
کارگر
Dünyanın gözünü çevirdiği Soçi'de 3 liderden ortak açıklama
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Soçi’deki Suriye konulu Dördüncü Üçlü Zirve Toplantısı'nda Rusya Devlet Başkanı Putin ve İran Cumhurbaşkanı Ruhani ile ortak açıklama yaptı. 3 lider de ortak olarak Astan sürecinin önemine vurgu yaptı. Ruhani, Türkiye'yi Şam'la temasa çağırdı. Putin de İdlib vurgusu yaptı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Soçi’deki Suriye konulu Dördüncü Üçlü Zirve Toplantısı'nda Rusya Devlet Başkanı Putin ve İran Cumhurbaşkanı Ruhani ile ortak açıklama yaptı. 3 lider de ortak olarak Astan sürecinin önemine vurgu yaptı. Ruhani, Türkiye'yi Şam'la temasa çağırdı. Putin de İdlib vurgusu yaptı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Soçi’deki Suriye konulu Dördüncü Üçlü Zirve Toplantısı'nda Rusya Devlet Başkanı Putin ve İran Cumhurbaşkanı Ruhani ile ortak açıklama yaptı.
Zirvede ilk olarak Rusya Devlet Başkanı Putin söz aldı.
Putin'in konuşmalarından satır başları şöyle:
"Rusya, Türkiye ve İran ortak çabalarla Suriye’deki hayatın normale dönmesi için çalışıyor.
Şimdi Suriye’nin topraklarının hemen hemen tamamında çatışmasızlık rejimi muhafaza ediliyor. Bu bizim somut ve pozitif ortak neticemizdir.
Astana, Suriye için kalıcı bir siyasi çözüm sürecine vesile oldu. Rusya, Türkiye ve İran ortak çabalarla Suriye’deki hayatın normale dönmesi için çalışıyor.
İdlib’te gerginliğin azaltılması konusunda anlaşmamız gerekiyor. Bu da teröristlerin varlığına katlanmamız gerektiği anlamına gelmiyor.
Suriye anayasa komitesinin kısa bir süre içerisinde çalışmalarına başlaması büyük önem arz ediyor.”
RUHANİ'DEN ADANA MUTABAKATI MESAJI
Daha sonra İran Cumhurbaşkanı Ruhani söz aldı.
Ruhani şöyle konuştu:
"Amerikan başkanı Suriye'den çekileceğiz dedi. Ama Amerikan birlikleri, izinsiz bir şekilde Suriye'de bulunmakta. Uluslararası camia ve BM'nin herhangi bir kararı ve izni olmadan işgalci olarak orada bulunmaktalar. Bunlar Suriye halkının faydasına değil. Suriye'nin doğusu ve kuzeyi de uluslararası camiayla işbirliği yapmalı. Kürtler de Suriye ulusunun ayrılmaz bir parçasıdır. Onların da hakları korunmalı. Türkiye'nin bu konudaki endişelerini de anlıyoruz. Bu noktada endişelerin giderilmesi için Suriye'nin meşru hükümetiyle işbirliği yapılmalıdır. Suriye ile Türkiye arasında bir Adana Anlaşması var. İran ve Rusya olarak üzerimize düşeni yapacağız. Türkiye ile Suriye arasındaki bağları güçlendirmek istiyoruz."
ERDOĞAN: PROVOKASYONA RAĞMEN...
Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmasına, İran'da dün gerçekleşen ve 27 Devrim Muhafızları Ordusu mensubunun hayatını kaybettiği saldırıya dair İran halkına taziyede bulunarak başladı. Sekiz yıldır bombaların gölgesinde hayata tutunmaya çalışan Suriye halkının kalıcı siyasi çözüm yolunda sevindirici haberler beklediğini söyleyen Erdoğan, şöyle devam etti:
"Bugüne kadar yapılan 3 toplantıda da beklentileri boşa çıkarmadık. Ateşkesin sağlanması ve terörle mücadele konusunda önemli mesafeler aldık. Tüm sıkıntılara görüş ayrılıklarına ve aramızı açmaya yönelik kimi provokasyonlara rağmen Astana ruhunu muhafaza ettik. Astana platformu Suriye’deki kanın durması için somut çözümler üreten en başarılı girişimdir. Biz nasıl Suriye'de akan kanı durdurmak için mücadele veriyorsak, başkaları da çatışmaların sürmesi için gizli açık çalışıyor. Basiret, feraset ve uzlaşıyla hareket ederek şimdiye kadar bu çevrelere bekledikleri fırsatı vermedik. Süreç içinde önümüze çıkan engelleri diyalogla aşmayı başardık. Sadi Şirazi "Hakiki dost saadet zamanında değil, sıkıntılı zamanında el tutan kimsedir" buyuruyor. Türkiye olarak biz Suriye halkının en zor zamanlarında yanında olduk. Şimdiye kadar 35 milyar dolar kadar yardımı yapmış durumdayız. Komşumuz Suriye’nin bir an önce barışa kavuşması için elimizden geleni yaptık yapmaya devam ediyoruz. Umutlarını bu toplantıya bağlamış kardeşlerimize müjdeler vereceğimize inanıyorum."
Varşova buluşması: Konferans mı, sirk mi?
Varşova’dan Amerikalıların rüyasını kurduğu bir koalisyon çıkmayacak. Muhtemelen geriye bir sürü siyasal üfürük kalacak. Yine de Trump yönetimi, İran’ı Orta Doğu’da kovalama stratejisinden vazgeçmeyecek.
Donald Trump’ın fanatik ekibi, İsrail’in güvenliğine matuf iki başlıklı gündemle yine uluslararası sahneye çıkıyor. Başlığın biri ‘yeni Ortadoğu barış planı’ diğeri ‘İran’ın durdurulması’.
İranlılar devrimin 40’ıncı yılını anarken Varşova bugün başlayacak iki günlük “Orta Doğu’da Barış ve Güvenliğin Geleceğini Destek” başlıklı konferansa ev sahipliği yapıyor. Önceden verilen mesajlar, asıl amacın, ABD, İsrail, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin başını çektiği İran karşıtı koalisyonun genişletilmesi olduğunu gösteriyor.
Amerikalılar bir konferans başlığına ‘güvenlik’ kelimesini iliştirdi mi Amerikan ekseniyle barışık olmayan ülkelerin yüksek voltaj yemiş gibi çarpılmaları kaçınılmaz.
Konu barış ve güvenlik ama bölgenin en önemli aktörü ya da birileri için ‘en önemli sorunu’ İran davetli değil. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ise tam kadro Varşova’da. Onun açısından ilave bir iki Arap ile el sıkışıp, “Araplarla sorunumuz yok, asıl sorun İran” diyebilmek önemli. Önündeki fırsat da büyük. ABD’nin Körfez’deki ortakları da firesiz Varşova yolcusu.
Tepkiler üzerine Polonya “İran’a karşı değil” dese de konferansın finansörü ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, şu sözüyle başka bir yoruma geçit vermedi: “Bu zirve en çok İran üzerinde odaklanacaktır.”
Suud politikalarına mikrofonluk yapan Şark’ul Evsat gazetesi de bu söze alt metin yazdı:
“Konferans, yasadışı milisleri silahlandırmak, kara para aklamak, kıtalar ve okyanuslar üzerinden uyuşturucu ticareti yapmak gibi İran’ın bölgedeki apaçık faaliyetlerine yönelik devletlerin tutumlarını net bir çerçevede resmettiği için önem arz ediyor.”
