کارگر

کارگر

Dünyanın İran ile müzakere etmekten başka bir yolu olmaadığını belirten İran Cumhurbaşkanı, kendisinin bu yolun başarılı olacağında hiçbir şüphesi olmadığını açıkladı.
MHA'nın haberine göre katıldığı televizyon programında konuşan İran Cumhurbşkanı, Hasan Ruhani, İran halkının nükleer haklarından vazgeçilmeyeceini belirterek, "İran'daki nükleer tesisler ve merkezlerin aktif bir şekilde çalışmaları hakkında en ufak şüpheye yer yoktur. Müzakere tarafları, İran üzerine baskı kurmak ve yaptırım uygulamanın hiçbir sonuç getirmeyeceinin farkındadır. Elde ettiğimiz tüm başarılar, İran halkı, birlik ve ülke liderimizin saysinde elde edilmiştir" dedi.

Ruhani sözlerinin devamında, "Biz aslında bu müzakerelerden daha büyük bir başarı elde ettik. Şimdi yaşadığımız durumların, geçmiş yılalrda yaşanan durumlarda çok belirgin bir şekilde ilerlemesi, büyük bir başarıdır. Artık dünyada hiçkimse, İran'ın 5+1 grubunun sözlerini kabullenmesi için yaptırım uygulanması gerektiğini ve hiçkimse, anlaşmaya varmak için yaptırımların artması gerektiğini söylemiyor. Herkes, anlaşmaya varmak için daha fazla zamana ihtiyaç olduğu kanaatindedir. Artık tüm dünya, İran ile olan ilişkilerini sadece müzakere ve diyalog yolu ile çözebileceği ve başka hiçbir çözümün etkili olmayacağını bilmektedir" dedi.

Müzakereler boyunca dikkat edilen konular hakkında ise Ruhani, "Birinci amacımız, nükleer teknolojileri tamamen korumak ve ikinci amacımız, yaptırımların kaldırılma olmuştur. Bu süreç içerisinde tüm teknolojik çalışmalarımıza devam ettik, santrifüjlar çalışıyordu. İran halkına da, bu santrifüjların hiçbir zaman durmyacağı sözünü veriyorum. Ama öte yandan, İran halının yaşam koşullaru hergün biraz daha gelişmelidir. Bu süre içerisinde, halk ve devler çokyakın bir ilişki içerisinde olmuştur ve bu yolda ilerleyeceğiz" dedi.

Ruhani sözlerini devamında ise "Müzakerelerdeki ikinci amacımız, yaptırımların adım adım kaldırılması oldu. Şimdilerde yaptırımların bazıları kaldırıldı ama bazı hala uygulanmaya devam ediyor. Müzakerelerdeki önemli konu ie, karşı tarafın da yaptırımların tamamen kaldırılması gerektiğini kabullenmesi olmuştır. Ama yapırımların ne zaman ve asıl kaldırılmaya başlaması, hala müzakerelerde incelenmektedir. Dünyadaki hiçbir ülke,İran'ın kendi topraklarında Uranyum zenginleştirme hakkında sahip olduğu ve yaptırımların tamamen kaldırılması gerektiği konusunda, hiçbir şüphesi yoktur" dedi.

İran'ın nükleer müzakere timinin gösterdiği çabalar hakkında ise Ruhani, "Ülkemizin nükleer müzakere timi, özellikler geçtiğimiz günlerde, büyük çabalar göstermiştir. Sorumluluğum nedeni ile kendileri ile devamlı görüşüyordum. 6 büyük ülke ve deneyimli heyetleri, bu müzakerelerde bizim karşı tarafımızda yer alıyorlardı. Ama ilerlemeler kaydedildi. Genel bir anlaşmaya ulaşamamış olsak da, anlaşmaya varılması için önemli adımlar attık. Günümüzdeki durumlar, 3 veya 6 y öncesindeki durumlardan çok farklıdır. Düşünceler daha yakınlaştı ve birçok ayırım kapatıldı. Ama hala ilerlenmesigereken yollar ve adımlar var. Bugün yaptığımız anlaşmalarda,Cenevre anlaşmasının birkaç ay daha uygulanmasıdır. Bu olay, sadec Cenevre anlaşmasının birkaç ay daha uygulanması için değildir, asıl amaç ve genel anlaşmaya ulaşabilmek için ek süre kazanmak içindir" dedi.

Ruhani sözlerinin sonunda ise "Hiçbir zaman İran halkının haklarından vazgeçmeyeceğiz. İran lideri ve halkı taadından belirlenen kırmızı çizgiler çerçevesinden çıkmayacağız. Hem nükleer konularda, ve hem diğer tüm konularda, bu böyle olacaktır. Günümüzde, bizim ile müzakere eden dünyadaki tüm politikacılar ve ekonomiciler, anlaşmaya varmak ve yaptırımların kaldırılmasından başka hiçbir yol olmadığı görüşündeler. Devletimizin temen mantığı, müzakere ve iletişim üzerine kuruludur. Hakkımızı almalıyız. Bu yaptırımlari zalimce bir şekilde uygulanmaktadır. Gelecek, hem başarılarımız ve hem müzakerelerin devamı açısından aydınlıktır. İran halkının başarılı olacağından hiçbir şüphem yoktur" dedi.

 

İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı, Amerika'nın artık tüm askeri ve politik çalışmaları ve müzakerelerde İran karşısında teslim olduğunu söyledi.


MHA'nın haberine göre bir törende konuşan İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı, Tümgeneral Aziz Caferi, İran ve İslami Devrim'in bölgedeki gücü hakkında yaptığı konuşmada "Günümüzde, bölgedeki tüm dost ve düşman ülkelerin, İran İslam Cumhuriyeti'nin gücüne itiraf ettiklerini ve bu gücün, gün geçtikçe artmakta olduğunu görüyoruz. İran'ın sahip olduğu bu gücün asıl özellikleri ise dünya güçlerinin karşısında durabilmek ve bu güçler karşısında direnmektir. Günümüzde dünya güçleri ve güç kutuplarının değişmesi, İran İslami Devrimi kaynağı ile gelişmektedir ve bunu iyi bir şekilde algılamalıyız" dedi.

