کارگر

کارگر

Pazartesi, 17 Aralık 2012 05:56

Velayet-i fakih - 1. Bölüm: Tarihi Geçmişi

Velayet-i fakihin Tarihi Geçmişi

İslami toplumun fıkıhta içtihat makamına ulaşmış biri tarafından idaresi anlamında olan velayet-i fakih meselesi bazılarına göre İslami düşünce tarihinde yepyeni bir olaydır. Ve iki asırdan az tarihi bir geçmişe sahiptir. Bu kimselerin iddiasına göre Şii ve Sünni fakihlerden hiç birisi bu konuyu incelememiştir. Fakihin fetva ve hüküm verme görevinin yanı sıra fakih olduğu hasebiyle İslami ülke veya ülkeler üzerinde hakimiyet hakkı olduğunu dile getirmemiştir ama iki asırdan az bir zamandır ilk defa Kacar Şahı Fethali’nin çağdaşı olan ve Fazıl Kaşani diye tanınan merhum Mola Ahmed Neraki tarafından dile getirilmiştir. Bu iddiaya göre merhum Neraki velayet-i fakih meselesini dönemin padişahını savunma amacıyla dile getirmiştir[1]

Elbette eğer merhum Neraki dönemin padişahını teyit etmek isteseydi önceki bazı alimler gibi, “sultan Allah’ın gölgesidir”‌‌[2] rivayetine sarılır, bunu dönemin padişahına uyarlar ve ona itaatin şer’i ve ilahi bir farz olduğunu dile getirirdi.”‌‌[3]

Bu esas üzere fakihi hakim ve idareci göstermesine gerek kalmazdı. Zira şah hakkında bunun doğruluk ihtimali bile mevcut değildi.

Bazıları şöyle demiştir: “Merhum Neraki ilk önce bu makamı fakih için sabit kılmış ve daha sonra kendisi bir fakih olarak şahın saltanatını teyit ederek ona şer’i bir boyut getirmiştir.”‌‌

Merhum Neraki bu dönemeçli yolu neden kat etsin ki? Neden direkt olarak şahı Allah’ın gölgesi olarak tanıtmamış ve ona itaati farz kılmamıştır? Eğer onun riyaset düşkünü olduğu ve kendi asi duygularını tatmin etmek için bu efsaneyi İslam’a isnat ettiği ihtimali söz konusu edilecek olursa bilmek gerekir ki o takvalı, ahlak üstadı, arif ve şair insanın hayatı ve metodu bu tür iftiralardan ve sade yorumlardan münezzehtir. Bu tür isnatlar daha çok kendisine bu tür isnatları eden kimselerin geçmişteki ve şimdiki durumlarıyla uyum içindedir; o büyük insanın durumuyla hiç bir ilgisi yoktur.

Şimdi ilmi bir araştırmadan çok bir hikayeyi andıran bu hüzünlü öyküyü bir tarafa bırakalım ve bu konudaki İslami düşüncenin geçmişini bir göz atalım. Şüphesiz Şia kültüründe gaybet çağında toplumun idaresinin Allah-u Teala tarafından adil fakihlere bırakıldığı husus hiç şüphesiz ve kesin bir gerçektir. Bu yüzden bu konunun aslı hakkında konuşmaktan çok bu konunun getirdiklerini ve gereklerini ele almışlar ve onu incelemişlerdir.

Merhum Şeyh Mufid (H. 333, 338, 413) Şia tarihinin H. 4. ve 5. asırlarda yaşayan büyük fakihlerden biridir. Şeyh Mufid el-Meknaa kitabında iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak babında, iyiliği emretmenin ve kötülükten sakındırmanın aşamalarını beyan ettikten sonra en üst derecesine yani öldürmeye ve zarar verme noktasına geldiğinde şöyle demektedir:

“Mükellef olan şahıs iyiliği emretmek veya kötülükten sakındırmak noktasında insanların işlerini idare etmek için tayine edilen zamanın yönetici ve sultanının emri olmaksızın öldürme veya yaralama hakkına sahip değildir...”‌‌Daha sonra bu konunun devamında şöyle buyurmuştur: “İlahi hadleri icra meselesi Allah-u Tela tarafında tayin edilen hakim ve yöneticiye aittir. Bunlar Al-i Muhammed’den olan hidayet imamları ve bu imamların emir veya hakim olarak tayin ettiği kimselerdir. Tahir imamlar imkanı olduğu taktirde bu konuyu Şii fakihlere ve takipçilerine bırakmışlarıdır.[4]

Zalimlerin hükümetinden kaynaklanan bir korkunun aşikar olduğu bu ifadelerde şeyh Mufid (r.a) ilk önce Allah tarafından tayine dilen bir yöneticiyi ele almakta ve iyiliği emredip kötülükten sakındırma ile öldürme ve yaralama hususunda karar alma hususunda da kendisini yetkili kabule etmektedir. Daha sonra ilahi hadleri uygulama meselesini iyiliği emretme ve kötülükten sakındırmanın örneklerinden biri olarak kabul etmektedir.[5] Bu önemli işin yapılmasının Allah tarafından tayin edilen İslam yöneticisinin görevi olduğunu tekrar ederek bir işaretle onları şöyle tanıtmaktadır:

1-Allah tarafından İslam toplumunu idare etmek ve ilahi hadleri uygulamak üzere direkt olarak tayine dilen Masum İmamlar (a.s).

2-Masum İmamlar’ın (a.s) İslam toplumunu idare etmek ve siyasi yöneticilik için tayin ettiği emir ve hakimler.