Rejim karşıtı Halkın Mücahitleri de ‘Özgür İran’ sloganıyla Varşova’da boy gösterecek. Eski New York Belediye Başkanı Rudy Giuliani ve eski Senatör Robert Torricelli de muhaliflerin sesine ortak olacak.
Bu manzara karşısında İran Dışişleri Bakanı Cevat Zarif’in konferans için uygun bulduğu tanım; “Umutsuz sirk”. Tahran’ın tepkisi Dışişleri’ne çağrılan Polonya maslahatgüzarına da iletildi. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyetlerden kaçan Polonyalılara kucak açıp onları Isfahan’da koruma altına alan İran’ın kara gün dostluğu da hatırlatıldı.
***
Peki, ABD ve dostlarının durumu Zarif’in resmettiği kadar biçare mi? ABD’nin çekip çevirme kapasitesini bu şekilde aşağılamak belki rahatlatıcı. Bu biraz İranlıların görülmesini istediği özgüvenle biraz da ABD-Avrupa ilişkilerinin ‘soğuk savaş’ tüneline girmiş olmasıyla alakalı.
Amerikan yönetimi, Başkan Yardımcısı Mike Pence, Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Trump’ın damadı Jared Kushner ve özel temsilci Jason Greenblatt’tan oluşan ekiple konferansa katılıyor. Ortadoğu planının pazarlanacağı bir konferansa atfedilen önem büyük. Fakat iyi bir başlangıç yaptıkları da söylenemez. Amerikalılar Afganistan ya da Irak işgali sırasında olduğu gibi, “Ya bizimlesiniz ya da…” tehdidi savurabilecek durumda değiller. Aşırı sekteryen eğilimler taşıyan Washington ekibi bu kafa ve bu koşullarda uluslararası konsensüs yakalayamaz. Konferansla ilgili sunumlar, “70 ülke katılacak” diye başlıyor. Ne var ki katılım profili keyif bozmak için yeterli. Birçok ülke dışişleri bakanı düzeyinde katılmayacağının sinyalini verdi.
BM Güvenlik Konseyi’nin iki ağır topu Rusya ve Çin konferansa peşinen burun kıvırdı. Rusya’nın BM Daimi Temsilcisi Vassili Nebenzia, “Doğrudan İran’la bağlantılı olarak konferans düzenleyip tek taraflı yaklaşım sergileyerek bölgede askeri ittifaklar oluşturmaya çalışmak ters teper” dedi.
Bölgeden Lübnan Dışişleri Bakanı Cibran Basil açıkça konferansı boykot etti. Cevat Zarif’in Beyrut ziyaretinin ilk hasılası.
Filistin yönetimi de İsrail’e daha fazla güvenlik vaat edip Filistin sorununu Filistinliler aleyhine tarihe gömmeye ayarlı bir planın kendilerine dayatılmış olması nedeniyle konferans davetini geri çevirdi. Hatta Filistin Dışişleri Bakanlığı kendilerinden beklenmeyen bir keskinlikle konferansı “Amerikan komplosu” olarak niteledi. Ortadoğu’da barıştan söz eden konferansta ‘biçare’ Filistin olmayacak. Bu bile konferansın başarısızlığını peşinen ilan etmeye yeter.
Asıl üzerinde durulması gereken Avrupa’nın tutumu. Konferans bir AB üyesinde tertip ediliyor. Konuyla doğrudan ilgili AB Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini gitmeyeceğini duyuruyor. Bu, AB politikalarıyla uyumsuzluğunun net göstergesi. Nedeni de sır değil. AB’yi hırpalayan çıkışlarına ilaveten Trump’ın 5+1’in İran’la yaptığı anlaşmadan çekilmesi, yaşlı kıtayı Amerikan dayatmacılığına karşı illallah deme noktasına getirdi. ABD, Avrupa’nın Russofobik doğu kanadıyla uyum sağlarken Batı kanadıyla soğukluk yaşıyor. Batı Avrupa’dan katılımın profili muhtemelen hayli düşük çıkacak.
ABD yeni yaptırım paketlerine karşı Britanya, Almanya ve Fransa üçlüsünün (E3) İran’la iş yapan şirketleri korumak için geliştirdiği Ticari Mübadele Destek Aracı (INSTEX) adlı mekanizmayı sakatlamaya çalışıyor. Bunun için AB içindeki Amerikan sevdalıları üzerinden çatlakları büyütmesi yeterli. Polonya, Neo-Con stratejinin yaşlı kıtadaki gönüllü ortağı olarak birlikteki en önemli yarık. Polonya’ya bir iki AB üyesinin daha eklenmesi bu konferansta ‘kısa günün kârı’ olur.
Elbette ABD’nin takılıp kaldığı şeyin hepten INSTEX olduğu söylenemez. Her şeyden önce bu mekanizma AB’nin nükleer anlaşmayı (JCPOA) korumak için ilk başlangıçta vaat ettiği korumanın hayli gerisinde. İran’la iş yapan büyük şirketlerin neredeyse tamamı çekildi. AB üyelerinin mekanizmayı İran’ın para aklama konusundaki Mali Eylem Görev Gücü’ne (RAFT) katılımı ve balistik füze programını sınırlandırılması talepleriyle ilişkilendirmesi kapsamlı bir mekanizmanın geliştirilmesini önledi. Bu iki taleple ilgili baskının kaynağı da Washington. Şimdilik gıda, ilaç ve insani ihtiyaçlarla sınırlı ticareti garanti eden INSTEX Tahran için tatmin edici olmasa da İranlılar bunu ABD’nin yalnızlaşması olarak görüyor ve önemsiyor. Ancak AB’nin INSTEX’le nükleer anlaşmayı korurken İran’a baskıyı artırmaya dönük diğer Amerikan politikalarına eşlik etmeyeceğinin garantisi yok. Çünkü İran-Avrupa ilişkiler alanı ABD’den bağımsız olarak başta bir sürü mayın barındırıyor. Nükleer anlaşmanın balistik füzelerin sınırlandırılmasını da içerecek şekilde yeniden müzakere edilmesini isteyen AB üyeleri var. Amerikalılar bu eğilimi güçlendirmenin peşinde.
***
Sözün özü; Varşova’dan Amerikalıların rüyasını kurduğu bir koalisyon çıkmayacak. Muhtemelen geriye bir sürü siyasal üfürük kalacak. Yine de Trump yönetimi, İran’ı Orta Doğu’da kovalama stratejinden vazgeçmeyecek. Benzer gündemle uluslararası ortaklar 15-17 Şubat’ta Münih Güvenlik Konferansı’nda yakın markaja alınacak. Ardından Kushner-Greenblatt ikilisi İsrail, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn ve Umman’ı kapsayan Ortadoğu turuyla bölgenin nabzını tutacak. Netanyahu’nun aile dostu olan damat Kushner bu kez iki yıldır üzerinde çalıştığı Ortadoğu ‘barış’ planının ekonomik detaylarını paylaşacak. Trumpgiller tarihi uzlaşmazlıklar üzerindeki paslı kilitleri ekonomiyle çözeceklerine inanıyor. Barışı parayla satın alacaklar ama o para kesinlikle kendi ceplerinden çıkmayacak. Bu turda Trump’ın İran dosyasından sorumlu kıldığı Brian Hook’un Kushner’e eşlik edecek olması Tahran’ı kuşatma planının Filistin meselesine paralel yürütüleceği anlamına geliyor.
Konferansta İran’ın Suriye’den kovulması ve ABD’nin çekilme planı da gündeme gelecek. O sırada Rusya lideri Vladimir Putin, Soçi’de ağırlayacağı Türkiye ve İran liderleriyle birlikte Varşova’ya nanik yapıyor olacak. ABD’nin onlarca yıldır İran’ı çevrelemede en büyük rolü biçtiği Türkiye bu kez kenarda duruyor. Bu da Amerikan politikalarında mühim bir gedik.