İran'ın bölgedeki etkisinin artmakta olduğunu belirten Caferi, "Yetkililer, gücün gerçek özelliklerine dikkat ettikleri zaman, durumlar değişecek ve ülkemizdeki birçok sorun çözülecektir. Nükleer müzakereler konusu gibi, ülke için belirleyici konularda doğru bir karar alamadığımız zaman, yanlış yapmaya mahkum olacağız. Tüm dünya ve bölgedeki değişiklikler, İran'ın İslami Devrimi odaklıdır. Bu konuda daha fazla görev üstlenmemiz gerekiyor" dedi.

Caferi sözlerinin devamında ise "Günümüzde bölgedeki tüm dost ve düşman ülkler, İran'ın gücüne itiraf ediyorlar ve bu da, Amerika politikalarının tüm politik ve askeri konularda, İran karşısında teslim olduğunu gösteritor. Tabi bu ülkeler bazen kendi aç gözlü politikalarına devam ediyor ki bu, onların sömrgeci fıtratından kaynaklanmaktadır" dedi.

 

Geçtiğimiz Ağustos’un son haftasında İran semalarında bir gök cismi belirdi. İran güvenlik güçleri cismin bir insansız hava aracı (İHA) olduğunu tespit ettiler ve kısa sürede cismi vurarak yere indirdiler. Yapılan incelemeler İHA’nın İsrail’e ait olduğunu ve İran’ın uranyum zenginleştirme tesislerini gözlemeyi amaçladığını gösterdi… En azından İran’ın iddiaları bu yönde.Devrim Muhafızları yetkilileri parçalanmış İHA’nın fotoğraflarını da kamuoyuyla paylaştılar.

Hikaye buraya kadar çok da anormal değil. Hepimiz biliyoruz ki İsrail ve ABD, İran’ı uydular, İHA’lar ve hayalet uçaklarla sürekli olarak izliyor. Hatta diğer başka devletler de bu tür faaliyetleri gerçekleştiriyor. Hikayenin sıradışı olan kısmı İsrail’e ait insansız hava aracının kalktığı ülke:

İran, İHA’nın “kuzeydeki bir eski Sovyet cumhuriyetinden” atıldığını söyledi. İranlı yetkililer isim vermedi, ancak bu tanıma uyan ve İHA’nın menziline uygun en önemli aday Azerbaycan… İran ve Ermeni basınında yer alan bazı haberlere göre ise İHA’nın kalktığı tam yer Azerbaycan’ın Türkiye sınırındaki toprakları olan Nahçıvan…

Azerbaycan yönetimi İran’ın iddialarını reddetti ve “provokasyon” olmakla suçladı. İran’sa aracın kalktığı ülkeden “hatanın tamiri”ni beklediklerini açıkladı… İranlı yetkililer, aracın nereden girdiğini çok iyi bildiklerini, İran sınırı boyunca takip ettiklerini ve uygun zamanda vurduklarını, zamanı geldiğinde bu ülkeyi açıklayacaklarını söylediler…

AZERBAYCAN’A İSRAİL SİLAHI

Ağustos’taki olay İran’ın Azerbaycan’a bu konuda yaptığı ilk eleştiri değildi. Daha önce de İranlılar Bakü yönetimini İsrail’in insansız hava araçları ve diğer faaliyetlerine izin vermekle suçlamışlardı.

Bu tartışmalarda kim haklı, kim haksız konusuna fazla girmeyeceğim. Ancak şunu söyleyebiliriz ki İsrail, Türkiye’den boşalan yeri Azerbaycan ile başarılı bir şekilde dolduruyor.

İsrail, Türk dünyasına her zaman önem verdi. Başta Türkiye olmak üzere Türki cumhuriyetler ile kurulacak ilişkilerin Müslüman dünyada Arapları dengeleyeceğini düşünen İsrail benzeri bir çalışmayı 1960’dan bu yana Kürtler üzerinde de gerçekleştiriyor.

Azerbaycan ise İsrail’in başarılı olduğu en önemli örnek… İsrail, daha bağımsızlığın ilk yıllarından bu yana Azerbaycan ile yakın bir işbirliğine sahip. İlk başlarda gizli tutulan silah ticareti ise bu ilişkilerine en mühim kısmını oluşturuyor…

Azerbaycan güvenlik kaygıları had safhada bir ülke. Açık denizlere çıkışı yok ve topraklarının % 20’si Rusya destekli Ermenistan’ın işgali altında. Ülke üç dev ülke ile Rusya, İran ve Türkiye neredeyse kuşatılmış durumda. Ayrıca Nahçıvan toprakları ile arasında Ermenistan var, yani ülke karadan birleşik değil. Bu şartlar altında Azerbaycan’ın acilen silahlanması gerekiyor ve artan gaz-petrol gelirleri bu ihtiyacı karşılamada önemli bir rol üstleniyor.

SIPRI’nin verilerine göre, Azerbaycan 2013’de savunma harcamalarını 3,4 milyar dolara yükseltti. 2004’den bugüne Azerbaycan’ın savunma harcamalarının % 493 arttığı tahmin ediliyor ve artış halen devam ediyor. Buna karşın Azerbaycan’ın 2004-13 arasında GSMH’sı % 186 artmış. Yani Bakü Yönetimi savunmaya, gelir artışından daha fazlasını ayırmış. Bu da tüm uzmanlarca yakın bir savaşa hazırlık olarak değerlendiriliyor. Ermenistan’ın 2013 yılında savunma harcamaları ise yineSIPRI’ye göre 427 milyon dolar.

Azerbaycan, savunmaya ne kadar harcarsa harcasın, Ermenistan’ın arkasında Rus Ordusu olduğu sürece bir savaşı göze alamıyor. Rusya ise Ermenistan’ın dış savunmasını üstlenmiş durumda. Ermenistan’ın Türkiye ve İran sınırlarını dahi Rus askerleri koruyor. Kısacası silahlanma yarışı bu ortamda daha uzun yıllar sürecek gibi duruyor. Bundan ise en çok İsrail gibi ülkeler yararlanıyor.

Şubat 2012’de İsrail ve Azerbaycan toplam değeri 1.6 milyar doları aşan bir silah satış anlaşması imzaladılar. Anlaşma hava savunma cihazlarını, insansız hava araçlarını ve diğer ileri teknoloji ürünü araçları kapsıyordu. Anlaşmanın içeriği tam olarak kamuoyu ile paylaşılmadıysa da İsrail basınında anlaşmanın İran’a karşı bir yönünün olduğu iddiaları da yer aldı.

