
کارگر
Batı liderlerinin “kutsal devlet terörizmi ittifakı”
Paris sokaklarında fikir/düşünce zabıtaları ve haksızlık koruyucu ve yayıcılarından oluşan kutsal bir devlet terörizmi ittifakı buluşması izledik. Buna sessiz kalanlar saldırganlar üzerine ağızlarını açmasınlar.
Paris’te yaşanan saldırının faturası şimdiden sinsice halka çıkartılıyor. Hükümetler gecikmeden ırkçılığı ve ayrımcılığı körükleyen, halkları dini kimlikler üzerinden bölen ve kendi ekmeğine yağ sürmek için açıklamalar yapmaktan geri kalmıyor. Bu konuda yapılan iki çeviriyi sizlerle paylaşıyoruz:
Kutsal Terör İttifakı: Fransa’daki Saldırılar ve AB İçişleri Bakanları
Arnold Schölzel SCHOLZEL
Junge Welt
Daha Paris’teki anma yürüyüşü sırasında ajanslar AB içişleri bakanlarının terörle mücadele amacıyla Schengen bölgesi dış sınırlarında kontrolleri yoğunlaştırmak istediklerini bildirdiler. Aynı zamanda uçak yolcularıyla ilgili bilgilerin Avrupa çapında merkezi toplanmasını sağlayacak bir sözleşme imzalanacağı konusunda da çığlıklar atılmaya başlandı. Almanya İçişleri Bakanı Thomas de Maiziere, pazar günü Paris’te 11 AB içişleri bakanı ve ABD Adalet Bakanı Eric Holder’le yaptığı görüşme sırasında AB üyesi ülkeler gizli servislerinin kendi aralarındaki ve ABD ile ilişkilerinin güçlendirileceğini açıkladı.
‘Polis bakanlarının resmen açıkladıkları arzularına bakarak Paris’teki saldırıların kimin işine yaradığı sorusuna cevabımız; ‘Bir sonraki adım birey haklarının yok edilmesi, parlamentoların yetkilerinin kısıtlanması, özgürlük haklarının gasp edilmesi, vb.dir.’ şeklinde olabilir.Maiziere’nin, üstüne üstlük bir de ABD ile gizli servis ilişkilerinin güçlendirileceğini açıklamasıyla atılan adım reel bir kara mizaha doğru yönlenmektedir. Almanya, 2013’te Edward Snowden’ın açıklamalarından bu yana ABD gizli servislerinin, özellikle NSA’nın olta yemi olarak sürekli boyun eğmeyi esas alan bir güvenlik politikası sergiliyor. Devletsel olarak boyun eğme politikası izleniyor.
Bu komik değil. Kanlı bir politika. Kısa süre öncesine kadar komplo teorisi sayılan şeyler şik hamdi gerçeline geldi. Bir Alman generali, ABD’nin dron (insansız savaş uçakları) katliamlarına Almanya’nın yardımcı olmasının çok doğal olduğunu açıkladı. Savaş propaganda dergisi Der Spiegel de bir dron saldırısında savaşın yan etkisi (koleteral tahribat) olarak öldürülmesi mümkün olan kadın, çocuk ve genel olarak suçsuzların sayısını tartışma konusu yaptı. Hangi komutanın hangi sayıdan itibaren dron saldırısına yeşil ışık yakabileceğini gündemine aldı.
Almanya’da terörist kavramıyla ilgili resmi açıklama en kıyısından Beyaz Saray’a kadar uzanan zeminde siyasal veya dinsel hedeflere ulaşmak amacıyla baskı, yıldırma ve her türlü şiddet içeren yolun kullanımı, desteklenmesi veya şiddet uygulamaya yönelik çağrı şeklindedir.
Doğal olarak Berlin, devlet terörizmi sözcüğünün bu bağlamda hukuki açıdan anlamsız olduğunu açıklayarak kendisine terörist denmesine karşı tedbirini aldı. Eğer anayasadaki saldırı savaşlarına dahil olma yasağı veya BM’in saldırgan çatışmalara müdahalenin devletler hukukuna aykırı olduğu sözleşmesinin her ihlal edilişi cezalandırılabilseydi kararı alan ve sürdüren başbakan, dışişleri ve savaş (savunma) bakanları ve destekçi parti ve parlamenterlerin terörist ilan edilip cezalandırılmalarını görmek bizim açımızdan çok iyi olurdu.
Paris sokaklarında fikir/düşünce zabıtaları ve haksızlık koruyucu ve yayıcılarından oluşan kutsal bir devlet terörizmi ittifakı buluşması izledik. Buna sessiz kalanlar saldırganlar üzerine ağızlarını açmasınlar.
Manuel Valls’a Göre ‘11 Ocak Ruhu’
Michel SOUDAIS
Politis
45 dakikalık konuşmasından sonra başbakan herkes tarafından ayakta alkışlandı. Salı öğleden sonra Mecliste eşi nadir bulunan bir birlik vardı. Sadece savaşlar esnasında görülen bir birlik. Zaten Manuel Valls’da savaşta olunduğunu belirtti: “Fransa terörizme, cihada ve radikal İslam’a karşı savaşta”.
Meclis oturumu saat 15’de Meclis başkanının 7, 8 ve 9 Ocak’da katledilenlerin 17 kişinin anısına kısa bir konuşma ile başladı, daha sonra 1 dakikalık saygı duruşu ve hemen ardından milletvekilleri, beklenmedik bir şekilde sağcı UMP partisinin en sağında bulunan Serge Grouard’ın başlattığı, milli marş Marseillaise’i söylediler. Milli marşı Mecliste ta 11 kasım 1918’den bu yana hiç söylenmemişti.
Manuel Valls diğer grup liderlerinden sonra söz aldı, ama konuşmadan önce çok savaşçı bir içerikle konuşan UMP Parlamento Grup Başkanı Christian Jacob’un kendisine seslenerek “Yıllar sürecek terörizme karşı bu savaşta” “Ülkeyi silahlandır” talebini kafasıyla onaylamıştı. Sinsi bir konuşma yapan Başbakan “olağanüstü önlemler” alınmasını onaylarken asla “sıradışı önlemler” alınmayacağını belirtti ve UMP’nin şahinlerini bile çok memnun kıldı. Manuel Valls’ın önlemleri şunlar oldu:
* İç istihbarat ve antiterör hukukunu “İnsan ve maddi kaynakları bakımından önemli oranda” güçlendirme. Manuel Valls diğer şeylerin yanı sıra istihbarat servislerini güçlendirme konusunda “Daha da ileri gidilmesini” istedi ve İçişleri Bakanı Bernard Cazeneuve’den “sekiz gün içinde” interneti ve “eyleme geçme, irtibat kurma ve beyin yıkama konusunda her zamankinden daha fazla kullanılan sosyal medyayı” denetlemek için önerilerde bulunmasını istedi.
* Avrupa uçak yolcularının bilgilerini paylaşma sistemi PNR’nin (Passenger name record) hayata geçmesi açısından Fransa’nın sistemi Eylül 2015’te hazır olacak. Manuel Valls AB parlamenterlerine 2 yıldır dondurulan bu sistemi onaylamaları için resmi bir çağrıda bulundu.
* Radikalleşmeye karşı önleyici önlemler. “Terör eylemlerinden mahkum olmuş ya da terör savaş gruplarına girmiş kişilerin ikametlerini ve denetlenme zorunluluğuna boyun eğmelerini mecbur kılan” yeni bir fişlenme sistemi kurulacak. […]
2015 sonundan önce hapishanelerde “Radikalleşmiş olarak sayılan kişilere” yönelik “Özel ve ayrı bölümler” oluşturulacak. Bu ise hapishane yönetimi ve istihbaratının “olanaklarını güçlendirme” anlamına geliyor. […]
* Başbakan “gençlerin hukuksal korunma bölümünün (PJJ) yönetiminde bir istihbarat biriminin kurulmasını” istiyor. Ve PJJ servisi çalışanlarına yönelik nitelikli bir eğitim verileceğini belirtti.
2012’den bu yana 2 antiterör yasasının onaylandığını hatırlatan Başbakan, dinlemeleri kolaylaştıracak yeni istihbarat yasa projesinin ise 3 ay içinde gündeme geleceğinin sözünü verdi. Ve kasım 2014’te onaylanan son terör yasasında cihat adaylarına sınır dışına çıkma yasağı ve tehdit teşkil eden yabancıların ülkeye girmelerini engelleyen maddelerin gelecek çarşamba bakanlar kurulunun gündeminde olduğunu ifade etti. Tüm bu güvenlik önlemlerini meşrulaştırmak için Manuel Valls konuşmasında bir çok defa “11 Ocak ruhuna” atıfta bulundu, hani 4 milyon insanın “cumhuriyet yürüyüşlerine” katılmasını sağlayan “ruh”.
Ona göre bu ruh ulusal topraklarımızda ve “Bize saldırmak, çıkar ve yurttaşlarımızı tehdit etmek için örgütlenen teröristlerin bulunduğu yerlere” müdahale etme ve sert yanıt vermeyi meşrulaştırıyormuş. Özgürlüğü ve kardeşliği savunmak için sokağa inen milyonlar şimdiden ihanete uğradıklarını hissedebilirler.
evrensel.net
Röportaj; Türkiye Nereye Ait?
Dumlupınar Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Dr. Barış Adıbelli’ye göre, Türkiye Batı ve Avrupa’ya değil, belki bir çok ortak dinsel, kültürel ve tarihi bağa sahip olduğu Doğuya ait bir ülke.
Mehr Haber Ajansı, Bundan çok kısa zaman önceye kadar, Türkiye’nin nereye ait olduğu sorusu ile karşılaştığımız zaman buna çok net cevap vermemiz her halde mümkün değildi. Soğuk Savaş döneminde Türkiye için Batı Dünyası ve NATO tarafından pasif bir yol ve rol çilizmiş ve Türkiye’den Doğu ve Batı arasında bir köprü rolü oynaması istenmişti.
