کارگر

کارگر

Bismillah

Bu yazıda iki konu üzerinde durmaya çalışacağız; ilki, Suriye meselesinden dolayı son zamanlarda gönüllü olarak Amerikan emperyalizminin yörüngesine girmiş İslamcıların(!) düştüğü hazin durum ve ikincisi ise yine iktidar başta olmak üzere yandaş çevrelerin arzuladıkları zafere ulaşamamanın verdiği bitkinlik ve hırçınlıkla etrafa saldırmaları ve suçu başkalarının üzerine atma çabaları.

Deve kuşu gibi başını kuma gömen bizim sözde İslamcılar(!) başkalarını aldattıklarını sanıyorlar ama gerçekte kendilerini aldatıklarının farkında değiller. Gerçeklerden kaçmak için tehlike anında başını kuma sokan deve kuşu misali etrafta olup bitene gözlerini, kulaklarını kapatmış inatla bir tekerlemedir tutturmuşlar: " Baasçı laik-diktatörlük, Çocuk katili Esed Hanedanı, yüzde 12-15’lik bir küçük inanç grubunun hakimiyeti, azlığın elinde bulunan yüksek komuta ve yönetim kademelerine karşı Suriye halkının mücadelesi ve…"

İslamcı geçinenlerin gerçekte Suriye üzerinde olup bitenden haberleri mi yok, yoksa kendilerini böyle göstermek mi işlerine geliyor?

Yani Suriye'deki muhalifleri tahrik eden, bir araya getiren, teşkilatlandıran, destekleyen , silahlandıran gücün ABD, AB ve bölgesel müttefikleri olduğundan şüpheleri mi var yoksa bunu meşru bir yol-yöntem olarak mı görüyorlar? Meşhur müftü Kardavi gibi bunu meşru görüyorlarsa buna bir diyeceğimiz olmaz, ama bunu açıkca ilan edip saflarını ilan etmeleri gerekir.

Eğer Suriye'deki muhalif hareketin Batı emperyalizmi tarafından desteklendiğini kabul etmiyorlarsa, peki bu Antalya, Paris, Madrid, Cenevre, İstanbul, Doha, Amman toplantıları neyin nesidir?! Önceleri yüzelliden fazla ülkenin katıldığı son sıralarda on-onbeş civarında ülkeye indirgenen bu toplantılarda acaba muhalifleri desteklemek, Suriyedeki rejimi devirmek değil de neler konuşuluyor?

Bizim İslamcılar yoksa muhaliflerle İsrail'in dirsek teması içinde olduğunu inkar mı ediyorlar? İsrail sizin iddia ettiğiniz gibi eğer Suriye rejimine destek olsun diye Suriye'yi ikide bir hava bombardımanna tutuyorsa doğrudan ÖSO'nun bulunduğu bölgeleri niçin bombalamıyor?

Sizin mantığınıza göre; yoksa İsrail, Suriye konusunda ABD ve AB ülkeleriyle muhalif cephelerde mi bulunuyor? İsrail'in ABD'den ayrı hareket etmeyeceğini reddetmiyeceğinize göre yoksa İsrail de dahil bütün Batı emperyalizmi ve bölgedeki müttefikleri Suriye rajiminin yanında, bu ülke halkını katlaim etmek için birlikteler de zavallı mücahitler(!) bütün dünyaya karşı mı savaşıyorlar? Öyleyse bu cephenin önde gelenlerinden Erdoğan- Davutoğlu ikilisinin bu düşmanlarla ittifak kurmasına, niçin karşı çıkmıyorsunuz?

Bu durumda AKP hükümetinin Beyaz Saray'dan Suriye'li muhaliflere daha çok silah yardım yapmasını, uçuşa yasak bölge kurmasını dilenmesini, hatta askeri saldırı düzenlenmesi durumunda destek vereceğini dile getirmesini nasıl tevil edeceksiniz? Kısacası Batı emperyalizmi muhaliflerin yanında mı karşısında mı? Yanındaysa onlarla aynı cephede olduğunuzu itiraf edin! Karşısındaysa Batı'nın size en yakın müttefiki AKP hükümetine karşı tavır takının! Önce safınızı belirleyin, "Suriye Üzerinde Safların Daha Tehlikeli Şekilde Netleştiğini" dile getirenlerin herşeyden önce demogojiyi bir yana bırakarak saflarını belirlemeleri gerekmez mi? Ben, "yüzde 12-15’lik bir küçük inanç grubunun"(!) temsilcisi olan rejimin de yanında yer almam Batı'nın da safında yer almam ve hakkı savunurum diyorsanız, o zaman bu hakk cephesini yeniden tanımlayın, Batı'ya göbekten bağlı olanlarla safınızı ayırdığınızı, Batı'dan yardım dilenenlerden beri olduğunuzu ilan edin de samimiyetinizi görelim.

Hayır, siz Suriye konusundaki iddianızda yalan söylüyorsunuz. Bunun yalan olduğunu bilerek tekrarlıyorsanız buna gerçeği gizlemek denir, nifak denir, münafıklık denir, vazgeçin bu iddianızdan. Bu iddianızda ısrar ederseniz deve kuşu gibi başınızı kuma gömmeye devam edin demekten başka söz bulamıyoruz siz İslamcılar(!) için…

"Hizbullah" demekle "Hizbullahi" olunur mu, sahi?" diye demogoji yapanlara diyoruz ki peki "İslamcı" demekle "İslamcı" olunur mu?

Daha safını belirlemekten veya en azından gerçek konumunu ilan etmekten aciz İslamcılar(!)bu yalan üzere kurulu aldatmaca doğrultusunda ortaya çıkan rezaletten kurtulmak için suçu onun bunun üzerine atma yarışı başlatmış bulunuyorlar. Sanki Suriye iç savaşını İran ve Hizbullah başlatmış gibi kinlerini kusa kusa bitiremiyorlar.

İran ve Hizbullaha güvenerek mi suriyeli muhalifleri örgütlediniz?!

İran ve Hizbullah ne zaman efendilerinizin planlarına yardım edeceklerini söylediler de sözlerinde durmadılar?!

İran ve Hizbullah başından beri Suriye rejimini direnişin ön cephesi olarak tanımlamadılar mı? Gerektiğinde "direniş cephesinin" ön karakolu durumundaki Suriye'ye yardım etmekten çekinmiyeceklerini ne zaman gizlediler ki şimdi de gizlesinler?

"Vurun abalıya" misali başkalarına gücünüz yetmiyor da İran ve Hizbullaha mı saldırıyorsunuz? Aslında İran ve Hizbullah'a da gücünüz yetmez ya. Fakat fitne silahına, mezhepçilik silahına sarılarak müslüman kitleleri kışkırtmak kolay olduğu için bu yola başvuruyorsunuz. İran ve Hizbullah'tan yoksa bir alacağınız mı var da onu talep ediyorsunuz?