Ancak Azerbaycan’ın bu tür anlaşmaları ve silah alımlarının 2012 öncesinde de gerçekleştirdiği biliniyor. 2011 yılında Karabağ üzerinde düşürülen ve sonrasında törenlerde sergilenen İsrail yapımı İHA bunun ipuçlarından biri kabul ediliyor…

İSRAİL’İN PETROLÜ AZERBAYCAN’DAN

Azerbaycan’ın son birkaç yılda İsrail’le gerçekleştirdiği savunma ticaretinin 4 milyar doları bulduğu da önemli iddialar arasında. Bu sayede Azerbaycan, İsrail’li firmalar için en önemli ihraç noktalarından biri haline geldi… Hava sistemleri dışında Azerbaycan’ın en çok ilgilendiği İsrail ürünleri arasında eski Rus tanklarını yenileyen programlar da yer alıyor…

İsrail’in Azerbaycan ile ekonomik ilişkileri savunma sanayi dışında da hızla gelişiyor. Kimi kaynaklara göre İsrail’in kullandığı petrolün % 40’ı Azerbaycan’dan, Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı’ndan gidiyor.

İsrail ile Azerbaycan arasındaki dış ticaret hacminin 4 milyar doları aştığı tahmin ediliyor. Türkiye ile İsrail arasındaki dış ticaret hacmi ise 5 milyar doların üzerinde. Böylece İsrail Müslüman ülkeler arasında en fazla ticareti iki Türk devleti ile gerçekleştirmiş oluyor… Azerbaycan ile Türkiye’nin İsrail’le gerçekleştirdikleri toplam ticaret hacmi 10 milyar doları buluyor. Üstelik buna doğrudan yatırımlar ve turizm gibi diğer alanlar dâhil değil.

DOSTUMUN DÜŞMANI DOSTUMDUR

İlginç olan ise, Türkiye’nin İsrail ile siyasi ve askeri ilişkileri Filistin sorunu ve Mavi Marmara nedeniyle gerilmeye devam ederken, Azerbaycan-İsrail ilişkileri her geçen gün müttefik ilişkisine dönüyor. Nitekim bazı analizlerde Azerbaycan, ‘İsrail’in yükselen Müslüman müttefiki’ olarak lanse ediliyor.

İki ülke yetkilileri Azerbaycan-İsrail ‘dostluğu’nun diğer Müslüman ülkelere de örnek olması gerektiğini söylüyorlar. Ancak bu dostluktan ne Türkiye, ne Rusya ne de İran memnun… Nüfusunun yarıya yakını Azerbaycanlı olan İran, İsrail’in Azerbaycan üzerinden kendisine zarar vermesinden endişe ediyor… Türkiye ise İsrail ile kopan ilişkilerinin Azerbaycan üzerinden dengelenmesinden ve İsrail’in bu yoldan eksiklerini kapatmasından rahatsız… Rusya da Batı’nın İsrail üzerinden ve kendi aleyhine Kafkasya’ya sokulduğunu düşünüyor.

Tablo gerçekten ilginç, Türkiye üzerinden taşınan Azerbaycan petrolü İsrail’i besliyor; Türkiye’ye satılan Azerbaycan gazı ve petrolü de İsrail’den satın alınan milyarlarca dolarlık İsrail kaynaklı ithal ürüne ödeniyor ve Türkiye’nin düşman ilan ettiği İsrail, Azerbaycan’a kalıcı olarak yerleşiyor…

İNTERNETHABER

Sedat Laçiner


Ali Bulaç: Sünni-Şii mezhepleri arasındaki ihtilaflar savaş gerekçesi olamaz, bunlar arasındaki müşterekler “asgari” değil “azami”dir
 

 
Gazeteci-yazar Ali Bulaç,  Zaman Gazetesi’ndeki yazısında Müslümanlar arasındaki mezhebi ve etnik çatışmaların “yaratıcı kaos” denen bir doktrine göre planlanıp yürütülmekte olduğunu belirtti.

“Kaosla, hem İslam dünyasının alternatif olma potansiyeli yok edilmek, hem küresel sistemin basit payandası haline getirilmek isteniyor. Doktrine göre toplum bileşenlerine ayrıştırılacak, her bir parça özerkleştirilecek, sonra mutlaklaştırılıp diğerleriyle çatıştırılacak” diyen Bulaç, tüm bu yaşananlarda asıl sorumluluğun, dışarıda değil, içeride, yani biz Müslümanlarda olduğunu ifade ederek, başımıza ne geliyorsa kendi amellerimizin sonucu olarak geldiğine vurgu yaptı.

İşte Ali Bulaç’ın 24 Kasım tarihli yazısı:

 
Bir dinin diğer dini hakta görmemesi sonucu onun din adamlarını ve takipçilerini tümüyle ortadan kaldırma teşebbüsüne “din savaşları” denir.

İslam, nokta-i nazarında din savaşları ne meşru görülmüştür ne teşvik edilmiştir. Kendisi Ed Din olan İslamiyet’in “din merkezli” saldırı savaşını meşru görmediği gibi, bir din içindeki mezhep veya fırka savaşlarını meşru görmez. Din merkezli savaşın yegâne meşru türü, dışarıdan gelen açık ve kesin bir tehdidi veya fiili bir saldırıyı önlemeye çalışmak, nefs-i müdafaada bulunmaktır. Hz. Peygamber (sas)’in savaşlarının tümünü bu gerekçeye irca etmek mümkün. Bunun sebebini anlamak zor değil: İslam, hak kabul etmediği dinlere hukuki yaşama hakkı (meşruiyet) sağlamaktadır.

Hıristiyanların kendi aralarındaki savaşlarda rol oynayan sebep özde yani temel inanç konularıyla ilgilidir. Sünni-Şii mezhepler veya Sünni mezhep ve fırkalar arasındaki ihtilaflar savaş gerekçesi olamaz, zira söz konusu mezhep ve fırkalar arasındaki müşterekler “asgari” değil “azami”dir. Diğer dinler veya “heterodoksi” denen mezhep ve fırkalara ilişkin tutumda ise “asgari müşterekler” bir arada yaşamanın referansı olabilir. Bütün dinleri, mezhep ve inanç gruplarını kendi geniş kubbesi altında toplama kabiliyetine sahip İslamiyet referans alınmadığı, aksine siyasi ve askeri stratejilerin enstrümanı kullanıldığı, istismar edildiği için Müslümanların yarasına merhem olmuyor.