Ama 90’ların başından ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile de alakalı olarak ve aynı zamanda Merhum Turgut Özal’ın iş başına gelmesi ile, Türkiye için biçilen rolde yavaş yavaş değişiklikler meydana gelmeye başladı ve bundan önce Türkiye siyasetinin yönü her daim Avrupa’ya ve Batıya iken bu yavaş yavaş değişti. Ama tabi ki buna en çok Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde şahit olduk ve zaman ilerledikçe de Türkiye’nin ilgisi Ortadoğu ve Avrasya bölgelerine giderek çoğaldı.
Ama Türkiye gerçekten nereye ait? Bu soruyu Avrasya Araştırmaları uzmanı ve Dumlupınar Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Dr. Barış Adıbelli’ye sorduk.
1. bölüm:
Efendim bize kısa olarak Türkiye’nin Avrupa Birliği serüvenini anlatırmısınız?
Yani şimdi Türkiye’nin Avrupalaşma ve batılaşma tutkusu Cumhuriyetin kurulduğundan beri Cumhuriyetin temel ideolojikdeğerlerinden bir tanesi, yani aslında modern Türkiye için batılılaşma ve muasırlaşma serüveni buradan başlıyor, ama eğer bunu bir bütün olarak ve tarihsel süreçte ele almak isterseniz bizim batılılaşma serüvenimiz 200 yıl öncesine ve ta Osmanlı’ya kadar uzanır ve bu süre zarfında Avrupa ile bir ilişki içerisinde, yani zaman zaman Avrupa’ya karşı üstün olmuşuz veya Avrupa karşısında zayıf olmuşuz ve yani Avrupalaşma ve batılılaşma olayı sırf Cumhuriyet dönemine ait bir gelişme değil, ve biz hep zayıf noktalarımızı ortadan kaldırmak adına ve modernleşme adına ve kalkınma adına Avrupalaşma’yı seçtik ve bu yola başvurduk.
Ancak 1950’lerde Avrupa Birliği bir kurum olarak önümüze çıktığı zaman, yani Menderes zamanında, bizim de başvuru sürecimiz başladı ve o günden bugüne kadar AB ile ilişkilrimiz inişli ve çıkışlı olarak devam ediyor. Hükümetler zaman zaman kendi politik çıkarları için Avrupa Birliği mevzusunu kullanıyor, bunu olumlu veya olumsuz yönde kullanıyorlar. Son dönemde AB’ye girmek için Türkiye’de çok sayıda uyum çalışmaları yapıldı ve bu da toplumsal yaşama ve ekonomiye çok sayıda olumlu yansımaları oldu.
Peki o zaman Türkiye nereye ait? Son Zamanlarda Türkiye’nin Batı ve Doğuya olan bakış açısı ve algısında bir eksen kayması var mı?
Ama şimdi bu işin bir de kimlik boyutu var. Yani sizin sorunuzun ikinci kısmı ile daha çok ilişkili olan boyutu. Yani şimdi burada en önemli soru şu, Türkiye nereye ait? Ve burada öteden beri Avrupa Birliği bizi doğuya ait olan bir ülke olarak gördü, Türkler’i doğuya ait, Asya’ya ait bir medeniyet olarak gördüler, hatta Ortadoğulu bile değil ve Asya’ya ait olduklarını dile getirdiler.
Şimdi toprak açısından baktığınız zaman topraklarımızın yüzde üçü Avrupa’da ve geri kalan yüzde 97’si Asya’da, dolayısı ile şimdi bir kimlik çatışması içerisindeyiz, şimdi biz neyiz? Avrupalı mıyız? Asyalı mıyız? Batılı mıyız? Yoksa müslüman ve Ortadoğulu bir millet miyiz? Ve malesef bu sancı hep Cumhuriyet boyunca boyunca ve Cumhuriyet tarihi boyunca çekildi ve bir türlü adını koyamadığımız bir kimliğimiz var. Bir bakıyorsunuz Asyalıyız, bir bakıyorsunuz Avrupalıyız, Avrupalıyız diyoruz ama Asyalı ve doğulu toplumların tüm özellikleri bizde var, kültürel açıdan ve toplumsal değerler açısından, diğer taraftan batılıyız ve müslümanız diyoruz ama müslümanız ve Ortadoğulu bir devletiz ve Ortadoğulu toplumların bütün özellikleri bizde var.
Şimdi bunları üst üste bir birinin yanına koyduğunuz zaman, Türkiye’nin Avrupa Birliği süreci oldukça çok zor şartlar altında geçmektedir. Çünkü biz Avrupa Birliği’nin bir parçası mıyız? Değilmiyiz? Sorusuna cevabımız, hayır efendim biz Avrupa Birliği kültürünün bir parçası değiliz, yani AB’nin o Hıristiyan değerler üzerinde kurmuş olduğu birliktelik ki bu birliktelik yeni değil ve Haçlı Seferleri’nden beri bu birliktelik var.
Bu bakış açısı ile Türkiye’nin Avrupa’da ve Avrupa kültüründe bir yeri var mı? Evet var, ama ortak ve işbirliği zemini üzerinde değil, tam aksine yüz yıllar boyunca Avrupalılar’ın gözündeki Türkiye imajı, Türk imajı ve Müslüman Türk imajı, tamamen bir tehdit olarak görünmüş ve Avrupa’nın korku ve tehdit kültüründe Türkiye var evet, bakınız bununla ilgili olarak, müsaade ederseniz somut bir örnekle anlatmak istiyorum, bundan bir kaç ay önce bir film yayınlandı Dracula (Dracula Untold) diye batı sinemalarında ve bu film Türkler’e karşı büyük bir kin ve öfkeyle başlıyor ve bununla devam ediyor.
Bu film Fatih Sultan Mehmet’e yönelik bir kin ve nefretle devam ediyor ve yani tarih 2014, bu filmin konusu şuydu efendim Türkler şöyle ulus böyle ulus, Avrupa’da çoluk cucuk, kadın herkesi kesti ve öldürdü şeklinde hiç gerek olmayan hele bugünkü Avrupa’da yaşananları göz önünde tuttuğunuz zaman, bu film çok tehlikeli bir film ama bunu hala batı kullanıyor. O halde yani Türkiye’de şunu yapmatı AK Parti iktidari ile, yeniden bir sorgulama sürecine girdi, yani şimdi gerçekten biz kimlik olarak nereye aitiz?
Lütfen Bosna katliamını hatırlayalım 1990’larda, lütfen Kosova’yı hatırlayalım, buradaki insanların tek bir günahı vardı belki o da müslüman olmaktı ve yani batılıların gözüyle, başka bir sorun yoktu. Müslüman oldukları için batılılar o insanlara karşı katliam yapılmasına ve soykırım yapılmasına hep göz yumdular, bu da bize gösteriyor ki batıda kültürel olarak bir çizgi var, Müslüman Doğu ve Hıristiyan Batı.
Bakınız Fransa’daki olaylar ve ondan sonraki ortaya çıkan durum ki bu durum bizleri de üzüyor. Şimdi burada AK Parti batılılaşma ve Avrupa Birliği’ne girmeyi Türkiye’nin önünde büyük bir proje olarak gördü ve buna gerçekten inanarak, 2002-2003 yılında iktidara geldiğinden beri adım attı. Ancak sonra gördü ki Avrupa’nın çifte standardı var, yani şimdi Avrupa Birliği Türkiye’ye bir takım koşulları dayatıyor, örneğin Kıbrıs Rum Kesimi’nin Avrupa Birliği’ne üye olması ve üyelik sürecinde yaşanan kirli olaylar.
Bu nedenlerden dolayı da Türkiye yavaş yavaş bunları sorgulamaya başladı. Ancak burada AB’nin Türkiye’ye karşı yapmış olduğu çifte standart çok önemli değil ve bana göre önemli olan nokta şu, Türkiye bana göre kimliğini keşfetti ve bu çok önemli bir şey, bir az evvel söyledim ya Türkiye nereye ait? Her halde Türkiye nereye ait olduğu ekseni buldu.
Ve siz sordunuz ya eksen kayması var mı? Hayır eksen kayması yok, Türkiye eksenini buldu, bakın batı dünyası İran’ı Nükleer Programı konusunda köşeye sıkıştırırken ve bütün ülkeler batının yanında yer alırken, sadece iki ülke İran’ın yanında durdu, Türkiye ve Brezilya, İran’ın yanında durdu sonradan Brezilya da çark etti ve sadece Türkiye kaldı İran’ın yanında.
Batı Beşşar Esedi öteleştirirken yine de Türkiye Esed’in yanında durdu, yani şimdi Türkiye’nin Suriye politikasını eleştirebiliriz bu başka bir konu ama Türkiye Suriye’nin de yanında durdu, Lübnan konusunda da Türkiye Lübnan’ın yanında durdu, burada üst üste koyduğunuz zaman Filistin meselesinde, Gazze meselesinde Türkiye kimliğini keşf etmiş bir şekilde bir politika üretmiştir ve bu da bize göstermiştir ki Avrupa’ya bakışı, Avrupa Birliği içinde yer alarak değil, Win-Win yani kazan kazan politikası ile yürütmek zorunda.
Bakınız önümüzde başka şeyler var, Avrasya Birliği diye yeni coğrafi ve siyasi alan var. Bugün İran, Rusya ve Çin dünyanın yeni güç eksenleri olarak önümüzde yer alıyor ve bir Avrasyacı düşüncü Türkiye içerisinde yeşeriyor ve şimdi Türkiye’nin önünde iki yönlü bir yol var, ya batı ile devam edeceksiniz ve batı sürekli sizin üzerinizde baskı kurmaya devam edecek veya doğuda yeniden kurulmakta olan dünyanın bir parçası olacaksınız ve mazlum halklarla hareket ederek onurlu bir şekilde ve eşit bir şekilde dünya ve bölgesel politikalarda söz sahibi olacaksınız.
