کارگر

کارگر

Rahmi Onurşan Rahmani yazısında son dönemlerde Şiiler aleyhinde yazılan iftiralara cevap verdi. Yazı şöyle:

 

Ali Bulaç Zaman gazetesinde Şii ve Ehli Sünnet arasındaki ihtilafları değerlendiren ve güzel temennilerini dile getirdiği bir yazı kaleme almış. “Her iki tarafın da kabullendiği ravilerin rivayet ettikleri hadislerin derlendiği bir hadis mecmuası çalışması ve bunun taban kitleye yayılması gerekli olan ilk adımlardan biridir. Hakeza İmam-ı Cafer'in fıkhi görüşlerinin Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli fakihlerin görüşleri ile mukayeseli biçimde çalışılması bir başka önemli çalışma alanıdır. Bu ve benzeri çalışmalar her iki tarafın ortak paydalarını yeniden keşfini sağlayacaktır" temennisini paylaşmış.

İçten ve samimi olarak dile getirmiş olduğu sözlerine, tamamen katılıyorum.

Sadece bir temenni olduğu halde buna bile bazı arkadaşlar epey içerlenmiş. Kaleminden ve kendi deyimiyle, ona gelen bu konudaki değerlendirme ısrarlarından, ilahiyatçı olduğu anlaşılan Serdar Demirel kardeşim (İnternette gezinirken rastladım) iki sayfada, girmiş akaitten çıkmış fıkıhtan, usul-u alt üst edip dalmış adaleti sahabeyi kirama ve soluk soluğa haykırmış:

“Böyle bir şeyin mümkün olması için ya Ehli Sünnet'in ya da Şiîlerin en temel inanç esaslarından vazgeçmesi gerekir. “

O da yetmemiş, “Bu alanda yazılan Şiî usûlü hadis kitapları Ehli Sünnet’in usûl kitaplarından 6 asır sonra telif edilmiştir” diyerek farkı ortaya koyup defteri kapatmış.

Zaten her zaman böyle oluyor biri kalkıp Müslümanlar arasında vahdetten söz etse, takrip kelimesi ağzından çıksa, birileri kıyameti kopartıyor.

Elbette bütün bu saldırıların arkasında Şii İran halkının ve devletinin onurlu duruşu ve bu duruşun etkilediği pek de azımsanmayacak insan kitleleri, özellikle de Sünni dünya var. Sünni dünyadaki lider boşluğunun yerini İran’ın doldurabilme endişesi, bir kısım Müslüman kardeşimize, İran üzerinden Şii inancına her türlü iftira ve karalamayı caiz kılabiliyor. Kapı komşusunun da bir Şii olduğunu, Türkiye'de de milyonlarca Caferi-Şii yaşadığını hemencecik unutuveriyor.

Büyük bir haber ajansında çalışan bir tanıdık yanında bir arkadaşıyla görüşümüze gelmişti. Arkadaş “İran bütün dünyayı geriyor, fitne odağı gibi her tarafa ihtilaf yayıyor, bakın Ayetullah Sistani öyle değil…falan” sözlerine rahatsız oldum.

Olabilir dedim, fakat bir şey sormak istiyorum “Eğer İran devleti Şah’ın döneminde olduğu gibi Amerika’nın bir karakolu olarak çalışsa, Ayetullah Hamanei’de Kral Abdullah gibi Amerikalıların can dostu olsa, bir adım ileri gidip İsrail’i devlet olarak kabul edip, bedava gaz, petrol verse, Müslüman Filistinlileri terörist görse, NATO’ya üst verip, Ürdüncülük ve Katarcılık oynasa yine fitneci olur muydu?”

Biraz duraksadıktan sonra, ne ilgisi var hocam! diyebildi.

“Yapma gözüm! Başını Amerika’nın rahmet dizine yaslayan gericiliğin, terörizmin, krallığın, fitne ve tekfirciliğin merkezi olan devletler, sırf Amerika ve Batı dostu oldukları, İsrail’le iyi geçindikleri için bir Allah’ın kulu cesaret edip söz diyemiyorken, dünyanın hiçbir yerinde uzaktan yakından terörle ilgisi olmayan bir halkı böyle çirkin şeylerle ittiham etmek hangi vicdana sığar. Onların suçu; sadece onurlu duruşları, bunu da herkes biliyor. Ben bir Türk olarak onların bu mücadelelerine saygı duyuyorum.