GAZETEDUVAR
İmam Hamenei'den Taziye Mesajı
İmam Hamanei, 27 kişinin şehit olduğu Sistan ve Belucistan’daki terör saldrısı nedeniyle birer taziye mesajı yayınladı.
İslam Devrimi Lideri’nin taziye mesajı şöyle:
"Bir kez daha ülkeye hizmet sunan İranlı salih gençlerin kanına kast edildi. Milletin güvenliği ve vatan sınırlarını korumak için herşeyi göze alan birkaç ülke sermayesi kötü kalpli barbarlar ve canilerce şehit edildi. Bu cinayeti işleyenlerin bölge ve bölge ötesi bazı ülkelerin istihbarat servisleri ile ilişkisi olduğu kesindir. Dolayısıyla ülkedeki ilgili kurumlar buna odaklanıp kouyu ciddiyetle takip e
İran’ın Sistan ve Belucistan eyaletinde Devrim Muhafızları personellerini taşıyan otobüse düzenlenen terör saldırısında 27 kişi şehit düşmüştü.
Varşova Çatlağın Boyutunu Gösterdi
Soçi Zirvesi'yle aynı gün ABD'nin Varşova'da topladığı Ortadoğu konferansı, ABD ile Avrupa Birliği arasındaki çatlağın derinleştiğini gösterdi. ABD Başkan Yardımcısı Pence, AB ile İran arasındaki yeni ödeme sistemini, yaptırımları kırma denemesi olarak tanımladı.
Polonya’nın başkenti Varşova’da ABD önderliğinde düzenlenen “Ortadoğu’da Barış ve Güvenliğin Geleceğini Desteklemek” konferansında konuşan ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, Avrupa Birliği’ne (AB) İran ile ilişkiler nedeniyle yüklendi. Hürriyet'in aktardığına göre, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin ABD yaptırımları altındaki İran ile ticarete devam etmek için ‘Instex’ isimli yeni bir ödeme mekanizması kurmasına değinen Pence, bunun ABD yaptırımlarını delmek için bir girişim olduğunu söyledi.
‘İRAN İLE YÜZLEŞMEDEN OLMAZ’
AB ülkelerinin İran ile imzalanan nükleer anlaşmadan çekilmesinin zamanının geldiğini söyleyen Başkan Yardımcısı, Varşova’daki konferansın Ortadoğu’daki en büyük tehdidin İran olduğunu ispat ettiğini öne sürdü. AB’nin güçlü ülkeleri Fransa ve Almanya’nın kabine üyesi olmayan temsilciler göndermesi ve AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini’nin zirveye katılmamayı tercih etmesi ise dikkat çekici. Mogherini, “ABD ile ortak görüşlerimizin bulunduğu konular olduğu gibi ayrıştığımız konular da mevcut. İran nükleer anlaşmasına ilişkin farklı görüşlerimiz var” dedi.
Çin ve Rusya’nın yanı sıra zirvenin boykot edilmesi çağrısında bulunan Filistin yetkilileri de Varşova’ya gitmedi. ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, İran karşıtı ülkelerin bir araya geldiği konferansın ikinci gününde İsrail Başbakanı Netanyahu ile ortak basın toplantısı düzenledi. Pompeo, “İran ile yüzleşmeden Ortadoğu’da barış ve güvenlik sağlanamaz. Bu mümkün değil. Lübnan’da, Yemen’de, Suriye’de ve Irak’ta menfi bir nüfuzu var. Husiler, Hamas ve Hizbullah’a destek veriyor. Bunlar gerçek tehditler. İran’ı geriletmeden Ortadoğu’da barışa ulaşmak mümkün değil” dedi.
SOÇİ İLE YANIT
Rusya lideri Putin'in ev sahipliğindeki Soçi Zirvesi'nin Varşova Konferansı'yla aynı güne denk getirilmesi, ABD'ye yanıt niteliğinde olduğu değerlendirildi.
İslam Devrimi'nin 40. Yılı
Devlet yapılanmasına ilişkin İslâm ümmetinin 1400 küsur yıllık tarihine baktığımızda, Emevîlerle başlayan “monarşi yönetim anlayışı” farklı varyantlarda da olsa öz itibariyle aynı yönteme sahipti.
Yani bir yönüyle hepsi saltanat sistemiydi. Son yüz yıllık tarihimize baktığımızda ise ümmetin ulus devletler olarak 57 parçaya bölünmüş olduğunu görüyoruz. Ve ne yazık ki bu devletçiklerin yönetim biçimi olarak halkın aidiyet değerlerinden uzak bir yapıya sahip oldukları izahtan vareste bir durum. Devletçik diyoruz zira hemen hemen hepsi dolaylı da olsa Batılı egemen devletlerin güdümünde hareket eden piyon devletçiklerdi. Bunlardan biri de İran’dı. Saltanat sahibi Şah Rıza Pehlevi ülkesini tamamen İngiltere ve ABD’nin sömürgesi hâline getirmişti. İngiltere ve ABD komut veriyor, Şah uyguluyordu. Başta petrol olmak üzere ülkenin zenginlikleri bu iki emperyal ülke tarafından hortumlanıyordu. Hatta iş o raddeye varmıştı ki, bu iki sömürgeci ülke tarıma da karışır olmuştu. Halkın ne ekip ne ekmeyeceğine bunlar karar veriyordu. Hububat yerine halka tütün ekmesi emrediliyordu. Bazı mollalar ise bu durumdan son derece rahatsız oluyordu. Şah aldığı buyrukla henüz ekilmemiş olan tütün üzerinden sözleşmelere, daha doğrusu taahhütnamelere imza atıyordu. Bu dönemde işçi ve köylü sınıfının emek ve alınteri alabildiğine sömürülüyordu. Bunu fırsata dönüştüren sol fraksiyon Tudeh Partisi’ni kurarak verdikleri destekle 1951 yılında Musaddık’ı iktidara taşımış oldular. Başbakan Musaddık İngiltere ve ABD’ye tanınan imtiyazları sınırlandırarak petrolü millileştirme yoluna gitti. O dönemde İran halkı Musaddık’a destek veriyor, grevler, sokak gösterileri düzenleniyordu. Şah, bu gelişmeler karşısında İran’ı terk etmek zorunda kalmıştı. İki yıl sonra yani 1953 yılında, ABD ve İngiltere destekli bir darbeyle, Musaddık başbakanlıktan alınmış ev hapsine tabi tutulmuştu. Piyon Şah ise İran’a geri getirilmişti. Bu yeni dönemde Şah ABD ile yeni yeni anlaşmalara imza atarak iktidara yeniden gelmenin bedeli olarak ülkesini tamamen ABD’nin sömürgesi hâline getirmişti.
ABD Şah’tan tavizler alarak sömürü düzenini pekiştirmek için halkı soysuzlaştırma politikalarına ağırlık vermesini istedi. Zira soysuzlaşmış bir halk egemen güçlere baş kaldırmaz. Böylesi bir halk pısırıktır ve itaate teşnedir. Bu nedenle Şah “Ak Devrim” adı altında bir sürü reformlar başlatıyor. Bu kapsamda ilk iş olarak İslâmî tesettüre savaş açıyor. Peşinden içki tüketimini yaygınlaştırmaya çalışıyor. Kısacası yapmış olduğu reformlarda Atatürk’ü kendisine örnek alıyor.