3-Masum imamlar (a.s) tarafından bu yöneticilik ve ilahi hadleri ikame etmek için tayin edilen Şii fakihler.

Bu esas üzere merhum Şeyh Mufid (r.a) Masum İmamlar’ın (s.a) Şii kültüründe çok açık olan yöneticilik ve hükümet meselesinin yanı sıra müşahhas olarak ve siyasi işleri idare edecek olan bir fert olarak Hz. Ali (a.s) döneminde Malik Eşter’e veya İmam-ı Zaman’ın (a.f) gaybeti döneminde, dört naip gibi masum imamlar (s.a) tarafından tayin edilen has naipler ile tümel olarak bu iş için tayin edilen genel naiplere, yani Şii fakihlerine işaret etmektedir.

Elbette Şeyh Mufid (r.a) Şii fakihleri için bu görevi yerine getirmenin pek mümkün olmayacağına da teveccüh etmiş ve bu yüzden “imkan dahilinde”‌ kaydını zikrederek buna işaret etmiştir. Ardından devamla bu imkan ihtimalinin daha fazla olduğu konuları ele almakta ve şöyle demektedir: “Eğer bir fakih kendi çocuklar ve köleleri hakkında ilahi haddi uygulayabilme imkanını elde eder ve bu konuda zalim sultan ve hakimden bir zarar korkusu da olmazsa bunu icra etmelidir.”‌[6] Bu sözler insanın gözlerini yaşartmakta ve İslam tarihinin bir çok döneminde Şia’nın güçlü ama mazlum düşüncesini ortaya koymaktadır. Aynı zamanda velayet-i fakih meselesinin Ehl-i Beyt mektebinin düşünce ve kültüründeki açık yerini göstermektedir.

Şeyh Mufid daha sonra ilahi hadleri uygulamanın başka bir imkanına işaret ederek şöyle buyurmaktadır: “Bu açık ve farz olan iş –ilahi hadleri uygulama- hakim gücün kendisini bu iş için tayin ettiği veya bir grup halkının yöneticiliğini kendisine havale ettiği kimse –fakih- için geçerlidir. O halde bu fakih ilahi hadleri ikame etmeli, yürürlüğe koymalı, şeri hükümleri infaz etmeli, iyiliği emretmeli, kötülükten sakındırmalı ve kafirlerle cihada koyulmalıdır.”‌[7]

Yani eğer zalim sultan ve hakim bir fakihi bir makama tayin eder o da bu makamda ilahi hadleri uygulayıp zarar görecek bir durumu da olmazsa bu işi yapmalıdır. Bu ifadeler de merhum Şeyh Mufid dört meseleye işaret etmektedir:

1-İlahi hadleri ikame etmek, yani İslami bir hakimin yetkilerinden olan İslami cezayı icra etmek.

2-Bütün ilahi hükümlerin özeti olan, mutlak şekliyle bütün şer’i görevleri kapsayan hükümleri icra ve infaz etmelidir. Fakih bu esas üzere çalışmalı ve tüm toplum ve işlere İslami hakim kılmaya çalışmalıdır.

3-Yüce mertebesi İslami hakime özgü olan iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak görevini de yapmalıdır. Nitekim Şeyh Mufid daha önce de buna işaret etmişti.

4-Savunma ve hatta saldırıyı da kapsayacak bir şekilde kafirlerle cihad etmek ve savaşmak.[8]

Ardından yeniden Şeyh Mufid bu konuyu ele almakta ve belki de makbul olmayan her yorumu ve makul olmayan her açıklamayı reddetmeye çalışmakta ve şöyle demektedir: “Al-i Muhammed’in takipçisi olan fakihler imkan elde ettikleri ve fesat ehlinin eziyetinden güvende oldukları Cuma, bayram, yağmur, ay tutulması ve güneş tutulması namazlarında bir araya gelmeli kardeşleri arasında hak üzere hakemlik etmeli, hiç birinin iddiası için bir şahidinin olmadığı ihtilaflı hususlarda aralarını ıslah etmeye çalışmalıdır. İslam’da kadılar için karar kılınan bütün görevleri yerine getirmelidir. Zira kendilerinden ulaşan ve akıl sahipleri nezdinde sahih ve muteber kabul edilen rivayetlere istinad ederek imkan olduğu taktirde bu işi onlara –fakihlere- havale etmiştir.[9]

Şeyh Mufid burada iki önemli konuya işaret etmektedir:

1-Cuma namazı, Fıtır Bayramı namazı, Kurban bayramı namazı, yağmur namazı ve korku namazı gibi namazları ikame etmek.

2-Hakemlik ve yargılama

Her iki hususu da fakihin görevlerinden saymakta ve onların bu konuda Ehl-i Beyt (A.s) tarafından tayin edildiğini kabul etmektedir. Bu konuda da delil olarak bir takım rivayetleri ortaya koymaktadır. Biz de ileride velayet-i fakihe delalet eden rivayetlere geniş bir şekilde işaret edeceğiz. Ama burada şu önemli konuyu beyan etmekle yetiniyoruz ki muteber rivayetlerde Fıtır bayramı namazı ve Kurban bayramı namazı hakkında açıkça[10], cuma namazı hakkında ise işaretle[11] adil bir imamın var olması gerektiği şartı söz konusu edilmiştir. Bu yüzden fakihlerden bazısı adil imamı, Masum İmam (a.s) diye tefsir ederek bu namazı gaybet asrında farz saymamışlardır. Ama Şeyh Mufid bu namazları Şii fakihlerin görevinden sayarak gerçekte onları “adil imam”‌ın açık bir örneği saymıştır. Şeyh Mufid’in bu sözü, kafirlerle cihadı fakihlerin görevinden sayan önceki sözüyle uyum içindedir. Zira o söz en azından mutlak şekliyle iptidai cihadı da kapsamaktadır. Rivayetlerde yer aldığı üzere cihat itaat edilmesi farz olan İmam’ın varlığı koşuluna bağlıdır.[12] Bazı fakihler ise sadece Masum İmam’ı (a.s) bir örnek olarak kabul etmiş ve dolayısıyla fakihin emriyle yapılan iptidai cihadı caiz görmemişlerdir. Ama Şeyh Mufid gaybet döneminde Masum İmamlar (a.s) tarafından yöneticiliğe tayin edilen Şii fakihi de itaati farz olan imamın bir örneği saymış ve kafirlerle iptidai cihadı emredebileceğini kabul etmiştir.