İrancılık yapmıyorum ama vicdanımın sesini dinleyen bir Müslüman olarak diyebilirim ki, “İmam Ali’yi adaleti öldürdü” sözünün tecellisi İran İslam İnkılabı’dır. Onların suçu ise dünya emperyalizmi karşısındaki mantıklı, ilkeli ve onurlu duruşları. Bazıları birkaç sabah İrancılığa soyundular da, bu işin o kadar kolay olmadığını anladılar. Herkes bu yolda İran’ın ödediği bedeli ödeyemez ve herkes İran halkı gibi bu korkunç baskı ve karalama kampanyası altında bu kadar sabırlı ve dik duramaz. Bu baskı hangi devlete yapılsa şimdiye kadar yüz kere yıkılır yeniden kurulurdu. İşte herkesi şaşkına çeviren, biraz daha hırçınlaştıran bu. Ayetullah Sistani’nin bürosu da sizin tahmin ettiğinizden, hatta aklınızın ermeyeceği kadar basiretlidir, kimse bizi İran karşısında kullanabileceğini zannetmesin, böyle bir şeyi kimse başaramadı, sizin de boyunuzu aşar…”

Bu da diğer bir Müslüman kardeşim. Amerika, İsrail, Batı değil de İran rahatsız ediyorsa, fitnecilikle suçlanıyorsa ne diyebilirim ki? Bize muhalif olanlar Hz. Ali’yi tanısa, bize bu kadar düşman kesilmezlerdi. Nasıl tanısınlar ki, 60 yıl minberlerden lanetler yağdırdıkları bir insanı nasıl tanıyabilirler ki? Veya nasıl sevebilirler ki? Bizim İmamımızı tanıyıp sevemeyen, bizi nasıl tanıyıp sevebilir ki?

Her köşe yazarına cevap yetiştirmek diye bir derdimiz veya alışkanlığımız yok. Fakat bu bir şahıstan öteye bir düşünce tarzı. Bu nedenle birkaç konuyu aydınlatmak gerektiğine inanıyorum.

Şunu gönül rahatlığıyla diyebilirim ki; arkadaşların olur mu, olmaz mı? diye tartışmaya durdukları vahdeti, biz bu ülkede yaşıyoruz.

Kendimden örnek vereyim. 2 haftada bir ilahiyatçı arkadaşlarla ders halkamız var. Hanifi, Şafii, Caferi her mezhepten ve inançtan arkadaşımız var. Arap, Türk, Kürt, Lazımız var. İslami temel kaynakları alıp inceliyoruz, görüşlerimizi açıkça ortaya koyuyoruz. Namaz vakti gelince de sırasıyla bir arkadaşı öne geçirip cemaat namazı kılıyoruz. Bütün arkadaşlar birbirlerini kardeş gibi seviyorlar. Herkes açıkça görüşünü beyan ediyor ama dayatmıyor. O günü iple çekiyoruz. Farklılıklarımızı zenginlik olarak görüyoruz, tefrika nedeni olarak değil. Ali, Hüseyin gözüyle bakıyoruz kardeşimize, Muaviye, Yezit gözüyle değil.

Bu haberime sevindin mi, yoksa rahatsı mı oldun, bilmem. Ama sen de katılmak istersen buyur gel görüşlerinden istifade edelim…

Ayrıca Şii kaynaklarını öyle bir şekilde tasvir etmişsin ki gören de, Şiilerin Peygamberden 6-7 asır sonra kitap yazmaya başladığını, ondan önce, içi boş bir topluluk olduğunu sanacak.

Şii usul ve fıkıh kaynakları konusunda yeterli bilgiye sahip olmadığınız anlaşılıyor. Daha birinci asırda İlim şehrinin kapısı İmam Ali’nin Şiileri kitap yazarken, hadis yazma yasağı nedeniyle diğerleri yazmaya cesaret dahi edemiyorlardı.

Sizin art niyetli olmadığınızı düşündüğüm için, ben Şii usul ve fıkıh kitaplarının ne zaman telif edilmeye başlandığını kısaca açıklayayım, sen, sizin kitapların bizden ne kadar önce yazıldığını biraz daha dikkatli hesapla.

Resulullah’tan sonra Emevi halifesi Ömer b. Abdulaziz’in (h. 99-101) dönemine kadar hadis yazılması yasağı olmasına rağmen (Ki biz bu yasağın siyasi olduğuna inanıyoruz) İmam Ali bu yasağa asla uymadı.