ABD’ye kaçtığında ise, yıkılışını, reformları tamamlayamadığına ve alfabeyi değiştiremeyişine bağlıyordu. “Eğer alfabeyi değiştirebilseydim ve üzerinden iki kuşak geçseydi beni asla yıkamazlardı” diyor. Keşkelerle bir yere varılmaz. Yıkılması mukadderdi ve yıkıldı. Çünkü zulüm ile abad olanın ahiri berbat olurmuş. Yıkılmayı hak etti ve yıkıldı. Eşyanın tabiatı boşluk kabul etmez. Etkileşim iki taraflıdır. Zalim bir yönüyle zulmünden dolayı değil mazlumun ayağa kalkmasıyla yıkılır. İran halkı tüm ümmet nezdinde tebrik edilmeyi hak etmiş bir millettir. Şu gerçeği de itiraf etmiş olalım ki, İran Ehl-i Sünnet dünyası açısından “yakındaki uzak” ülkedir. Mezhebinin farklılığından dolayı ümmet nezdinde adeta tecrid edilmişti. Herkes İslâm adına üç ülkede köklü değişim bekliyordu. İhvan-ı Müslimin’in Mısır’da, Cemaat-i İslâmî’nin Pakistan’da ve Milli Görüş’ün Türkiye’de bir değişikliğe imza atacağı beklenirken, bir de baktık ki hemen yanı başımızda İslâm adına devrim olmuş. Açıkçası bu devrim sadece İslâm aleminde değil, tüm dünyada şok etkisi yapmıştı. Elçilikler belirli periyotlarla bulundukları ülkeler hakkında kendi merkezlerine rapor verirler. ABD elçiliğinin 1978 Eylül ayı raporunda İran’da her şeyin yolunda olduğuna dair rapor hazırlanıyor. Ekim ayında ise sokak gösterileri, nümayişler ve Şah rejiminin yıkım süreci başlıyor. İstihbaratı o kadar kuvvetli olan ABD bile böyle bir ön görüde bulunamıyor. Ki Şah döneminde başta Tahran olmak üzere İran’ın birçok kentinde CİA ve MOSSAD’a ait ofisler vardı. Bunlar SAVAK elemanlarını eğitip yetiştiriyor ve birlikte çalışıyorlardı. Onlar oyun kurucu, düzen kurucu şer odaklarıydı. Hapishanelerdeki Müslümanlara birlikte sorgulama ve işkenceler yapıyorlardı. SAVAK ajanları CİA ve MOSSAD elemanlarından öğrendikleri akıl almaz vahşilikteki işkence yöntemlerini mazlum Müslüman mahkumlara uyguluyorlardı.
ABD ve ABD’nin piyonu Şah her ne kadar hazırlıksız yakalanmış olsalar da bu devrim süreci 1963 yılına dayanmaktadır. Malumunuz üzere Şah “Ak Devrim” adı altında başlatmış olduğu müstehcenlik ve müptezellik reformlarına yani halkı soysuzlaştırma girişimine ilk sert tepkiyi veren merhum Humeynî idi. Humeynî o yıllarda Kum kentindeki Fevziye Medresesi’nde fıkıh, usül, felsefe, irfan ve ağırlıklı olarak ahlâk dersleri veriyordu. Şah’ın yapıp etmek istediği halkın aidiyet değerlerine, halkın ahlâkî yapısına, halkın kültür ve yaşam tarzına taban tabana zıtlık arzediyordu. İmâm Humeynî vaaz ve hutbelerinde Şah’ı sert bir dille eleştirmeye başlayınca medrese öğrencileri ve Kum halkı sokak eylemlerine başlıyor. Şah’ın askerî birlikleri ve emniyet güçleri hemen harekete geçip göstericilerin üzerine ateş etmeye başlıyor. Ayrıca Fevziye Medresesi’ne baskın yapıp birçok öğrenciyi katlediyor. Bu ara İmâm Humeynî’yi tutuklayıp Tahran’a götürüyorlar. İmâm’ı idamla yargılamaya kalkıyorlar. Fakat 1908 anayasasına göre “ayetullahlar idam edilemez” şerhi savcıları ikiye bölüyor. Bir kısmı bu kurala rağmen idam edilmesini istiyor, bir kısmı da idam edilmesin diyor. Öte yandan idam kararını duyan milyonlarca halk sokağa dökülünce İmâm’ı sürgün etmeye karar veriyorlar.
İmâm 20 ay Bursa’da, 11 yıl Irak’ın Necef kentinde ve son 3.5 ay Paris’te sürgün hayatı yaşıyor. İmâm sürgün yıllarında Şah’ı devirme faaliyetine vaaz kasetleriyle devam ediyor. Bir yönüyle bu inkılaba “Kaset Devrimi” denmesi de bundandır.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi 78 yılının sonbaharına kadar dünya kamuoyunun İran’da devrim olacağına dair bir kanaati yoktu. CIA ve MOSSAD ajanları bile yanılmışlardı.
Tahmin edilmeyen ve hesapta olmayan bir devrim ve akabinde kurulan İslâm Cumhuriyeti, başta Siyonist İsrail ve ABD olmak üzere tüm piyon devletçiklerin başındaki köle ruhlu yöneticileri son derece rahatsız etmişti. Zira tahakküm ettikleri halklar bu şanlı devrime öykünüp kıyam ederse kendi sonları da gelmiş olacak. tı. Özellikle devrimin ilk döneminden itibaren uzun yıllar boyunca Türk medyası ve laik gazeteler gün geçmiyordu ki devrim aleyhinde iftira, çirkin aşağılama ve olmadık tezviratlarda bulunmamış olsunlar. (O dönemde gazete küpürlerini kesip arşiv yapmıştım.)
Dikkatimizi çeken başka bir husus ise, devrimin zafere ulaştığı 11 Şubat 1979 tarihinde işgalci İsrail’in başbakanı Menahem Begin, “İsrail için artık kara günler başlamıştır” sözünü dile getirmesi mutlak olan bir gerçeği itiraftan başka bir şey değildi. “Kara günler” metaforu Siyonistler için katlanarak devam ediyor. Siyonist İsrail kuruluşunun 50’nci yılında, kendilerince vadedilmiş olan (Arz-ı Mevud) Mezopotamya topraklarını ele geçirmeyi hedefliyorlardı. Ancak yiğit Filistin halkının bütün imkansızlıklarına rağmen göstermiş olduğu direniş ve Hizbullah’ın vurduğu darbeler işgalcilerin kendilerini korumak için duvarlar örmelerine sebep olmuştur.
İslâm Devrimi kuruluşunun ilk gününden itibaren İşgalci İsrail’in varlığını tanımayıp yok edilmesi gerektiğini bütün dünyaya ilân etmiştir. İslâm Cumhuriyeti’ni 40 yıldan beri Filistin davası uğruna çırpınan, uğraşan ve mücadele veren bir rejim olarak görüyoruz. Bazı aklı evveller “İran Filistin için ne yapıyor ki?” diyenlere diyeceğimiz o ki: İran’ı HAMAS ve İslâmî Cihad yetkililerine sorsunlar, “ O silahları nereden tedarik ediyorsunuz?” diye.. Hizbullah’a ve İzzettin Kassam Tugayları’na sorsunlar, “O füzeler size nereden geliyor?” diye.. Veya Netanyahu ve Trump’ın beyanatlarına bakın? Moderatör Netanyahu’ya soruyor: “Üç düşman ülke ismi verir misininiz?” Netanyahu’nun verdiği cevap üç kez üst üste: “İran, İran, İran” oluyor. Trump iki gün evvel feveran ederek verdiği beyanatta İran’ın Golan Tepeleri’nde İsrail ile savaşıyor!” diyerek İsrail adına endişe ve korkusunu dile getiriyor. İşgalci İsrail’in savunma bakanı: “Biz Gazze’de İran’a karşı savaşıyoruz” diyor. Bir soru da biz sormuş olalım: 1982 senesinde Siyonistlerce işgal edilen Güney Lübnan toprakları 2000 yılının 25 Mayıs’ına kadar 18 yıllık savaşı kim yaptı? 67 savaşında beş tane Arap ülkesi hezimeti yaşarken 2000, 2006 ve 2008 savaşlarında zafer kazanan hangi ülke idi?