Son dönemde Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerini gelştirmesi de bu doğrultuda değerlendire biliriz. Bakın büyük bir başarıya imza attı Türkiye bu ne kadar tartışılsa da ve ne kadar espri konusu yapılsa da Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olmaktır bu.
Devam edecek...
Omid Shamizi
Fransa’da İslamofobi, Almanya’da İslamofobi’yle Mücadele
Charlie Hebdo haftalık dergisi Avukatı Richard Malka, derginin bu hafta içinde Yüce İslam Peygamberine yönelik hakaret karikatürleri yayımlanacağı açıkladı. Derginin ofisine düzenlenen saldırının ardından, Charlie Hebdo'nun hayatta kalan çalışanları, bir an önce özel bir sayı çıkarmaya çalışıyor.
Derginin avukatı Richard Malka France Info radyosuna yaptığı açıklamada, Charlie'nin doğasında dine eleştirinin olduğunu savundu. Çarşamba günü 1 milyon baskı yapacak derginin yeni sayısında da daha önce tepki çeken karikatürlerin yer alacağını söyledi.
Charlie Hebdo'nun Çarşamba çıkacak sayısı 1 milyon basılacak ve 16 dile çevrilecek.
Charlie Hebdo dergisine yönelik çarşamba günü gerçekleştirilen baskında 12 kişi hayatını kaybetmişti. Hayatını kaybedenler arasında derginin genel yayın yönetmeni Stéphane Charbonnie de bulunuyor.
Söz konusu dergi daha önce defalarca Peygamber Efendimize –saa- yönelik hakaret karikatürleri yayımlamıştı.
Öte yandan Paris'teki saldırıların ardından Fransa'da binlerce askeri güç, ülkenin güvenliğini sağlamak için görevlendirildi.
Fransız kaynaklarının verdiği habere göre Fransa Savunma Bakanı Jean Yves Le Drian bugün Elize Sarayında güvenlik konulu toplantıda yaptığı açıklamada, Cumhurbaşkanı François Hollande'nin talimatı üzerine, Fransa'nın hassas noktalarını korumak üzere 10 bin askerin görevlendirildiğini bildirdi.
Fransa Savunma Bakanı, Cumhurbaşkanı'nın silahlı kuvvetlerin kritik noktaların güvenliğini sağlamak amacıyla görevlendirilmesini istediğini ifade etti.
Jean Yves Le Drian, Fransa'da ilk kez bu kadar gücün ülkenin kritik noktalarının güvenliğini sağlamak amacıyla görevlendirildiğini söyledi.
Fransa Başbakanı daha önce yaptığı açıklamada, 8500 askerin görevlendirileceğini söylemişti. Fransız yetkililer, camiler, sinagoglar ve dini okulların güvenliğini sağlamak amacıyla, ülkenin genelinde binlerce askerin konuşlanacağını bildiriyor.
Ancak Fransa hükümeti, bu ülkedeki Müslümanları ve mekanlarını korumak için önemli bir girişimde bulunmuyor.
Fransa'daki Müslümanlar topluluğu Pazartesi günü yaptığı açıklamada, geçtiğimiz hafta Paris'te meydana gelen olaylardan sonra Müslümanlar ve İslam merkezlerine en az 50 kez saldırı gerçekleştiğini duyurdu.
Fransa'daki İslami Merkez Kurulunda çalışan sözcü Abdullah Zekri, Müslümanlara ait binalara 21 saldırı raporu aldıklarını, bu saldırıların el bombası veya kurşunla gerçekleştiğini, ayrıca Müslümanların 33 kez saldırıyla tehdit edildiğini bildirdi.
Fransa'da İslamofobi girişimleri tırmanırken, Almanya'da İslamofobi'ye karşı büyük hareketliliğin olduğu bildiriliyor.
Bu bağlamda, Pazartesi günü Almanya'nın genelinde yüz bini aşkın kişi, İslam karşıtı Pegda isimli hareket aleyhinde gösteri düzenleyerek, çok kültürlü ve özgür topluma destek verdiler.
Pegida hareketi son sıralarda, Almanya'da İslam karşıtı gösteri düzenlemişti.
Binlerce Alman vatandaşı, geçtiğimiz hafta da ülkenin Berlin, Coln ve Neonazilerin kalesi Dresden dahil birkaç kentinde sokaklara gelerek, Irkçılık ve yabancılarla mücadele söylemini yayma yerine diğer din mensuplarına saygı gösterilmesine vurgu yapmıştılar.
Dresden başta olmak üzere Almanya'nın Güney kentlerinde ırkçı Neonaziler, her hafta Pazartesi günü Müslümanlar aleyhinde gösteri düzenliyor.
Almanya Adalet Bakanlığı son sıralarda, radikal sağcıların göçmenler ve mültecilere yönelik itirazlarının Almanya'yı mahcup ettiğini bildirdi.
IŞİD İran güvenlik güçlerinin gözetiminde
İslami İran içişleri bakanlığı sözcüsü Hüseyin Ali Emiri, terör örgütü IŞİD'in sürekli olarak İran güvenlik güçlerinin gözetiminde tutulduğunu söyledi.
Hüseyin Ali Emiri, düzenlediği basın toplantısında, İran sınırlarının IŞİD ile uzun mesafesinin olduğunu belirterek, bundan dolayı İran güvenlik ve askeri birimlerinin IŞİD'i tamamen rasat ettiğini belirtti ve ''bunun için IŞİD terör örgütü hiçbir zaman İran'ın güvenliği için tehdit olamaz'' dedi.
Emiri, açıklamasında ayrıca İran İslam Cumhuriyetinin Amerika'nın öncülüğünde IŞİD aleyhindeki koalisyona inanmadığını ve bu koalisyonun terörizmle mücadelesini kabul etmediğini belirterek, ''Amerika ve müttefikleri, kendi oluşturdukları grubu yok etmezler'' dedi.
İran içişleri bakanlığı sözcüsü, Pakistan'ın sınır güvenliğinin sağlanmasında ciddi olmadığına temas ederek; teröristlerin İran'ın komşularının toprak bütünlüğüne saygı duyduklarını bildiklerini ve ama onların bu durumu suiistimal ettiklerini ve Pakistan topraklarından İran'a girerek İran aleyhindeki terörist girişimlerde bulunduklarını söyledi.
AKP bölgede İhvancı rolünde
Türkiye, resmi olarak laik bir devlettir. Ancak bölgede, Irak ve Suriye’de, Sünnileri müdafaa rolünü oynuyor. Halbuki İran her türlü mezhebi rolü reddediyor. İran, Filistin’i destekliyor ki, onlar Sünni… Suriye’yi destekliyor ki, orada da laik Baas Partisi iş başında… İran, mezhep siyasetini kesin olarak reddediyor. İran, siyasetinin merkezine bütün Müslümanları ve İslam’ı alıyor.
Ruyveran, ‘Türkiye’yi yöneten siyasilerin; yaptıkları yanlışlara, aldıkları risklere ve bölgedeki maceralara son vermelerini ümit ediyorum’ dedi.
İran Dışişleri Bakanlığı Uluslarası İlişkiler Öğretim Görevlisi Dr. Hüseyin Ruyveran ile bölgedeki son durumu ve petrol fiyatlarındaki düşüşü konuştuk. Ruyveran, AKP Hükümeti’nin izlediği dış politikayı eleştirerek ‘İhvan’ endeksli bir çizgi izlediğini ve bunun en çok Türkiye’ye zarar verdiğini söyledi.
- Suriye’nin geleceği için Moskova’da yapılacak toplantıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Suriye’de nizamın değişmesi gerektiğini isteyenler arasında maalesef Türkiye hükümeti de var. Suriye’deki yönetim halkın kararına göre kalır ya da değişir. Türkiye’deki hükümetin müdahaleci girişimlerine göre değil. Bu siyasi tutum tamamen anormal bir durumdur. Türkiye’nin tutumuna uluslararası hukukta ‘içişlerine müdahale’ denir. Bu, komşu bir ülkenin egemenliğine saygısızlıktır.
İran, Suriye’nin geleceğinin bizzat bu ülke halkı tarafından belirlenmesi gerektiğine inanıyor.
Suriye’deki tekfirci terörizmin yok edilmesi için askeri çözümün yanı sıra siyasi çözüm de olmalı. Suriye siyasi muhalefet hareketi de siyasi geçiş sürecine katılmalı, çözümün bir parçası olmalı.
İran ve Rusya’nın üzerinde anlaştığı konu, yol haritası belirlemek üzere Suriye’deki siyasi grupların Moskova’da bir araya gelmeleridir. Halihazırda ne Rusya ne de İran’ın bir planı planı var. Ancak her iki ülke de Suriye yönetiminin muhalefetle diyalog kurmasından yana… Ki, böylece ulusal bir uzlaşıya varılsın ve mevcut kriz aşılsın.
- Yakın bir tarihte Türk Dışişleri Bakanı Tahran’da “ İran ile Suriye konusunda küçük fikir ayrılıklarımız dışında aynı düşünüyoruz” dedi. Sizce Türkiyenin Suriye meselesine bakışı değişiyor mu?
İran ve Türkiye arasındaki görüş farklılığı birkaç konudadır. Türkiye, resmi olarak laik bir devlettir. Ancak bölgede, Irak ve Suriye’de, Sünnileri müdafaa rolünü oynuyor. Halbuki İran her türlü mezhebi rolü reddediyor. İran, Filistin’i destekliyor ki, onlar Sünni… Suriye’yi destekliyor ki, orada da laik Baas Partisi iş başında… İran, mezhep siyasetini kesin olarak reddediyor. İran, siyasetinin merkezine bütün Müslümanları ve İslam’ı alıyor.
Türk dış politikası “İhvancı” rolünde. Suriye, Mısır, Libya, Tunus ve diğer bazı ülkelerde İhvan taraftarları var. Türkiyenin milli çıkarları bu siyaset sonucu çok büyük zarar görüyor. Ancak Türk hükümetinin bu konuda tamamen çift taraflı bir tutumu var. Hem İsrail hem Filistin ile irtibatı var. Hem NATO’da hem ondan ayrı bir durum içinde… Bir yanda Mavi Marmara diğer yanda İsrail ile askeri işbirliği.