Nitekin bu konuda ilk kitap yazan da odur. Anlayacağın İslam tarihinde rivayet ve hadis konusunda ilk kitap yazan İmam Ali’dir. Onun “Sahife” adlı eseri kendisinden sonra evlatlarına miras olarak kalmıştır. İmam Bakır ve İmam Cafer Sadık’ın bazı fıkhı konularda bu kitabı öğrencilerine gösterdiği nakledilmiştir. Bütün haram ve helallerin, emir ve yasakların bu kitapta yazıldığı belirtilmiştir. (Ricali Neccasi, s.224; İhtiyari Marifeti’r Rical, s.376; el-Kafi, c.1, s.242; Tarih-i Fıkh-i Caferi, s.71)

Buhari de bu kitabın varlığına değinerek, fıkhi kuralları içerdiğini söylemiştir (Sahih-i Buhari, c.1, s.36; c.2. s.221; c.4, s.67, c.8,s.45)

Şiiler daha birinci asırdan kitap yazmaya hadisleri toplamaya başlamıştır. 1.asırdan vefat eden (ö. 96 h.) Zeyd b. Veheb “Hutebi Emiri’l Müminin” kitabını, İmam Cafer Sadık’ın öğrencilerinden Masad b. Sadaka da İmam Ali’nin fıkıh ve hikmet içerikli sözlerini, buyruklarını ihtiva eden ikinci “Hutebi Emiril Muminin”i yazmıştır.(Tusi, el-Fihrist, s.72; Neccasi, er-Rical, s.415)

Daha sonra bütün bu nefis kaynakların bir kısmı Seyit Rezi (359- 406 h.)tarafından, İmam Ali’nin hutbeleri, emirleri, veciz sözlerini ihtiva eden “Nehcu’l Belağa” unvanıyla toplanmıştır. Türkçeye kazandırılan bu eserin yaklaşık 5-6 çeşit tercümesi mevcuttur. Bu kitapta İmam Ali’nin 240 hutbesi, 79 mektubu, 480 hikmetli sözleri yer alır. Kendisi hem rivayetlerin derlenmesine emir vermiş hem bunların bir kısmını hutbelerine taşıyarak baki kılmıştır.

Abdulvahit Amidi ise İmam Ali’nin sözlerini, buyruklarını “Gureru’l Hikem” kitabında toplamıştır. (2 cilt olarak Alulbeyt yayınlarından çıktı)

“Sehife-i Seccadiyye” İmam Hüseyin’in Kerbela mesajını günümüze taşıyan İmam Zeynelabidin’in (d. 38 h.) kitabıdır. İmam Bakır ve İmam Zeyd’e imla ettirdiği bu kitap “A’li Muhammed Zeburu” olarak da meşhurdur. Aile, toplum, İslam öğretilerini 54 dua kalıbında işleyen muhteşem eser Türkçe olarak da basılmıştır.

Aynı şekilde İmam Zeynelabidin’İn “Risale-i Hukuk” kitabı İbni Şube’nin (ö. 381) “Tuhefu’l Ukul” ve Şeyh Saduk’un “el-Hisal” kitaplarında nakledilmiştir. Allah’ın, bedenin, namazın, öğretmenin, yöneticinin, anne ve babanın, evladın, komşunun, dostun, gayri Müslimlerin vd. hak ve hukuklarını genişçe ele alınmıştır. (Tuhefu’l Ukul, Kevser yayınlarından Türkçeye kazandırılmıştır)

İmam Bakır’ın “el-Fihrist” kitabı (İbn-i Nedim, el-Fihrist, c.2, s.36) İmam Sadık’ın “Tevhid-i Müfezzel”i (Arapça ve Farsça olarak basılmıştır) Ayrıca ahkam ve şer-i konularda risaleleri Kuleyni tarafından nakledilmiştir. (İbni Nedim, elfihrist, 198; Kafi, c.8, s.2)

İmam Ali’nin öğrencisi Ebu Rafi’in yazdığı “es-Sünen ve’l Ahkamu’l Kazaya”nın ardından, Ali b. Ebu Rafi ve Rabi b. Şami “el-Fıhık” kitaplarını telif etmişlerdir. (Ricali Neccaşi, s.6)

İmam Bakır (57-107 h.) ve İmam Cafer Sadık (83-148 h.) dönemlerinde yazılan sayısız fıkıh ve hadis kitaplarının fihristi İbn-i Nedim’in el-Fihrist, Ricali Neccasi, Fihristi Tusi ve diğer birçok kaynakta gelmiştir.

Yine bir Şii olan Muhammed b. Saib Kelbi ( 146 m.) Kuran’ı Kerimdeki ahkâm ayetlerini toparlamıştır (ez-Zeria, c.1, s.40)

Resulullah’ın İlim şehri İmam Ali’nin birincisi olduğu İmam Hasan ve Hüseyin’le devam eden 250 yıllık İmamlar döneminde sayısız eserler yazılmıştır.

İmam Zeynelabid’inin öğrencilerinden Yahya b. Ummuttevil, Saad b. Cubeyr (ö. 95 h.) tefsir ve fıkıh dalında kitaplar yazmıştır. Daha sonra zalim Haccac tarafında şehit edilmiştir.

İmam Bakır ve İmam Sadık öğrencilerinden Zurare b. A’yan (ö. 150 h) 1263 rivayet İmam Bakırdan, 494 rivayet İmam Sadık’tan nakletmiştir.