Batıl veya sapık da olsa bir din, mezheb veya fırkanın mensupları on binlerce, milyonlarca olabilir. Bir ülkede milyonlarca müntesibi olan ve bizce batıl olan bir fırkayı yok etmek mümkün mü? İslamiyet ölüm makinesi değildir, hayata hayat katan dindir.  İslam, belli bir hukuk içinde gayrımüslimlerin can ve mal güvenliklerini sağlar, onlarla sağlıklı iletişim kurar, temel hak ve özgürlüklerin çerçevesini çizer. İslam nazarında hangi batıl inançta olursa olsun, insan hidayet bulma potansiyeline sahiptir, bu yüzden kimsenin hidayet bulma hakkı, fırsatı elinden alınamaz. 21. yüzyılın ilk yıllarından başlamak üzere Müslümanlar arasındaki çatışmanın potansiyeli tarihimizden kaynaklansa bile, tetikçisi dış faktördür.

Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, İran-Irak savaşı döneminde “Amacımız onları birbirine öldürtmekti ve amacımıza ulaştık.” demişti. Bugün de belirlenen amaç doğrultusunda olaylar Irak’tan Suriye’ye ve bölgenin tamamına yayılma istidadı göstermektedir. Bölgemiz üzerinde uygulanan strateji; ülkeler, mezhepler ve etnik gruplar arası çatışmalara dayanıyor. Şu var ki durup dururken potansiyeller harekete geçmez, dış faktör bunda önemli rol oynar. İkiz Kulelerin vurulmasından sonra yine Kissinger “Bundan sonra Müslümanlar birbirleriyle savaşacak.” diyordu. Kissinger’in dediği oluyor, Müslümanlar bilinçsizce birbirlerinin kanını döküyorlar. Üstelik bu savaşa sadece mezhep ve etnik çatışma değil, fırka ve cemaat arası farklılıkların yol açtığı çatışma biçimi de eklenmiş oldu.

Söz konusu kanlı savaş ve çatışmalar, adına “yaratıcı kaos” denen bir doktrine göre planlanıp yürütülmektedir. Kaosla, hem İslam dünyasının alternatif olma potansiyeli yok edilmek, hem küresel sistemin basit payandası haline getirilmek isteniyor. Doktrine göre toplum bileşenlerine ayrıştırılacak, her bir parça özerkleştirilecek, sonra mutlaklaştırılıp diğerleriyle çatıştırılacak. Mesela Sünni kendini mutlak hakikatin sahibi görecek, Şii ve Alevi’ye hak tanımayacak, Şii tarihi bir davanın peşine düşüp Ehl-i Beyt’in 1400 yıllık öcünü alacak, Kürt için kendi kavmi ve hakları dışında başka hiçbir değer önemli olmayacak, Türk ve Arap Kürt’ün hakkını tanımayacak.   Her cemaat necatı kendi anlayışına indirgeyecek, diğerlerini batılda görecek.

Bir toplum bu çerçevede parçalandı mı her türlü dış saldırı ve müdahaleye açık hale gelir. Uzun zamandır yumuşak güç, kültür ve politikalar eşliğinde yüceltilen açık toplum aslında bu amaca hizmet eder hale getirildi. Müslüman toplumlar kendilerine ait olmayan değerlere açık hale getirilince kolayca bileşenlerine ayrılıp çatışacak hale geldiler.

İran'ın Ankara Büyükelçisi Alireza Bikdeli, "Şundan emin olmalısınız ki dünyada hiç kimse Türkiye'yi İran kadar sevemez. Biz Türkiye'nin tarihte kendi canımız ve kültürümüzle aynı köklere dayalı olduğunu biliyoruz" dedi.


Bikdeli, Mersin Ticaret ve Sanayi Odası (MTSO) tarafından toplantı salonlarında düzenlenen "İran Ülke Tanıtım Toplantısı"nda yaptığı konuşmada, Mersin'deki misafirperverlikten dolayı çok mutlu olduğunu söyledi.

Anadolu Haber Ajansı'nın bildirdiğine göre Türkiye ile İran işbirliğinin çok önemli olduğunu ifade eden Bikdeli, şöyle konuştu:

"Son yıllarda uygulanan ambargolardan dolayı Türkiye'yi çok daha fazla ve yakından tanımaya mecbur kaldık. Bu da İran'a karşı uygulanan ambargoların bir kazanımıdır. Türkiye bizim ortağımızdır ve bundan da memnunuz. Kalıcı ortaklıklar derin tanımayla imkan bulurlar. Maalesef Müslüman ve Orta Doğu'daki ülkelerin ayrılması için yapılan çabalardan dolayı biz birbirimizi çok iyi tanıyamamışız. Bugün İran veya Türkiye'deki küçük çocuklar Amerika'daki ve Avrupa'daki oyun alanlarının ismini çok güzel biliyorlar ama deseniz ki Rab'bimizin gönderdiği 6 peygamberin mezarı İranda'dır bunların birinin ismini söyleyin veya Tarsus nerededir? Bunu bilemezler. Onlar işlerini çok iyi yapmışlardır. Biz işimizi iyi yapmamışızdır. Görevimizi iyi bir şekilde yapmamışızdır. Biz şuna inanıyoruz bu zaaf İran tarafından azar azar yok ediliyor."

 

"GÜÇLÜ TÜRKİYE'DEN YANAYIZ"

İran'ın güçlü Türkiye'den yana olduğunu ve güçlü Türkiye ile güçlü bir İran'ın bölgede çok güzel bir manzara oluşturacağını belirten Bikdeli, Türkiye ile İran'ın geleceğinin ortak olduğuna inandıklarını kaydetti.