AKP MACERACI
İran’ın durumu açık ve net. Ne olduğu belli. Ancak maalesef Türk hükümetinin, bölgedeki çelişkili tutumu hem kendisini şaşkına çevirmiş hem de diğerlerini…
İran, İslam ülkeleri arasında çatışma olmaması gerektiğini düşünüyor. Bu yüzden İran, Suriye konusundaki keskin görüş ayrılığına rağmen Türkiye ile istikrarlı ve sakin bir ilişkiyi sürdürmeye çalışıyor.
Türkiye yönetimindeki siyasilerin, bugüne kadar yaptıkları yanlışlara, aldıkları risklere ve bölgedeki siyasi maceralara son vermelerini ümit ediyorum. Çatışma, katliam, kafa kesmelerin olmadığı bir döneme yeniden dönülmesini umut ediyorum.
- İran ve Türkiye ilişkileri Suriye ekseninde nasıl şekillenir?
Türkiye ve İran, Suriye meselesini dışarıda tutarak, ekonomik ve siyasi ilişkilerini sürdürme konusunda uzlaşmış durumdalar. Bu iyi bir uzlaşmadır. İran, Türkiye ile siyasi ihtilafının artmasını ve farklı yansımalarının olmasını istemiyor.
‘TÜRKİYE VE İRAN BELİRLEYİCİ’
- Batı Asya’da yaşanan sorunlar nasıl aşılacak?
Güneydoğu Asya’da ASEAN oluştu. Bölgemizde de EİT var. Suriye ve Irak’ı da içine alarak daha aktif olabilir ve bölge ülkelerinin çıkarları doğrultusunda faaliyette bulunabilir. 5 ülke, 5 deniz de olabilir, ancak irade lazım. Pakt ve birliklerde 1+1 sadece 2 etmez 3, 4, 5 ve daha fazlası olabilir. Bu ülkeler bir araya gelirse ve ekonomik bir birlik oluştururlarsa kesinlikle bölgenin yararınadır.
‘BEA’NIN 40 MİLYAR DOLAR AÇIĞI VAR’
- İran, Türkiye ve Rusya son dönemde ticari bir birliktelik içinde… Ticarette dolar yerine milli paraların kullanılması yönünde de bir bir tercihte bulundular. Bu ekonomik olduğu kadar siyasi bir hamle. Ticarette milli paraların kullanılması nasıl değerlendirilmeli?
ABD, aslında Türkiye-İran, Rusya-Türkiye, İran-Rusya arasındaki ticarete doğrudan müdahale etmiyor, ancak doları bir araç olarak kullanıyor ve böylece müdahalede bulunuyor.
İran, Türkiye ve Rusya arasındaki ticarette dolar yerine milli paraların kullanılması öncelikle Batı’nın müdahalesini ortadan kaldırır. Bu ülkelerin daha bağımsız hareket etmelerini sağlar. Doların uluslararası dolaşımını da sınırlamış olur.
İlgili ülkelerin doların kullanılmaması yönündeki kararının çok olumlu sonuçları olabilir. Batı’nın müdahalesi olmadan daha rahat ve bağımsız karar verebilirler.
- İran ve Rusya şu sıralar petrol fiyatlarının düşmesinden dolayı sıkıntı yaşıyor. Bu durumu biz, Amerika’nın nükleer müzakerelerde İran’ı zor duruma düşürmek için Suudi Arabistan eliyle yaptığı müdahale olarak okuyoruz. Siz nasıl yorumluyorsunuz?
Suudi Arabistan, petrol üretimini artırdı ve fiyatlar 50 küsur dolara kadar düştü. Suudi Arabistan’ın başlattığı bu oyun aslında ‘kaybet-kaybet’ çerçevesinde ele alınabilir. Sadece Rusya, İran ve Venezuela değil, Suudi Arabistan’ın kendisi de bundan zarar görüyor ki 40 milyar doları bulan bir bütçe açığı söz konusu. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Kuveyt, Katar, Umman, Bahreyn bunların hepsinin bütçesi açık verdi. Oyun ‘kaybet-kaybet’ oyunudur. Bu süreçte İran da etkilenecek ancak bu çok ağır olmayacak. Çünkü zaten İran petrolüne ambargo uygulanıyor.
aydınlık
İran İletişim ve Bilişim Teknolojisi Bakanı Mahmut Vaizi, Türkiyede
İran'ın Türkiye Özel Temsilcisi, İletişim ve Bilişim Teknolojisi Bakanı Vaizi, Türkiye Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz'ın daveti üzerine Ankara'ya ziyarette bulunuyor.
İran devlet televizyonun haberine göre, Vaizi, Ankara ziyareti kapsamında, Cevdet Yılmaz'ın yanı sıra, Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi, Haberleşme, Ulaştırma ve Denizcilik Bakanı Lütfü Elvan, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Fikri Işık ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile bir araya gelerek, görüş teatisinde bulunacak.
İranlı Bakanı, Ankara ziyaretinde, İran ve Türkiye işbirliği, Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi'nin ilk toplantısında varılan anlaşmaları takip etme konularında Türk yetkilileriyle görüşecek.
İran iletişim bakanı Türkiye dışişleri bakanı ile görüştü
İran İslam Cumhuriyeti İletişim ve Telekomünikasyon Bakanı Mahmud Vaizi, dün bir heyet başkanlığında gittiği Türkiye'de dışişleri bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile görüşmesinde iki ülke arasında iktisadi ve ticari, bölgesel işbirliğinin geliştirilmesi gereğine vurgu yaptı.
İki ülke arasında her alanda ilişkilerin geliştirilmesine vurgu yapan Mahmud Vaizi, daha önceki ziyaretlerinde varılan ve aynı zamanda iki ülke ortak iktisadi ve ticari işbirliği ortak komisyonunun toplantısında varılan anlaşmaların bir an önce yürürlüğe girmesini istedi.
Sözkonusu görüşmede Türkiye dışişleri bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da, yakın bir tarihte İran'ı ziyaret edeceğini bildirirken, bölgenin mevcut şartlarından kaygı duyduğunu bildirdi ve ''Türkiye'ye göre başta İran olmak üzere bazı ülkelerin rolü olmadıkça Suriye sorunu çözülmez'' dedi.
Mahmud Vaizi, aşırılık ve terörizmin bölge ve dünya barışını tehdit ettiğini belirterek; İran ve Türkiye arasında terörizmle mücadele edilmesi için derhal ortak işbirliğinin yapılmasının gerekli olduğunu söyledi.
Ruhani: Aşırıcılığın Tüm Orta Doğu ve Akdeniz'i Ele Geçirmesini Engellemeliyiz
Tahran'a gelen Kıbrıs Dışişleri Bakanı ile görüşen İran Cumhurbaşkanı, tüm kesim ve inançlara yapılan her türlü saldırının kabul edilemez olduğu belirterek, aşırıcılığın Orta Doğu ve Akdeniz bölgelerinde gelişmesini önlemek gerektiğini vurguladı.
MHA'nın haberine göre, Tahran'a gelen Kıbrıs Dışişleri Bakanı Ioannis Kasoulides ile görüşen İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, iki ülke arasındaki derin ilişkilerin, Antik İran ve Antik Yunan uygarlıklarından geriye kaldığını belirterek, "İran ve AB ülkeleri arasındaki ilişkiler günbegün gelişmektedir. Bu birliğe üye olan Kıbrıs da, bu ilişkilerin daha da gelişebilmesi için önemli bir rol üstlenebilir. Bölge ve hatta Akdeniz'de gelişen olaylar, terör, aşırıcılık ve şiddet ile mücadele edebilmek için daha da kapsamlı işbirlikleri yapılması gerektiğini gösteriyor" dedi.
Ruhani sözlerinin devamında "Aşırıcılık ve şiddet ile mücadele konularında yapacağımız işbirlikleri ile, aşırıcılığın tüm Orta Doğu ve Akdeniz bölgelerini ele geçirmesini engellemeliyiz" dedi.
Kıbrıs Dışişleri Bakanı Ioannis Kasoulides ise bu görüşmede ülkesinin Tahran ile olan özellikle ekonomik ilişkilerini geliştirmek istediğini belirterek, "Kıbrıs, İran ile olan tüm ilişki kapasitelerini kullanmak istiyor" dedi ve AB'nin terör ,le mücadele konusundaki politikalarında gerçekleştirdğini değişimler hakkında "AB ülkeleri de artık günümüzde Suriye'de barışçıl bir çözüm arayışındalardır ve İran'ın bölgenin huzuru ve güvenliğindeki önemli rolü ve konumuna inanıyorlar. Geçmişte Libya ve Irak'ta büyük hatalar yapıldı bu hataların tekrarlanmasını önlemek için elimizden geleni yapmalıyız. Cenevre Barış Konferansı'ndaki en büyük hata, İran'ın bu konferansa davet edilmemesi olmuştur" dedi.
F-16 istiyorsanız, Kasım Süleymani’yi göndermelisiniz
Irak şimdi ABD silahları ve Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani, arasında seçim yapmak zorunda.
Lübnan ‘da yayım yapan El Mustakbel Gazetesi, ABD’nin Irak’a sunduğu son teklifi sayfasına taşıdı. Gazete ABD’nin, Irak Hükümetine ya F-16 ve ABD silahları yada Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani arasında seçim yapmaları gerektiğini yazdı.
Lübnan’ın El Mustakbel Gazetesi, İran’ın IŞİD’e karşı, Irak ile ortak hareket etmesini, Irak ve ABD arasındaki ikili ilişkileri olumsuz yönde etkilediğini duyurdu.
Washington’a yakın kaynaklara dayandırılan haberlere göre, ABD Irak Hükümetini iki seçenek arasında seçim yapmaya zorladı; ya ABD silahları yada Kasım Süleymani.
