کارگر

کارگر

İslam İnkılâbı Rehberi İmam Hamanei, İslam İnkılâbının canlı bir hakikat olduğuna ve bugün İslam İnkılâbının sağlamlığının ve temellerinin ilk günlerden daha çok olduğuna vurgu yaparak şunları söylediler: Bugünün inkılâpçıları inkılabın ilk günlerinin inkılapçılarından daha direnişçi, daha bilgili ve daha çok basiretlidirler. Bu bakımdan inkılâp daha ileridedir ve daha çok gelişmiştir.

İslam İnkılâbı Rehberi, değişim ve gelişimin diğer tüm canlılarda olduğu gibi inkılâbın zatının bir parçası olduğunu söyledi ve sözlerine şöyle devam etti: Şimdi İslam inkılâbı kırk yaşına girerken, onun temel ilkeleri ve esasları sabit ve köklü kalmıştır, ama bu köklü ve büyük ağaçtan yeni yeni meyveler ortaya çıkmıştır.

İmam Hamanei, düşmanların İslam inkılâbı ile mücadelesinin asli merkezinin inkılâbın yeni meyveler vermesini engellemek, devam ve direnişinin önünü almak olduğuna vurgu yaparak şunları söyledi: Düşmanlardan maksat, İslam inkılâbının zaferi ile bu bölgedeki itaatkâr ve kukla hükümetleri yıkılan kimselerdir ve onların başında Amerika vardır.

İslam İnkılâbı Rehberi, düşmanların İslam inkılâbı ile mücadelede kullandıkları yöntemlerin çeşitliliğine ve genişliğine işaret ederek konuşmasına şöyle devam etti: Onlar, halkın üzerinde etki bırakmak için düşünür görünümlülerden, sahtekâr analistlerden, satılmış gazetecilerden ve yazarlardan, palyaçolardan ve sanal âlemin tüm olanaklarından yararlandılar. Ama 11 Şubat gibi Allah’ın Günlerinde gönüllü, tutkulu ve heyecan dolu gösterilerle sokaklara sel gibi akan halk, attıkları sloganlar ile düşmanın tüm hesaplarını altüst ediyor.

İmam Hamanei, İslam İnkılabının kötülüğünü isteyenlerin çabalarının sanal alemdeki girişimlerden çok daha ileride olduğuna işaret ederek şunları söyledi: Onlar, ekonomik sorunlar yaratmak için yaptırımlardan da yararlandılar, ama halk İslam inkılabına olan sevgilerinden ötürü sokaklara döküldüğünde inkılabın sebat ve istihkamına neden oluyor.

İslam İnkılâbı Rehberi, uluslar arası düzeyde zulüm ve fesat karşısında direnmenin ve onu rüsva etmenin temel siyasetlerden olduğuna değinerek sözlerine şöyle devam etti: Bugün dünyanın en zalim ve en acımasız topluluğu Amerika hükümetidir; onlar hatta vahşi Işidlilerden daha kötüdürler.

Işid’i Amerikalılar kurmuştur ve Amerika’nın fiili cumhurbaşkanı seçim propagandalarında buna açıkça işaret etti. Amerika Işid’i yaratmakla kalmadı, onları destekledi de ve büyük ihtimal bazı vahşi ve kaba yöntemlerin eğitimini de onlara BlackWater gibi Amerika’nın vahşi mecmuaları vermiştir. Tüm bu acımasızlıklara ve taş kalpliliklere rağmen Amerika hükümeti, uluslar arası arenada yaptığı propagandalarda insan haklarını, mazlumların haklarını ve hayvan haklarını savunduklarını iddia etmektedirler. Hakikatleri anlatarak onları rüsva etmek gerekir.

İmam Hamanei, Filistin halkına yapılan 70 yıllık zulmün ve yine Yemen halkına karşı yapılan katliamlara verdiği desteğin ve zulmün Amerika’nın açık zulümlerinin numunelerinden olduğuna işaret ederek şunları söyledi: Yemen’in ve bu ülkenin mazlum halkının altyapıları günlük olarak Amerika’nın müttefikleri tarafından ve Amerika’nın verdiği silahlar ile yok edilmektedir, ama Amerika hiçbir itirazda bulunmamakta ve önem vermemektedir. Ama tam bir utanmazlıkla birkaç demir parçasını göstererek kanıtsız iddialarla İran’ın füze gönderdiğini söylemektedir. Hâlbuki Yemek halkı muhasara altındadırlar, onlara nasıl füze gönderilebilir!

Elbette İslam’ın açık emirleri gereğince zalim karşısında durulmalıdır ve mazluma yardım edilmelidir.

İslam İnkılabı Rehberi, İslam cumhuriyetinin Batı Asya’daki direnişine de işaret ederek sözlerine şöyle devam etti: Batı Asya ve Suriye direnişindeki olaylarda, Amerikalılar direnişin kökünü kazımaya karar vermiştiler, ama bizler direndik ve buna izin vermeyeceğimizi söyledik. Bugün tüm dünyaya sabit oldu ki Amerika istiyordu, ama yapamadı ve biz istedik ve yaptık.

Eğer Hizbullah olmasaydı Güney Lübnan muhtemelen Batı Şeria ve Golan Tepeleri gibi işgal edilmiş bir toprak haline gelecekti. İran lideri Ayetullah Hameney, 1980’lerden beri “Siyonist rejimin yeni toprakları çiğneyemediğini, aynı zamanda bazı yerlerden çekilmeye başladığını” söylemişti. Hameney’e göre Filistin direnişi bu geri çekilmelerde “büyük ve belirleyici bir rol” oynadı.

 

 Filistin Direnişi'nin kendisinin ardından, ırkçı devlete karşı ilerleyen yavaş ama kararlı akıntıya yön veren, İran İslam Cumhuriyeti oldu. Lübnanlı Sünni alim Şeyh Ahmed el-Zeyn'e göre, “odak noktasını Filistin'e taşıyan” İranlı lider İmam Humeyni olmuştu ve bunun sebebi “Yahudiliğe duyulan nefret değil, insanlık onurunu koruma, adaleti koruma ve saldırganlığı, ırkçılığı ve aşırıcılığı reddetme yönelimiydi.” 1979'den beri İslam Cumhuriyeti, Filistin'in kendi kaderini tayin davasını devamlı olarak yükseltti ve destekledi.

 Vahşice saldırılarla geçen on yıllara rağmen, apartheid İsrail'i karşısındaki Filistin direnişi ortadan kalkmadı. Gerçekten de, çaresiz gibi görünen bir durumun ortasında bile bazı umut ışıkları var. Bunlardan biri Gazze.

 2005 yılında Siyonist devlet, Gazze Şeridi'ndeki yerleşim birimlerini dağıttı ve bölgeden çekildi. Gazze'ye yönelik pek çok saldırıya öncülük etmiş gaddar bir Siyonist lider olan Ariel Şaron, İsrail'in çekilmesinin sebebinin “İsrail vatandaşlarına azami düzeyde güvenlik sağlama” isteği olduğunu söyledi. Bunun altında yatan neden, Gazze'nin cesur halkının 1940'ların sonlarından beri kesintisiz bir şekilde sürdürdüğü direnişti.

 2005 yılından beri Filistin topraklarının bu kalabalık parçası, hapishane benzeri bir ablukaya ve tekrarlanan toplu cezalandırma saldırılarına maruz kaldı. Apartheid devleti çok sayıda operasyonda, binlerce kişiyi katletti. Ancak Gazze'den çekilme, “Büyük İsrail” projesi doğrultusundaki etnik temizliğe bir sınır çizdi.   

 Ertesi yıl, Washington'un zorba “Yeni Ortadoğu” projesinin cesaretlendirdiği İsrail, bir kez daha Güney Lübnan'a saldırdı ve Şii Müslüman partisi Hizbullah'ı silahsızlandırmaya çalıştı. Bu parti tam da daha önceki İsrail saldırıları nedeniyle kurulmuştu. Siyonist güçler, her ne kadar çok sayıda insanı öldürebildiyse de, kendileri de ciddi kayıplar verdi ve hedeflerinden hiçbirini gerçekleştiremeden çekilmek zorunda kaldı. Bu yüzden 2006 saldırısının yenilgiyle sonuçlanması, Siyonist yayılmacılığa yeni bir sınır daha getiren, ikinci bir umut ışığı oldu.

 Takip eden on yıl içinde, her ne kadar bazı Lübnan toprakları halen ilhak edilmiş durumda olsa da Tel Aviv, Lübnan sınırında maceraya girme konusunda ihtiyatlı oldu. İsrail'in pek çok Batılı destekçisinin aksine Siyonist devletin askeri liderleri Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah'ı dinliyor ve kendi tarzlarıyla ona saygı gösteriyor. Aynı zamanda Hizbullah'ın şimdi 2006'ya kıyasla daha hazırlıklı ve daha iyi silahlanmış halde olduğunu biliyorlar. Eğer Hizbullah olmasaydı Güney Lübnan muhtemelen Batı Şeria ve Golan Tepeleri gibi işgal edilmiş bir toprak haline gelecekti.

 Bu başarıları görmezden gelemeyiz. İran lideri Ayetullah Hameney, 1980'lerden beri “Siyonist rejimin yeni toprakları çiğneyemediğini, aynı zamanda bazı yerlerden çekilmeye başladığını” söylemişti. Hameney'e göre Filistin direnişi bu geri çekilmelerde “büyük ve belirleyici bir rol” oynadı. 

 İran'ın Filistin direnişine gerçek bir destek sağlayan bölgesel bir ittifaka öncülük etme rolü, Filistin'in geleceği için üçüncü umut ışığıdır. İran'ın yükselişi ve Suriye ve Irak'ta NATO, Suudiler ve İsrail'in terörist vekil güçlerine karşı kazanılmış zaferler, bu ittifakı güçlendirmiştir.

 İsrail liderleri, DAEŞ, El Nusra ve öteki mezhepçi grupların Suriye-Irak-İran güçlerine yenilmesinden korkuyorlar. Bunun işgal altındaki Filistin ve işgal altındaki Suriye sınırlarında güçlenmiş, İran öncülüğünde bir koalisyona yol açacağını biliyorlar. Özel olarak işgal altındaki Golan Tepeleri'nin özgürleşmesinden korkuyorlar ki Suriye ve müttefikleri, bunu getirecek bir operasyon için uluslararası hukukun tam desteğine sahip.

