmek için bir sırtlan gibi saldırdığı nimet kaynağı olduğunun farkında olmalı ve sahip olduğu cevheri korumalıdır. Diğer taraftan vahiy kaynaklı kamil ve sağlam dinin korunmasında basiret ve bilinci taşımalıdır.
Şafakta on gün – 4
İran'da İslam inkılabı zafere kavuştuktan sonra , zorba güçlerle mücadele doğrultusunda küresel bir hareket şekillenmeye başladı. Bu hareket zamanlı İslamî uyanışını tetikledi ve başta mağdur kitlelerin arasında olmak üzere, İslam dünyası coğrafyasında muazzam bir çıkışa zemin hazırladı. Bu büyük çıkışın en kalıcı etkilerinden biri, Ortadoğu bölgesinde güç dengelerini değiştirmekti.
İslam inkılabının zafere kavuşması uluslararası arenada tekelciliği kırdı ve bölgesel ve küresel dengeleri bozarak adalet ve keramet isteyen milletlerin arasında özgüven duygusun ihya etti. Bu büyük değişim, dünyanın milyonlarca Müslüman ve mustazaf insanının kalbinde büyük umutları doğurdu. Bu yüzden İran İslam inkılabını, İslam inkılabının yumuşak gücünün şekillenmeye başladığı nokta ve bölgesel ve küresel gelişmeleri etkilediği süreç olarak saymak mümkün.
Gerçekte İslam inkılabının ülküleri ve hedefleri bu açıdan işin ta başından belliydi ve küresel güçlerin sultası altında inleyen bir çok millet için değerli ve anlaşılır ülküler ve hedeflerdi. Bu yüzden İslam inkılabının bölgesel ve küresel etkilerini tanımak pek de zor olmasa gerek.
İslam inkılabı İslam ümmetinin gerçek kimliğine yeniden kavuşmasına zemin hazırladı ve böylece Müslüman milletlerin İslamî uyanış yolunu aydınlattı.
İran İslam inkılabı halkın birlikteliğinden büyük bir siyasi sermaye şeklinde yararlanarak milli vahdet ve dayanışma zeminini hazırladı ve sosyal vefaktan hareketle İslamî siyasi gücün ne olduğunu gözler önüne serdi.
İran İslam inkılabı bu doğrultuda siyasi arenalarda yeni düşünceleri ve yenilikçiliği önceliklerinin başına aldı ve insanlarda özgüven duygusunu ve Batı karşısında kendini kaybetmişlik duygusunun yol olmasını sağladı. Kader belirleyen bu hareket bölge genelinde İslam ülkelerinin siyasi bakışlarının gelişmesine büyük katkı sağladı ve İslam dünyasının siyasi kapasitelerini gün ışığına çıkardı.
İslam inkılabı teorisyenleri ve kanaat önderleri, İslam inkılabı İslam dünyasının mağdur ve mustazaf milletleri arasında geniş çapta İslamî uyanışa yol açarak mücadele için gerekli cesaret ve şecaati yarattığını belirtiyor. Bu etkiler İslam dünyasında vahdet yaratan bir mesaj olarak zulme karşı direniş ve özgüven duygusunu geliştirirken Müslümanların izzetine de neden oldu.
Bu süreç İslam inkılabının İran'da zafere ulaşması ve İslam Cumhuriyeti nizamının kurulması ile beraber inkılapçı bir tez olarak ispatlanmış oldu ve ayrıca bütün dünyaya İslam dininin uluslararası düzende ve küresel kararlarla etkili rol ifa edebileceğini ve Batılı teorisyenlerin iddialarının aksine müspet rol ifa edebileceğini ortaya koydu. Gerçekte İslam inkılabı İslamî kapasitelerin kesin tanınması ile beraber istiklal, özgürlük, izzet ve adalet gibi ülküleri gerçekleştirebileceği inancını yarattı ve İslam dünyasını marjinal konumdan çıkararak küresel gelişmelerin arenasına çıkardı.
Öte yandan bu etki, İslam düşüncesinin küresel söylemlerde rol ifa etmesini ihya etti, İslam inkılabının dinin bölgesel ve küresel karar mekanizmalarında rol ifa edebileceğini ispat etti.
İslam dünyası siyasi kapasiteleri ile beraber insan haklarından başka kültürlere ve ırklara saygı, ahlaki ve insani kerametlere ve milletlerin kültürel normlarına saygı gibi alanlarda söyleyecek sözü olduğunu ve küresel barış ve güvenlik ve gerekli sosyal ve siyasi yapıları oluşturma bağlamında katılımda bulunmak için gerekli kapasitelere sahip olduğunu ortaya koydu.
Bu açıdan bakıldığında, İslam Cumhuriyeti nizamı güzel bir model olarak dinin siyaset alanında yapıcı rol ifa etmeyi ve hükümeti yönetebilecek güce sahip olduğunu ispat etmeyi başardı.
Bu modelden hareketle oluşturulan kapasitelerden yararlanan İran İslam Cumhuriyeti çeşitli arenalarda bölgesel ortak çıkarlar ve terörle mücadele, iktisadi, siyasi ve kültürel işbirliğini geliştirme gibi zeminlerde etkili ve yapıcı rol ifa etmeye başladı. İran bu rolünü, toplu güvenlik temelinde bölgesel istikrarın güçlenmesine vurgu yaparak ifa etmeye başladı, ama bu süreçte çeşitli sabotajlarla karşılaştı, çünkü müdahaleci zorba güçler bölge ülkeleri arasında dayanışma yönünde güçlü ilişkilerin kurulmasını istemiyordu, oysa bölge şiddetle bu tür işbirliğine ihtiyaç duyuyordu ve halen de duyuyor.
İran İslam Cumhuriyeti İslam inkılabının ülküleri ve modeli çerçevesinde dinin karar mekanizmalarında rolünün takviye edilmesine, çok yönlü stratejilerin geliştirilmesine ve küresel güçlerin tek yanlı sultacı politikalarının reddedilmesine ve milletlerin kaderi ancak kendi elleriyle belirlenmesine inanıyor.
İran İslam Cumhuriyeti düşmanların İslam ümmetine karşı psikolojik savaşını etkisiz hale getirmek için ve İslamî ilke ve değerleri korumak ve bölgesel ve küresel kamuoyunun desteğini sağlamak yönünde İslam ülkeleri arasında işbirliğini bölgesel teşekkülleri takviye etme yoluyla İslam ülkeleri arasında güven duygusunu geliştirme ilkesini savunuyor.
Bu tür işbirliği durumları İslam ülkelerinin bölgesel ve küresel karar mekanizmalarında rolünün takviye edilmesine, yeni bölgeselcilik ilkesine göre bölge içi ve bölge dışı işbirliğinin geliştirilmesine ve bölge milletlerinin bilinç seviyesi ve uyanışının gelişmesine katkısı olacağını kesindir.
Bu model aynı zamanda İslam inkılabının temeli olan İslam'ın siyasi yeteneklerinin evrensel boyutlara tanışmasına da katkısı olacaktır.
Buna göre, İran İslam Cumhuriyetinin siyasi işbirliği alanında eğilimi, tehditleri fırsata çevirmek üzere yapıcı ve yaratıcı çözüm yolları ve stratejileri sunmaktır ve bu yönde sarf ettiği çabaları ile bölgesel işbirliğinin bölgesel istikrarın gerçekleşmesine yönelik toplu eğilimin artmasına vesile olduğunu göstermeye çalışmıştır.
Gerçekte İran İslam Cumhuriyeti sürekli milletlerin haklarına saygı ve adil ilişkilere vurgu yapması, İslam Cumhuriyeti nizamının dünyanın diğer ülkeleri ile yapıcı teamülünün temeline oluşturmuştur. Kuşkusuz bu ilkelerin temelinde gelişen işbirliği ve ilişkiler, milletlerin sorunları ile mücadelede gücünü arttırdığı gibi ortak ve birlikte hareket etme eğilimini de takviye edeceği kesindir.
Müslüman ve gayri Müslim ülkelerin arasında kültürel ortak değerlerin yüceltilmesi ve savaş için ittifak yerine barış için ittifak düşüncesinin beyan edilmesi ve adalet temelinde ilişkilerin geliştirilmesinin vurgulanması, İran İslam cumhuriyeti izamının küreselleşme çağında gelişmeleri yönetmek üzere üzerine vurgu yaptığı ilkelerdir.
Bu çerçevede İran İslam Cumhuriyeti adalet talep etmek ve ayrımcılığın reddedilmesi ilkelerine vurgu yapmak ve ayrıca sultacı düzenlerin mahiyetini ifşa etmek ve uluslararası düzende sultacı ilişkilerin biçimini değiştirme zaruretini vurgulamak sureti ile sosyal adalet ve eşitliğin gerçekleşmesi için gerekli fikri zemini ihya etmeye çalışmıştır.
İran İslam Cumhuriyeti, zorba güçlere karşı direnmek için bir model geliştirmiştir ve direniş psikolojisini istikbarla mücadele eden milletlere ve özellikle İslam ümmetine intikal ettirmiştir.
İran İslam Cumhuriyeti bu alanda ne Doğu ne Batı ilkesinden hareketle küresel istikbarın zorbalığına karşı durmak ve ecnebilerin mustazaf ülkelerin içişlerine karışmasına engel olmak bağlamında dünyanın mustazaf milletlerini sonucu küresel güçlerin sultasından kurtulmak olan aydın bir yol göstermiştir.
İran İslam inkılabı yumuşak gücüne dayanarak İslam dünyasını kendi kaderine karşı pasif tutumundan kurtulmak için çaba harcamaya teşvik etmiş ve sulta düzeni hakkında dünya kamuoyunu da bilgilendirerek İslam'ın teori üretme ve galip söylem alanındaki konumunu siyasi elit kesime göstermiştir.
Kuşkusuz uluslararası arenada her türlü değişim ve güç dengelerinin milletlerin çıkarları doğrultusunda kurulması, güçlü siyasi girişimler ve desteklerle mümkündür, böylece istikbar güçleri ile yüzleşmede adalet ve milletlerin haklarına saygı ilkeleri temelinde başarılı olunabilir.
Bu açıdan bakıldığında, İran İslam inkılabı İslam'ın siyasi arenalarda gücünü sergileyerek milletlerin arasında izzettaleplik ruhunu ve aynı zamanda bağımsızlık ve özgürlük uğruna sorumluluk üstlenme duygusunu geliştirmiştir. Bu inkılapçı değişim özellikle İslamî toplumlarda siyasi bilincin gelişmesine ve bölgede sosyal ve siyasi hareketlerin daha dinamik ve daha güdümlü hale gelmelerine vesile olmuştur. Bir başka ifade ile İran milletinin istikbar karşıtı ve adalettalep ruhu, bölgenin Müslüman milletlerinin İslamî kimliklerini ihya etme yolunda mücadelelerinde daha da kararlı kılmıştır.
İşte bu yüzden Amerika ve küresel Siyonizm İslam inkılabını kendi sultacı politikalarına karşı bir tehdit şeklinde algılıyor ve İslam inkılabından kaynaklanan düşüncelerin dünya milletleri tarafından her geçen gün daha fazla benimsendiğini düşünüyor.
Bugün bölge milletleri İslam inkılabının zaferi üzerinden yaklaşık kırk yıl geçtiği bir sırada hala İran milletinin inkılapçı hareketini gözetliyor, çünkü dünyanın hür milletleri açısından İslam inkılabı İslamî uyanışın çıkış noktası olarak dini değerleri ve İslamî doğru düşünceyi ihya etmeyi ve Müslümanlara İslamî kimliklerini yeniden kazandırmayı ve aralarında izzet ve özgüven duygularını yaratmayı başardı. Tüm bunlar İran İslam inkılabının mağdur milletlerde sultacı zorba devletlere karşı direniş ruhunu geliştiren yumuşak gücünün ifadesidir. Nitekim b tesir sulta düzenine karşı İslamî direniş hareketinin yaygınlaşmasına yol açmıştır.