Ama İran ve Hizbullah İslamcılık, inkılapçılık, direnişcilik, anti emperyalizm iddiasında bulunuyorlar, onlardan beklentimiz bunun içindir ve... o zaman adama sormazlar mı; İran'ın ve Hizbullah'ın bu iddialarını kabul ediyorsanız da niçin dediklerine kulak asmıyor, nasihatlerini dinlemiyorsunuz? Bu iddiaları kabul etmiyorsanız hangi hakla böyle bir beklenti içerisindesiniz. İran ve Hizbullah son otuz yıl içerisinde bu iddialarından en az birkaçını gerçekleştirmişken siz ve efendileriniz şimdiye kadar ne yaptınız? Emperyalizmden bağımsız ve iddianızı ispatlayacak tek bir eyleminiz var mı?

İran'lı yetkililer Başbakan Erdoğan'a 2012 Nisan ayında Tahran ve Meşhed görüşmelerinde Suriyedeki rejimin değiştirilmesi için yol göstermediler mi? Ve Başbakan Erdoğan İran'dayken bu teklifleri kabul ettiğini söylediği halde - Sayın Erdoğan'ın uluslararası konularda söylediklerinden bir hafta geçmeden caydığı hatırlatılır- Ankara'ya döndükten bir hafta sonra iç ve dış baskılar sonucu bu görüşünden vazgeçmedi mi?

 18/07/2012 tarihinde "Hırçınlığın Sebebi; Taassup, İlkesizlik ve ..." başlığı altında ele aldığımız değerlendirmede (http://www.rasthaber.com/yazar_13116_37_hircinligin-sebebi-taassup-ilkesizlik-ve----.html) kaydettiğimiz satırları yeniden takrarlıyoruz:

 " İslami İran, Suriye'de olayların başladığı ilk günden beri meselenin diyalog yoluyla çözülmesine dair görüşünü net olarak ortaya koymuş ve taraflar arasında arabuluculuk yapabileceğini ilan etmiştir. Başbakan Erdoğan'ın Nisan ayında Tahran ve Meşhed'e yapmış olduğu sefer ve yaptığı görüşmeler sırasında da İran'lı liderler bu görüşü net bir şekilde dile getirmişlerdir. İran medyasına sızan haberlere göre; Suriye meselesinin emperyal güçleri işe karıştırmadan iki ülkenin işbirliği ile çözüme kavuşturulabileceği konusunda Başbakan Erdoğan'la anlaşmaya bile varılmıştır. Buna göre Suriye hükümetiyle muhaliflerin ortak katılımıyla yeni bir hükümet kurulması ve reformların sürdürülmesine kadar iki ülkenin taraflara ciddi olarak baskı yapacağı üzerinde durulmuş ve görüş birliğine varılmıştır. Ancak Sayın Erdoğan, ülkeye döndükten bir kaç gün sonra yaptığı açıklamalar ile bu ilan edilmeyen anlaşmayı uygulamak için çaba göstermeden yenilgiye uğratmıştır.

İran, kendisi Kofi Annan başkanlığında sürdürülen çabalara dahil edilmemesine rağmen bu planı desteklediğini açıklamış iken Kofi Annan'a bu görevi verenler kendi sözlerinden caymışlardır. Çünkü bunların hedefleri Suriye'deki kargaşa ve katliamı durdurmak değil kendilerine bağımlı, İsrail ile uzlaşacak bir yönetimi iş başına getirmektir. Silahlı ve silahsız bütün muhalif grupların liderleri de zaten çeşitli münasebetlerle yaptıkları açıklamalarda bu görüşü resmen onaylamışlardır.

Bütün bunlara rağmen başarısızlıkların suçunu İran ve Hizbullah'ın üzerine atan içerideki şakşakçıların geçmişteki hataları ortaya çıktığı gibi şimdiki duruşlarında da hata yaptıkları gelecekte kesinlikle ortaya çıkacaktır. Bu çevrelere geçmişten ders alıp hatalarını tekrarlamamaları ve insaf, akıl ve i'zan üzerine gerçekçi değerlendirmeler yapan yazar ve gazetecilere saldırmaktan vazgeçmeleri tavsiyesinde bulunuyoruz. "

Peki İran ve Hizbullah'ın ne yapmasını bekliyordunuz? Beşar Esad'ı yakalayıp cinayet çetelerine teslim etmesini mi bekliyordunuz? Yoksa sizin ve efendileriniz gibi Batı emperyalizmiyle aynı safta bulunmasını mı? Daha kendiniz ne yaptığınızı bilmiyorken, safınızı belirlememişken İran ve Hizbulah'ın Batı ve uşaklarına teslim olmasını mı? Zaten Suriye iç savaşı da bu amaçla çıkarılmış değil midir?!

Demek ki "İslamcı" demekle "İslamcı" olunmuyormuş. Her söylemin ilkeleri vardır. Sosyalizmde döneklere "revizyonist" denir, İslam'da sözüyle eyleminde çelişkiye düşenlere "nifak" ehli denir.

Selam hidayete tabi olanların üzerine...

Y. ZİYA T.YILMAZ

Salı, 28 May 2013 06:09

Hizbullah konuşuyor

Allah’ın adıyla

Konuştu…

Gündemlerinde İşgalci İsrail ve Emperyalist ABD ile “dostluk” olmayanların Gül yüzlü Seyyidi, iftiharı, başlarının dik duruşunu sağlayan; Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, beklenen konuşmasını yaptı.

Tarihi bir konuşmaydı.

Medyamızda şu tespit yer aldı: “Hizbullah, girdiği her oyunu o oyunun kurallarına göre ve açık oynayan bir aktör olarak tanınıyor. Kararlarını misyonuyla belirlediği ilkeler çerçevesinde alıyor; sonuçlarından emin olmadığı adımlar atmıyor; ama bir adım attığı zaman da hem politik hem de pratik düzeyde bunu öngördüğü sonuca ulaşıncaya kadar açıkça ve kararlılıkla sürdürüyor”

Konuşmasında, en başından itibaren, neyin ne olduğunu, bir kez daha ilan etti. Dostları da düşmanları da pür dikkatti. Çok şükür “zaferi” müjdeledi, ABD ve İsrail’in güvende ol(a)mayacaklarını söyledi.

Sadece konuşanlardan değil o, hele konuşmak için konuşanlardan hiç olmadı.

Dediğini yapanların komutanıydı…

Komutan, yani önden giden… Oğlu Hadi, göğsü paramparça Lübnan topraklarının bağrında yatarken; O, “Hamd olsun artık şehidler ailesinin yüzüne bakabiliyorum” diyen tevekkül ehli bir lider. Ragıp Harb ve Abbas Musavi’nin pak kanlarının varisi…

İmad Muğniye gibi bir efsane komutanın, komutanı…

Bu coğrafyanın işbirlikçi ve Nato işçiliğini yapmışların ihanetinin bir bedeli olarak her yıl eriye eriye bir avuç kalmış Filistin coğrafyasının kan ve terini iliklerine kadar yaşamışların komutanı.

Elindeki sermaye kadar, temiz ve berrak bir başka sermayenin kolay kolay kimsede olmadığı bir lider.