 Filistin Direnişi'nin kendisinin ardından, ırkçı devlete karşı ilerleyen yavaş ama kararlı akıntıya yön veren, İran İslam Cumhuriyeti oldu. Lübnanlı Sünni âlim Şeyh Ahmed el-Zeyn'e göre, “odak noktasını Filistin'e taşıyan” İranlı lider İmam Humeyni olmuştu ve bunun sebebi “Yahudiliğe duyulan nefret değil, insanlık onurunu koruma, adaleti koruma ve saldırganlığı, ırkçılığı ve aşırıcılığı reddetme yönelimiydi.” 1979'den beri İslam Cumhuriyeti, Filistin'in kendi kaderini tayin davasını devamlı olarak yükseltti ve destekledi.

 Bu büyük ülke, düşen Filistinli direniş savaşçılarının ailelerine, İsrail'in toplu cezalandırma amaçlı saldırılarında evlerinin yıkılması sonrasında para ödedi. Apartheid devletine karşı direnen neredeyse bütün Filistinli militan gruplara eğitim ve silah desteği sağladı; hatta buna Şii karşıtı Müslüman Kardeşler'le bağlantılı gruplar da dâhil. Bu bir “Şii Hilali” değil, zira Filistinliler ağırlıklı olarak Sünni Müslümanlardır.

 Bazı Filistinliler, Washington, Riyad ve Tel Aviv'in teşvik ettiği mezhepçi projenin içine çekildi. Ancak Suriye'ye karşı savaşa katılmaları için Katar ve Suudi parası almaları için yanlış yönlendirilen Filistinli liderlerin oluşturduğu küçük grup, şimdi ya itibar kaybına uğradı ya da yeniden İran'a yöneliyor.

 Bir Batı Asya İttifakı olan “Direniş Ekseni”, Filistin direnişini, İran, Suriye ve Hizbullah'ı bir araya getiriyor ve apartheid devletine karşı ana ve gerçek muhalefeti meydana getiriyor. İsrail'in korktuğu bu eksendir. Bu ittifak yeterince konsolide olduğu zaman, Tel Aviv'i müzakere masasına getirmeye zorlayabilecek bir güç olacaktır. Washington ve Tel Aviv bunu biliyor, bu yüzden de bölgeyi bölme ve istikrarsızlaştırma çabalarında ısrarcılar.

 Filistin halkını desteklediğini iddia eden, ancak onların en güçlü müttefiklerine karşı olan çok sayıda oportünist var. Bunlar İsrail'i, görünürde daha hoş, daha nazik bir apartheid devleti haline gelmesi için eleştiriyor. Filistinlileri desteklediklerini ileri sürüyorlar ama yalnızca pasif kurbanlar olarak yaklaşıyorlar. Onların direnme hakkını yadsıyorlar ve oldukça sert bir şekilde İran, Hizbullah ve Suriye'ye saldırıyorlar. Pek çoğumuz bunların Batılı versiyonlarını “sol-Siyonistler” olarak tanımlamaya başladı.

 Bu “sol-Siyonistler”, Direniş hakkındaki kendi aşındırıcı mitlerini yaydılar. Örneğin Gazze'ye yönelik Siyonist saldırılar esnasında, İsrail'in suçları ile Filistinlilerin İsrail'e düzenlediği, “ayrımsız” olduğu iddia edilen roket saldırıları arasında bir ahlaki denge kurmaya çalıştılar. Gerçekte, bağımsız kanıtlar (BM ve kendi çıkarlarına aykırı olacak şekilde İsrail'in kendisi) üzerinden, 2014'teki Gazze saldırısı esnasında hayatını kaybeden 1,088 Filistinlinin %75'ten fazlasının sivil olduğunu, İsrail tarafındaki 51 can kaybının ise yalnızca %6'sının sivillerden olduğunu biliyoruz. Siyonist devletin etnik temizlik ve cezalandırma saldırıları ile, Filistin halkının direnişi arasında karakter bakımından da, “ikincil zarar” bakımından da ahlaki denge yoktur. Bu konuda ahlaki açıklık gereklidir.  

 Filistin Direnişi'ni destekleyen bölgesel ittifak, ülkenin geleceği için kritik faktörlerden biridir, diğeri ise Filistin halkının birliğidir. Bu açıdan, farklı gruplar arasındaki birlik görüşmeleri hayati önemdedir. Filistinlilerin gruplara ve liderlerine güven seviyesinin düşük olduğu, ancak onların ulusal kurumlarına güçlü destek vermeye devam ettiği anketlerden biliniyor. Bölünmeler moral düşürüyor. İran lideri Ayatullah Hameney, gruplar arasındaki farkların “doğal ve anlaşılır” olduğunu, ancak “daha fazla işbirliği ve derinliğin” gerekli olduğunu söylüyor. Daha fazla birlik, halkta güven inşa edecek, odaklanma ve organizasyona destek sağlayacak ve ileriye doğru yeni adımlar atılmasına izin verecektir.

 Filistin'in geleceğinin üzerinde, bölünmeler, büyük acı ve fedakârlıklar ve güçlü düşmanların sebep olduğu korku sisi çökmüş durumda. Ancak umutsuzluktan uzakta. Son yıllarda gerçek kazanımlar oldu. Direniş, hem kuzeyde hem de güneyde, sömürgeci projenin yayılmasına sınırlar getirdi. “Direniş Ekseni”ni ezme ve bölme çabaları başarısız oldu ve yükselen ve güçlenen bir Batı Asya ittifakının alametleri var. Son olarak, Filistinli gruplar arasındaki birlik görüşmeleri yıpranmış, ancak cesur ve dirençli bir halka taze nefes aldırabilir.


Prof. Tim Anderson

 Çeviri: İlyas Halitoğlu

 

www.medyasafak.net

11 Şubat 1979’da gerçekleşen ve otuz dokuzuncu yıldönümünü kutlamakta olan “İslam Devrimi”nin küresel çapta bir etki meydana getirip getiremediğini bir önceki yazımızda analiz etmeye çalışmıştık. Bu makalemizde de konuya devamla “İslam Devrimi”nin özellikle Batı Asya (Ortadoğu) merkezli olmak üzere İslam dünyasında bir kırılma meydana getirip getiremediğini analiz etmeye çalışacağız.

Bahsi geçen bir önceki yazımızın giriş bölümünde küresel çapta etkinliğe sahip olayların değerlendirilmesinde dikkat edilmesi gereken bir takım ilkeler belirlemiştik ki, bu ilkeler, “İslam Devrimi ve İslam dünyası” başlığıyla yapacağımız bu analiz içinde geçerlidir.

Lehte durarak veya aleyhte konumlanarak nasıl ele alırsak alalım “İslam Devrimi”nin esas etki ve etkinliğini “İslam Dünyası”nda açığa çıkarttığı reddedilmez bir hakikattir. Ve yine “İslam Devrimi”nin emperyalizm ve Siyonizm ile mücadelesinin daha ziyade İslam coğrafyasında bir vekalet savaşı türünden gerçekleşiyor olması ile bu mücadelenin derinleşerek ilerlemeye devam ettiği de diğer bir gerçekliktir.

Evet, ister onu bir “inkılab” olarak görüp taraftar, gönüldaş ve destekçi olma itibariyle olsun ister bu “inkılab”ı bir talihsizlik ve başa gelmiş bir musibet olarak görüp karşıt ya da düşman olma itibariyle olsun “İslam Devrimi”nin istemli veya istemsiz bir şekilde İslam dünyasını derinden etkilediğini görebiliyoruz. Zira sadece “karşıtlık ve düşmanlık”ların dozuna bakarak bile bu gerçekliğin sağlamasını yapmak mümkündür.

Özellikle son on yıl içerisinde “İslam dünyasında olup biteni izah edemeyenlerin veya olup biteni Batı (ABD, İsrail ve AB) lehine evriltmek ve yönlendirmek isteyenler”in dillerine pelesenk ettikleri “Şii hilali, Fars yayılmacılığı ve Pers istilası” gibi tabirler bile tek başına “İslam Devrimi”nin İslam dünyasında açığa çıkarttığı sinerjinin delilidir.

Bu bapta söylenmeden geçilemeyecek bir başka vakıa da “İrancılık ve İrancı” tabirleridir. Çoğu zaman belli bir suçlama ve yerme manası yüklenerek doğudan batıya tüm İslam coğrafyasında belli bir düşünce biçimi “İrancılık” ve bu düşüncenin müntesipleri “İrancı” tabirleriyle tanımlanıyor.

Bu tabirlerin sahipleri ve itham şeklinde kullanıcıları her ne kadar bazen kinaye ve bazen açık bir garaz ile suçlama, art niyet, öteleme ve ötekileştirme mantığını gütseler de İslam dünyasında bu denli yaygın  (anti) olarak kullanılan diğer kavramın “Amerikancılık / Amerikancı” olduğunu dikkate alırsak esasında İslam dünyası üzerinde etkin iki temel gücün ve temel iki düşünce biçiminin kimler olduğunu da tespit etmiş oluruz.

“Acaba “İslam Devrimi” hangi alanlarda ne türden etki ve etkinlik açığa çıkarttı ki, karşıtlarının bin bir sebep ve menfaat gözeterek “Devrimci İslamcılık ve İslam Devrimcisi” demeye dillerinin varmaması dolayısıyla “İrancılık/İrancı” tabirleriyle tanımladıkları bir akım doğdu?” sorusu incelemeyi fazlası ile hak ediyor.

1- İslam’ın “Rönesans”ı başladı

Besbelli ki İslam’ın değil İslam’ı anlama biçim(ler)inin yani İslam’ın müntesiplerinin Rönesans’a ihtiyacı vardır. “İslam Devrimi” İslam alemi için kendileri kabul etsinler veya kabul etmesinler bir Rönesans hükmündedir. 