İslam dünyasının bu büyük fakihinin tüm sözleri velayet-i fakih ilkesini ve gaybet döneminde Masum İmamlar (a.s) tarafından İslam toplumunun işlerini yönetmek üzere fakihlerin görevlendirildiği gerçeğini kabul ettiğini göstermektedir. Bu değerli sözler her ne kadar bazıları tarafından görülmese veya görülmek istenmese de yaklaşık bin yıl önce söylenmiş, henüz mü henüz geçerliliğini koruyan nurlu sözlerdir.

Şeyh Mufid “enfal”‌ konusunda, enfalin Allah Resulü’nün (s.a.a) ve onun yerine geçen kimselerin –yani Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s)- hakkı olduğunu beyan ettikten sonra şöyle demektedir: “Adil bir imamın izni olmadan hiç kimse bu saydığımız enfal hususunda tasarrufta bulunamaz ve herhangi bir şekilde kullanamaz”‌[13]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Bak. Mehdi Hairi Yezdi, Hikmet ve Hükümet, s. 178

[2] Bak. Meclisi, Bihar’ul Envar, c. 72, s. 354 (Kitab’ul İşret, Bab-u Ehval’ul Mulük vel Umera , 69. hadis, Elbette Hz. İmam Humeyni R(r.a) bu rivayetleri veli-i Fakihe veya masum imama uyarlanacak bir şekilde tefsir etmiştir.

[3] Dikkat etmek gerekir ki bu tür rivayetleri iki şekilde tefsir etmişlerdir:

1-Sulta ve hükümeti elinde bulunduran kimse Allah’ın gölgesidir, ona itaat gereklidir. Bu esas üzere hakimin hususiyetlerinin ve hükümeti elde ediş şeklinin ona itaatin gerekliliği hususunda hiç bir etkinliği yoktur. Şüphesiz böyle bir yorum sultanların ve meliklerin zevkine uygundur ve mevcut hali yorumlamaktan ibarettir.

b- Sultan ve hükümeti elde eden kimse Allah’ın gölgesidir. yani onun hükümeti bir şekilde hasıl olmuş ve hakimin kendisi Allah ve şeriatın teyit edip kabul ettiği birtakım özelliklere sahiptir. Bu tefsir esasına göre İslam’ın kabul ettiği yöneticinin özelliklerine sahip olan ve İslam’ın kabul ettiği bir metotla hükümeti elde eden kimseye itaat şeriata göre gereklidir. Velayet-i fakih teorisi bu şartlara sahip olan fakihi bu tür özelliklere sahip olan biri olarak tanıtmaktadır.

[4] Bak. Şeyh Mufid el Maknaa, s. 810

[5] Bazıları şöyle sanmaktadırlar İlahi hadleri ve İslami cezaları uygulamak fakihteki yargı makamıyla ilgilidir. Oysa yargı fıkhi terminolojide sadece hakemlik ve şahıslar arasındaki düşmanlığı giderme hususuyla ilgilidir. İslami cezaları suçlulara uygulamak ise velayet-i fakihin işlerindendir. Burada velayet-i fakih toplum işlerini yönetmek anlamında gelmektedir.

[6] Şeyh Mufid (r.a) el-Maknaa, s. 810

[7] a. g. e

[8] Bu ifadeden fakihin ibtidai (bizzat savunma amaçlı olmayan) cihad ilan etme yetkisinin olduğunu da istifade etmek mümkündür. Elbette bunu burada araştırmak mümkün değildir ve biz ilerideki sayfalarda buna özet olarak işaret etmeye çalışacağız.

[9] Şeyh mufid el-Meknaa, s. 811

[10] Şeyh Hürr-i Amuli, Vesail’uş Şia, c. 5, s. 95-96 (Kitab’us Selat, Ebvab-u Selat’il Abd, 2. Bölüm 1. hadis

[11] a. g. e. s. 12- 13 (Kitab’us Selat, Ebvab-u Selat’il Cumaa ve adabuha, 5. Bölüm)

[12] bak. El-Hurr’ul-Amili, Vesail’uş-Şia, c. 11, s. 32-35 (Kitab’ul-Cihad, Ebvab’ul-Cihad’il-Eduvv, 12. bab)

[13] Şeyh Mufid, el-Makna’, s. 279

İslami İran dışişleri bakanı Ali Ekber Salihi, İran'ın, Suriye'de yönetimin batılıların senaryolarıyla düşürülmesine asla izin vermeyeceğini söyledi.