Batı'da medeniyetler savaşı tezini gündeme getiren Huntington, siyasi İslam'ın İran İslam inkılabından ilham aldığını belirtiyor. Huntington, kendini Batı'nın rakibi bilen İslam, Amerika'nın gözetlediği küresel düzenin karşısında en temel tehlike olduğunu savunuyor.015
İslami İnkılabı Rehberi: Din ve İnkılab uğruna fedakarlıkta bulunmak belli bir zümreye mahsus değil
İslam İnkılabı Rehberi Imam Seyyid Ali Hamanei, din ve inkılap yolunda fedakarlıkta bulunmanın belli bir zümreye mahsus olmadığını, tüm toplum kitlelerinin bu büyük ve manevi yarışa katılması gerektiğini bildirdi.
spor dalı şehidleri kongresi tertipleme komitesi üyelerini kabulünde konuşan İslam İnkılabı Rehberi Imam Seyyid Ali Hamanei, sporcu şehitlerin anılmasının inkılapçı düşüncenin yayılması ve İnkılap ruhunun takviyesine sebep olacağını hatırlatarak, "Sporcu genç doğal olarak toplumdaki gençlerden bir kesim için bir modeldir, onun ahlak, davranış, tutum, yaşam tarzı ve kalitesin ister istemez gençler üzerinde etkili olabilir ve toplumu din, ahlak ve maneviyata sevk edebilir" ifadesini kullandı.
Yerli ve ulusal kültür ve örfte "Pehlivan" kavramının özel bir edebiyatı ve önemi bulunduğunu belirten İslam İnkılabı Rehberi Imam Seyyid Ali Hamanei, uluslararası platformlarda milli marşın okunması veya ülkenin bayrağının şampiyonluk platformunda göndere çekilmesi iftiharının, siyonist rakibi ile güreşmeye yanaşmayan sporcunun veya kendi çarşaf ve İslami tesettürünü tamamen koruyarak yiğitlik platformunda yeri alan bayan sporcunun girişiminin doğal bir sonucu olduğunu bildirdi.
Şampiyonluk yarış alanlarında değerlerin korunması için fedakarlık eden sporcuların takdir edilmesinin çok değerli bir girişim olduğunu belirten Imam Hamanei, özellikle her başarı anında Allah (cc)ın adını yüksek sesle anan veya yarışlarda rakibini alt ettikten sonra secdeye kapılan sporcuların takdir edilmesi gerektiğini bildirdi.
Prof Dr. Burhanettin Can ile Siyonizm Tarihi Üzerine Röportaj
Sadık Çelik: Bismillahirrahmanirrahim.. Öncelikle bize bu söyleşiden dolayı vakit ayırdığınızdan için şahsım ve Rasthaber adına teşekkür ederim.
Sadık Çelik: İlk olarak Siyonizm nedir? Kısaca tarif eder misiniz?
Prof Dr. Burhanettin Can: Siyonizm dünyada, İslam coğrafyasında ve Türkiye’de maalesef yeteri kadar anlaşılmış bir konu değil. Siyonizm dini, siyasi ve ekonomik bir doktrindir. Bir boyutu dini, bir boyutu milli, bir boyutu siyasi bir boyutu da sömürgeci bir doktrin olarak karşımıza çıkar. İsrail oğullarının iki bin yıllık bir başka rivayette üç bin yıllık tarihlerini göz önüne aldığımız zaman, Kuran-ı Kerim’de geçtiği şekliyle iki sürgünü yemiş bir toplum olarak dünyanın dört bir yanına dağılmış olduklarını görüyoruz. Önce Babil sürgünü arkasından Romalıların sürgünüyle beraber başlayan bir süreç var.
Fakat bizim dikkatimizi çeken bir nokta var. Kuran-ı Kerim’de İsrail oğulları ve Yahudi kavramının sıklıkla geçmiş olması ve bunlarla ilgili yer yer çok ayrıntıya girilmiş olması. Burada bir zihinsel kirlenme var. Kuran-ı Kerim, Yahudileri, İsrail oğullarını bir bütün kötü nitelemesiyle ele almaz. Onların içinden bir grup, tabiri benim çok dikkatimi çeker. Hristiyanlar ile ilgili de aynı tanımlama var.
Sadık Çelik: Yani burada Kuran-ı Kerim’in Yahudi, Hristiyan veya diğer inanç grupları olsun toptancı bir genellemeye gitmediğini söylüyorsunuz, doğru mu?
Prof Dr. Burhanettin Can: Evet toptancı bir genellemeye gidemeyiz. Allah zaman zaman onları övmüş, Allah anıldıklarında gözleri yaşarır, ifadelerini kullanmıştır Yahudiler hakkında. Yani ne Yahudiler, ne Hristiyanlar ne de Müslüman’lar hakkında böyle genel ifadeler kullanmamamız gerektiğini düşünüyorum. Eğer bir durumu tespit edecek olursak, Müslümanlardan bir grup böyle, şeklinde meseleyi ele almamız lazım. Aksi durumda biz muhalefet cephesini genişletmiş oluyoruz. Kuran-ı Kerim’e baktığımız zaman Yahudiler ile Siyonizm arasındaki ilişkiyi koyma anlamında, yaklaşık 10-15 ayette bu tür tasniflerin olduğunu görüyoruz. Mesela onlardan iyi kimseler vardır aşağılık olanları da vardır diyor. İman edip iyi işler yapan Yahudilerin varlığından bahsediyor. Fakat küfreden, kitabı tahrif eden, mirasa yüz çeviren Yahudiler vardır diyor. Maide 80-81. Ayette bunların çoğu yoldan çıkmışlardır, diyor. Yani farklı gruplardan bahsederken onların çoğu yoldan çıkmışlardır, diyor. Kuran-ı Kerim’de bir ifade daha var. Yahudilik-Siyonizm ilişki zincirini ortaya koyma açısından önemlidir. Kuran-ı Kerim’de, onların çoğu haktan yüz çevirenler ile dostluk kurarlar, diyor. Yani imansız, inkârcı, küfre sapanlarla dostluk kurarlar, diyor. Şunu ortaya koymamız gerekmektedir, Yahudilik ile Siyonizm aynı şey değildir. Siyonizm az önce ifade ettiğim gibi, dini, ulusalcı, ırkçı, sömürgeci bir doktrindir.
Sadık Çelik: Siyonizm’in Yahudi toplumu içinden çıkmış sapkın, Allah’ın koymuş olduğu sınırları baz almayan bir anlayış olduğunu söylüyorsunuz, doğrumu?
Prof. Dr. Burhanettin Can: Evet Siyonizm Yahudi toplumu içinden çıkmış bir örgütsel yapıdır. Her Siyonist bir Yahudi’dir, fakat her Yahudi bir Siyonist’tir diyemeyiz. Bu ayrımı yapmamız gerekiyor. Bu ayrımı yapmazsak yanlış bir sonuca çıkarız. Bu anlayışın Siyonizm olması için dini olması, ulusalcı olması, sömürgeci olması gerekmektedir. Ama benim yaptığım incelemede Siyonistler Museviliği dini amaçlarına hizmet etmek için kullanıyorlar. Buradan yola çıkarak şu soruyu sormamız gerekmektedir. İsrail Siyonist bir devlet olarak ortadadır. Eğer bu dini bir doktrin ise İsrail’de yaşam tarzını, her işlerini Tevrat’a göre belirlemesi gerekiyor. Ya da dünyanın değişik yerlerinde ki işlerini bu bağlamda Tevrat’a uygun yapmaları gerekirdi. Bu bağlamda Yahudiler ile Siyonistleri bir birinden ayırırsak, Siyonistlerin Tevrat’a ne oranda uydukları değil, ne oranda Yahudiliği emellerine ulaşmak için kullandıklarını görürüz. Ben bunu şöyle bir örnekle anlatmak istiyorum. Türkiye Cumhuriyeti Lozan’da kurulmuş Laik bir devlettir. Bu tarifi yaparken halifeliği kaldırmış, laikliğin tanımlamasını yaparken herkesin inancını özgürce yaşadığı, bir sistem şeklinde tarif etmiş. Fakat laikliğin felsefesi bu değil. Laiklik, Allah’tan gelene, ahiret hayatı ve kitabi bilgiye başvurmadan, insan aklı ve beş duyu organı baz alınarak hayatın tanzim edildiği bir sistemdir. Burada şöyle bir soru soruyorum: Eğer laiklik herkesin kendi inançlarını özgürce yaşanması ise, bizim 75-80 yıldır yaşadıklarımız nedir? Başörtülü insanların yaşadıklarını, inancımızda yeri olan hırsızlıkla, yolsuzlukla ilgili ahkâmın, zina ile ilgili ahkamın, faiz ve sadaka ile ilgili ahkamın uygulanıp uygulanmadığını sormamız gerekmez mi? Benzer oyun diğer tarafta var. Siyonizm’i anlamak için bizim durumumuzu örnek verdim. Cumhuriyet kurulurken Mustafa Kemal ve arkadaşları yeri geldi Kuranı Kerim’i kullandılar, yeri geldi kullanıp bir kenara attılar. 12 Eylül’de Kenan Evren Güneydoğu’da ki gerilimi düşürmek için uçaklarla Kuran-ı Kerim ayetleri attılar. Demek ki Siyonistler dini bir doktrin olarak Siyonizm’i inşa ederken daha ziyade, Tevrat hükümlerini kendi inançlarına ve davalarına hizmet etmesi bağlamında bir öngörüleri var. Bu nedenle Siyonizm’in ırkçı, siyasi ve sömürgeci yönleri daha baskındır.
Biraz daha açmak gerekir ise bir noktanın aydınlığa kavuşması lazım. Bir müminin, mümin olduğunu imanın altı şartı ile tanımlıyoruz, Allah’a, meleklere, ahirete iman gibi. Siyonizm’in de amentüsü var. Biz bu amentüyü bilmediğimiz zaman, o amentüyü göz önüne almadığımız zaman, hem bu coğrafyada hem dünya coğrafyasında, özellikle 11 Eylül sonrasında, Paris’te ki, olayları anlama şansımız olmayabilir. Kadife darbelerin arka planını göremeyebiliriz. Siyonizm’in amentüsü dediğimiz zaman birinci olarak “vadedilmiş topraklar” inancı çıkar karşımıza.
Sadık Çelik: Ben burada araya girmek istiyorum. Söyleşinin ileri bölümlerinde vaat edilmiş topraklar, “Arz-ı Mev’ud” konusuna gireceğiz. Siyonizm-Yahudilik ilişkisi bağlamında devam etmek istiyorum. Yahudiliğin tarihsel gelişiminde Hz. Musa’nın şeriatına bağlı kalmak isteyen Yahudiler ile Siyonistlerin bir çekişmesini, mücadelesini görüyoruz. Bugün Siyonistler, Yahudileri Hz. Musa’nın şeriatı ile Tevrat ile amel etmeye çağıran, Siyonizm’i reddeden Yahudilerinin üzerinde tam bir tahakküm ve baskı kurmuş durumdalar. Bu durumu neye bağlıyorsunuz?
Prof. Dr. Burhanettin Can: Tabi bir kere Allah razı olsun. İsrail oğulları, Hz. Musa zamanını kastediyorum, Mısır’da 200-300 yıl köle olarak yaşamışlardır. Hz. Musa silah kullanmadan ilahi yardım ve mucizeler göstererek İsrail oğullarını kızıl denizin yarılması suretiyle Firavun ve ordusundan kurtardı. Fakat onlar Firavun’un Kızıl Deniz’de helak olduğunu görmelerine rağmen ibret almadılar. Hz. Musa Tur Dağına gidince İsrail oğulları şöyle bir tabloyla karşılaştılar. Onlar bu arada Hz. Musa’ya diyorlar ki, bize de Mısır halkının ibadet ettiği gibi bir buzağı ya da bir sembol yap, diyorlar. Bildiğimiz üzere Hz. Musa Tur Dağına gidince Samiri yaptığı olağanüstü, her ne yapmışsa sesler çıkaran bir buzağıyı gösterip, sizin ilahınız budur, diye telkin ederek tapmalarını sağlıyor. Böylece İsrail oğulları içinde bir sapma hareketi meydana geliyor. Buna mücadele hukuku açısından baktığımız zaman, toplumlar bu kadar kolay ve hızlı değişmez. İman, bir değişim süreç işidir. Onun için İslam’da da cahiliye dönemi, İslam dönemi ve iman dönemi var. Bu üç dönemi göz önüne almamız lazım. İslam, cahiliyeden iman dairesine geçmek için bir ara dönemdir. Melez değerlerin etkin olduğu, yani farklı değerlerin, cahili değerlerle İslami değerlerin iç içe olduğu bir dönemdir bu. Samiri olayında onu görebiliriz. Burada dikkatimiz çeken bir nokta var. Yaklaşık kırk yıl Hz. Musa İsrail oğullarını çölde dolaştırır. Bunun manası hem yeni bir nesil ortaya çıksın hem de kölelik ruhunun kırılsın isteniyor, hem de bu süre tamamlanmış oluyordu. Ondan sonraki dönemde, Hz. Musa dönemi sonrasında ihtilaflar olmuş ve tarih içinde on iki kabileye ayrılması söz konusu olmuştu. Burada önemli olan nokta, aynı şeyin Türkiye için de geçerli olduğudur. Siyonizm örgütlü, teşkilatlı bir harekettir. Yahudilik ise dinle, inançla ve Musevilik ile özdeşleşmiş bir halkın ismidir. Şimdi burada her Yahudi’nin örgütlü olmadığını göz önüne aldığımız taktirde Siyonizmin tarihi geleneği olan, birikimi olan, taktiği olan, uzun vadeli stratejisi olan, ki biraz sonra o konulara da girmemiz gerekecek, bir hareket olduğu için, örgütlü, teşkilatlı hareketlerin, teşkilatsız olanlara karşı başarılı olması, etkili olması en doğal hadisedir. Bir kere bu ayrımı yapmamız gerekir. Yani biz bu durumu Türkiye’de de yaşıyoruz.
