
کارگر
Direniş güçlerin israile Saldırıları
Hizbullah Siyonist Rejim'in Askeri Üssünü Hedef Aldı
Lübnan Hizbullah Hareketi, işgal altındaki topraklarda bulunan bazı askeri üsleri füzelerle hedef aldığını duyurdu.
Lübnan Hizbullah Hareketi'nden yapılan açıklamada, Siyonist Rejim'e ait "el-Malikiye" ve "Ramin" üslerinin füzelerle vurulduğunu bildirdi.
Açıklamada, "Askerlerimiz bu sabah erken saatlerde el-Malikiye üssü içinde ve çevresindeki Siyonist askerlerin ve İsrail zırhlı personel taşıyıcısının toplanma alanını füzelerle hedef aldı. Bu saldırı kesin ve doğrudan gerçekleştirilerek Siyonist rejimin askerleri arasında bazı kayıplar yaşanmasına neden olmuştur." denildi.
Açıklamada ayrıca, "İşgal altındaki Filistin'in kuzeyindeki "Avivim" bölgesinde Siyonist askerlerin konuşlandığı binayı roket saldırısının doğrudan hedefi haline getirdik. Mücahitlerimiz Berkan füzesiyle "Ramim" üssünü tam isabetle vurdu" ifadesine yer verildi.
Siyonist Rejim savaş uçakları Lübnan'ın güneyindeki el-Tabia kasabasını da üç kez hedef aldı./mehr
Eilat'a Düzenlenen Saldırının Sorumluluğunu Irak Direnişi Üstlendi
Irak İslami Direniş Hareketi bir açıklama yayınlayarak işgal altındaki Eilat'a sabah erken saatlerde düzenlenen ve İbrani medyasının itiraf ettiğine göre Siyonistlere zarar veren bu saldırının sorumluluğunu üstlendi.
Bu sabah Siyonist rejim medyası, işgal altındaki Eilat'ta alarmın çaldığını duyurdu ve bu bölgenin bir füze veya İHA saldırısı ile hedef alındığını açıkladı.
Bu medya tarafından yapılan açıklamada şu ifadeler yer aldı: ‘Bilinmeyen nesneler Eilat'a inerek birçok noktayı hedef aldı ve İsrail’in Eilat'taki bir askeri üssü, İHA saldırısıyla hedef alındı ve aynı zamanda şiddetli patlamalar da duyuldu.
Saldırının ardından olay yerine itfaiye ekipleri sevk edilirken, raporlara göre binada maddi hasar da meydana geldi.’
Siyonist rejim medyasından yer alan bu haberden kısa bir süre sonra Irak İslami Direniş Hareketi bugün sabah saatlerinde bir açıklama yayınladı ve şu ifadelerde bulundu: ‘Bu sabah savaşçılarımız işgal altındaki topraklardaki hayati bir hedefe uygun silahlarla saldırdı.
Bu operasyon, işgalcilere yönelik devam eden direniş operasyonları çerçevesinde ve Gazze'deki Filistin halkına destek doğrultusunda ve işgalci rejimin bu halka karşı işlediği suç ve cinayetlere yanıt niteliğindedir.
Irak direnişi düşmanın kalelerini yok etmeye devam edecektir.’
Öte yandan Irak İslami direnişi pazar sabahı da Siyonist rejimin hassas ve hayati bir mevziisinin insansız hava aracıyla hedef alındığını duyurdu.
Irak direnişi açıklamasında şu ifadelerde bulundu: ‘İşgal altındaki Filistin'in kuzeyindeki El Celil bölgesinde yer alan Albion kasabasında hayati bir hedefi İHA ile hedef aldık. Bu operasyon, mazlum Gazze halkına destek ve Siyonist rejimin onlara karşı devam eden suçlarına yanıt çerçevesinde yürütülmüştür ve düşman mevzilerini yok etmeye devam edeceğiz.’
Sahadaki kaynakların ifadesine göre, Irak direniş cephesi yeni stratejisinde havaalanları dâhil çok önemli Siyonist merkezleri hedef alıyor ve Siyonist rejimin hava sahasını güvensiz hale getirmeye çalışıyor.
Washington Post: ABD İsrail'e Sessizce Bomba Ve Silah Yığıyor
ABD, milyarlarca dolar değerindeki bomba ve savaş uçağının İsrail'e transferine sessizce yeşil ışık yaktı.
The Washington Post'un Pentagon ve Dışişleri Bakanlığı yetkililerine dayandırdığı haberine göre, Gazze'deki sivil ölümleriyle ilgili endişelerini dile getirmesine rağmen ABD, milyarlarca dolar değerindeki bomba ve savaş uçağının İsrail'e transferine sessizce yeşil ışık yaktı.
Paketler 1.800 MK84 2.000 poundluk (925 kg) bomba, 500 MK82 500 poundluk (227kg) bomba ve 25 adet F-35A savaş uçağı ve motoru içeriyor.
Washington Post, 300 metreye (1000 feet) kadar mesafedeki insanlara zarar verebilecek 2000 poundluk bombaların “İsrail'in Gazze'deki askeri harekâtı sırasında daha önce meydana gelen toplu ölüm olaylarıyla bağlantılı olduğunu” belirtti./haber7
İmam Hamanei: Filistin’i Desteklemekte Tereddüt Etmeyeceğiz
İslam İnkılabı Lideri İmam Hamanei, Hamas Siyasi Büro Başkanı Sayın İsmail Haniye ve beraberindeki heyetle yaptığı görüşmede, Filistin direniş güçlerinin ve Gazze halkının benzersiz duruşunu takdir ederek: “Bütün Batı'nın desteğini arkasına alan Siyonist rejimin suç ve vahşeti karşısında Gazze halkının gösterdiği tarihi sabır, gerçekten İslam'ı şereflendirmiş, düşmanın istememesine rağmen Filistin meselesini dünyanın ilk gündemine getirmiş devasa bir olgudur.” dedi.
İslam İnkılabı Rehberi, Gazze halkının katledilmesinin ve bu bölgedeki soykırımın her vicdanlı insanı etkilediğini vurgulayarak, şöyle devam etti: İran İslam Cumhuriyeti, Filistin davasına, mazlum ve direnişçi Gazze halkına destek vermekten asla çekinmeyecektir.
İmam Hamanei, uluslararası kamuoyunun yanı sıra başta Arap dünyası olmak üzere İslam dünyası kamuoyunun Gazze halkına destek vermesi hususunu önemli olarak değerlendirerek şunları söyledi: Filistin direnişinin propaganda ve medya tedbirleri şimdiye kadar çok etkili oldu, bu konuda Siyonist düşmandan öndesiniz ve bundan sonra daha çok çalışmalısınız.
İslam İnkılabı Rehberi, ayrıca Siyonist rejim tarafından şehit edilen Hamas Liderleri Şehit Aruri’yi anarak, bu büyük şehit önemli bir şahsiyetti ve çabalarının karşılığı olarak Allah onun sonunu şehadetle ödüllendirdi dedi.
Bu toplantıda Hamas Siyasi Ofisi Başkanı Sayın İsmail Haniye, İran İslam Cumhuriyeti halkının ve hükümetinin Filistin meselesine ve özellikle Gazze halkına verdiği destek için teşekkür ve takdir ederken, Gazze’de savaş alanındaki ve siyasi alandaki en son gelişmeler hakkında bir rapor sunarak: Gazze halkının ve direniş güçlerinin bu altı aydaki örnek sabrı ve azmi inançlarından kaynaklanmaktadır. Bu sayede Siyonist düşman Gazze savaşındaki stratejik hedeflerinden hiçbirini elde edemedi.
Hamas Siyasi Ofisi Başkanı, "Aksa Tufanı" operasyonunun Siyonist rejimin yenilmezliği efsanesini yerle bir ettiğini, altı ay sonunda Siyonist düşmanın ağır kayıplar verdiğini ve bu rejimin binlerce askerinin öldürüldüğünü ve yaralandığını vurguladı. Gazze savaşı bir dünya savaşıdır ve Amerika hükümeti, savaşı yönetmekle görevli olduğundan Siyonist suçun ana suç ortağıdır dedi.
Haniye, İslam İnkılabı Rehberine hitaben: Sizi temin ederim ki, Gazze'de yaşanan tüm vahşet, suç ve soykırıma rağmen Gazze halkı ve direniş güçleri güçlü bir şekilde ayakta durmaktadır ve direnerek Siyonist düşmanın hedeflerine ulaşmasına izin vermeyecektir dedi.
Türk İsrail ilişkilerinde Erdoğan devrimi..
Türkiye İsrail ilişkilerinin öyküsünün anlatıldığı ‘Stratejik İttifak’ kitabının yazarı Alptekin Dursunoğlu ile, Türkiye İsrail ilişkilerinin bugününü konuştuk.
İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği soykırım, tüm dünyada İsrail rejimine yönelik yerleşik anlayışları sarsıyor.
İsrail rejiminin en büyük destekçisi olan ülkelerde on binlerce kişinin katıldığı kitlesel gösteriler yapılıyor.
Başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere Müslüman veya Arap olmayan ülkeler İsrail’le ilişkilerini kesiyor.
Güney Afrika Cumhuriyeti, Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail’in soykırım suçlamasıyla yargılanmasını sağlıyor. Dünyada bütün bunlar olurken Filistin’le tarihsel, dini ve kültürel bağları olan Türkiye ne yapıyor?
Türkiye İsrail ilişkilerinin öyküsünün anlatıldığı ‘Stratejik İttifak’ kitabının yazarı Alptekin Dursunoğlu ile, Türkiye İsrail ilişkilerinin bugününü konuştuk.
***
- ‘Stratejik İttifak’ adlı kitabınız ülkemizde Türkiye İsrail ilişkileri ile ilgili yazılmış ilk kitap. Bu kitap çıktıktan sonra hem İsrail’de hem de Türkiye’de önemli kuruluşlar tarafından referans gösterildi. Örneğin İsrail Bar Ilan Üniversitesi’ne bağlı Begin-Sedat Stratejik Araştırmalar Merkezi (BESA) bu kitabı bibliyografya listesine aldı. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı da referans kaynaklar listesinde bu kitaba yer verdi.
Türk İsrail ilişkilerinin tarihi ve gelişimiyle ilgili böylesine bir kitap yazmış biri olarak Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin son durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinde gerçek anlamda bir devrim yaptı. Aslında bunun Adalet ve Kalkınma Partisi’nin değil, partinin lideri olan Erdoğan’ın devrimi olduğunu söylemek daha doğru. Bu devrim sayesinde de şu an Türkiye İsrail ilişkileri hiçbir dönemde olmadığı kadar güçlü ve istikrarlı durumda.
- Bu nasıl olabilir? Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail’i oldukça sert sözlerle eleştiriyor ve Filistin, yanlısı açıklamalarda bulunuyor. Bazı Arap liderleri bile Hamas’ı terör örgütü olarak nitelerken o buna karşı çıkıyor. Siz sadece iki ülke arasındaki ticaret hacminden dolayı mı ilişkilerin en güçlü döneminde olduğunu iddia ediyorsunuz?
- Elbette hayır. Biraz önce Türkiye-İsrail ilişkileriyle ilgili olarak üç kavramdan söz ettim. Bunlar ‘devrim’, ‘güç’ ve ‘istikrar’. Ben bu üç kavramı rastgele kullanmadım. Türkiye İsrail ilişkilerinin hiçbir dönemde olmadığı kadar güçlü ve istikrarlı olduğunu söylerken bunu ‘Erdoğan’ın devrimi’yle açıkladım. Gösterdiğiniz tepkiden anlıyorum ki öncelikle Türkiye-İsrail ilişkilerinde ‘Erdoğan devrimi’nin ne olduğunu açıklamam gerekiyor.
Erdoğan, Türkiye halkının İsrail’le ilişkilere bakışını değiştirdi. İsrail’le ilişkiler, Türkiye’de her zaman bir mahcubiyet konusuydu. Türkiye’nin 1949’da İsrail’i tanıyan ilk devletlerden biri olması halk açısından bir utançtı. Zira Türkiye, İsrail’e bu rejimi hemen tanıyan Amerika veya Sovyetler Birliği gibi bakamazdı. Filistin toprakları daha 30 yıl öncesine kadar Osmanlıya aitti ve Siyonistlerin yurdunu gasp edip sürgüne yolladığı Filistinliler de Osmanlı vatandaşıydı.
