کارگر
ABD İran’a Zarar Vermek için El Kaide’yi Silahlandırıp Finanse Ediyor
FBI, Boston Maratonu bombalamalarının doğrudan içinde olduğunun açığa çıkması gibi görünen durum karşısında sarsıntı geçirirken, “tesadüfen” Batı manşetlerine FBI’a dair bir dizi “başarı” hikâyesi düştü.
Bunların arasında Kanada'da, “İran'daki El Kaide üyeleri” tarafından desteklenen teröristlerin işi olduğu aktarılan bir terör saldırısının, varsayılan “engellenmesi” de var. Globe and Mail, "Kanada, El Kaide'nin İran'da üslenmiş üyeleri olduğu düşüncesinde ABD'ye katılıyor” başlıklı haberinde şunları ifade etti:
"Kanada polisinin Pazartesi günü Kanada'da gözaltına alınan iki terör şüphelisinin İran'daki El Kaide üyeleri tarafından desteklendiğini iddia etmesi, pek çoklarına sürpriz gibi geldi.
Sünni temelli El Kaide ve Şii İran, İslam'ın tarihsel olarak birbirine zıt düşmüş farklı kollarına ait. Fakat son yıllarda ABD yetkilileri formel olarak, İran'ın El Kaide üyelerinin kendi topraklarında faaliyet göstermesine izin verdiğini iddia ettiler.”
Gerek ilk bakışta gerekse derin incelemelerle varılacak sonuçlar itibariyle bu iddia bütünüyle saçma, gerçekliğe aykırı bir iddiadır ve Batı yapısının küresel kamuoyunu elinde tutmasının aracı olan mutlak kibrin göstergesidir. Gerçekte Batı, ABD, Suudi Arabistan ve özel olarak İsrail, El Kaide'yi İran, Suriye,Lübnan, Cezayir, Libya, Rusya Malezya, Endonezya ve ötesindeki ülkelerin hükümetlerini zayıflatmak veya yıkmak amacıyla desteklemiş ve varlığını sürdürmesini sağlamıştır.
Daha özel olarak İran konusunda Pulitzer ödüllü gazeteci Seymour Hersh, 2007 yılında New Yorker'da yayınlanan “Yeni Yönelim: Yönetim'in yeni politikası terörizmle savaşta düşmanlarımızdan mı yararlanıyor?” başlıklı makalede şunları belirtecekti:
“Bush yönetimi, ağırlıklı olarak Şii İran'ı köşeye sıkıştırmak için Ortadoğu'daki önceliklerini yeniden belirlemeye karar verdi. Yönetim, Lübnan'da İran'ın desteklediği Şii Hizbullah'ı zayıflatmak için örtülü operasyonlarda Sünni Suudi Arabistan hükümetiyle işbirliği yapmaya başladı. ABD aynı zamanda İran ve Suriye'yi hedefleyen örtülü operasyonlarda da aktif olarak yer aldı. Bu faaliyetlerin yan ürünü, İslam'ın militan bir yorumunu benimseyen, ABD'ye muhalif, El Kaide'ye sempati besleyen aşırılıkçı Sünni grupları desteklemekti.”
Hersh daha sonra 2008'de yine New Yorker'da yayınlanan "Savaş alanına hazırlık: Bush Yönetimi İran'a karşı gizli hareketlerini hızlandırıyor” başlıklı makalesinde, ABD'nin El Kaide'yle bağlantılı değil, El Kaide'nin kendisi olarak tanımlanan terör örgütlerini desteklediği, silahlandırdığı ve finanse ettiği yönünde sert bir ithamda bulundu.
Amerika'nın El Kaide'ye verdiği destekle ilgili olarak yazıda şunlar belirtiliyordu:
“Yönetim, İran'daki muhalif grupların geçmişte Amerikan çıkarlarına karşı faaliyet yürüttüğüne inanmak için yeterli neden olsa bile, bu gruplara güvenmeyi istemiş olabilir. Yaklaşık yirmi yıl Güney Asya ve Ortadoğu'da çalışmış eski bir gizli CIA görevlisi olan Robert Baer bana, örneğin Beluci unsurların kullanılmasının sorunlu olduğunu söyledi. Baer, ‘Beluciler Tahran'daki rejimden nefret eden Sünni köktencilerdir, ama onları El Kaide olarak da tanımlayabilirsiniz' dedi. ‘Bunlar inançsızların – bu örnekte Şii İranlıların – kafasını kesen kişiler. İronik olan şu ki, 1980'lerde Afganistan'da yaptığımız gibi, yine Sünni köktencilerle çalışıyoruz.' 1993'te Dünya Ticaret Merkezi'nin bombalanmasındaki rolü nedeniyle mahkûm olan Remzi Yusuf ve 11 Eylül saldırılarını önde gelen planlayıcılarından biri olduğu düşünülen Halid Şeyh Muhammed'in her ikisi de, Beluç Sünni köktencilerdir.”
Yazı, şu ifadelerle devam ediyordu:
“İran'da bugün en aktif ve en fazla şiddete başvuran rejim karşıtı gruplardan biri, İran Halkı Direniş Hareketi olarak da bilinen ve kendisini İran'daki Sünnilerin hakları için mücadele eden bir direniş gücü olarak tanımlayan Cundullah'tır. Nasr bana, ‘Bu, destekçilerinin Taliban ve Pakistanlı aşırıcılarla aynı medreselere gittiği habis bir Selefi örgüt' dedi. ‘Bunların El Kaide ile bağlarının olduğundan şüphe ediliyor ve aynı zamanda uyuşturucu ekimiyle bağlantılı oldukları düşünülüyor.' Cundullah, Şubat 2007'de Devrim Muhafızları'nı taşıyan bir otobüsün bombalanmasının sorumluluğunu üstlendi. Muhafızlar'ın en az yedi üyesi öldürüldü. Baer'e ve basındaki haberlere göre Cundullah, İran'da ABD desteği alan gruplar arasında yer alıyor.”
Bu sinsi komplonun, açıkça El Kaide bayrağı altında faaliyet yürüten ABD destekli teröristlerin Suriye halkına ve Suriye devletinin en yakın müttefiki olan İran'a karşı korkunç bir mezhepçi kan banyosu yaratmaya kilitlenmiş olduğu Suriye'de oynandığı görülebiliyor. Suriye çatışması, Hersh'in 2007-2008 gibi erken bir tarihte açığa çıkardığı entrikaların bugün canla başla hayata geçirildiğini açığa ifşa ediyor.
Açıktır ki, yıllardır özellikle İran hükümetini devirmek üzere El Kaide'yi destekleyen Batı olduğu halde ABD ve Kanada'nın, İran'ın El Kaide'yi kendi sınırları içinde bir şekilde barındırdığı şeklindeki iddiaları, aşırı derecede saçmadır. Gerçekte Batı, El Kaide'nin hem İran içindeki hem de periferideki varlığını son kertede İran hükümetini yıkmak için kullanırken, aynı terör örgütlerini yurtiçinde iktidarını sağlamlaştırmak ve genişletmek üzere, Batı halkları arasında felç edici bir korku yaratmak için de kullanmaktadır.
Press TV
Tony Cartalucci Çev: Selim Sezer
medyasafak
Irak'taki Çatışmaların Sebebi
Bismillah
Suriye hükümeti beklenin ötesinde direniş göstererek Batı müstekbirliği ve bölgedeki müttefik ve kuklalarının hesaplarını altüst etti. ABD ve İsrail’in aksine bölgesel aktörler açıkca ilan ettikleri üzere bütün hesapları nı birkaç hafta veya bir kaç ay üzerine yapmışlardı. Suriye hükümeti devrilecek ve Batı müttefiki bölge rejimleri Suriye’de işbaşına getirecekleri yeni hükümet aracılığıyla bölgedeki nüfuz alanlarını artıracak ve direniş cephesinin güçlenmesini engelliyeceklerdi. Ama gelişmeler hayal ettikleri gibi olmadı. Bu planlarının Suriye’de onbinlerce insanın canından olmasına ve yüzbinlerce insanın evini yurdunu bırakarak komşu ülkeler sığınacaklarını ve kendi başlarına bela olacağını iyi hesaplasalardı belki daha ihtiyatlı davranırlardı.
ABD, AB ve İsrail ise mevcut durumdan haddinden fazla memnunlar. Çünkü direniş cephesinin önemli bir ülkesi Suriye’de iç savaş başlatılmış olup daha uzun süre savaşan taraflar arasında barış sağlanması mümkün gözükmüyor. Böylece önemli bir düşman devre dışı bırakıldığı gibi tarafları destekleyen bölge ülkeleri arasında da husumet ve düşmanlık git gide derinleşiyor. Bölge üzerindeki sultasını sürdürmeyi ve derinleştirmeyi planlayan Batı emperyalizmi için bundan daha iyi bir durum tasavvur edilebilir mi?
Suriyeli muhalifleri askeri, lojistik, siyasal ve ekonomik açılardan açıkca destekleyen Türkiye hükümeti , Suudi Krallığı ve Katar Şeyhlği’nin mevcut durumdan memnun olduğu söylenemez. Çünkü Suriye hükümeti bekledikleri sürede yıkılmadığı gibi bugün silahlı çatışmanın başladığı 2011 Martından daha güçlü durumdadır. Gönüllü halk güçlerinin ordunun yanında muhaliflere karşı direnişe katılmaları Suriye rejimini psikolojik olarak da güçlendirmiştir. Suriye güçlerinin son haftalarda önemli birçok cephede üstün konuma gelmeleri en fazla da Türkiye hükümeti ve Suudi rejimini kaygılandırmaktadır. ABD ve NATO’nun doğrudan müdahalesini istemeleri ve muhaliflere daha çok silah yardımı yapılmasında ısrarlı olmaları da bu kaygıdan kaynaklanmaktadır.
Muhaliflerin yanındaki bölgesel aktörlerin bu ısrarına rağmen başını ABD’nin çektiği Batı emperyalizmi Suriye’ye doğrudan askeri müdahale konusunda pek de aceleci gözükmüyor. Çünkü uzun yıllardan beri tasarladıkları planlarının gerçekleşmesi için şartların daha çok olgunlaşması gerekir. Planları bellidir: BOP çerçevesinde Ortadoğu’ya yeni bir dizayn vermek, İsrail’le müttefik olacak büyük Kürdistan da dahil yeni ülkecikler oluşturmak, enerji kaynakları üzerinde tam sulta kurarak Çin gibi yeni ekonomik güçlere üstünlük sağlamak ve Batı’nın çıkarlarına tehlike oluşturan İran eksenli direniş cephesini yenilgiye uğratarak İsrail’in temsilciliğinde İslam ülkelerine uzun süreli tam bir sulta kurmak.