İslam dünyasına çöreklenmiş, çocukları ABD’de, kendileri bu coğrafyada nutuk atanlardan değil yani. Suriye’de kan denizini büyütülenler, ona “çocuklar” üzerinden saldırırken o ve örgütü en çok çocuk şehid verenlerden oldular. Lübnan Mezarlığı bir “kanıt” olarak durmakta…

Kıblesi, Beyaz Saray olanların “ikna” turlarına zerre taviz vermemiş, icazetli, çakma stratejistlere “derslerine iyi çalışmadıklarını” belirterek, dünyanın en mukaddes davası olan Filistin davasında toprak hırsızlarıyla bir olmamalarını öğütlemiş feraset abidesi

Şimdiye değin halkına bir tek yalanı görülmemiş, dünyanın en “doğru sözlü” lideri.

ABD ve İsrail’in baş düşmanı, “stratejik müttefik”i değil. Bunun doğal sonucu da bu “müttefiklerin” en azılı düşmanı.

Vefalı… Ki, en büyük özellikleri, hem de en büyük!

25 Mayıs tarihli yaptığı konuşmada Direnişin “sırtından” vurulduğunu söyledi:

Değerli kardeşlerim! Biz, tam olarak bir kaç hafta önce başlayan yeni bir merhaleyle karşı karşıyayız. Bu yeni merhalenin adı direnişi ve sırtını korumaktır, Lübnan'ı ve sırtını korumaktır. Bu, herkesin sorumluluğundadır.

Onlar, dostlarını satmaz, düşmanlarını da hiç unutmazlar. O,“Suriye, sırtımızdır” derken, halklar için “anlam” ifade etmesi gereken bir sözdür bu...

Düşman, şimdiye değin yığınca taktikle geldiyse de üzerlerine, ne gevşeme yaratabildi, ne de topukları üzerinde dönme… Ne şehidlerini, ne davalarını nede düşmanlarını unuttular!

“Gül yüzlü Seyyid “in son konuşmasında da gördük ki; asıl amacın kendilerini yok etmek üzere ABD ve İsrail’in ortaklaşa kurguladıkları bu Suriye savaşında İsrail bir kez daha yenilecek!

Konuşmasının toplamı, tıpkı Temmuz savaşındaki gibiydi; zorluklarına değinip, zafer müjdeledi.

O, konuşmasının sonunda zafer vaat ettiyse, bu doğrudur!

Direniş’in bir “oyun”la karşı karşıya bırakılmak istendiğini belirterek ABD ve İsrail’in şimdi hangi taktikle karşılarına çıktıklarını anlattı:

“ Amerika, Batı, Arap, bölge ülkeleri; göğüsleri yaran, başları koparan, kabirleri deşen, maziyi yıkan tekfirciler var: - bu mazinin 1400 senelik ömrü var. Müntesipleri yaşadıkça bu mazi de var oldu. Mescitler, kiliseler, makamlar, kabirler varlıklarını korudu-. Tekfirci gruplar bugün, maziyi, şimdiyi ve geleceği yıkıyor. Siyasi çözümü reddediyor ve savaşta ısrar ediyor.”

Arap Baharı, aslında Suriye savaşı için düşünülmüştü. Bölgede ABD ile uyumunda zaten sorun çıkarmayan yönetimler, İslami rengi ağır basanlarıyla değiş-tokuş edilirken Suriye’de, İsrail’i sonsuza dek rahatlatacak proje; “vekâlet savaşı” olarak adlandırılmıştı. ABD/İsrail, kendileri için ama “kendilerinin ortada olmadığı” bir savaşı başlattılar.

İsrail’in gasıp ve işgalci yapısına temelden itiraz eden ve meşhur adı “Direniş” olan bu blokun parçalanması için, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) olarak isimlendirilen projede, artık sahada ne İsrail nede ABD askerleri görecektik. Tekfirci/Küresel Cihatçı diye tanımlanan ve savaşmayı birincil görev addeden yapılanmaların tüm Ortadoğu’da olgunlaştırılması ve “mezhep taassubu” üzerinden Suriye’ye nasıl sokulduğunu, konuşmasında açıklayan Nasrallah çok çarpıcı bilgiler veriyor:

Kimse bizi, kendileri dışında her şeyi reddeden on binlerce fanatik düşünce sahibinin, tekfircinin, savaşçının gizlice Suriye'ye girdiğine ikna edemez. Bu kişilere vizeler verildi ve kolaylıklar sağlandı. Kapılar ardına kadar açıldı ve Suriye'ye girdiler. Ve Suriye'ye karşı dünya savaşı başladı. Enformasyon, siyaset, diplomasi, ekonomi, finans, silahlandırma ve on binlerce silahlının Suriye'ye gönderilmesi...”

Hasan Nasrallah’ın dostu ve düşmanı tarafından teyid edilen yönü şu: Açıklamaları, sözleri “doğrular” üzerine kurulu bir lider. Verdiği bilgiler mutlaka doğrulu kanıtlanmış bilgilerdir. Hizbullah’ın her açıklamasının irdelenmesi neticesinde, bu gerçek değişmedi. Öyle ki, İsrail’le savaşında, İsrailliler, savaşın seyrini, ölü ve yaralıları öğrenmek için kendi liderlerine değil de, onun sözlerine itibar ediyorlardı. Hizbullah, savaştaki üstün başarısını ahlakla taçlandırmış bir örgüt… Dolayısıyla Suriye konusunda da “gerçek” onun anlattığı gibidir:

“Ben, hiç kimseyi korkutmak istemiyorum. … Dediler ki "Suriye'deki rejim iki ya da üç aya düşecek. Sonra Lübnan'a geleceğiz." Gazetelerde, medyada bunlar var. Daha biz siyasi duruşumuzu ilan etmeden önce Amerika'ya ve İsrail'e güven mektupları sundular. "Biz, -2000'de zafer kazanan, 2006'da yeni Ortadoğu projesini düşüren- direnişten intikam almaya geliyoruz. Biz, buna hazırız. Bizi sadece destekleyin" dediler. …Suriye, ülkedeki rejime karşı bir halk devrimi sahası olmadı. Amerika, batı ve bölgedeki maşalarının dayattığı siyasi projenin sahası oldu. Hepimiz de biliriz ki Amerika'nın bölgedeki projesi tam anlamıyla İsrail projesidir. …Dileyen dilediği cephede yer alabilir. Fakat Hizbullah'ın Amerika, İsrail ve kabirleri deşen, baş kesen, göğüs yaran tekfircilerle aynı cephede yer alması mümkün değil.”

Şimdi anladınız mı Hizbullah’a kin kusanların bunu neden ve kim adına yaptığını? Kim, hangi ülkenin lideri ne derse desin bölgede gerçek işte bu “İsrail projesidir”. Suriye, şimdi bu projenin uygulanmasını savunan, bunun için savaşçı, lojistik destek, para yardımını sunan ABD başkanlığındaki blok ile buna karşı çıkan ve “Direniş bloku” denen iki kutbun savaş sahnesidir artık.