Geniş kitlelerin utancına rağmen İsrail’i tanıyan devlet seçkinleri bu kararı ‘milli çıkarlar’ veya ‘zorunluluklar’ ile izah ettiler. O dönemin iktidar seçkinlerine göre Türkiye Sovyet tehdidi altındaydı ve bundan korunmak için de ‘hür dünya’nın güvenlik şemsiyesi altına girmek gerekiyordu. İsrail’i tanımak, Türkiye’nin NATO’ya giriş bileti olacaktı.
Ancak ‘ulusal çıkar’ veya ‘zorunluluk’ izahları ulusal utancı gidermeye yetmiyordu. Bu yüzden de Türkiye’nin devlet aygıtı, İsrail ilişkilerini çoğu zaman hatta hükümetleri dahi aşan gizlilikler içerisinde sürdürdü. Hükümetler de utançtan veya halk tepkisinden dolayı bu gizliliğe riayet etti.
Erdoğan devrimiyle bu utancı ortadan kaldırdı. Türkiye’de artık dindarlar bile İsrail’le ilişkilerin gerekliliğini savunuyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi’ne kadar İsrail’le ilişkiler konusunda Türkiye’de üç tür tavır söz konusuydu.
Birincisi İsrail’le ilişkilerin gerekliliğine inanan, bunu hiçbir mahcubiyet duymadan açıkça savunan çevrelerin tavrıydı. Bu, Türkiye’de ordunun, dışişleri bürokrasisinin ve büyük sermaye sahiplerinin tavrıydı. İsrail’le ilişkiler bu kesimler açısından Türkiye’nin Batı ile bütünleşmesinin en önemli köprülerinden biriydi. Bunlar çok ilginç bir şekilde İsrail’le ilişkileri Türkiye’de rejimin bekasıyla da ilişkilendirdiler. Onlara göre Atatürk ‘çağdaş uygarlığı’ hedef göstermişti. Çağdaş uygarlığa ulaşmanın yolu Batı ile bütünleşmekti. İsrail, Türkiye’nin Batı ile bütünleşmesine yardım eden bir köprüydü. Batı ile bütünleşmeyi tehdit edenler de komünistler ile İslamcılardı. Komünistler ile İslamcıların Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini en çok eleştiren taraflar olması da tesadüf olamazdı.
Türkiye’de İsrail hedeflerine yönelik en etkili eylemleri Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş gibi solcu eylemciler yapmıştı. En kitlesel karşıtlığı ise Necmeddin Erbakan liderliğindeki ‘Milli Görüş’ hareketi üretmişti. O halde İsrail’le ilişkileri savunmak; aynı zamanda rejimin bekasını savunmak anlamına da geliyordu.
İkincisi…
- İkincisine geçmeden önce şunu soralım: İsrail’le ilişkiler bir dış politika tercihi, siz ise rejimin bekasıyla ilişkilendirerek bunu bir iç politika meselesi gibi sundunuz. İsrail’le ilişkiler, Türkiye’nin iç politikasını ne zaman etkiledi? Bu, biraz afaki olmadı mı?
- Türkiye’de iki askeri muhtıraya gerekçe teşkil eden bir konu nasıl sadece ‘dış politika’ konusu olabilir? Mahir Çayan ve arkadaşlarının İsrail’in Türkiye büyükelçisi Efraim Elrom’u cezalandırması 12 Mart muhtırasının, Başbakan Necmeddin Erbakan’ın İsrail’le ilişkilerin geliştirilmesine direnmesi ise 28 Şubat muhtırasının gerekçesi oldu.
Türkiye’de 2016’da da Rusya büyükelçisi Andery Karlov öldürüldü. Bu cinayet, ülkede bir rejim sorunu olarak değil bir terör sorunu olarak konuşuldu ve kapandı. 12 Mart ve 28 Şubat’tan sonra ise Türkiye iç siyaseti yapısal değişimler geçirdi, başbakanlar düşürüldü. Türkiye’de bir başbakanın herhangi bir ülkenin dışişleri bakanına randevu vermemesi rejim krizine dönüşebilir miydi? Ama merhum Başbakan Erbakan’ın dönemin İsrail dışişleri Bakanı David Levy’ye randevu vermemesi inanılmaz bir krize dönüştürüldü ve Erbakan genelkurmayın baskısıyla David Levy’yi kabul etmek zorunda kaldı.
Genelkurmay, ‘Milli Askeri Stratejik Konsept’ini değiştirdi İsrailli bakana randevu vermeyen Erbakan’ın şahsında ‘irtica’yı birinci ‘bölücülüğü’ ikinci tehdit olarak belirledi. İran ve Suriye’yi de bu iç tehditlerin kaynağı olan dış tehditler olarak seçti. Bu, Türkiye’nin tehdit algısının İsrail’in tehdit algısıyla eşitlenmesi anlamına geliyordu.
- Peki ikincisinde kalmıştık.
- Evet ikincisi hükümetlerin tavrı. Adalet ve Kalkınma Partisi’ne kadar hükümetler İsrail’le ilişkileri mahcup şekilde yürütüyordu. Olabildiğince halka yansıtmamaya çalışıyorlardı. Gerçi Türkiye’de sağcı hükümetler İsrail’le ilişkileri geliştirme konusunda her zaman öncü rol oynadı. Erdoğan’dan sonra Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini en çok geliştiren lideri Adnan Menderes’ti. Ama her halükarda hükümetler İsrail’le ilişkilerini mahcubiyetle ve ordunun baskıları veya ‘ulusal çıkarlar’ klişesiyle izah ediyorlardı.
Üçüncü tavır ise halkın tavrıydı. Hangi ideolojik veya siyasi görüşten olursa olsun Türkiye’de halkın büyük çoğunluğu her zaman Filistin’den yana ve İsrail’e karşı oldu. İsrail’le ilişkilerden de her zaman utanç ve tedirginlik duydu. Çünkü 28 Şubat döneminde çok açık bir şekilde tanık olunduğu gibi İsrail’le ilişkilerin gelişmesi, Türkiye’nin bölgesine yabancılaşması sonucunu doğuruyordu.
- Adalet ve Kalkınma Partisi ne açıdan farklı peki?
- Şu an Gazze’de Uluslararası Adalet Divanı’nın dahi ‘soykırım’ diye nitelediği bir vahşet yaşanıyor. Türkiye, Uluslararası Adalet Divanı’nın İsrail’e karşı soykırım tedbir kararına dayanarak dahi ticareti durdurabilirdi. Ancak bunu yapmıyor. Gazze’de her şey normalmiş gibi İsrail’le normal ticari ilişkilerini sürdürüyor.
Türkiye’de şu an Adalet ve Kalkınma Partisi yerine başka bir parti iktidar olsaydı ya da Erdoğan’dan başka biri cumhurbaşkanı olsaydı Türkiye’nin Gazze’de her şey normalmiş gibi İsrail’le ticaretini normal şekilde sürdürmesi normal karşılanır mıydı? Gazze gündemden düşürülmez, İslamcı STK’lar ise her Cuma eylemler yapardı. İşte bahsini ettiğim Erdoğan devrimi budur.
Erdoğan devrimi sayesinde İsrail’le ilişkiler Türkiye’de özelikle de dindar, muhafazakar kesimde bir utanç olmaktan çıktı. Bursa’da Adalet ve Kalkınma Partisi bakanlarından son derece saygılı ifadelerle İsrail’le ticaretin durdurulmasını isteyen insanlar yaka paça gözaltına alınıyor. İslamcı yazarlar, İsrail’le ticaretin sürdürülmesini ve soykırıma destek verilmesini eleştirenleri ‘İrancı’lıkla suçluyor.
Amerikan halkının İsrail’in suç ortağı olan Amerikan rejiminin yetkililerine karşı gösterdiği tepkilerle bir kıyaslayın. Amerikalı yetkililerin araçlarına kan simgeleyen kırmızı boyalar dökerek yapılan protestoların benzerini Türkiye’de değil bir bakanın iktidar partisinin herhangi bir il başkanının aracına yapmaya kim cesaret edebilir?
Hükümetin Gazze soykırımına rağmen İsrail’e verdiği ekonomik ve ticari destek, dindar veya muhafazakar kesimler tarafından açıkça savunuluyor. Her şeyden önemlisi artık Türkiye’de İslamcılar bundan utanç duymuyor. Dolayısıyla hükümet de ‘zorunluluk’ gibi bir bahaneye bile sığınma gereği duymuyor.
- Bu ticari anlaşmaların önceden yapıldığı ve bu yüzden İsrail’e malların zorunlu olarak gönderildiği söyleniyor.
- Hayır zorunluluk derken bunu kastetmiyorum. Daha önceki hükümetler, İsrail’le ilişkileri genelkurmayın ve devletin seçkin karar vericilerinin baskısıyla açıklardı. Örneğin 28 Şubat sürecinde hükümet ciddi şekilde ordunun baskısı altındaydı. Muhtıranın gerekçelerinden biri Erbakan’ın İsrail’le ilişkiler konusunda genelkurmaya direnmesiydi. Şu an Erdoğan’a baskı yapan veya muhtıra verebilecek bir genelkurmay mı var? Demek ki ticaretin Gazze soykırımına rağmen devam ettirilmesi baskı veya zorunluluktan kaynaklanmıyor. Ticari anlaşmaların önceden yapılmış olmasından bir ‘zorunluluk’ olarak bahsetmek ise ortalama bir akılla dahi alay etmek demek.
Zira bir devlet, sorun yaşadığı bir devlete yaptırım uygularken anlaşmasını daha önce yaptığı ticareti muaf mı tutar? O zaman yaptırımın ne anlamı kalır? Erdoğan hükümeti, 2011’den sonra Suriye’ye yaptırımlar uyguladı. Bu yaptırımlar sebebiyle Suriye ile 2011 öncesindeki muazzam ticari ilişkilerimiz etkilenmedi mi? Suriye ile bir anda kesilen ticaret, İsrail’le neden kesilemiyor?
Türkiye, İsrail’e ekonomik ve ticari yaptırım uygularsa en fazla para kaybeder. İyi de bedelsiz bir yaptırım olur mu? İnsanlar için dahi parayla satılmayacak değerler varken devletlerin bedeli her ne olursa olsun koruması gereken değerleri yok mudur? Ulusal irade, bağımsızlık ve egemenlik gibi kavramlar ekonomik çıkarlar için feda edilebilir mi?
Tabi ki bir ülkeye yaptırım uyguladığınızda bundan maddi olarak siz de etkilenirsiniz. Yaptırım uygulayıp ticareti keserek siz pazar ve para kaybetmiş olursunuz. Yaptırım uyguladığınız taraf ise ordusunu beslediği sebze ve meyveden, Gazze’yi yerle bir eden tankların yapımında kullandığı çelikten, Filistinlileri kuşattığı dikenli tellerden vs. mahrum kalır. Ticareti kesmiyorsanız bu sizin paraya öncelik verdiğinizi gösterir.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara geldiği 2002 yılından bugüne kadar Türkiye’nin İsrail’le olan ticari ilişkilerinde ihracatı ithalatından hep fazla oldu. Yani dış ticaret dengesi hep Türkiye lehine oldu.
Erdoğan hükümetlerinin İsrail’le olan 20 yıllık ticaretine bakalım. Partinin iktidara geldiği 2002 yılında Türkiye’nin İsrail’e ihracatı yaklaşık 900 milyon, ithalatı ise 500 milyon dolardı. Yani Türkiye lehine 400 milyonluk bir ticaret dengesi vardı.
2022’de ise ihracat 6.7 milyar dolar, ithalat ise 2.2 milyar dolar olarak gerçekleşti. Bu rakamlar bize Erdoğan’ın 20 yıllık iktidarında İsrail’le ticaret hacminin astronomik şekilde Türkiye lehine geliştiğini gösteriyor. Bunun anlamı Türkiye’nin İsrail’le zorunluluk ve ihtiyaçlardan dolayı değil, karlı olduğu için ticaret yaptığıdır.