"Kazanacaksak kesinlikle ikimiz de kazanmalıyız. Kaybedeceksek ikimiz de kaybederiz. Zengin olmak istiyorsak ikimizin de zengin olması lazım" diyen Bikdeli, "Şundan emin olmalısınız dünyada hiç kimse Türkiye'yi İran kadar sevemez. Biz Türkiye'yi tarihte kendi canımız ve kültürümüzle aynı köklere dayalı olduğunu biliyoruz. Biliyoruz ki işbirliklerimiz bizim varlığımızın garantisidir. Umarız bu garanti her gün daha büyür, daha güçlenir" dedi.

Bikdeli, 1 Ocak'tan itibaren Tercihli Ticaret Anlaşması'nın yürürlüğe konacağını ifade ederek,"Bu anlaşma sırf Türkiye ve İran için yapılmış bir anlaşmadır ve İran'ın yabancı bir ülke ile imzaladığı en büyük tercihli ticaret anlaşmasıdır. Tabiki içeriğindeki ürünler 300'den fazla değil daha azdır ama tabiki her şey ilk adımla başlar. Sizin istediğinizi de listeye eklemek için müzakereler başlanabilir. Bu şekilde daha çok ürünü listeye ekleyebiliriz" ifadelerini kullandı.

MTSO Yönetim Kurulu Başkanı Şerafettin Aşut da üretimin batıdan doğuya kaydığını, Türkiye ve İran'ın bu ekonomik büyümenin parçası olmak zorunda olduğunu kaydetti.

Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif Viyana’da yaptığı açıklamada, Tahran’a götüreceği önemli bir öneri olmadığını belirtti.
Cuma günü Tahran’a döneceği ile ilgili haberi değerlendiren Zarif, Viyana’da çok önemli müzakereler gerçekleştiğini, fakat Tahran’a dönmesini gerektirecek her hangi bir ciddi öneri söz konusu olmadığını belirtti.

Viyana’da gazetecilere konuşan Zarif, son bir kaç günde çok önemli görüşmeler gerçekleştiğini, fakat Tahran’a götüreceği önemli bir öneri gelmediğini ifade etti.

Bazı kaynaklar Dışişleri Bakanı Zarif’in istişare için Tahran’a döneceğini açıklarken, İran heyetine yakın bir kaynak, İran’ın sunduğu öneriler bu ziyareti gerektirecek düzeyde ilerlemediğini, bu yüzden Zarif Viyana’da kalacağını ve müzakerelere devam edeceğini belirtti.

Lübnan’ın önde gelen Sünni alimlerinden Sayda’daki Kudüs Camii İmamı Şeyh Mahir Hammud, 21 Kasım tarihli Cuma hutbesinde Kudüs’teki gelişmeleri değerlendirdi.

Hammud, Kudüs’te başlayan yeni intifadayı alışılmışın dışında olarak nitelendirirken “istişhad eylemlerinin doğru bir şekilde gerçekleştirilmesi durumunda Siyonist komplolara darbe vurulacağını” ifade etti.

 

Mahir Hammud’un 21 Kasım tarihli hutbesi:

Filistin’de Tarihi Bir Olay Yaşanıyor

“Biz bugün yepyeni bir intifada türüyle karşı karşıyayız. Filistin halkıyla dayanışma amaçlı düzenlenen bir toplantıda bugün Kudüs’te yaşananların 3. İntifada mı yoksa yeni bir tür olarak “günlük intifada” mı olduğu konusunun tartışıldığına tanık oldum. Her iki düşüncede birbirini tamamlayıcı nitelikteydi. Dolayısıyla böyle bir konuda ancak genel çerçeve üzerinden bir tartışma yapılabilirdi. Neden? Çünkü bugün Kudüs’te yaşananlar zaman, mekan ve şekil bağlamında önceki intifada hareketlerine oranla çok büyük farklılıklar içeriyordu.

Mekan bağlamında Kudüs’ten söz ediyoruz. Kudüs doğrudan işgal altında ve mücadelenin kalbi niteliğinde… Kudüs’te bugün Siyonistler Kudüs’ün Yahudi olduğunu ısrarla vurgulayarak Kudüs halkına yönelik saldırılarını yoğunlaştırmış durumdalar… Diğer yanda yüksek vergiler ve aşırı güvenlik önlemleri sonucunda çok sayıda kişi göç etmeye mecbur kalıyor. Yine Yahudi yerleşimcilerin sayısını artırma yönündeki girişimler Kudüs’ün demografik yönden sıkıntıya düşmesine yol açıyor. Ve en önemlisi söz konusu Kudüs olunca, Kudüs’te bir sinagoga yapılan saldırı Kudüs ve çevresinde işgal güçlerinin manevi temsilcileri olan aşırı Yahudilerin sokaklara dökülmelerine yol açabiliyor.

Zaman bağlamında bir değerlendirme yapacak olursak; Gazze’nin zaferinden bu yana uzun bir zaman geçmedi. Medyada da siyasi arenada da Gazze’de yaşananın zafer değil yenilgi, Filistinliler için şeref değil yıkım olduğu yönünde bir fikir oluşturmak için yoğun çaba sarf edildi, sarf edilmeye de devam ediyor. Ancak son olarak ortaya çıkan bu direniş hareketi Filistin halkının izzet ve şeref sahibi olduğunu, Filistinli gençlerin kısa bir süre önce Gazze’de kazanılan zaferin yolunun müdavimleri olduklarını açıkça ortaya koyuyor.

Şekle gelecek olursak, yepyeni bir direniş türüyle karşı karşıyayız. Bir aileden iki kişi istişhad eylemi gerçekleştiriyor. Son eylem bir sinagogun içinde silahla gerçekleştirilirken bir önceki eylem ise arabayla yapılıyor. Tüm bunlar bu eylemlerin ciddi bir içeriğe sahip olduğunu, Filistin halkının Siyonistlerin hesap edemediği büyük bir potansiyel taşıdığını ortaya koyuyor. Öyleyse bu intifadanın nasıl bir intifada olduğunu tartışmanın bize ne faydası olabilir? Son iki haftada yaşananlar önceki hiçbir intifada döneminde yaşanmadı. Çünkü bu kez olayların merkezi çok farklı… Kudüs… Zamansal olarak bir zaferin devamındaki süreç yaşanıyor. Direnişin şekli ise alışılmışın dışında… Elhamdülillah…

Bugün tarihi bir olaya tanık oluyoruz. Bugün Filistin’de yaşananlar bir müjde niteliğindedir. Tüm dünya İsrail’i aklamaya çalışsa da, herkes tarihi gerçekliklerin üstünü örtmeye ve bu toprakların İsrailoğullarına vaat edilmiş topraklar olduğuna tüm dünyayı ikna etmeye çalışsa da bugün yaşananlar doğruyu savunmaktan asla vazgeçmeyeceğimizin habercisidir: Bu topraklar onlar için ancak yok olacaklarının vaat edildiği yerlerdir.