Son 20 yıldır bu coğrafyada ABD eliyle 2,5 milyon insan öldü. Suriye’de sayı 100 bini buldu. Bir Iraklı bayan demişti: “Ey ABD! Allah’a yemin olsun, sen bıraksan bile biz seni bırakmayacağız. Namusumuzu camide kirlettin! Bunu unutanlar olabilir, seninle ortaklıklar kuranlar olabilir, ama biz seni sonsuza kadar unutmayacağız. Bu coğrafyanın direnişçisi kadar işbirlikçisi de çoktur. Sen onlarla kahkahanı atarken biz öfkemizi gözümüz gibi saklayacağız.

MUHAMMED AK - rast habar

  Savunma Bakanlığı Hava-Uzay Sanayi Kurumu tarafından üretilnen 'uzun menzilli füze lençerleri' Devrim Muhafızları'na teslim edildi.

Mehr haber ajanının bildirdiğine göre, Hürremşehr’in kurtuluşu yıldönümü dolaysıyla ve İran İslam Cumhuriyeti Savunma Bakanı Tuğgeneral Ahmed Vahidi’nin katılmasıyla düzenlenen törende Savunma Bakanlığı Hava-Uzay Sanayi Kurumu tarafından üretilnen çok sayı 'uzun menzilli füze lançerleri' Devrim Muhafızları’na teslim edildi.

Törende konuşma yapan Tuğgeneral Ahmed Vahidi, stratejik bir sistem olan ve tamamen yerli uzman kadrosu tarafından dizayn ve üretilen bu Lançerlerin İran İslam Cumhuriyeti’nin iktidarının tecellisinin yanısıra kendine yeterliliğin göstergesi olduğunu dile getirdi.

İran İslam Cumhuriyeti Savunma Bakanı, tehdit durumda İran İslam Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri sayısız füzeler atış yapma gücüyle saldırgan düşmanı dize getirebileceğini konuşmasına ekledi.

Bu kazanımların İran İslam Cumhuriyeti’nin savunma iktidarının bir bölümü olduğuna dikkat çeken Tuğgeneral Vahidi, bu gücün ülke savumasına ve de caydırı olma özelliğiyle önem arz ettiğini belirtti.

 

 Fars Körfezi İşbirliği Teşkilatı’nın İran raporuna tepki gösteren İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, Fars Körfezi İşbirliği Konseyin bölgesel ve uluslararası gerçekleri anlamaktan aciz olduğunu söyledi.

Mehr haber ajansının bildirdiğine göre, Fars Körfezi İşbirliği Konseyi Sekreterliği tarafından İran hakkında yayınlanan rapora tepki gösteren İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Abbas Irakçi, 34 yıl geçmesine rağmen İran İslam Cumhuriyeti’nin iyi niyetli çağrıları karşısında Fars Körfezi İşbirliği Konseyin bölgesel ve uluslararası gerçekleri anlamaktan aciz olduğunu söyledi.

Irakçi, mevcut tarihi ve hukuki gerçeklere dayalı olan İran İslam Cumhuriyeti’nin üç adası (Tonbe Bozorg, Tonbe Kuçek ve Abu Musa) üzerindeki hakimiyet ve malikiyetine yönelik müdaheleci tutumlar sergilemek gerçekleri değiştirmeyeceğini konuşmasına ekledi.

Raporda İran’ın 5+1 grubuyla nükleer müzakereleri hususnda yapılan değerlendirmeye de tepki gösteren İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, bu konseydeki bazı kötü niyetli üyeler tarafından atılan iddiların bölgesel ve uluslararası meselelerin çözümüne yardımcı olmayacağını ifade etti.

Irakçi, İran İslam Cumhuriyeti’nin dış politikası ülkelerin içişlerine müdahele etmeme temelinde kurulu olduğunu belirtti.

 

 

 Fransa dışişleri bakanına tepki gösteren İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, Fransa’nın Suriye’ye müdahelesi bu ülke halkına büyük insani ve maddi hasarlara yol açtığını söyledi.

Mehr haber ajansının bildirdiğine göre, İran’ın Suriye’ye müdahele ettiği Fransa dışişleri bakanı Laurent Fabius’in bu sözüne tepki gösteren İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Abbas Irakçi, Fabius’un Fransa’nın Suriye’ye yaptığı müdaheleleri örtbas etmek için bu iddiayı ortaya attığını, zira bu ülkenin müdaheleleri Suriye halkına büyük insani ve maddi hasarlara yol açtığını dile getirdi.

Irakçi, Suriye meselesinin karmaşık hale gelmesinden bu ülkeye silah gönderen ülkelerin sorumsuzluğundan kaynaklandığını, bu ülkenin sorunu bir tek diyalog yoluyla çözülebileceğini konuşmasına ekledi.

 

 İmam Hamanei İran milletinin 14 Haziran tarihinde seçimlere katılarak atacağı hamaset nitelikli büyük adım ve coşkulu katılımı İslam nizamı, İslam ve inkılabı için önemli başarılar ve sonuçları müjdelediğini belirtti.

 İmam Hamanei askeri akademi öğrencileri ve İmam Hüseyin(a.s) Askeri Okulu öğrencilerinin katıldığı merasimde halka cumhurbaşkanlığı adaylarını iyi tanıyıp en Salih adayı seçmeleri için onların sözleri ve sloganlarına son derece dikkatli olmalarını tavsiye ederek adaylara da İslam nizamının akılcı, dirayetli tutum ve usulleri üzerine vurgu yapıp propagandalarda başkalarını karalamak ve sert konuşmalardan kaçınmaları üzerinde durarak " İlahi yardımlarla bu ülke ve milletin yarının onurlu, aydın ve her kese örnek olabilecek bir yarın olacağını belirtti.

 İmam Hamanei, halkın ilkelere doğru güçlü bir şekilde ilerlemeyi simgeleyecek şekilde seçimlere katılmasının kesinlikle uluslar arası izzet, dokunulmazlık ve uluslar arası onur sağlayıp dostların sevinmesi düşmanların ise üzülmesine neden olacağını belirtti.

 İran milletine kötülük isteyenlerin halkı seçimlerden soğutmak için propagandalar yaptığına değinen İmam Hamanei, bu kapsamlı propagandanın nedeninin halkın coşkulu hareketinin düşmanlara ağır bedel ödetmesi olduğunu belirtti. Amerikalı yetkililerin İran seçimleri hakkında görüş belirtmesiyle ilgili ise İslam inkılabı rehberi İran seçimleri hakkında görüş belirtenlerin insansız uçaklarının Pakistan ve Afganistan'da mahrum kasabalar üzerine bombalar yağdırdığı ve katil Siyonist rejimi kayıtsız şartsız desteklemekle kendisi ile ilgili utanç tablosu çizdiğini söyledi.

Onların onurlu İran'ı eleştirmesinin cevap vermeye bile değmediği ve İran milleti ve yetkililerin bu eleştirilere itina etmemesi gerektiğine değinerek bu sözlerin millet için ibret verici olduğu zira onların İran seçimlerine ne derece hassas olduğunu ortaya koyduğunu belirtti.