Sadık Çelik: Yahudi-Musevi toplumu Siyonizm’e karşı kendi dinlerinden referanslar, dayanaklar çıkarmak suretiyle bir savunma, otokontrol mekanizması neden geliştiremediler peki bu süreçte?
Prof. Dr. Burhanettin Can: Dikkat ederseniz Yahudilerin bir kısmı Siyonizm’i tasdik etmiyorlar, tepki veriyor, hatta bazı hahamlar karşı çıkıyorlar. Hatta başka bir şey daha var. Biz Siyonizm derken çok homojen bir kurumu göz önüne alırsak yanlış olur. Yanlış hatırlamıyorsam, Amerikan başkanlarından birisi, Carter olabilir, Amerikan başkanının etrafında bir Siyonist lobinin olduğunu, bu lobinin kural tanımaz olduğunu, o yüzden Ortadoğu’da çok yanlış işler yaptığını, bu lobinin kırılması gerektiğini dile getiriyor. Amerikan başkan yardımcıları daha sonra bunu itiraf ediyorlar. Fakat Amerika’da para ve medya gücünü kullanan Siyonistlerce, bu tavrın Anti Semitizm olarak nitelenmesi korkusu ile seslerini çıkaramıyorlar. Biz böyle bir durumu orada görebiliyoruz. Onun için Siyonizm’in lobi faaliyetleri çok güçlüdür. Tabi yine buraya gireriz, aynı şeyi Türkiye için düşünün. Bunlar Türkiye’de de etkili olan teşkilatlı güçlerdir. Bunların sayıları çok az olabilir fakat teşkilatlı güçlerdir bunlar. Fakat ne yaptığını bilen, stratejisi olan, planlaması olan uzun vadeli düşünen hareketler, genel kitleler üzerinde daima etkili olmuşlardır.
Sadık Çelik: Yahudi toplumunun geçmişine baktığımız zaman, tuğyan ve azgınlık içinde olduklarına şahit oluyoruz. Kuran’da bilinen iki tane peygamberi katlettiği naklediliyor. Bu cürümleri işleyen Yahudilerin söylemlerine baktığımız zaman Siyonist öylemler, karakterler taşıdıklarını görüyoruz. Kendilerine gönderilmiş peygamberleri, kendi kabilelerinden olmadığı gerekçesi ile kabul etmiyor, reddediyor ve katlediyorlar. Kuran’da lanetlenen, kınanan Yahudilere baktığımız zaman bu günkü Siyonistlerin karakter yapısı ile bire bir örtüşmüyor mu?
Prof Dr. Burhanettin Can: Başta da söylemiştim ya, hiç bir topluluk homojen değil. Buna şöyle bir örnek verelim bahsettiğiniz konu için güzel bir örnektir. Kuran-ı Kerim’de ki Talut kıssasında geçer. Yahudileri o dönem Amelika diye bir ülke var ve o ülkeyi yöneten Calut adında zalim bir hükümdar İsrail oğullarının ülkelerini basmış, yağmalamış, çocukları almış götürmüş. Yahudiler Peygamberlerine diyorlar ki, Allah’a söyle bize savaşma izni versin. Peygamberleri de diyor ki, Allah size savaşma izni verir de siz savaşmazsanız ne olur? Bakara 244-50-53’e kadar devam eden ayetlerde geçmektedir. Olur, mu hiç? Onlar bizim arazilerimizi, mallarımızı ve evlatlarımız aldılar, onlara karşı savaşacağız dediler. Bunun üzerine savaşma izni çıkınca büyük bir kısmı savaşmaktan, mücadele etmekten vazgeçti. Sonrasında peygamberlerine bize bir melik, komutan göndersin Allah, dediler. Peygamberleri, Allah size Talut’u gönderdi deyince, tutup ona da itiraz ettiler. Dediler ki; ‘o mal ve zenginliği yokken nasıl bize komutan olabilir’ diye itiraz ettiler.
Sadık Çelik: Bir de, Talut’a itiraz ederken, bu işe daha layık olduklarını, soy ve nesep olarak içlerinden daha önde olanlarının varlığını öne sürmüşlerdi değil mi?
Prof. Dr. Burhanettin Can: Evet bir grupta içlerinden böylece ayrılmış oldu. Sonra savaşmak için hareket eden bu grup, bir ırmaktan geçerken, bu ırmağın suyundan içmeleri, ancak birazı müstesna edilmek sureti ile yasaklanmıştı. Fakat bunların içinden çoğu emre itaat etmediler ve kana kana o sudan içtiler. Böylece bir grupta böyle ayrılmış oldu. Hatta bazı tefsirlerde geçtiği üzere, Calut’un ordusunun kalabalık olduğunu görüp savaşmaktan vazgeçen bir grubun da ayrıldığı nakledilir. Böylece bir grup daha ordudan ayrılmış oldu. Benim buradan gördüğüm şu. Hiç bir toplum homojen değil. Allah Kuran da insanı beşer ve Adem oğlu diye tanımladığı insanın bir sürü özelliklerinden bahsediyor. Allah, insan, beşer denilen insan unsurunu anlatırken, iman etmezler, inkâr ederler, münafıklar, diyor. Kalbinde hastalık olanlar, zalimler vardır diyor. İman edenlere gelince, mümin, müslim, salih, şahit, muttaki diyor. Onun için değerlendirmeleri yaparken toplumları bir bütün, homojen olarak görmek yanlış tabi. Fakat İsrail oğulları içerisinde ifrata varan fikirlerin sembolleştiği, zirveleştiği, ilkeleştiği hatta ana varsayımlar haline geldiği yapıya bakınca Siyonizm’i görüyoruz.
Sadık Çelik: Ben buradan Peygamberimizin (s.a.a) yaşadığı döneme gelmek istiyorum. Kuran’a baktığımız zaman yaklaşık üçte birinin İsrail oğullarından, Yahudi’lerden bahsettiğini görüyoruz. Dolayısı ile Peygamberimizin Yahudiler ile yaşamış olduğu bir süreç, mücadele evresi var. Peygamberimiz Arap yarımadasında yaşayan Yahudi’leri İslam’a davet etti. Kuran’ın tabiri ile onlar seni çocuklarını tanır gibi tanırlar, dendiği gibi Peygamberimizin Tevrat’ta da vasıfları belirtilen Peygamber olduğunu bile bile inkar ettiler. Fakat Peygamberimiz Medine’de yaşayan Yahudiler ile “Medine Sözleşmesi “ olarak adlandırılan bir sözleşme İmzaladı. Bu sözleşme ile İslam, Yahudi’lerin inanç ve ibadet hürriyetlerini tanımış ve garanti altına almış ve güvence vermiş oldu. Bu sözleşme İslam’ın diğer inanç ve dinlere yaşam hakkı ve hoş görüsünü göstermiyor mu? Peygamberimiz sözleşmeye bağlı kalmasına rağmen Yahudiler sözleşmeye uymadılar ve anlaşmaya ihanet ettiler. Burada, Yahudi-Siyonizm’in tarihsel süreciyle olan ilgisi ve bu anlaşma etrafında neler söylersiniz?
Prof. Dr. Burhanettin Can: Aslında bu konu başlı başına konuşulması gereken hayati bir konu. Ben bunu bir hoş görüden daha çok, İslam’ın diğer insanlara öngördüğü bir sistem olarak görüyorum. İslam burada onlara kendi hukuklarını uyguluyor. Medine Vesikasına baktığımız zaman ki anlaşmanın ilk maddelerinden biridir; Ümmet kavramının yeni bir boyut kazandığını görürüz orada. Hz peygamberin Mekke’den Medine’ye göçü ile başlar bu süreç. Medine de var olan farklı topluluklar ile özellikle Medine’de Yahudiler etkin bir insan unsurudur. Bu anlaşmayı imzalayanlar, bu anlaşmayı imzalamayanlara göre ayrı bir ümmettir, ifadesi kullanılıyor. Ancak bu anlaşmayı imzalayanlar Müminler, iman edenler ayrı bir ümmet, ayrı bir topluluk, diğerleri ise ayrı bir ümmettir, deniyor. Müminler kendi hukuklarını, Yahudiler ise isimleri tek tek sıralanarak, kabile kabile kendi hukuklarını uygularlar, diyor. Aralarında çıkacak her hangi bir ihtilafta ise Hz. Peygamberi hakem seçerler. Şimdi buraya baktığımız zaman otorite Hz. Peygamberdir. Fakat herkesin kendi hukukunu uygulaması, birinin diğerine zarar vermemesi anlamında baktığımız zaman, ben bunu İslam’ın dünya tasavvuru olarak değerlendiriyorum.
Sadık Çelik: Yani onların kendi İnanç ve hukuklarının uygulayabilecekleri bir yaşam alanının garanti altına alınması sağlanmış oluyor böylece, doğru mu?
Prof. Dr. Burhanettin Can: Tabi, Selçuklular da en son Osmanlılar da gördüğümüz canlı bir olaydır bu. Kendi hukuklarını uygulamaları, kendi inançlarını yaşamaları, dinlerinin öngördüğü hukuklarını uygulamaları çok önemli bir şeydir. Bu gün Türkiye’de çıkardığımız anayasa raporunda, Medine Vesikasının uygulanmasını, eğer bir sosyal barış isteniyorsa, Türkiye’de de her insan unsurunun kendi inanç ve hukuklarını uygulamasını, bir diğerine zarar vermemesini öngörüyoruz. Bu konu üzerinde çok tartışılması, düşünülmesi gereken bir konudur. Bu gün bu durum Türkiye’nin bir çıkış yolu olarak görülebilir. Tarih boyu Selçuklunun, Osmanlının Endülüs’ün bu kadar uzun yaşayabilmesinin sırlarını bence bu yaklaşımlarda aramak gerekiyor. Batının, Haçlının zulümlerine karşı Yahudiler, İspanya’dan, Polonya’dan buraya gelmiş olmaları, yine bu yaklaşım tarzının bir ürünüdür. Ama bunun içerisinde, İsrail oğullarının, Yahudilerin içinden ifrata varmış olanların, bulundukları ülkelerde de bu ifratı ve fesadı yaymaya devam etmeleri de ayrı bir konudur. Ama Yahudileri yine bir bütün olarak ele alarak değil. Bu ayrımı yaparsak daha rahat sonuçlar alabilir, elde edebiliriz diye düşünüyorum.
Sadık Çelik: O dönemde Medine de üç tane büyük Yahudi kabilesi vardı. Beni Nadir, Beni Kaynuka ve Beni Kureyze. Müslümanlar ile Yahudiler arasında Hayber Savaşı yaşandı ve Yahudiler yenildi ve Hayber Fethi gerçekleşti. Kur’an-ı Kerim’de, size düşmanlıkta en ileri derecede Müşrikleri ve Yahudileri görürsünüz, buyuruyor. Kuran burada, Müslümanlara düşmanlıkta kimlerin daha ileride olduğunu söyleyerek düşmanlarını tanıtıyor. Allah’ın bize işaret ettiği Yahudilerin, bu gün Siyonistlerin İslam’a böylesi büyük bir düşmanlık ve nefret taşımalarını ne ile izah ediyorsunuz? Bununla ilgili ne söylersiniz?