Diğer yanda tüm dünya bu ruhun kırmızıçizgi içerisinde, Kudüs’te hala korunuyor olması karşısında şaşkınlık yaşıyor. Siyonistlerin batıdan ve Amerika’dan aldıkları destek sayesinde tarihi gerçekleri çarpıtıyor olmalarına rağmen hiçbir başarı elde edemedikleri gözler önüne serildi. İsrail’in yok olması Kuran’da ve Tevrat’ta yer alan tarihi bir meseledir. Ancak İslami veya ulusal gayeyle çalışan taraflar öncelikler listesinin başına İsrail’in yok olması meselesini alamamışlar, üstelik bu anlamda kültürel bir çalışma da yürütmemişlerdir.

Yine bu bağlamda bugün, bölgede yaşanan büyük ya da küçük her olayın Siyonist oluşumun bekasının temini için olduğu unutulmamalıdır: Suriye, Irak, Mısır ve Libya bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Bu bölgelerde yaşanan tüm çatışmalar direnişi ve gerçek İslami ulusal ruhu engellemeyi amaçlamaktadır. Yaşanan olaylar karşısında gözlemciler tarafından yapılan yorumlarda İslam’ın cinayet ve kavga dini olduğu, İsrail’in değil Arapların yok olmaya yüz tuttuğu ifade edilmektedir. Bu anlamda eğer istişhad eylemleri doğru bir şekil üzere gerçekleştirilebilirse üzerimizde oynanan komplolara büyük bir darbe vurmayı başaracaktır, diyebiliriz.”

 

Gazeteci-yazar Ali Bulaç, “Ali’de buluşmak” başlıklı bugünkü yazısında, “’Doğru Ali’ tasavvuru için Sünni ve Şii hadis kaynakları ile İbn İshak, İbn Hişam vd. siyer kaynaklarına ihtiyaç var. Bu konuda Nehcu’l-Belağa da ihmal edilir bir kaynak değil” ifadelerini kullanarak; niyet iyi, gelecek perspektifi sağlam ve bakış açısı doğru olursa, Sünnilerin ve Şiilerin ortak kaynaklarda buluşmalarının imkânsız olmadığını belirtti.  

“Bu yeni bir gündür. Ne Aleviler mitolojik Ali’yle, ne Sünniler Bizans taklidi saraylardan ümmeti yönetmeye kalkışan Muaviye ile uzlaşmış Ali’yle postmodern çağın krizini aşabilirler. Ali takva ve hukukun yanındaydı, saraylara karşıydı, yoksulların ve müstaz’afların tarafındaydı” diyen Bulaç, “Bugün hangi vicdan ve akım sahibi Sünni, Şii ve Alevi, takva ve hukukun yanında yer almaz; israf ve debdebenin, kibrin, baskı ve yozlaşmanın yanında yer alır?” diye sordu.

 İŞTE BU YAZI…

Bazı Alevi aydınları tarihte yaşamış Hz. Ali’nin “Aleviliğin Ali’si” olmadığını biliyorlar.

Dinler, mezhepler kendilerini aşkın, kutsal bir kaynağa veya şahsa refere ederek varlıklarına bir zemin bulmaya çalışırlar. İki semavî dinin referansı Hz. Musa (Musevilik) ve Hz. İsa (İsevîlik)’dır. Semavî olmayan diğer dinlerde de kurucular, merkezî kutsal şahsiyetlerdir. Zerdüşt, Budha, Konfüçyüs vs.

İslam, bir şahsa refere edilemez. İslamiyet’in kaynağı Kur’an ve sünnettir. Bu yüzden İslamiyet’e “Muhammedîlik”, Müslümanlara da “Muhammedî” denemez.

Sünnilerde ve Şiilerde vurgu farklıdır. Sünniler “sünnet”i, Şiiler Ehl-i Beyt’i öne çıkarırlar. Şiiler ile Aleviler, Ehl-i Beyt konusunda ittifak içindelerse de, vurgularında farklılık söz konusudur. Şiilerin ana vurgusunda Ali kadar Hüseyin, bazan daha çok Hüseyin göze çarparken, Alevilerde öne çıkan Ali’dir, Hüseyin Ali’yi takip eder.  Ortada “üç Ali” var:

a) Sünni kaynakların (hadis ve siyer) tarif ettiği Hz. Ali (radiyallahu anh ve kerremallahu vechehu).

b) Şia’nın Ali tasviri ve tasavvuru.

c) Alevilerin mitolojik Ali’si. Şiilerin Ali’si, Alevilerin Ali’sinden Sünnilere daha yakındır.

Sorun büyük ölçüde “mitolojik Ali” tasavvurundan kaynaklanıyor. Tarihsel olarak yazılı kaynakların tasvir ettiği Ali bu değil, şifahi-ümmi gelenek içinde yaşamış Anadolu halkının yüzyıllar içinde kitabî İslam’dan kopuk olarak muhayyilesinde inşa ettiği Ali bu. “Doğru Ali” tasavvuru için Sünni ve Şii hadis kaynakları ile İbn İshak, İbn Hişam vd. siyer kaynaklarına ihtiyaç var. Bu konuda Nehcu’l-Belağa da ihmal edilir bir kaynak değil. Bu muhteşem metnin Şii şerhleri yanında Sünni Muhammed Abduh ve Suphi es-Salih’in şerihleri de var. Niyet iyi, gelecek perspektifi sağlam ve bakış açısı doğru olursa, Sünnilerin ve Şiilerin ortak kaynaklarda buluşmaları imkânsız değil. Büyük ölçüde zorluğu ortaya çıkaran siyasî faktörlerdir. Her ne olursa olsun, bu faktörlerin dışına çıkma cesaretini gösterip İslam dünyasının geleceği için yeni bakış açıları geliştirme zarureti var.