Şu bir gerçek ki, İslâm Devrimi en ağır sınavını Siyonistlere karşı değil, vefa ve kadir kıymet bilmeyen ümmet bireylerine karşı vermektedir. Özellikle devrim mezhebi saiklerle değerlendirilmekte ve bir şekilde yanlış yargı ve tahlillerle mahkûm edilmektedir. Elbette ki hatasız bir yönetim tesis ettikleri iddia edilemez. Kolay değil, 1400 yıllık geçmişimize baktığımızda ümmet Emevîlerle birlikte hep saltanat sistemleriyle yönetilmiş. İlk defa Allah Resulü’nün Medine’de tesis ettiği devlet modelini kendisine örnek aldığını iddia eden bir rejim var karşımızda. Bu yönüyle İslâm Devrimi bir yönetim biçimi olarak laboratuvar mesabesindedir. Kur’an ve Sahih Sünnet’e uygun fıkhi çıkarsamalar ve bunların günümüz koşullarına uygun olarak pratiğe aktarılması bir yönüyle kolay olmasa gerek. Devrim 40 yıldan beri ne badirelerden geçti. Özellikle başta ABD olmak üzere emperyal ülkelerin baskı ve kıskacına maruz kalması.. Yıllardır uygulanan ambargolar.. 444 gün süren rehine krizi.. Devrimin öncü kadrolarına karşı ardı arkası kesilmeyen suikastlar.. 8 yıllık tahmili savaş, vs..
Evet; Müslümanlar olarak İslâmî yasalara uygun hak ve adalet temeline dayalı, insan hak ve özgürlüklerini önceleyen, hukukun üstünlüğünü esas alan bir yönetim biçimine hep özlem duyduk. Nicelerimiz bu değerler adına mücadele verdi ve bedeller ödedi. Nicelerimiz, “Laik rejimi yıkıp yerine şeriat düzeni kurmak amacıyla teşekkül oluşturmak” maddesinin muhatabı olarak ve “terörist” yaftasıyla Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde yargılandı ve ağır cezalara maruz kaldı. Hatta laik rejimin kurulduğu yıllarda bu maddeden idam edilenler oldu. Yine aynı şekilde İran’da “İslâm Devleti” ideali uğruna nice bedeller ödendi. Elbette ki sadece İran’da değil hemen hemen bütün Müslüman ülkelerde benzeri sıkıntılar, mücadeleler ve umutlar devam etmektedir. Başta Mısır olmak üzere birçok Arap ülkesinde “İhvan-ı Müslimin” bu amaçla mücadele verip bedeller ödemekte. Pakistan’da merhum Mevdudi’nin “Cemaat-i İslâmî” hareketi aynı amaçla faaliyetlerini sürdürmektedir. Türkiye’de ise merhum Erbakan hocamızın “Milli Görüş” teşkilatı 50 yıla yakın bir süredir aşkla şevkle İslâm Devleti ve İslâm Birliği projelerini D-8 kapsamında hayata geçirmeye çabalamaktadır. Merhum hocamızın kurmuş olduğu partilerin mahkeme tutanaklarında hangi gerekçe ile kapatıldığına bakılsın mesele anlaşılacaktır. Kısaca tekrar edecek olursak, bütün dünya Müslümanlarının imânî bir vecibe olarak gördüğü İslâm Devleti’ne 40 yıl önce İran halkı kavuşmuştu. Ancak iş bununla bitmiyor. Asıl sorumluluk istikrarlı bir şekilde bu işi götürebilmektir. Bir gözlemci olarak, bir takım eksikleriyle birlikte İran’ın bu işi götürdüğü kanaatindeyiz. Yani artı - eksi bazında değerlendirecek olursak artılarının daha fazla olduğu her sağduyu sahibi, her insaf ehli tarafından görülecektir. Yeter ki olaya mezhep taassubu ile bakılmasın. İran İslâm Cumhuriyeti’nin ümmet nezdindeki en büyük handikapı bu olsa gerek. Bazı taassup ehli alim müsveddeleri “4 hak mezhep” metaforunu kullanarak İsna Aşeri Caferî ekolünü “bidat ehli” olarak yaftalayıp olmadık tezviratlarla ümmet nezdinde İslâm Devrimi’ni töhmet altında bırakıyorlar. Sormak lazım âlemlere rahmet Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) hangi mezheptendi? Her şeyden önce ictihad sonucu ortaya çıkmış olan fıkhi ekoller birer mezhep olarak değerlendirilse de “hak” ibaresiyle tabulaştırılamazlar. Zira mutlak doğru “hak”tır. Bu ise ancak açık nass ile sabit olan dinî hükümlerdir. Ki bunlar imana taalluk etmektedir. İmân ise üç temel unsurdan müteşekkildir. Bunlar: Tevhid, nübüvvet ve mead inancıdır. Mezhebi, meşrebi ne olursa olsun bu üç temel inanca sahip olan her kişi Müslümandır. Biz bundan ötesine bakamayız ve kimsenin çetelesini tutma yetkimiz de yoktur. Ebu Hanife buyuruyor ki: “Bir kişide % 99 küfür alameti görseniz fakat buna mukabil o kişide % 1 iman alameti görmüş olsanız ona Müslüman muamelesi yapınız.” Şimdi karşımızda 40 yıllık geçmişiyle rüştünü ispat etmiş bir İslâm Cumhuriyeti var. Bugüne kadar anti emperyalist tutumuyla, dinî değerleri hayata hakim kılma çabasıyla, başta Filistin ve Bosna olmak üzere dünyanın her tarafında zulme uğrayan Müslümanlara ve direniş hareketlerine sahip çıkmasıyla temerküz etmiş (konsantre olmuş) bir İslâm Devleti’ni görüyoruz.