Prof. Dr. Burhanettin Can: İster Siyonist olsun ister Yahudi isterse Hristiyan olsun, bu konuda bakış açımızın şöyle olması lazım. Biz buna bütün beşeri hadiseleri belirleyen değerler arası mücadele diyebiliriz. İmanlar mücadelesi, farklı imanların çatışması, mücadelesi ve savaşıdır bu. Bu durum kategorik olarak devam eder. Bu da Hz. Adem ve İblis arasında ki kavga ile başlar. Eğer 21. asırda ki Müslüman zihin ayrı bir zamanda ayrı bir mekanda ayrı bir koordinat sisteminde meydana gelen, cennette vuku bulan, Hz. Adem’in yaratılması ve İblisin isyan etmiş olması ve İblisin Hz. Adem ve onun yolundan gidenlere savaş açtığını göz önüne almadığımız taktirde bu gün vuku bulan olayları da çözemeyiz. Türkiye de birçok siyasinin düştüğü yanılgı da bu zaten. Avrupa’yı Amerika’yı stratejik ortak kabul etmesi, model ortak kabul etmesi, müttefik demiyorum, stratejik ortak kavramını, model ortak kavramını, ya da diğer bir deyişle veli kelimesi çerçevesinde dost ve sırdaş kabul edilmesini yanlış görüyorum. Bir kere öncelikle bunun belirlenmesi lazım. Çünkü İblis savaş açmıştır iman edenlere ve bu hususta yemin ediyor. Senin dosdoğru yolunun üzerine oturtacağım, onlara sağlarından sollarında, önlerinden ve arkalarından yanaşacağım ve onları saptıracağım, diyor. Ve ona, İblise tabi olanlar da, Kuran’ın ifadesi ile hidayetçilerin yolundan gidenlere savaş açmışlardır. Burada ikili bir sistem meydana gelir. Müslüman zihnin burada berraklaşması gereken nokta burasıdır. İki değer sistemi vardır hak ile batıl, üçüncüsü yoktur. Hak ve batıl bir birine karıştığı zaman hak, helal ve haram birbirine karıştığı zaman helal, marufla münker birbirine karıştığı zaman maruf değildir. Buradan hareketle belirtelim ki Türkiye Lozan’dan bu yana yanlış yoldadır. Avrupa uyum yasaları çerçevesinde bu ülkeye transfer edilen ne kadar değer varsa, melez değerler sisteminin oluşmasına, bu da şizofreniye sebebiyet vermiştir.
Sadık Çelik: O zaman bu bağlamda, ikili değerler sistemi açısından baktığımızda Peygamberimiz ve ona tabi olanlar hakkın ve tarafını, Yahudiler, müşrikler ve diğerleri ise batıl tarafı temsil ediyordu, değil mi o zaman?
Prof. Dr. Burhanettin Can: Elbette, bunun arkasında iki rehber ediniş var. Allah-Peygamber, diğer taraftan iblis-tağut. İki kimlik, iman edenler, inkâr edenler. İki ahlak, iki kültür medeniyet, iki hukuk, varılacak iki yol var yani.
Sadık Çelik: Burada, onların sinelerinde olanı bilen Allah peygambere hitaben, seni oğullarını tanıdığı gibi tanırlar, diyerek gerçeği bilmelerine rağmen bile bile inkâr ettiklerini, hakka kabule karşı inat ettiklerini bize haber veriyor değil mi?
Prof. Dr. Burhanettin Can: Elbette, bunu şöyle ifade edelim. Yahudiliğin yol boyu tarihsel süreç içerisinde ön gördüğü değerler ile orijinal Tevrat değerleri kast etmiyorum; İslam’ın ön gördüğü değerler ile farklılık varsa bu mücadele devam edecek, demektir. Bunu İslam âlimleri tarih boyu hep söylediler. Yakın zamanda Fransa’da ki hadiselerden sonra medeniyetler çatışması ifadesi kullanılıyor. 2001 yılında Amerika da ikiz kuleler, Amerikan derin devleti tarafından, altını çizerek söylüyorum, Amerikan derin devleti tarafından Siyonist’lerin bir hesaplaşması sonucu olarak vurulmasıyla birlikte Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezi servis edildi. Aslında onun servis edilmesi, dünyanı etkilemesi v.s sonuçlara ben bakmıyorum. Burada konumuzdan belki biraz sapıyoruz ama ben bazı Müslüman zihinlerde meydana gelen kirlenmeden bahsetmek, dikkat çekmek istiyorum. İblis ile başlayan süreç kıyamete kadar bu değer sistemleri arasında iki farklı yaşam, inanç, kültür ve medeniyetler arasında mücadele, en kötü ihtimal savaş meydana gelecek demektir. Şimdi burada anti parantez olarak, sorunuzla bağlantılı, Bakara-193 ile Enfal-39. Ayetlerde: “Din günü yalnız Allah’ın oluncaya, yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar malınızla, canınızla savaşın, buyuruyor. Bakın cihat edin demiyor. Ben ayeti şöyle okuyorum. Savaşla, ilgili cihatla, kıtalle ilgili bütün ayetleri alıp topladığımız zaman, Hz. Âdem ile İblis arasında başlayan o büyük mücadele nihai bir hesaplaşmayı getirebilir, öyleyse oraya hazır olun, deniyor.
Yine bu bağlamda yaşanan şoklar var. Müslümanlar Fransa olayları ile birlikte yeni şoklar yaşamaya başladılar. Peygamberimiz buyuruyor ki: Barış dönemleri geçici zamanlardır, öyleyse gelecek mücadeleler için hazırlanın, buyuruyor. Barış geçicidir, mücadele ise kalıcıdır. Hepimizin buna hazır olması gerekiyor.
Sadık Çelik: Bu gün İsrail devletinin, Siyonistlerin kendilerine referans olarak aldığı bir kitap var, Talmut Tevrat’ı. Aslında bu kitap Tevrat’tan ziyade bir tefsirdir. Talmut’un, Tasavan ve Ruzi tefsiri şeklinde versiyonları var. Bu kitapta: İnsanlar sizin kölenizdir, siz ise seçilmiş ırksınız, siz onların, diğer insanların üzerinde dilediğiniz gibi tasarruf hakkına ” sahipsinizŞeklinde birçok ibareler var bu kitapta. Yahudi toplumunun dini duyguları kullanılarak, bu kitap Tevrat olarak sunuluyor, insanlar yanıltılıyor kasıtlı olarak bununla ilgili neler söylersiniz?
Prof. Dr. Burhanettin Can: Öncelikle şunu söyleyeyim. Burada 2000 yıl önce dünyaya dağılmış, iki sürgünü yaşamış bir halkı, bir arada tutma psikolojisi ne olabilir? Siyonizm’in amentüsü, aslen hahamlar tarafında tahrif edilmiş Tevrat’ın yorumuna dayanıyor, Talmut dediğiniz olay bu. Ya da biraz daha farklı bir şekilde Kabala, Kabalist yaklaşımlar bunu gösteriyor. Mesela vaat edilmiş topraklar, seçilmiş halk, üstün ırk gibi şeylere aslına baktığımız zaman, bu vaadin Allah’ın, peygamberlerin yolundan gidenlere vaat edilmiş olduğunu görüyoruz. Ayetlerin aşağısını, yukarısını aldığınız zaman, gerek Kuran’da gerekse de Tevrat’ta bunun peygamberlerin, vahyin yolundan gidenlere yapılmış bir vaat olduğunu görüyoruz. Fakat bu daha sonraki tarihi dönemlerde, bir ırka mahsus, ya da bir inanç sistemine, tahrif edilmiş, ya da yoldan sapmış bir inanç sisteminin mensuplarına Allah’ın yapmış olduğu bir vaat gibi sunulmuş. Bu durum İslam coğrafyasında da farklı zamanlarda, farklı yapılarda da meydana çıkabilen böyle bir zihinsel algı var. Yani beşerin olduğu her yerde böyle bir durum yaşanabilir.
Sadık Çelik: Allah Kuran’da; Ey İsrail oğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi (bir zamanlar) cümle âleme üstün kılmış olduğumu hatırlayın, buyuruyor. Burada ki üstün kılış, Allaha iman eden, teslim olan bir milletin, imanı ve teslimiyeti ile üstün olduğunu vurguluyor değil mi? Burada kast edilen üstünlük o iman edişe, teslimiyetedir değil mi?
Prof. Dr. Burhanettin Can: Elbette onun için söylüyorum, hem Kuran’a hem de Tevrat’ın ayetlerine baktığımız zaman, bunun peygamberlerin yolunda gidenlerle ilgili bir durum olduğunu görüyoruz. Yoksa öteki türlü Araf-163’ten 169’a kadar ki ayetlere bakalım, Burada İsrail oğullarına hitap ediyor. Mesela Cumartesi hadisesi var. Allah yaptıkları işlerden dolayı onlara cumartesi balık avlamayı yasaklıyor onlara. Peygambere hitaben, “kasabanın halkından haber ver” diyor onlara ki onlar Cumartesi balık avlamaya başladılar. Bir grupta çıkıp dedi ki, balık avlayamazsınız, Allah bize bunu yasakladı, diyorlar. Bu defa aralarında gerilim meydana geldi. Gerilim meydana gelince 3. bir grup çıktı ve bu grup bu durumdan rahatsız oldular. Kim bunlar nemelazımcılar. Ben hiç bir toplumu homojen kabul etmeyelim, mutlaka farklılıklar var derken kast ettiğim buydu. Şimdi bakın İsrail oğulları, kasaba halkı arasında şöyle bir durum var. 1) Balık yasağını çiğneyenler var. 2)Ona karşı iyiliği emredip, kötülükten alıkoymak için mücadele edenler var. 3) Bir de sesiz kalabalık dediğimiz, nemelazımcı, duyarsız bir toplumsal kesim var. Bu sonuncu toplumsal kesim, kötülüğü bu kötü işi icat edenlerden korktuğu için onlara bir şey diyemiyor. Bu nemelazımcı kesim gelip, iyiliği emreden Allah’ın koyduğu kurala uymak isteyenlere diyorlar ki yavan bir tabirle; Allah bunların belasını verecek, ne diye bunlara uğraşıyorsunuz, bir ihtimal olur ya sakınabilirler, diye tavsiyede bulunuyorlar. Dolayısıyla her şeyi homojen görüp te Yahudiler şöyle, Yahudiler böyle dersek hata etmiş oluruz. Hatta ben Siyonistler içerisinde bile ciddi ihtilafların olduğunu tahmin ediyorum. Şimdi durum böyle olunca Allah, kötülükten sakındıranları kurtardı, diğerlerini cezalandırdık diyor. Bu 3 grup iki gruba indiriliyor. Kötülükten sakındıranlar ve isyan edenler şekline indirgeniyor. Bir de su meselesi var. Kuran’dan sorduğunuz soru ile ilgili, Eski Ahit Tekfin 15. babında, “Mısır ırmağından Fırat ırmağına kadar olan bu diyari senin zürriyetine verdim, bu kavimleri sen yöneteceksin”, şeklinde bir vaat edilmiş topraklar inancı var. Yine Tesniye’de 7. bölümün 6-7 de; “Siz Tanrınız Rab için kutsal bir halksınız.” İbaresi var. Seçilmiş halk inancıdır bu. “Tanrınız Rab öz halkı olmanız için yeryüzünde ki bütün hakların arasından sizi seçti. Rabbinizin sizi sevmesi ve seçmesinin sebebi öbür halklardan daha kalabalık olmanızdan dolayı değil, siz sayıca öbür haklardan azsınız” diyor. 2000 yıl önce dünyanın dört bir tarafına dağılmış bu halkı bir arada tutmaya çalışıyorsunuz. Ne yapıyorsunuz, iyi niyetle başlamış olan, tırnak içinde söylüyorum, iyi niyetle başlamış olan yaklaşım, zamanla tamamen yoldan sapmış oldu. Birincisinde Allah, bu toprakları kendi uğrunda mücadele edenlere, kendi ahkamını ayakta tutmak isteyenlere bu vaadi yapıyor. Yoksa Allah her türlü kötülüğü yapacaksın, her türlü pisliği yapacaksın, sonra yine gelip bu vaadime ulaşacaksın, demiyor.