Iraklı haber kaynaklarının açıklamalarına bakacak olursak, önümüzdeki günlerde Irak ve ABD ilişkilerinde çok büyük değişiklikler yaşanabileceği görülmektedir.
Üst düzey bir Iraklı yetkili, Şii gönüllü halk birlikleri ve İran’ın Irak’taki giderek artan nüfuzunun, ABD Kongresinin bu konuyu yakından takip ederek incelemesine yol açtığını, ABD’nin ise İran’ın Irak’taki nüfuzunu önlemek için bazı Sünni aşiretlere silah yardımı yapabileceğini söyledi.
Irak şimdi ABD silahları ve Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani, arasında seçim yapmak zorunda.
Dünyanın En Büyük Oyun Etkinliği bu yıl İran'da Düzenleniyor
Dünyanın en büyük bilgisayar oyunu geliştirme etkinliği olarak bilinen Global Game Jam, bu yı 23-25 Ocak tarihlerinde İran'da düzenlenecek.
MHA'nın haberine göre, daha çok oyun geliştiricilerinin bir araya gelmeleri ve görüş paylaşımı yapmaları amacı ile düzenlenen bu etkinlik, 23-25 Ocak tarihlerinde, aralarında İran'ın da olduğu dünyanın 63 farklı ülkesinde düzenlenecek.
Bu etkinliğe katılan tüm yarışmacılar, organizasyonun ilk gününün sabahında gösterilen bir kısa film üzerinden yazacakları bilgisayar oyunlarını, etkinliğin son günün olan 25 Ocak akşamına kadar bitirmeye çalışacaklar.
IŞİD, Velayeti Fakihe karşı İslam Devletini ilan etti
İran İslami Şura Meclisi Başkan Müşaviri Hüseyin Şeyhülislam şöyle konuştu: IŞİD tarafından kurulan İslam Devleti aslında Şiiliğe karşı kurulmuştur, zira Şia’nın Velayeti olduğu için tekfirciler de Velayeti Fakihe karşı padişahlık ve din karışımı bir hükümet kurmak istiyorlar.
Alulbayt Haber Ajansının bildirdiğine göre Hüseyin Şeyhülislam katıldığı 20. Basın ve Matbuat Fuarında ‘’Suriye ve Irak’ın Geleceği” konulu oturumda, İran İslam Devrimine işaret ederek şunları söyledi: Müminler ve tağutlar arasındaki çatışmalar tarihin ilk başlarından günümüze kadar devam etmektedir. İmam Humeyni İslam İnkılabından sonra dünyadaki tüm mustazafların Lideri olarak tanındı ve böylelikle dünyadaki anti-emperyalist akım da İslam Devriminin zaferiyle Liderini bulmuş oldu.
İngiliz Vahhabiyetinin Arabistan’da Özgür Faaliyetleri
İran İslami Şura Meclis Başkanının Uluslararası İşler Müşaviri sözlerine şunları ekledi: Kökü İngiltere’de olan bu tekfirci Vahhabi mezhebi, Arabistan’da faaliyet imkânı bulmuştur. Vahhabilik mezhebinde bulunan şiddet, İslam’ın imajını bozmaya yönelik çalışan Batı İslam’ının eseridir.
Şeyhülislam istikbar güçlerinin İran İslam Cumhuriyetine karşı yaptığı komploların tümünün Allah’ın yardımıyla yenilgiye uğradığını söyleyerek şunları ekledi: Batı İslam Devriminin ilk başlarında Nuje darbesi ve dayatma savaşı gibi komplolarıyla İslam İnkılabını yıkmayı hedefledi. Ama Allah İran’ın yardımına yetişti. Lübnan ve Filistin’de kurulan Direnişte İran’ın yanında yer aldı ve Lübnan İslam Direnişi 2000 yılında Lübnan’ın Güneyini özgürleştirerek, istikbar güçlerinin belini kırmış oldu.
Şeyhülislam 11 Eylül olayının faili olarak Batı’ya dikkat çekti ve şunları söyledi: Batı bu olaydan sonra tüm dünyayı İslam aleyhine koordine etmeyi başardı ve nitekim Irak ve Afganistan işgali de 11 Eylül olayının bir diğer sonuçlarındandı. Ancak Taliban Amerikan ve Pakistan istihbaratlarının işbirliğiyle Afganistan’da kuruldu.
İran İslami Şura Meclis Başkanının Uluslararası İşler Müşaviri Irak’ta yaşanan patlamalara da işaret ederek şunları söyledi: Irak’taki bombalı saldırıların ve suikastların failleri tekfirci gruplardır ve onlar yaptıkları bu eylemlerle dünya kamuoyuna Irak Devletinin ülkenin siyasi yönetiminde başarısız olduğu izlenimi vermenin peşindedirler. Nitekim Suriye’de de yine petrole ve güce ulaşmak isteyen bazı ülkeler Devlet ve Direnişe karşı harekete geçtiler.
Şeyhülislam IŞİD’in hedefinin İslam dünyasında tefrika çıkarmak olduğunu söyleyerek şunları ekledi: Bu tekfirci grubun eylemleri Amerika ve Batı’nın hedefleri doğrultusundadır. IŞİD tarafından hilafetin ilan edilmesi de aslında Şiilere karşı yapılmıştır zira Şiilerin Velayeti Fakihi var ve tekfirciler de Velayeti Fakihe karşı padişahlık ve din karışımı, bir hükümet kurmak istiyorlar. Öte yandan Ehli Sünnet arasında halkın oy kullanma hususu hakkında iki farklı düşünce tarzı vardır. Birincisi, halkın oyunu mühim addeden Müslüman Kardeşlerin düşünce tarzıdır, ikincisi ise halkın oyunu önemsemeyen IŞİD tarzıdır.
Şeyhülislam sözlerine şöyle devam etti: Bizler İslam’ın daha ilk başlarında 3. Halife Osman’ın aşırı bir grup tarafından öldürüldüğüne şahit olduk ve bugünde İslam’da yine bu tarz aşırılıklara şahitlik etmekteyiz. IŞİD’in yaptıklarının Yezid’in yaptıklarından hiçbir farkı yoktur, sadece mekanizmalar farklıdır. Nitekim Yezit İmam Hüseyin (AS)’ın kesik başını şehirlerde gezdiriyordu, bugün ise IŞİD kesik başların görüntülerini sanal âlemde gezdirmektedir.
İran İslami Şura Meclis Başkanının Uluslararası İşler Müşaviri Şeyhülislam ‘’Suriye ve Irak’ın Geleceği” adlı oturumdaki konuşmasının devamı…
Bizim konumuz sizin de İran’ın eski Suriye Büyükelçisi olmanız sebebiyle ve bölgedeki gelişmeleri yakından takip eden birisi olarak, bölgedeki gelişmelerdir. Ve öncelikle şunu sormak istiyorum, IŞİD’in Suriye ve Irak’taki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
IŞİD olgusu yeni bir şey değildir. İslam İnkılabının ilk başından itibaren tarih boyunca sürekli var olan bu çizgi, hak ve batıl çatışmasıdır. İslam Devriminden sonra İmam Humeyni’nin şahsı ve İran’ın hassas konumu itibariyle, dünya mustazafları ve anti-emperyalist görüşlüler ortak bir lider olarak İmam Humeyni’yi bulmuş oldular. Mustazafların ve müstekbirlerin çatışması tarihin bu noktasında çok açıktır. Bir taraftan bölgedeki krallıklar, Amerika ve İsrail öncülüğündeki tağutlar, diğer tarafta ise din ve mustazaflar vardı ve bu iki cephe de birbirleriyle karşı karşıya geldiler. Bir tarafta Şii İdeolojisi ve diğer tarafta ise halkın oyu olmaksızın bir kişinin krallığını dayatan ve onun emrinin Allah’ın emri gibi olduğu görüşüne sahip olan bir ideoloji.
İngilizlerin kurduğu ve Arap kralına düğümledikleri ideolojileri, o tarafta duruyor. Bu ideolojinin özelliklerinden biri de şiddet eğilimi ve despotluktur. Mustazaflar ve müstekbirler arasındaki bu çatışmalar tarih boyunca var olmuştur.
Nuje darbesini Şah müttefikleri yaptı, fakat darbe planı Amerikalılara aitti. İran’a saldıran Saddam’ın da saldırı planı Amerikalılara aitti ve bu savaşın maliyeti de Arap krallıkları tarafından karşılanmıştı. Bu macera böyle devam etti, fakat İslam Devriminden sonra kazanan mustazaflar oldu. Nitekim Nuje darbesi Allah’ın lütfuyla başarısız oldu. Casusluk yuvası olayında ise mustazaflar müstekbirlerin yakasına yapışarak, onları tüm dünyaya rezil etti. Allah Tabes çölünde mustazafların yardımına kum tanelerini gönderdi. Dayatma savaşında da Allah halkımızın yardımına yetişti.
Bizler halkın İlahi bir teşvikle sahneye gelip müstekbirlere karşı durmaları fikrini, savaşta uyguladık ve Mekke’de ise müşriklerin reddi töreniyle bu teoriyi Müslümanlara öğrettik ve bunun kendisi Filistin intifadası oldu. Bu teorinin devamı direnişti, bizim ilerlememiz ve müstekbirlerin geri çekilmesi bu şekilde devam etti. İsrail’in belini kıran Direnişin o büyük ilerlemesi 2000 yılında Lübnan’ın Güneyinde gerçekleşti.