Ayrıca şunu belirtmiş olalım ki, bu devrimi sağlıklı bir şekilde analiz edebilmemiz için, bu devrimin liderini de çok iyi tanımamız gerekmektedir. İmâm Humeynî’yi çocukluk ve medrese arkadaşları anlatırken kendisinin son derece nezaket sahibi ve naif bir kişiliğe sahip olduğunu, arkadaşları arasında en takvalı kişi olarak bilindiğini, öğrencilik yıllarından beri teeccüt namazını kıldığını söylemektedirler. Aile bireyleri ile yapılan röportajlarda yine aynı şekilde eşine, çocuklarına, gelinlerine ve torunlarına son derece şefkatli olduğu anlatılmaktadır. Hayatı boyunca en ufak bir kaba davranışına tanık olunmamış bir portre var karşımızda. Yıllar önce Hürriyet Gazetesi Bursa’da kaldığı evin sahibi ve komşularıyla röportajlar yapıp yazı dizisi olarak yayınlamıştı. O röportajda da İmâm gayet nazik ve kibar bir insan olarak tanıtılıyor. Ev sahibi anlatıyor: “Bir gün İmâm’a postahaneden bir koli gelmişti. Kendisine teslim ettim. Beklememi söyledi ve koliyi yanımda açıp içinden çerez ve kuru yemiş türü şeyleri çıkarıp bana ikram etti ve birkaç paket daha uzatarak bunları da komşulara dağıtmamı rica etti. Kendisine ise çok az ayırmıştı.” Ev sahibinin eşi anlatıyor: “Bir gün Gemlik’te bulunan zeytin bahçemize piknik yapmaya gitmiştik. Ben zeytin ağacından ufak bir dal parçası kırıp çiçek niyetine İmâm’a uzattım. Dalı eline aldı ve ‘Keşke koparmasaydın, seneye bu dal zeytin verirdi’ dedi. Bu kadar yufka yürekli ve hassas olacağı aklıma gelmezdi.” Aynı bayan anlatıyor: “İmâm her sabah namazından sonra Kur’an okurdu. O kadar güzel lâhuti bir sesi vardı ki, kulağımı duvara dayayıp dinlemekten kendimi alamazdım. Bir gün kendisine ipek işlemeli, pahalı bir seccade hediye etmek istedim. Nazikçe seccadenin çok şatavatlı ve süslü olduğunu söyleyerek kabul etmedi. Ben kabul etmeyiş medenini anlamıştım. Bu sefer evde kumaş, basma ne varsa keserek kırk yamalı bir seccade diktim. Kendisine bu seccadeyi uzattığımda memnuniyetle teşekkür edip kabul etti. Onun çok sade bir yaşamı vardı.”
Fransa’da kaldığı esnada evine sık aralıklarla gazeteciler ve misafirler geliyor. Bu durumdan komşuları rahatsız olur endişesiyle İsa (a.s) peygamberin doğum gününe denk gelen gecede komşularına birer paket tatlı ve birer adet çiçek yaptırıp gönderiyor. İmâm’ın kişiliği ile ilgili o kadar çok anekdot var ki, aslında bunlar ayrı başlıklar altında sunulmalı. Biz bu iki örnekle yetinmiş olalım. Yine de İmâm’ın mütevazılığından ve bir peygamber varisi olarak sade yaşamından bir örnek daha vermiş olalım: İslâm Devrimi zafere ulaştığında İmâm’ın ikamet etmesi için Şah’ın saraylarından birini kendisine tahsis edilmesini öneriyorlar. İmâm bu teklif karşısında, “Eğer ben sarayda yaşıyacaksam bu devrimi neden yaptık?” diye cevap veriyor. Ardından kendi önerisini söylüyor: Bana yoksul insanların yaşadığı bir mahallede iki odalı bir ev kiralamanızı istiyorum.” Nitekim öyle yapıyorlar ve İmâm vefat edesiye kadar 50-60 M2’lik iki odalı bir evde kiracı olarak kalıyor. İmâm bu evde ikamet ettiği süre gelen gidenlerden dolayı ev sahibine rahatsızlık veriyor endişesiyle defaatle ev sahibinden helallik istiyor. İmâm vefat ettiğinde belediyeden mal varlığını tespit komisyonu gelip rapor tutuyor: Transistorlu bir radyo, bir adet sepha, iki adet sandalye, gözlük, takke, tespih ve birkaç tane kitap. İşte dünyanın en şanlı devrimini bi iznillah gerçekleştiren bir şahsın mal varlığı!
SSCB’nin Dışişleri Bakanı Şwartznaze o evde bir tahta sandalyede ağırlanmıştı. Belki yadırgayanlar olmuştur, ancak olması gereken oydu. Bu görüşmenin videosunu izlemiştim. İmâm Afganistan işgalini gündeme getirerek azarlayıcı bir üslupla yaptıkları işin yanlışlığını açık açık ibraz ediyor ve derhal Afganistan’dan çıkmalarını söylüyor. Şeartznaze’nin yüz ifadesini bugün gibi hatırlıyorum. Afallamış, şaşkınlık ve büyük bir mahcubiyet içerisindeydi. İmâm üzerine basa basa komünizmin yakın bir gelecekte yıkılacağını söylüyordu. İmâm’ın komünizm ile ilgili görüşleri Avrupa televizyonlarında da gündeme gelmişti. Akabinde komünizm yıkıldığında Avrupa televizyonları “Bunu önceden haber veren ilk kişi İmâm Humeynî olmuştur.” denilerek İmâm’ın ferasetinden övgü ile söz edilmişti. İsviçre’de ikamet ettiğimiz o yıllarda bu tür TV haberlerine defaatle bizzat tanıklığımız oldu. Fakat genel anlamda ifade edecek olursak Batı toplumları seküler bir mantığa sahip oldukları için din adına kurulmuş bir devlete soğuk bakmaktadırlar. Batılılar Hıristiyanlık nezdindeki dinî yönetimden çok çekmişler. Terminolojik olarak “teokrasi” metaforu onlar için negatif bir anlam ifade etmektedir. Elbette ki İslâm eşittir teokrasi değildir. Evet, İslâm’a göre “Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır.” Fakat bu uygulama insan iradesini, insan fıtratını ortadan kaldıran bir uygulama değildir. Aksine İslâm’ın yönetim anlayışı insan iradesi ve insanın ontolojik yapısıyla motamot uyum içerisindedir. Zira İslâm her şeyden önce fıtrat dinidir. Kozmik âlemdeki namütenahi uyumluluk Allah Teâlâ’nın teklifî yasaları için de söz konusudur. İnsanoğlunun hayattan beklentisine yönelik ve ontolojik gereksinimlerine en uygun kurallar manzumesi Allah Teâlâ’nın şerî yasalarıdır. 40 yıldan beri İran’da uygulanan bundan başkası değildir. Fakat ekonomik ambargolar ve zorunlu olarak yapılan askerî yatırımlar halkın refahını bir türlü olması gereken seviyeye çıkaramamıştır. Bu devrim elbette ki ekmek için, aş için yapılmadı ancak İslâm’ın dünyaya dair en önemli hedeflerinden biri de yoksulluğu ortadan kaldırmaktır. İslâm, “Bir lokma, bir hırka” dini değildir. “Fakirlik az kalsın küfr olacaktı” diyen bir peygamberin ümmetiyiz. Hayatın kolaylaştırılmasına, yeryüzünün imarına ve her türlü bayındırlık hizmetlerine ilişkin işler biz İslâm ümmetini beklemektedir. Birlikten kuvvet doğar. Bu gerçeği çok iyi bilen İmâm Humeynî bi iznillah yaptığı devrimin şirazesini geniş tutarak mezhep taassubu ile hareket etmedi. Onun söylem ve demeçleri tüm ümmete şamildi. Onun çağrısı ezilen, sönürülen tüm dünya halklarına yönelikti. Bazı mollalar onu mezhep normlarıyla sınırlamak istiyordu. Verdiği fetvalar ta o zamanlar İngiliz Şiîlerini rahatsız ediyordu. Kendisine “Gizli Sünni” diyorlardı. İmâm Şiîsiyle Sünnisiyle İslâm ümmetinin zorunlu vahdetinden söz ederken Amerikancı Sünnilerle İngiliz Şiîleri kahroluyor ve olmadık tezviratlarla İmâm’a ve onun nezdinde İslâm Cumhuriyeti’ne çamur atıyorlardı. Bu ekollerin her ikisinin de finansörü Suud rejimidir.
İmâm’ın bir tek derdi vardı o da Filistin topraklarının Siyonist işgalinden kurtarılması ve ümmetin evrensel birlikteliğini tesis etmesi idi. İmâm, Müslümanların birbirleriyle uğraşması değil, tam tersi birbirleriyle ittihad oluşturması için çaba sarfetmeleri gerektiğini anlatıyordu.