Batı’nın bu planlarının gerçekleşmesi için sadece düşmanlarının değil bölgesel müttefiklerinin de zayıflatılması gerekir. Bugünlerde stratejik müttefik ve bölgesel lider diye aldatılan ülkeler halklarının Batı emperyalizmi için potansiyel düşman olduğunu çok iyi biliyorlar. Öyleyse bugün Suriye içinde olduğu gibi bölge sathında da düşmanlıkların, cepheleşmelerin derinleştirilmesi gerekir. Bunun için en kolay silah tarihi reflekslerin kaşınması, yani mezhep taassubunun hortlatılmasıdır. Bugün ülkemiz de dahil dünya sathında Şia aleyhinde sürdürülen eşi az görülür düzeydeki propagandaların Telaviv ve Washington’da planlandığından bir zerre şüpheniz olmasın. Gafil yerli medya ve kalemler ise çoğu defa bilmeyerek bu planları gönüllü olarak uygulamaktadırlar. Suriye iç savaşıyla birlikte zirveye çıkarılan Şia düşmanlığı yeni bir olgu değil, İslam İnkılabı’nın İran’da zafere ulaşmasından hemen sonraki vahdet çağrılarından vahşete kapılan İslam düşmanlarının Şii-Sünni düşmanlığını hortlatmak için Batı’nın akademik merkezlerinde başlatılmış oldukları çalışmaların sonuçlarıdır. Geçmişte de bu silaha defalarca başvurdular ama hep başarısız kaldılar. Allah’ın inayetiyle bu son komplolar da yenilgiye uğrayacaktır.
Irak ve Lübnan’daki son gelişmeleri işte bu komplolar çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Direniş cephesinin önemli kollarından biri durumundaki Hizbullah’ı Suriye iç savaşına çekmek için son sırlarda Lübnan’da Şiilerin yaşadığı köy ve kasabalar bombalanmaktadır. Hizbullah ise komplonun farkında olarak gösterdiği sınırlı tepkiyle Lübnan-Suriye sınır bölgelerindeki kışkırtıcılara ağır bir darbe indirmeyi başarmış ve sınırın önemli bir bölümünden uzaklaştırmış bulunuyor. Uluslararası siyonizmin kontrolündeki kitle iletişim araçları ise Hizbullah’ın bu sınırlı operasyonunu Hizbullah Suriye’ye girdi olarak göstererek Şiilere karşı Sünni taasubunu tahrik etmek için çırpınıp duruyor. Amaç, daha önce de defalarca işaret ettiğimiz üzere, Suriye’deki iç savaşı Şii-Sünni savaşı olarak tanıtarak uğursuz hedeflerine giden yoldaki engelleri kaldırmaktır.
Irak’ta da son sırlarda isyanların, terör operasyonlarının artması aynı yöndeki komploların bir uzantısıdır. Seçimle işbaşına gelmiş bir hükümet uygulamalarından dolayı diktatörlükle suçlanacaksa dünya üzerinde diktatör olmayan hükümet yoktur demektir. Güven oyu alacak kadar meclis desteğine sahip bir hükümet dünyanın neresinde muhaliflerine bakanlık, başbakan ve cumhurbaşkanlığı yardımcılığı, eyalet valiliği gibi kilit makamlar verir? Fazla uzağa gitmeye gerek yok, ülkemizde Alevilere ve Şiilere nüfusları oranında hangi makamlar verilmiştir şimdiye kadar?! Kabinede tek bir Şii bakan var mıdır? Bırakın bakanlığı tek bir il valisi olan Şii var mıdır? Iğdır gibi nüfusunun ekseriyeti Şii olan bir ilde bırakın valiyi kaç tane Şii genel müdür vardır? Halbuki Irak’ta toplumun her kesiminin yönetime katılmasını sağlamak için nüfusun yüzde 15’ini oluşturan Sünni Araplara muhalefette olmalarına rağmen meclis başkanlığı, cumhurbaşkanılığı ve başbakan yardımcılıkları, eyalet valiliği, bakanlıklar gibi her düzeyde makamlar, yetkiler verilmiştir.
Ama bunca toleransa rağmen padişahlık, krallık ve diktatörlük dönemlerinin efendisi konumundaki Irak’lı Sünni Araplar yeni döneme tahammül edemedikleri için değil Irak üzerinde nüfuz sahibi olmaya çalışan komşu ülkeler rejimlerinin tahrikiyle yasal hükümete karşı kışkırtılmaktadırlar. Perde arkasındaki asıl planlayıcı ABD olmakla birlikte Türkiye’nin hayalperest dışişleri bakanının belirlediği dış siyaseti uygulayan hükümet ile ABD’nin en sadık kuklası Suudi krallığı ve Amerikan üssü durumundaki Katar emirliği Irak’taki karışıklığın sorumlusu durumundadır. Onlarca terör operasyonunun planlayıcısı ve yüzlerce kişinin katili olarak yargılanan ve hüküm giyen El-Haşimi’yi inatla ve sırf Sünni olduğu için ağırlayan ve destekleyen hükümet Irak’ta masum kanlarının dökülmesine ortaktır.
Tarihte eşine az rastlanır bir bağnazlıkla sırf Vahabi olmadıkları için müslüman kitlelerin öldürülebileceğine dair müftülerince fetvalar hazırlatan, teröristleri eğitip teçhiz eden ve bölge ülkelerine sevkeden Suudi rejimi Suriye ve Irak’taki cinayetlerin baş sorumlularındandır.
Suriyedeki Nusra Cephesi ile Irak’taki islami Devlet adlı terör örgütleri Amerikan emperyalizminin hizmetindeki El-Kaide terör örgütünün kolları durumunda olup son sıralarda Suriye’de ağır kayıplar verince Irak’ta katliamlarını sıklaştırmaya başladılar. Yani Irak, Suriye, Lübnan ve bütün bir bölgedeki bu terör örgütleri perde arkasındaki birinci ve ikinci dereceden güçlerin maşası olarak onların planlarını uygulamaktadırlar. Pakistan ve Afganistan’da olmuyorsa Suriye, Suriye’de olmuyorsa Lübnan ve Irak’ta katliam makinesi olarak kullanılmaktadırlar.
ABD’nin hedefi Suriye krizini etrafa yaymak, Sünni-Şii savaşı çıkararak bölge müslüman halklarını bir birinin canına salmak ve yukarıda değindiğimiz uğursuz hedeflerine ulaşmaktır. Bu şum planlara yardım eden Suudi rejimi gibilerin kaybedecekleri bir şey yoktur, çünkü bunların kuruluş felsefesi ümmet arasına fitne ve ayrılık sokmaktır. Miadları dolunca tarihin çöplüğüne süpürüleceklerinden şüpheniz olmasın. Türkiye gibi bölgenin önemli ve yerleşik bir ülkesine boş vaadler – Ortadoğunun liderliği, enerji yollarının kontrolü vb- uğruna komşu ülkelerin iç işlerine karışmak, mezhep fitnesini tırmandırmak ve işlenen cinayetlere ortak olmak yakışmamaktadır. Türkiye devletinin bütün kurumlarıyla “zararın neresinden dönlürse kardır” sözü uyarınca bu hayalci siyasetlere bir son vermeleri ve izzet ve üstünlüğü ABD’nin desteğinde aramaktan vazgeçmesi umulur.
Y. ZİYA T.YILMAZ
25 Nisan 1980: İbret verici 'Tebes Çölü' zaferi
25 Nisan 1980 tarihinde İran’ın Tebes çölünde ne olmuştu ? 25 Nisan Tebes mucizesinin yıldönümü : Amerika’nın İran’da bozguna uğradığı gün
Her yıl 25 nisan gününde İran milleti, Amerikan ordusunun Tebes çölünde ilahi ve gaybi yardım sayesinde bozguna uğradığı günü şükranla kutluyor.25 Nisan 1980 tarihinde İran'da, Hicaz yarımadasında vuku bulan tarihi bir olayı çağrıştıran bir hadise yaşandı.
Bundan 14 asır önce Yemen kralı Ebrahe, insanların Kabe etrafında tavaf ederek ibadet ettiklerini duyduğunda büyük bir öfkeye kapıldı ve bu yüzden kutsal Kabe binasını yıkarak Hicaz halkını, kendisinin inşa ettiği bir tapınağa yönelmesini ve böylece Mekke'nin merkez olma konumunu yok etmeyi hedefledi.
Ebrahe önünde fillerin hareket ettiği büyük bir ordunun başında Mekke'ye saldırdı. Ebrahe ordusuna karşı koyamayan Mekke halkı çevredeki dağlara sığınırken yüce Allah'ın iradesi başka bir şekilde tecelli buldu. Birden gök yüzünde bir yığın kuş belirledi ve yukarıdan bıraktıkları özel taşlarla Ebrahe'nin ordusunu ve fillerini yok etti. Bu kuşlar yüce Allah tarafından saldırgan düşmanı yok etmekle görevlendirilmişti.
25 Nisan 1980 tarihinde Hicaz yarımadasında vuku bulan bu hadisenin benzeri İran'da yaşandı. Bu kez Carter başkanlığındaki Amerika yönetimi, İran'a saldırı emrini verdi. Bu saldırı gece yarısı ve özel gelişmiş silahlarla donanmış olan Amerikalı komandolarca başlatıldı ve dev C-130 uçakları ve askeri helikopterler bu operasyonu destekledi.
Amerikalı özel güçlerden oluşan 90 komando, Kartal Pençesi adlı operasyon çerçevesinde Tahran'da tutuklu bulunan Amerikalı casusları kurtarmalıydı. Söz konusu Amerikalı casuslar, İslam inkılabının zaferinden sonra Amerika'nın eski büyükelçilik binasında İran milleti ve İslam inkılabı aleyhinde casusluk faaliyetleri yürütüyordu. Ancak kendilerini imam Humeyni çizgisini izleyen öğrenciler olarak adlandıran bir grup müslüman öğrenci 4 kasım 1979 tarihinde casusluk yuvasına dönüşen Amerika büyükelçiliğini ele geçirerek Amerikalı casusları tutukladı. Bu mekanda ele geçirilen belgeler, elçiliğin casusluk üssü olarak kullanıldığını açık bir şekilde ortaya koyuyordu.
Amerikalı casusları kurtarmak için İran topraklarına saldıran Amerikalı güçler, aylarca özel eğitime tabi tutulmuştu. Amerikalı komandolar ilkin Amerika'nın Arizona çölünde ve daha sonra iklim bakımından İran'a benzerlik arz ettiği için Mısır'da defalarca kurtarma operasyonunun tatbikatını yaptı. Bu çalışmalar ve ellerindeki gelişmiş teçhizata güvenen Amerikalı komandolar, operasyon için düğmeye basmıştı. Bu arada İran içinde de inkılap karşıtı örgütler Kartal Pençesi operasyonunda işbirliği yapmak için hazırlanmıştı. Ancak ta baştan Amerikalı askerleri İran'ın Tebes çölüne indirmesi gereken uçak ve helikopterlerin arasında iki helikopter teknik arıza yaptı. Buna karşın operasyon sürdürüldü ve geriye kalan uçak ve helikopterlerle komandolar Tebes çölüne indirildi ve Tahran'a doğru yola çıkmak için hazırlıklara başlandı.