İstikbar güçleri Direnişin 2000 yılındaki zaferinin ardından bizleri bu şekilde alt edemeyeceklerini anladılar. 2001 yılında 11 Eylül hadisesi vuku buldu. Ben bu olayın istikbar güçleri tarafından mı yoksa El Kaide tarafından mı yapılıp yapılmadığıyla ilgilenmiyorum, ancak istikbar güçleri bu hadiseden sonra 11 Eylülü bahane ederek Hristiyanlığın ve Batı’nın tüm gücünü İslam’a karşı seferber ederek, Irak ve Afganistan’ı işgal ettiler. Geçmişte Afganistan’a saldıran Sovyetler Birliği istikbar güçlerine altın tepsi içinde bir fırsat sunmuştu. Öte yandan Krallıkla yönetilen ülkelerde anti-komünist teşviki çok güçlüydü ve o ülkelerde komünistlik tehlikesi oldukça büyümüştü. İmam Humeyni’nin görüşüne göre, Sovyetler Birliği Amerika’dan daha kötüdür, Amerika Sovyetler Birliği’nden, İngiltere ise bu iki ülkeden daha kötüdür. Fakat Ehli Sünnet dünyasında komünizm meselesi büyümüştü ve en azından onlar Allah’ı kabul ediyorlar adı altında Amerika’ya bir fırsat sunulmuştu ve kendi planlarına göre, Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı savaşacak yeteri kadar Müslüman bulunduğu için Taliban’ı yarattılar.
Diğer Araplar da Taliban’ın hâkim olduğu Afganistan’da, eğitim görerek Arap Afganlar oldular ve El Kaide’yi kurdular. Bu noktaya kadar herkes CIA’nın bu macerada parmağı olduğuna inanıyor ve nitekim Arabistan gibi ülkelerde onlara para verdi ve bu akımı ortaya çıkaran kültür ise, Vahhabiyet olmuştur.
Arap Afganlarının kurduğu El Kaide, her yere yayıldıktan sonra oranın kültürüne göre çalıştı. Irak El Kaidesi Lideri Zerkavi daha kapsamlı bir savaş ideolojisini ortaya koyarak bu grubun Irak’ta daha fazla saldırgan olmasına neden oldu. Bin Ladin ve Zerkavi’nin ölümünün ardından, Eymen Zevahiri El Kaidenin mevcut Lideri Zerkavi’nin oluşturduğu kapasiteyi kullanamadı. Irak’ta Saddam’dan sonra halk odaklı hükümet kuruldu ve nitekim Arap kralları bu hükümetin başarısının kendilerini zehirleyeceğini düşünüyorlardı zira Irak hükümetinin başarısının ardından kendi halklarının da onların krallıklarını devirmek ve yeni bir halk hükümeti kurmanın peşine düşmelerinden korkuyorlardı.
Arap krallıkları hükümetleri Güney Afrika ırkçılığından daha kötüdürler. Apartheid döneminde beyaz ırkı siyaha tercih ediyorlardı, fakat Arap krallıklarında saltanat hanedanı çocuklarını kendi halklarına tercih ediyorlar ve onlar için özel imtiyazlar sunuyorlar. Nitekim o ülkelerde saltanat çocukları daha dünyaya gelmeden maaşları bir kenara ayrılıyor. Dolayısıyla Suudi hanedanlığı böyledir. Bu hükümetler İran’daki yönetim şeklinden oldukça korkarlar zira İran’da da insanlar din adına yönetilmektedirler.
Kraliyet hükümetleri tüm güçlerini şiddetin tırmanması için seferber ettiler ve düzenledikleri bombalı saldırılar ve suikastlarla Irak’ta demokrasinin şekillenmesine izin vermeyeceklerdi. Saltanat hanedanlığının paraları Irak’a akıtılıyordu ve her gün Irak’ta onlarca kişi şehit ediliyordu ve bunların hepsi Irak hükümetini başarısız göstermek içindi. Öte yandan Tekfirciler Irak’ta, kendisini kalabalık içinde havaya uçuran herkes, Cennete gidecektir diye bir teori ortaya çıkardılar ve teröristlere yardım yapmayı da sevap gibi gösteriyorlardı. Irak’ta Cumhur Başkanı Yardımcısı Tarık Haşimi gibi büyük siyasi şahsiyetlerin, terör olaylarında rolleri vardı ve ne yazık ki Irak’a komşu bazı ülkeler de Irak’ın Kuzeyindeki petrol gelirlerine tamah ederek terör ateşini körüklediler.
Suriye’deki çatışmalar Suriye Muhalefetinin yardımına gelinebilmesi açısından bu tür terörizm için uygun bir fırsat oluşturdu, nitekim Suriye hükümetinin de Direnişin yanında yer aldığına dikkate almalıyız. Şimdi Amerikalılar, Arap Devletleri ve İsrail Suriye’de bulunmaktadırlar. Dolayısıyla Suriye’deki teröristlerin cinsi münafık teröristlerle aynıdır, gerçi onlardan her biri kendini bir mezhebin takipçisi olarak biliyor.
Mustazaflar cephesi İsrail’i Güney Lübnan’dan çıkardı. Gazze etrafına duvar çekmelerine rağmen, füzeler yukarıdan ve aşağıdaki tünellerden geçti. İstikbar cephesi Beşar Esad’ı görevden uzaklaştırmanın peşindeydi, fakat biz Suriye halkının kendi yöneticilerini seçmesi gerektiğini söylüyorduk. En üst düzey İstikbar cephesi liderleri de bu sözleri söylüyorlardı, fakat sonunda bizim sözlerimiz gerçekleşerek, Suriye’de seçim yapıldı.
Batılı ülkelerin Cumhurbaşkanları ve Arap Kralları Gazze’yi silahsızlandırmanın peşindeydiler, ama bizler Gazze’nin silahsızlandırılmaması gerektiğini ve hatta Batı Şeria’nın da silahlandırılması gerektiğini söyledik. Herkes Ortadoğu’da bizim sözümüz geçer diyor. Şimdi ise teröristler Arabistan’ın paraları ve Batı’nın silahlarıyla Suriye’de eylemler düzenliyor.
Arabistan kraliyet hükümetini korumak için bölgedeki demokrasileri ortadan kaldıracak bir şeyler yapmalı, nitekim İran demokrasisini ortadan kaldırmayı başaramayan Arabistan, Irak’ta da başaralı olamadı. Bizler Suriye’de siyasi çözüm ve demokrasi olan diyalog çağrısı yaptık. Suriye’de siyasi çözüme karşı çıkan Arabistan ise diktatörlük ve kraliyet peşindedir.
IŞİD’in Arabistan hükümetini tehdit etmesini dikkate alacak olursak, sizce bu tehditler gerçek midir ve Arabistan bu tekfirci grupları desteklemeye devam eder mi?
Bu macera IŞİD’in haddinden fazla güce ulaştığını hissettiği ana kadar böylece devam etti ve o dönem Irak Baasçılarının IŞİD’le müttefik olduğu zamandı ve nitekim ondan sonra da Musul birliği çöktü. IŞİD artık Amerika, Katar ve Türkiye gibi hiçbir ülkeyi dinlemiyordu, çünkü bu grup şimdiye kadar bu ülkelerden aldıkları tüm silah ve paraları, Musul’da ganimet olarak ele geçirmişti.
Musul çok büyük bir şehirdir. IŞİD şehrin işgalinden sonra 6 milyar dolardan daha fazla para ele geçirmeyi başardı. IŞİD’in zaferinin ardından Ebu Bekir el-Bağdadi Musul’da halifelik ilan etti ve kendisini Müslümanların halifesi olarak insanlara tanıttı. IŞİD bu dönemde kırmızı çizgileri reddetti. IŞİD Amerikan vatandaşının başını kestiği zaman, Amerika’nın kırmızı çizgilerini geçti ve bunun ardından halifelik ilan etti. Yani bu diğer ülke liderlerinin de Bağdadi ile biat etmesi gerektiği anlamına gelmekteydi ve bu geçiş Arap ülkeleri ve Türkiye’nin kırmızı çizgileri üzerindendi.
Amerikalılar ve Batılılar Amerikan vatandaşının başının kesilmesinden önce, IŞİD güçlerinin Irak ve Suriye halkına karşı yaptıkları sayısız cinayetlere rağmen onlarla bir işleri yoktu. Suriye’de Amerikalı muhabirin IŞİD tarafından başının kesilmesinin sonrasında, bu grup Amerika’nın kırmızı çizgilerini geçerek Amerika’nın izzetini yok etti. Amerikan halkı ise bu ülke masum bir muhabiri nasıl olur da bu IŞİD’in elinden kurtaramaz diye kendi kendilerine söyleniyorlardı.
Amerika, muhabirinin Suriye’de başının kesilmesinin ardından, IŞİD’e karşı tepki göstermeye başladı, IŞİD hükümet ilan ederek Arap krallıklarının kırmızı çizgilerini de reddetti. Amerika’nın IŞİD’e karşı saldırıları hakkında güç psikolojisi yapmamız gerekir. Bir grup başka bir ülke tarafından silahlandırılıyor ve bu grup güçlendiği vakit o ülkenin de, kontrolünden çıkıyor.
Sizce Arabistan IŞİD ve tekfircileri desteklemeye devam eder mi?
IŞİD’in oluşturulmasının asıl sebebi, İslam dünyasında Şii ve Sünni arasında tefrika çıkararak İslam’ı zayıflatmaktır. Oy kullanılmasına ve parlamentoya karşı olan halifelik düşüncesi, İran’da yerleştirilmiş halk odaklı dini Velayeti Fakih düşüncesine karşıdır. IŞİD İslam Hilafetinin hükümet teorisi İslam dünyasının teorisi olarak ortaya çıktı ve Velayeti Fakih teorisi ise İslam dünyasındaki Şiiler arasında tanıtıldı. Ehli Sünnetin tamamı IŞİD teorisinin peşinden gitmedi elbette ve nitekim Müslüman Kardeşler Mursi’yi Mısır’ın meşru Cumhurbaşkanı olarak biliyorlar, çünkü o halkın oylarıyla seçilmişti.
Ehli Sünnet arasında iki tür düşünce mevcuttur, biri halkın oy kullanması gerektiğine inanan düşüncedir, öte yandan Vahhabiyetten gelen ve krallık teorisiyle tutarlı olan bir diğer düşüncede ise, hatta fasık birisini dahi halife olarak kabul edebiliyorlar ve onun halifeliğinden çıkmayı da haram biliyorlar. Nitekim bu tarz düşünce IŞİD’le sonuçlanmıştır.