Sonuç olarak İslâm Devrimi’nin 40’ncı yılını idrak ettiğimiz bu günlerde Müslümanlar olarak İmâm’ın bu vasiyetini yerine getirme çabası içerisinde olmalıyız...
1000 km menzilli Dezful füzesi görücüye çıktı
Sipahiler Ordusu Başkomutanı General Muhammed Ali Caferi’nin Hava Uzay Birliği’nin yeraltı fabrikasında katıldığı törende İran’ın 1000 km menzilli Dezful balistik füzesi görücüye çıktı.
Törene Hava Uzay Birliği Komutanı General Emir Ali Hacızade de katıldı.
General Caferi törende yaptığı konuşmada, İslam inkılabının 40. zafer yıldönümü dolaysıyla görücüye çıkan Dezful füzesi “Biz yapabiliriz” şiarını tüm dünyaya gösterdiğini belirtti.
General Caferi, nokta vuruşu yapan füzelerin seri imalatı İran milletinin evlatlarının emekleri ile gerçekleştiğini vurguladı.
Seyyid Hasan Nasrallah:Velayet-i Fakih’e ''Bağlı Olmakla'' Gurur Duyuyoruz
Herkes şunu iyi bilsin ki; İran’a karşı başlatılan savaşta, İran’ı yalnız bırakmayacağız.
Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, dün yaptığı konuşmada İslam Devrimi'nden sonra İran'ın dünyanın en bağımsız ülkelerinden biri olduğunu ifade ederken 'İran bölgenin en etkili ülkesidir' dedi.
Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri, İran İslam Devrimi 40. zafer yıldönümü münasebetiyle dün bir konuşma yaptı.
Seyyid Hasan Nasrullah, İran İslam Devrimi zaferinin bölgedeki önemine dikkati çekerek, “İran, günümüzde bölgedeki gelişmelerde rol oynayan güçlü ve etkili bir ülke.
Devrimden önce Muhammed Rıza kendisini İran Şahı olarak biliyordu. O, diktatör biriydi ve despot devletiyle İran halkını kendi dini ve tarihinden uzak tutuyordu. İran Şahı ABD’ye uyuyor ve ülkenin petrolünü onlara veriyordu” dedi.
Nasrullah, “Devrimden önce İran’da 60 bin Amerikalı askeri danışman vardı. Bunların hepsi Amerika ve ırkçı İsrail’e hizmet ederek onlara bedava petrol veriyorlardı. Ama büyük bir din alimi, cesur ve eşsiz bir lider olan İmam Humeyni bu denklemleri değiştirdi” değerlendirmesini yaptı.
İslam Devrimi zaferinden sonra Amerika ve ırkçı İsrail’in İran’dan kovulduğunu belirten Hizbullah lideri, “İran şimdi dünyanın en bağımsız ülkelerinden biridir. İran, ne batı ne doğu ne kuzey ne de güneye bağımlıdır. Bu İran’ın elde ettiği önemli bir kazanım. İran’da bütün dini azınlıklar barış ve huzur içinde yaşıyor” diye konuştu.
Nasrullah açıklamasında ayrıca, İran'a yönelik bir saldırı ve savaş durumunda tek başına kalmayacağının bilinmesi gerektiğini bildirdi.
Seyyid Hasan Nasrallah:Velayet-i Fakih’e ''Bağlı Olmakla'' Gurur Duyuyoruz
Herkes şunu iyi bilsin ki; İran’a karşı başlatılan savaşta, İran’ı yalnız bırakmayacağız.
Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, dün yaptığı konuşmada İslam Devrimi'nden sonra İran'ın dünyanın en bağımsız ülkelerinden biri olduğunu ifade ederken 'İran bölgenin en etkili ülkesidir' dedi.
Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri, İran İslam Devrimi 40. zafer yıldönümü münasebetiyle dün bir konuşma yaptı.
Seyyid Hasan Nasrullah, İran İslam Devrimi zaferinin bölgedeki önemine dikkati çekerek, “İran, günümüzde bölgedeki gelişmelerde rol oynayan güçlü ve etkili bir ülke.
Devrimden önce Muhammed Rıza kendisini İran Şahı olarak biliyordu. O, diktatör biriydi ve despot devletiyle İran halkını kendi dini ve tarihinden uzak tutuyordu. İran Şahı ABD’ye uyuyor ve ülkenin petrolünü onlara veriyordu” dedi.
Nasrullah, “Devrimden önce İran’da 60 bin Amerikalı askeri danışman vardı. Bunların hepsi Amerika ve ırkçı İsrail’e hizmet ederek onlara bedava petrol veriyorlardı. Ama büyük bir din alimi, cesur ve eşsiz bir lider olan İmam Humeyni bu denklemleri değiştirdi” değerlendirmesini yaptı.
İslam Devrimi zaferinden sonra Amerika ve ırkçı İsrail’in İran’dan kovulduğunu belirten Hizbullah lideri, “İran şimdi dünyanın en bağımsız ülkelerinden biridir. İran, ne batı ne doğu ne kuzey ne de güneye bağımlıdır. Bu İran’ın elde ettiği önemli bir kazanım. İran’da bütün dini azınlıklar barış ve huzur içinde yaşıyor” diye konuştu.
Nasrullah açıklamasında ayrıca, İran'a yönelik bir saldırı ve savaş durumunda tek başına kalmayacağının bilinmesi gerektiğini bildirdi.
Gizli Şirkten Kurtulma Yolları
Bilmek gerekir ki iki çeşit şirk vardır.
1. İnançta şirk
2. Amelde şirk
Affedilmeyen şirk çeşidi, inançta şirke düşmektir. Zira inançta şirke düşmek, yaratılış düzeninde Allaha ortak koşmak anlamına gelir. Şirkin bu boyutuna, görünen veya aşikâr olan şirk'te denir. Müşriklerin içine düşmüş olduğu şirk, bu guruptan sayılır.
Amelde şirke gelince, bazı Müslümanlar amel ve niyet gibi yaşantılarının farklı boyutlarda şirke düşebilirler. Şirkin bu kısmı Allah tarafından affedilebilecek türdendir. Gizli şirke bulaşmış insan hemen tövbe etmeli ve ihlâslı bir şekilde Allaha yönelmelidir. Bu yönelişin sonucunda insan hem cennetin derecelerinden hak kazanır hem de kendisini cehennem ateşinden kurtarmış olur.
Şirk olma noktasında gizli şirk ile aşikâr olan şirk arasında hiç fark yoktur. Şirkin bütün kısımlarında ( zatta, sıfatta, fiillerde, ibadette ) hem gizli ve hem de aşikâr şirk görülebilir.
Hz. Resulullah (s.a.a) buyuruyor:
Şirk karanlık bir gecede düz bir kayanın üzerinde hareket eden karıncadan daha gizlidir. İnsanın en küçük zulmü sevmesi ve o zulme razı olması veya adalete karşı gelmesi en küçük şirk olarak hesap edilir. Acaba dinin kendisi sadece Allah için sevmek ve Allah için düşman olmak demek değil midir? (1)
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Deki eğer Allah'ı seviyor iseniz, beni takip ediniz, bana uyunuz ki Allah ta sizleri sevsin.
Örneğin günahı ele alırsak;
Günahın kendisi, mevki, makam, para ve şöhret düşkünlüğü vb. bunların hepsi gizli şirkin örneklerindendir. Her günah aslındabir nevi ilahlık iddiasında bulunmaktır. Günah işleyen kişi aslında bu işin Allah tarafından yasaklandığını bildiği halde kendi nefsine teslim olarak, kendi sözünü Allahın emrine tercih etmiş sayılır. Sonuç olarak bu eğilime insan kendi sözünü Allahın emrinden üstün kabul etmiştir denir.