Daha önceki hükümetler döneminde Türkiye İsrail ticaret hacmi birkaç yüz milyondan ibaretti ve bu bile mahcubiyetle ifade edilirdi. Şu an Gazze’de soykırım devam ederken 6 milyar dolarlık ticaret hacmi söz konusu. Partinin dindar ve muhafazakar seçmeni değil mahcubiyet duymak dış ticaret dengesinin yaklaşık 3 kat Türkiye’nin lehine olduğuna dikkat çekerek bundan gurur duyuyor.
- Ancak ticaretin durdurulmaması konusunda şöyle bir savunma da söz konusu: Ticareti devlet yapmıyor, özel şirketler yapıyor. Dolayısıyla devletin bunu durdurması söz konusu olamaz deniyor.
- Erdoğan hükümetlerinin devlete ait hiçbir üretim kuruluşu bırakmadığı ve kar eden stratejik sanayi kuruluşlarını dahi özel şirketlere veya yabancılara sattığı doğrudur. Ancak ticari kuruluşunun olmaması, devletin dış ticareti yönetemeyeceği anlamına gelmez.
Kapitalizmin en vahşi şekilde uygulandığı devlet sektörü diye bir şeyin olmadığı Amerika’da bile özel şirketler devletin yaptırım uyguladığı bir ülkeye satış yapabilir mi? Örneğin İran, yaptırımları delebilmek için çok avantajlı şartlar sunmasına rağmen hiçbir Amerikan petrol şirketi İran’da yatırım yapamıyor. Fransız Total şirketi dahi Trump’un azami yaptırım kararından sonra avantajlı şartlara rağmen İran pazarından çekilmişti.
Amerika sadece kendi şirketlerini değil başka ülkelerin şirketlerini bile yaptırım kararlarına uymaya zorluyor. Türkiye kendi şirketlerini alacağı bir yaptırım kararına uymaya zorlayamaz mı? Türkiye, 2011’den sonra Suriye’ye ekonomik yaptırım uygulamaya başladı. Şu an İsrail’le ticaret yapan hangi firma Suriye ile ticaret yapabilir? Herhangi bir özel şirketin yaptırım kararlarına uymasını sağlayamayan bir devletin egemenliği mi kalır?
Türkiye egemen bir devlettir ve hiçbir özel şirket, devletin istemediği hiçbir yerle ticaret yapamaz. “Türkiye, İsrail’le ticaretini durduramaz; çünkü bu ticareti özel şirketler yapıyor” diyenlere şunu sorun: Peki İsrail’le ticaret yapan Müsiad’a ve Tüsiad’a bağlı bu özel şirketler örneğin Fırat’ın doğusundaki PYD yönetimi ile de böyle özgür bir şekilde ticaret yapabilir mi? Türkiye, terörist olarak tanımladığı PYD ile özel şirketlerin ticaret yapmasını yasaklayabiliyorken Erdoğan’ın ‘devlet terörü’ uygulamakla suçladığı İsrail’e neden ticaret yasağı koyamasın? İsrail’le en fazla ticaret yapan şirketlerin hükümete en yakın şirketler olması ayrıca dikkat çekici.
- Hükümet, İsrail’i destekleyen uluslararası firmaların boykot edilmesi yönünde halka çağrı yapıyor.
- Peki hükümetin halka boykot çağrısı yaptığı Starbucks, Cocacola, Mcdonalds vb. gibi firmalar Türkiye’de kimin izniyle ticari faaliyet yapıyor? Bu şirketlerin Türkiye’de çalışma ruhsatlarını iptal etmek halka boykot çağrısı yapmaktan daha etkili olmaz mı? Hükümetin boykot etme çağrısı yaptığı bazı şirketlerin Türkiye futbol federasyonu gibi resmi kurumlarda sponsorluğa devam etmesine hiç değinmiyorum bile.
Devletler boykot çağrısı yapmaz, sivil toplum kuruluşları boykot çağrısı yapar. Çünkü sivil toplum kuruluşlarının o firmaların ticaretini engelleyecek yasal bir gücü yoktur. Ama Devletin gücü de vardır yasal imkanı da vardır.
Erdoğan’ın yaptığı ‘devrimlerden’ biri de devletin sivil toplum kuruluşu gibi, sivil toplum kuruluşlarının da devlet gibi davranmasını normalleştirmesidir.
İsrail elçisini sınır dışı etmek, İsrail’le ticareti durdurmak, İsrail’e karşı Filistin direnişini desteklemek ve nihayet askeri müdahalede bulunmak devletlerin yapabileceği işlerdir. Filistin direnişini desteklemek ile İsrail’e askeri müdahale dışındaki diğer seçenekler gerçekçidir. Zira Tel Aviv’deki elçisini dahi geri çekemeyen bir devletten Filistin direnişine askeri yardım yapmasını beklemek yanlış olur. Türkiye, İsrail elçisini ancak İsrail tarafı Türkiye’deki elçisini çektikten sonra çekebildi.
Askeri müdahale beklentisi ise zaten söz konusu değil. Filistinliler de dahil olmak üzere hiç kimse Türkiye’den ya da bir başka ülkeden İsrail’e savaş açmasını beklemiyor.
Ancak Erdoğan hükümeti, örneğin bazı Latin Amerika ülkeleri gibi siyasi ilişkilerini kesmek, İsrail’e ekonomik yaptırım uygulamak gibi sadece bir devletin yapabileceği işleri yapmak yerine miting yapıyor, halkı boykota çağırıyor. Yani bir sivil toplum kuruluşunun yapabileceği işler yapıyor.
Peki hükümet devlet gibi değil de bir sivil toplum kuruluşu gibi davrandığında buna sivil toplum ne diyor? İslamcı sivil toplum kuruluşları, İsrail’e ticari desteği sürdüren hükümeti değil Amerika’yı protesto etmek için İncirlik’te miting yapıyor. Mitinge götürdüğü taraftarlarını polise ihbar ediyor. Erdoğan’ın düzenlediği 2 mitinge, İsrail’le ticaret yapan Müsiad’ın düzenlediği 1 mitinge ve katılımcılarını polise ihbar eden STK’ların mitinglerine katılan insan sayısından anlaşılıyor ki devletin sivil toplum kuruluşu rolü oynaması ayıplanmıyor, yadırganmıyor; hatta alkışlanıyor.
- Fakat, İsrail hükümeti Erdoğan’ın söylemlerinden çok rahatsız. İsrail basınında Erdoğan’a çok sert saldırılar yapılıyor. Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri sizin tasvir ettiğiniz kadar iyiyse o zaman İsrail neden Erdoğan’ı bu kadar hedef alıyor?
- İsrail’deki mevcut hükümet ve hükümet yanlısı basın, sadece Erdoğan’a değil Joe Biden’a da sert eleştiriler yapıyor. Joe Biden’ın veya Erdoğan’ın İsrail hükümetine yönelik sert söylemleri, İsrail tarafının da tepkisi Amerika veya Türkiye’nin İsrail’i desteklemediği anlamına gelmiyor.
Her şeyden önce tarafların eleştirilerini kime yönelttiğine dikkat edilmelidir. Gerek Biden, gerekse Erdoğan İsrail rejimini hedef almıyor. Benyamin Netanyahu’yu hedef alıyor. Benyamin Netanyahu’yu sadece Biden ve Erdoğan değil İsraillilerin çok büyük bir kesimi de hedef alıyor. Aksa Tufanı’ndan önce de şimdi de İsrail’de her gün binlerce, on binlerce kişi Netanyahu’yu ve kabinesini en sert ifadelerle eleştiriyor, protesto ediyor ve istifaya çağırıyor.
Eğer mesele Netanyahu’ya sert sözler söylemekse Erdoğan da dahil hiç kimse şimdiye kadar Biden’ın rekorunu kıramadı. Çünkü Biden’ın Netanyahu’ya ağza alınmayacak sözlerle küfrettiği Amerikan basınında yer aldı.
Erdoğan da Biden da İsrail rejimini değil, Netanyahu’nun şahsını hedef alıyor. Erdoğan’ın “Netanyahu’yu sildik attık; İsrail’le bağları koparamayız” sözü hükümet yanlısı Hürriyet gazetesinin manşeti olmuştu.
Erdoğan bu sözü 4 Kasım’da Gazze savaşının başlamasından yaklaşık bir ay sonra ve Amerikan Dışişleri Bakanı Blinken’ın Türkiye’ye gelmesinden bir gün önce söyledi. Erdoğan’ın Netanyahu’yı sildik attık sözü ile Türkiye kamuoyunu memnun etmek hedeflenmekle birlikte İsrail ve Amerika’ya da: “Benim sorunum İsrail’le değil Netanyahu ile” mesajı veriliyordu. “Bağları koparamayız” sözü ile de Amerika ve İsrail rejimlerine garanti veriliyordu.
Erdoğan’ın bu sözü bir devlet politikası oldu ve İsrail’le ilişkiler konusunda yürürlükte olan politika da budur. Erdoğan, sorunu Netanyahu’ya indirgiyor, onu sert ifadelerle eleştirmek en risksiz tepki biçimi. Çünkü Netanyahu’yu sadece Erdoğan değil İsrailliler ile Amerikan rejimi bile eleştiriyor. Önemli olan Türkiye’nin İsrail’le bağları koparmaması. Erdoğan işte bunun garantisini verdi ve hala artarak sürmekte olan ticaret de bunun en somut kanıtı.
- Ticari ilişkiler sürüyor olsa da siyasi ilişkiler kötü. İki taraf da elçilerini çekmiş bulunuyor. Karşılıklı sert mesajlar da siyasi ilişkilerin kolay kolay tamir edilemeyeceğini gösteriyor. Öyle değil mi?
- Hayır değil. Erdoğan, sadece ticareti sürdürerek İsrail’i desteklemiyor. Siyasi açıdan da destekliyor. Ama Erdoğan, İsrail’e siyasi desteğini Joe Biden’ın tarzıyla yapıyor. Soykırım yaparak İsrail’in imajını yerle bir eden Netanyahu’yu eleştiriyor; ama çıkış yolu olarak gerçekleşmesi imkansız olan ‘iki devletli çözümü’ gösteriyor.
Erdoğan Biden’dan farklı bir şey mi yapıyor? Netanyahu’yu eleştiriyor, İsrail’le bağları koparamayız diyor ve iki devletli çözüme garantör ülke olarak taraf olalım diyor.
Erdoğan hükümetinin İsrail’le siyasi ilişkilerinde bundan çok daha kötü dönemler oldu. Daha doğrusu olması gerekiyordu. İsrail rejimi uluslararası sularda insani yardım taşıyan Mavi Marmara gemisine saldırıp 10 Türk vatandaşını öldürdü. Bu, doğrudan Türkiye’yi ilgilendiren bir sorundu. Peki Erdoğan bu sorunu nasıl çözdü? Parayla.
İsrail rejimi ölenlerin yakınlarına para ödedi Türkiye de İsrail rejimiyle ilişkilerini normalleştirdi.
Erdoğan’ın Suriye krizi döneminde de İsrail hükümetiyle kavgaları vardı; çünkü Hamas’ın Suriye’den koparılması için bu gerekliydi. Suriye’de savaşın başladığı 2012’den Türkiye ve İsrail’in elçilerini karşılıklı olarak atadığı 2022’ye kadar Türk İsrail ilişkileri siyasi açıdan çok krizliydi. İki taraf da birbirine sert sözlerle saldırıyordu. Ama bütün bunlar olurken ticaret rekordan rekora koştu.
Sadece ticari ilişkilerde değil, siyasi destek konusunda da Erdoğan hükümetleri İsrail’e karşı üstüne düşeni fazlasıyla yaptı. Türkiye, İsrail’le siyasi açıdan en gergin olduğu dönemlerde İsrail’in OECD’ye üyeliğine ve NATO’da büro açmasına onay verdi.