Muhammed b. Muslim (150 h.) kitabı “el-Müsned”inde 1981 rivayet nakletmiştir.

İmam Sadık’ın emriyle yazılan “Usul-u Erbea mia” 400 usul kitabı, daha sonra “Kutubu Erbaa” da düzene konularak günümüze gelmiştir. Bunlar şu anda elimizde bulunan (el-Kafi, İstibsar, tehzib ve el-Fakih) kitaplarında nakledilmiştir. (Fihrist-i Tusi, s.18; Tahrani, ez-Zeria, c.2, s.125; Ricalı Neccaşi, s.154)

Şimdiye kadar 266 unvan Usul-u Fıkıh kitabımız basılmıştır. Bunların her biri de kendi dalında bir mecmuadır. (Kitapşinasi-i Usul-u Fıkh-ı Şia)

Özellikle: ikinci asırda yaşayan Hişam b. Hekem’in, el-Elfaz ve Mubahisuha; Ebu Sahl Nobahti, el-Husus ve’l Umum, İbtalu’l Kıyas; Şeyh Mufid (336-413) et-Tezkire be Usulu’l Fıkıh; Seyit Murtaza A’lemil Huda (355-436 ) ez-Zeria İla Usulu’ş Şeria; Şeyh Tusi (384-460) İddetu’l Usul eşsiz Usul kitaplarıdır.

Ayrıca İbrahim b. Muhammed b. Ebi Yahya’nın (ö. 148) “Mubevvib fil Helal vel Haram; Hasan b. Mahbub Surrad’ın (ö. 224 h.)Maşşihe’si; Muhammed b. Muafi (ö. 265 h) Şeraiu İman; İbrahim b. Muhammed Sakafi’nin (ö. 283 h) Camiu Kebir fil Fıkıh, Şeyh Mufid (336-413) el-Muğnie, Tusi’nin Muğnie ve el-Mebsutu diğer nefis eserlerdir.

Ne demiştiniz, sizin Usul-Fıkıh kitapları bizden 6 asır önce mi yazılmıştı?

Adama, Resulullah’ın mezhebi ne idi? diye sormuşlar.

Adam, tabi ki “Hanifi” demiş, sen hiç Kuran okumadın mı? Yüce Allah Rum/30 da “Henifen” diye buyurmuyor mu!?

....

Hala “bizim Usul sizinkinden 6 asır önce yazılmış” diyorsan, saygı duyarım. “Demek ki gerçekten Peygamberimiz (s.a.a) Ebu Hanife mezhebine tabiymiş” derim.

Bize sadece, Resulullah’tan yüzyıllar önce kurulmuş bir mezhebe “es-Sabikun” olarak saygı duymak düşer...

Rahmi Onurşan Rahmani

 

Bir gün okuldan eve dönerken mahallede toplanan kalabalık ilgimi çekmişti. Evimize çok yakın olan bahçenin önünde toplanmışlardı. Kalabalık içinde boyunlarında fotoğraf makinelerinin asılı olduğu gazetecilerin olduğunu fark ettim. Bende merak hissi uyanmıştı. Bahçeye aniden atlayarak kalabalığın içine daldım. Her ne yaptımsa bir şey anlamadım. Bir gazeteciye: “Burada bir olay mı oldu?” diye sordum. Gazeteci “şimdilik hayır, ama bundan sonra önemli olaylar olacak.” Dedi. Daha sonra bana siz bu köyden misiniz? Diye sordu. Ben onun söylediklerinden bir şey anlamamıştım. Dedim ki “Evet, evimiz az ileride.” Gazeteci “Kısa bir süre sonra köyünüz dünyanın en ünlü köyü olacak!” dedi. Ben de şaşırarak dedim ki: “Köyümüzün ünlenmesine sebep olacak bir olay mı olacak?”

 

Gazeteci dedi ki: “Şu ana kadar Ayetullah Humeyni adını duydun mu?” ismi bana tanıdıktı. Defalarca ismini radyo ve televizyondan duymuş, resimlerini de gazetelerde görmüştüm. Dedim ki: “İran’ın dini lideri olan mı?” dedi ki: “Bravo sana delikanlı, işte o artık burada ve sizin komşunuz oldu.” Heyecanlı bir biçimde dedim ki: “Tamam da siz niye buraya toplandınız, yoksa dışarı mı çıkacak?”

Gazeteci “Hayır, dışarı çıkmayacak, ama röportaj yapacak.” Dedi. Bende oluşan merak onu her ne olursa olsun görme hissini uyandırmıştı, çünkü her gün gazetelerin bahsettiği kişiyi görerek okulda arkadaşlarıma hava atabilecektim.