Arap Pres haber sitesine demeç veren Salihi, Suriye'ye yönelik her türlü askeri girişimi ve bu ülkenin yönetimi aleyhinde silahlı çatışmayı sürdüren isyancılara silah veren ülkelerin tutumlarını kınayarak, bu isyancıların batılı ülkeler ile onların bölgedeki bazı müttefikleri tarafından silahlandırıldığı ve programlandırıldığını kaydederek, bu durumun açık bir şekilde anlaşmalara aykırı ve insani değerlere aykırı olduğunu ve aynı zamanda Suriye halkı ve devletine yönelik tek yanlı düşmanlık olduğunu söyledi.

Salihi, bu ülkede savunmasız sivillere yönelik silahlı grupların cinayetlerinin durdurulması gerektiğini belirterek, BMT'nın Suriye özel temsilcisi ve Mısır ile Arabistan’la Suriye konusunda görüşmelerin sürdüğünü kaydetti ve İran'ın bu doğrultuda 6 maddelik öneride bulunduğunu dile getirdi.

İran dışişleri bakanı Salihi, uluslar arası çevrelerin Suriye aleyhinde yayınladıkları bildirileri de kınayarak, bundan amacın Suriye yönetimi ve halkı aleyhinde baskıyı arttırmak olduğunu söyledi.

Salihi, Suriye'nin siyonist İsrail karşısındaki direnişine temasla, Suriye halkının kendi cumhurbaşkanını seçme hakkına sahip olduğunu ve dış güçlerin bu konuda Suriye halkına dayatmada bulunamayacaklarını söyledi.

 

 

Lübnan Hizbullah hareketi lideri Seyyid Hasan Nasrullah, Amerika'nın Suriye krizinin çözülmesini istemediğini, Suriye'yi savaşa sürüklemek istediğini söyledi.

Mehr haber ajansının bildirdiğine göre; Lübnan Hizbullah hareketi lideri Seyyid Hasan Nasrullah, Suriye meselesinin çok karmaşık bir konu olduğunu, Suriye'de muhaliflerin başarılı olacağının sananların da büyük bir yanılgı içerisine olduklarını belirterek, halkın yönetime desteklerini sürdüreceğini söyledi. 

Direnişin İsrail'i yenmeyi başardığını ve her komploya karşı da güçlü olduğunu belirten Seyyid Hasan Nasrullah, fars körfezi ülkelerindeki kitle iletişim araçlarını da eleştirerek, " fars körfezindeki bazı kitle iletişim araçları, doğrudan direnişi hedef almaktadırlar. Şehit Hariri'nin kanını direnişe karşı saldırı için kullanmaktadırlar" diye konuştu.

Mevcut siyasi şartları da dikkate alınması gerektiğini belirten Seyyid Hasan Nasrullah , Lübnan'da bazı siyasi grupların, Suriye'deki yönetimi devirmek amacıyla çalışmalarına temasla da, "Suriye'nin konumunu dikkate alan herkes, Suriye'de yönetimin mevcut şartlarda devrilmeyeceğini çok iyi görür" hatırlatmasında bulundu. 

İlk başlarda Suriye'de yönetimin kısa sürede devrileceğini söylüyorlardı. Fakat, geçen zaman içerisinde görüldüğü ki, Suriye'de yönetim kolay kolay devrilmiyor. Çünkü, bütün bilgiler ve değerlendirmeleri yanlıştı diyen Seyyid Hasan Nasrullah, Suriye'deki gelişmelere temasla, "Amerika Suriye krizinin çözülmesini istemiyor. Suriye'yi savaşa sürüklemek ve etkisiz hale getirmek istemektedir diye konuştu. 

Lübnan Hizbullah Hareketi lideri Seyyid Hasan Nasrullah konuşmasında, silahlı çatışmaların sürmesini isteyenler, halkın kanının akıtılmasına yardımcı olduklarını da belirterek, bazı bölge güçleri, Suriye'deki çatışmada çıkar sağlamaya çalışıyor dedi.

Suriye'de siyasi görüşmeleri engelleyenlerin işlenen cinayetlere ve halkın öldürülmesine de ortak olduklarını belirten Nasrullah, sorumluluk taşıyan herkesin Suriye'deki krizin çözümü için görüşmelerin yapılmasına katkı sağlamaları gerektiğini söyledi.

İrib

 

İran Dışişleri Bakanlığı, Suriye sorunun için yeni bir çözüm önerisi sundu.

6 madde içeren çözüm önerisi şimdiye kadar diğer ülkeler tarafından sunulan çözüm önerilerini de kapsamaktadır.

“Kaderlerini belirleme ve ülke sorunlarını çözme hakkı yalnızca Suriye vatandaşına aittir” diyen İran Dışişleri Bakanlığı, 6 maddelik şu çözüm önerisini sundu;

1- Ülkede her türlü şiddet içeren davranışlara BM denetimi altında son verilmeli. Ülkeye huzurun geri dönmesi için muhalifler ve hükümet karşı tarafı şiddete teşvik edecek davranış ve söylemlere uzak durmalıdır.

2- Ülkede barış ve huzur ortamı sağlandıktan sonra, halka acil olarak insanı yardım ulaştırılmalıdır. Bunun için de Suriye’ye uygulanan ambargoların kaldırılıp, mültecilerin geri dönmesinin sağlanması gerekmektedir.

3- Suriye’de bulunan her türlü siyasi ve sosyal gurup ve kesimlerin temsilcilerinin katıldığı barış komitesinin oluşturulması gerekmektedir. Komite geçiş hükümetini kurmalıdır. Geçiş hükümeti ise ülkede barış içinde seçimlerin gerçekleştirilmesini sağlamalıdır.