Adalet ve Kalkınma Partisi, 2014 yılındaki kongresine Hamas Siyasi Büro Başkanı Halid Meşal’i davet etti. 2015’te ise İsrail ve Amerika’nın talebi ile Hamas’ın askeri kanat liderlerinden Salih Aruri’yi sınır dış etti.
Yani Erdoğan hükümeti, İsrail’e karşı Filistin direnişinin tezlerini desteklediği için Hamas’a olumlu yaklaşmadı. Tam aksine Hamas’ı silah bırakmaya teşvik ederek bunu Amerika ve İsrail nezdinde krediye dönüştürmeye çalıştı. Erdoğan’ın Filistin sorununun çözümüne ilişkin görüşü Hamas’ınkiyle değil el-Fetih’inkiyle aynı.
Çünkü Hamas silahlı direnişten, el-Fetih ise siyasi müzakereden ve iki devletli çözümden yana. Erdoğan hükümeti, Filistin’de silahlı direnişi savunduğu için Hamas’ı desteklemedi. Hamas’ı Suriye’den koparmak için Hamas’ı destekledi. Dönemin ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın ifadesiyle Katar ve Suudi rejimleri Suriye’de mezhep savaşı çıkarmak istiyordu. Sünni Hamas’ın Şam’da bulunması ise bu hedefe zarar veriyordu. Katar, Suudiler ve Erdoğan hükümeti daha fazla silahlandırmak için Hamas’ı desteklemedi. Hamas’a sürekli silah bırakması yönünde baskı yaptıklarını bizatihi Erdoğan’ın dışişleri bakanları açıkladı.
Hamas, Suriye’nin yıkım projesi için kullanılan bir araçtı. Proje başarısız olunca Hamas’ı ortada bırakan ülkeler, İsrail’le normalleşmeye koştu.
YDH
Batı'nın "ikiyüzlü tavrı" Filistinli kadınların mücadelesini daha da zorlaştırıyor...
Filistinli kadınlar, küresel arenada Filistinlilere karşı yapılan adaletsiz muameleden ve haklarına duyulan kayıtsızlıktan hayal kırıklığına uğradı. Maskenin düştüğü ve gerçeğin ortaya çıktığı bir durumla karşı karşıyayız
Kudüs Kadınlar Merkezi Yönetim Kurulu Başkanı Fadwah Khawjah, Batı medyası ve uluslararası kuruluşların, Filistinli kadınların acılarını görmezden gelip İsrail'in işlediği suçlara sessiz kaldığını belirterek, "Artık bu değerleri pratiğe geçiremeyenlerin ikiyüzlüce yaptığı açıklamaları dinlemek istemiyoruz. Biz Filistinli kadınlar kendi rolümüzü, haklarımızı, bu samimiyetsiz ve etkisiz uluslararası kurumlarla nasıl başa çıkacağımızı çok iyi biliyoruz." dedi.
Khawjah, AA muhabirine, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla, İsrail saldırıları altında hayatta kalmaya çalışan Gazzeli kadınların durumunu ve Batı'nın taraflı tutumunu değerlendirdi.
Filistinli kadınların, tarihsel süreçte toplumlarının liderliğini üstlenerek çeşitli siyasi örgütler kurduklarını ve önemli roller üstlendiklerini aktaran Khawjah, İngiliz mandasının uygulamalarına karşı direniş sürecini başlatan, 200'den fazla kadının katıldığı ilk kadın kongresinin 1929'da Kudüs'te yapıldığını söyledi.
Khawjah, Filistinli kadınların 1987'de başlayan Birinci İntifada'da da başarılı bir şekilde örgütlendiklerini hatırlatarak, "1993'teki Oslo Barış Anlaşmalarının ardından da kadınlar, hem ulusal hem de uluslararası kadın örgütleriyle iş birliği yaparak gerçek değişim için çaba gösterdi." diye konuştu.
Filistinli birçok kadının yargı, meclis, bakanlıklar ve çeşitli siyasi partilerde görev aldığını ancak bugün gelinen noktada kadın temsilinin istenilen seviyede olmadığını kaydeden Khawjah, şöyle devam etti:
"Batı Şeria ve Doğu Kudüs'te de kadınlar İsrail işgalinden kaynaklanan büyük zorluklarla karşı karşıya. İsrail'in Gazze'deki saldırıları, özellikle kadınları ve çocukları hedef alıyor ve büyük acılara yol açıyor. Gazze'deki kadınlar, temel ihtiyaçlardan yoksun şekilde yaşam mücadelesi verirken, aynı zamanda İsrail askerlerinin şiddetine maruz kalıyor."
Khawjah, Gazze'de süregelen felaketlerin 7 Ekim 2023'ten sonra büyük oranda kadın ve çocukları da içeren bir soykırıma dönüştüğüne işaret ederek, şu ifadeleri kullandı.
"Çoğu kadın psikolojik ve fiziksel hastalıklarla mücadele ediyor. Özellikle ailelerini ve çocuklarını kaybedenler arasında histeri durumu yaygın olarak görülüyor. Gazze'deki kadınlar için zorluklar derin ve tarif edilemez nitelikte. Su, elektrik ve yiyecek gibi temel ihtiyaçlardan yoksunlar ve açıkta yaşıyorlar. Güvenli bölgelere kaçmaya çalışan hatta beyaz bez parçası taşıyan kadınlar öldürülüyor. Kadınlar ayrıca İsrail askerleri tarafından tecavüz de dahil olmak üzere şiddete maruz kalıyor. Kanıtlar ve ifadeler maalesef bu vahşeti vurguluyor."
Batı Şeria'daki kadınların durumunun da iyi olmadığına vurgu yapan Khawjah, şunları dile getirdi:
"Birleşmiş Milletler (BM) raporlarına göre İsrail askerleri tarafından tecavüze uğradığı bildirilen en az iki kadın var, diğerleri de tecavüz ve cinsel şiddetle tehdit ediliyor. Tutuklu kadınların İsrailli erkek askerler tarafından soyularak arandığı ortaya çıktı. İsrail ordusunun ilerlediği bölgelerde bulunan bazı kadın ve çocuklardan ise bir daha haber alınamadı. Gazze'de gözaltına alınan Filistinli kadınların yağmur altında, yiyecek bir şey verilmeden bir kafeste tutuldukları iddiası da yine BM raporlarında yer aldı."
"Maskenin düştüğü ve gerçeğin ortaya çıktığı bir durumla karşı karşıyayız"
Khawjah, Filistinli kadınların Dünya Kadınlar Günü'nü zorlu yaşam koşullarını ifade etmek için bir fırsat olarak değerlendirdiklerinden bahsederek, "Her sene Filistinli kadınlar çeşitli posterlerle gösteriler düzenliyor, kınama açıklamaları yayınlıyor, BM'ye, BM Güvenlik Konseyine ve insan hakları kurumlarına hitap eden mesajlar ve bu Nazi benzeri işgal altında deneyimledikleri acı ve trajik yaşamı belgeleyen videolar gönderiyorlardı." şeklinde konuştu.
Batı medyası ve uluslararası kuruluşların Filistinli kadınların yaşadığı acıları görmezden geldiklerine ve İsrail'in işlediği suçlara sessiz kaldıklarına dikkati çeken Khawjah, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Aslında bu yeni bir durum değil. Batı medyası ve kurumları kendi ajandalarına ve çıkarlarına hizmet ederler. 7 Ekim'den sonra övündükleri bütün değerlerin sadece kağıt üzerinde, faydasız konuşmalardan ve gösterişli sloganlardan ibaret olduğunu gördük. Artık bu değerleri pratiğe geçiremeyenlerin ikiyüzlüce yaptığı açıklamaları dinlemek istemiyoruz. Biz Filistinli kadınlar kendi rolümüzü, haklarımızı, bu samimiyetsiz ve etkisiz uluslararası kurumlarla nasıl başa çıkacağımızı çok iyi biliyoruz."
Khawjah, bu taraflı tutumun Filistinli kadınların mücadelesini daha da zorlaştırdığına işaret ederek, şu ifadeleri kullandı:
"Filistinli kadınlar, küresel arenada Filistinlilere karşı yapılan adaletsiz muameleden ve haklarına duyulan kayıtsızlıktan hayal kırıklığına uğradı. Maskenin düştüğü ve gerçeğin ortaya çıktığı bir durumla karşı karşıyayız. Uluslararası kuruluşların baskıcı İsrail güçleriyle olan uyumunu, yani Neonazileri ve teröristleri kınıyoruz. Filistinliler değil, asıl evlerimizi ve şehirlerimizi bombalayan, zehirli maddeler, savaş uçakları kullanan ve sivil halkı hedef alan İsrail teröristtir."
"Gerçekler eninde sonunda ortaya çıkacaktır"
İran'da 22 yaşındaki Mahsa Emini'nin "başörtüsü kurallarına uymadığı" gerekçesiyle gözaltına alındıktan sonra hayatını kaybetmesinin Batı'da ciddi bir öfkeyle kitlesel protestolara yol açtığını anımsatan Khawjah, "İran'da yaşananlar trajik, tüm dini ve hukuki kurallara aykırı ancak Batı medyasının bu olayı İslam hakkında olumsuz kalıpları pekiştirmek amacıyla kullanırken, İsrail işgal güçleri tarafından Filistinli kadınlara karşı işlenen korkunç suçlara göz yumması tamamen oyunlarının bir parçası." görüşünü paylaştı.
Khawjah, Batı medyasının gerçekte neler olduğunu göstermeye cesaretinin bulunmadığını vurgulayarak, "Bu sadece ikiyüzlülük değil, gerçekleri saklayan, etik olmayan ve ön yargılı bir medya ancak gerçekler eninde sonunda ortaya çıkacaktır." ifadesini kullandı.
Batı'nın, Gazze'de insanlığa karşı işlenen suçları yok sayarken, Rusya-Ukrayna savaşına yaklaşımının bu taraflı tutumun altını çizdiğini kaydeden Khawjah, sözlerini şöyle tamamladı:
"Dünya çocuklara karşı bile adaletsiz. Sadece Batılı çocuklara önem veriliyor. Başkalarıyla kıyaslanmayı kabul etmiyoruz. Filistinli çocuklar harika, dayanıklı, cesur, bu toprağın gerçek sahipleri. Dünya bilmeli ki bu çocuklar Filistin'i baskıcı ve zalim işgalden kurtaracak."
Hürsedahaber
Abdülmelik Husi: Düşmana daha fazla saldırı planımız var..
Yemen inkılabının lideri Seyyid Abdülmelik Bedreddin Husi, Perşembe akşamı yaptığı açıklamada şu ifadelerde bulundu: ‘İsrail düşmanın ABD'nin de katılımıyla Gazze'de gerçekleştirdiği katliam hedefli, planlı ve kasıtlıdır.
Bu toplu katliamlar Siyonistlerin suç ve cinayetlerinin canlı şahididir.
Gazze Şeridi'ndeki katliam, Siyonistlerin tüm insanlık için tehlike olduğunu, Siyonistlere çocukluktan itibaren Arapları ve Müslümanları öldürmeyi sevme düşüncesiyle eğitim verildiğini gösteriyor.’
Abdülmelik Husi, Gazze'deki katliamı Amerika'nın ahlaki ve insani çöküşünün bir kanıtı olarak nitelendirdi ve şunları söyledi: ‘Amerika çağdaş dünyanın lideri olduğunu iddia ediyor. Bu suç ve cinayetler Amerika'nın diğer uluslara yönelik eylemlerinin tehlikesine dair bir uyarıdır.
Sağlık sisteminin işgalci Siyonist rejim tarafından tahrip edilmesinden dolayı Gazze'deki sağlık durumu felaket boyutundadır.
Siyonist düşman Gazze'de hiçbir zafer kazanamadı ve sadece sivillere karşı işlediği suçlarla gurur duyuyor.
İsrail düşmanı, Filistin milletinin istikrarı ve direnişiyle tarihinin en büyük rezaletiyle karşı karşıya kaldı.
Düşmanın Eilat adını verdiği Ummu’l Raşraş limanının felç edilmesi bu rejimin ekonomisini etkiledi ve çalışanlarının yarısının işten çıkarılması bekleniyor.