Fakat ne var ki Tebes çölünde, 14 asır önce Mekke'de yaşanan olay tekrarlandı ve yüce Allah'ın iradesi saldırganların planlarını suya düşürdü.
Tebes çölünde de bir helikopter teknik arıza yaptı ve operasyonun devamına katılamadı. Planlanan operasyon için en az 6 helikopter gerektiğinden Amerika dönem başkanı operasyonunun durdurulmasını ve uçakların ve helikopterlerin geri dönmesini emretti. Carter bu saldırının yenilgi ile sonuçlandığını düşünürken İran'dan gelen bir başka haber onu tam bir şoka sürükledi. Dönüş sırasında Tebes çölünde başlayan kum fırtınası sonucunda bir uçakla bir helikopter bir birine çarpmış, çarpışma sonucu büyük bir patlama yaşanmış ve alevler Tebes çölünde geceyi adeta gündüze çevirmişti. Bu olayda 8 komando da helak oldu ve geriye kalanlar büyük bir panik içinde Tebes çölünden kaçmak zorunda kaldı.
O dönemde bu operasyonu destekleyen ve beyaz sarayda milli güvenlik danışmanlığını yürüten Berjinski, Carter'in bu habere tepkisi şöyle anlatıyor:
Carter bu haberi duyunca yaralanmış bir yılan gibi olmuştu.
Böylece yüce Allah'ın iradesi bir kez daha asi, kibirli ve sultacı güçlere haddini bildirmiş ve onları onca gelişmiş teçhizatları ile birlikte hezimete uğratmıştı.
İslami İran kurucusu imam Humeyni (ra) Amerika'nın İran'a saldırısını uluslararası yasaların ihlali olduğunu belirterek şöyle buyurdu:
Onlar Tebes'e geldi ve zannettiler ki buraya güç indirebilirler ve sözde rehineleri kurtarmak bahanesi ile İran'ı yeniden ele geçirebilirler. Ancak yüce Allah kum fırtınası gönderdi ve onları hezimete uğrattı.
İmam Humeyni Allah'a tevekkül ve gaybi yardımlara iman meselesinin batılı devletlerin, idrak çerçevesinin dışında olan olan konular olduğunu belirtti. İran milletinin despot şah rejimine karşı mücadelesi ve yine dayatılan 8 yıllık kutsal savunma yıllarında da çok kez bu tür gaybi yardımlar yaşanmıştır.
Gerçekte bu ilahi bir vaattir ve kim ve hangi millet Allah yolunda adım atarsa yüce Allah da ona veya o millete yardımcı olur.
Amerikalı askerlerin İran'a saldırılarında hezimete uğramaları saldırgan güçler için büyük bir derstir. Bu operasyon ayrıca İran milletine de ecnebilerin her türlü muhtemel saldırısına karşı hazırlıklı olması gerektiği dersini verdi. Bu yüzden İran milleti Saddam ordusunun saldırıları karşısında 8 yıl direndi ve bir çok batılı ve Arap ülke tarafından desteklenen Saddam'ı perişan ederek hezimette uğrattı. O günden beri İran İslam cumhuriyeti, başta Amerika ve siyonist rejim olmak üzere artan tüm dış tehditlere karşın askeri savunma gücünü geliştirmiş bulunuyor, öyle ki günümüzde uzmanlar İran'ı bölgesel bir güç ve Ortadoğu bölgesinin en büyük gücü olarak görüyor.
İslami iran yerli bilimadamları sayesinde bu gün en gelişmiş askeri uçakları, çeşitli füze, denizaltı, top, tank, helikopter ve diğer stretajik askeri teçhizat üretebiliyor. İran'ın ürettiği karadan karaya füzeleri 2 bin km menzilli olup karadan havaya karadan denize füzeleri ile de havadan ve denizden gelen tehditlere karşı koyabiliyor. Bu arada İran'ın ürettiği insansız uçaklar da düşman mevzilerinin tespitinde görev yaparak ülkenin savunma hattına hizmet veriyor.
İranlı uzmanlar bu güne kadar çok sayıda yeni deniz aracı üretti ve İran'ın hız tekneleri düşmana göz açtırmıyor. İran ayrıca denizaltı üretimininde büyük bir yol katetmiş bulunuyor.
Çağdaş dünyada elektronik savaş, klasik savaşlarda önemli bir yeri işgal ediyor ve üstün elektronik teçhizatlar, düşmanın elektronik sistemlerini devre dışı bırakmak ve askeri üstün sağlamak bakımından büyük önem arz ediyor. Bu doğrultuda İran ordusu kendisi en gelişmiş elektronik teçhizatla donatmış bulunuyor. İran milleti ve silahlı kuvvetleri en başta yüce Allah'a tevekkül ediyor ve O'nun desteğine güveniyor. Nitekim yüce Rahman Kuran-ı Kerim'de savunma gücünüzü azami seviyeye yükseltin şeklinde buyuruyor. Yüce Allah Enfal suresinin 60. ayetinde tüm gücünüzü seferber edin ve böylece Allah'ın düşmanlarını korkutun diye buyuruyor.

Bu ilahi emre uymak, bu güne kadar İran İslam cumhuriyeti için önemli getirileri olmuştur.
Amerika ve siyonist rejim özellikle son yıllarda nükleer silah konusunu bahane ederek İran'ı askeri saldırı ile tehdit etmiş, ancak her defasında Allah'a tevekkül eden İran milleti ve yetkililerinin kesin tavrı ile karşılaşmıştır. Bunun dışında İran düşmanları bu ülkeye saldırdıkları takdirde İran'ın yüksek savunma gücü itibarı ile bu saldırının bir nevi intihar girişimi gibi olacağını çok iyi bilmektedir. Bu yüzden bundan önce defalarca İran'ı askeri saldırı ile tehdit eden siyonist rejim son günlerde bir kez daha geri adım atmış bulunuyor ve bu rejimin elebaşı İran'a saldırının ahmakça bir hareket olacağına itiraf ediyor.
Tebes hadisesi, askeri yüzleşmelerde sadece askeri gücün belirleyici olmadığı bağlamında ve bunun dışında diğer bazı konuların söz konusu olduğu ve yüce Allah istemediği takdirde hiç bir şeyin olmayacağı bakımından çok iyi bir ders sayılır.
"ABD ve Batı'nın üç aşamalı yaptırımlarının hepsi bozguna uğradı"
İngiliz Shell Petrol Şirketi iki milyar dolardan fazla parayı geri ödeyecek
İran Petrol Bakanı Rüstem Kasımi, Tahran uluslararası petrol fuarının kulisinde yaptığı açıklamada Shell firması ile anlaşmaları çerçevesinde AB ve BM'den bu firmanın borçlarını ödemesi doğrultusunda alınan izin belgelerinin ardından borçların kapatılması için anlaşmaya vardıklarını kaydetti.
İran Petrol Bakanı, İngiliz Shell Petrol Şirketi ve İran arasında yapılan anlaşmada AB’nin izniyle bu şirketin İran’a olan iki milyar dolardan fazla borcunun ödeneceğini bildirdi.
İngiliz Shell Petrol Şirketi’nin İran’a olan iki milyar dolardan fazla borcu hakkında MHA’ya konuşan İran Petrol Bakanı Rüstem Kasımi,”Avrupa Birliği’nin İran’a yaptırım uygulama kararı alması ardından Shell Petrol Şirketi İran’dan petrol alımını kesti ve halihazırda bu şirkete petrol satılmamaktadır”dedi.
İran'a dayatılan petrol ambargosuna da temas eden Bakan Kasımi, yaptırımların aşamalarınden söz etti.
Yaptırımların, uyarı, caydırıcı ve felç edici olmak üzere üç aşamalı olduğunu belirten Kasımi, Batı'nın felç edici yaptırımların İran petrol sektörünü felç edeceğini iddia ettiğini, oysa sonuçta yenik düşen tarafın yine Batı olduğunu vurguladı.
Kasımi, bugün İran'ın ürettiği petrolün yaptırımlardan önceki dönem kadar ve hatta daha fazlasını petrol gemilerine ihtiyaç duymaksızın dünyanın her yerine ihraç edebildilecek güçte olduğunu kaydetti.
Kasımi ayrıca Kuzey Kore'nin de İran'dan petrol talebinde bulunduğunu ifade etti.
İran’ın en yeni İHA’ları
Tahran’da düzenlenen Ordu günü askeri geçit töreninde İran’ın en yeni İHA’ları da görücüye çıktı.
Tahran’da düzenlenen Ordu günü askeri geçit törenine İran’ın en yeni İHA’ları da katıldı.
İran’ın en gözde İHA’sı Serir, radarlara yakalanmama özelliğine sahip.
Serir ayrıca her türlü ışına karşı korunan, uzun menzilli silah, mühimmat ve kamera taşıyan bir İHA.
Askeri geçit töreninde ayrıca hava savunma birliklerinin en yeni bataryası, S-200 füze savunma sistemi ve Şahab ve Samen radarları da boy gösterdi.
STV'nin "uyduruk" Osmanlı dizisi İran'la diplomatik kriz çıkardı
Samanyolu TV'de yayınlanan "Osmanlı'da Derin Devlet" adlı diziden dolayı İran'ın Ankara Büyükelçiliği kanal yönetimine protesto mektubu gönderildi.
TRT'de istenen izlenme oranlarına ulaşamayarak STV'ye transfer olan "Bir Zamanlar Osmanlı: Kıyam" dizisi, ismi "Osmalı'da Derin Devlet" şeklinde değiştirilerek geçtiğimiz hafta yayın hayatına başladı. "Patrona Halil İsyanı'nın içyüzünü" anlatılacağı belirtilen dizide, ilk bölüme Osmalı Padişahı ve Safevi Şahı arasında geçen diyaloglar damga vurdu.
"Osmanlı'dan İran'a tokat gibi cevap"
16. yüzyılda geçen dizinin ilk bölümünde, söz konusu dönemde İran'da kurulu olan Safevi Devleti ile Osmanlı arasında toprak ihtilafı konu edildi. İran Şahı I. Thamasp elçisi aracılığıyla Osmanlı Padişah'ı 3. Ahmet'ten 6 eyaleti geri vermesini istiyor. Sultan 3 Ahmet İse elçinin önüne bir kaya parçası koyarak şöyle diyor, "Bunu Şah Tahmasp'a götür ve ona de ki 'Bu şehri İstanbul ki bir misli bahardır bir sergine yekpare acem mülkü fedadır." İran Şahı ise bu mesajı getiren elçiyi ölüme gönderiyor.
İşte bu sahneler, bir kaç gündür dinci sitelerde "Osmanlı'dan İran'a tokat gibi cevap!" başlığıyla yayıldı. Öte yandan, İran'ın Ankara Büyükelçiliği, diziyle ilgili olarak STV yönetimine protesto mektubu gönderdi.