Yüzyıllardır İslam dünyasının “akıl”dan uzak “taklit, tabiiyet, biat ve mutlak gelenek”  üzerine kurulu anlayışların egemenliği altında yaşıyor olması “cehalet, taassup, kavmiyetçilik ve mezhepçilik” temelli inşa edilmiş toplum ve ülkeler açığa çıkarttı. Üretememek, pozitif bilimden uzaklık, güç ve zorbalığa dayanma; kültür, sanat, edebiyat yoksunluğu; teknik ve teknolojik olarak dünyanın çok ardında bulunma ise bu toplum ve ülkelerin ortak ve vazgeçilmez özelliği haline geldi.

Bizatihi kendisi bir “sorgulama ve akıl” hareketi olmasından dolayı “İslam Devrimi” hem akıl yolu ile düşünerek, sorarak, sorgulayarak inanç ve yaşamın kapılarını araladı ve hem de akleden, düşünen, soran, sorgulayan insanın teknik, teknoloji, kültür, sanat ve edebiyat üretebileceğini ortaya koydu. Ve üstüne de gücünü teknik, teknoloji, bilim, irfan, kültür, sanat ve edebiyattan alan bir ülke ve toplumun sevgi, barış, hoşgörü içerisinde yaşayabileceğini (nispeten) ortaya koydu.

İşte bu durumun sosyal bilimlerdeki ifade şekli “Rönesans (Yeniden Doğuş)”tur.

Ancak nasıl ki on altıncı yüzyıl başlarında doğan Avrupa Rönesans’ının esas meyve ve ürünleri on sekizinci yüzyıldan itibaren kendini göstermiştir, İslam Rönesans’ı da (benim kanaatimce bu süreçten çok daha kısa olmakla beraber) zamanla derin etkisini açığa çıkartacaktır. 

2- Öz Muhammedi İslam’ın tanınması

Bir realite olarak İslam tarihsel olarak iki mektep (Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Şia) kanalıyla günümüze ulaşmıştır. Cenab-ı Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de kutsayıp (Ahzab 33) hepimizi tabi olmaya davet ettiği pak ve masum Ehl-i Beyt (s)’in öğretisi kahir ekseriyetle Ehl-i Şia içerisinde idi. Üzücü ve rahatsız edici bir takım tarihsel gerçeklikler dolayısıyla Ehl-i Beyt (s)’in öğretisi kendini geniş kitlelere tanıtma ve davet imkanını hiçbir zaman yakalayamadı. Hep muhalif bir damar ve kapalı bir toplum kalmaya mahkum edildi.

Ancak “İslam Devrimi” Ehl-i Beyt (s) öğretisinin etrafındaki çit ve bentleri devirdi. İçenlere akıl, aşk, sevgi, barış, hoşgörü ve adalet güdüsü veren berrak ve billur bu kaynağın üzerindeki sis perdesi dağılınca sadece İslam coğrafyasından değil dünyanın dört bir yanından insanlar bazen fert fert ve bazen de fevç fevç Ehl-i Beyt (s)’e yönelmeye başladılar.

3- Üçüncü halin (İslami bir çıkışın) mümkünlüğü

“İslam Devrimi” gerçekleştiğinde dünyanın genelinde olduğu gibi İslam coğrafyası da iki kutup (emperyalist Batı Bloku ile Komünist/Sosyalist Doğu Bloku) arasına sıkışmış ve ayakta kalmak için bu iki kutuptan birine üye, yandaş ya da uşak olmayı mutlak gereklilik gören bir haldeydi.

İster emperyalist Batı Bloku olsun ister sosyalist Doğu Bloku İslam coğrafyasındaki tasallut ve tahakkümlerini garanti edip etkinliklerini derinleştirerek devam ettirmek için krallıklar, hanedanlıklar ve kukla hükümetlere sonsuz bir destek veriyorlardı. 

Bu durum “taklit, tabiiyet, biat ve mutlak gelenek”e dayalı İslami anlayışlarla birleşince tüm çıkış yolları kapanıyor, halklar için yegane kurtuluş yolu olarak “boyun eğme” kalıyordu.

İslam coğrafyasının hali pür melali bu iken “İslam Devrimi” doğdu. “La Şarkıyye vela Garbiyye illa İslamiyye! (Ne Doğu ne Batı illa İslam!)” sloganı ile Doğu ya da Batı’nın uşağı, yandaşı ve hatta üyesi olmaksızın var olmanın İslami dinamikler üzerine yükselen yeni bir yolunu yeni bir yönetimini ortaya koydu.

4- İslam’ın insanlığın geleceğine dair teorisinin ortaya konması

İdeolojiler ve dinlerin en özel ve güçlülük yanları dünyanın ve insanlığın geleceğine dair teorileridir. Yirminci yüzyıl sonları komünizm ve sosyalizmin tüm teorileri ile çöktüğü; Hint, Çin ve Japonya ağırlıklı Uzakdoğu din ve felsefelerinin her tür toplumsal beklenti, öngörü ve teoriden vazgeçip tamamen bireysel birer öğretiye dönüşerek sahadan çekildikleri bir süreçti. “Batı Liberal Demokrasisi” güncele ve geleceğe dair teorisi ile mutlak zaferini ilan etmişti. Artık dünya ve insanlığın geleceğine dair “Batı Liberal Demokrasisi”nden başka alternatif yoktu. Muhalifler bile bunu kabul etmişlerdi.

İşte böyle bir ortamın hüküm sürdüğü süreçte “İslam Devrimi”, İslam’ın teorisini ortaya koydu. Bu teori: “Tüm yeryüzünün İlahi sorumluluk ve yetki sahibi “masum bir önder” eliyle “adalet” temelli şekillendirileceği (Mehdeviyet) ancak özel bazı şartlar dolayısıyla onun “gaybet”te olduğu güncel zamanlarda topluma (insanlığa) ilim, irfan, ahlak, siyaset ve takva noktasında en bilge fakihin önderlik etmesi gerektiğini savunan “Velayet-i Fakih” teorisidir.”

Ayrıntılarda bazı ihtilaflar olmakla beraber bugün İslam coğrafyasının en yakınlaştığı inanç alanı “Mehdilik”tir. “Velayet-i Fakih”in ise tartışılmaya devam ettiği de bir hakikattir. Zira “Velayet-i Fakih” kavram ve teorisi bırakın İslam dünyasının genelini için içinde doğduğu Şia toplumu içinde bu haliyle yeni ve günceldir. Ancak bu tartışmaların varlığı bile İslam’ın “gelecek” teorisinin birer tezahürleridir.

5- Zulme başkaldırı, emperyalizm ve Siyonizm ile mücadele ruhu

Hiç şüphesiz “İslam Devrimi”nin İslam aleminde sahada en pratik olarak gözlemlenebilecek etkisi bu maddedir.  Başta İslami Cihad Örgütü ve HAMAS olmak üzere Filistin Direnişi, Lübnan Hizbullah’ı, Yemen Ensarullah Hareketi, Irak Kuvay-i Milliyesi olan Haşd-i Şabi, Suriye’nin topyekün direnişi, Bahreyn ve Suud’un bazı bölgelerindeki anti-emperyalist anti-siyonist hareketlerin hepsi çok değişik vesilelerle esin,  ilham ve destek kaynaklarının “İslam devrimi” olduğunu defalarca beyan etmişlerdir.

Evet, bazıları bu hareket ve direnişleri bizim ele aldığımız gibi almıyor ve onları çok değişik şekillerde itham ediyorlar. Bu yorum sahiplerinin bir bölümünü bu noktaya ulaştıran cehalet, taassup, kavmiyetçilik veya mezhepçilik gibi sahip oldukları bozuk anlayış ve ideolojilerdir. Bir bölümün durumunu ise ifade edebilecek terimler;  “ihanet, haset ve kindarlık”tır.

Bu ara paragraftan sonra tekrar başlığa dönelim. “İslam Devrimi”nin zulme, emperyalizm ve siyonizme karşı direniş noktasında bu açık tezahürlerinden başka bir de muhalifleri de dahil olmak üzere neredeyse istisnasız tüm kesimlere aşıladığı bir bilinçaltı mücadele, direniş ve azim ruhu vardır. Özellikle Gasıp Siyonist Rejim’in yenilmezlik efsanesinin çökertilmesi, Amerika’nın kollarına vurulan darbeler ve son olarak BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)’nin duraklatılması farkında olsunlar olmasınlar kitlelere cesaret ve mücadele ruhu aşılamaktadır.

Bugün ülkemizde Büyük Şeytan’a karşı yükselen sesleri bile bu dalganın etkisinden uzakta görmemek gerektir. Zira “Kerbelavari hareketler”in etkisi zaman ve mekanla sınırlandırılamaz!

Muntazar Musavi 

İster taraftarı ister karşıtı olalım veya kendimize bağımsız bir konum belirleyelim şunu itiraf etmek zorundayız ki, “modern zamanlar”ın küresel çapta kader belirleyici en etkin olaylarından biri imam Humeyni önderliğinde 11 Şubat 1979’da İran’da gerçekleşen “İslam Devrimi”dir.
 

      Ancak karşıtlarının sahip olduğu devasa (teknik, teknolojik, ekonomik, medya, sinema vb.) imkanlar ile taraftarlarının atalet ve pasifliği birleşince gerek ulusal ve gerekse küresel çapta ne devrimin kendisi ve ne de önderi hak ettiği şekliyle gündeme taşınamamış; ideolojisi ve etkileri artısıyla eksisiyle gerektiği şekilde bağımsız analizlere tabi tutulamamıştır.

   Dünyanın Ortadoğu merkezli amansız bir mücadeleye tutuşup korkunç değişim sancıları çektiği şu günlerde otuz dokuzuncu seneyi devriyesini kutlamakta olan “İslam Devrimi” ve önderi üzerinde düşünülmeyi, analiz yapılmayı, konuşulmayı ve yazılmayı fazlasıyla hak etmenin ötesinde bunu elzem kılmakta. Bu gerçeklikten hareketle ben de kendi penceremden bakarak “İslam Devrimi” üzerine fikretmek ve bunları sizlerle paylaşmak istiyorum.

   Öncelikle sosyal ve siyasal (ve tabiatı gereği bu iki alanla ilintili olarak kültürel, ekonomik, askeri, sanatsal ve akademik vs.) olarak küresel çapta etkinlik oluşturan olayların genel karakterleri ve nasıl değerlendirileceklerine dair bazı çözümlemeler yapalım.