Sadık Çelik: Burada bu sapkın düşüncelerini, nefsani arzularını dini, kitabi temellendirmelere giderek, Allahın kendilerine bir vaadi ve almış oldukları bir hak olarak gören bu topluluk, Dünya’da, Ortadoğu’da, Filistin ve Lübnan’da her türlü cinayeti ve katliamı, dini bir vecibe, kutsal bir görev sapkınlığı içerisinde algılıyor ve diğer milletlere de bunu kabul ettirmeye çalışıyor. Bunlar bu sapmanın tezahürleri değil midir?
Prof. Dr. Burhanettin Can: Burada üçüncü varsayımlar var. Etnik olarak saf ırk sizsiniz, dolayısıyla, Tesniye’nin 3-4 ayetlerine göre onlara kız alıp vermeyeceksiniz, diyorlar. Kızlarınızı oğullarına vermeyeceksiniz, oğullarınıza da onlardan kız almayacaksınız. Çünkü onlar oğullarınızı beni izlemekten saptıracak, başka ilahlara tapmanıza neden olacaktır, ibareli ayetlere inanıyorlar. Şimdi eğer vaat edilmiş topraklar onlarınsa, üstün ırk, ari ırk, Allah’ın seçilmiş halkı ise, bunun doğal sonucu ne olur, siz asılsınız, diğerleri de köle olur. Dolayısı ile diğerlerine yapacağınız her şey meşrudur. Onu da sayılar da 14 ve 18. Ayetlerde görüyoruz. “Onlara bütün kadınlara hayatta bıraktınız demek, dedi. Pekala, şimdi bütün erkek çocukları, bir erkekle karı koca hayatı yaşamış bütün kadınları öldürün ve bütün bakireleri kendinize saklayın.” Şu an yaptıkları bu değil mi bunların? Şimdi bunları besleyen bir başka varsayım daha var. Eğer onu anlayamazsak sorunu çözemeyiz. O da şu, Dünya’da ki Yahudiler için tek devlet vardır, o da İsrail’dir. Siyonistler bunu dini bir gerekçe yükleyerek, kutsallık atfederek dünyadaki tüm Yahudilere empoze etmeye çalışıyorlar. Nihai amaçları tek dünya devletidir bunların. Bence Müslüman camiada bunun üzerinde durmuyor, bu tür şeyleri bir komplo teorisi olarak kabul ediyor. Halbuki Siyonizm’in temel hedefi tüm dünyaya hakim olmaktır. Şöyle bir örnek vereyim. Karaköy’de tarihi bir bina vardır. Orada Siyonist semboller var orada. Siyon yılanı diye bir şey vardır, çok kullandıkları bir tasvirdir. Bu yılanbaşı kuyruğuna değdiği zaman Dünya hâkimiyeti tamamlanmış demektir. O binada baş ve kuyruk bir araya gelmemiş hali ile resmedilmiş o sembol var orada.
Sadık Çelik: Bu sembolde tasvir edilen yılan, sütuna, bazen de bir yumurtaya sarılı olarak resmediliyor. Yani kısaca Siyonistlerin, İsrail devletinin çabaları bu yılanın başı ile kuyruğunu bir araya getirme, bir dünya hakimiyeti gerçekleştirme çabasıdır o zaman değil mi?
Prof. Dr. Burhanettin Can: Elbette böyledir. Bakın İllimünati diye bir kitap var. Orada şöyle bir ifade var. İllimünati’nin, yani Siyonist örgütlenmenin kendi holdingleri hariç, özel mülkiyete hiç bir şekilde izin verilmeyecek, milli kurumları, ekonomileri kötüleştirilerek ele geçirilecek, milliyet kavramı yok edilecek, tek para, tek anayasa, tek devlet var edilecek. Yani küresel sermaye denilen, genelde Soros ismi öne çıkan, tamamen tefecilik üzerine kurulmak istenen bir sistem var. Sabah kahvaltısını New York’ta, öğle yemeğini Londra’da, akşam yemeğini Pekin’de yiyen çantayla dolaşan Siyonist, tefeci bir grup var. O grubun göz önüne alınması lazım. İşte o grup Siyonizm’dir, Siyonist harekettir.
Sadık Çelik: İngiltere’de Rotschild ailesi var. Bu aile etkin bir finans gücüne sahip ve İngiltere’yi hatta tüm Avrupa’yı ve dünyayı sömürme çabası içindedir. İllimünati’nin bahsettiği Holdinkler bunlardır değil mi?
Prof. Dr. Burhanettin Can: Elbette, Amerika’da da Rockefeller var. Rahmetli Erbakan hoca bu konuyu çok gündeme getirirdi, hatırlayacağınız üzere.
Sadık Çelik: Evet kesinlikle. Erbakan hocanın bu konuda ki çabaları ve gayretleri takdire şayandır. Siyonistleri ve Siyonist örgütlenmeyi, onların sömürü düzeninin etkilerini Türkiye’nin, Müslüman’ların gündemine taşıdığı muhakkaktır.
Prof. Dr. Burhanettin Can: Allah rahmet etsin, mekânı cennet olsun. O ömrünü bu konuya vermişti. Onun için Siyonist felsefenin, Siyonist doktrinin bu 6 iman şartı göz önüne alınmadan dünyada olup bitenleri anlamak mümkün değil.
Sadık Çelik: Bu gün üzülerek ifade etmemiz lazım. Müslüman’ların gündeminde bu konular yok. Siyonizm tehlikesi hala gündem olmayan, bilinmeyen bir mesele olarak duruyor. Filistin, Kudüs konusu Müslümanların gündeminde hala hak ettiği kadar, yeteri kadar gündem olmuyor, olamıyor bunu neye bağlıyorsunuz?
Prof. Dr. Burhanettin Can: Bir devekuşu politikası vardır. Deve kuşunun bir tehlike ile karşılaştığında, kurtulamayacağını anlayınca kafasını kuma gömer. Burada devekuşu, kendisi kimseyi görmüyorsa, kimsenin de onu görmediğini zanneder. Böyle bir politikadan bahsedilir. Uzun yıllar Siyonizm Türkiye’de Erbakan hocanın fantezisi olarak kabul edildi. Ta ki Mavi Marmara ve daha sonra ki taksim olayları süreci ve İsrail’in kavmiyetçi Kürt hareketlerine verdiği destek ile birlikte Türkiye’nin daha çok gündemine geldi.
Sadık Çelik: 1897 Basel konferansına gelmek istiyorum. Siyonistlerin, daha önceden alt yapısı sağlanmak üzere, 1897 yılında Thedor Herzl’in çağrısı ile Basel’de yaptıkları bir kongre var, büyük Yahudi kongresi. Burada Yahudi devleti kurma fikri gündeme geliyor ve tartışılıyor. Bu konuda 1895 Yılında aynı Thedor Herzl “Yahudi Yevleti” adında bir kitap yazmış ve bu fikri o kitapta temellendiriyor. Orada, o kongrede, Yahudilerin devlet olma fikri daha çok dini mi, yoksa daha çok siyasi bir karar olarak mı öne çıkmış? Orada hangi dini, siyasi gerekçeler ile bu fikir kabul edilip Yahudi toplumuna deklare edilmiş? Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyim?
Prof. Dr. Burhanettin Can: Belki ikisi de bir arada alınmış bir karar. Yani ikisi birden bakmak gerekiyor. Dünyanın dört bir tarafında örgütlenmiş olan Yahudi’yi, Tevrat-Kabala-Talmut düşüncesine mensup bir örgütlenmenin meydana getirdiği bir sonuçtur. Mücadelelerde şöyle bir olay vardır. Kitlelere müşahhas bir hedef göstermeniz gerekiyor. Ve o hedefin etrafında, ortak payda etrafında toparlamanız gerekiyor. Şimdi bugün 3 din açısından Kudüs kutsaldır. Dolayısıyla herkes için orası makbuldür orası. 1897 Basel Konferansında, Filistin’de bir devlet kurma fikri ortaya atılmasıyla, tüm dünyaya dağılmış Yahudi’lerde bir ortak payda oluşturulmuş oldu. Böylece verecekleri mücadeleleri tek bir merkezden yönetme ve legalleşme olayı ortaya çıktı. Hadisenin birde bu boyutu var. Şimdi burada vaat edilmiş toprakları ele geçirme fikri bu işin dini boyutudur. Ama bunu ele geçirebilmek için bir devlete ihtiyacınız var. Genişleme felsefelerini göz önüne aldığınız zaman bu kaçınılmaz oluyor. Ben de bir video var. O videoda, İsrail oğullarının bu coğrafyadaki mücadelesini, 1948 den sonraki politikalarına bir bakın, başka bir olay daha var. Orada, Nil’den Fırat’a kadar vaat edilmiş topraklar var ya, az önce dini gerekçe dediniz, şimdi vaat edilmiş topraklarsa o coğrafyanın ele geçirilmesi de dini bir vecibe olarak kabul edilmiş demektir. Yani bu anlayış aynı zamanda Siyonizm’in amentüsüdür. Şimdi dünyanın dört bir tarafına dağılmış Yahudiler için bir kutsilik, imani bir gerekçe ise vaat edilmiş topraklar müşahhas bir yer olarak ortaya çıkması lazım. Amerikalılar İngiliz’ler, Alman’lar Afrika’da, hatta hatırladığım kadarıyla Latin Amerika’da bunlara bir devlet kurmak istediler. Ama o arada ne olduysa, İngiliz’ler Filistin’i gösterdiler. Tabi bu durum onların politikalarına da uygun. Yani ara kesit olarak baktığınız zaman, İslam coğrafyasını karıştıracak, çıbanbaşı olacak bir yapıya ihtiyaç var, bu bir. İkincisi aynı zamanda Avrupa’da ki devletler, bir türlü kendi toplumları ile entegre olamamış Yahudi topluluklarını da oraya göndermek sureti ile bu yükten de kurtulmuş oluyorlar. Bir de olayın böyle bir boyutu var. Fakat zenginleri göç etmiyor, Rothschild’ler, Rockefeller gibi bankerler, iş adamları göç etmiyor. Hatta Hitler’le anlaşarak, Es Es’lerle anlaşarak ne kadar gariban ve fakir Yahudi varsa Filistin’e göç etmelerini teşvik ediyorlar. Hatta bu konuda Mussolini’den dahi yardım istiyorlar ve Mussolini de yardımcı olacağını söylüyor. Olaya Faşist, diktatör, zalim cephesinden baktığımız zaman bunlar en büyük zalim olarak karşımıza çıkıyor. Hitler’le görüşüp anlaşıyorlar, hatta hitlere yardım edip, ona silah desteği veriyorlar, hatta ari ırk teorisini dahi Hitler Yahudilerden alıyor. Bir sürü kaynak ve belge var.
Sadık Çelik: O Kongrede dini referanslar üzerinden Siyonistler-Yahudiler için bir devlet meydana getirme fikri kabul ediliyor. Aslında Siyonistlerin amacı sadece o topraklarda bir devlet kurmak değil, oradan bir başlangıç, sıçrama yaparak, aslında bir dünya hakimiyeti gerçekleştirme fikrinin, idealinin startını veriyorlar değil mi?
Prof. Dr. Burhanettin Can: Başta ifade ettiğimiz gibi, Siyonizm’i nasıl tanımlarız sorusunda söylediğim gibi, Siyonizm ırkçı, dini, siyasi ve sömürgeci bir doktrindir diye tanımlamıştım. Dolayısıyla dini amaçları, siyasi imkânlara dönüştürme kavgası mücadelesi olarak bakılabilir. Siz, vaat edilmiş topraklar inancına Latin Amerika’da bir devlet kurarak ulaşamazsınız. Birinci varsayım o ise ve Süleyman tapınağının Kudüs’te olduğuna inanıyorlarsa, iman ediyorlarsa, o zaman bunun çabası içinde olacaklardır. Osmanlı’nın o günkü karmaşasını, karışıklığını, 2. Dünya savaşı sıralarında, maalesef Filistin coğrafyada bir devlet kurmaları bu anlamda Siyonistlerin bir başarısıdır. Tehodor Herzl 1897’de, ben İsrail devleti kurma fikrini ortaya attım, ama kırk yıl, ama yüz yıl sonra gerçekleşecektir, diyor.
Sadık Çelik: Evet verdikleri böyle bir zaman dilimi de var ve maalesef büyük oranda da tutturduklarına şahit oluyoruz.