"Bu tip kışkırtıcı meseleler iki ülke halkının da zararına"
İran Devlet Televizyonu'nun haberine göre, Müslüman Türk ve bölge halkının dayanışma ve kardeşlik ilişkilerini geliştirmeye muhtaç olduğunu kaydeden İran Elçiliği, "Nifak ve kötümserliğe neden olabilecek bu tip kışkırtıcı meselelerin iki ülke halkının yararına olmayacağı" ifade etti. “Kışkırtıcı olduğu ve iki ülke halkı yararına olmadığı” kaydedildi. İran Büyükelçiliği, dizide, “İranlılar ve Şii Müslümanların inançları ile ilgili doğru olmayan bilgilere yer verildiğini Mektupta "dini değerlere bağlı" kimliğiyle bilinen bir kanalın, Şiilik ile ilgili yanıltıcı propaganda yapmasının da beklenmedik bir davranış olduğu ifade edildi.
İran'ın Ankara Büyükelçiliği daha önce de Kurtlar Vadisi Pusu dizisinde İran karşıtı propaganda yapıldığı suçlamasıyla RTÜK'e şikayette bulunmuştu.
İranlı Tümgeneral'den ABD'ye tokat gibi cevap
ABD'nin "İran'a karşı savaş seçeneği masamızdadır" sözüne tokat gibi bir yanıt da İran silahlı kuvvetler komutanı tümgeneral Ataullah Salihi'den geldi.
Ataullah Salihi şöyle dedi:
"Biz söylenen sözlere göre hareket etmeyiz. Onların işe yaramaz sözleri bizim için tehdit olamaz.Bunlar yalnızca kendi medyaları için malzemedir."
Salihi, ABD'nin, 2014'te uluslararası sulardaki ilk denemesini İran Körfezi'nde test edeceğini açıkladığı yeni geliştirdiği lazer topu hakkında ise şöyle dedi:
"Savaş hazırlığı silah ile olmaz. Onlar daha önce de atom silahı gibi silahlara sahipti. Ama yeni silahları ile bile, İran İslam Cumhuriyetiyle savaşmaya cesaret edemezler.
Eğer ahmaklık eder de, İran karşıtı tehditlerini hayata geçirirlerse, cevap vermekte bir an dahi gecikmeyiz!"
“Şialara karşı uyanık olunuz, Şia, gelecekteki tehlike! "
Mısır halkının büyük bir çoğunluğu, İhvanu’l Müslim’in ve Mısırlı düşünürler, Mısır ile İran ilişkilerinin yeniden başlamasına ve ilişkilerin normalleşme sürecine girmesine destek verirken, Mısırlı Selefi ve gerici gruplar Suudi Arabistan ve Katar’dan aldıkları ilhamla Mısır’ın çeşitli şehirlerinde Şia karşıtı toplantılar düzenlemekte. Düzenlenen konferans ve toplantılarda Mısırla İran ilişkilerinin düzelmesi halinde Mısır’da Şia nüfuzunun artma tehlikesinin olduğunu halka ilga etmekteler.
Şia fobi doğrultusunda düzenlenen programlar çerçevesinde Mısırlı selefi gruplar “Eş- Şia hum ul- Aduv Fehzuruhum” (Şialar düşmandır, onlardan sakının) adında bir toplantı yaptı. Toplantıya “Şeyh Muhammed İbrahim Mansur”, “Şeyh Muhammed Ferid”, “Şeyh Hüseyin Ebu’l Hayr” ve “Şeyh Saad Zulhef” adlı Mısırlı âlimler katıldı.
Abna'nın haberine göre Toplantı Cumartesi günü (13 Nisan 2013) Mısır’ın Kuzey Batısında yer alan Kantara şehrinde düzenlendi. Mısır eski Parlamento üyesi ve Mısır Anayasa Hazırlama Komisyonu üyesi Muhammed İbrahim Mansur yaptığı konuşmada şunları söyledi: “Şialar, ilk aşamada Ehlibeyt’in sevgisinin gerekliliğini ve mazlum olduklarını tebliğ ediyor, sonraki aşamada ise ‘Her kim Ehlibeyt’in sevgisine sahipse her ne yaparsa yapsın! Cennete gidecektir, aksi durumda her kim Ehlibeyt’in (a.s) sevgi ve muhabbetine sahip değilse cehenneme gidecektir.’ Gibi şüphelerle tebliğde bulunarak Müslüman halkın genelini kendi taraflarına çekmektedir.
Şia mektebi öğretilerinin çekiciliğini ve Ehlibeyt mektebinin Mısır’da halk arasında nasıl yayıldığını itiraf eden İbrahim Mansur, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Son dönemlerde çok sayıda Şia unsurlarını ülke genelinde çeşitli bölgelerde tespit ettik.
İbn Teymiye öğretim okulunda hadis üstadı olan Şeyh Muhammed Ferid de “Humeynizm”in inanç ve akaitte şaz ve nadir olduğunu iddia ederek şunları söyledi: “Şia konusu oldukça zorlu ve Şiaların tehlikesi son derece çoktur. Her kim Şialar konusunda gevşeklik gösterirse onların tarihinden habersizdir demektir.”
Toplantının bir diğer konuşmacısı olan Şeyh Saad Zulhef, Şialara iftira atarak şu iddialarda bulundu: Şialar, (İmam) Hüseyin’i (a.s) öldüren kimselerdir!!! Ve her zaman Müslümanlara ihanet etmişlerdir!!!
Son olarak Şeyh Hüseyin Ebu’l Hayr, kendince fotoğraflarla ve Sine vizyon gösterisi eşliğinde Şiaların inanç ve akaidini sorguladı.
Şeyh Ebu’l Hayr, iftiralarla dolu klipinde, insanların Şia mektebinden uzak durmaları için asırlar önce İslam düşmanları tarafından hazırlanan ithamlarına yer vererek öz Muhammedî İslam olan Ehlibeyt mektebini karalamaya çalıştı. Şeyh Ebu’l Hayr, Şiaların daha önce defalarca cevap verdiği iddialardan birini gündeme getirerek şu ifadeleri kullandı: “Şialar, Kur’an’ın Hz. Peygambere (s.a.a) nazil olmadan önce (Hz.) Ali’ye vahiy olduğuna inanmaktadırlar!!
Bilindiği gibi Mısır halkının büyük bir çoğunluğu, İhvanu’l Müslim’in ve Mısırlı düşünürler, Mısır ile İran ilişkilerinin yeniden başlamasına ve ilişkilerin normalleşme sürecine girmesine destek verirken, Mısırlı Selefi ve gerici gruplar Suudi Arabistan ve Katar’dan aldıkları ilhamla son zamanlarda “Şialara karşı uyanık olunuz”, “Şia, gelecekteki tehlike”… gibi isimlerle Mısır’ın çeşitli şehirlerinde Şia karşıtı toplantılar düzenlemekte ve düzenlenen konferans ve toplantılarda Mısırla İran ilişkilerinin düzelmesi halinde Mısır’da Şia nüfuzunun artma tehlikesinin olduğunu insanlara ilga etmektedirler.
Bu doğrultuda Mısırlı Selefi âlimlerden ve “Sahabeyi Savunanlar” adlı cemaat üyelerinden Hazim İsmail, Mısırlı Şia âlimlerden “Ahmed Rasim En- Nefis’le Mısır televizyon kanalı En-Nahar’da “Ahiru’n Nahar” (Gün sonu) adlı programdaki münazarasında haddini aşarak Şialara münafık ve Mecusi yakıştırmasında bulunarak şunları söyledi: “Şialarla anlaşıp teamülde bulunacağıma İsrail’le anlaşıp teamülde bulunmayı tercih ederim!”
Peygamber ve Ehlibeyt âşıkları olan Şialara karşı düşmanlığını saklamayan Selefi şeyh sözlerini şu şekilde gerekçelendirmeye çalıştı: “İsrailliler Yahudi ve ehli kitaptırlar. İslam Peygamberi (s.a.a) Yahudi ve Hıristiyanlarla ilişki ve anlaşmalara sahipti, ancak Mecusilerle değil!!” (Bu bedbaht şeyhe göre öz Muhammedî İslam olan Şia mektebi taraftarları Peygamber ve Ehlibeytine düşmanlık besleyenleri sevmedikleri ve sırf kendileri gibi düşünmedikleri için Mecusi sayılmakta!!)
İmam Hamanei: "ABD masum insanların katliamına yönelik çelişkili tutum sergiliyor"
İslam Devrimi Lideri İmam Seyyid Ali Hamanei, Amerika'nın masum insanların katledilmelerine yönelik tutumu çelişkili olduğunu belirtti.
18 Nisan ordu günü arifesinde silahlı kuvvetlerin komutanları, askeri personeli ve gönüllü seferberleri ve bazı ordu mensupları ailelerini kabul eden İmam Hamanei, Amerikalıların bu çelişkili tutumuna dikkat çekerek, Amerika ve diğer insan hakları iddiasında bulunanların Pakistan, Afganistan, Irak ve Suriye'nin masum insanlarının katledilmesine karşı sustuklarını, lakin Amerika'da bir kaç patlamadan sonra dünyada yaygara kopardığını belirtti.
İmam Hamanei, Amerikalı yetkililer kitle imha silahlarına karşı oldukları iddialarına karşın Amerika İHA'ları Afganistan ve Pakistan'da savunmasız masum kadınları ve çocukları katliam ettiğini ve Amerika tarafından açık gizli desteklenen teröristler de Irak ve Suriye'de insanları öldürdüğünü vurguladı.
İmam Hamanei, İran İslam Cumhuriyeti İslam mantığından hareketle ister Amerika'nın Buston eyaletinde, ister Pakistan, Afganistan, Irak ve Suriye'de masum insanların katledilmesini ve her türlü terör saldırısını kınadığını kaydetti.
İmam Hamanei ayrıca batılıların davranışlarında çelişkiler, mantıksızlık, zorbalıklar ve insani ilkelere karşı duyarsızlıklar Batı medeniyetinin zevali ve çöküşüne neden olduğunu ifade etti.
İran silahlı kuvvetlerini dünyanın diğer orduları ile mukayese eden İmam Hamanei, ordu, İslam inkılabı muhafızlar ordusu ve gönüllü seferberlerin dünyaya yeni bir kültür ve yapılanma sunduğunu, bu da dünyanın bir çok ordusunun sömürücü ve sultacı yapılanmasına karşı bir model oluşturduğunu vurguladı.
İran silahlı kuvvetlerini onur kaynağı, halkçı, bilimsel, itikadi ve çeşitli yeteneklere sahip olan ve sınavını başırılı bir şekilde veren bir kurum olarak niteleyen Ayetullah Hamanei, tüm bu ilerlemeler ve başarılar, İran milletinin düşmanları en ufak imkanları vermekte cimrilik yaptığı halde İran milletinin genç evlatlarının iç yeteneklerini coşması sayesinde gerçekleştiğini ifade etti.