   “Devrim” nitelemesini hakkedecek çapta olan olayların açığa çıkardığı fikri ve ideolojik sinerji ile bu sinerjinin bölgesel ve küresel etkileri ve tarih şeridinde oluşturduğu kırılmayı kamilen gözlemleyip çözümleyebilmek için çoğu kere on yıllar yetmemekte ve daha fazlası gerekmektedir. Bu noktada meramımı doğru anlatabilmek için misale yöneleceğim. Tarihin en büyük devrimcisi hiç şüphesiz Hz. Muhammed (s.a.a)’tir. O’nun yirmi üç yılda Arap Yarımadasının iki şehrinde oluşturduğu inkılabın ne demek olduğunu yüzyıllar sonrasından baktığımızda çok daha yüksek bir noktada idrak ediyoruz: O iki şehir ve o yirmi üç yıl insanlığın kaderini nasıl değiştirdi nasıl evrimleştirdi.

   Bu başlıkta “Fransız İhtilali” de ayrı bir misaldir. İhtilali gerçekleştiren kuşağın gerek sosyal ve gerekse siyasal olarak beklentileri ve yine gerek ekonomik ve gerekse yönetim pastasından almak istedikleri pay talepleri çok sınırlı idi. Ancak ihtilalin açığa çıkardığı fikriyat ve sinerji iki buçuk asırdır başta Kara Avrupası olmak üzere tüm küreyi etkilemeye ve biçimlendirmeye devam etmekte.

   Bu noktalardan hareketle şunu tespit etmeliyiz ki; “İslam Devrimi”nin niteliği ve etkinliği gelecek kuşak ve zamanlarda çok daha derin ve isabetli karşılık bulacaktır. İslam Devrimi’nin çağdaş kuşakları olan bizlerin analiz ve değerlendirmelerinde mümkündür ki “tarafgirlik veya karşıtlık heyecanı” galebe çalabilir. Ancak zaman ilerledikçe “tarafgirlik veya karşıtlık heyecanı” yerini aklı selime bırakacaktır.

   Devrimlerin özellikle çağdaş kuşakları tarafından analiz ve değerlendirilmesinde bir diğer zorlukta: Devrimin açığa çıkarttığı öncül dalgaların doğru teşhis ve tespiti ile bu öncül dalgaların ilerleyen süreçte nasıl bir dip dalga doğuracağını doğru çözümleyebilme problemidir. Zira devrimlerin açığa çıkışlarından sonraki birkaç on yıl boyunca daha çok ”heyecan ve merak” içeren öncül dalgalar açığa çıkarır ki, bunların etkileri geçicidir. Ancak gerçek devrimler, bu öncül dalgaların ardından “fikir, ideoloji ve eylem”e dayalı tsunami hükmünde bir dip dalga doğurur ve esas etkisini o zaman açığa çıkartır.

   Ve bir de “İslam Devrimi”ni değerlendirmenin kendine mahsus özel bir zorluğu vardır. Bir kez “İslam Devrimi”dir ki, dünyanın kahir ekseriyeti İslam’ın devrimine karşıt ya da en azından buz gibi soğuk durmaktadır. İkincisi: Şii mezhebi müntesiplerinin ağırlıklı olduğu bir halk tarafından başarılmıştır ki, “taassup, kavmiyetçilik ve mezhepçilik”in neredeyse iman esası haline getirilmiş olduğu İslam dünyasında kabullenilmesi, kabullenilse onaylanması çok ama çok güçtür.

   Yapacağımız analiz için bir hareket noktası oluşturmak için yaptığımız bu girizgahtan sonra şimdi “İslam Devrimi”nin sosyal ve siyasal olarak küresel çapta açığa çıkarttığı bazı etkileri tetkik edelim.

1- İnsanlık nasıl sınıflandırılacak?

   Fransız İhtilali ve onun doğurduğu artçı devrimlerin etkisi ile tüm yerkürede “ulus devlet, milli sınır” fikrinin mutlak kutsal kabul edildiği bir ortamda gerçekleşen “İslam Devrimi”, insanlığın “ulus ve ülke” temelli tanımlanmasını yerle bir etmiştir. Asırlardır üzeri kara örtülerle kapatılmış, zincire vurulmuş “mustazaf ve müstekbir” kavramlarını özgürleştiren “İslam Devrimi”, insanlığın sınıflandırılmasında yepyeni bir ufuk ve ideoloji ortaya koymuştur. Irkı, etnisitesi, dili, dini, mezhebi ve meşrebi ne olursa olsun başkalarına “tasallut ve tahakküm” eden, zulüm sisteminin parçası ya da paydaşı olan her özel veya tüzel kişi “müstekbir”dir. Ve müstekbirlerce hakları gasp edilmiş her kim varsa ırkı, etnisitesi, dili, dini, mezhebi ve meşrebi ne olursa olsun “mustazaf”tır. Dolayısıyla yeryüzünde olup biten her şey “mustazaflar-müstekbirler” mücadelesinden başka bir şey değildir. İstikbar (müstekbirlerin kurduğu küresel zulüm sistemi), ulus, kavmiyet ve mezhep temelli kargaşa, kaos ve savaşları mustazafların enerjisini birbirine yönlendirip tüketmek ve onları esas hedeften uzaklaştırmak için bir araç olarak kullanmaktadır.

2- İstikbarın tanıtılması ve teşhis edilmesi

   “İslam Devrimi”nin en önemli etkilerinden biri hiç şüphesiz dünya da mustazafların “malları, canları, emekleri ve kutsalları”na musallat olmuş olan “küresel sulta sistemi”nin mahiyetinin tanımlanması ve onun müşahhas olarak teşhis edilmiş olmasıdır. “İslam Devrimi” açısından yerküreye tasallut ve tahakküm eden bir sömürü düzeni vardır ki, “emperyalizm (yani çağdaş firavun)” olarak terimlenen  bu sistemin müşahhas karşılığı “Amerika”dır. “İslam Devrimi”nin önderi İmam Humeyni bu gerçeklikten hareketle Amerika’yı “Büyük Şeytan” olarak nitelendirmiştir. (Tabi bura da şu ayrıntı gözden kaçırılmamalı: “İslam Devrimi”nin “istikbar (yani çağdaş firavun)” olarak işaretlediği Amerika’nın başını çektiği zulüm sistemidir. Amerikan halkı değildir. Zira “İslam Devrimi” açısından Amerikan halkının da büyük bölümü mustazaf konumundadır.)

3- Mustazaflar-müstekbirler mücadelesinin ana cephesinin belirlenmesi

     Yeryüzündeki tüm insanları iki sınıftan birinin üyesi olarak gören “İslam Devrimi” açısından bu mücadelenin ana cephesi “Filistin ve Kudüs”tür. “İslam Devrimi” açısından İsrail’in hiçbir meşruiyeti olmadığından o sadece “gasıp bir rejim”dir. Bu gasıp rejimin ideolojisi olan “siyonizm”, emperyalizmin yamağı ve ortağıdır. Özellikle Ortadoğu coğrafyası olmak üzere yerkürenin her neresinde bir zulüm, kan ve gözyaşı varsa mutlaka siyonizmin habis elleri oradadır. Mazlumların gözyaşının dinmesi için bu habis ellerin kesilmesi ya da en azından iş yapamayacak raddeye gelinceye kadar kırılması gerekmektedir. Bunun için “İslam Devrimi” açısından sadece Müslümanların değil yeryüzündeki tüm mustazaflar için öncelikli ve ana cephe “Kudüs”tür. Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın hangi milliyet ve dinden olursa olsun bir mustazafın öncelikli görevlerinin başında “Kudüs’ün özgürleştirilmesi gelmektedir. Zira tüm mustazafların özgürlüğü ile Kudüs’ün özgürlüğü birbiriyle ilintili değil bilakis eklemlidir.

4- “Vahdet”in tanımlanması ve şartsız vahdet çağrısı

   “İslam Devrimi”nin özelde Müslümanların genelde tüm dünya mustazaflarının gündemine taşıdığı başlıklardan bir tanesi de “vahdet” meselesidir. “Vahdet; kişinin kendi mektep, mezhep ve meşrebini terk ederek başka bir mektep, mezhep veya meşrepte buluşma değil bilakis herkesin kendi mektep, mezhep ve meşrebi içerisinde kalıp onun gereklerini icra ederken “Müslümanların ortak sorunları karşısında ortak sorumluluk kuşanmaktır.” şeklinde bir tanımlama yapan “İslam Devrimi”, kurucu önderi İmam Humeyni’den itibaren her zaman ve koşulda vahdet yanlısı olmuş ve tüm dünya Müslümanlarını şartsız koşulsuz bu bayrak altına davet etmiştir. İmam Humeyni ve yaşayan Velayet-i Fakih Rehber Hamaney’in mesajları dakik bir şekilde incelenirse “İslam Devrimi”nin bir sonraki halkada tüm dünya mazlumlarını vahdete davet ettiği de müşahede edilecektir.

5- İstikbara karşı mücadele örnekliği ve aşısı

   “İslam Devrimi”, Sosyalizm ve Marksizm’in nefesinin kesildiği ve emperyalizmin mutlak galibiyetini ilan ettiği, mazlum ve mahrum halkların istikbar karşısında tüm ümit ve dirençlerinin kaybolduğu bir zaman diliminde gerçekleşmiştir. O günün dünyasında “Büyük Şeytan”ın kendisi için “ikinci bir İsrail” olarak gördüğü İran’da gerçekleşen “İslam Devrimi”, mazlum ve mahrum halkların ölmüş olan ümit ve dirençlerini diriltti ve tüm mustazaf kitlelere bir mücadele aşısı oldu. Latin Amerika’dan Afrika’ya kadar pek çok devrimci önder, hareket ve adaletperest aktivistin “İslam Devrimi”nin kendileri için bir rehber ve dayanak olduğunu defaatle beyan etmiş olmaları bu hakikatin en büyük şahididir.