İmam Humeyni Modern Çağın ‘Musa’sıdır
Allah’ın adıyla…
Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de insanoğluna mutlak adalet ve saadetin reçetesini sunmuştur. Mutlak adalet ve saadete giden yol, hem bireysel olarak insanın “beşer”den “âdem” olmaya tekâmülünü ve hem de toplumsal olarak “hak”kın “batıl”a galebe çalmasını gerektirmektedir.
Kur’an bize öğretir ki, insanlık tarihi “hak-batıl” mücadelesinin arenasıdır. Peygamberler ise bu mücadelede insana Allah’ın bir nimeti olan ilahi öğretmen, eğitmen, komutan… hayatın tüm alanlarında kamil önderlerdir. Allah’ın vahyinin mücessem şeklidirler.
Kur’an, hak ve batılın karakterini ve hak-batıl mücadelesinde izlenmesi gereken yol ve yöntemleri geçmiş peygamberler, onların düşmanları ve mücadeleleri üzerinden anlatır.
Musa (a.s) kıssası, hak ve batılın karakterini ortaya koyması; zayıf bırakılmış, hakları gasbedilmiş, imkânsız, mahrum ve mazlum kılınmış, köleleştirilmiş ve hatta kölelikten zevk almaya alıştırılmış halkların uyanışı, bilinçlenmesi, mücadele azmi kazanması; belamlar, karunlar, hamanlar tarafından tahkim edilmiş “firavun”un tasallutundan kurtuluşunu öykü ediyor olması dolayısıyla (benim kanaatimce) en ilgi çekici olandır.
Bu kıssanın son sahnesi ise başka bir azamet içermektedir: Musa (a.s) denizi ikiye böler. Hak ve batılı iki yakaya ayırır. Denizin ikiye bölünmesi sadece hak ve batılın iki yakaya ayrılması da değildir, aynı zamanda bu ayrılış; mazlum ve mahrumların kurtuluşu, zalimlerin ise helak oluşudur…
Ve İmam Humeyni, bin yılı aşkın bir süre kralların, şahların, padişahların tasallutu altında yaşamış, sömürülmüş, kullanılmış, katliam edilmiş ve son birkaç yüzyıldır emperyalizm ve siyonizmin pençesinde can çekişmekte olan mazlum ve mahrum İslam ümmetine (ve hatta tüm mazlum ve mahrumlara) ışık ve ümit olacak “İslam İnkılabı”nı gerçekleştirdi. İslam’ın, aziz Peygamber (s)’in bayrağını yüceltti. İslam ve mazlumlar içi kurtarılmış bir kale tahkim etti. Putları devirdi. Firavun’un elini kesti, Nemrut’un gözünü oydu.
Modern çağda “denizin yarılması mesabesinde” olan İmam Humeyni ve O’nun yüce devrimi “İslam İnkılabı”, maalesef henüz mahrum ve mazlum kitlelerce bile tam olarak anlaşılabilmiş değildir.
Emperyalizm, siyonizm ve onların tetikçiliğini yapan (Vahhabizm ve türevi gibi) alt fikri akımlar ile bölgesel saltanat ve iktidar sahiplerinin korkunç büyüklükte, özellikle “mezhepçilik, kavmiyetçilik, ulusalcılık” içeren kirli propaganda ve manipülasyonlarına maruz kalan halklar, maalesef İslam İnkılabı’nı hakkıyla tanıyamadılar. Tıpkı kudret helvası ve bıldırcın eti ile beslenenlerin, denizin yarılması ve Firavun’un suya gömülmesindeki hikmeti kavrayamamaları gibi…
Toplumların göreceli bu nakıslığına rağmen İslam İnkılabı, kendinden önce ve sonra diye tarihi ikiye bölecek azamette bir olaydır. Deniz yarılmıştır. Mazlum ve mahrumlar için kurtuluş yolu açılmıştır. Ve Firavunlar için deniz kapanıyor!
1- İmam Humeyni, Kur’ani kavramlara ruh üflemiştir. Yukarıda işaret etmeye çalışmıştık; Kur’an açısından “hak-batıl” mücadelesi soyut değil somut bir durumdur. Ve hakta batılda “müşahhas insanlar” eliyle açığa çıkmaktadır.
Musa (a.s) kıssasında batıl; “Firavun, Haman, Karun ve Belam”ların şahsında tanımlanırken, hak ise “Musa ve Harun (a.s)” olarak var olmuştur.
İmam Humeyni, bahsi geçen bu kavramların çağdaş karşılıklarının tekabül ettiği kurum ve kişilikleri net olarak ortaya koymuştur. “Büyük Şeytan” olarak tanımladığı Amerika ve Amerika’nın “şirret çocuğu” olarak tanımladığı İsrail’in İslam ve Müslümanların esas düşmanı olduğunu aşikâr etmiştir.
Böylece “haman, karun ve belam” da çağdaş dünyada neye tekabül ediyor kendiliğinden karşılığını bulmuştur. Şöyle ki, emperyalizm ve siyonizme (yani Amerika ve İsrail) çıkarına, onların temsil ettiği cepheye hizmet eden her yönetici Haman, her sermaye sahibi Karun ve her ilim/din erbabı Belam’dır.!
Bu başlıkta söylememiz gereken bir söz daha var. İmam Humeyni bizler öğretmiştir ki, hangi zamanda olursa olsun “Firavun varsa Musa’da vardır!” Firavun gibi Musa’yı da müşahhas olarak tanımlamadan asla “hak-batıl” cephelerini doğru tespit edemeyiz. “Hak”kın yanında yer alabilmenin öncül şartı “Musa”yı doğru tespit edebilmektir!
2- İmam Humeyni, hak-batıl cephelerini belirginleştirdi ve müşahhas hale getirdi. Zalimlerin yüzyıllar boyunca mazlumları sömürürken en etkin silahları “hak-batıl” kavramlarını flulaştırıp onları soyut halde tutmaları olmuştur. Zira “hak-batıl” mücadelesi soyut cephelere dönüşünce zalimler istedikleri maskeyi kullanma olanağına sahip oluyorlardı.
İmam Humeyni, emperyalizm ve siyonizm eliyle paramparça edilmiş “vahdet ve ümmet” kavramlarına ruh verdi. Müslümanların tek millet ve küfrün de tek millet olduğunu hatırlattı. Irk, dil, mezhep ve meşrebin ayırt edici bir kimlik olmadığını esas kimliğin “İslam” olduğunu haykırdı.
Ancak İmam Humeyni’nin insanlığa esas bakışı söylediğimiz bu tespitten de daha yüce, kapsayıcı ve kucaklayıcıdır. İmam Humeyni, Kur’ani iki kavramı kullanarak insanlığı ikiye ayırmış ve mücadelenin bu iki sınıf arasında olduğunu beyan etmiştir: “Mustazaflar ve Müstekbirler!”
İmam Humeyni’nin felsefesinde; dini, dili, ırkı, mezhebi ne olursa olsun başkalarına tasallut eden, sömüren, zulmeden, büyüklenen, tahakküm eden herkes müstekbirlerdendir. Ve dili, dini, ırkı, mezhebi ne olursa olsun “adalet, hürriyet, eşitlik” hakları gasbedilmiş, mazlum ve mahrum bırakılmış, sömürülmekte olan herkeste mustazaftır.
İmam Humeyni açısından bugün yeryüzündeki mücadele “mustazaflar ile müstekbirler” arasındadır. Ve küresel İstikbarın öncülü Büyük Şeytan Amerika’dır. Dünyanın neresinde bir zulüm ve hak gasbı varsa bu küresel istikbarın öncülünden bağımsız değildir. Mustazafların özgürlükleri temin için yegâne ve mutlak bir yol vardır: küresel istikbarın tahakkümünü reddetmek!
3- İmam Humeyni tüm mustazaflara kurtuluş yolu açtı. İmam Humeyni İslam İnkılabı’nı gerçekleştirmekle mustazaflara, onca teknik ve teknolojik güçlerine rağmen müstekbirlerin yakalarına yapışmış vahşi pençelerini; inanç, diriliş ve direnişle kesmenin mümkün olduğunu ispat etti.
İmam Humeyni, mazlum ve mahrum halklara izzet ve onurun ancak direniş ve mücadele ile kazanılabileceğini ve bunun da birinci şartının Amerika’nın sulta patronluğunu reddetmek olduğunu hem teorik ve hem de pratik olarak beyan etti.
İmam Humeyni, dünyanın tüm mazlum ve mahrum halklarına sömürü ve köleliğin bir kader olmadığını bunun müstekbirlerin tasallutunun sonucu olduğunu ve bu sulta düzeninden kurtulmanın mümkün olduğunu İnkılabı ile bizatihi ve müşahhas olarak öğretti…
Musa (a.s) denizi ikiye bölerek Firavun (batıl) cephesi ile Musa (hak) cephesini ikiye ayırmış ve ikiye ayrılan deniz, mustazaflar için kurtuluş yolu, zalim müstekbirler için ise devriliş ve helak başlangıcı olmuştu.
İmam Humeyni, İslam İnkılabı ile modern zamanlarda mana itibariyle denizi yarmış ve mustazaflar için kurtuluş yolunu açmış ve yüzyıllardır sanki unutulmuş olan ilahi bir müjdeyi yeniden muştulamıştır: “Firavun memleketin başına geçti ve halkını fırkalara ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınları sağ bırakıyordu; çünkü o, bozguncunun biriydi. Biz ise, istiyorduk ki yeryüzünde ezilmekte olanlara (mustazaflara) lütufta bulunalım, onları önderler yapalım ve onları varisler kılalım… (Kasas – 4/5)”
Muntazar Musavi
Şafakta On Gün – 2
İslam inkılabını zafere götüren en hassas on günü kapsayan ve "Şafakta on gün" olarak anılan günleri idrak ediyoruz.
Siyaset ve askeri meselelerin uzmanları İran İslam Cumhuriyeti nizamına yönelik tehditlerden birini savaş şeklinde ifade ediyor ve Saddam rejiminin İslam inkılabı zafere kavuştuktan sonra İran'a dayattığı savaşın amacı İslamî nizamı devirmek olduğu gibi hali hazırda da Amerika bu seçeneği stratejik bir hedef olarak gündeminde tuttuğunu kaydediyor. Bu yüzden İran için savunma bakımından hazırlıklı olması kaçınılmaz bir zaruret olarak görünüyor.
Gerçekte İran'ın savunma gücü son yıllarda bu ülkeye karşı olumsuz propagandaların önemli malzemelerinden biri oldu. Ancak esas soru şu ki bu propagandalar hangi amaçlar uğruna yapılıyor ve acaba İran uluslararası kurallara ve yasalara göre başka ülkelere karşı askeri tehdit sayılıyor mu?
İran aleyhinde yürütülen propagandaların bir ekseni İran'ın nükleer programının askeri boyutu bulunmasıydı, ancak bu mesele İran ve 5+1 grubu arasında sağlanan nükleer anlaşma ile çözümlendi ve İran güven arttırıcı girişimleri ile hiç bir zaman nükleer silah üretmek için uranyum zenginleştirmediğini ortaya koydu.
Bu iddia özellikle İran NPT anlaşmasını imzaladığı ve anlaşmaya sıkı sıkıya bağlı kaldığı halde gündeme geliyordu. İran 1958 yılında UAEK üyesi oldu ve 1968 yılında da NPT anlaşmasını imzaladı. NPT anlaşmasının birinci maddesi her türlü nükleer silahı üretmeyi ve saklamayı yasaklıyor.
Öte yandan İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Hamanei defalarca nükleer silahların yapımı, geliştirilmesi ve kullanılması haram olduğu yönünde açıklama yaptı. Ayetullah Hamanei Nisan 2010'da Tahran'da düzenlenen uluslararası silahsızlanma konferansına gönderdiği mesajda bir kez daha nükleer silahların ve her türlü kitle imha silahlarının haram olduğunu vurguladı.
İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Hamanei İran'ın nükleer silahla ilgili tutumunu şöyle beyan etti: İran İslam Cumhuriyeti nükleer, kimyasal ve benzeri silahları kullanmayı büyük ve affedilmez günah biliyor. Biz Ortadoğu'nun nükleer silahlardan arındırılmasını gündeme getirdik ve buna da bağlıyız.
İran'ın bu bağlamda tutumu ise BM'de resmi belge olarak kayda geçti.