Dedim ki: “Eğer burada beklersem onu görmeme izin verirler mi?” dedi ki: bilmiyorum, ama ileride duran kişiyi parmağıyla işaret ederek ona sorarsan belki izin verir. Ona doğru gittim ve dedim ki: “Evimiz az ileride, acaba Ayetullah Humeyni’yi yakından görebilir miyim?” adam dedi ki: “Ayetullah Humeyni hakkında ne biliyorsun?” dedim ki: “Bunu biliyorum ki İran’ın dini lideri ve her gün gazeteler hakkında bir şeyler yazıyor.” Biraz düşündükten sonra dedi ki: “Senden başka kimse var mı?” gazetecileri göstererek dedim ki: “Gördüğünüz gibi bunlarda var. Size söz veriyorum toplantının düzenini bozmadan sadece birkaç dakikalığına göreceğim.” Dedim.

Bahçenin kapısı açıldı. Ayetullah Humeyni ruhani elbiseleri giymiş başının etrafına siyah bir sarık sarmış yaşlı bir adamdı. Bir an için, onun “önümde duran Mesih olduğunu hissettim.” Bir saatin nasıl geçtiğinin farkına bile varmadan vakit bitmişti. Hayret ve şaşkınlığımı henüz üzerimden atamadan anneme gittim ve dedim ki: “Anne, Mesih’i yakından görmek istiyor musun?” biliyordum ki eğer onu görürse benim duygularımı anlayacak.

Anneme dedim ki: “Sana göre onun buraya gelmesinin bir sakıncası var mı?” dedi ki: “Hayır, ama baban sakin bir yer peşindeydi. Artık bundan sonra burası sakin bir yer olmaktan çıkacak.”

Annemin öngörüsü doğruydu. Babam geldikten sonra oldukça sinirlendi. Ceketini çıkardıktan sonra kendisini kanepenin üzerine atarak sinirli bir şekilde şöyle dedi: “Bu yıl şanssızlıklar peşimi bırakmıyor. Her nereye gitsem bir şey oluyor. Şirketimin iflas etmesi yetmiyormuş gibi şimdi de buradaki şu durum.”

Annem onu sakinleştirmek isteyerek şöyle dedi: “Bu durum fazla uzun sürmez, şayet birkaç gün sonra ortam sakinleşir.” Babam sinirli bir şekilde: “İnşallah öyle olur.” Dedi. Annem: “Gazetelerde okudum, birkaç güne kadar İran’a dönebilirmiş.” Dedi. Babam sinirli bir şekilde kendi kendisine şöyle söyleniyordu: “Neden buraya geldi ki, hem de bu küçük köye?”

Noel tatiline birkaç gün kalmıştı. Artık ders okuma hevesim kalmamıştı. Devamlı onu düşünüyordum, öyle ki ona bakmaktan bir türlü kendimi alamıyordum. Ama babam öfkeli bir şekilde polise şikayet etmek istiyor ve şöyle diyordu: “Bizimde hak ve hukukumuz var. Daha ne kadar tahammül edelim?” artık dayanamadım ve şöyle dedim: “Kaç zamandır o burada, hatta bir kereliğine bile olsa onu görmeye gitmedin.” Babam alaycı bir şekilde şöyle dedi: “O da tıpkı öteki keşişler gibidir. Kesinlikle o da ötekiler gibi durmadan nasihatler etmekte.” Dedim ki: “Baba, sen söylememiş miydin acele karar vermeyin diye? Senin daha mantıklı biri olduğunu düşünüyordum. Bugün bir konuşuma yapacak, benim hatırımla da olsa gel birlikte gidelim. Eğer hoşlanmasan geri dönersin.” Babam dedi ki: “Ne zaman gitmemiz gerekiyor?” dedim ki: “Yarım saatten az zaman kaldı, o zaman konusunda çok dakik biridir.”

Babamla konuşma yapacağı yere gittik. Gazetecilerin dışında halktan da orada toplanmış baya bir kalabalık vardı. Benim için oldukça ilginçti. Çünkü oradakilerin birçoğu konuşmasının bir kelimesini bile bilmiyorlardı.

O geldiğinde hepsi saygıyla ayağa kalktılar. O anda babama baktığımda gözleri yaşlarla dolmuştu. Artık rahatlamıştım. Sonraki günlerde babamla birlikte konuşmalarını dinlemeye gidiyorduk, artık babamda sinirlilik alameti yoktu.

*** *** ***

Hz. İsa’nın (a.s) doğum günü akşamıydı. Herkes evdeki çam ağacının etrafında toplanmıştık. Birden kapının zili çaldı. Acaba gecenin bu saatinde kim gelmişti?! Babam kapıya doğru gitti bende peşi sıra. Elinde birkaç demet gül ile bir tatlı kutusuyla kapının önünde bir adam duruyordu. Güler yüzlü bir şekilde selâm vererek gülleri babamın önüne tutarak: “Bunlar Ayetullah Humeyni tarafındandır. Ayetullah Humeyni, Hz. İsa’nın doğum gününden dolayı sizleri tebrik etmekte ve köyde bulunmasının sizleri zahmete düşürme olasılığından dolayı sizlerden özür dilemekte.” Dedi.