Başta Amerika olmak üzere istikbar cephesinde yer alan askeri yapılanmaların sultacı huyuna işaret eden İmam Hamanei, söz konusu askeri yapılanmaların nereye ayak bastıysa ahhaki fesat ve insanların katliamına sebebiyet verdiklerini kaydetti.
Silahlı kuvvetler baş komutanı General Salihi İslam Devrimi Lideri'ne, silahlı kuvvetlerin yetenekleri ve hazırlıkları hakkında bir rapor sundu.
Ayetullah Alevi Gorgani ile Hz. Fatıma hakkında röporaj:
Ayetullah Alevi Gorgani: Şia kardeşlerime tavsiyem, sünnilerin ihtiram gösterdikleri şahıslara hakaret etmeden olaylara giriş yapsınlar ve onları Ehlibeyt’in (a.s) makamı hakkında aydınlatsınlar. Eğer müzakerelerde, bu büyük şahsiyetlerin (Ehlibeytin) konumları karşı taraf için aydın olursa ve o makamları kabul ederlerse geriye kalan işler hallolunur. Hakikaten eğer yumuşak ve mantıklı bir dille yaklaşılırsa çabuk kabul ederler.
Sünni kardeşlerime tavsiyem ise eğer bir miktar oturup düşünseler ve işiten bir kulakla müzakere ederlerse kendilerinin hazırladıkları sahih kitapların bile kendi inançlarına göre sahih olmadıklarını göreceklerdir…
Hz. Fatımatu’z Zehra’nın (selamullahi aleyha) şehadet yıldönümü münasebeti ile taklit mercilerden Hz. Ayetullah uzma Seyyid Muhammed Ali Alevi Gorgani’nin huzuruna vararak Hz. Sıddıka-i Tahire’nin (s.a) karakteri, faziletleri hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.
soru: Bize böyle bir fırsat verdiğiniz için size teşekkür ediyoruz. İlk soru olarak Hz. Fatımatu’z Zehra’nın (s.a) karakter ve şahsiyetinden bahsedebilir misiniz?
cevap: Bismillahirrahmanirrahim. Elhamduillahi vesaletu ve selamu ale resulullahi ve ale Alihi Alellahi ve le’nu’daimi ale a’daihim a’daillahi.
Bir şahsiyeti, yahut bir şeyi tanıtmak için o şeyi, yahut o şahsiyeti tanıtacak şahsın o şey, yahut o şahsiyetten daha üst ve konumda olması gerekmektedir. Maruf söze göre “muarrif, muarreften (tanıtan, tanıtılandan) daha belirgin, daha bilgili ve daha üst konumda olmalıdır”. Bu ilke, mantık ve felsefe ilminin değişmez mutlak kaidesidir. Bunun sebebi ise eğer (tanıtan) tarif eden şahıs bu şekilde olmazsa, tanıttığı şeyin özelliklerini kuşatmamıştır demektir. Halbuki muarrifin (tanıtıcı konumda olan şahsın) koşulu, muarrefin (tanıtılacak olan şahıs veya şeyin) hususiyet ve özelliklerine tam olarak vakıf olmasını gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla Hz. Peygamber Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
"تَفَكَّرُوا فِي آلاءِ اللَّه وَ لا تَتَفَكَّرُوا فِي ذاتِ اللَّه" : “Allah’ın nimetleri hakkında düşünüp tefekkür edin, Allah’ı zatı hakkında düşünüp tefekkür etmeyin.” [1] İmam Cafer Sadık (a.s) da şöyle buyurmaktadır:
إِيَّاكُمْ وَ التَّفَكُّرَ فِي اللَّهِ فَإِنَّ التَّفَكُّرَ فِي اللَّهِ لا يَزِيدُ إِلا تَيْهاً إِنَّ اللَّهَ لا تُدْرِكُهُ الابصَارُ وَ لا يُوصَفُ بِمِقدار : “Allah’ın (künhü) zatı hakkında tefekkür etmekten sakının. Şüphesiz Allah’ın künhü zatı hakkında tefekkür etmek, yolunu şaşırmaktan (kaybolmaktan, sapmaktan) başka bir şeyi arttırmaz. Kuşkusuz gözler O’nu göremez ve miktarla vasfedilemez.” [2] ان الله قد احاط بکل شیء علماً “Şüphesiz Allah, her şeyi ilmiyle kuşatmıştır.” [3]
Bu girişle bizim, Hz. Peygamber Ekrem (s.a.a), Hz. Fatımatu’z Zehra (s.a) ve Masum İmamların (a.s) kutsal makamlarını tanımamızın bu minval üzerine olduğu ortaya çıkmaktadır. Yani, bizler onları tanımlayamayız. Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:
يا علي! ما عرف اللّه حق معرفته غيري و غيرک و ما عرفک حق معرفتک غير اللّه و غيري “Ya Ali, Allah'ı benden ve senden başkası hakkıyla tanımamıştır. Ve seni Allah'tan ve benden başka kimse hakkıyla tanımamıştır.” [4] Ve başka bir yerde şöyle buyurmuştur:
يا علي! لايعرف اللّه تعالي الا انا و انت و لايعرفني الا اللّه و انت و لا يعرفک الا اللّه و انا “Ya Ali! ben ve senin dışında hiç kimse Allah Teala’yı tanımadı; Allah ve senin dışında hiç kimse beni tanımadı ve Allah ve benim dışımda hiç kimse seni tanımadı.” [5] Peygamberin bu ifadeleri tarif değildir, bu gerçek ve hakikatlerdir. Yani eğer bu şahsiyetlerin tanınması gerekiyorsa, bunlar gibisi bu işi yapmalıdır.
Dolayısıyla, Hz. Peygamberden (s.a.a) Hz. Zehra’nın (s.a) kim olduğunu sormak gerekir, sınırlı bir ilme ve mahdut bir kesple kesbi ilimlere sahip olan ben ve benim gibilere değil. Hal böyle iken eğer Hz. Zehra’nın (s.a) tanınması gerekiyorsa ya değerli babası ve aziz eşi tarafından, yahut Allah Teala tarafından bu olmalıdır. Dolayısıyla bizler bu şahsiyet hakkında onların ne dediklerine bakmak için onların peşi sıra gitmeliyiz.
soru: Allah ve Resulü (s.a.a) Hz. Zehra-ı Ethar’ı (s.a) nasıl tanıtmaktadırlar?
cevap: Allah ve Peygamberin (s.a.a) Hz. Zehra’yı (s.a) nasıl tanıttığına baktığımız zaman, görüyoruz ki O’nlar, Hz. Zehra’yı (s.a) yaratılış pusulasının merkez noktasında karar kılmışlardır. Allah Teala, bütün alemlerin hilkatini, dairesel vücut şeklinde beyan etmektedir. Hz. Zehra (s.a) ise onun merkez noktasındadır.
Örneğin “Kisa Hadisi”nde[6] Cebrail şöyle sormaktadır: “Ya Rabbî, abânın altında bulunan kimlerdir?” Allah “Peygamber ve çocuklarıdır” demiyor. Bilakis “Hum Fatımatu ve ebuha ve be’luha ve benuha”; “Onlar Fatıma, babası, eşi ve çocuklarıdır.” Yani pusulanın merkez noktasının ta kendisidir. Allah, Hz. Zehra’nın (s.a) mübarek vücudunu baba, dede (eşi) ve çocuklarının tanıma merkezi karar kılmıştır. Dolayısıyla bu hanımın, nübüvvet ve velayetin gerçek merkezi olduğu anlaşılmaktadır. Sanki velayet ve nübüvvet bağlantısını Hz. Zehra (s.a) sağlamaktadır.
Peygamber Ekrem (s.a.a) Hz. Zehra’yı, “Ümmü ebiha” (babasının anası) olarak adlandırmaktadır. Bazıları “bu ne demektir?” diye “Ümmü Ebiha”nın anlamında takılıp kalmışlardır. Burada takılmanın bir anlamı yoktur. Bunun anlamı, yani Hz. Zehra (s.a) gerçek ve hakikatin merkez noktasıdır. Dolayısıyla “Fatıma ve ebuha”nın anlamı, yani eğer Hz. Zehra olmasa, Peygamberin annesi ve merkez noktası yoktur, demektir. Sanki kitabın dizeleri ortadan kaybolmuştur.
Hz. Zehra’yı (s.a) tanımak için başka bir yer ise Hz. Peygamber efendimizin (s.a.a) ona olan aşırı ve şaşırtıcı ilgisidir. Kurulu düzen her zaman bu şekildedir ki imam ve liderin eli öpülür. Yani ma’mum (imama tabi olan), imamın elini öpmelidir. Ancak bazen Peygamberimiz (s.a.a) Zehra’nın elini öpmekteydi. Rivayetlerde her ne zaman Hz. Peygamber, Hz. Zehra’nın yanına giderse, Hz. Zehra’nın yerinden kalkarak babasının ellerini öptüğü ve her ne zaman Fatıma babasının evine giderse Hz. Resulün (s.a.a) onu kendi yerine oturttuğu ve ellerini öptüğü kayıtlıdır. Bu rivayetleri ne yapmalıyız? Gerçekten eğer bu kadın bu yüce makamda olmasaydı, acaba Peygamberimiz o azameti ile onun elini öper miydi? [7]
Benzersiz başka bir fazilet ise, Hz. Zehra’nın (s.a) dünyaya gelme öyküsüdür. Ben, Fatımiye günlerinin[8] birincisinde de konuşma yapmış ve bu konuya değinmiştim ki genellikle “İnna a'taynake’l Kevser” [9] suresinin tefsiri hakkında beyler daha çok “Kevser” maddesinin peşi sıra gitmişlerdir. Ve onun anlamını “çok ve bol hayır” olarak açıklamışlardır. Sonra Hz. Zehra’nın nasıl “çok ve bol hayır” olduğunun peşi sıra giderek bunun dal ve budaklarını beyan etmişlerdir. Bana göre bu tefsirler güzeldir ve onları reddetmiyorum, ancak ‘Kevser’in başka bir yönünün olması mümkündür. O da Hz. Zehra’nın (s.a) dünyaya gelme macerasıdır. Peygamber efendimiz (s.a.a) “Ebtah”da bir grupla oturduğu sırada birden Hz. Cebrail-i Emin nazil olmuş ve şöyle demiştir: “Ey Peygamber! Bu geceden itibaren artık Hatice’nin evine gitme ve 40 gün boyunca ibadet et.” Hz. Peygamberimiz de bu süre boyunca Hz. Hatice’nin yanın uğramamış ve “Ümmü Hani”nin evinde kalmıştır. Kırkıncı gece hazret için “hurma, üzüm ve Kevser suyundan oluşan cennetten yiyecekler getirdiler. Hz. Resulullah (s.a.a) bu cennet maidesinden (sofra) yedikten sonra Hz. Hatice’nin (s.a) yanına gitti ve Hz. Zehra’nın (s.a) nutfesi o cennet armağanından oluştu. Hz. Zehra’ya (s.a) Kevser demelerinin sebebi “لانها خُلقت من ماء الكوثر” onun Kevser suyundan yaratılmış olmasından dolayı olmuş olabilir. Yani Allah buyuruyor ki Ey Resulullah! Biz sana Kevser’i verdik, yani Zehra’yı (s.a) Kevser suyundan yarattık. Ben araştırdım hatta Hz. Peygamber efendimizin mübarek vücut nutfesinin Kevser suyundan yaratıldığına dair rivayet bulunmamaktadır. Böyle bir hadis, Emire’l Mümin’in Hz. Ali hakkında yoktur. Hz. Hasan (a.s) ve Hz. Ebu Abdullah Hüseyin (a.s) hakkında da yoktur. Bu sadece Hz. Zehra’nın (s.a) mübarek vücudu hakkında vardır. Ehli sünnet ravilerinin “Ayşe”den naklettiği rivayette şöyle geçmiştir: “Peygamber kızı Fatıma’yı çok öperdi. Ben bunu eleştirmiş ve şöyle demiştim: Ya Resulullah! Evli bir kadını öpmeniz pekte iyi değildir! peygamber bana şöyle cevap verdi: Bu lafları etme, ben cennetin kokusunu Fatıma’dan almaktayım.”