Amelde şirke düşmenin en önemli sebebi, teorideki tevhit inancında gevşek ve ilgisiz davranmaktır. Amelde ki bu şirkten kurtulmanın en sağlam yolu ise insanın teorideki tevhit inancını artırması ve güçlendirmesidir.
Allah ve peygamber ve bu iki makamdan özel izinli insanlar dışındaki, insanlara tabi olmak insanı gizli şirke sürükler. Zira bütün fırka kurucularının kendileri masum olmadıkları için müşrik ve gizli şirke düşmüş insanlardır. Rivayette şöyle nakledilmiştir;
Her kim söylenen söze kulak verirse ( ona itaat ederse) ona tabi olmuştur. Sonuç olarak sözü söyleyen eğer hak söylemiş ise hakka tabi olmuştur ve eğer söylenen söz batıl ise batıla kul olmuştur.
Ve yine rivayette riya gizli şirk olarak tabir edilmiştir. İmam Sadık (a.s) buyurdu ki:
Riya ve gösteriş bir ağaçtır ki meyveleri sadece gizli şirkten ibarettir. Bu ağacın aslı ve kökü nifaktan oluşmuştur. (sefine tul bihar C.1)
Sonuç olarak Allahın emir sahibi karar kılmadığı birisine tabi olmak, riya ve günah gizli şirktir. Mal, makam sevgisi ve aile ve çocuklar… Eğer bunlar Allah için ve İslam çerçevesi ölçülerinde olmaz ise gizli şirkten sayılır. Çünkü Allah Teâlâ kendisine düşman olan hatta kendi ailenizden biri olsa bile onu kendinize dost edinmeyin diye buyurmuştur. Ama eğer insan dünya malı ve makamı İslami buyrukları ihya etmek ve insanlara hizmet için talep eder ve bu yönde kullanıra bu şirk değil tam aksine ibadettir.
Hem inanç hem de amel alanında görülebilen gizli şirk, ekseriyette amel aşamasında daha çok müşahede edilir. Bu nedenle İslam'a göre dünyaya aşırı bağlılık, makam sevgisi, heva ve heveslere düşkünlük ve riya gizli şirk türlerinden sayılmaktadır. Kuran-ı kerim bu konuyu çok güzel bir şekilde beyan etmektedir.
Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın? (Furkan 43)
İnsanın hayatta karşılaştığı zorluklar karşısında kendine olan aşırı özgüveni ve bu özgüvenden doğabilecek “bağımsız güç” inancı veya zalim karşısında susup ona teslim olmak gizli şirk için verilebilecek diğer örneklerdendir.
Gizli şirkten kurtulma yolu
Her şeyden önce gizli şirkten kurtulmanın ilk yolu tevhit ilmi ve kısımları hakkında geniş bilgiye sahip olmaktır. Çünkü ilim olmadan hasta olan kalp iyileştirilemez.
İkinci çözüm yolu ise gizli şirkin sınırlarını öğrenip tanıdıktan sonra ameldebu tuzaktan uzak durmaktır. Bu uzak duruş nefis tezkiyesi olmadan mümkün olmaz.
Nefis tezkiyesi ve sabır, gizli şirkten kurtulmak için gereken ve bir bütün halinde uygulandığında fayda sağlayacak en etkili ilaçtır. Bu konuda bazı büyük düşünürler şöyle buyurmuşlardır:
Ölüm anına kadar gizli şirkle mücadele etmek gerekir. Zira kul hangi makamda olursa olsun bu ayetin muhatabı olmuş olur.
Ey inananlar, inanın Allah'a ve Peygamberine…(Nisa 136)
Peygamberlerin tevhide davet noktasında özellikle vurguladıkları, üzerinde ısrarla durdukları konu, Allahın birliğine inanarak gizli ve aleni şirkten temizlenmek olmuştur. Bütün dini emirlerinin merkezinde bu davet ve yasaklama yatmaktadır. İnsanın kul olması, kendini yetiştirmesi ve tevhit makamında belirli bir dereceye ulaşması bunun içindir. Günahtan kurtulma yolları, kendini yetiştirmek ve nefis tezkiyesidir. Ayrıca günahlar için tövbe etmek gizli şirkten kurtulma sebeplerinden sayılmaktadır.
Daha önce de değindiğimiz gibi makam, para ve şahsiyet düşkünlüğü gizli şirkin kıstaslarıdır. Aslında her günah bir nevi rab iddiasında bulunmaktır. Çünkü insan günah işlediği zaman yaptığı fiilin Allah tarafından yasakladığını biliyor ve kendi isteklerini Allahın emirlerinden üstün görerek kendi iradesini Allahın iradesine tercih ediyor.
Dikkat edilmesi gereken diğer bir noktada her amel ve fiilin, düşüncemizin eseri olduğu gerçeğidir. Tevhit konusunda insan, gerçek ve doğru inançlara sahip olmazsa dünyanın sahte görüşlerine tabii olur. Kâinatta ki tek mutlak güç ve kudret sahibinin sadece Allah olduğuna, en küçük hareketin dahi onun izni olmadan vuku bulmayacağına inanıldığı vakit, gizli şirk tehlikesi ortadan kalkar.
Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:
“ Tevhidin kemali ihlâslı olmaktır.” (Nehc-u Belaga)
İnsan ihlâs ile amel ederse teorideki tevhidin kemaline ulaşmış olur. Hz. Ali (a.s) bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
“Eğer insan gerçekten Allahın azametini tasavvur edebilse, ondan ayrı olanların varlıkların ne kadar çok hakir olduğunu görecektir. Hatta bu şanı derk edenler ve anlayanlar Allaha ortak koşma yanılgısına dahi düşmeyeceklerdir.”
Sonuç:
Amelde gizli şirke düşmenin en önemli sebebi teorideki tevhit inancındaki yanılgı ve yanlış inanışlardır. İnsan için en büyük tehlike olan gizli şirkten kurtulmanın tek yolu ise teorideki tevhit inancını sağlamlaştırmasıdır.
İlave olarak büyük İslam âlimleri, ahlak kitaplarında gizli şirk ve bu şirkin kalelerini yıkmak için yapılması gerekenleri detaylı bir şekilde ele almışlardır. Özellikle merhum İmam Humeyni'nin” Kırk Hadis Şerhi” ve Molla Ahmet Neragi'nin “Mirac-us Saadet” kitapları müracaat edilecek değerli eserlerdendir.
Ayetullah Cevadi Amuli
[1] Vesaili Şia c16 s25
ehlader
İktidar-40 fuarında Sipahilerin İHA’ları görücüye çıktı
Tahran’da başlayan İktidar-40 adlı askeri fuarda Sipahiler Ordusu’nun en yeni askeri İHA’la görücüye çıktı.
İSK’nın son askeri ve savunma kazanımlarının sergilendiği İktidar-40 fuarı bu sabah Tahran’da açılış yaptı.
Fuarda Sipahiler Ordusu’nun Şahit-129, Muhacir-6 ve Simurg İHA’ları ziyaretçilerin ilgisine sunuldu.
Şahit-129 İHA’sı Sipahiler Ordusu’nun 2 bin km menzilli İHA’larından biri olup 24 saat boyunca yakıt ikmaline ihtiyaç duymaksızın göre yapabiliyor.
Fuarda Sipahiler Ordusu’nun en çok ilgi çek