4- Hükümet ve muhalefet tarafından, yalnızca barışçıl siyasi hareketlerden dolayı tutuklanan ve esir alınan bütün siyasi tutuklular ve esirlerin serbest bırakılması gerekiyor. Cinayete karışanların ise adil hakim karşısına çıkarıp yargılanması gerekmektedir.

5- Ülkede gelişen olaylar hakkında yapılan yanlış haberlere bir an önce son verilmeli, haberler tarafsızca yapılmalıdır. Sokak ve caddelerde yaşanları halka ulaştırabilmeleri için medya mensuplarına güvenli ortam oluşturulmalıdır.

6- Hasar tespit komitesi oluşturulmalıdır. Bu komite ülkenin maddi hasar ve kayıplarının bir an önce telafisi için yeni girişimlerde bulunmalı ve dost dış ülkelerden maddi yardım alınmalıdır.

İran Dışişleri Bakanlığı, bildirinin sonunda bu önerilerin yalnızca Suriye halkının bir an önce barış ve huzura ulaşması için yayınladıklarını yineledi.

Ayrıca bu önerilerin hayata geçmesi için, Suriye’yi etkileyen bütün iç ve dış güçleri de barış istemi konusunda kararlı olmaları gerektiğini hatırlattı.

 

Pazar, 16 Aralık 2012 05:29

Nehc ul Belağa yı Tanıyalım 1

Nehc"ul Belağa Hz. Ali (a.s)"ın kısa hilafeti döneminde buyurmuş olduğu 239 hutbe, 79 mektup ve 480 hikmetli kısa sözden oluşan bir kitaptır.

 Seyyid Razi [1] adıyla meşhur olan ve büyük Şii alimlerinden biri sayılan Muhammed b. Hasan Musevi (359-406) söz konusu hutbe, mektup ve kısa sözleri biraraya toplayarak değerli bir eser oluşturmuş ve bu eseri Nehc"ul Belağa olarak adlandırmıştır. O bu değerli kitabı H. 400 yı­lında kaleme almıştır. Nehc"ül-Belağa yazarı Seyyid Razi, bu eseri oluşturma hedefi hususunda kitabın ön­sözünde şöyle demektedir: “Ömrümün baharındayken ve ömür dalım henüz ta­zeyken İmamların (a.s) özellikleri ve hususiyetleri hak­kında bir kitap yazmaya başladım. (Hasais"ul Eimme kitabı) Bu kitapta o zatların güzel ve değerli sözleri vardı. Elbette bu kitabın başında da belirttiğim gibi bu işe belli bir hedef ve niyetle giriş­tim. Ama Hz. Ali"nin özgün hususiyetlerini yazdıktan sonra bu kitabı devam ettirmeyecek bölümlere ve kısımlara ayırdım. Son bölümünde uzun hutbeler ye­rine, öğütlerini hikmetlerini, örneklemelerini ve kısa edebi sözlerini bir araya topladım.

Bazı dostlarım bu kitabı okuyunca çok beğenip öv­dü­ler, fesahat ve belagatı ile eşsizlik ve özgünlüğüne hayran oldular. Bu nedenle benden Hz. Ali (a.s)"ın çeşitli dallarda ve konulardaki öğüt, yazı, hutbe ve hik­metli sözlerini toplayarak derlememi istediler. Onlar Hz. Ali (a.s)"ın bu sözleri­nin fesahat ve belagatını, Arapça"nın incileri, dini-dün­yevi sözlerin nuru olduğunu çok iyi biliyorlardı; çünkü böylesi özellikler hiçbir beşeri söz ve kitapta bir araya gelmemiştir. Hz. Ali, fesahatin kapısı, belagatın temeli ko­numundadır. Fesahat ve belagatın gizlilikleri onun sözle­rinde tecelli etmiş ve onunla bir düzene girmiştir. Her ha­tip onun örneklendirmelerini almış, her vaiz onun sözle­rinden yararlanmıştır. Buna rağmen o herkesten iler­dedir ve onlar Hz. Ali"den geri kalmışlardır. Zira onun sözlerinde ilahi ilmin izi ve Peygamberin kokusu vardır. Ben de bu isteklerine icabet ettim ve telif ettiğim bu eserin adını da Nehc"ul-Belağa koydum.” [2]

Nehc"ül-Belağa kitabı 1000 yıl boyunca sürekli ilim, edep ve ilahi öğretiler semasında nurlu bir güneş gibi parlamış; ışık saçmış; İngilizce, Fransızca, Almanca, Farsça, Orduca ve Türkçe dillerine tercüme edilip, basıl­mıştır. İslam bilginleri bu kitap için sayısız şerhler, talika­ler, lügat açıklamaları, lafız beyanları, seçmeler, özetler, Nehc"ül Belağa"da gezintiler ve Nehc"ül Belağa"dan dersler adı altında sayısız kitaplar kaleme al­mışlardır.

“Merhum Muhaddis Nuri, Seyyit Razi"nin Hesais"ul Eimme” bir nüshasının Şeyh Hadi Al-i Kaşif"ul Gıta kütüphanesinde ve bir nüshasının da Hindistan Rambor kütüphanesinde bulunduğunu söylemiştir. Aynı zamanda H. 1369 yı­lında da Necef-i Eşref"te de basılmıştır. [3]

Yazıldığı ilk yıllarda bir kitap hakkında doğru dürüst bir hüküm vermek mümkün değildir. Şahsi sevgi ve kinler, aceleden kaynaklanan hükümler, zayıf ve güçlü noktaların gizli kalması ve benzeri sebepler kitabın gerçeğinin gizli kalmasına veya değişik gösterilmesine sebep olabi­lir. Ama bin yıldır bilginlerin fikirlerini üzerinde yoğunlaştırdıkları, ince görüşlü dü­şünürlerin bilgisine ve basiretli insanların görüşüne su­nulan bir kitapta bu tür ihtimaller düşünülemez. Bütün bunlara rağmen bir kitap, değerini korumuş ve dikkatleri kendi üzerinde odaklandırmışsa bu o kitabın önem ve yüksek değerini gösterir.