Siyonist düşmanın ekonomik kayıpları her geçen an artıyor ve bu rejimin maliye bakanı bunu felaket olarak nitelendiriyor.
Geçen hafta Gazze'ye destek amacıyla 18 balistik füze ve İHA fırlattık. Şu ana kadar Gazze'ye destek operasyonlarımızda 479 füze ve İHA ateş ettik.
Amerikalılar Gazze'ye destek operasyonlarımızı durdurmamız için bize baskı yaptı. Amerika tarihin en büyük katili ve yok edicisidir.
Gelecekte İsrail düşmanına daha ağır darbeler vurma planlarımız var.
Hürsedahaber
Hizbullah, Golan'daki İsrail Savunma Karargahı'nı vurdu..
Lübnan Hizbullahı, İsrail rejiminin Baalbek kentine yönelik saldırısına yanıt olarak, işgal altındaki Suriye Golan'ında İsrail ordusunun hava ve savunma birimlerine büyük roket saldırıları düzenlediğini ve Filistin halkına desteğini sürdürdüğünü duyurdu.
İsrail medyası da bu açıklamadan daha önce Lübnan'ın güneyinden işgal altındaki Suriye Golan'ına büyük bir roket saldırısı düzenlendiğini bildirmişti.
İsrail medyası Lübnan'dan Golan Tepelerine doğru yaklaşık 50 roket atıldığını ve bunlardan sadece 4 tanesinin engellendiğini bildirdi.
Medya, Lübnan'dan gelen roket ateşinin ardından Golan'daki hava savunma sistemlerinin aktif hale getirildiğini söyledi.
El-Meyadin muhabiri Güney Lübnan'dan atılan füzelerin Keyla ve Yoav gibi İsrail üslerini hedef aldığını söyledi.
Hizbullah'tan yapılan açıklamada, "İslami Direniş Mücahitleri, Gazze Şeridi'nden döndükten sonra Golani Tugayı güçlerinin eğitim gördüğü Yoav füze ve topçu üssü ile Keyla garnizonunu (hava ve füze savunma komuta merkezi) 60 Katyuşa füzesiyle hedef aldı" denildi.
Hizbullah’ın bu operasyonundan önce İsrail rejimi, Lübnan topraklarında yer alan Baalbek'i hedef almış ve üç kişinin yaralanmasına sebep olmuştu.
Aksa Tufanı Esiyor Halâ!
“Ey iman edenler, Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin. İçinizden her kim onlara yardaklık ederse muhakkak onlardandır.“ Maide 51
Aksa Tufan’ı esmeye devam ediyor. Bu tufan düşürmedik maske bırakmadı. Müminleri de ortaya çıkardı; münafıkları da... Kim vicdan sahibi kim değil, kim sahici davranıyor kim “…mış gibi” yapıyor, kim seyrediyor kim bir şeyler yapmak için çabalıyor hepsi ortaya çıktı.
Hangi dinden olursa olsun dünyanın temiz vicdanlı insanları ve Müslüman halklar direnişin yanında yer alıp, Emperyalizm ve Siyonizm’in karşısında olduklarını haykırırken; Müslüman halkları yönetenlerin de iki yüzlülüğünü, acizliğini, zaaflarını ortaya döktü. Müslüman halkları yönetenlerin küresel zulüm karşısında fiili tercihlerinin ne olacağını da hepimize gösterdi…
Akait kitaplarımızda imanın tanımı yapılırken özellikle iman-amel ilişkisine dikkat çekilir. İman; “dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve mucibince amel etmektir” buyrulur. Bir insanın dille söylediği davranışlarından farklı ise acaba hangisini esas almalıyız? Kalp ile tasdik etmenin alâmeti/tezahürü, dille söylenen şeyler midir, yoksa davranışla yapılanlar mı? Yani kalbiyle tasdik davranışlarımızda nasıl ortaya çıkacaktır?
Mesela; münafıkları tanırken sözlerine mi davranışlarına mı dikkat etmemiz gerekiyor? Münafıkları ne ile tanıyacağız? Hiç kimse için, her ne yaparsa yapsın münafık demeyecek miyiz? Eğer öyleyse münafıklarla ilgili ayetler ve hadisler niçin var? Ne zaman ve hangi şartlarda bu ayetlerin ve hadislerin uyarılarını dikkate alacağız? Bu ayetlerle ve hadislerle ne zaman amel edeceğiz?
Yemen halkı ve Ensarullah hareketi yıllardır emperyalizm ve yerli uşakları ile savaşıyor. Yıllardır Bab-ul Mendep boğazındaki ticaret trafiğini kesmeyi düşünmediler ve hâkim konumlarını kendileri için kullanmadılar. Ama bu gün Gazze’nin Müslüman halkı ve direniş için stratejik konumlarını kullanıyorlar. Bunu nasıl yorumlayacağız? Direnişe verdikleri destekler ile mi, ulusal çıkarlar ile mi, İran’ın Şii etkisiyle mi yorumlayacağız? Yoksa Ensarullah hareketi'nin imanıyla mı? Müslümanca tercihleriyle mi i?
Aksa Tufanı tüm dünyaya Müslümanlara, Müslüman olmayanlara ve münafıklara her gün büyük dersler veriyor. Tüm insanlığa iman, cihat, şecaat, cesaret, adanmışlık, direniş, sabır, vicdan, savaş hukuku, hukuk, halkla ilişkiler, halkını temsil etme vb. dersler bunlar.
Bu derslerin çoğunu, belki de tamamını bize, biz Müslümanlara veriyor, bize anlatıyor. Bizlere iman etmekle ilgili, İslami sorumluluklarımızla ilgili kendimize bakmayı hatırlatıyor. “Vehen” içinde olduğumuzu hatırlatıyor.
“Ey Allah'ın Resulü peki ya vehen nedir?”
“ Vehen dünyayı sevmek ve ölümden korkmaktır.”
Bu tufan hak ile batılı ayırıyor. Kim devrimci kim muhafazakâr, kim mümin kim münafık, kim direnişçi kim işbirlikçi, kim emperyalist statükonun hatırı için saf tutuyor kim dinin ve Müslümanların hatırı için... Bunların tamamı gören gözler için aşikâr oldu.
Gazze’de binlerce, on binlerce şehidimiz var. Belki bir o kadarı da enkaz altında ve sayısı bilinmiyor. Gazze’deki insani drama tarihte az rastlanır. Ancak bu savaşın bir başka veçhesi de var.
Direniş şehitlerinin kanı tüm dünyada vicdanları da kanatmaya devam ediyor. Kan kırmızı güller yeşertiyor vicdanlarda… Çünkü kırmızı gül aşktır; aşkın rengidir. Kırmızı, şehadetin rengidir. Kalbi olanların kalplerini kanatıyor, bu direniş. Kalpsizlere bile “bu kadar da olmaz ki” dedirtiyor. Bu, neden böyle acaba? Çünkü , “Şehit tarihin kalbidir.” Tarihte destanlar, büyük mücadeleler hep kanla ve cesaretle yazılmıştır. Bu öykü de kanla yazılıyor; bebeklerin, çocukların, kadınların, ihtiyarların, savaşanların kanıyla; kelimelerle değil... Cesaret ve fedakârlıkla yazılıyor, korkaklık ve kaçmakla değil. Dünyadaki bütün dillerin/lügatların kelimeleri ne bu zulmü yazmaya yeter, ne de bu direnişin öyküsünü yazmaya… Belki, “Bedr’in Arslanları ancak bu kadar şanlı idi” desek yeridir.
Hiçbir iftira ve karalama Aksa Tufanı Operasyonunu değersizleştiremez. Kimileri “bunca ölüm ve yıkıma değer miydi” diyerek İsrail’in cinayet ve yıkımlarını, soykırım ve katliamlarını bile direnişin üzerine atmaya çalışıyor. Kimileri İsrail’in propaganda dilini kullanarak, Hamas’ın da sivilleri öldürdüğünü söylüyor. Bilmiyorlar ki İsrail’de sivil yoktur. Sivil yerleşimci dedikleri kişiler; işgalci silahlı hırsızlardır. İsrail’de İlkokul çocuklarına bile silah eğitimi verildiğini bilmiyorlar tabi.
Bizdeki kimi devletlu şahıslar da, tüm dünyada Müslümanların hamisi, laik- batıcı rejimin ve muhafazakar demokratların içine düştüğü ofsayt durumu düzeltip gole çevirmek için senaryolar üretiyorlar. 7 Ekim savaşının bir provokasyon olduğunu, arkasında aslında İngiltere’nin bulunduğunu, Hamas Liderlerinin zaten Katar’da yaşadığını; meselenin Gazze açıklarındaki çok zengin petrol ve doğalgaz yatakları ile ilişkili olduğunu söyleyerek direnişi karalamaya çalışmaktalar.
Bu ofsayt durumu gizlemek için dikkatleri başka taraflara çekmeye çalışanlar da var. “Hizbullah niçin savaşmıyor” sorusu bu bağlamda sorulan bir soru. Hâlbuki yedi Ekim’den bu yana savaşın fiilen içinde olan Hizbullah, kendi başlatmadığı bir savaşa iştirak ettiği gibi, neticelerine katlanmakta ve şehitler vermekte...
“Birileri de "İran niçin füze yollamıyor?” cümlesi ile bu koroya katılıyor. Bu soruyu soranlar İsrail’e atılan her füzenin İran’dan gittiğini bilmiyorlar mı? Direniş liderlerinin İran’ın desteğine dair açıklamalarını duymadılar mı? Kürecik üssünün niçin yapıldığını bilmiyorlar mı? Aynı üssün Ürdün ve Suudi Arabistan’da bulunduğunu ve Yemen’den İsrail’e atılan füzeleri engellediğini acaba duymadılar mı? Bu bağlamda ben de şunu sorayım; Ukrayna’ya, Azerbaycan’a iha- siha verenler niçin Filistin’e/Gazze’ye vermiyorlar? İsrailli dostlarını incitmemek için mi?
İster beğenin isterse beğenmeyin; Gazze direnişi de, Suriye ve Iraktaki ABD hedeflerine yapılan saldırılar da, Hizbullah’ın İsrail’e saldırıları da, Ensarullah Hareketinin İsrail’e giden gemileri engelleyip bazılarını batırmaları ve füze saldırıları da tamamen “Direniş Ekseninin” başarısıdır. Kimileri “Direniş Ekseni “tanımlamasını dudak bükerek reddetseler de gerçek böyle.
Ortadoğu’da “ Türkiye’den habersiz” hiçbir şeyin olmayacağını söyleyen, yazıp çizen eski askerler acaba İsrail’in cinayetlerini ve direnişin zaferlerini nasıl yorumlayacaklar?
Geçen yıllarda bir makalede; “Filistin konusunda neredeyse hiçbir ülke Türkiye kadar elini taşın altına koymadı” diyen bir yazar beyefendi bu cümlesinin hilaf-ı hakikat olduğunu bugünlerde anlamış mıdır acaba?
Bu devletlü eşhasın en büyük numaraları ise “çok şey yapılıyor”, “bilmediğiniz çok şey var”, “anlatılamayan çok şeyler var” ve benzeri cümleler kurmak. Sanki gizlice çok büyük şeyler yapıldığını ima ederek ofsayt durumu kurtarmaya çalışıyorlar. Hiçbir şey yapmadan veya yaptıkları küçük şeyleri bile çok büyük harflerle anlatıp propaganda yapmayı iyi bildiklerini, biliyoruz. Her türlü yalanı ise çok rahat söylüyorlar.
Yüzyılımızın en büyük feylesofu bir yazar ise; (hatta neredeyse muallim-i sâlis)çok özel bilgilere sahip olduğunu önce ima ediyor arkasından da, saraydan gelen telefonla ülkemizin bütün gücüyle (kara, hava, deniz lojistik vesair.) Gazze’de olduğunu istemeyerek açıklayıveriyor.
Tüm bunlar batı ve Siyonist işbirlikçisi rejimin ve o rejimin uygulayıcısı iktidarın iki yüzlüğünün ortaya çıkmaması için yapılan algı operasyonlarıdır.