Tarih, kaderimiz değildir. Ve biz atalarımızın yaptıklarından sorumlu da değiliz. Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail’in kavgası Allah rızası için olmadığı gibi, bugünkü bölgesel siyasî çekişme ve rekabetler de Allah rızasına matuf değildir. Öyle olsaydı, iki filin tepişmesi sonucunda milyonlarca Suriyeli bu halde olmaz, Irak’ta akan kan dururdu. Çaldıran Savaşı da ne Sünni-Şii kavgasıydı, ne Türk-Fars savaşıydı. “Bu cihan iki hükümdara dar gelir, birimizden biri hükümdar olacak.” diyen iki Türk hükümdarının savaşıydı. Biri şah’tı, diğeri padişah’tı. İkisinin hükümdarlık kavgasında “kullarım” dedikleri onbinler nahak yere öldü. Çaldıran ve benzeri savaş ve rekabetlerin tümünde Hz. Ali, Ehl-i Beyt, Ashab-ı Güzin ve elbette mezhepler istismar edilir. Ama en büyük zararı daima din görür.

Bu böyle devam etmez, belki ilk adım Ali’den başlamak lazım. Bunun için öncelikle İslam’ı, Ehl-i Beyt’i ve Ali’yi siyasilerin sömürü sahasından çıkarma mecburiyetimiz var. Sünniler Ali’yi tarihin, Aleviler mitolojinin mezarlarına gömmüşler.  “Mitolojik Ali” tasavvuruyla yaşayan bir Alevi ile Ali’nin davasını anlamamış, vicdanında onu Muaviye’yle eşitleştirmiş bir Sünniyi nasıl bir araya getireceğiz? Hangi dili kullanacağız?

En önemli soru şu: Ali’yi nerede arayacağız, hangi vadide bulacağız? Elimizde güvenilir kaynak yoksa mitolojik tasvire veya Beni Ümeyye’nin cinayetlerini tolere etmemizi hedefleyen tarafgir yorumlara niçin itibar edelim ki! Kaynaklarda Ali camid vaziyette duruyor. Onu oradan çıkarıp hayatın içine sokmayı denemeliyiz. Aleviler gerçek Ali’yi adaleti, hakkaniyeti arayan fıtratlarında bulabilirler. Gerçek Ali, Sünnet’in ve Ehl-i Beyt davasının takipçisiydi.

Bu yeni bir gündür. Ne Aleviler mitolojik Ali’yle, ne Sünniler Bizans taklidi saraylardan ümmeti yönetmeye kalkışan Muaviye ile uzlaşmış Ali’yle postmodern çağın krizini aşabilirler. Ali takva ve hukukun yanındaydı, saraylara karşıydı, yoksulların ve müstaz’afların tarafındaydı. Bugün hangi vicdan ve akım sahibi Sünni, Şii ve Alevi, takva ve hukukun yanında yer almaz; israf ve debdebenin, kibrin, baskı ve yozlaşmanın yanında yer alır?

Pazar, 23 Kasım 2014 00:00

Dünyanın merkezi İran

İran’ın 5+1 ülkeleri yani Güvenlik Konseyi üyeleri ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya’nın yanı sıra Almanya ile 12 yıldır devam eden nükleer dosya görüşmeleri bugün ya da yarın bitmek zorunda.Taraflar ya anlaşacaklar ya evlerine dönecekler.


Rusya ve Çin’in ‘Tahran dostu’  olduğu hatırlanırsa geri kalan ülkeler farklı oranlarda İran üzerine yükleniyorlar : Vaz geç şu nükleer bomba hevesinden.
Suriye’nin kimyasal silahlarını tasfiye etme konusunda olduğu gibi Batı, İran konusunda da İsrail’i rahatlatacak mutlak ve net bir sonuç elde etmek istiyor.Ama aynı Batı, İran ile uğraşırken bölgesel ve uluslararası alandaki tüm çıkarlarını kollamaya ve garantilemeye çalışıyor.
Özetle Viyana görüşmeleri başta bölgemiz olmak üzere dünyadaki tüm dengelerin geleceğini belirleyecektir. İşte bu nedenle Batı müttefiki Suudi Arabistan OPEC kotasına uymaksızın uluslararası piyasaya sürekli petrol pompalıyor. Amacı petrol fiyatını düşürüp Esad’a destek veren İran, Rusya ve Venezuela ekonomilerini çökertmek. Batı, işbirlikçisi Suudi Arabistan ve Körfez Ülkelerinin petrolü ile Rusya’dan Ukrayna’nın intikamını almayı amaçlıyor. Yapılan hesaplara göre, varil fiyatının 110’dan 70 dolara düşmesi sonucu AB ve ABD ekonomisi yılda 180 milyar dolar tasarruf ediyor. İşte bu nedenle Batı’ya böyle bir kıyakta bulunan Suudiler şimdi o aynı Batı’ya ‘Sakın tarihsel ve mezhepsel düşmanımız İran ile anlaşmayın’ baskısı yapıyor.
İşin ilginç tarafı aynı baskıyı İsrail de yapıyor.

Batılı ülkelerin bu baskılara nasıl karşılık vereceği bugün ya da yarın belli olacak. İran baskılara boyun eğmeyip anlaşmaya yanaşmazsa o zaman herkes çok karmaşık, zor ve tehlikeli döneme hazırlanacak.
1- Batılı ülkeler İran’a yönelik ekonomik, ticari ve mali baskılarına devam edecek.
2- Batılı ülkeler bölgesel müttefiklerini kullanarak İran’ı sıkıştıracaklar.
3- Ekonomik zorluklar yaşayacak bir İran, Esad ve  herkesin korkulu rüyası Lübnan Hizbullahı’na destek veremeyecektir.

Böyle bir durumda Esad ve Hizbullah’ın çökertilmesi çok daha kolay olacaktır.