6- İsrail’in yenilmezliği efsanesinin çökertilmesi

   Gasıp rejim tarafından Filistin topraklarının tamamına yakınının işgal, halkının bin bir coğrafyaya sürgün edilip Arap devletlerinin neredeyse tümüne diz çöktürüldüğü ve İsrail ile mücadelenin kimsenin aklından ucundan bile geçmediği bir zaman diliminde “İslam Devrimi”, İsrail’i gayri meşru ve mutlak şer olarak görüp Lübnan ve Filistin direniş örgütlerine verdiği eşsiz (eğitim, lojistik, silah, mühimmat, maddiyat ve moral) destek ile mücadeleyi örgütleyip ateşledi. Velayet-i Fakih’e bağlılıklarını her zaman açıktan beyan edip bunu kendileri için iftihar vesilesi gören Lübnan Hizbullah’ı Mayıs-2000 ve Temmuz 2006 (33 Gün) Savaşlarında İsrail’in yenilmezliği efsanesini tarihin çöplüğüne attı. Bu zaferler o kadar kısa zamanda artçılar açığa çıkarttı ki; HAMAS, 2008 ve 2012 yıllarında adeta bir açık hava hapishanesine çevrilmiş olan Gazze’de İsrail’le savaştı ve her iki savaşta da gasıp rejim geri çekilmek zorunda kaldı. Gerek Filistin halkının bizatihi kendisi ve gerekse bölgenin diğer halkları için tüm kurtuluş ve zafer ümitleri tomurcuklanmış durumdadır. Hatta İsrail’in bizatihi kendisi yok oluş kabusu içindedir. Kendilerini Çin Seddivari bir duvar içine hapsetmiş olmaları yaşadıkları korku ve endişenin boyutlarını gözler önüne sermektedir.

7- Kendi halk ve imkanları ile teknik ve teknolojik gelişmenin mümkünlüğü

     İlk sekiz yılı açıktan veya örtülü olarak seksen ülkenin destek verdiği Saddam ile savaşmayla ve otuz dokuz yılın tamamı ağır uluslararası ambargolar altında geçmiş olmasına rağmen “İslam Devrimi” (BERCAM / P5+1 antlaşması ile duraklama dönemine girmiş olsa da..) “nükleer teknoloji”ye ulaşmayı başarmıştır. Bilindiği üzere nükleer teknolojiyi elde edebilmek için yaklaşık beş yüz elli farklı bilim alanında belli bir eşiği aşmanız gerekmektedir. Savaş ve ambargolar altında otuz dokuz yıl gibi toplum hayatı açısından çok kısa bir an hükmünde olan bu süreçte böylesine görkemli bir başarı halka dayanarak neler yapılabileceğin en büyük nişanesidir. Böyle bir sürecin dünyada baskı ve tehdit altındaki pek çok millet ve devletin gözünü açtığı / açacağı bir hakikattir…

   Bir makale için bu kadarının yeterli olacağını düşünerek şöyle bir çözümleme ile bitirelim: Yukarıda paylaştığımız tespitler sosyal ve siyasal olarak halkları en derinden etkileyecek ve zamanla dip dalgaya dönüşme kabiliyetini bağrında saklamakta olan ideoloji ve fikriyattır. Şu ana kadar açığa çıkanlar daha ziyade öncül dalgalar hükmündedir. Bu öncül dalgaların Ortadoğu coğrafyasında doğurduğu sinerji ve etki bizlere dip dalgaların etkisinin ne olacağı ile ilgili işaret mahiyetinde de olsa bir şeyler fısıldıyor herhalde.

Muntazar Musavi

İslami Şura Meclisi Milli Güvenlik Komisyonu Başkanı Alaeddin Burucerdi, İran füze meselesini hiç bir ülke ile müzakere etmeyeceğini vurguladı.

Burucerdi bu açıklamayı Avrupa parlamentosu dış ilişkiler komisyonu Başkanı  David Mc Alister’le görüşmesinde yaptı.

Burucerdi Avrupalı parlamentere, artık Avrupa’nın kendi çıkarları çerçevesinde ve ABD’den bağımsız olarak karar alması gerektiğini, AB’nin Trump’ın Bercam nükleer anlaşmasına yönelik tutumuna muhalefet etmesi bu politikayı uygulamaya başladığının iyi bir işareti olduğunu vurguladı.

Görüşmede Mc Alister de Bercam nükleer anlaşmasını desteklediğini, Avrupa İran ile ilişkilerini geliştirmek istediğini kaydetti.

Irakçi vurguladıİran hiç bir ülke ile füze meselesini görüşmedi, görüşmeyecek
Dışişleri Bakanı Yardımcısı Abbas Irakçi, İran hiç bir ülke ile füze programını ne görüştüğünü, ne de görüşmekte olduklarını, ne de görüşeceklerini belirtti.

Irakçi konu ile ilgili medyada çıkan hamberlere gösterdiği tepkide, İran yönetiminin Almanya ve İngiltere veya başka bir ülke ile füze meselesini müzakere ettiği iddiasını reddederek bu haberin doğru olmadığını belirtti.

İran ile başka ülkelerin arasında siyasi istişarelerin her zaman devam ettiğini belirten Irakçi, son bir yılda Avrupa ile yakın istişarelerde bulunduklarını belirtti.

Irakçi ayrıca Almanya Dışişleri Bakanlığı da bu haberi tekzip ettiğini hatırlattı.

Gadiri "Ankara, Tahran, Şam ve Moskova'nın aynı cephede olduğunu" söyledi

 Zeytin Dalı Harekâtı, İran'da nasıl değerlendiriliyor? Tahran Times Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Muhammed Gadiri, operasyona ilişkin Ulusal Kanal'a konuştu. Şam ile işbirliğinin önemine vurgu yapan Gadiri "Ankara, Tahran, Şam ve Moskova'nın aynı cephede olduğunu" söyledi 

Ulusal Kanal, Zeytin Dalı Harekâtı'nın bölge başkentlerindeki yankılarını takip ediyor. Tahran Times Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Muhammed Gadiri, Amerika'nın planlarını alt üst eden Afrin harekâtının Tahran yansımalarını Ulusal Kanal'a değerlendirdi. 

İranlı gazeteci, bölge ülkelerinin ortak menfaatlerinin bölgesel birlik yolunda önemli bir etken olduğunu belirtti, "Ankara, Tahran ve Şam Suriye'nin bölünmesine ve kurulacak bir Kürdistan devletine kesinlikle karşıdır, bu siyasi açıdan büyük bir potansiyeli barındırmaktadır, diyalog ile bölgedeki bütün sorunlar önlenebilir." dedi. 

"ABD Barzani'nin 'bağımsızlık' referandumunda kaybetti" diyen Gadiri, Amerika'nın "Kürdistan" senaryosunu şimdide Suriye'de devreye soktuğuna dikkat çekti ve "Irak'ın kuzeyinde tertipledikleri 'referandmunun' başarısız olduğunu gördüler, diğer taraftan direniş güçleri Suriye ve Irak'ta IŞİD karşısında önemli zaferler kazandı ve buradaki terör örgütlerinin ikmal yollarını kesti. Hedefine ulaşmak için boş durmayan Amerika bizim açımızdan da terör örgütü olan PYD'yi silahlandırarak Suriye'nin kuzeyinde bağımsız veya federal bir Kürdistan oluşturma senaryosunu başlattı." ifadelerini kullandı. 

İran'ın Amerikan projelerine yaklaşımınına karşı tavrının net olduğunu ifade eden Gadiri, Tahran'ın Zeytin Dalı oprasyonunda Şam hükümeti ile işbirliği yapılmazsa doğabilecek olası olumsuz sonuçlardan endişe duyulduğunu ifade etti. 

Gadiri, "İran, Suriye'nin parçalanmasını hedefleyen ABD'nin Kürdistan senaryosuna net bir şekilde karşıdır. Ancak İran, son 7-8 aylık süreçte terörle mücadelede elde edilen kazanımların kaybedilmesi ve terör örgütlerinin alan hakimiyetlerini kaybettikleri bir dönemde tekrar faaliyete geçmelerinden endişe duymaktadır. Bu askeri harekatın sonuçları bu açıdan da değerlendirilmelidir." diye konuştu. 

Gadiri, bölge ülkelerinin birlikteliği ile silah bile kullanmadan emperyalist projelerin başarısız kılınabileceğine dikkat çekerek, Barzani'nin başarısız referandum girişiminin en yakın örnek olduğuna vurgu yaptı. 

Tahran Times Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni, "Irak'ın kuzeyindeki referandum tecrübesi göstermiştir ki, askeri müdahaleye bile gerek kalmadan senaryo bozulabilir. Yani Tahran, Ankara, Bağdat, Şam ve Moskova işbirliği bu referandum macerasını noktaladı, Mesud Barzani halkın arkasında olmadığını, ABD ve İsrail'in vaadilerine kanmaması gerektiğinin gördü." dedi.

Batı Asya’da hükümetler ve milletler arasında diyalog açığı var"


Ehlibeyt (a.s) Haber Ajansı ABNA- İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, hükümete yakın Yeni Şafak Gazetesi'nde dikkat çeken bir yazı kaleme aldı. Son dönemde yaşanan gelişmeleri değerlendiren Zarif, bölge ülkelerine Batı Asya'yı kapsayan "güçlü bir bölge yaratma" ve bölgede "güvenlik ağı oluşturma" çağrısı yaptı 

"Batı Asya’da hükümetler ve milletler arasında diyalog açığı var" dedi. Bölgenin güçlenmesi için 2 kritik çağrıda bulundu. 

İran Dışişleri Bakanı Cevat Zarif, hükümete yakın Yeni Şafak gazetesinde dikkat çeken bir yazı kaleme aldı. 

Bölgesel gelişmeleri değerlendiren Zarif, terör örgütü IŞİD'in yenilmesinin bölgede istikrarın sağlanması açısından yeni bir dönemin müjdecisi olabilileceğini söyledi. 

Dünyanın batı sonrası bir düzene evrildiğini belirten Zarif, bölge ülkelerine Batı Asya'da bütünleşmeyi sağlayacak 2 öneri yaptı. 

Zarif, "İki kavram, Batı Asya bölgesinde belirmeye başlayan paradigmayı şekillendirebilir. Bunlardan biri "güçlü bir bölge yaratma" diğeri ise "güvenlik ağı oluşturma" düşüncesidir. Böylece küçük ve büyük ülkeler, hatta tarih boyunca birbirlerine rakip olan ülkeler, bölgede istikrarın tesis edilmesine yardımcı olabilirler. Katılımcılık fikrinin öne çıktığı bu düşüncede büyük ülkeler tarafından bir oligarşi sistemi kurulmasının önüne bir set çekilir, küçük ülkelere katılım ve rol ifa etme imkanı tanınır." ifadelerini kullandı. 