İran Cumhurbaşkanı Dr. Hasan Ruhani de Eylül 2013'te BM genel kurul zirvesinde bağlantısızlar hareketine üye olan 120 ülkeyi temsilen nükleer silahsızlanma doğrultusunda düzenlenen oturumda nükleer silahların yapımı, geliştirilmesi, depolanması ve kullanılmasının yasaklandığı ve mevcut nükleer silahların tümünün tamamen imha edilmesini öngören uluslararası bir konvansiyonun hazırlanması için müzakerelerin derhal başlamasını istedi. Ruhani ayrıca 2018 yılında nükleer silahsızlanma bağlamında en üst düzeyde uluslararası bir konferans düzenlenmesini ve 26 Eylül günü de uluslararası nükleer silahların tam olarak imha edildiği gün olarak adlandırılmasını önerdi, öneriler BM genel kurulunda onaylandı.
İran İslam Cumhuriyeti dini, insani inançları ve savunma doktrini gereği her türlü kitle imha silahlarının üretilmesine karşıdır, ancak uluslararası yasalara göre savunma gücünü korumayı da asla ihmal etmeyeceği kesindir. Bu zaruret aslında İran'a dayatılan savaş ve bölgede İran çevresinde var olan ve bazen doğrudan İran'a yöneltilen tehditlerden kaynaklanır. Gerçekte Amerika İran'da İslam inkılabı zafere kavuştuktan sonra İslam Cumhuriyeti nizamını devirmek için bir çok komplo kurmuş ve uygulamıştır. Bu komplolardan biri ise Saddam üzerinden İran'a dayatılan savaştır.
Saddam rejiminin İran'a dayattığı savaşın sebeplerine bakıldığında, bu savaşın dayatılmasında üç hedef izlendiği anlaşılır. Birinci hedef İslam Cumhuriyeti nizamını savaşla devirmekti ve bu hedefi Amerika izliyordu. İkinci hedef bölgede askeri dengeleri değiştirmektir. İslam inkılabı zafere kavuşmadan önce İran'ın rolü bölgede Amerika'nın çıkarlarını koruma çerçevesinde belirlenmişti. Ancak İslam inkılabı zafere kavuştuktan sonra bu denge bozuldu. Gerçekte Saddam rejimi Amerika'nın teşvikleri ile İslam Cumhuriyeti nizamını devirerek İran'ın bölgedeki askeri üstünlüğünün yerine geçmek istiyordu. İran'a dayatılan savaşın üçüncü hedefi ise İslam inkılabının bölge ülkelerine örnek oluşturmasını önlemekti ki bu da şii hilali teorisi ve İranofobi projesi çerçevesinde gündeme geldi.
Gerçi bugün dayatılan savaş sona erdi, fakat İran'a yönelik tehditler ve propagandalar bitmedi ve İranofobi projesi tüm hızıyla sürüyor. Aslında bu tür sinsi hareketler bir yana, her ülke savunma zaruretleri çerçevesinde konvansiyonel askeri yeteneklerden yararlanması gerekir. Çünkü askeri ve savunma gücü bakımından ecnebilere bağımlı olan her ülke istediği kadar ithalatında çeşitlilik yapsın ve istediği kadar dünyanın çeşitli ülkelerinden silah ve askeri teçhizat ithal etsen, savunmasının kaderi yine de ecnebilerin elindedir.
Bu zaruretlerden hareketle İran İslam Cumhuriyeti dayatılan savaştan sonraki yıllarda savunma gücünü kutsal savunma yıllarında elde ettiği deneyimler ve yerli imkanlara ve uzmanlara dayanarak geliştirmeye başladı.
İran İslam cumhuriyetinin savunma doktrinin stratejik hedeflerin çerçevesinde askeri teçhizatı caydırıcı ve etkili savunma amaçlı üretmektir. İran sürekli bölge içi ve bölge dışı güçlerce tehdit ediliyor ve bu tehditler azalmadığı gibi sürekli artıyor ve çeşitlilik arz ediyor. Bu yüzden İran savunma doktrini çerçevesinde bu tür tehditlere uygun olarak etkili projeler geliştiriyor.
Bugün İran'ın kara, deniz ve hava uzay savaşları çerçevesinde yetenekleri caydırıcılık ilkesi temelinde uluslararası yeni standartlara göre gelişmiştir. İslam İnkılabı Rehberi ve Başkumandan Ayetullah Hamanei bu bağlamda savunma sanayiinde yeni ilerlemelerin kaydedilmesi için gerekli yol haritasının çizilmesine vurgu yaparak, bu çerçevede yenilikçiliğe ve kestirme yolların kullanılmasına da vurgu yapıyor ve savunma bakanlığına tebliğ ettiği tedbirlerde bu iki önemli ilkenin göz önünde bulundurulmasını ve böylece yeni ilerlemelere şahit olmayı tavsiye ediyor.
Hali hazırda İran İslam Cumhuriyeti karadan karaya fırlatılan fevkalade gelişmiş füzelerin ve yine çeşitli balistik füzelerin yapımında en ileri teknolojilere kavuşarak kendine yeter hale gelmiş ve bu teknolojilere sahip olan seyrek sayıdaki ülkenin arasına yerleşmiştir. İran ayrıca anti radar keşif uçaklarının yapımında da dünyanın ilk on ülkesi arasında yer almaktadır. Hali hazırda İran silahlı kuvvetlerinin uzmanları askeri bilim ve teknoloji alanında her türlü gelişmiş konvansiyonel silahı üreterek ülkenin savunma ihtiyacını karşılamanın yanında başka ülkelere de ihraç edebilecek seviyeye ulaşmıştır. Füze, uzay ve radar teknolojileri ,çeşitli füze rampaları gibi askeri teçhizatın üretilmesi için gerekli olan teknolojilere kavuşmak, İran'ın savunma alanındaki diğer başarılarıdır. Hali hazırda İran hava uzay bilimi ve teknolojileri alanında da dünyanın uzay teknolojisine sahip olan ilk on ülkenin arasındadır.
Deniz kuvvetleri ve savunması alanında da İran İslam Cumhuriyeti orta ölçekte denizaltı tasarımı ve yapımında kendine yeter hale gelen seyrek sayıda ülkelerden biridir. Bugün İran donanması Fars körfezi ve Hürmüz boğazında en büyük deniz görevlerini yerine getirmenin yanı sıra uluslararası açık denizlerde de görev yapmaktadır. Bu kazanımların tümü İran'ın yüksek savunma gücü ve her türlü muhtemel saldırıya nasıl karşılık vereceğinin göstergesidir. Bugün İran silahlı kuvvetleri gerçekleştirdiği yeni yapılanması ve stratejisi ile her türlü tehdidi hangi seviyede olursa olun tam olarak bertaraf edebilecek güçtedir.
Bölgenin şimdiki şartlarında Amerika, Ortadoğu bölgesinde yapay krizler çıkarmayı ve mevcut krizleri de körüklemeyi sürdürmektedir. Suriye, Irak ve Yemen gibi ülkelere dayatılan savaşlar ve bölgenin Arap rejimlerine milyarlarca dolar silah satışı, bölgede savaş ateşini körüklemek ve bölge ülkelerini parçalamak amacıyla yürütülen komplolardır. Bu arada bölgenin işgalci rejimi İsrail'in askeri tehditleri, Amerikan kongresinin bu rejimi en gelişmiş silahlar ve uçaklarla donatması ve Almanya'nın bu rejimi nükleer denizaltı satması ile her geçen gün daha geniş boyutlara ulaşmaktadır. Bu tehditler özellikle İran ve Arap ülkeleri arasında gerginlik yaratma çabaları ile birleşince düşmanların kriz yaratma peşinde oldukları anlaşılır ve bu yüzden askeri savunma ve caydırıcı gücün geliştirilmesi zaruretini bir kez daha ortaya koyar.
İran İslam Cumhuriyeti güvenlik alanında stratejik ilkeleri çerçevesinde savunma ve caydırıcı gücünü sürekli en üst seviyede tutmanın yanında her zaman küresel barış ve güvenliğe vurgu yapmakta, bölgede savunma işbirliği bölgede güvenlik ve istikrarın inşa edilmesi için ayrıca karşılıklı güven çerçevesinde yürütülmesi gerektiğini savunmaktadır.015
Şafakta On Gün – 2
İslam inkılabını zafere götüren en hassas on günü kapsayan ve "Şafakta on gün" olarak anılan günleri idrak ediyoruz.
Siyaset ve askeri meselelerin uzmanları İran İslam Cumhuriyeti nizamına yönelik tehditlerden birini savaş şeklinde ifade ediyor ve Saddam rejiminin İslam inkılabı zafere kavuştuktan sonra İran'a dayattığı savaşın amacı İslamî nizamı devirmek olduğu gibi hali hazırda da Amerika bu seçeneği stratejik bir hedef olarak gündeminde tuttuğunu kaydediyor. Bu yüzden İran için savunma bakımından hazırlıklı olması kaçınılmaz bir zaruret olarak görünüyor.
Gerçekte İran'ın savunma gücü son yıllarda bu ülkeye karşı olumsuz propagandaların önemli malzemelerinden biri oldu. Ancak esas soru şu ki bu propagandalar hangi amaçlar uğruna yapılıyor ve acaba İran uluslararası kurallara ve yasalara göre başka ülkelere karşı askeri tehdit sayılıyor mu?
İran aleyhinde yürütülen propagandaların bir ekseni İran'ın nükleer programının askeri boyutu bulunmasıydı, ancak bu mesele İran ve 5+1 grubu arasında sağlanan nükleer anlaşma ile çözümlendi ve İran güven arttırıcı girişimleri ile hiç bir zaman nükleer silah üretmek için uranyum zenginleştirmediğini ortaya koydu.
Bu iddia özellikle İran NPT anlaşmasını imzaladığı ve anlaşmaya sıkı sıkıya bağlı kaldığı halde gündeme geliyordu. İran 1958 yılında UAEK üyesi oldu ve 1968 yılında da NPT anlaşmasını imzaladı. NPT anlaşmasının birinci maddesi her türlü nükleer silahı üretmeyi ve saklamayı yasaklıyor.
Öte yandan İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Hamanei defalarca nükleer silahların yapımı, geliştirilmesi ve kullanılması haram olduğu yönünde açıklama yaptı. Ayetullah Hamanei Nisan 2010'da Tahran'da düzenlenen uluslararası silahsızlanma konferansına gönderdiği mesajda bir kez daha nükleer silahların ve her türlü kitle imha silahlarının haram olduğunu vurguladı.
İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Hamanei İran'ın nükleer silahla ilgili tutumunu şöyle beyan etti: İran İslam Cumhuriyeti nükleer, kimyasal ve benzeri silahları kullanmayı büyük ve affedilmez günah biliyor. Biz Ortadoğu'nun nükleer silahlardan arındırılmasını gündeme getirdik ve buna da bağlıyız.
İran'ın bu bağlamda tutumu ise BM'de resmi belge olarak kayda geçti.
İran Cumhurbaşkanı Dr. Hasan Ruhani de Eylül 2013'te BM genel kurul zirvesinde bağlantısızlar hareketine üye olan 120 ülkeyi temsilen nükleer silahsızlanma doğrultusunda düzenlenen oturumda nükleer silahların yapımı, geliştirilmesi, depolanması ve kullanılmasının yasaklandığı ve mevcut nükleer silahların tümünün tamamen imha edilmesini öngören uluslararası bir konvansiyonun hazırlanması için müzakerelerin derhal başlamasını istedi. Ruhani ayrıca 2018 yılında nükleer silahsızlanma bağlamında en üst düzeyde uluslararası bir konferans düzenlenmesini ve 26 Eylül günü de uluslararası nükleer silahların tam olarak imha edildiği gün olarak adlandırılmasını önerdi, öneriler BM genel kurulunda onaylandı.
İran İslam Cumhuriyeti dini, insani inançları ve savunma doktrini gereği her türlü kitle imha silahlarının üretilmesine karşıdır, ancak uluslararası yasalara göre savunma gücünü korumayı da asla ihmal etmeyeceği kesindir. Bu zaruret aslında İran'a dayatılan savaş ve bölgede İran çevresinde var olan ve bazen doğrudan İran'a yöneltilen tehditlerden kaynaklanır. Gerçekte Amerika İran'da İslam inkılabı zafere kavuştuktan sonra İslam Cumhuriyeti nizamını devirmek için bir çok komplo kurmuş ve uygulamıştır. Bu komplolardan biri ise Saddam üzerinden İran'a dayatılan savaştır.