IŞİD’e, hem Amerikalılar hem de Arap Krallıkları onlar için tehlike arz ettiğinde, saldırmaya başlıyorlar, fakat diğer taraftan da bu grubu kendileri ortaya çıkardıkları için de IŞİD’i tutuyorlar. Batı ve Arap ülkeleri Şia ve Sünni arasında savaş fitilini ateşlemek maksadıyla IŞİD’i yarattılar ve nitekim onlar IŞİD’i yok etmeyeceklerdir. Dolayısıyla bu ülkeler IŞİD’i sınırlayarak bu grubun kendi arzu ettikleri çerçevede bulunmasını ve hilafetten vazgeçmesinin peşindedirler. Öte yandan Tekfirci gruplar Amerikalılar ve Araplar tarafından Suriye dışında eğitim görüyorlar. Nitekim bu grubun üyeleri Suriye muhalefeti olarak Türkiye ve Ürdün’de eğitim gördüler.
Ehli Sünnette Selef-i Salih’inin farklı yorumları vardır, bu yorumlardan birisi İngiliz Vahhabiliğidir, bir diğeri ise insanların oy kullanmasına saygı ve önem gösteren Müslüman Kardeşlerin yorumudur. Bu tür aşırılıklar İslam’ın başlarında da var olmuştur. Nitekim Aşırıcılar 3. Halife Osman’ı da vahşi bir şekilde öldürmüşlerdi. Kerbela’da bu aşırılıkların ve barbarlıklarının bir diğer örneğidir, zira bu aşırılıkları ve cinayetleriyle siyasi çıkar peşindeydiler.
Yezid’in ve IŞİD’in birbirlerinden hiçbir farkı yoktur, sadece bu ikisinin mekanizmaları farklıdır, Yezit kesik başları şehirlerde gezdiriyordu, bugün ise IŞİD kesik başların fotoğraflarını internette gezdiriyor ve bu iletişim imkânlarından dolayıdır. Nitekim burada sadece mekanizmalar farklıdır, ekol ise yine aynıdır.
Sizce Batılılar Türkiye’yi İslam dünyasına süper güç yapmanın mı peşindeler?
Batılıların yaptığı her şey din öncülüğündeki halkın düşüncesini zayıflatmak içindir. Bu macera demokrasinin modern insanlığın bir kazanımı olarak gelişmekte ve insanoğlunun tekâmül özelliği nedeniyle kendi kaderinin yönetimine ortak aramasından ibarettir. Şia içtihat kapısının açık olmasından dolayı, insanoğlunun hükümette bu tekâmülünden yararlanma becerisine sahiptir. İmam Humeyni Velayeti Fakih teorisinde güzel bir şekilde bu meseleyi aydınlatmıştır ve İmam Velayeti Fakih hükümetini Allah Resulünün hükümeti olarak görmekteydi.
Batı Ortaçağ’daki kilise cinayetlerinin ardından din karşıtı oldu ve Marksist ve materyalistler dini ayaklar altına aldılar. Öte yandan Batıda felsefe konusunda öyle bir noktaya gelinmişti ki maddenin de ötesinde bir şeylerin olduğunu söylemeye kimse cesaret edemiyordu artık. Ben Dışişleri Bakan Yardımcısı olduğum zaman, İran’ın Vatikan Büyükelçisinin Vatikan’ın ikinci adamıyla bir görüşmesi oldu. Vatikan yetkilisi İran Büyükelçisine bizler nasıl İmam Humeyni gibi davranmamız gerektiğini daha yeni anladık dedi. Uzun süredir Hollywood gibi sanatsal kurumlar Hazreti İsa gibi büyük kutsallarımıza karşı müstehcen filmler yapıyorlardı ve bizler de bu filmleri sadece sinema önlerinde protesto ederek tepkimizi gösteriyorduk, aslında bizler de İmamınızın Selman Rüştü’ye davrandığı gibi bir tutum izlememiz gerekirdi diyordu.
Ülkedeki en üst makam olan Velayeti Fakihin Rehberlik makamı için, birtakım belirli özellikler tanıtılmış ve Rehberlik Makamının özelliklerini belirlemek için ise Uzmanlar Meclisi (Meclis-i Khobregan)kurulmuştur. Bu kurum Rehber seçmenin yanı sıra, 6 ayda bir onun yaptığı işleri de denetlemektedir. Dolayısıyla Velayeti Fakihte Rehberlik Makamından Cumhurbaşkanlığına ve hatta Şehir Konseyine kadar halk odaklı din çerçevesindedir.
İslam Cumhuriyeti, Batı’nın felsefi açıdan ulaştığı şeyi yanıtlamayı başardı. Batı maddenin de ötesinde bir şeylerin olduğuna ulaşmıştı, fakat onu madde dünyasıyla nasıl bütünleştireceğini bilmiyordu. Batı sonunda din ve ahlakı kişisel bir mesele olarak ilan etti ve siyaseti de toplumsal bir mesele olarak ele aldı. Fakat burada din ve siyaset ve dünya ve ahiret birbirleriyle bütünleştiler, dolayısıyla burada halk nasıl bir şevkle namaz kılıyorsa, yine aynı şekilde oy da kullanmalıdır ve nitekim Ayetullah Hamaneyi’de oy kullanmayı kul hakkı olarak tanımlamıştı. Bu düşünce yerini hilafete, krallığa ve Batı demokrasisine bırakmaya başlıyor ve bu nedenle o iki düşünce bu düşünceye karşı birleşmiş bulunmaktadırlar.
IŞİD’in sahip olduğu düşünce yapısını açıklar mısınız?
IŞİD’in Vahhabilik esasına göre halifeliğe doğru yönlendirdiği İslam anlayışı, gelişmiştir ve bu grup halifelikten çıkanı fasık ve haram sayan bir düşünceye sahiptir. IŞİD yabancı ülkelerin hedefleri doğrultusunda yaptığı cinayetlerle insanlık çizgisinden çıkmıştır ve onların bu acımasızlıkları aslında sadece şeytani teoriler bünyesinde yönlendirilmekte olduklarını gösteriyor.
Eğer IŞİD’i Ehli Sünnet görüşlerine dayanarak değerlendirirsek bu düpedüz haksızlık olur. Bu grubun üyeleri hatta insan bile değildirler kaldı ki, onları Sünni olarak adlandıralım. Gerçi Müslüman Kardeşlerin kökeni de Selefiliğe dayanıyor, fakat onların önceki düşüncelerinde bir takım değişiklikler meydana geldi ve nitekim onlar halkın Mursi’ye oy vermesi nedeniyle onu meşru biliyorlardı ve karşılarında İmam Humeyni’nin Şiiliği anlamak olan Velayeti Fakih teorisi mevcuttu.
İran İslam Cumhuriyeti demokrasisi Fransa’daki demokrasiden bile daha güçlüdür. Çünkü Fransa’da Cumhurbaşkanının parlamentoyu feshetme hakkı vardır, ama İran’da hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur. İmam Humeyni mutlak Velayeti Fakih konusunda anayasa yazıldıktan sonra yasaları yazan meclis üyelerine hitap ederek onlara bu anayasada Velayeti Fakihe zulmedildiğini dile getirmişti. Devamında ise Velayeti Fakihin gücünün sınırları hakkında, İmam Humeyni’nin yazdığı mektuplarla yanıtladığı bazı tartışmalar gündeme gelmişti. Ardından İmam Humeyni anayasayı Gözden Geçirme Konseyi kurulmasını emretti ve mutlak Velayeti Fakih kelimesi anayasada incelendikten sonra bu yasaya dâhil edildi.
İslam Cumhuriyeti anayasası vahiy değildir ve nitekim İslam Cumhuriyeti bir oluşum sürecindedir ve bu şekilde de ilerlemeye devam etmektedir. Bir zamanlar ülkemizde içtihat ilkesine dayanarak hem Cumhurbaşkanımız ve hem de Başbakanımız vardı, ama şimdi her ikisinin de olmasının yanlış olduğu kanısına vardık ve Meclis ve Muhafız Konseyi arasındaki anlaşmazlıkları bertaraf etmek için Maslahat Konseyini kurduk. İçtihadın bir esas olduğu Şii akidesine göre, İslam Cumhuriyeti bir oluşum sürecindedir ve dolayısıyla başka şeyleri yapmamız gerekecek bir yerlere ulaşmamız da mümkündür elbette, fakat burada mühim olan canlı ve yapılabilir olmasıdır ve nitekim bu halife olan bir kimsenin karşısında, hiç kimsenin konuşamayacağı anlamına da gelmiyor.
Sayın Şeyhülislam sizin de değindiğiniz gibi Amerika ve Arabistan IŞİD’i sınırlamanın peşindedirler, fakat görüyoruz ki Batı’nın Suriye’deki hava saldırıları IŞİD’le sınırlı kalmıyor ve diğer gruplar da bu saldırıların hedefi oluyorlarlar. Amerika’nın Suriye’de çeşitli grupları desteklemesini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
IŞİD konusunda kişiler söz konusu değildir ve IŞİD kökeni Vahhabiyete dayanan bir düşünce ve bir ekoldür. Bir kurumun ortadan kalkmasıyla o düşünce yok olmuyor, bombardıman ve birkaç kişinin öldürülmesiyle o düşünce yok olmuyor. Düşünce ve ekole karşı yine düşünce ve ekolle mücadele edilmeli, Batılılara şunu sormak gerekir nasıl oluyor da demokrasinin beşiği olan bir ülkede yani Fransa’da IŞİD eğitim alabiliyor, çünkü Arabistan orada Vahhabi okulu açmıştır. Arabistan Müslüman ve Müslüman olmayan ülkelere para vererek, çeşitli ülkelerde Vahhabi okullarının açılmasını sağlamıştır. Dolayısıyla IŞİD’le mücadele için ayrıca Vahhabi zihniyeti ve okullarıyla da mücadele edilmelidir. Nitekim IŞİD zihniyeti bombardıman ile yok olmayacaktır.