Bölgede güvenlik ağı oluştuma projesinin ütopik olmadığını ifade eden İran Dışişleri Bakanı, projenin kurallarının da basit olduğunu söyledi. 

İran Dışişleri Bakanı, "Basit kurallar var. Bunlar BM senetlerinde belirtilen hedefler ve ilkeler başta olmak üzere, ülkelerin eşit derecede egemenlik hakkına sahip olması, tehdit veya güç kullanmaktan kaçınmak, sorunların barışçıl yollardan çözüme kavuşturulması, ülkelerin toprak bütünlüğüne saygı duyulması, ülkelerin iç işlerine müdahele edilmemesi ve ülkelerin kendi kaderlerini belirleme hakkına saygı gösterilmesi gibi ortak standart kurallardır." diye yazdı. 

İran'ın Fars Körfezi’nde Bölgesel Diyalog Forumu'nun kurulmasını önerdiğini belirten Zarif, "Komşularımızdan bu daveti kabul etmelerini, Avrupalı ve batılı müttefiklerinin de onları buna teşvik etmelerini bekliyoruz" ifadelerini kullandı. 

Trump yönetiminin Kuzey Suriye’deki askeri gelişmelere ilişkin açıklama ve yalanlamaları önemli bir sırrı ortaya çıkarmaktadır. ABD'nin amacı, Suriye'nin Kuzeyinde egemen ve bağımsız bir devlet –bu Fransa'nın projesi– değil, ama Somali'deki Puntland ya da Irak Kürdistanı gibi uluslararası alanda tanınmayan bir devlet kurmak


 ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson'un, CentCom Komutanı General Joseph Votel'in 23 Aralık ve IŞİD karşıtı koalisyonun sözcüsü Albay Thomas Veale'nin 13 Ocak'taki açıklamalarına yönelik 17 Ocak'ta yaptığı yalanlama kafaları karıştırdı.
 
Ancak Tillerson'un açıklamaları, 10 Ocak'ta ABD'nin Ankara'daki maslahatgüzarı Philipp Kosnett'i uyarıp, 13 Ocak'tan sonra Afrin'e yönelik askeri harekat hazırlıklarını başlatan ve harekatı 20'sinde başlatan Türkiye'yi ikna etmeye yetmedi.
 
Her iki tarafın açıklamalarına karşın ABD'nin amacı, Suriye'nin Kuzeyinde egemen ve bağımsız bir devlet –bu Fransa'nın projesi– değil, ama Somali'deki Puntland ya da Irak Kürdistanı gibi uluslararası alanda tanınmayan bir devlet kurmaktı. Ancak Irak Kürdistanı'ndaki yapı tamamen bağımsızdır ve Irak Anayasasına teorik olarak uymasına rağmen, parçası olduğu Irak'ın talimatlarına uymamaktadır. Zaten yurtdışında büyükelçilikleri de bulunmaktadır.
 
Sınır Güvenlik Gücü'nün (Syrian Border Security Force) resmi olarak yarısı Suriye Demokratik Güçlerine (Democratic Syrian Forces) mensup 30.000 askerden oluşması gerekmektedir. Bu savaşçılara üç hafta süresince sorgu ve biyometrik tarama teknikleri konusunda eğitim verilmesi bekleniyor. 230 kursiyere bu eğitim verildi bile.
 
Uygulamada söz konusu gücün geri kalan yarısının, gizlice geri dönüştürülecek olan 15.000 eski IŞİD savaşçısından oluşması bekleniyor.
 
Başkan Trump'ın Koalisyon özel temsilcisi Brett McGurk, aslında 2006 yılında John Negroponte ve Albay James Steele'in yanında Irak'ta İslam Emirliği'nin kuruluşuna katılmış olan hukukçudur. Albay James Coffman ile birlikte Başkan George Bush'a bu gizli operasyon hakkında hesap vermekle görevlendirilmiştir. İşgalciye karşı gelişen Irak direnişinin Sünni ve Şii olarak ikiye bölünerek ve yapay olarak bir iç savaş yaratılarak yenilmesi söz konusuydu.
 
Brett McGurk Harvard'tan geçtikten sonra, John Kerry'nin yanında Dışişleri Bakanlığında yeniden görevlendirilir. Irak'taki İslam Emirliği'nin IŞİD'e dönüşmesi sürecine katılır ve 27 Mayıs'ta Amman'da düzenlenen Irak'ın cihatçılar tarafından işgal edilmesine yönelik hazırlık toplantısının düzenlenmesine katkıda bulunur. Irak'ı yeniden örgütler ve ardından uluslararası IŞİD'le mücadele koalisyonunu kurar…
 
İyi bir öğrenci olarak, kendi yarattığı ve bugün bazı savaşçıları geri dönüştürmeye çalıştığı cihatçı örgütün faaliyetlerine son verilmesi için Başkan Trump'a hizmet etmeyi kabul eder.


 
Geçtiğimiz 18 Ağustos'ta, Brett McGurk IŞİD yöneticilerini sıcak bir şekilde kabul etti. Resmi olarak ABD, cihatçı örgütü ezmeye hazırlanıyordu.
 
Sınır Güvenlik Gücü projesi, Murray Boochkin'in yumuşak anarşizmine inanan YPG milislerinin samimiyeti hakkında çok şey söylemekle birlikte, ABD komutası altındaki IŞİD'li katiller ile vicdanları rahat bir şekilde tek bir yapı oluşturmaları beklenemez.
 
Görünenin aksine, Afrin'e ve muhtemelen de yakında gerçekleşmesi beklenen Müncib'e yönelik Türk saldırısı 18 ve 19 Ocak'ta, Moskova'ya özel olarak gelen rejimin iki numaralı adamı ve gizli servis başkanı MİT Müsteşarı Hakan Fidan tarafından bilgilendirilen Rus Genelkurmayı tarafından onaylanmıştır. Zaten Rus askerlerinin kısa sürede çatışma bölgesinden geri çekilmesiyle harekatın önü açılmıştır.
 
Türkiye aynı şekilde, her ne kadar Şam herhangi bir mektup almadığını belirtse de, saldırı hakkında Suriye'yi yazılı olarak bilgilendirmiştir.
 
Cihatçıların geri dönüşümünü engellemek için ülkesini ABD ile doğrudan karşı karşıya getirmek istemeyen Devlet Başkanı Esad, NATO üyesi Türkiye'ye bu işi yapması için izin vermiştir.
 
Başkan Trump, Votel-McGurk planı konusunda bilgilendirilmemiştir. Savunma Bakanı James Mattis, Beyaz Saray'ın cihatçılara karşı talimatlarını teyit etmiştir. Öte yandan Votel ve McGurk hala görevlerinin başındadır.

Perşembe, 25 Ocak 2018 05:08

Tebliğcilerin Savunucusu Olan Melekler

Saffat suresinin tefsirinde cennet ve cehennem ehlinin sıfatlarını açıklayan Ayetullah Cevad Amuli şunları söyledi:

"Saffat suresinin 62. ayetinde Allah şöyle buyuruyor.
 

"Böyle bir nimete ve ziyafete ermek mi hayırlı, yoksa zakkum ağacından yemek mi daha hayırlı?"

Ayetteki "Nüzul" kelimesi misafire ana yemekten önce sunulan su, şerbet, meyve gibi ikramlar anlamına gelir. Bu ön menüden sonra ana menüye geçilir.

 Ana yemek öncesi sunulan ikramlar hem cennet ehli hem de cehennem ehli için geçerlidir. Allah bu nüzulden (ön ikram) sonra herkesin ana yemeği yiyeceği odaların neresi olduğunu açıklar.

Acaba cennet ehli için sunulacak bu ilk ikram mı yoksa cehennem ehlini bekleyen Zakkum ağacından hazırlamış olan ikram mı daha güzeldir?

Zakkum ağacının yaprakları çok kötü kokar. İnsanın bedeni ile temas anında değdiği yerin şişmesine sebep olan akışkan bir öz suyu vardır. Zakkum ağacının çiçeklerinin şeytanın kafasına benzetilir. Allah bu ağacı bir cehennem ağacı olarak tabir eder:

"Şüphe yok ki o, cehennemin dibinden yetişen bir ağaçtır." (Saffat-64)

Onun suyu ateştir ve ateşten beslenir. Bu şaşılacak bir olay değildir. Allah'ın kudreti ve kıyametin gününün çetinliği bizlerin hesabıyla uyuşmaz. Ayetin devamında ise şöyle buyuruluyor:

"Onun tomurcukları, şeytanların başlarına benzer." (Saffat-65)

Bu ağacın tomurcuklarının şeytanın başlarına benzetilmesi yerinde bir benzetmedir. Çünkü şeytan kötü ve çirkin yüzlü bir varlık olarak tanınmıştır. Cehennem ehli aç ve susuzdur, yemeye ve içmeye ihtiyaçları vardır.

"Derken onlar, onu yerler de karınları şişer. Sonra da içimi bu zakkum gibi acı kaynar sular içerler." (Saffat-66/67)

Diğer bir ayette ise cehennem ehli için sunulacak içeceklerinin kaynar sular olduğunu beyan edilmiştir.

"…Eğer onlar yardım isterlerse, maden eriyiği gibi yüzleri kavurup yakan bir su ile suvarılırlar. O pek de kötü bir içkidir ve pek de kötü bir dayanaktır." (Kehf-29)

Bu suyu ağızlarına yaklaştırdıklarında dudaklarının derileri yanıp dökülür.

Allah bu birkaç ayetinde cehennem ehlini bekleyen ön ikramdan bazılarını açıkladıktan sonra cehennem ehlinin asıl azap yerlerine götürüleceklerini buyuruyor.

"Sonra da dönüp varacakları yer yine cehennemdir." (Saffa-68)

Cehennem ehli dünyadayken yalanladıkları ve putperest atalarının yapmış oldukları yanlışları doğruladıkları için onlara böyle bir ceza verilir.