Saddam rejiminin İran'a dayattığı savaşın sebeplerine bakıldığında, bu savaşın dayatılmasında üç hedef izlendiği anlaşılır. Birinci hedef İslam Cumhuriyeti nizamını savaşla devirmekti ve bu hedefi Amerika izliyordu. İkinci hedef bölgede askeri dengeleri değiştirmektir. İslam inkılabı zafere kavuşmadan önce İran'ın rolü bölgede Amerika'nın çıkarlarını koruma çerçevesinde belirlenmişti. Ancak İslam inkılabı zafere kavuştuktan sonra bu denge bozuldu. Gerçekte Saddam rejimi Amerika'nın teşvikleri ile İslam Cumhuriyeti nizamını devirerek İran'ın bölgedeki askeri üstünlüğünün yerine geçmek istiyordu. İran'a dayatılan savaşın üçüncü hedefi ise İslam inkılabının bölge ülkelerine örnek oluşturmasını önlemekti ki bu da şii hilali teorisi ve İranofobi projesi çerçevesinde gündeme geldi.
Gerçi bugün dayatılan savaş sona erdi, fakat İran'a yönelik tehditler ve propagandalar bitmedi ve İranofobi projesi tüm hızıyla sürüyor. Aslında bu tür sinsi hareketler bir yana, her ülke savunma zaruretleri çerçevesinde konvansiyonel askeri yeteneklerden yararlanması gerekir. Çünkü askeri ve savunma gücü bakımından ecnebilere bağımlı olan her ülke istediği kadar ithalatında çeşitlilik yapsın ve istediği kadar dünyanın çeşitli ülkelerinden silah ve askeri teçhizat ithal etsen, savunmasının kaderi yine de ecnebilerin elindedir.
Bu zaruretlerden hareketle İran İslam Cumhuriyeti dayatılan savaştan sonraki yıllarda savunma gücünü kutsal savunma yıllarında elde ettiği deneyimler ve yerli imkanlara ve uzmanlara dayanarak geliştirmeye başladı.
İran İslam cumhuriyetinin savunma doktrinin stratejik hedeflerin çerçevesinde askeri teçhizatı caydırıcı ve etkili savunma amaçlı üretmektir. İran sürekli bölge içi ve bölge dışı güçlerce tehdit ediliyor ve bu tehditler azalmadığı gibi sürekli artıyor ve çeşitlilik arz ediyor. Bu yüzden İran savunma doktrini çerçevesinde bu tür tehditlere uygun olarak etkili projeler geliştiriyor.
Bugün İran'ın kara, deniz ve hava uzay savaşları çerçevesinde yetenekleri caydırıcılık ilkesi temelinde uluslararası yeni standartlara göre gelişmiştir. İslam İnkılabı Rehberi ve Başkumandan Ayetullah Hamanei bu bağlamda savunma sanayiinde yeni ilerlemelerin kaydedilmesi için gerekli yol haritasının çizilmesine vurgu yaparak, bu çerçevede yenilikçiliğe ve kestirme yolların kullanılmasına da vurgu yapıyor ve savunma bakanlığına tebliğ ettiği tedbirlerde bu iki önemli ilkenin göz önünde bulundurulmasını ve böylece yeni ilerlemelere şahit olmayı tavsiye ediyor.
Hali hazırda İran İslam Cumhuriyeti karadan karaya fırlatılan fevkalade gelişmiş füzelerin ve yine çeşitli balistik füzelerin yapımında en ileri teknolojilere kavuşarak kendine yeter hale gelmiş ve bu teknolojilere sahip olan seyrek sayıdaki ülkenin arasına yerleşmiştir. İran ayrıca anti radar keşif uçaklarının yapımında da dünyanın ilk on ülkesi arasında yer almaktadır. Hali hazırda İran silahlı kuvvetlerinin uzmanları askeri bilim ve teknoloji alanında her türlü gelişmiş konvansiyonel silahı üreterek ülkenin savunma ihtiyacını karşılamanın yanında başka ülkelere de ihraç edebilecek seviyeye ulaşmıştır. Füze, uzay ve radar teknolojileri ,çeşitli füze rampaları gibi askeri teçhizatın üretilmesi için gerekli olan teknolojilere kavuşmak, İran'ın savunma alanındaki diğer başarılarıdır. Hali hazırda İran hava uzay bilimi ve teknolojileri alanında da dünyanın uzay teknolojisine sahip olan ilk on ülkenin arasındadır.
Deniz kuvvetleri ve savunması alanında da İran İslam Cumhuriyeti orta ölçekte denizaltı tasarımı ve yapımında kendine yeter hale gelen seyrek sayıda ülkelerden biridir. Bugün İran donanması Fars körfezi ve Hürmüz boğazında en büyük deniz görevlerini yerine getirmenin yanı sıra uluslararası açık denizlerde de görev yapmaktadır. Bu kazanımların tümü İran'ın yüksek savunma gücü ve her türlü muhtemel saldırıya nasıl karşılık vereceğinin göstergesidir. Bugün İran silahlı kuvvetleri gerçekleştirdiği yeni yapılanması ve stratejisi ile her türlü tehdidi hangi seviyede olursa olun tam olarak bertaraf edebilecek güçtedir.
Bölgenin şimdiki şartlarında Amerika, Ortadoğu bölgesinde yapay krizler çıkarmayı ve mevcut krizleri de körüklemeyi sürdürmektedir. Suriye, Irak ve Yemen gibi ülkelere dayatılan savaşlar ve bölgenin Arap rejimlerine milyarlarca dolar silah satışı, bölgede savaş ateşini körüklemek ve bölge ülkelerini parçalamak amacıyla yürütülen komplolardır. Bu arada bölgenin işgalci rejimi İsrail'in askeri tehditleri, Amerikan kongresinin bu rejimi en gelişmiş silahlar ve uçaklarla donatması ve Almanya'nın bu rejimi nükleer denizaltı satması ile her geçen gün daha geniş boyutlara ulaşmaktadır. Bu tehditler özellikle İran ve Arap ülkeleri arasında gerginlik yaratma çabaları ile birleşince düşmanların kriz yaratma peşinde oldukları anlaşılır ve bu yüzden askeri savunma ve caydırıcı gücün geliştirilmesi zaruretini bir kez daha ortaya koyar.
İran İslam Cumhuriyeti güvenlik alanında stratejik ilkeleri çerçevesinde savunma ve caydırıcı gücünü sürekli en üst seviyede tutmanın yanında her zaman küresel barış ve güvenliğe vurgu yapmakta, bölgede savunma işbirliği bölgede güvenlik ve istikrarın inşa edilmesi için ayrıca karşılıklı güven çerçevesinde yürütülmesi gerektiğini savunmaktadır.015
Suriye’de Dengeler Tamamen Değişti
Bölgedeki son gelişmeleri yerinde görmek üzere Suriye’ye giden ABC Gazetesi Ortadoğu Temsilcisi Ömer Ödemiş’in Suriye izlenimleri.
Suriye’ye ilk girdiğim dünlerde daha önceki gelişlerimden farkını çok açık bir biçimde gördüm. İlk 2 gün Şam’da tek bir silah sesi duymadım. Oysa daha önceki gelişlerimde neredeyse sabaha kadar susmayan top ve patlama sesleri ile güne yayılan silah sesleri hiç kesilmezdi. Ancak bu kez birkaç gün hiç ama hiç silah ve patlama sesi duymadım. Bu durum bile Suriye’de özellikle Şam’daki yaşanan sürecin ulaştığı noktayı göstermesi açısından önemliydi.
HALK BU SAVAŞI KAZANACAĞINA İNANIYOR
Aynı durumu yaşamın her alanında görmek mümkün oldu. Kent içinde yaptığım uzun turlarda halkın ne kadar rahatladığı, sokakların ne kadar dolu olduğunu gördüm. Halkla konuştuğumda müthiş bir moral ve motivasyon olduğunu daha ilk sohbetlerde gördüm. Halk bu savaşı kazanacağına inanmış. Özellikle Rusların sürece müdahalesiyle zafere olan inançlara daha bir artmış. Güne dönük telaş ve kaygı yerini gelecek planlarına ve kaygılarına bırakmış. Yer yer binaların tamirat bakımları yapılmaya başlanmış.
Şam kentine giden yeni birine birileri bu kent ve civarında savaş ve çatışmalar var demese, asla fark edilemeyecek bir noktaya ulaşılmış durumda. Kafeteryalar eğlence merkezleri, restoranlar gecenin ilerleyen saatlerine kadar açık. Gençler kadınlar süslenip giyinip tatil gününde Şam sokaklarını dolduruyorlar. Hemen her yerde bir hareketlilik var.
Şehrin önemli merkezlerinde bazı yaya yürüme yollarına da kontrol noktaları konmuş. Şüphe duydukları kişilerin çantalarına bakıyorlar. Askerlerde bir rahatlama gördüm. Zaman zaman bu rahatlamanın da gevşemeye dönüştüğüne tanık olduk.
PAHALILIK EL YAKIYOR
Hayat pahalılığının Suriye’de en önemli sorun noktasına geldiğini birkaç gün sonrasında anladım. Hemen her şeyin fiyatı 500 kat artmıştı. Daha 50 liraya bindiğimiz taksi ücreti 500 liraya çıkmış.. Yeme içme, sigara vb. her şey yaklaşık aynı oranda artmış. Ekmek ve şeker gibi temel gıda maddelerindeki artış çok az olmuş. Konuştuğum hemen herkes bu konudan dert yanıyordu. Gelirler sabit kalırken ya da az artarken, işsizlik ciddi boyutlara yükselmiş iken savaşın asıl yıkımı enflasyon oranındaki yükselme ile yaşanmış. Orta sınıf tamamen yoksullaşmış. Gelirleri çok komik bir düzeyde kalmış. Ücretlere yüzde yüz zam yapılmış ama enflasyon karşısında bu artış tutunamamış.
Devlet ciddi müdahalelerde bulunmuş ancak savaş ortamında bu artışı durduramamış. Suriye parası dolar karşısında ciddi değer kaybetmiş, 100 dolar 4 bin Suriye lirası iken 40 bin liraya çıkmış. Halk, ciddi olarak sıkıntılar yaşıyor ancak her şeye karşın 5 yıldır tüm saldırılara karşın direnmiş olmalarının yarattığı psikolojik rahatlamayla, bu sorunun çözüleceğine inanıyor.
HALK UMUTLU
Ülkede yaşanan savaşın sonlanmasıyla devletin bu duruma izin vermeyeceğini ve mutlaka çözeceğini düşünüyorlar. Bu yoksullaşmanın ve sıkıntının da geçici olduğuna inanıyorlar. Uzun ve zorlu bir yolu tükettiklerini, her şeyin normalleşmesine kısa bir süre kaldığını düşünüyor ve bu yoksullaşmayı çok dert etmiyorlar. Devlet her bölgede yardım malzemeleri dağıtıyor. Uluslararası yardım birlikleri bazı bölgelerde gıda maddeleri dağıtarak sorunu biraz hafifletmeye çalışıyorlar.
ŞEHİT AİLELERİNİN DURUMU
Suriye’de karşılaştığım diğer bir önemli sorun da şehit askerlerin ve görevlilerin çocuk ve aileleri. Devlet ve devlete yakın kurumlar bu ailelerin bakımlarını üstlenmişler. Ancak yeterli olamıyorlar. Çok sayıda şehit yakını var. Verilen rakamlar gerçekten ürkütücü. Sadece Golan bölgesinde 1000 şehitten bahsediliyor. Küçük bir kasabada bile 600 şehit olduğu söylenince sorunun boyutunu çok açıkça görmüş oldum. Tüm Suriye’de yalnızca Asker kaybının 60 bin civarında olduğu söyleniyor. Sivil savunma birlikle ve sivil kayıplarla bu rakamın çok çok yüksek olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Suriye devletini savaştan sonra çok ciddi mücadeleler bekliyor. Toplumun ve sistemin yeni baştan tedavisi ve yapılanması en az yürütülen savaş kadar zorlu bir görev. Suriye halkı bu zorlu görevinden üstesinden gelecek ve bölgenin en aktif dinamiği olarak tarih sahnesindeki yerini koruyacaktır.