Hz. Zehra (s.a), Ethar İmamların (a.s) beyanlarında da çok yüce makamlara sahiptir. Örneğin imam Hasan Askeri (a.s) şöyle buyurmaktadır: نحنُ حُجَجُ اللّهِ عَلى خَلقِهِ وَ فاطمةُ حُجةٌ عَليَنا “Bizler, Allah’ın kullarına hüccet ve kanıtız, Fatıma ise Allah’ın bize hüccettir.” [10] Dolayısıyla onun vücudu seçilmişler (imamlar) için hüccet ve örnektir.
Bunlar, Hz. Zehra’nın (s.a) en üstün derecelere sahip olduğunu anlatan rivayetlerden küçük bir yansımadır.
soru: Bazıları için soru işaretlerine sebep olan Hz. Zehra’nın (s.a) 1400 yıl önceki koşullar altında bir hanımefendi olduğudur. Bizler için onun (s.a), yirmi birinci yüzyılda nasıl bir model ve örnek olduğunu iddia edebiliriz?
cevap: O hazret, fakat sadrı İslam’da özel bir zaman dilimine has değildir. Bizler, açıkladığımız rivayetler ve açıklamadığımız bir yığın olayların mecmuasından icmali bir tevatürle bu hanımefendinin 1400 yıl öncesine mahsus olmadığını anlamaktayız. Bu hanımefendinin varlığı ezelden beridir merkezi bir konuma sahipti ve sonsuza kadar merkezi bir konuma sahip olacaktır. Biz, bu söyleşide o hazretin doğum öncesi dönemini açıklamaya fırsat bulamadık. Hz. Zehra (s.a) zahiri varlığından (görsel fiziki vücudundan) önce bile varlığı yaratılışın merkeziydi.
Sözün özü şudur ki Hz. Zehra’nın (s.a) makamı, bizim söyleyip vasfetmemizden çok daha üstündür. Hatta bizim anlayıp idrak edebileceğimizden bile daha yücedir. Ancak Allah, Resulü ve tahir İmamların buyurduklarından anlamaktayız ki onun kutsal varlığı her daim kalacaktır. Kıyamet günü bile bu celal ve azamet Allah’ın dileği ile baki kalacak ve insanların model ve olgusu olacaktır.
soru: Burada başka bir soru daha gündeme gelmektedir, o da Hz. Fatımatu’z Zehra’nın (s.a) bu eşsiz faziletleri ve yüce makamının olması bazıları için şaşkınlığa sebep olmaktadır. Şaşkınlığa sebep olan bu durumun bir benzeri ancak daha düşüğü Hz. Fatıma-ı Masume (s.a) içinde bulunmaktadır. Bu insanlar “bu şahsiyetlerin yaşlarının az olmasına rağmen nasıl böyle makamlara çıktığını ve Hz. Peygamber efendimizin (s.a.a) Hz. Zehra’ya (s.a) böyle davranmasına neden olduğunu, yahut Hz. Musa bin Cafer (a.s) masum bir imam olmasına rağmen Hz. Masume (s.a) hakkında “Fedaha Ebuha” (Babası feda olsun) buyurduğunu sormaktadırlar. Lütfen bu konu hakkında da açıklamalarda bulunur musunuz?
cevap: Bu konu, apaçık ve aşikardır! Bizim standart algılayışımızın dışında olan ‘bu hazretlerin varlıklarını zati ve gerçek olarak algılamamız’ gerektiği ortaya çıktıktan sonra bu konu hallolacaktır.
Elbette, bu değerli insanların istisnai varlıkları ile zahire ve doğal akışına uygun olarak davranmakla mükellef oldukları ve istisnai varlık olduklarını toplumun bilmesini istemediklerinin açıklanması gerekmektedir. Zira (eğer açıklanmış olsaydı) toplum ve insanlar hayrete ve şaşkınlığa düşebilirlerdi. Bir rivayette Peygamber efendimiz bir gün Müminlerin Emiri Hz. Ali ile yürüyorlardı. Hz. Resulullah Hz. Ali’ye şöyle buyurdu: “Ali can! Ben senin hakkın olan makamını insanlara tam olarak açıklamadım, eğer senin makamının hakkını insanlara söyleseydim, insanlar senin ayaklarının altındaki toprağı (şifa diye) gözlerine sürerlerdi.
soru: Neden, onların gerçek ve hakiki makamlarını açıklamamışlardır?
cevap: Bunun bir yönünü “Hüseyin b. Ruh” Hz. Bakiyetullah’tan (imam Mehdi) almıştır. İmam Zaman (a.f) şöyle buyurmuştur: “Onlar, bütün hakikatleri söyleyemediler, çünkü eğer insanlar anlasaydılar Allah’ı kaybederler ve camilerde Ali’ye ibadet ederlerdi.”
Başka bir yönü ise böyle olması durumunda insanlar onları kendilerinden bilmez ve onları beşerden saymazlardı. Ve sonuç olarak onları kendileri için olgu ve örnek olarak alamazlardı. Dolayısıyla şöyle buyurmuştur: “ اِنَّمَا اَنَا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰى اِلَیَّ ; “Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim (Şu var ki) bana, vahyolunuyor.” [11]Bunu neden demişlerdir? Bu, kendilerini beşeriyet sınırının dışına çıkarmamaları için bir tekittir. Böylece insanları davet ettiklerinde insanlar ‘bunların sınırları bizden ayrıdır’ demeyeceklerdi. Bizlerde sizler gibiyiz; yemek yiyoruz, uyuyoruz diyorlardı, hatta bazen Onların (a.s) istisna varlıklar olduklarını sanmamaları için sıradan insanlar gibi olduklarını göstermekte ve bazı şeyleri bilerek yapmaktaydılar.
soru: Öyleyse onların ömürlerinin kısa veya uzun olmasıyla bir ilintisinin olmadığı ve insanların şaşkınlığına neden olan onların makamları kazanılan iktibasi bir makam değildir.
cevap: Evet, onların şahsiyetleri, kazanılan iktibasa bağlı değildir. İlim ve makamları iktibasi olanlar için ömür önemlidir. Örneğin bizler. Bizler hakkında ne derece zahmet çektiğimiz önemlidir. Ama eğer Allah’ın birisine bir makam vereceği kararlaştırılırsa, bunun iktibasla (kazanılanla) bir alakası yoktur. Ancak İmamların (a.s) ilimleri “ladunni” ilimdir. Ama imamlar dışındakilere, Allah tarafından inayetler olunmakta ve bu makamlara sahip olanlara Allah tarafından mülhematlar verilmektedir.
ABNA: Şia ve gayri Şia kaynaklarında Hz. Fatımatu’z Zehra’nın (s.a) faziletleri hakkında onca hadisler bulunmaktadır, doğal olarak halifelerin kendileri Hz. Zehra’nın (s.a) bu makamlarını herkesten daha iyi bilmekteydiler. Burada şu soru akla gelmektedir öyleyse neden halifeler Hz. Zehra’nın (s.a) evine saldırılmasına razı olmuşlar ve o olayların yaşanmasına neden olmuşlardır? Bugün günümüzde bazı uydu televizyon kanalları gençlerin olayları tam olarak bilmediklerinden yararlanarak gerçeklerin aksine ve “Sahihi Buhari”de bile olan bu olayları inkar etmekte ve hatta halifelerin (Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın) Hz. Fatıma ve Hz. Ali’yle arasının oldukça iyi ve güzel olduğunu tebliğ etmektedirler! Lütfen bu konu hakkında da açıklamalarda bulunur musunuz?
Ayetullah Alevi Gorgani: Evet, onlar Ehlibeyt’in (a.s) konum ve makamlarını bizlerden daha iyi bilmekteydiler. Çünkü onlar (sahabeler) her zaman Hz. Peygamberimizin (s.a.a) sözlerini duymaktaydılar ve hatta kendileri (halifeler) bile Hz. Zehra’nın (s.a) faziletlerini nakletmişlerdir. Dolayısıyla Ehli sünnetten olan araştırmacılar, olayın aslını inkar etmemektedirler. Çünkü Hz. Fatıma’nın (s.a) evine hürmetsizlik konusu onların sahih kitaplarında sarih bir şekilde veya zımni olarak kayıtlıdır. Onlar resmi olarak bunu inkar edememektedirler, ancak onu gerekçelendirmeye ve tevcih etmeye çalışmaktadırlar!! Onların gerekçeleri ise şudur: halifeler işlerin kontrolünü ellerine almışlardı ve tabiri caizse şer’i hakimdiler. Hükümet başkanı, İslam ve Müslümanların maslahat ve yararına olan her şeyi yapabilirler. Onlar, bu olayın gerekçesini bu şekilde açıklamakta ve hadisenin hak ve batıl yönüne bakmamaktadırlar! Hatta bundan daha kötüsü, onlardan bazıları – hepsi değil- bu yöntem ve metotla Yezit ibn Muaviye’nin yaptıklarını bile gerekçelendirmeye çalışmaktadırlar!! Bu da –bazı- ulemalarının itirazlarına neden olmaktadır.