 

Pazartesi, 27 May 2013 10:20

Hizbullah, Suriye oyununa niçin girdi?

Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah’ın 25 Mayıs konuşması, Suriye’ye yönelik uluslar arası savaşta yeni bir aşamaya girildiğine işaret ediyor.

Suriye’de yaşananları bir “uluslar arası savaş” ve savaşın taraflarını da “ABD ekseni ile Direniş ekseni” olarak ortaya koyan Nasrullah, Direniş’in “Suriye’yi yalnız bırakmayacağını” belirterek hem açık bir konum belirlemiş hem de bu uluslar arası savaşın girdiği yeni aşamayı ortaya koymuş oldu.

Hizbullah, girdiği her oyunu o oyunun kurallarına göre ve açık oynayan bir aktör olarak tanınıyor. Kararlarını misyonuyla belirlediği ilkeler çerçevesinde alıyor; sonuçlarından emin olmadığı adımlar atmıyor; ama bir adım attığı zaman da hem politik hem de pratik düzeyde bunu öngördüğü sonuca ulaşıncaya kadar açıkça ve kararlılıkla sürdürüyor.

2006 Temmuz Savaşı Hizbullah’ın büyük sınavı

Örneğin 2006 yılındaki Temmuz Savaşını hatırlayalım. Bu savaşı hazırlayan şartlar da savaşın şekli de İsrail tarafından belirlenmişti.

Temmuz Savaşı’nın şartları İsrail tarafından oluşturuldu çünkü İsrail, 2004 yılında Almanya’nın arabuluculuğuyla gerçekleşen esir takası anlaşması sırasında İsrail, 1989’da kaçırdığı Hizbullah liderlerinden Abdulkerim Ubeyd ile 1994’te kaçırdığı Mustafa Dirani’yi, Hizbullah tarafından 15 Ekim 2000’de esir alınan Albay Elhanan Tennenbaum karşılığında serbest bırakmış; ancak FHKC üyesi Semir Kuntar’ı serbest bırakmaya yanaşmamıştı.

Hizbullah Genel Sekreteri Nasrullah, esir takası sonrasında düzenlenen törende yaptığı konuşmada İsrail’in Semir Kuntar’ı serbest bırakmamakla hata yaptığını belirtmiş ve direniş olgusunun sembol ismi olan Semir Kuntar’ı kurtarma vaadinde bulunmuştu.

Hizbullah, 12 Temmuz 2006’da “Vaadun Sadık/Doğru Vaat” adlı operasyonla iki İsrail askerini esir alarak Nasrullah’ın Semir Kuntar’ı özgürlüğüne kavuşturma vaadine ilişkin ilk adımı attı.[1]

Ancak bu olaydan yaklaşık bir hafta önce Gilad Şalit adlı bir askerini Filistin direnişine kaptıran İsrail, Hizbullah’la esir takası süreci başlatarak sorunu çözmek yerine, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın ifadesiyle “Yeni Ortadoğu’yu kurmak” üzere Lübnan’a “açık savaş” ilan etti.

Nasrullah, “Harbun meftuh” diye nitelediği İsrail’in bu “açık savaş” ilanını “aptallık” olarak niteledi; ancak restini de gördü.

1967’deki Haziran Savaşına doğrudan veya dolaylı katılan 9 Arap ülkesini 6 günde hezimete uğratan İsrail, 33 gün süren bu savaştan, Winograd Komisyonunun da itirafıyla yenik çıktı.[2]

Kuzey Birlikleri Komutanı Udi Adam ve Genelkurmay Başkanı Dan Halutz görevden alındı. Dönemin Savunma Bakanı Amir Peretz’in siyasi geleceği sona erdi, nihayet 2006’da esir takasına yanaşmayan İsrail, Temmuz Savaşı hezimeti sonrasında 16 Temmuz 2008’de iki askerinin cesedine karşılık Semir Kuntar’ı serbest bırakmak zorunda kaldı.

2008 Hizbullah’ın iç cephe ile sınavı

2006’da şartlarını ve kurallarını İsrail’in belirlediği oyundan zaferle çıkan Hizbullah, 2008’de yeni bir sınavla karşılaştı.

2008’deki kriz, 2006’da dış cephede geniş bir kamuoyu desteği toplamayı ve Lübnan kabinesinde belirleyici olmayı başaran Hizbullah[3] açısından çok daha karmaşık ve yönetilmesi zor bir sınavdı.

Çünkü 2006’da İsrail’in Hizbullah’ı ortadan kaldırmasına umut bağlayan iktidardaki 14 Mart İttifakı, 2008’de Hizbullah’ın silahını tartışmaya açmış ve Hizbullah’ın savaş kapasitesinin en önemli unsurlarından biri olan iletişim şebekelerini yasadışı ilan ederek yok edileceğini açıklamıştı.[4]

Bu durum, silahının meşruiyetini ülke savunmasından alan ve namlusunu hiçbir zaman içeriye doğrultmamış olan Hizbullah açısından çok ciddi bir sınavdı.

Çünkü bir tarafta istihbarat alanında teknik ve insani düzeyde son derece üstün olan İsrail’e karşı kendisine iletişim güvenliği sağlayan özel telefon şebekesinin geleceği, diğer tarafta ise Lübnan iç barışı söz konusuydu.

Batı ve Arap rejimleri tarafından desteklenen iktidardaki 14 Mart İttifakı, Hizbullah’ı İsrail’e karşı olan silahının geleceği ile Lübnan iç barışı arasında tercihe zorluyordu.

Hizbullah Genel Sekreteri Nasrullah, 8 Mayıs’ta Lübnan iç barışını ısrarla vurgulayarak ve Hizbullah’ın Şii, Sünni ve Hıristiyan müttefikleriyle iç barışın garantisi olduğunu belirterek “Hizbullah’ın silahına uzanan eli keseriz”[5] dedi. Nitekim bir gün sonra ülkeyi kaosa sürükleyen 14 Martçı silahlı milisler, Hizbullah ve müttefikleri tarafından tutuklanarak Lübnan ordusuna teslim edildi[6] ve sorun daha fazla büyümeden çözümlenmiş oldu.[7]

Suriye sınavı

Suriye’deki olayların “demokrasi ve değişim” talepleriyle sınırlı olduğu dönemde Hizbullah, şu noktaları vurgulamış ve arabuluculuk girişimlerinde de bulunmuştu.

1- Muhaliflerin haklı ve meşru talepleri vardır ve Suriye yönetimi bunları karşılamalıdır.

2- Suriye’deki sorun siyasidir, mezhepçilik söylemleri ile şiddetin bir araç olarak kullanılması kabul edilemez.

3- ABD ve müttefiklerinin Suriye’nin direnişten yana olan tarihsel konumunu ve rolünü hedef alan komploları göz ardı edilemez.

4- Sorunun uluslar arası tarafların müdahaleleriyle karmaşıklaştırılmaması ve sorunun barışçı çözümü için Suriye yönetimi ile muhalifler diyalog kurmalıdır.