İki Büyük Kitap

Bugün Şianın en önemli kaynaklarından sayılan bir eser de merhum Şerif Razi'nin yaklaşık 1000 yıl önce, Hz. Ali'nin (a.s) "hutbeler, mektuplar ve vecizeler" şeklinde üç ana başlıkta derleyip tanzim ettiği "Nehc-ul Belağa" adlı eseridir. Hem anlam, hem edebî çarpıcılığı açısından eşsiz bir şaheser olan bu kitabı okuyup da etkilenmemek mümkün değildir.

Müslümanlar bir tarafa, Müslüman olmayanların da bu kitabı incelemesi halinde İslam'ın Allah, tevhid, ahiret, yaratılış, siyaset, ahlak ve sosyal konulardaki muazzam beyan ve görüşleriyle tanışmaması ve neticede bu yüce dine hayranlık duymaması mümkün değildir.

Şia'ya ulaşan bu büyük miraslardan biri de Sahife-i Seccadiye'dir ki en güzel ve en içerikli dualardan müteşekkil muazzam bir külliyattır. Son decere yüce ve ulvî anlamlar içeren ve fevkâlede eğitici ve öğretici olan bu eşsiz dualar demeti, gerçekte Nehc-ul Belağa'nın bıraktığı tesiri bırakmakta, ancak, bunu daha değişik bir yolla (dua ve

Allah'a yakarıp O'na tazarruda bulunma yoluyla) gerçekleştirmektedir. Bu duaların her cümlesi insana yepyeni bir ders öğretmekte ve gerçek bir kulun, sevgili Yaratıcısı'na nasıl yönelmesi gerektiğini en mükemmel haliyle göstermekte, insanın ruhunu ve canını nurla boğarak bütün varlığıyla Rabbine yönelmesini sağlamaktadır.

Adından da anlaşılacağı üzere bu muazzam dualar demeti, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ikinci göbektan torunu ve Ehl-i Beyt'in dördüncü imamı olan "Seccad" adıyla maruf İmam Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talib'e (a.s) aittir; duanın bütün ruhumuza işlemesini, Yüce Yaratıcımız'ın zâtının aşkıyla varlığımızın kavrulmasını ve O Yüceler Yücesi'nin dergahına elimizle birlikte kalbimiz ve bütünüyle ruhumuzun da açılmasını istediğimiz anlarda bu muhteşem duayla kucaklaşmakta ve bahar yağmurlarıyla taptaze bir teravete ve can bulan taze filizler gibi bu duanın doyumsuz pınarından kana kana içmekteyiz.

Şia'nın onbinlerceye varan hadislerinin en önemli kısmı Ehl-i Beyt-i Resulullah'ın (s.a.a) beşinci ve altıncı imamları olan İmam Muhammed Bâkır b. Ali ile İmam Cafer Sâdık b. Muhammed (aleyhimâ selâm)den (Allah'ın selamı üzerlerine olsun) rivayet edilmiş ve yine önemli bir bölümü de sekizinci imam Ali Rıza b. Musa hazretlerinden (a.s) naklolunmuştur.Bu üç imam döneminde Emevilerle Abbasilerin Ehl-i Beyt (a.s) taraftarları üzerindeki baskısı kısmen de olsa azaldığından, sözkonusu üç imam; İslam fıkıh ve maarifinin bütün dallarıyla ilgili çok önemli ve açıklayıcı hadisleri, babaları vasıtasıyla dedeleri Hz. Resulullah'tan (s.a.a) Müslümanlara aktarabilme fırsatı bulmuş ve böylece İslam dünyasına muazzam bir defineyi miras bırakmışlardır.

Bugün Şia mezhebinin Caferî mezhebi adıyla anılmasının nedeni Şia'nın en fazla rivayetinin altıncı İmam Cafer Sadık b. Muhammed (a.s) hazretlerinden ulaşmış bulunmasıdır. Emevilerin çöküş devrini yaşadığı,

Abbasilerin de halka baskıda bulunabilecek kadar iktidara henüz musallat olmadığı bir geçiş döneminde yaşadığı için eğitim ve tebliğ faaliyetlerini yürütme imkanı bulan İmam Cafer Sadık (a.s) hazretlerinin hadis, maarif ve fıkıh dallarında 4000'i aşkın öğrenci yetiştirdiği bilinmektedir.

Hanefi mezhebinin reisi Ebu Hanife İmam Cafer Sadık'la (a.s) ilgili olarak şöyle diyor: Şu kısa: "Cafer b. Muhammed (a.s) hazretlerinden daha fakih kimse görmedim!"[4]

Malikî mezhebinin imamı Malik b. Enes bir konuşmasında şöyle der: "Cafer b. Muhammed'in (a.s) yanına bir süre gidip geldim, bu müddet zarfında onu daima şu üç halden birinde gördüm: Ya namazdaydı, ya oruçluydu, ya da Kur'an tilavet etmedeydi. Bence ilim ve ibadette Cafer Sadık b. Muhammed'den (a.s) daha faziletli birini kimse ne duymuş, ne de görmüş değildir!"[5]

--------------------------------------------------------------------------------

[4]- Tezkiret-ul Huffaz, Zehebî, c.1, s.166.