“Sizin bilmediğiniz şeyler var” sihirli cümlesini artık herkes çok kullanıyor. Devlet başkanından, tarikat şeyhine, cemaat liderinden, parti başkanına varıncaya kadar; her tür yanlışı ve gayr-ı meşruluğu çevresindekilere kabul ettirmeyi sağlıyor. Bu cümleyi geçmişte en çok tarikatlar, cemaatler, Fetö ve benzerleri kullanırken eleştirenler bugün aynı cümleyi kendilerinin kullanmasındaki gülünç durumun acaba farkındalar mı? “Sihirli cümle” tabirini özellikle kullanıyorum. Çünkü hakikate saygısı olmayanlar, toplumunu ya da çevresinde bulunanları yalanlarla kandıranlar için çok kullanışlı ve büyülü bir cümle. Bunlar, Firavun’un sihirbazları gibi; büyüyü ellerindeki değneklerle değil, kelimelerle yapıyorlar.
7 Ekim Aksa operasyonun büyüklüğü batının iki yüzlülüğünü ortaya çıkarıp en büyük maskelerini de düşürmüştür. Tüm dünyaya pazarladıkları demokrasi, insan hakları, medeniyet ve benzeri batıl/ı ne kadar kelime varsa tamamının maskesi düştü. Kadın hakları, çocuk hakları, yaşama hakkı, var olma hakkı, vesair, vesair, vesair. Bugün Gazze’de yıkılan binaların enkazı altında bütün batılı değerler, batının gücü ve üçyüz yıllık efsanesi vardır. Batının gücü dedim, çünkü direniş Gazze’de sadece İsrail’le savaşmıyor. Batıl/ı büyük güçlerin tamamıyla da savaşıyor. Kızıldeniz’de ABD ve İngiltere ile, Suriye ve Irak'ta ABD ile savaşıyor. Gazze’nin sokaklarında, sokak sokak sadece işgalci Siyonistlerle değil; ABD paralı askerleri, İngiliz, Fransız özel kuvvetleriyle de savaşıyorlar.
Tufan esmeye devam ediyor. 100 binlerce insan Batılı ülkelerde, Amerika’da, Güney Amerika’da, Afrika’da sokaklara dökülürken ülkemizde yaşanan cılız tepkileri ne ile izah etmemiz lazım? Burada yanlış olan nedir, ya da yanlış nerede? Bir vicdan körelmesi mi, insani/İslami hassasiyetlerin yitirilmesi mi?
“Eli kalem tutan okumuşlar, aydınlar, siyasiler, adı siyasetçi olmasa bile siyasi rekabetin parçası olan yapılanmalar; itiraz ve savunmalarında kuracakları dili iyi düşünmek zorundalar. Bireylerin dini kimlikleri, (teker teker Müslüman olmaları) ile müesses nizamın temel yapısı arasındaki derin çelişkiyi göremeyenler... Hatta İslam’ın bir tür devletin gücü ve bekası için siyasallaşmasına (kullanılmasına) razı derin siyasetleri okuyamayanlar, bu ülkenin insanının henüz kurulamayan cümlelerini bozar, sesini boğar. Yaşanmakta olan güç mücadelesinde kimin haklı olduğundan ve sonuçta kazanan ya da kaybedenin kim olduğundan çok; insanlara söylenmemiş sözlerimizin, dilimize gelmek üzereyken boğulduğunun daha önemli olduğunun kim farkında?
“Müslüman kimliği öne çıkan insanların(İslamcılık iddiaları olmasa da)birbirini siyaseten boğazladığı bir ortamda, toplumun dinden soğutulup sekülerizme sahte bir kurtuluş simidi gibi sarılmasına yol açmanın vebalini kim alacak? Müslümanların henüz söylenmemiş cümlelerini daha dillendirmeden kekemeleşmeleri, sözlerinin bulanıklaşması bu ülkenin ufkunun karartılması demektir. Bu durumu da en iyi değerlendirecek (kullanacak) olanlar, küresel aktörler ve müesses nizamın statükocu yapısıdır…”
“Karşılaştığımız bu durumun başka bir sonucu da… olayın, bir toplumun sekülerleştirilmesi amacıyla dinin vicdanlarda dahi savunulamaz hale getirilmesi olduğu çok açık… Burada ilginç bir çelişki yaşanıyor. Bir yanda toplumda muhafazakârlaşma eğilimleri açık biçimde gözlenirken, diğer tarafta topluma yön veren, belirleyen her türlü toplumsallaşmanın dili gittikçe sekülerleş/tiril/iyor. Bu sekülerleşmenın tek taraflı olarak, Jakoben laikçilerin baskısıyla oluştuğu falan da yok. Bizzat muhafazakârlaşmayı temsil eden kişi ve kurumlar en az Jakoben refleks sahipleri kadar ya da onlara paralel olarak sekülerleşmeye hizmet ediyor.”
“Kitlelerin muhafazakârlaşması ile din dilinin kırılmaya uğratılması, dahası dinin artık bizzat muhafazakârlar eliyle toplumsal planda savunulamaz hale getirildiğine tanıklık ediyor gibiyiz.”
“...Daha sağ muhafazakâr iktidarlar, toplumla devlet arasındaki gerilimi yumuşatmak için, derin ilişkiyi ortadan kaldırmak yerine toplumun din algısı ile oynamayı, deforme etmeyi üstlendiler. Zaman içinde toplumun bilincinde, vicdanında, hafızasında yer eden din algısını Protestanlaştırıp sekülerize ederek, devletin dinle ilişkisini temelden değiştirmeden, dinin içini boşaltmaya, dinin bir tür profanlaşmasına katkıda bulundular.”
Ülkemizdeki cılız tepkilerin sebebini Akif Emre’nin bu cümleleri sanırım biraz izah ediyor. Bu vesileyle Akif Emre ağabeyi rahmetle ve saygıyla anıyoruz.
Aslında bu Tufan bizim acizliğimize de ışık tuttu, bize boy aynası tuttu. Tam burada “vehn hadisini” okumak, yeni baştan düşünmek, yorumlamak gerekmez mi? Belki de Byung Chul Han’ın, “olumluluğun şiddeti” kavramını yeniden okumak gerekir.
İktidarlarını batılı emperyalistlere borçlu olup, küresel sermaye ile ilişkilerini iyi tutmak zorunda olan Müslüman halkların başındaki rejimlerin hiçbiri İsrail’in güvenliğini tehlikeye atabilecek bir girişimde bulunamazlar. Bunlara gerekli hatırlatmayı Netanyahu ilk günlerde yapmıştı. Şöyle dedi: “haddinizi bilin iktidarlarınızı bize borçlusunuz.”
Şunu unutmamak gerekiyor; küresel şirketlerin çıkarlarını, İsrail’in güvenliğini, emperyalizmin sömürü düzeninin devamını garanti etmeyen hiçbir parti, akım, siyasal hareket, ideoloji ve benzeri her ne varsa iktidara gelemez. Kazara gelirse hemen devrilir, gerekirse yıllarca uğraşılır.
Aksa Tufanı İslam ülkelerindeki mevcut rejimlerin İslam’ı ve Müslümanları temsil etmediğini, demokratik yöntemle iktidara gelmenin bir diyeti olduğunu ve pazarlıkla olduğunu bir kez daha bize gösterdi. İslami amaçlar ve Müslümanca bir yaşantı için, Müslümanca siyasi tavırlar için; bireysel toplumsal ve siyasal alanda çok büyük devrimlere ihtiyacımız olduğunu ortaya koydu. Tek yol devrim.
Hiçbir İslam ülkesi niçin güney Afrika’nın gösterdiği cesareti gösteremez? Bu soru, üzerinde günlerce düşünüp tartışmaya değmez mi?
Ülkemizde muhafazakâr demokrat iktidarın, Netanyahu’nun savaş suçlarından yargılanacağı konusunda söyledikleri hiçbir ciddiyet ve samimiyet içermiyor. Mavi Marmara olayı sonrası dünya kamuoyu ve uluslararası hukuk İsrail’in aleyhinde olduğu halde katil rejim ve cinayetin sorumluları bizdeki mahkemeler eliyle aklanmıştı.
İktidara gelirken İsrail’in güvenliğini taahhüt eden hiçbir yönetim, hiçbir yetkili “bizim diyet borcumuz yoktur” diyemez. Milyar dolarları Yahudi sermayesinin bankalarında olanlar, Siyonistlerle milyar dolarlık ticareti olanlar, İsrail’e kafa tutamazlar; tutamıyorlar da. Aksa Tufanı bunların hepsini ortaya çıkardı.
Orta Doğu‘nun laik, batıcı, şeriatçı, demokrat, muhafazakâr ya da faşist iktidarlarının takiyye ve ikiyüzlülükleri acaba kime karşı? Bunlar emperyalistlere, siyonistlere, kafirlere mi takiyye yapıyorlar; yoksa bunların emrinde olup Müslüman halkları mı takiyye yapmaktalar? Onlara takiyye mi yapıyorlar yoksa Müslüman halklara münafıklık mı yapmaktalar?
Namazları, oruçları, kuran okumalarıyla bizden olduklarını söylerken; katliama, cinayetlere soykırıma sessiz kalıp, ticari ve siyasi işbirliği ile batılılara “sizin tarafınızdayız” mı diyorlar? Yoksa bizleri lafla avuturken, kâfirleri filleri ve davranışlarıyla mı destekleyip avutuyorlar? Hangisi acaba?
İsrail’e mal satmak için yarışan MÜSİAD üyeleri acaba ne hissediyorlar? 28 Şubat öncesi Tüsiad’a alternatif olarak kurulan “yeşil sermaye” diye dışlanan bunlar değil miydi? Milyonlarca dolar para kazanmanın sıcaklığı, cazibesi acaba Müslüman olduklarını unutturuyor mu? Müslüman halk gösteri, dua, maddi yardımla direnişi destekliyor. Vicdan sahibi halklar da öyle. Bu müstakil işadamları gösteri, slogan ve dualarını Filistin’e yollarken, gemileri İsrail’e gidiyorsa burada bir yanlışlık yok mu? Buradaki garipliği, ikiyüzlülüğü, niçin yüksek sesle konuşmuyoruz? Sesimiz bir batılı ülkenin Hristiyan halkları kadar, ya da batılı STK lar kadar niçin gür çıkmıyor? Bu vicdan körelmesi mi, dünyevileşme mi, iman zaafı mı, iktidarın kölesi olma mı, yoksa; hepsi mi?
Ölümü göze alıp, dinini, vatanına, namusunu savunan, Allah yolunda şehadeti göze alıp dünyayı elinin tersiyle iten hiçbir topluluğa hiçbir güç zarar veremez, galip gelemez. Binaları yıkabilirler ama onur ve iradelerimizi yıkamazlar. Şehit edebilirler ama galip gelemezler. La Galibe illallah.
Tabii bu cümlelerimizi kimi dostlarımız çok sloganik bulabilirler. Olsun onlar da sloganik bulsunlar. Slogan, savaş çığlığı demektir zaten. Savaş zamanında pek yakışır. Kâfir ve zalimlerle savaşımız hiç bitmeyeceği için sloganlarımız da hiç bitmeyecek.
Gazze’de Savaşan mücahitler sadece İsrail’e karşı savaşmıyorlar, aynı zamanda Amerikan özel birliklerine, paralı askerlere, İngiliz ve Fransız komandolarına karşı da savaşıyorlar. Onlar Gazze’de 30.000’i aşkın insanımızın öldüğünü sanırlar. Ama bu zaman içinde, Avrupa’da bir o kadar insan İslam’ı seçerek dirilir.
Gazze direnişin, onurun, İslam’ın, İman’ın, İzzet’in, Sabır ve tahammülün dersini veriyor, yüzyılımızın insanına, tüm insanlık âlemine. Tıpkı Şib-i ebi Talip’de Hazreti peygamber as. ve arkadaşlarının ders verdiği gibi. ”Her zorlukla beraber bir kolaylık var.”
Bu tufan kâfirlerin, zalimlerin, Siyonistler’in ve onlara destek için savaşa katılan tüm batılıların ve batının uşağı tüm rejimlerin yenilgisiyle sonuçlanacaktır; biiznillah…
Biz Amerika ve Siyonizm’in arzı istilasına değil Allah’ın arşa istivasına iman ettik.