Ulusal Koalisyon adlı muhalif örgütün önde gelen isimlerinden Heysem Malih’in 7 Mart 2011’de cezaevinden serbest bırakılmasını sağlayan[8] Hizbullah Genel Sekreteri Nasrullah, Şam yönetimi ile muhalif liderler arasında çok sayıda arabuluculuk girişiminde de bulundu.

Şam yönetiminin kabul ettiği, muhalif liderlerin çoğunun ise reddettiği tüm bu girişimlere rağmen Hizbullah, olayların başından beri Suriye yönetimi adına “halkı öldürmekle” suçlandı, Hizbullah’la Şam yönetimi arasındaki İsrail karşıtı siyasi ittifak, mezhebi sebeplerle açıklandı.

Hizbullah Genel Sekreteri Nasrullah, 2006 ve 2008’deki gelişmelerde olduğu gibi Suriye konusunda da açık oldu ve oyunun kurallarına bağlı kaldı.

Nitekim Suriye’ye verdiği güçlü politik desteği gizlemedi. Kusayr’da silahlı grupların saldırılarına ve göçe zorlama tehditlerine uğrayan Lübnanlılara askeri destek verdiğini inkar etmedi. Ancak düne kadar da Suriye’deki oyuna açıkça dahil olmadı.

Hizbullah oyuna neden girdi?

Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah, dün yaptığı konuşmada “Suriye, Direniş’in sırtıdır, destekçisidir; Direniş de sırtına darbe vurulması karşısında hiçbir şey yapmadan beklemeyecektir. Biz üzerimize gelen bir komplo karşısında sadece izlemekle yetinecek ve hareketsiz bir şekilde bekleyecek kadar cahil ve aptal değiliz” diyerek Suriye’deki oyuna girdiğini açıkça ilan etti.

Suriye’de yaşanan olayın özellikle 18 Temmuz 2012’den itibaren artık “bir reform ve değişim talebi” değil, ABD ve müttefiklerinin açık bir vekalet savaşı olduğunun ortaya çıkmasına rağmen Hizbullah, düne kadar oyuna girmemiş, zahiri “kurallara” uymayı sürdürmüştü.

Çünkü her ne kadar Suriye’ye yönelik savaşın asılları ABD ve müttefikleri olsa da sahada sadece onların vekilleri bulunuyordu; dolayısıyla da Hizbullah bu zahiri “kurala” uyarak sahaya doğrudan girmemeyi tercih etmişti.

İsrail’in joker olarak oyuna girmesi tüm dengeyi değiştirdi

Aralık ayında Suriye’deki kimyasal silah meselesi üzerinden oluşan Türkiye, Amerika, İsrail ve Ürdün kombinasyonu,[9] İsrail’i joker oyuncu olarak devreye soktu.

Ocak sonunda ve mayıs başında “Hizbullah’a giden silahlar” bahanesiyle Suriye’yi vuran İsrail, sahadaki silahlı gruplara hava desteği oluşturma misyonuyla oyuna girdi.

Suriye ordusunun Kusayr’ın silahlı gruplardan temizlediği bir bölgesinde gelişmiş iletişim teçhizatları içeren bir İsrail askeri aracı ele geçirmesi[10], İsrail’in muhaliflere verdiği desteğin sadece hava şemsiyesi oluşturmakla sınırlı olmadığını ortaya koydu.

Libya’da NATO’nun oynadığı rolün Suriye’de İsrail’e verilmesi, Şam’ın müttefiklerini de joker kullanmaya mecbur etti.

Şam’ın müttefiklerinin sahaya sürdüğü ilk joker Rusya’nın S-300 füzeleri oldu. S-300 faktörünün ABD’nin Cenevre’ye dümen kırmasında etkili olduğu görülüyor. Ancak Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ABD ile birlikte Cenevre sonrası için bir “B” planı hazırladıklarına dair açıklaması[11] Cenevre sürecine de Annan planının akıbetinin hazırlandığını düşündürüyor.

Hizbullah, Suriye oyununa ikinci bir joker olarak girerek oyuna İsrail’i sokan ABD ve müttefiklerinin bölgesel savaş restini gördüğünü ortaya koymuş oldu.

Nasrullah, dünkü konuşmasında ABD ve müttefiklerine bölgesel savaş tehdidiyle Şam’ın müttefiklerini korkutamayacaklarının mesajını “Sabır ve fedakarlıkla bu süreci aşacağız, tıpkı Temmuz Savaşı başlarında size zafer vaat ettiğim gibi bugün de yine size zafer vaat ediyorum”[12] diyerek verdi.

--------------------------------------------------------------------------------

[1]http://www.ydh.com.tr/YD92_hizbullah-bu-operasyonu-neden-yapti.html

[2]http://www.ydh.com.tr/HD4438_mose-arenz--600-sayfalik-raporun-ozeti--biz-yenildik.html

[3]http://www.ydh.com.tr/YD150_hizbullah-1701i-tehditten-firsata-donusturuyor-.html

[4]http://www.ydh.com.tr/HD4899_sinyora-hukumeti--hizbullahin-kameralari-ve-telefon-sebekesi-yasadisidir.html

[5]http://www.ydh.com.tr/HD4917_nasrullah--silahimiza-uzanan-elleri-keseriz.html

[6]http://www.ydh.com.tr/HD4932_muhalifler-beyrutun-tamaminda-kontrolu-sagladi-ordu-cekildigi-yerlere-yeniden-girdi.html

[7]http://www.ydh.com.tr/HD4953_hizbullahtan-yasanan-son-gelismelerle-ilgili-aciklama.html

[8]http://www.almayadeen.net/ar/Programs/Episode/5Kx0o5YRgEioC6GQATjqzQ/3/2013-03-29-

[9]http://alhayat.com/Details/458942

[10]http://www.ydh.com.tr/HD11850_suriye-ordusu-kusayrda-bir-israil-araci-ele-gecirdi.html

[11]http://www.israhaber.com/ahmet-davutoglu-amerika-ile-suriye-icin-b-planimiz-hazir-15235-haberi.html

[12]http://www.ydh.com.tr/HD11871_suriyeyi-yalniz-birakmayacagiz-zafer-vaat-ediyorum.html

Alptekin

 Başbakan Erdoğan’ın Amerika ziyaretini değerlendiren gazeteci-yazar Ali Bulaç, "Türkiye isteklerinin neredeyse hiçbirini Obama’ya kabul ettiremedi" diyerek görüşmenin kalıcı iyi bir sonuç vermediğini dile getirdi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde birçok Bakanın da aralarında bulunduğu kalabalık bir heyetle Amerika Birleşik Devletleri’ne yaptığı ziyaretin yankısı sürüyor.