[5] Tehzib-ut Tehzib, c.2, s.104; Esed Haydar'ın "Kitab-ul İmam Sadık"ından naklen, c.1, s, 53.

 

 

İran Silahlı Kuvvetler Genel Komutanı Seyit Yahya Rahim Safavi, Fars körfezi bölgesinde kalıcı barışın bölge ülkelerinin işbirliğini gerektirdiğini söyledi.

MHA'nın bildirdiğine göre tüm general Seyit Yahya Rahim Safavi, basın toplantısında yüz milyarlar dolar tutarında silah alan Fars körfezi ülkelerine silahları halkın eline geçip kinde ve Amerika aleyhine kullanılan İran Şah'ının kaderine düşmemeleri yönünde uyardı.

Rahim Safavi, İran'ın bölge güvenlik ve gelişmesi için eksen sayıldığı Fars körfezi ülkelerinden biri ve bölgede güvenliğin kalkmasının diğer ülkeleri de etkileyeceğini dile getirerek dünyada asıl aktörün Amerika, bölgede ise İran, Türkiye ,Suudi Arabistan ve Irak olduğunu belirtti.

İmam Hamanei’nin özel yardımcısı Amerika'nın bölgede güvensizlik oluşturmak istediği ve bazı ülkelerin müdahalesiyle Suriye'de güvensizlik oluşturmak istediğini söyledi.

İran İslam inkılabı muhafızlar ordusu eski komutanı paralarıyla etki sağlamaya çalışan bölge ve Fars körfezindeki küçük ülkelere taleplerini nüfus, güç ve paylarına göre ayarlamaları ve onların petrol ve gaz dolarlarının onları etkili ülke kılamayacağını söyledi.

Safavi, İran dışında Fars körfezi ülkelerinin yüz milyarlarca silah aldıklarını belirterek bu silahların kesin Filistin halkını desteklemek ve Siyonist rejime karşı mücadele için olmayıp Amerika ile Siyonistlerin belirlediği projeyi uyguladıklarını söyledi.

 

Guardian gazetesi, İran’ın nükleer dosyasının hassas olduğuna değinip “Bu dosya hakkında bilgi edinmek casus servislerin ortak hedefleri ve Viyana da akın merkezi oldu” diye yazdı.

İran ve Uluslararası Atom Enerji Ajansı (UAEA) Temsilcileri önceki gün yeni bir görüşme turunda bulundular ve bir sonraki görüşme için de gelecek Ocak ayında düzenlenmesi konusunda mutabakat sağlandı. Buyüzden İran’ın nükleer programı bir kez daha gündeme damgasını vurdu.

Bu doğrultuda İngiliz Guardian gazetesi, yayınladığı bir yorum yazısında casus servislerin İran’ın ükleer programı aleyhine sürdürdükleri çabaları ve özellikle de İran’ın UAEA’deki dosyasına nüfuz etme yönündeki girişimlerini incelemeye aldı.

Guardian’in Diplomatik Sayfası Sekreteri Julian Borger yayınladığı bu yazısının bir bölümünde, soğuk savaş döneminin ilk yıllarında Viyana’nın dünya casuslarının başkenti haline geldiğini hatırlatarak “Viyana bu kez UAEA merkezinin bulunduğu bir kent olarak yeniden casusların yoğun uğrak yeri haline geldi” diye kaydetti.

Borger ayrıca “İran bugün (eski) Sovyetler Birliği’nin yeri almış ve casusların ilgi odağı durumunda” diye vurguladı.

İran Sistan Beluçistan Valisi “Yörenin Şiileri’yle Sünnileri Nüsretabad’da ortak saflar kurarak yan yana Cuma namazı kıldılar” dedi.

Sistan-Beluçistan Valisi Hatem Narui, eyalet merkezi olan Zahidan’ın Müretabad bölgesine gönderilen muhabirimizle konuşurken, dün bu bölgede düzenlenen ortak Cuma namazı merasimiyle ilgili olarak “Ben İslam inkılabı ve öncesi ve sonrası her zaman Şiilerle Sünnilerin kardeş oldukları görüşünü savunmuşumdur” dedi.

Vali Narui daha sonra bu düşüncenin İslam Cumhuriyeti kurucusu İmam Humeyni-ks- ve İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Hamenei tarafından da hep savunulup desteklendiğini hatırlatarak “Hz İmam Cafer Sadık’tan-s- da bu hususta, Şii’nin Sünni’nin arkasında, Sünni’nin de Şii’nin arkasında namaz kılabileceklerine dair hadis vardır” ifadesini kullandı.

Narui ayrıca “İşte bu hadis üzerine bu Cuma günü Nüsretabad’da Ehl-i Sünnetin Cuma İmamı Mevlana Can Muhammed Narui’nin İmametiyle vahdet namazı yerine getirildi ve Şii-Sünni kardeşlerimiz ortak saflarla yan yana Cuma namazı kıldılar” diye ilave etti.

Cumartesi, 15 Aralık 2012 05:30

Kerbela…

 Ey kalplerimizin takıntısı! 

Ey gözyaşlarımızla akan ırmak! 

Şimdi yüreklerimizden damla damla kan akmaya başladı berrak suyuna!

Kerbela… 

Ey aşkın ateşle yoğrulduğu sahra! 

Kalplerimize senden sıçrayan ateş hiç sönmüyor 

Öyle bir ateş ki Cehennem narını serinlik ve selamete çevirir! 

Kerbela… 

Ey kanlı meydan! 