"… Şüphesiz biz, babalarımızı (bizi terbiye eden âlimlerimizi) bir çmmet (din) üzerinde bulduk ve onların izleri üzerinde (yürüyüp) doğru yolu bulduk." (Zuhruf-22)

Onlar bir şeyi yalanlamak istediklerinde:

"…Bu, sadece sizin gibi bir beşerdir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık” derler." (Muminun-24)

Babalarından böyle bir şey duymadıkları için duydukları şeye "yanlıştır" diyorlardı. Ve yine babalarının da kendileri gibi yaptığını gördükleri için kendi yaptıklarının "doğru" olduğunu söylüyorlardı. Küfre sapanların bir olayı tasdiklemesi veya yalanlaması tıpkı babalarının fiillerine göreydi.

Kuran, onların babaları hakkında şöyle buyuruyor:

"Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiğinde: 'Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyuyoruz' derler. Ya, ataları bir şeyden anlamıyor veya doğru yolu bulamamış idilerse!" (Bakara-170)

Allah, bu iddialara yanıt olarak Saffat suresinde şöyle buyuruyor:

"Onlar atalarını (hakikatten) sapmışlar olarak buldular. Kendileri de, onların izlerinden koşturuluyorlardı." (Saffat-69/70)

Cehennem ehli için vaat edilen bu azapların sebebi babalarını yanlışlık içerisinde buldukları halde onların yolunda gitmekte ısrar etmeleridir.

Âlimler Allah'ın Hüccetlerinden Biridir

Ayetin devamında Allah babalarının yanlış yolunu devam ettirenler için hüccetin tamamlandığını buyuruyor.

"Ve ant olsun ki, onlara nezirler (uyarıcılar) gönderdik." (Saffat-72)

Bu hüccet, bazen bir Peygamber, bazen bir imam veya İmamın naibi bazen de Peygamberin varisi olan bir Âlim olabilir.

Melekler cehennem ehlinin cehenneme gönderildikleri anda şöyle seslenir:
"Size bir korkutucu (uyarıcı) gelmedi mi?"

Meleklerin bu uyarıcıdan maksatları sadece Peygamber veya imama değildir. Zira birçok insan zaman açısından Peygamberi hiç görmedi. Bu korkutuculardan (uyarıcılar) kasıt uyarıcılar) İslam öğretilerini insanlara ulaştıran âlimler ve varislerdir. Daha açık bir ifadeyle meleklerin söylemek istediği şey, "sizin etrafınızda bulunan âlimler, Kuran ve Ehlibeyt'ten öğrendiklerini size ulaştırdıkları halde siz onlara uymadınız" hakikatidir.

Melekler cehennem ehline karşı, tebliğcileri ve onların yapmış olduğu işi savunacaktır. İlim talebelerinin ve âlimlerin, Allah'ın vermiş olduğu bu nimeti kendilerinden almaması için çok şükretmeleri gerekir. çünkü onların yaptıkları dini öğretileri tebliğ işi, meleklerin dikkatini cezbetmekte ve ilgi alanına girmektedir. Bu, öyle hafife alınacak veya kendisi azımsanacak bir vazife değildir.

Ayetullah Cevadi Amuli
  

Öncelikle konunun zorluğu ve nezaketini itiraf ederek besmeleyi açıktan çekelim: Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla. Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınalım: Euzubillahimineşşeytanirracim.

Besbelli ki uzun bir evveliyatı olmasına karşın genelde İran’da son iki dönemdir yaşanan siyasi gelişme ve rekabetin özelde ise Aralık ayı sonunda başlayıp Ocak ayının ilk haftası boyunca hem İran ve hem de dünya gündeminin ilk sırasına konan (ekonomik sıkıntıları protesto kastı ile masumane başlayıp kirli ellerin müdahalesi ile mecrasından kopup emperyalist ve siyonist bir kalkışma girişimine dönüşen)olayların tetiklemesi ile gerek İran iç siyasetinde ve gerekse diğer coğrafyalardaki İslam İnkılab’ına gönül vermişler arasında yeni tartışma başlıkları açıldığını müşahede ediyoruz.

Bazı etkinlikler ve özellikle sosyal medya ortamında açığa çıkan bu yeni müzakere ortamında şahsen benim açımdan en çarpıcı en şaşırtıcı en sürpriz başlık; “Acaba tüm bu olup bitenlerde Velayet-i Fakih’inde hatası var mı?  O eleştirilemez mi?”  başlığı.

Esasında Türkiye’de uzun zamandır bir damar, art bir niyetle “Rehber Hamaney’in “Velayet-i Fakih” makamına hak etmeksizin ve usulsüzce geldiği ve zamanla bir dikta oluşturduğu” mealindeki görüşü ısıta soğuta her zaman gündemde tutmaya çalışmakta. Benim kanaatimce bu cenah açıktan yapamadıkları İslam İnkılabı karşıtlığı (belki de düşmanlığını) böyle bir örtü altından yürütmekte.

Ancak bahsi geçen yeni tartışma “İnkılapçılık, samimiyet, fedakarlık, bilgi birikim, düzey ve derinlik”leri konusunda üzerlerine şüphe gölgesi düşmemiş dostlar arasında yürümekte. Doğal olarak bu durum tartışmayı hem daha ilgi çekici hale getirmekte ancak hem de ilginç bir garabet açığa çıkartmakta.

Başlığı açan dostlar (benim anladığım) şu iddianın sahibiler: “İslam İnkılabı son yıllarda özellikle de Ruhani Hükümeti eliyle belli bir sapma yaşamakta. Ruhani Hükümeti, açıktan ve gizliden yaptığı icraat ve antlaşmalarla “Amerika ve dolaylı olarak İsrail ile” antlaşma ve uzlaşma peşinde. İslam İnkılabı’nı pek çok alanda raydan çıkartmış durumda. Rehber Hamaney’in sözlerine kulak asmıyorlar ve hatta O’nu gizliden ve açıktan eleştirerek (ki gerçekten Ruhani son kalkışmanın ardından bile eleştiriye devam etmeliyiz; “kimse eleştirilmez değil!” diyerekten çok ilginç bir çıkış yaptı.) şahsını ve makamını itibarsızlaştırma söylem ve eylemlerinde bulunuyorlar… Hal böyle iken Rehber Hamaney’in bunların yaptıklarına müdahil olmaması, hükümetin yolsuzluk ve usulsüzlük yaptığı aşikar olan üyelerini azletmiyor olması, seçim döneminde İnkılabın en samimi evladı olan Ahmedinejad’ın haksızlığa uğramasına göz yummuş olması gibi durumlar bir hatadır. Ve bizler bu hataları yüksek sesle söyleyip eleştirmeliyiz ki …” 

“Kardeşim bunca konu bunca başlık arasından niçin böyle netameli bir girdap hükmündeki bu başlığa yöneldiniz?” sorusuna da: “İslam inkılabı’na gönül vermiş Türkiyeli Müslümanlar bir ütopya da bir rüya da yaşıyorlar. Onların İnkılabı ile gerçekte olan İnkılab aynı değil. Gelecekte tam bir şok yaşamamaları için biz İslam İnkılabı’na gönül vermiş Türkiyeli Müslümanları rüyadan uyandırma ütopyadan realiteye döndürme amacındayız” şeklinde cevap veriyorlar.

Bu görüşe karşı doğal olarak söylenen ilk cümleler; “Sizin düşünüp müşahede ettiğiniz bu durumları nasıl oluyor da “Velayet-i Fakih”  düşünüp müşahede edemiyor? Nasıl oluyor da geride bıraktığı hayatı; yüce ve yüksek ilim, irfan, ahlak, siyaset, basiret ve ferasetinin delili olan Rehber,  elinin altında devlet imkan ve kabiliyeti, çevresinde bilge, fakih ve uzman erişimi olmasına rağmen teşhis ve tespit edemiyor da bu imkan ve kabiliyetlerden yoksun insanlar bu açık ve gedikleri görebiliyor?” şeklinde oluyor.

Bu noktada dostlar beş argümanla (kendilerince) görüşlerini temellendirip teorilerini ortaya koyuyorlar. Birinci olarak şöyle diyorlar: “Velayet-i Fakih’e tabi olmak, düşünmemek ve kendi öz düşüncesini ortaya koymamak mıdır?” İkinci olarak: “Bir kişi hiç düşünmeden, fikir ortaya koymadan mı Velayet-i Fakih’e yardım etmiş olur yoksa eleştirip hataları gösterip fikir üreterek mi?” Üçüncü olarak: “Bazı konularda Velayet-i Fakih’ten ayrı ve farklı düşünüyor ve bazı görüşlere eleştiri getiriyor olmamızın ne mahzuru var? Zaten pek çok kişi, kurum (hükümetler, reisler ve diğer yöneticiler) pratikte Rehber’in dediğinin dışında davranarak bizim dediğimiz şeyi pratikte ortaya koyuyorlar.” Dördüncü madde olarak ta: “Velayet-i Fakih makamı ile Rehber’in şahsı aynı şey değildir. Esas olan makamdır. Bizler esas olarak makamı korumalıyız.” Dedikten sonra beşinci ve son olarak ta: “Bizim eleştiri yapıp düşünce serdetmemiz öneri ve yardım kabilindendir eğer Rehber bir konuda kanaat bildirirse artık herkes gibi bizim için de bağlayıcıdır.” şeklinde görüşlerini beyan ediyorlar.

Şu ana kadar tartışmanın gündeme geliş serüveni ile başlık sahiplerinin görüşlerini ana çerçevesi ile resmedip net bir fotoğraf ortaya koymaya çalıştım. Şimdi ise bu başlık ile ilgili olarak kendi görüş ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

1- Bir tartışmanın sağlıklı yürüyebilmesi,  verimli ve pozitif bir maslahat doğurması için öncelikle şu dört şartın uygun olması gerekir ki, bu şartlar: “Zemin, zaman, üslup ve yöntem”dir. Ayrıca beşinci olarak ta “görüş beyan edecek şahsiyetler”in ehil olması gerekir. İslam İnkılabı’nın emperyalizm ve siyonizm ile olan mücadelesinin zirve noktaya vardığı, düşmanın içeride ve dışarıda her türden imkan ve kozunu harekete geçirdiği, gerek İslam İnkılabı içerisinde ve gerekse genel olarak İslam ümmeti bazında “vahdet” ihtiyacının hayati bir konuma geldiği zaman ve zeminde böylesine nazik, netameli, kırılgan ve istismara açık bir konu başlığının tartışmaya açılmış olmasının doğuracağı sakıncaları öngörmek için allame olmaya gerek yoktur. 