Babam gülleri ve tatlı kutusunu aldıktan sonra şöyle dedi: “Bizden taraf ona teşekkürlerimizi iletin.” Babam hiçbir şey söyleyemeden odaya doğru gitti ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Sanki içinde bir şeyler kopuyordu. İlk defa babamın yüksek sesle ağladığını görmüştüm. Anneme doğru gittim ve sevinçle dedim ki: “Anne, bu yıl bize Mesih’ten hediye geldi. Gül ve tatlı.”

Gelecek pazar 3 haziran rahmatli İmam HÜMEYNInin vefatının 23. yıl dönemi münasibetiğle onu sevgi ve saygiğle yad edip ve onun çizdiği yola devam etmemizi bir kere daha ant içiyoruz . ALLAHTtan ona rahmet ve onun halifesi olan IMAM HAMENEYIye basarilarve salamat diliyoruz .

İran savunma sanayiinin gerçekleştirdiği 23 elektro optik ve lazer projesi, Savunma Bakanı Vahidi'nin katıldığı törenle hizmete girdi.

İran savunma sanayiine bağlı Sairan elektro optik sanayii firması, Savunma Bakanı General Ahmet Vahidi'nin de katıldığı bir törenle 23 projenin açılışını yaptı.

Törende bir konuşma yapan General Vahidi, ülkenin savunma sahasında elektronik, optik, komünikasyon ve lazerin önemine değinerek İranlı uzmanların getirdikleri yeniliklerle en üstün teknolojilere göre üretim yaptıklarını vurguladı.

General Vahidi, bu çerçevede bugün savunma sanayiinde büyük hassasiyet arz eden 23 projenin hizmete girmesine şahit olduklarını ifade etti.

General Vahidi, söz konusu projelerin her birinin silahlı kuvvetlerin caydırıcı gücüne büyük katkısı olacağını vurguladı.

 

 

Gafil kalp, şeytanın saldırılarına maruz kalır. Her ne zaman şeytan insanın can ve kalbine hakim olursa dünyada şer ve fesat oluşur. Alemdeki her türlü şer ve fesatla mücadele etmenin derin ve doğru yolu Allah’la irtibat kurmak ve şeytanın nüfuz ve egemenliğinden kalp ve canı dokunulmaz kılmaktır. Eğer şeytan uluslar arası toplumda büyük etkileri olan insanların kalplerine musallat olmasaydı, dünya huzur ve barış içinde olur ve insanlar güvenlik ve selamet içinde yaşarlardı. Beşerin tüm sefalet ve sıkıntılarının kaynağı Allah’tan uzak olmaktır. Dolayısıyla İslam’da yüce Allah’la irtibat kurmak için özel fırsatlar muayyen edilmiştir. Bu fırsatlardan biride “Recep” ayıdır.

Recep ayının kadrini biliniz. Bu ay için zikredilen duaların hepsi derstir. Sadece ağız lakırdısı değildir. Bu duaları kalp huzuru ve anlamının derinliklerine teveccühle kalp ve dillerinizde cari ediniz. Eğer Müslüman bir insan Recep ayında ve daha sonra Şaban ayında yüce Allah’la olan irtibatını pürüzsüz ve daha yakın ederse, Ramazan ayına hazırlıklı girmiş olur. O zaman Ramazan ayı “İlahi ziyafet” olur. İnsan hazır olmalı ve daha sonra ziyafete girmelidir. “önce temizlen…”

İnsan, bu temizliği Recep ve Şaban ayında yapmalıdır ki Ramazan ayında ilahi sofranın başında oturabilsin. Ve o sofradan nimet elde ederek feyizlenebilsin. Eğer Ramazan ayından feyiz alırsak, o zaman amel, ahlak, tutum ve görüşlerimizde ilerlediğimizi kendisinde gösterir. Kendimiz kendimizi ölçer ve karşılaştırırız ve ilerlediğimizi teşhis ederiz. Bizler bu imtihanları yapmamakta ve sonra sıkıntı ve problemleri kendi vücudumuzda ve toplumumuzda görmekteyiz.

Kabe, Beytullah ve Mehcidü'l Haram


Pazartesi, 28 May 2012 09:36

Recep Ayının Fazilet ve Önemi

Recep, Şaban ve ramazan ayları ibadet ve maneviyat açısından diğer aylara göre daha üstün bir şeref ve fazilete sahiptir. Recep, baldan daha tatlı sütten daha beyaz olan cennette bir nehrin adıdır. Her kim bu ayda oruç tutarsa bu nehrin suyundan içecektir.