Bu gerekçe elbette ki doğru değildir. Bu konuda çok tatlı bir anım bulunmaktadır. Onların ulemalarından Mekke’de münazaralarım olmuştu.
soru: Lütfen okuyucularımızın yararlanması için anlatır mısınız?
cevap: Hac seferlerinin birinde Mescid-i Haram’da çeşitli ülkelerden gelen çok sayıda hacının yanında kendi dilleriyle bunların büyük ulemalarının biriyle–onların hiçbir kutsalına saygısızlık ve hürmetsizlik olmadan- bir bahsim oldu. Onunla konuştum. Münazaramız yaklaşık olarak iki saat sürdü ve oldukça çok etkisi oldu. (Suudi Arabistan’ın oradaki) tüm polisleri etrafımızı kuşatmış ve konuşmalarımızı dinliyorlardı. Gece saat 12’ye kadar süren münazaramızda Şiraz ve İsfahanlı dostlarımız “Ceddiniz (Resulullah) aşkına lütfen boş verin” diyorlardı. Ama ben onlara ayet ve hadislerden bahsettiğim için onların çok hoşuna gidiyordu. O gecenin sabahında Mescid-i Haram’a gitmek istediğimde İranlılar etrafımı sararak bizde sizinle geliyoruz, çünkü sizi incitebilirler! Dediler. Ancak oraya gittiğimizde gördük ki ters etki yapmış ve onlardan birisi “Cae El Alim… Cae İbn Resulillah” (Alim geldi… Resulullah’ın oğlu geldi…). Haremin hadimlerinden bazıları gelerek şaşırtıcı bir şekilde tavaf esnasında bize eskortluk ettiler.
soru: Bu olay hangi yıl gerçekleşti?
Ayetullah Alevi Gorgani: 1354 (1975) yılında.
ABNA: Hangi yolla onların şüphelerine cevap verdiniz?
cevap: Birinci yol olarak onlara dedim ki: Allah için söyleyiniz sihahın rivayetlerini kabul ediyor musunuz? Dediler ki: evet, kabul ediyoruz. Dedim ki: “Acaba sihahta (ehli sünnetin altı sahih kitabı) Hz. Zehra’nın (s.a) ölene dek şeyheynle (Ebu Bekir ve Ömer’le) konuşmadığı yazılmamış mıdır? [12]Dediler ki: evet, yazılmıştır. Dedim ki: Öyleyse zamanın halifesi meşru hükümet başkanı idiyse neden Kur’an-ı Kerim’in tanıklığı ile tahire ve masume [13] olan Hz. Zehra (s.a) onlarla konuşmamıştır?!
İkinci yol olarak ortaya attıkları gerekçelerini onlara açıkladım ve dedim ki sizin Hz. Fatıma’nın (s.a) evine karşı saygısızlık gerekçeniz budur (sonra onların gerekçelerini açıkladım.) onlar sevinçle şöyle dediler: “Ehsente ya seyyidena’l muazzam (Bravo ey değerli efendimiz), çok güzel ifade ettiniz.” Sonra dedim ki: “Ancak sizin ileri sürdüğünüz delil ve gerekçeniz çarpık ve hilaftır.” Dediler ki: Neden? Dedim ki: O gerekçe, Hz. Peygamberin (s.a.a) hükümet başkanı hakkında emir buyurmadıkları vakit geçerli olur. Ancak kendisi kanun koyucu ve yasa belirleyici olan bir peygamber hükümet başkanı için sınırlar belirlemiş ve ona istedikleri şeyi yapma izni vermemiştir. Bilakis şöyle buyurmuştur:
يا أيها الناس والله ما من شيء يقربكم من الجنة ويباعدكم من النار إلا وقد أمرتكم به وما من شيء يقربكم من النار و يباعدكم من الجنه إلا وقد نهيتكم عنه
“Ey insanlar! Sizleri cennete yakınlaştıracak ve sizleri (cehennem) ateşinden uzaklaştıracak şeyler dışında size bir emirde bulunmadım. Ve sizleri ateşe yakınlaştıracak ve cennetten uzaklaştıracak şeylerin dışında size bir yasaklamada bulunmadım.” [14] Dolayısıyla Peygamber efendimiz (s.a.a) hükümet başkanına her neyi teşhis etmişse (kendi teşhisine göre) onu yapması için izin vermemiş ve Allah’ın razılığından uzaklaşılarak vahiy evine karşı cürette bulunmasını istememiştir.
O Vahabi alime dedim ki: “Meğer, Peygamber efendimiz, Müslümanlara ve ezcümle hükümet reisine insanları –onlardan daha önemlisi vahiy evini- tavsiye etmemiş miydi? Meğer, Peygamberimiz, insanlara bu tür saldırganlıkların yapılmamasını emretmemiş midir?” bu cümleyi dedikten sonra öylece kaldılar ve kabul etmekten başka çareleri kalmadı. Çünkü Hz. Peygamberden (s.a.a) ve kendi kitaplarından nakletmiştim. Onlara dedim ki: “Onların (halifelerin) yaptıklarına bizim itirazımız budur. Bizler halifelere cesarette bulunmuyoruz. Ancak Peygamberimizin onca tavsiyesine rağmen onların davranışları Peygamber efendimizin sözleriyle nasıl örtüşebilir? Eğer sizler orada olsaydınız bu gerekçeleri kabul eder miydiniz? Dediler ki: “Cidden yekulu hasenen” (Gerçekten güzel konuşuyor).
Bu azizlerin pek dikkat etmediği üçüncü cevap ise şudur: Bütün asli olmayan feri hükümler, asli ve asıl ahkama tabidir. Ve hiçbir zaman feri ahkam asli hükümlere galebe çalamaz. Kur’an-ı Kerim’in muhkemlerinden ve kesin sünnetin cüzünden olan Hz. Emire’l Mümin’in ve Hz. Fatımatu’z Zehra’nın (a.s) makamı, dinin asli hükümlerindendir. Diğer hükümler ise –hükümet başkanının yaptıkları eylemler gibi- rütbe açısından ondan sonra gelmektedir. Bu feri, saldırmak ve evin kapısını ateşe vermeler, Müminlerin Emiri Hz. Ali ve Hz. Zehra’nın (s.a) makamından daha sonra gelmektedir. Acaba müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) makamı bizim gibimidir? Hayır, onlar ilahi hususiyetlere sahiptiler ve onlara yapılanlar doğru değildi.”
Hülasa olarak, ben onların yoluyla gittim ve onların şüphelerine cevap verdim ve oldukçada etkili oldu.
soru: Bu hatıraya binaen, Şia ve Sünnilerin kendi aralarındaki diyaloglarında ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?
soru: Benim, Şia kardeşlerime tavsiyem, onların ihtiram gösterdikleri şahıslara hakaret etmeden olaylara giriş yapsınlar ve onları Ehlibeyt’in (a.s) makamı hakkında aydınlatsınlar. Eğer müzakerelerde, bu büyük şahsiyetlerin (Ehlibeytin) konumları karşı taraf için aydın olursa ve o makamları kabul ederlerse geriye kalan işler hallolunur. Hakikaten eğer yumuşak ve mantıklı bir dille yaklaşılırsa çabuk kabul ederler.
Benim, Sünni kardeşlerime tavsiyem ise eğer bir miktar oturup düşünseler ve işiten bir kulakla müzakere ederlerse göreceklerdir ki kendilerinin hazırladıkları sahih kitapların bile kendi inançlarına göre sahih olmadıklarını anlayacaklardır.
ABNA: Bir diğer şüphe ise Hz. Fatıma’nın (s.a) şehadet konusunun kendisidir. Son yıllarda icat edip tebliğ ettikleri bir şüphedir bu. Diyorlar ki eğer Hz. Zehra şehit olduysa ve doğal yollarla vefat etmediyse neden takvimlerde önceden “Hz. Fatımatu’z Zehra’nın (s.a) vefat yıldönümü” yazılırdı, ancak son yıllarda “Hz. Zehra’nın (s.a) şehadet yıldönümü” diye yazılmaktadır?!
Ayetullah Alevi Gorgani: Şehadet ifadesini kullanmak, takvimlere bağlı ve son yıllara mahsus bir konu değildir. Şehadet kelimesi sarih ve açık bir şekilde Ehlibeyt’in (a.s) sözlerinde kullanılmıştır. Örneğin Hz. İmam Musa Kazım (a.s) Hz. Zehra hakkında resmen şehadet ifadesini kullanmış ve şöyle buyurmuştur: إنَّ فاطِمَة صِدِّيقَةٌ شَهِيدة ; “Şüphesiz Fatıma, Sıddıka ve Şehidedir.” [15]Dolayısıyla Hz. Zehra’nın (s.a) mübarek bazularına vurulan darbelerin o hazretin yaşam organlarına zarar verdiği anlaşılmaktadır. Çünkü o olaylardan (evinin yakılarak dövülmesinden) birkaç gün sonra – o genç yaşında- dünyadan göçmüştür. Dolayısıyla Hz. Zehra (s.a) için şehadet sözcüğünün kullanılması bizim ortaya attığımız yeni bir şey değildir.
Ama geçmiş yıllarda takvimlerde vefat yazılmasının sebebi şuydu: İlk olarak (Şah döneminde) devlet Ehlibeyt (a.s) dostlarının elinde değildi. Ancak İran İslam Cumhuriyeti ülkenin başına geldikten sonra Masum imamın (a.s) tabiri olan şehadet sözcüğü takvimlerde yazılmaya başlandı. İkinci olarak geçmişte onlar Şialarla mukabele etmek için bu denli uğraşmıyorlardı ve Vahabilik (ve aşırı unsurlar) gerçekte Ehlibeyt (a.s) mektebi karşısında bu şekilde bir harekete sahip değildi. Ancak Şia tarafından tehlike sezdikleri için Ehlibeyt’in (a.s) hak makamının yayılmaması için çalışma başlattılar. Doğal olarak bu hareketin, mukabil tarafı da olacaktır.
soru: Hz. Zehra’nın (s.a) ilk darp edildiği günlerde Hz. Muhsin’in şehadeti ve (anne karnındayken düşürüldüğünü) nazara alırsak son yıllarda Kum’da bazı heyetler “Muhsiniye günleri” diye meclisler düzenlemektedirler. Bazıları da bunun mukabilinde diyorlar ki Şiaları yas ve hüzün kapladı. Başka bir grup ise Vahabilerin Fatımiye konusunda mütemerkiz olduklarından dolayı Muhsiniye günlerinin düzenlenmesinin iyi olduğunu söylemektedirler. Sizin bu konudaki düşünceniz nelerdir?
cevap: İlk olarak matem meclislerinin düzenlenmesi Şiaların kederlenmesine ve depresyonuna neden olmamaktadır. Bilakis bu matem meclisleri gerçek İslam’ın diri olmasına ve zinde olmasına sebep olmaktadır. Şia, Allah Resulünün (s.a.a) ailesi için hüzünlenmeyi kendisi için iftihar bilmektedir, bu işlere zorlanmamaktadır.
İkinci olarak Muhsiniye günleri, dostların yaptıkları bir ameldir. Ve kendi tarzlarına göre şekillenmektedir. Farklı günlerde bu aile için hüzün meclislerinin düzenlenmesi onlara olan saygı ve ihtiramdan kaynaklanmaktadır. Bu yönden has bir mesele değildir. Ayrıca söylediğim gibi bu tür akımlar o mukabelelerin etkisiyle oluşmaktadır.
Her ne olursa olsun, bu tür meclislerin düzenlenmesinin bir sakıncası yoktur. bu duygusal bir eylemdir ve zorla da yapılmamaktadır. Bu hareketin nedeni muhabbettir ve insanlar kendi marifet ve muhabbetleri ölçüsünde meclisler düzenlemekte ve sofralar açmaktadırlar.