Böyle bir durum, başta Türkiye olmak üzere kendi aralarında düşman gibi görünen Suudi Arabistan, İsrail, BAE, Afganistan  ve bölgenin benzer ülkelerini mutlu edecektir.
4- Batı mutlu olan bu ülkeleri de kullanarak bu kez İran’ı içten çökertmeye çabalayacaktır. Örneğin Azeri, Kürt, Arap ve Belucilerin ayaklandırılması ya da  genel olarak İranlıların yeni bir ‘bahar’ için sokaklara sürüklenmesi.
5. Tüm bu planlar için Batı yeniden Sünni-Şii provokasiyonuna sarılacaktır. Yani Müslümanları birbirine kırdarımaya devam edecektir.
6- İran’ı ve İran’sız Suriye ve Hizbullah’ı bertaraf eden Batı bu avantajı ile geleneksel rakip ve düşman Rusya’yı başta enerji kaynakları olmak üzere her alanda sıkıştırabilecektir.
7- Çevreden sıkıştırılmış bir Rusya’nın kendi içinde çok ciddi sorunlar yaşayabileceği hesaplanıyor. Örneğin Müslüman özerk cumhuriyet ve azınlıkların ayaklandırılması.
Elbette Batı’nın başka üst ve alt başlıklı hesapları var ama böyle bir durumda İranlılar da boş durmayacaktır.
1- İran Batı’ya hizmet edecek ülkeleri karıştırmak için harekete geçecektir. Başta Irak, Bahreyn, Suudi Arabistan, Afganistan ve Pakistan olmak üzere bölgenin tüm ülkelerindeki Şii ve Alevileri ayaklandıracaktır.
2- Bununla yetinmeyecek bir İran, kendisi için ölüm-kalım savaşı niteliğinde olan bu kavgayı kazanabilmek için var gücü ile Esad ve Hizbullah’a destek verecektir. Hizbullah başta İsrail olmak üzere herkesin korkulu rüyasıdır.
3- İran Batı’nın tükettiği petrol ve doğalgazın yarısının geçtiği Hürmüz Boğazı’nı ve bu yetmezse Yemen’deki Husileri kullanarak Kızıl Deniz’in güney girişini kapatacaktır.
4- İran böyle bir durumda kendisi ile ortak kaderi paylaşacak olan Rusya ile yalnız kendi bölgemizde değil  Asya, Latin Amerika ve Afrika’da Batı’nın karşısına çıkacaklardır.
Elbette İran ve müttefiki Rusya’nın yapacağı daha bir çok şey var . Bunu bilen batı ise tüm olasılıklar için farklı senaryolar hazırlıyordur.
Özetle taraflar karşılıklı olarak mevzi kazıp olası hamleye karşı gardlarını alıyor.
Taraflar  olası tüm sonuçların ne anlama geleceğini  çok iyi bildikleri için hesaplarını çok iyi yapmak zorunda kalıyorlar.
Öyle olmasaydı nükleer program görüşmeleri 12 yıl sürmezdi.
12 yıl içinde bölgemizde ve dünyada neler neler yaşandı.
Ve son olarak IŞİD.
Batı şimdi çok ciddi bir samimiyet testi ile karşı karşıya.
Ya IŞİD ve IŞİD’i yaratan bölge ülkeleri ya da İran ile dost olup bölgenin tüm sorunlarını çözecektir ya da başta coğrafyamız olmak üzere tüm dünyayı sonu gelmeyecek bir savaşa sürükleyecek.
İsrail istiyor diye.

Peki Türkiye , İran merkezli tüm bu karmaşık denklemlerin neresinde ne yapabilir?

yurt

Hüsnü Mahalli

İran Ulusal Güvenlik Konseyi sekreteri, IŞİD ile mücadele adı altında bir araya gelen birliğin, şüpheli amaçlar ile oluştuğunu belirtti.

 
 MHA’nın haberine göre Çin Komünist Partisi’nin merkez komitesi üyelerinden, Meng Ching Chu ile görüşen İran Ulusal Güvenlik Konseyi sekreteri, Ali Şemkhani, iki ülke arasındaki ilişkilerin, özellikle terör ile mücadele konusu başta olmak üzere, birçok farklı konuda işbirliği yapmak için olanak sağladığını belirtti.

Şemkhani sözlerinin devamnda ise İran İslam Cumhuriyeti’nin terör ile mücadele konusunda öncü olduğunu belirterek, IŞİD ile mücadele adı altında bir araya gelen koalisyonun, şüpheli amaçlar ile oluştuğu söyledi ve sözlerine “IŞİD ile mücadele birliğine üye ülkelerin politik, ekonomik ve güvenlik çıkarları, terör ile mücadele çalışmaları ile çelişki içerisindedir” diye ekledi.

İran’ın nükleer müzakereler ve NPT yasalarına bağlı olduğunu belirten Şemkhani, “İran’ın tüm barışçıl nükleer çalışmaları, ilk baştan itibaren gerçek ihtiyaçlar doğrultusunda ve UAEK denetimi çerçevesinde gerçekleşmiştir. İran, her zaman iyi niyet ve ortak çalışma programı çerçevesinde, tüm görevlerini yerine getirmiştir. Müzakerelerdeki karşı tarafımızın da gerçekçi, mantıklı ve politik dışı bir yaklaşım ile müzakereye devam etmesi durumunda, çok kısa bir zaman içerisinde nükleer anlaşmaya varılabilir” dedi.

Şemkhani sözlerinin devamında ise İran’a karşı uygulanan yaptırımlar hakkında konuştu ve “İran’a karşı uygulanan tüm yaptırımların tamamen kaldırılması ve İran’a NPT çerçevesindeki yasal haklarının verilmesi, yapılacak olan her türlü anlaşmada yer alması gereken konulardır. Ülkelerin bu konudaki aç gözlülükleri ve iç sorunları, İran nükleer müzakere timinin görüşlerini değiştirmeyecektir” dedi.

Çin Komünist Partisi’nin merkez komitesi üyesi ise Şemkhani ile yaptığı görüşmede, “İran, barışçıl nükleer enerjiden yararlanma hakkına kesinlikle sahiptir ve şüphesiz İran’ı nükleer müzakereler boyunca destekleyeceğiz” dedi ve dünyada gelişen terör tehlikesine dikkat çekerek, bu sorun ile mücadele etmek için uluslararası ortak çalşmaları yapılması gerektiğini söyledi ve sözlerine “Terör ile geniş kapsamlı, ayırım yapmadan ve ciddi bir mücadele yapılmaması durumunda bu tehlike, kontrol dışı bir durum alacaktır” diye ekledi.