Hz. Resul-ü Ekrem'den (s.a.a) nakledilen bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Recep Allah'ın büyük ayıdır. Hiçbir ay hürmet ve fazilette bu aya ulaşamaz. Bu ayda kafirlerle savaş haramdır. Şunu bilin ki recep Allah'ın ayı, şaban benim ayım ve ramazan ümmetimin ayıdır. Kim recep ayının bir gününü oruç tutarsa, Allah'ın rızasını kazanmış olur. Allah'ın gazabı ondan uzaklaşır ve cehennem kapılarından birisi onun yüzüne kapanır.

Mübarek Recep ayı, ilahi rahmetin indiği, Kabe’nin oğlunun doğduğu ve efendimizin me’bus olduğu aydır.

 

Recep ayı, kameri ayların yedincisi olup çok şerif ve haram aylardandır. Recep, baldan daha tatlı sütten daha beyaz olan cennette bir nehrin adıdır. Her kim bu ayda oruç tutarsa bu nehrin suyundan içecektir.

Recep, Şaban ve Ramazan ayları çok şerif aylardan olup faziletleri hakkında bir çok rivayet nakledilmiştir. Recep ayı, yedinci aydır.

Mübarek Recep ayı, ilahi rahmetin indiği ve Kabe’nin oğlunun doğduğu aydır. Peygamber Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Recep ayı, ümmetim için ‘istiğfar’ ayıdır. Recep ayı, Allah’ın büyük ayı olup fazilet ve saygınlıkta ona erişilmez. Bu ayda kafirlerle savaşmak haramdır. Recep, Allah’ın ayı; Şaban benim ayım ve Ramazan, ümmetimin ayıdır. Her kim Recep ayında bir gün oruç tutarsa Allah’ın hoşnutluğunu kazanır. İlahi gazap ondan uzaklaşır ve cehennem kapıları onun üstüne kapanır.”

Recep ayına, Allah’ın rahmetinin insanların üzerine yağdığı anlamına gelen “Recebu’l Eseb”de demektedirler.

Masumlardan nakledilen bir rivayette şöyle buyrulmuştur: “Recep, baldan daha tatlı sütten daha beyaz olan cennette bir nehrin adıdır. Her kim bu ayda oruç tutarsa bu nehrin suyundan içecektir.” Başka bir hadiste şöyle denilmiştir: “Her kim onda üç gün oruç tutarsa cennet ona farz olur.”

 

Recep Ayındaki Önemli Etkinlikler

Recep ayında dini ve tarihi bir çok gelişme yaşanmıştır. Onlardan bazılarına aşağıda değiniyoruz:

1. Birinci gün: Hz. İmam Muhammed Bakır’ın (a.s) doğum günü. (Hicri 57)

2. Üçüncü gün: Hz. İmam Ali Naki (Hadi) aleyhi selam’ın Şehadet günü (hicri 254)

3. Birinci cuma gecesi “Regaib Gecesi” (kandili)

4. Onuncu gün: Hz. İmam Muhammed Taki’nin (Cevad) aleyhi selam (hicri 195) ve Hz. Ali Asgar’in (a.s) doğum günleri. (Hicri 60)

5. On üçüncü gün: Emire’l Mümin’in Hz. Ali’nin aleyhi selam Kabe’de doğduğu gün.

6. On yedinci gün: Peygamber efendimizin oğlu İbrahim’in vefat günü (hicri 10)

7. Yirmi Beşinci gün: İmam Musa bin Cafer aleyhi selam’ın şehadet günü (hicri 182)

8. Yirmi Yedinci gün: Peygamber Efendimizin (s.a.a) mebus olduğu gün.

 

RECEP AYININ AMELLERİ

Recep ayı, Allah Teâlâ’nın inayet ettiği ve fazileti hakkında bir çok hadisin olduğu bir aydır.

 

1. Oruç Tutmak

Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hz. Nuh (a.s) gemiye bindiği zaman Recep ayının birinci günüydü. Yanındakilerden o günü oruç tutmalarını istedi. Sonra şöyle buyurdu: “Bugünün orucu gelecek yıla kadar oruç tutanı ateşten uzak tutar ve bu aydan yedi gün oruç tutarsa azap kapıları onun üzerine kapanır.”

Peygamber Efendimiz (Allah’ın selamı onun ve ehlibeytinin üzerine olsun) şöyle buyurmuştur: “Kim bu ayda bir gün oruç tutarsa Kıyametin zorluklarından güvende olur.”

Bu ayın Perşembe, Cuma ve Cumartesi günü üç gün oruç tutmak çok güzedir. zira naklolunan rivayetlere göre her kim haram aylardan bu üç günü oruç tutarsa Hak Teâlâ onun için 900 yıllık ibadet sevabı yazar.