Başbakan Erdoğan’ın ziyareti “resmi çalışma ziyareti” olmasına rağmen “devlet ziyareti” gibi ele alındı. Beyaz Saray’a askeri törenle gelen Erdoğan’ın geçeceği yol üzerinde ABD’nin 50 eyaletini ve 6 bölgesini temsil eden 56 bayrak, askerler tarafından taşındı. Ziyarette Başbakan Erdoğan, Obama’yla baş başa uzun bir görüşme gerçekleştirdi. Konuşulan konular arasında Suriye meselesi, Gazze ziyareti ve çözüm süreci gibi önemli meseleler masaya yatırıldı. Ancak bu ziyaretle Türkiye’nin Suriye politikasında Amerika’dan istediğini alamaması, aksine Batı’nın ve Rusya’nın da istediği siyasi diyalog çizgisini kabul ederek geri adım atması ve ayrıca Gazze ziyaretine Batı Şeria’nın da eklenmesi, Türkiye için başarısız bir ziyaret olarak değerlendiriliyor.

Çok büyük ümitler bağlamıştı fakat…

Başbakan Erdoğan’ın Amerika ziyaretini gazetemize değerlendiren gazeteci yazar Ali Bulaç önemli açıklamalarda bulundu: “Genel anlamda söylemek icap ederse başarılı bir ziyaret olmadı” diyen Bulaç, “Çünkü Başbakan’ın bir gündemi vardı. Bu gündemle Amerika’ya gitti, Obama ile görüştü. Ve bu görüşmeye çok büyük ümitler bağlamıştı. Fakat Türkiye isteklerinin neredeyse hiçbirini Obama’ya kabul ettirmedi. Çünkü Türkiye, Suriye için Amerika ve NATO kuvvetlerinin fiili müdahalesini arzu ediyordu üstü kapalı bir şekilde ancak Amerika hiçbir şekilde müdahale etmeyi düşünmediğini belli etti.” dedi. Diğer yandan Türkiye’nin istekleri arasında Suriye'nin için uçuşa yasak bölge ilan edilmesi planının olduğunu da söyleyen Bulaç, Amerika’nın ona da yanaşmadığını dile getirdi.

Cenevre anlaşmasını kabul etmişseniz Esed’i de kabul etmiş oluyorsunuz

Ziyaretle Türkiye’nin kendi arzuladıklarını kabul ettiremediği gibi Amerika’nın isteklerini de kabul ettiğine dikkat çeken gazeteci Bulaç şöyle konuştu: “Bölge ülkeleri müdahildir. Dolayısıyla Rusya ve Çin faktörünü göz önüne almak gerekir. En önemlisi Türkiye, Cenevre anlaşmasını kabul etti. Ki Başbakan Cenevre için ipe un serme diyordu, yani yanaşmıyordu Cenevre anlaşmasına. Ama bunu kabul etti. Esed’siz bir geçişten bahsediyor fakat Cenevre anlaşmasını kabul etmişseniz dolaylı yoldan Esed’i kabul etmiş oluyorsunuz. Çünkü Cenevre anlaşmasına göre muhaliflerle Baas rejimi ortak bir geçiş hükümeti kuracak, 2014 yılına kadar da Esed başta kalacak. 2014’te seçimler yapıldığında aday olup olmayacağına kendisi karar verecek. Dolayısıyla Türkiye bu isteğini de kabul ettiremedi. Sadece siyasi ve diplomatik desteğe devam edileceğini söyledi Amerika Birleşik Devletleri.”

Başbakan’ın Gazze’ye gitmesinin bir manası kalmadı

Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz haftalarda Mayıs ayı sonunda Gazze’yi ziyaret edeceğini açıklamış, ardından ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ziyareti ileri bir tarihe ertelenmesi iyi olur diyerek krize neden olmuştu. Bunun üzerine ikinci bir açıklama yapan Başbakan da Gazze ziyaretinin zamanında yapılacağını söylemişti. Ancak Başbakan’ın Amerika turunda Gazze ziyaretine Batı Şeria’yı da eklemesi verilen bir taviz olarak değerlendiriliyor.

Başbakan Erdoğan’ın Gazze ziyaretine de değinen gazeteci Ali Bulaç, “Gazze’ye gidecekti Sayın Başbakan, bunu ısrarla söylüyordu. Fakat Amerika’da, eğer Gazze’ye gidecekse Batı Şeria’ya da gitmesi gerektiğini söylediler. Başbakan da bunu kabul etti. Tabi bu durumda Gazze’ye gitmesinin manası kalmadı. Çünkü eğer Batı Şeria’ya gidecek olursa hem HAMAS devre dışı kalmış olacak, hem de İsrail işgali tescil edilmiş olacak Türkiye tarafından” diyerek Başbakanın da karşı çıktığı bu kabul edilemez durumun, Amerikan ziyareti sonrası değişerek maalesef kabul edildiğine dikkat çekti.

Reyhanlı zikredildi, üstünde durulmadı

Sonuç olarak hangi açıdan bakılırsa bakılsın Amerikan gezisinin herhangi kalıcı iyi bir sonuç vermediğini söyleyen Bulaç, “Türkiye’nin çok ısrarla öne sürdüğü kimyasal silah meselesi vardı ki bu Amerika’nın da kırmızıçizgisiydi. Eğer Suriye’de kimyasal silah kullanıldığı kanıtlanırsa bu müdahaleye sebep teşkil edecekti. ABD, Türkiye’nin elindeki kanıtları kabul etmekle birlikte yeterli bulmadığını ifade etti. Yani dolayısıyla henüz kırmızıçizgi oluşmuş değil” diye konuştu.

Reyhanlı’daki bombalı saldırıya da değinen Bulaç, Reyhanlı’daki patlamanın sadece zikredildiğini, üstünde durulmadığını belirterek “bunun da altını çizmekte fayda var” dedi.

Savaş tüm bölgeye yayılarak mezhep savaşına dönüşebilir

Bütün bu faktörlerin göz önünde bulundurulduğunda çok önemli bir sonucun çıktığını söylemenin zor olduğunu vurgulayan gazeteci-yazar Ali Bulaç, “Bu da bize şunu gösteriyor, Suriye’deki savaş daha uzun süre devam edebilir. Ve bu giderek bölgeye yayılarak durumu mezhep savaşına götürebilir. Burada yapılması icap eden şey şudur: Büyük güçleri karıştırmadan bölge ülkeleri kendi aralarında oturup müzakere edecekler, halledecekler. Bir an önce bu savaşın durması için ellerinden geleni yapacaklar” diyerek bundan başka bir çözümün görünmediğini dile getirdi.

Suriye’de çözüm için İran çok önemli bir aktör

Başbakan Erdoğan’ın Amerika ziyaretini gazetemize değerlendiren bir diğer isim de Zirve Üniversitesi Ortadoğu Araştırmalar Merkezi Başkanı Doç. Dr. Gökhan Bacık oldu.