Irak Baas Partisi İngilizlerin planına göre, IŞİD’e katılmıştır. Ebubekir el-Bağdadi ve üst düzey Baasçıların tümü yönetiminden İngilizlerin sorumlu olduğu, Buka hapishanesinde tutukluydular. IŞİD liderleri İngiltere planına göre, bu hapishanede Baas liderlerine katıldılar. Baas partisi ve IŞİD arasındaki işbirliğinin sembolünü Musul’un düşmesinde gözlemleyebiliriz ve nitekim IŞİD 1000 kişiden daha az bir sayıyla Musul’u işgal etmiştir.
Batılı ülkeler Suriye’de IŞİD mevzilerinin yanı sıra El-Nusra cephesi gibi diğer grupların mevzilerini de hedef alıyor, sizce Amerika’nın bu konudaki siyaseti nasıldır?
Amerikalılar terörle mücadele ekseni üzerinde ve Güvenlik Konseyi kararına göre bir koalisyon oluşturdu. Güvenlik Konseyi IŞİD’le mücadele kararında IŞİD’e bağlı grupların yanı sıra El-Nusra ve El Kaideye bağlı gruplarında isimleri geçiyor ve Batılılar bu nedenle bu gruplara da saldırmaya mecbur kalmışlardır, onlar IŞİD’e sadece bu tekfirci grubu dizginleyebilmek için saldırıyorlar.
Şii basınının IŞİD konusunu ele alması, sizce düşmanın zemininde oyun oynamak değil midir?
Bu konuda size katılıyorum, yani aslında bu meseleyi o kadar çok büyüttük ki âdete onların kazdığı kuyuya bizler düştük. Hem de Siyonist rejimin canının her istediğini yapmak istese, yapabileceği ve hatta bizim asıl meselemiz olan Filistin davasını dahi unutturabileceği bir kuyuya düştük. Onların bölgeyi yönetme politikaları, Siyonist rejimin güvenliği içindir. Dünyanın üç kıtasını birleştiren Orta Doğu, dünyanın en önemli bölgelerinden birisidir. Peygamberlerde Orta Doğu bölgesinde yaşarlardı ve petrolün keşfedilmesinden sonra bölgenin değeri kaç kat artmış bulunmaktadır, çünkü petrol akışını yönetmek aslında dünyayı yönetmek demektir. Petrol akışını yönetmek hem petrol sahasını ve hem de petrolün geçtiği su kanallarını da yönetmek demektir, Hürmüz Boğazı, Bab el- Mandab Boğazı ve Süveyş Kanalı petrol taşımak için kullanılan su kanallarından ibarettir.
Batı Orta Doğu’da hem kısa süreli ve hem de uzun süreli bir politika izledi. Batı’nın kısa süreli politikaları bölgedeki kralları satın almaktı. Batı’nın bölgedeki uzun süreli politikası ise İsrail’dir ve Siyonistlerin nihai hedefleri ise Nil’den Fırat’a kadar tüm petrol sahaları ve Fırat nehri ile Nil arasındaki su kanallarını almaktır. İsrail meselesi Batı’nın bölgede güç kazanması için stratejik bir yoldur, fakat İslam Devrimi bu yolun başarılı olmasına izin vermedi ve nitekim İsrail İslam Devriminden sonra daha da küçüldü.
Biz şimdiye kadar IŞİD ve tekfircilerin durumu hakkında bir tahlil yaptık. Birazda onların geleceğine değinelim, Seyit Hasan Nasrallah gibi bir şahsiyet tekfircilerle çarpışmanın yanında, onlardan bazıları kandırılmışlardır diyor ve o burada ayrıca doğru yolu gösterme rolünün de peşindedir, peki siz bu grubun fikri açıdan birbirlerinden çözülmeleri, meselesini ne kadar etkili buluyorsunuz? Amerikalı yetkililer son zamanlarda Anbar’ı 1 ay içinde nasıl ele geçireceklerine dair planlarını açıkladılar. Fikri ve askeri açıdan tekfirci grupların geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Ben işin askeri yönünün çok mühim olduğunu düşünmüyorum, çünkü bu yön çok belirleyici değildir. IŞİD Felluce ve Anbar’a yerleşmeden önce, tekfirci kişilerin beyinlerinde ve kalplerinde mevcuttu. Nasıl oluyor da bir genç kendine bomba bağlayıp hiç tanımadığı insanların arasında, kendisini havaya uçurmaya razı olabiliyor? Bu mesele doğru anlaşılmalıdır. Eğer bugün Musul ve Rakka IŞİD’den geri alınırsa, bu grup yine başka bir yeri alacaktır. Dolayısıyla aşırı şiddet yanlısı IŞİD zihniyeti ekolüyle mücadele etmek gerekir ve bu zihniyetin ekolü çok tehlikelidir ve şeytanın ta kendisidir.
IŞİD Arabistan Vahhabi sisteminin mahsulüdür ve İngiltere ise Arabistan Vahhabiliğinin kurucusudur. Pakistan’ın eski Başbakanı Benazir Butto vermiş olduğu bir demeçte Taliban hakkında açıkça şunları söylemişti: Bu grubu kurma fikri İngilizlere aitti ve Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri de bu gruba para verdiler. Ama ne yazık ki Taliban’ın doğum yeri bizim ülkemiz oldu ve doğum sancısını çeken biz olduk, çünkü Pakistan’ın Kuzey bölgesindeki İslam anlayışı çok dar görüşlüydü.
IŞİD’in fikir ekolünü Amerika ve İngilizler kurdular. Vahhabilikle Arabistan’ı bedbaht ettiler, nitekim Arabistan’ın Mekke gibi kutsal şehirlerinde şiddet ve sorunlar kol geziyor. Vahhabilik ideolojisi İngiliz yapımıdır.
Irak Suriye ve IŞİD’in gelecekteki durumlarını siyasi açıdan nasıl gözlemliyorsunuz? Askeri açıdan ise, sizce IŞİD fitnesi uzun vadede toparlanabilir mi?
Uzun vadede kendilerine bomba bağlayıp, insanlar arasında intihar eylemleri yapan beyni yıkanmış kişiler her daim bulunmuşlardır, dolayısıyla bu olgu ortadan kalkmayacaktır. Fakat Irak’ta Şiilerin bulunduğu şehirler Ayetullah Sistani’nin çağrısı ve Irak’taki halk güçlerinin örgütlenmesi nedeniyle IŞİD kontrolünden çıkmaktadırlar. Ancak Sünnilerin yaşadığı alanlar hakkında iki teori mevcuttur, bu teoriye göre, Şiilerin savaşmak için Ehli Sünnetin yaşadığı bölgelere girmemesi gerektiği ve onların yalnızca o bölgelerde yaşayan insanlara kendi bölgelerini teröristlerden temizlemek için yardım etmeleri gerektiği yönündedir. Öte yandan IŞİD Ehli Sünnetin yaşadığı bölgelerde çok çılgınlıklar yaptı öyle ki bu grup sadece bir aşiretten yüzlerce insanı öldürmüştü ve nitekim Irak’taki Ehli Sünnet içerisinde de IŞİD’le mücadele için yeterli motivasyon mevcuttur.
Filistinlilerin tekfirci akımla ilişkileri nasıldır?
Hamas Filistin vatandaşlarının Suriye’de savaşmalarının örgütlenmiş bir olay olmadığını ve bazı Filistinlilerin Hamas tarafından verilen bir emir olmamasına rağmen sadece kişisel sebeplerden ötürü Suriye’deki savaşa katıldıklarını beyan etmiştir. Tabi bu olay Hamas’la ilişkilerimizin biraz kötüleşmesine neden oldu. Öte yandan İslami Uyanışa yönelik yanlış algılama herkese bulaştı. İmam Humeyni’nin yöntemi insanları sahneye çıkarmaktı ve İmam bunu Kudüs Gününde apaçık bir şekilde ortaya koymuştur. Nitekim İmam Humeyni’ye ilk Lebbeyk diyen ülke, Mısır olmuştur ve bu ülke hükümeti halka çok sert müdahalede bulunmuştur. Tüm İslam âlemi İmam Humeyni’ye Lebbeyk dedi, fakat İslami Uyanışın vuku bulması yönünde başarılı olamadılar.
Tunus’ta hor görülen halkın ayaklanmasına bir kıvılcım yetti, bu kıvılcım Tunus halkını harekete geçirmeye yetti ve hatta Mısır halkını da ayaklandırdı ve o zamanlarda Ayetullah Hamaneyi’de Cuma namazı hutbesinde Arapça konuşarak Mısır halkına gerekli uyarılarda bulunmuştu. Mısır devriminin üzerinden bir yıl geçmesinin ardından, Müslüman Kardeşler işbaşına geçti ve yine Ayetullah Hamaney’i dönemin Cumhurbaşkanı Mursi’ye petro-dolarlara itimat etmemesi gerektiği yönünde uyarılarda bulundu, ancak Mursi Rehberin sözlerine uymadı. İnsanlar İran milletinin İnkılabına, 35 yıl sonra geç de olsa, cevap verdiler, onlar bir liderleri olmadan ve Velayeti Fakih gibi bir ideolojiden faydalanamadıkları halde ayaklandılar, ancak bu yanlış anlaşılmamalıdır, bu hareketin ortadan kalktığı anlamına gelmez, zira İslami Uyanış hareketi 15 Hazirandaki ayaklanmalar gibi devam edecek bir harekettir.
İnsanlar bir sonraki adımlarını dikkatli atarak olgunlaşmaya başladılar. Öte yandan İslam Devriminden önce birçok gecekondu mevcuttu ve ülkede çok fazla sınıf farklılıkları vardı, ülkede şu an içinde sınıf farklılıkları mevcuttur bu iyi bir şey değildir, fakat mevcut durum geçmişe nazaran çok daha iyidir.
çeviri:Gülden Koşaca