La Galibe illallah.
Talip Özçelik - İslamiAnaliz
Aksa Tufanı Esiyor Halâ!
“Ey iman edenler, Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin. İçinizden her kim onlara yardaklık ederse muhakkak onlardandır.“ Maide 51
Aksa Tufan’ı esmeye devam ediyor. Bu tufan düşürmedik maske bırakmadı. Müminleri de ortaya çıkardı; münafıkları da... Kim vicdan sahibi kim değil, kim sahici davranıyor kim “…mış gibi” yapıyor, kim seyrediyor kim bir şeyler yapmak için çabalıyor hepsi ortaya çıktı.
Hangi dinden olursa olsun dünyanın temiz vicdanlı insanları ve Müslüman halklar direnişin yanında yer alıp, Emperyalizm ve Siyonizm’in karşısında olduklarını haykırırken; Müslüman halkları yönetenlerin de iki yüzlülüğünü, acizliğini, zaaflarını ortaya döktü. Müslüman halkları yönetenlerin küresel zulüm karşısında fiili tercihlerinin ne olacağını da hepimize gösterdi…
Akait kitaplarımızda imanın tanımı yapılırken özellikle iman-amel ilişkisine dikkat çekilir. İman; “dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve mucibince amel etmektir” buyrulur. Bir insanın dille söylediği davranışlarından farklı ise acaba hangisini esas almalıyız? Kalp ile tasdik etmenin alâmeti/tezahürü, dille söylenen şeyler midir, yoksa davranışla yapılanlar mı? Yani kalbiyle tasdik davranışlarımızda nasıl ortaya çıkacaktır?
Mesela; münafıkları tanırken sözlerine mi davranışlarına mı dikkat etmemiz gerekiyor? Münafıkları ne ile tanıyacağız? Hiç kimse için, her ne yaparsa yapsın münafık demeyecek miyiz? Eğer öyleyse münafıklarla ilgili ayetler ve hadisler niçin var? Ne zaman ve hangi şartlarda bu ayetlerin ve hadislerin uyarılarını dikkate alacağız? Bu ayetlerle ve hadislerle ne zaman amel edeceğiz?
Yemen halkı ve Ensarullah hareketi yıllardır emperyalizm ve yerli uşakları ile savaşıyor. Yıllardır Bab-ul Mendep boğazındaki ticaret trafiğini kesmeyi düşünmediler ve hâkim konumlarını kendileri için kullanmadılar. Ama bu gün Gazze’nin Müslüman halkı ve direniş için stratejik konumlarını kullanıyorlar. Bunu nasıl yorumlayacağız? Direnişe verdikleri destekler ile mi, ulusal çıkarlar ile mi, İran’ın Şii etkisiyle mi yorumlayacağız? Yoksa Ensarullah hareketi'nin imanıyla mı? Müslümanca tercihleriyle mi i?
Aksa Tufanı tüm dünyaya Müslümanlara, Müslüman olmayanlara ve münafıklara her gün büyük dersler veriyor. Tüm insanlığa iman, cihat, şecaat, cesaret, adanmışlık, direniş, sabır, vicdan, savaş hukuku, hukuk, halkla ilişkiler, halkını temsil etme vb. dersler bunlar.
Bu derslerin çoğunu, belki de tamamını bize, biz Müslümanlara veriyor, bize anlatıyor. Bizlere iman etmekle ilgili, İslami sorumluluklarımızla ilgili kendimize bakmayı hatırlatıyor. “Vehen” içinde olduğumuzu hatırlatıyor.
“Ey Allah'ın Resulü peki ya vehen nedir?”
“ Vehen dünyayı sevmek ve ölümden korkmaktır.”
Bu tufan hak ile batılı ayırıyor. Kim devrimci kim muhafazakâr, kim mümin kim münafık, kim direnişçi kim işbirlikçi, kim emperyalist statükonun hatırı için saf tutuyor kim dinin ve Müslümanların hatırı için... Bunların tamamı gören gözler için aşikâr oldu.
Gazze’de binlerce, on binlerce şehidimiz var. Belki bir o kadarı da enkaz altında ve sayısı bilinmiyor. Gazze’deki insani drama tarihte az rastlanır. Ancak bu savaşın bir başka veçhesi de var.
Direniş şehitlerinin kanı tüm dünyada vicdanları da kanatmaya devam ediyor. Kan kırmızı güller yeşertiyor vicdanlarda… Çünkü kırmızı gül aşktır; aşkın rengidir. Kırmızı, şehadetin rengidir. Kalbi olanların kalplerini kanatıyor, bu direniş. Kalpsizlere bile “bu kadar da olmaz ki” dedirtiyor. Bu, neden böyle acaba? Çünkü , “Şehit tarihin kalbidir.” Tarihte destanlar, büyük mücadeleler hep kanla ve cesaretle yazılmıştır. Bu öykü de kanla yazılıyor; bebeklerin, çocukların, kadınların, ihtiyarların, savaşanların kanıyla; kelimelerle değil... Cesaret ve fedakârlıkla yazılıyor, korkaklık ve kaçmakla değil. Dünyadaki bütün dillerin/lügatların kelimeleri ne bu zulmü yazmaya yeter, ne de bu direnişin öyküsünü yazmaya… Belki, “Bedr’in Arslanları ancak bu kadar şanlı idi” desek yeridir.
Hiçbir iftira ve karalama Aksa Tufanı Operasyonunu değersizleştiremez. Kimileri “bunca ölüm ve yıkıma değer miydi” diyerek İsrail’in cinayet ve yıkımlarını, soykırım ve katliamlarını bile direnişin üzerine atmaya çalışıyor. Kimileri İsrail’in propaganda dilini kullanarak, Hamas’ın da sivilleri öldürdüğünü söylüyor. Bilmiyorlar ki İsrail’de sivil yoktur. Sivil yerleşimci dedikleri kişiler; işgalci silahlı hırsızlardır. İsrail’de İlkokul çocuklarına bile silah eğitimi verildiğini bilmiyorlar tabi.
Bizdeki kimi devletlu şahıslar da, tüm dünyada Müslümanların hamisi, laik- batıcı rejimin ve muhafazakar demokratların içine düştüğü ofsayt durumu düzeltip gole çevirmek için senaryolar üretiyorlar. 7 Ekim savaşının bir provokasyon olduğunu, arkasında aslında İngiltere’nin bulunduğunu, Hamas Liderlerinin zaten Katar’da yaşadığını; meselenin Gazze açıklarındaki çok zengin petrol ve doğalgaz yatakları ile ilişkili olduğunu söyleyerek direnişi karalamaya çalışmaktalar.
Bu ofsayt durumu gizlemek için dikkatleri başka taraflara çekmeye çalışanlar da var. “Hizbullah niçin savaşmıyor” sorusu bu bağlamda sorulan bir soru. Hâlbuki yedi Ekim’den bu yana savaşın fiilen içinde olan Hizbullah, kendi başlatmadığı bir savaşa iştirak ettiği gibi, neticelerine katlanmakta ve şehitler vermekte...
“Birileri de "İran niçin füze yollamıyor?” cümlesi ile bu koroya katılıyor. Bu soruyu soranlar İsrail’e atılan her füzenin İran’dan gittiğini bilmiyorlar mı? Direniş liderlerinin İran’ın desteğine dair açıklamalarını duymadılar mı? Kürecik üssünün niçin yapıldığını bilmiyorlar mı? Aynı üssün Ürdün ve Suudi Arabistan’da bulunduğunu ve Yemen’den İsrail’e atılan füzeleri engellediğini acaba duymadılar mı? Bu bağlamda ben de şunu sorayım; Ukrayna’ya, Azerbaycan’a iha- siha verenler niçin Filistin’e/Gazze’ye vermiyorlar? İsrailli dostlarını incitmemek için mi?
İster beğenin isterse beğenmeyin; Gazze direnişi de, Suriye ve Iraktaki ABD hedeflerine yapılan saldırılar da, Hizbullah’ın İsrail’e saldırıları da, Ensarullah Hareketinin İsrail’e giden gemileri engelleyip bazılarını batırmaları ve füze saldırıları da tamamen “Direniş Ekseninin” başarısıdır. Kimileri “Direniş Ekseni “tanımlamasını dudak bükerek reddetseler de gerçek böyle.
Ortadoğu’da “ Türkiye’den habersiz” hiçbir şeyin olmayacağını söyleyen, yazıp çizen eski askerler acaba İsrail’in cinayetlerini ve direnişin zaferlerini nasıl yorumlayacaklar?
Geçen yıllarda bir makalede; “Filistin konusunda neredeyse hiçbir ülke Türkiye kadar elini taşın altına koymadı” diyen bir yazar beyefendi bu cümlesinin hilaf-ı hakikat olduğunu bugünlerde anlamış mıdır acaba?
Bu devletlü eşhasın en büyük numaraları ise “çok şey yapılıyor”, “bilmediğiniz çok şey var”, “anlatılamayan çok şeyler var” ve benzeri cümleler kurmak. Sanki gizlice çok büyük şeyler yapıldığını ima ederek ofsayt durumu kurtarmaya çalışıyorlar. Hiçbir şey yapmadan veya yaptıkları küçük şeyleri bile çok büyük harflerle anlatıp propaganda yapmayı iyi bildiklerini, biliyoruz. Her türlü yalanı ise çok rahat söylüyorlar.
Yüzyılımızın en büyük feylesofu bir yazar ise; (hatta neredeyse muallim-i sâlis)çok özel bilgilere sahip olduğunu önce ima ediyor arkasından da, saraydan gelen telefonla ülkemizin bütün gücüyle (kara, hava, deniz lojistik vesair.) Gazze’de olduğunu istemeyerek açıklayıveriyor.
Tüm bunlar batı ve Siyonist işbirlikçisi rejimin ve o rejimin uygulayıcısı iktidarın iki yüzlüğünün ortaya çıkmaması için yapılan algı operasyonlarıdır.
“Sizin bilmediğiniz şeyler var” sihirli cümlesini artık herkes çok kullanıyor. Devlet başkanından, tarikat şeyhine, cemaat liderinden, parti başkanına varıncaya kadar; her tür yanlışı ve gayr-ı meşruluğu çevresindekilere kabul ettirmeyi sağlıyor. Bu cümleyi geçmişte en çok tarikatlar, cemaatler, Fetö ve benzerleri kullanırken eleştirenler bugün aynı cümleyi kendilerinin kullanmasındaki gülünç durumun acaba farkındalar mı? “Sihirli cümle” tabirini özellikle kullanıyorum. Çünkü hakikate saygısı olmayanlar, toplumunu ya da çevresinde bulunanları yalanlarla kandıranlar için çok kullanışlı ve büyülü bir cümle. Bunlar, Firavun’un sihirbazları gibi; büyüyü ellerindeki değneklerle değil, kelimelerle yapıyorlar.
7 Ekim Aksa operasyonun büyüklüğü batının iki yüzlülüğünü ortaya çıkarıp en büyük maskelerini de düşürmüştür. Tüm dünyaya pazarladıkları demokrasi, insan hakları, medeniyet ve benzeri batıl/ı ne kadar kelime varsa tamamının maskesi düştü. Kadın hakları, çocuk hakları, yaşama hakkı, var olma hakkı, vesair, vesair, vesair. Bugün Gazze’de yıkılan binaların enkazı altında bütün batılı değerler, batının gücü ve üçyüz yıllık efsanesi vardır. Batının gücü dedim, çünkü direniş Gazze’de sadece İsrail’le savaşmıyor. Batıl/ı büyük güçlerin tamamıyla da savaşıyor. Kızıldeniz’de ABD ve İngiltere ile, Suriye ve Irak'ta ABD ile savaşıyor. Gazze’nin sokaklarında, sokak sokak sadece işgalci Siyonistlerle değil; ABD paralı askerleri, İngiliz, Fransız özel kuvvetleriyle de savaşıyorlar.