Her imanlı yürek sana şah damarından bağlıdır 

Kalplerimize aşk akıtmaktasın 

Ve biz davan uğruna kanlarımızı pek kıymetsiz görmekteyiz. 

Kerbela… 

Ey kalplerdeki tatlı sızı 

Diller seni anlatmaya aciz 

Söz de şiir de tükenir, sen hala taptaze kalırsın 

Sen ki kuru toprağından nice mânâ ırmakları akmaktadır.

 

Kerbela… 

Ey kanın kutsallaştığı 

Ey canın canana ulaştığı 

Ey dinin aşka dönüştüğü 

Ey imanın destanlaştığı aşk sahrası!

 

Kerbela… 

Ey dinmeyen sızı 

Ey bitmeyen acı 

Ey merhemsiz yara

 Ey kurumayan kan 

Ey sönmeyen alev 

Ey sonsuz öykü 

Ey duraksız kervan 

Ey tarifsiz güzellik

 

Kerbela… 

Ey aşk 

Ey gözyaşı 

Ey can 

Ey canan

 Ey kan 

Ey Kenan

Ey yol 

Ey kervan 

Ey su 

Ey ateş 

Ey barış 

Ey savaş 

Ey kardeş 

Ey bacı 

Ey ana 

Ey evlat 

Ey yara 

Ey merhem 

Ey dert 

Ey derman! 

 

Kerbela… 

Ey Kerbela! 

Hangi sayfanı açsam

Kalbim titriyor 

Kanım coşuyor 

Gözyaşlarım revan oluyor…

 Hangi sayfandan, hangi satırından başlamalıyım?

Anadan mı oğuldan mı? 

Kardeşten mi bacıdan mı? 

Babadan mı kızdan mı? 

Yetmişlikten mi altı aylıktan mı? 

Vefadan mı cefadan mı? 

Susuzluktan mı yalnızlıktan mı? 

Vedadan mı umutsuzluktan mı? 

Oklardan mı kılıçlardan mı?

Kandan mı gözyaşından mı? 

Çığlıktan mı naradan mı?

 Seni en iyi gözyaşları anlatıyor! 

Çünkü gözyaşının rengi yoktur! 

Acıyı da anlatır aşkı da 

Ateşi de anlatır suyu da

 Ayrılığı da anlatır kavuşmayı da 

Hüznü de anlatır sevinci de

Gülü de anlatır dikeni de 

Evet seni Zeyneb’in gözyaşlarına sormalı ey Kerbela! 

Kardeşinin ardından bakakalmıştı ya giderken… 

Dur demişti, bir kez daha bakayım sana… 

Harabede için için ağlayıp sarayda aslan gibi kükreyen Zeyneb! 

Sakine’nin minik ellerine sormalı seni 

Çaresizliği ve hüznü kucaklayan o minik ellere 

Hüseyn’in ayaklarına gitme diye sarılan ellere 

O kanlı toprağı başına savuran ellere… 

Fırat yolunda düşmüş bir çift uzun kol vardı ya 

Seni işte o kollara sormak lazım ey Kerbela!

 Hani “sağ kolum kesilse de sol kolumla savunurum dinimi” diyerek 

Sol kolunu da, canını da hak uğruna veren kahramanın kollarına…

 

Ey Kerbela… 

Üç gününü anlatmaya üç asır yetmez senin! 

Sen bir aşk madenisin tükenmeyen 

Sen bir hikmet çeşmesisin kurumayan 

Sen canda bir sızısın dinmeyen 

Sen bir deryasın sahilsiz

 Sen kalpte imansın sarsılmayan! 

 

Kerbela… 

Ey Kerbela! 

Selam o mübarek toprağına 

Selam toprağına dökülen kanlara 

Selam üzerinde akan gözyaşlarına 

Selam seni kıble edinen tüm gönüllere!

 

 

Tahran Cuma Namazı Hatibi, dünya çapında 350 askeri üssü olan Amerika’nın bütün bu üslerde insan haklarını ihlal ettiğini söyledi.

MHA'nın bildirdiğine göre, bu haftanın Tahan Cuma namazı Ayetullah Seyyid Ahmed Hatemi’nin imamlığında eda olundu.

Tahran Cuma Namazı Hatibi Ayetullah Ahmed Hatemi hutbesinde ABD’nin İran aleyhinde uygulanan yaptırımlara işaret ederek, İran milleti her zaman bütün zorlukları aşarak bütün acıları hissettiğini ifade ederek, düşmanlar karşısında dik duran İran milletin Allah’ın yardımıyla yoluna devam edeceğini dile getirdi.

Hutbesinde Devrim Muhafızları Ordusu tarafından avlanan ABD İHA’sının şifrelerinin çözülmesine işaret eden Ayetullah Hatemi, İran milleti bu hadise dolaysıyla gücünü sergilediğini açıkladı.

Tahran Cuma Namazı Hatibi Ayetullah Hatemi ayrıca uluslararası gelişmeler hususunda yaptığı değerlendirmenin devamında 10 Aralık İnsan Hakları gününe temas ederek, ABD’nin insan haklarını ihlal eden ülkelerin başına geldiğine dikkat çekti.

Ayetullah Hatemi, Amerika içi ve dışındaki gizli 300 hapishanelerinde 380 bin yabancı uyruklu tutsaklarda işkenceye maruz kaldığını vurguladı.

Hatemi, dünya çapında 350 askeri üssü olan Amerika’nın bütün bu üslerde insan haklarını ihlal ettiğini konuşmasının devamında dile getirerek, Suriye’ye gönderilen silahların Amerika’nın işlediği diğer cinayetler olarak niteledi.

RAST HABER