Suriye krizinde bütün ülkelerin gücünü test etmiş ve bir bakıma güçlerinin sınırına gelmiş bulunduklarını belirten Doç. Dr. Gökhan Bacık, Rusya’nın istemediği takdirde Suriye konusunda ilerleme olmadığının net bir şekilde ortaya çıktığını belirtti. Başbakan Erdoğan’ın Amerikan ziyaretinde Obama ile yaptığı görüşme sonrası yapılan açıklamaları değerlendiren Gökhan Bacık, tablonun Suriye konusunda ABD olmadan tek taraflı bir şey yapılamayacağını gösterdiğini, bu durumun Türkiye’nin geri adım atarak başa dönmesi olarak yorumlanabileceğini ifade etti. İran’ın Cenevre’de yapılacak konferansa davet edilmesini önemli bir gelişme olarak gören Bacık, Suriye’nin çözüme kavuşması konusunda İran’ın çok önemli bir aktör olduğuna dikkat çekti.

(İLKHA)

 

Dünya Ticaret Örgütü (WTO), uluslararası yaptırımlara rağmen İran’ın dünyanın en büyük 28. ihracatçı ülke olduğunu bildirdi.

 Dünya Ticaret Örgütü (WTO) tarafından yayınlanan 2013 raporunda İran geçen yılda 96 milyar dolar değerinde mal ihraç ederek, dünyanın en büyük 28. ihracatçı ülke olduğunu bildirildi.

Bu rapora göre, Çin geçen yılda 2 bin 49 milyar dolarla dünyanın yüzde 11.2 dünya ihracat hacmini kendine tahsis etmiştir. Amerika ve Almanya ise sırayla bin 547 milyar dolar ve bin 407 milyar dolarla ikinci ve üçüncü sırada yer almışlardır.

Bu rapora göre Amerika 2 bin 335 milyar dolarla dünyanın en büyük ticari hizmet ithalatçı ülke olarak birinci sırada yerleşmiştir.

 

 

 

Evet, ne yazık ki iyi günler bitiyor. Şimdi hesabı ödeme zamanı. Türkiye’ye acı faturalar kesilmeye başlandı. Bir barış sürecinden geçerken, bir başka savaş sürecine doğru yol alıyoruz.

 Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde meydana gelen olaylar Türkiye için olağanlaşır mı dersiniz? Böyle bir musîbeti her halde hiç kimse arzu etmez. Ama neden olmasın?

Eğer bir ülke topyekûn komşu ülkesinde başlayan bir muhalefet hareketine kapılarını açar ve onları kendi topraklarında barındırırsa, bu türden provokatif tedhiş vak’alarına da kapısını açmış demektir.

Suriye’de rejimin alternatifi olarak bir araya gelen muhalif güçlerin merkezi Türkiye… Suriye rejimi toprakları dışında oluşturulan bu hükümete çoktan “İstanbul Hükümeti” adını takmıştı.

Hal böyle olunca Türkiye açık bir hedef haline gelmiştir.

Öte yandan ülkemiz topraklarında gerçekleşen her vak’anın birinci derecede sorumlusu ülkenin yönetiminden sorumlu olan hükümettir. Zaten hükümetin politikaları değil midir ülkemizi bu cadı kazanının tam ortasına sokan?

Reyhanlı’da yaşanan olaylar hükümet politikalarının güllük gülistanlık bir Türkiye değil, tam da düşmanlarımızın istediği gibi bir “Orta Doğu ülkesi” olan Türkiye’ye doğru bizi sürüklediğinin en açık delilidir.

Şimdi bu esnada olayın ve gelecek olayların faillerine isim takma zahmetine hiç kimse girmesin. Olayın faili Esad’tır, olayın faili Mossad’tır, olayın faili ÖSO’dur, olayın faili DHKP-C’dir… Vesaire, vesaire… Bunun yakın bir zamanda pek bir anlamı kalmayacaktır.

Zira failden çok, müsebbibi tartışmamız lâzım. Bu olayın sebep ve müsebbipleri kimlerdir onları konuşmamız gerekiyor. Çünkü fail yani kukla çok kolaylıkla kiralanabilir. Ama kuklacıları bulmak esastır.

Televizyonlarda, gazetelerde yeni türeyen “terör uzmanları”, “bölge uzmanları” ve benzeri daha önce rastlamadığımız bin bir çeşit uzman, daha olayın ilk saatlerinde zaten zihin yönlendirmesi ile adresi göstermiştir. Ancak hiçbiri kalkıp bunun mantıklı gerekçelerini adam akıllı ortaya koymamıştır.

Bakanlarımız da boy boy açıklamalarla failleri tesbit ettiklerini, bağlantılarını ve hatta emri verenleri bile açıklayacak durumda bir görüntü çizmişlerdir. Madem bu kadar hızlı bir istihbarat ağımız var, o halde olayın önlenmesi adına neden bu kudretli istihbarat harekete geçmedi? Patlamaları müteakip, jet hızında fail açıklanabiliyorsa, demek ki biraz daha titiz bir çalışmayla önlenmesi de mümkün olabilirdi. Bu durumda sorumlular hesap vermelidir. Zira son açıklamaya göre MİT bombalı araçlarla ilgili uyarıda bulunmuş. Madem bombalı araçlar tesbit edilmişti, neden takibi yapılmadı. Ve kimileri tarafından Suriye’de yüklendiği söylenen bu bombalı araçlar nasıl oldu da sınırlarımızdan geçebildi? Bir bomba yüklü minibüsün sınırdan geçebilmesi nasıl mümkün olabilmektedir? Birini geçtik, iki tanesi birden hatta bir üçüncüsü daha nasıl sınırlarımızı geçebiliyor? Bunlar dağlardan tepelerden mi geçti? Yoksa oraya duble yollar yapıldı da haberimiz mi yok? Yok eğer dışardan değil de içeriden ise, gözümüzün önünde cereyan eden bu hadiseyi nasıl oldu da es geçtik?

Dış İşleri Bakanı da, İç İşleri Bakanı da, Başbakan da, Genelkurmay Başkanı da olayı kınamakla meşgul… Bunlar kendilerini sivil toplum örgütü mü sanıyorlar? Ülkedeki her olumlu gelişmede başarıyı sahiplenip, ballandıra ballandıra anlatan bu yetkililer, neden böyle bir olay olduğunda sorumluluğu üstlenip, hesap vermek yerine, sadece kınamakla yetiniyorlar?

Yetkililer çıkıp hesap vermelidir bu konularda… Veremiyorlarsa istifa etmeliler. Patlamalarla ilgili yayın yasağı aldırmak en kolayıdır. Yayın yasağının gerekçesi de, “Efendim deliller görünmesin” diyeymiş. Acaba gizlenmek istenen nedir? Güvenlik zafiyetinin açığa çıkması mı, yoksa faillerle ilgili yanlış yönlendirmelerin ifşa olması mı? Olay mahallinde görülen ilginç detaylarla ilgili neden hiç kimse açıklama yapmıyor? Neden bunlar gizlenmek ve örtbas edilmek isteniyor?

Eğer Türkiye bu sorularına cevap aramaz ve hesabını sormazsa, üzülerek söylemek gerekir ki, 35 yıldır içinden çıkmakta zorlandığımız o girdaptan, daha şedit ve kanlı bir girdaba sürüklenme ihtimalimiz var…

Allah Türkiye’yi ve bütün bölgeyi korusun…

Umut YAVUZ

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.