Tufan esmeye devam ediyor. 100 binlerce insan Batılı ülkelerde, Amerika’da, Güney Amerika’da, Afrika’da sokaklara dökülürken ülkemizde yaşanan cılız tepkileri ne ile izah etmemiz lazım? Burada yanlış olan nedir, ya da yanlış nerede? Bir vicdan körelmesi mi, insani/İslami hassasiyetlerin yitirilmesi mi?
“Eli kalem tutan okumuşlar, aydınlar, siyasiler, adı siyasetçi olmasa bile siyasi rekabetin parçası olan yapılanmalar; itiraz ve savunmalarında kuracakları dili iyi düşünmek zorundalar. Bireylerin dini kimlikleri, (teker teker Müslüman olmaları) ile müesses nizamın temel yapısı arasındaki derin çelişkiyi göremeyenler... Hatta İslam’ın bir tür devletin gücü ve bekası için siyasallaşmasına (kullanılmasına) razı derin siyasetleri okuyamayanlar, bu ülkenin insanının henüz kurulamayan cümlelerini bozar, sesini boğar. Yaşanmakta olan güç mücadelesinde kimin haklı olduğundan ve sonuçta kazanan ya da kaybedenin kim olduğundan çok; insanlara söylenmemiş sözlerimizin, dilimize gelmek üzereyken boğulduğunun daha önemli olduğunun kim farkında?
“Müslüman kimliği öne çıkan insanların(İslamcılık iddiaları olmasa da)birbirini siyaseten boğazladığı bir ortamda, toplumun dinden soğutulup sekülerizme sahte bir kurtuluş simidi gibi sarılmasına yol açmanın vebalini kim alacak? Müslümanların henüz söylenmemiş cümlelerini daha dillendirmeden kekemeleşmeleri, sözlerinin bulanıklaşması bu ülkenin ufkunun karartılması demektir. Bu durumu da en iyi değerlendirecek (kullanacak) olanlar, küresel aktörler ve müesses nizamın statükocu yapısıdır…”
“Karşılaştığımız bu durumun başka bir sonucu da… olayın, bir toplumun sekülerleştirilmesi amacıyla dinin vicdanlarda dahi savunulamaz hale getirilmesi olduğu çok açık… Burada ilginç bir çelişki yaşanıyor. Bir yanda toplumda muhafazakârlaşma eğilimleri açık biçimde gözlenirken, diğer tarafta topluma yön veren, belirleyen her türlü toplumsallaşmanın dili gittikçe sekülerleş/tiril/iyor. Bu sekülerleşmenın tek taraflı olarak, Jakoben laikçilerin baskısıyla oluştuğu falan da yok. Bizzat muhafazakârlaşmayı temsil eden kişi ve kurumlar en az Jakoben refleks sahipleri kadar ya da onlara paralel olarak sekülerleşmeye hizmet ediyor.”
“Kitlelerin muhafazakârlaşması ile din dilinin kırılmaya uğratılması, dahası dinin artık bizzat muhafazakârlar eliyle toplumsal planda savunulamaz hale getirildiğine tanıklık ediyor gibiyiz.”
“...Daha sağ muhafazakâr iktidarlar, toplumla devlet arasındaki gerilimi yumuşatmak için, derin ilişkiyi ortadan kaldırmak yerine toplumun din algısı ile oynamayı, deforme etmeyi üstlendiler. Zaman içinde toplumun bilincinde, vicdanında, hafızasında yer eden din algısını Protestanlaştırıp sekülerize ederek, devletin dinle ilişkisini temelden değiştirmeden, dinin içini boşaltmaya, dinin bir tür profanlaşmasına katkıda bulundular.”
Ülkemizdeki cılız tepkilerin sebebini Akif Emre’nin bu cümleleri sanırım biraz izah ediyor. Bu vesileyle Akif Emre ağabeyi rahmetle ve saygıyla anıyoruz.
Aslında bu Tufan bizim acizliğimize de ışık tuttu, bize boy aynası tuttu. Tam burada “vehn hadisini” okumak, yeni baştan düşünmek, yorumlamak gerekmez mi? Belki de Byung Chul Han’ın, “olumluluğun şiddeti” kavramını yeniden okumak gerekir.
İktidarlarını batılı emperyalistlere borçlu olup, küresel sermaye ile ilişkilerini iyi tutmak zorunda olan Müslüman halkların başındaki rejimlerin hiçbiri İsrail’in güvenliğini tehlikeye atabilecek bir girişimde bulunamazlar. Bunlara gerekli hatırlatmayı Netanyahu ilk günlerde yapmıştı. Şöyle dedi: “haddinizi bilin iktidarlarınızı bize borçlusunuz.”
Şunu unutmamak gerekiyor; küresel şirketlerin çıkarlarını, İsrail’in güvenliğini, emperyalizmin sömürü düzeninin devamını garanti etmeyen hiçbir parti, akım, siyasal hareket, ideoloji ve benzeri her ne varsa iktidara gelemez. Kazara gelirse hemen devrilir, gerekirse yıllarca uğraşılır.
Aksa Tufanı İslam ülkelerindeki mevcut rejimlerin İslam’ı ve Müslümanları temsil etmediğini, demokratik yöntemle iktidara gelmenin bir diyeti olduğunu ve pazarlıkla olduğunu bir kez daha bize gösterdi. İslami amaçlar ve Müslümanca bir yaşantı için, Müslümanca siyasi tavırlar için; bireysel toplumsal ve siyasal alanda çok büyük devrimlere ihtiyacımız olduğunu ortaya koydu. Tek yol devrim.
Hiçbir İslam ülkesi niçin güney Afrika’nın gösterdiği cesareti gösteremez? Bu soru, üzerinde günlerce düşünüp tartışmaya değmez mi?
Ülkemizde muhafazakâr demokrat iktidarın, Netanyahu’nun savaş suçlarından yargılanacağı konusunda söyledikleri hiçbir ciddiyet ve samimiyet içermiyor. Mavi Marmara olayı sonrası dünya kamuoyu ve uluslararası hukuk İsrail’in aleyhinde olduğu halde katil rejim ve cinayetin sorumluları bizdeki mahkemeler eliyle aklanmıştı.
İktidara gelirken İsrail’in güvenliğini taahhüt eden hiçbir yönetim, hiçbir yetkili “bizim diyet borcumuz yoktur” diyemez. Milyar dolarları Yahudi sermayesinin bankalarında olanlar, Siyonistlerle milyar dolarlık ticareti olanlar, İsrail’e kafa tutamazlar; tutamıyorlar da. Aksa Tufanı bunların hepsini ortaya çıkardı.
Orta Doğu‘nun laik, batıcı, şeriatçı, demokrat, muhafazakâr ya da faşist iktidarlarının takiyye ve ikiyüzlülükleri acaba kime karşı? Bunlar emperyalistlere, siyonistlere, kafirlere mi takiyye yapıyorlar; yoksa bunların emrinde olup Müslüman halkları mı takiyye yapmaktalar? Onlara takiyye mi yapıyorlar yoksa Müslüman halklara münafıklık mı yapmaktalar?
Namazları, oruçları, kuran okumalarıyla bizden olduklarını söylerken; katliama, cinayetlere soykırıma sessiz kalıp, ticari ve siyasi işbirliği ile batılılara “sizin tarafınızdayız” mı diyorlar? Yoksa bizleri lafla avuturken, kâfirleri filleri ve davranışlarıyla mı destekleyip avutuyorlar? Hangisi acaba?
İsrail’e mal satmak için yarışan MÜSİAD üyeleri acaba ne hissediyorlar? 28 Şubat öncesi Tüsiad’a alternatif olarak kurulan “yeşil sermaye” diye dışlanan bunlar değil miydi? Milyonlarca dolar para kazanmanın sıcaklığı, cazibesi acaba Müslüman olduklarını unutturuyor mu? Müslüman halk gösteri, dua, maddi yardımla direnişi destekliyor. Vicdan sahibi halklar da öyle. Bu müstakil işadamları gösteri, slogan ve dualarını Filistin’e yollarken, gemileri İsrail’e gidiyorsa burada bir yanlışlık yok mu? Buradaki garipliği, ikiyüzlülüğü, niçin yüksek sesle konuşmuyoruz? Sesimiz bir batılı ülkenin Hristiyan halkları kadar, ya da batılı STK lar kadar niçin gür çıkmıyor? Bu vicdan körelmesi mi, dünyevileşme mi, iman zaafı mı, iktidarın kölesi olma mı, yoksa; hepsi mi?
Ölümü göze alıp, dinini, vatanına, namusunu savunan, Allah yolunda şehadeti göze alıp dünyayı elinin tersiyle iten hiçbir topluluğa hiçbir güç zarar veremez, galip gelemez. Binaları yıkabilirler ama onur ve iradelerimizi yıkamazlar. Şehit edebilirler ama galip gelemezler. La Galibe illallah.
Tabii bu cümlelerimizi kimi dostlarımız çok sloganik bulabilirler. Olsun onlar da sloganik bulsunlar. Slogan, savaş çığlığı demektir zaten. Savaş zamanında pek yakışır. Kâfir ve zalimlerle savaşımız hiç bitmeyeceği için sloganlarımız da hiç bitmeyecek.
Gazze’de Savaşan mücahitler sadece İsrail’e karşı savaşmıyorlar, aynı zamanda Amerikan özel birliklerine, paralı askerlere, İngiliz ve Fransız komandolarına karşı da savaşıyorlar. Onlar Gazze’de 30.000’i aşkın insanımızın öldüğünü sanırlar. Ama bu zaman içinde, Avrupa’da bir o kadar insan İslam’ı seçerek dirilir.
Gazze direnişin, onurun, İslam’ın, İman’ın, İzzet’in, Sabır ve tahammülün dersini veriyor, yüzyılımızın insanına, tüm insanlık âlemine. Tıpkı Şib-i ebi Talip’de Hazreti peygamber as. ve arkadaşlarının ders verdiği gibi. ”Her zorlukla beraber bir kolaylık var.”
Bu tufan kâfirlerin, zalimlerin, Siyonistler’in ve onlara destek için savaşa katılan tüm batılıların ve batının uşağı tüm rejimlerin yenilgisiyle sonuçlanacaktır; biiznillah…
Biz Amerika ve Siyonizm’in arzı istilasına değil Allah’ın arşa istivasına iman ettik.
La Galibe illallah.
Talip Özçelik - İslamiAnaliz
KKTC’de Tehlike Çanları Çalıyor
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) tehlike çanları çalıyor. KKTC hükümetinden ümidi kesen vatandaşlar, Siyonistlere toprak satışının engellenmesi konusunda gözlerini Ankara’ya çevirmiş durumda.
Millî Gazete’ye konuşan KKTC’li vatandaşlar, vakti zamanında Rumlardan kurtarılan toprakların bugün Siyonistlere verilmesi gibi bir tehlike ile karşı karşıya olduklarını vurguladı.
Genel olarak karamsar bir yapıya sahip olduğu görülen vatandaşlar, KKTC hükümetine adeta ateş püskürdü.
“KKTC HÜKÜMETİNDEN ÜMİDİ KESTİK”
Millî Gazete’ye açıklamada bulunan KKTC vatandaşları, adadaki Ünal Üstel hükümetinden ümidi kestiklerini belirtti. KKTC’de yönetim krizi bulunduğunu belirten KKTC’liler, Siyonistlere toprak satılması hususunda da hükümetin etkisiz kaldığını dile getirdi.
KKTC’deki siyasilerin çok büyük bir kısmının Siyonistlerle ilişki içerisinde olduğunu belirten vatandaşlar, böyle bir hal içerisinde Siyonistlere toprak satışı probleminin çözümünün çok zor olduğunu da söyledi.
KKTC’li vatandaşlar, vakti zamanında Rumlardan kurtarılan toprakların bugün Siyonistlere verilmesi gibi bir tehlike ile karşı karşıya olduklarını vurguladı. Ülkedeki Siyonist işgalin kabul edilemez olduğunu aktaran KKTC halkı, adada hükümette bulunan Ulusal Birlik Partisi’ne (UBP) karşı da dert yandı. Birçok vatandaş, UBP için “sahte milliyetçiler” ifadesini kullanırken, hükümetin pasif tavrına dikkat çekti.