2- Bazı konuların tartışılması belirli bir bilgi birikimi, kültürel ve entelektüel derinlik ister. Bu özellikleri dolayısıyla İran’da süren bir tartışmanın aynıyla Türkiye’ye taşınması mutlak bir hatadır. Orada mevcut olan dinsel ve kültürel yapılanma ve bu tür tartışmaların geriye doğru derinliği ile Türkiye’de ki gerçeklik birbirinden fersah fersah farklıdır. Bu vesile ile İran’da tarafların kullandığı argümanları aynıyla bu yana taşımak, orada söylenen sözleri yazılan yazıları tercüme ederek bu yanda tekrarlamak faydasız olmanın ötesinde pek çok sakıncayı bünyesinde barındıran bir girişimdir. Bahsettiğimiz bilgi birikimi, kültürel ve entelektüel derinlik dolayısıyla belli bir coğrafya da normal karşılanacak hatta pek çok yarar açığa çıkarabilecek bir tartışma başka bir coğrafya da tedavisi yıllar alacak yaralara sebebiyet verebilir. 

3- “İnsan” olmanın belirleyici şartı “akıl”dır ve “akıl”ın nişanesi de düşünmektir. “Aklı” olmayanın ne dini ne de sorumluluğu vardır. Ancak aklın kendisi bize düşünülen her şeyi her ortamda “maslahat” gözetmeksizin paylaşmanın “akıllıca bir iş” olmadığını söyler. Yine akıl bize der ki, aklettiğin her şeyi ürettiğin her düşünceyi “eleştirel” olarak serdetmene de gerek yoktur. Zira “Söz var kestire başı, söz var kese savaşı”.

4- Velayet-i Fakih’e eleştirel olarak yaklaşmayanları veya bu yaklaşımı sakıncalı bulanları “maslahatcılık” ile tanımlama da kanaatimce doğru bir tespit değildir. Zira künhü itibariyle “maslahat” kötü bir şey değildir ki! Habiloğullarının Kabiloğullarına karşı verdiği binlerce yıllık mücadelede pek çok kazanım, doğru yerde doğru zamanda ve doğru şekilde maslahat gözetilme ile elde edilmiştir. Eğer “şahsi (veya grup) çıkar, menfaat, imkan, makam… kısacası süfli emeller için “hak” karşısında bir maslahat gözetilmesi varsa bu besbelli ki kötüdür. Ancak İslami ve insani değerler için mustazaflar cephesinin kazanımları için maslahat gözetilmesinin ne sakıncası olabilir ki? Hatta bu türden bir maslahat gözetme sakınca olmak bir yana aklın gereğidir ve ayrıca fazilettir de.

5- İslam İnkılabı, bir sınır ve coğrafya ile tanımlanmaktan öte bir olgu ve gerçekliktir. O tüm dünya mazlum ve mustazaflarını kuşatan (en azından bu iddia ve ümitte olan) bir inkılaptır. Ancak bugün bir merkezinin bir yönetiminin varlığı ile belli sınırlar içerisinde esasını ortaya koyuyor olması da bir realitedir. Dolayısıyla İslam İnkılabı’nın iç olayları/siyaseti sadece belli bir sınırlar içerisinde olanları değil dünyanın her neresinde olursa olsun tüm mazlum ve mustazafları (belli bir noktaya kadar) ilgilendirir. Ancak burada sapla samanı birbirine karıştırmamalıyız. Belli sınırlar içerisindeki insanlar bu olayların bizatihi bir parçası olduklarından olaylar karşısındaki tavır ve ilgileri çok dakik, müdahaleci ve pratik olmalıdır. Bu sınırlar dışında kalıp, İnkılap iç siyasetinin bir parçası olmaktan uzak ve olaylara bir dahli olamayacakların ise olaylar karşısındaki tavrı bütüncül ve tamamıyla Velayet-i fakih eksenli olmalıdır.

6- Türkiye’de “ İslam İnkılabı ve Direniş Ekseni”ne gönül vermiş insanların kahir ekseriyeti uzun uzun fıkhi, itikadi araştırmalar, müzakereler ve araştırmalar yapıp madde madde “Velayet-i Fakih” teorisi ve fıkhını araştırarak bu noktaya varmış değillerdir. Besbelli ki herkesin kendine özgü deneyim ve bir değişim yolu olmakla beraber bu insanların neredeyse tamamı “bütüncül bir siyasi, ve dini bakış açısı” ile oldukları noktaya varıyorlar. İç siyasetin tüm kirli çamaşırlarını ortaya dökmek, Velayet-i Fakih’in şahsı veya makamı üzerinde tartışmalar yürütmek, acziyet ve zaaf noktalarını öncelemek tüm İnkılapçı çevrelerde gereksiz ve sakıncalı bir sarsıntı açığa çıkarmaktır. Bu durum, Allah korusun henüz değişimlerinin ilk aşamalarında olan veya henüz bazı konuları künhü ile kavrayamamış İslam inkılabı gönüldaşlarını bulundukları yerden çok uzaklara savurup farklı yollara mecbur etme tehdidini de içinde barındırmaktadır. Hatta bir adım daha atıp şunu söylemeyi de tarih karşısında bir görev kabul ediyorum: “Türkiye’de yürütülecek bu kadar detaycı, hesaplaşıcı ve kınayıcı bir yaklaşımın insanları sadece İslam İnkılabı’ndan değil Ehl-i Beyt Mektebi’nden de uzaklaştırma riski tepe noktadadır.! Biz “insanları rüyadan uyandıracağız” diye yola çıkanlar, tüm inkılapçı çevreleri bir “kabusa mahkum ediyor” olabileceklerini de hesap etmeliler.

7- Aşağıdan yukarıya doğru baktığımızda eksiklik, hata, acziyet ve zaaf olarak gördüğümüz olay ve olguların yukarıdan aşağıya doğru bakıldığında tam olarak nereye oturduğu ve neye tekabül ettiğini araştırıp analiz etme de aklın bir ilkesidir. İnsanlık tarihinin en barbar ve aynı zamanda sömürdüğü kitleler tarafından en çok sevilen sömürgeci imparatorluğu olan modern zamanların Babil’i Büyük Şeytan Amerika’nın öncülük ettiği küresel sulta sisteminin içeride ve dışarıda bin bir uşak, yandaş ve paydaşı ile mücadele ederek İslam İnkılabı gemisini kırkıncı yıl arifesine ulaştırmış; onun etkinlik ve ilkelerini tüm bölgeye hatta yerkürenin pek çok noktasına ulaştırmış bir Velayet-i Fakih’i değerlendiriyorken iki kez düşünüyor olmamız gerekmez mi?

8- İslam İnkılabı Rehberi’nin (Velayet-i Fakih’in) anayasaya göre “Bilgeler (Hubregan) Meclisi” tarafından seçiliyor, denetleniyor ve gerektiğinde azledilebiliyor olması O’nun zaten “mutlak masum” olmadığı ve eleştirilebilir olduğunun delilidir. Ancak bunu kim, nerede, ne zaman ve nasıl yapacak? Herkes mi? Her yerde mi? Her zaman mı? Tüm katmanlar tüm çevreler, yatay ve dikey tüm hareketler her yerde her zaman ve her şartta hiçbir maslahat gözetmeden eleştiri mi yöneltecekler Velayet-i Fakih’e? Bırakın böyle bir İnkılab’ı böyle şartlarda bir “dernek” bile hayatta kalabilir mi? İkinci olarak Velayet-i Fakih’in ekonomiden sanata, kültürden spora, askeriyeden akademiye pek çok alanda danışmanları var ki, bu danışmanların rapor ve sunumları da bir yönü ile yönlendirmedir. Ancak her rapor ve sunumun zatında bilimsel ve İslami özellikler zorunlu bir gereksinim olduğu gibi bunların pratize edilmesinde kullanılan yöntemlerin belli adab, ahlak ve nezaketi taşıyor olması da mutlak bir mecburiyet değil midir?

9- Tüm bu yazdıklarımızın manası olup biten olumsuzlukları, zaafları, hataları, yanlışları, cehaletten veya kasten işlenmiş ihanetlerin üzerlerini örtelim görmezden gelelim değildir. Tüm dünya küfrünün hedefinde olan bir buçuk milyon kilometrekare toprak üzerinde seksen beş milyonluk nüfustan müteşekkil bir ülke de hükümet adamları, bürokrat ve diplomatların gaflet veya bilinç ile işledikleri nice hataların mevcudiyetini tartışmaya bile gerek yoktur. Esas olan bu durumun başka toplumlara nasıl aktarılacağı ve aktarımdan ne beklendiğidir.  

10- Tartışmanın tüm taraflarının ortak kabulü olan “İslam İnkılabı” tüm tarih sürecinin bu denli halka ve hakka dayalı yegane kurtarılmış zaman ve mekanıdır. Onun yüce Rehberi (Velayet-i Fakih)’te modern insana Allah’ın yüce bir lütfudur. O’nun şahsı ve makamını zayıflatarak yol almamız; ittifak, ittihat ve terakkimiz mümkün değildir. Dünya mazlum ve mustazaflarının yegane kurtuluş yolu Velayet-i Fakih’in adımlarını takip etmektedir. 

Bu makalenin hayır ve bereketlere sebebiyet vermesi temennisi ile hepinizi selamlıyorum.

(NOT  1: Siz aziz okuyucularımdan yorumlarınızla bu konuya katkı vermenizi istirham ediyorum.
  NOT 2: Sıkılmadan okumuş ve makalenin bu noktasına ulaşmış okurlara konu ile ilgili üç kitap önerisinde bulunmak istiyorum:
a) İmam Humeyni; İslam’da Devlet, Objektif Yayınları
b) Abdullah Cevad AMULİ; Kur’an ve Rivayetlerde VELAYET, Önsöz Yayıncılık
c) Sabahaddin TÜRKYILMAZ; Velayet-i Fakih, Rast Yayınları)


Muntazar Musavi / Rasthaber