ABNA: Eğer izin verirseniz birkaç tane soru da ahlaki konulardan sormak istiyoruz?
Ayetullah Alevi Gorgani: Buyurun.
soru: Günümüzde Müslümanlar için – ve hatta diğer dinler ve bir mabuda inanan herkes için- önemli olan konulardan biriside “Dua ve münacat” konusudur. Hz. Zehra’nın (s.a) parlak siyresinden biriside bu dualardır ki onun hayatında dua çok renkli bir yere sahipti.
cevap: Hz. Peygamber Ekrem’den (s.a.a) nakledilen meşhur bir hadiste şöyle buyurmuştur: هل ادلكم بسلاح الانبياء “Size peygamberlerin silahının ne olduğunu açıklayayım mı?” dediler ki: Evet, ya Resulullah! Peygamberimiz şöyle buyurdu: سلاح الانبياء الدعاء “Peygamberlerin silahı duadır.” [16]
Dua çok önemlidir. O kadar çok önemlidir ki Allah Kur’an’da şöyle buyurmuştur:
قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَولا دُعَاؤُكُمْ ; “(Ey Muhammed!) De ki: “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!” [17] Eğer bu dualar olmasaydı Allah sizlere itina etmezdi. Neden dua bu kadar önemlidir? Çünkü yaratan ile yaratılan arasındaki ilişkidir. Yani kulun feyze ermesi için her daim yaratanından istekte bulunarak onunla irtibat halinde olması gerekir. Öte yandan kulluğun gerekliliği ise kul, ilahını unutmamalı ve onun karşısında kendisini küçük görmelidir, yoksa küfranı nimet olur.
Dolayısıyla duanın varlığı Halik ile mahlukun ilişkisidir. Kimlerin bu ilişkiye ihtiyacı vardır? neden bu ilişki olmalıdır? لان الخلق محتاج الي ذلك ; Çünkü mahlukun buna ihtiyacı vardır. Bizim neyimiz vardır ki Allah’a ihtiyacımız olmasın? Fakirin zengine muhtaç olması, zati bir ihtiyaçtır. Ve eğer dua etmezsek olması gerekenin aksine iş yapmış oluruz. Dolayısıyla şöyle buyurmuştur:
يا أَيُّهَا النَّاسُ أَنتُمُ الفُقَرَاء إِلَى اللَّهِ وَاللَّهُ هُوَ الغَنِيُّ الحَمِيد
“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise her bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye hakkıyla lâyık olandır.” [18]
Dolayısıyla, dua kulun marifetli bir şekilde vazifesi ve onun rabbine olan ilgisinin bir göstergesidir. Hz. Emire’l Mümin’ine neden bu kadar münacat ediyorsun? Dediklerinde. Şöyle buyurmuştur: “Amca oğluma (Resulullah’a) bir bakın nasıl amel ediyordu da onun hakkında Kur’an ona neden kendine güçlük çıkarıyorsun diye ayet inmiştir. (Biz sana bu Kur'an'ı güçlük çekmen için indirmedik.)[19] Peygamber efendimiz (s.a.a) o kadar namaz, dua ve ibadet için ayakta kalırdı ki mübarek parmakları şişerdi.
İmam Hasan Mücteba (a.s) şöyle buyurmaktadır: bir gece anneme dikkat ettim dua ediyordu. Seher vaktine kadar dua etti, ancak bize dua etmedi. Bilakis başkalarını bize öncelikli kıldı. Nedenini sorduğumda bana şöyle buyurdu: الجار ثم الدار “Önce komşu, sonra ev” yani biz ilk önce duayı başkaları için okumalıyız, sonra da kendimiz için. Bu marifeti göstermektedir. Bunlar, onun yaratanına karşı olan marifetinin göstergesidir. Her kes Hz. Hak’ka kendi marifeti ölçüsünde ibadet etmektedir. Bu tür dualar, onun (s.a) eşsiz marifetinin ölçüsünü göstermektedir.
soru: Hz. Zehra’nın (s.a) duası madde ve mal için değildi. Ancak günümüzde bir çok insan duanın yalnızca Allah’tan maddi şeyler istemek olduğunu sanmaktadırlar. Lütfen bizlerin dua sırasında hangi konuları göz önünde bulundurmamız gerektiğini açıklayınız.
cevap: Açıklandığı gibi, duanın aslı irtibat ve ilişkidir. İnsan bu ilişkiyi korumak zorundadır. Onu sağlayan her ne olursa olsun fark etmemektedir. Açıktır ki duanın ilgili olduğu şeyler dua eden şahsın anlayış, kapasite ve marifetine bağlıdır. Ve her ne kadar bu anlayış, kapasite ve marifeti yüksek olursa duanın ilgili olduğu şeyler de o oranda yüksek ve yüce olacaktır.
Ancak duanın aslı “yaratan ile yaratılan arasındaki ilişkidir” ve fakat manevi konularda olmasına gerek yoktur. Duanın, madde ve mal için olmasının bir sakıncası yoktur. çünkü Allah’ın kendisi şöyle buyurmuştur: “Yemeğinin tuzunu ve hayvanlarının otunu bile benden isteyiniz.” Dolayısıyla maddi şeyler için dua etmekte duadır ve kınanılacak bir şey değildir.
soru: Diğer bir soru aile ve çocuk eğitimi konusundadır. Günümüzde aile kurumlarına saldırıların yoğunluğunu göz önünde bulundurarak bir çokları bu konuda sıkıntılar çekmektedir. Hz. Zehra’nın (s.a) siyresinden çocuk eğitimi hakkında nasıl yararlanabiliriz?
cevap: Bu konu, geniş bir zamanı gerekli kılmaktadır. Ancak kısaca şunu söyleyebiliriz ki bunların (a.s) aile yaşantılarının keyfiyeti herkes için bir derstir. Hz. Zeynep ve Hz. Ummu Gülsüm (s.a) imam değillerdi, ancak bu mektep onları öylesine eğitmişti ki onların yaşamlarına baktığımız zaman her yönden, hareket ve davranışlarının Allah’ın rızalığı doğrultusundaydı. Elbette bu eğitim ve terbiyeleri anneleri Hz. Zehra’nın (s.a) bereketiyledir. Çünkü anne kucağındaki eğitim babanınkinden daha çoktur. Tabi ki babada etkilidir, ancak çocukları daha çok anne eğitmektedir. Dolayısıyla eğer çocuk eğitiminin sahih tarzını istiyorsak Hz. Zehra (s.a) gibi yol olmalıyız.
Hz. Zehra’nın (s.a) nasıl Hz. Zeynep’i (s.a) eğittiğine bir bakınız, ne sadece kendisi, hatta kendi çocuklarını bile kardeşi yolunda feda etmiştir. Yahut Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’deki şefkat, duygusallık, bağış ve cömertlik, bunlar eğitimin göstergesidir.
soru: Eğer mümkünse bunun yaşanmış örneklerini verebilir misiniz?
cevap: Çocuk eğitimi için asıl olanlar, onlara ilahi ahkamı ve sosyal yaşam koşullarına riayet etmeleri öğretilmelidir. İmamların (a.s) her hangi birinin yaşamlarını okuyunuz, başkalarına ne kadar saygılı olduklarını görürsünüz. Anne ve babaya ne kadar değer verdiklerini, ne kadar şefkat ve duygu yüklü olduklarını görürsünüz.
Örneğin tarihte geçmiştir ki İmam Hüseyin (a.s) bir gün uyuya kalmış ve güneş yüzüne vurmaktaydı. Hz. Zeynep (s.a) çarşafını getirerek güneşin önüne tutarak güneşin yüzüne vurmasına engel olmuştur. Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) bu manzarayı gördüğünde haleti değişir. Hz. Ali’ye neden halin değişti? Dediklerinde, “Kerbela aklıma geldi” der.
Bunlar, kardeş ve bacının bir birlerine olan ilgi, şefkat ve alakalarını gösteren birkaç örnektir. Bu konuda her ne kadar konuşmak istersek bile dilimiz bunun için kekelemektedir. Ancak icmali olarak bunların (a.s) şefkat ve sıfatlarının bizim için örnek ve model olduğu açıktır.
soru: Acaba Masumlardan (a.s) birinin çocuk eğitimi için çocuklarından birini tembih etmek için dövdüğünü gördünüz mü?
cevap: Ben bu konuda bir şey görmedim. Aslında onların eğitim yöntemi dayak ve tembih aşamasına varmayacak bir şekle sahipti. Onların eğitim metodu, kültürel eğitim metoduydu.
Elbette bazen sıradan azarlamalar olabiliyordu. Bazen bazı durumlarda çocuklarına neden bu şekilde oldu? Gibisinden çıkıştıkları olurdu. Ancak dövme aşamasına geçtiğini ben görmedim. Onlara verdikleri eğitim tarzı, tembihe ihtiyaç hissedilmeyen bir tarzdı.
ABNA: Bize böyle bir fırsat verdiğiniz için size teşekkür ediyoruz.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] - El- Mu’cemu’l Kebir liteberani.
[2] - Vesailu’ş Şia, c. 16, s. 197.
[3] - Talak Suresi, 12. Ayet
[4] - Menakib-u İbn Şehri Aşub, c. 3, s. 268.
[5] - Ruvzetu’l Muttekin, c. 13, s. 273.
[6] - Ehli Aba hadisi.
[7] - Burada “babalar çocuklarının ellerini öper” diye bir şüphe akla gelebilir, ancak Hz. Peygamberimiz Hz. Zehra’nın ellerini yalnızca o bebekken öpmemiştir. Büyüyüp evlendikten sonra bile bu gerçekleşmiştir. Yukarda geçen rivayette bu açıkça anlaşılmaktadır.
[8] - Hz. Zehra’nın şehadeti konusunda iki farklı rivayet bulunmaktadır. Dolayısıyla Hz. Fatıma yas günleri her iki tarihte de yapılmaktadır.
[9] - Kevser suresi.
[10] - Tefsiru Etyebu’l Beyan, c. 13, s. 236.
[11] - Kehf, 110.
[12] - Sahihi Buhari, c. 5, s. 82 (Hayber gazvesi babı) ve Sahihi Müslim, c. 5, s. 153 (Cihat kitabı) gibi.
[13] - Tahire: Temiz ve pak. (Temiz ve paktan maksat bedensel temizlik değildir. Bedensel temizliğe de şamil olan ruh ve manevi temizliği içine almaktadır) Masume: Günah ve hatadan uzak ve masum olan demektir.
[14] - Usul-u Kafi, c. 2, s. 74.
[15] - Usul-u Kafi, c. 1, s. 458.
[16] - Usul-u Kafi, c. 1, s. 468
[17] - Furkan, 77.
[18] - Fatır, 15.
[19] - Taha, 2.




