İmam Musa Kazım'dan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Kim recepten birgün oruç tutarsa, cehennem ateşi bir yıllık mesafe ondan uzaklaşır. Kim üç gün oruç tutarsa, cennet ona farz olur."

İbn-i Babeveyh, Salim'den şöyle rivayet etmiştir:

"Ben recep ayının sonuna bir kaç gün kala İmam Sadık'ın (a.s) yanına gitmiştim. Beni görür-görmez şöyle buyurdu:

"Ey Salim! Bu ayda hiç oruç tuttun mu?" "Hayır vallahi" dedim "ey Resulullah'ın oğlu!" İmam (a.s) şöyle buyurdu: "O kadar sevap kaybetmişsin ki miktarını ancak Allah (c.c) bilir. Bu, Allah'ın üstün kıldığı ve hürmetini yücelttiği bir aydır. Bu ayda oruç tutanları kendi ikram ve değerlendirmesine mazhar kılmayı kendisine farz kılmıştır. Salim diyor ki ben: "Ey Resulullah'ın oğlu, eğer bu ayın kalan günlerini oruç tutarsam, bu ayda oruç tutanların sevabının bir kısmını elde etmiş olabilir miyim? diye sorduğumda şöyle buyurdu: "Ey Salim! Kim bu ayın sonundan bir gün oruç tutarsa, ölüm anındaki can çekişme ve rahatsızlıklardan, ölüm sonrasının dehşetinden ve kabir azabından kurtulur. Kim bu ayın sonundan iki gün oruç tutarsa, Sırat'tan kolaylıkla geçer ve kim bu ayın sonundan üç gün oruç tutarsa, kıyamet gününün büyük korkusu, dehşet ve zorluklarından kurtulur ve kendisine cehennem ateşinden kurtuluş beratı verilir."

Resul-i Ekrem (s.a.a): "Recep ayındaki ilk Cuma gecesinden gaflet etmeyin. Hiç şüphesiz o geceye melekler "Ragâib Gecesi" derler. Zira gecenin üçte birisi geçtiğinde, göklerde ve yerde bulunan bütün melekler Kabe ve etrafına toplanırlar. Allah-u Teâlâ onlara hitap ederek şöyle buyurur: "Ey benim meleklerim, istediğiniz şeyi benden dileyin." Onlar da şöyle arz ederler: "Ey Rabbimiz, bizim isteğimiz Recep ayının oruçlularını bağışlamandır." Allah Tebâreke ve Teâlâ da "Kabul ettim" diye cevap verir.

Bu Ayda Oruç Tutamayanlar İçin Zikir

 

Kısaca recep ayının orucuyla ilgili çok fazilet ve sevap nakledilmiştir. (Bazı mazeretlerden dolayı) recep ayının orucunu tutamayan birisi, her gün yüz defa şu zikri söylerse recep ayının orucunun sevabını (kısmen de olsa) idrak etmiş olur:

سُبْحانَ الاِْلهِ الْجَليلِ، سُبْحانَ مَنْ لا يَنْبَغِى التَّسْبيحُ اِلاَّ لَهُ، سُبْحانَ الاَْعَزِّ الاَْكْرَمِ، سُبْحانَ مَنْ لَبِسَ الْعِزَّةَ وَهُوَ لَهُ اَهْلٌ

"Subhan'el-İlah'il-celîl. Subhane men la yenbeğî't-tesbîhu illa leh. Subhan'el-eazz'il-ekrem. Subhane men lebise'l-izze ve huve lehu ehl."

Anlamı: Münezzehtir yüce İlâh. Münezzehtir kendisinden başkasına tessbih ve takdis yakışmayan. Münezzehtir en büyük izzet ve kerem sahibi. Münezzehtir layık olduğu halde izzet libasını giyen. –Allah-

2. Sadaka Vermek

Mali imkanları olanların bir mod taam miktarı kadar miskinlere sadaka vermeleri. Mali imkanları olmayanların bunun yerine diyebildikleri kadar tesbih ve zikir demeleri.

 

3. Dua Okumak

Recep ayının her gününde akşam, sabah, gece ve gündüz kıldığın namazların ardından şu duayı oku:

Seyyid İbn-i Tavus, (r.a) Muhammed İbn-i Zekvan'dan (r.a) şöyle naklediyor: "İmam Cafer Sadık'a (a.s); "Canım sana feda olsun, işte Recep ayına girmiş bulunuyoruz; Allah'ın beni faydalandıracağı bir duayı bana öğretmenizi istiyorum" dedim. İmam (a.s) yaz diye buyurdu:

 

يا مَنْ اَرْجُوهُ لِكُلِّ خَيْر، وَآمَنَ سَخَطَهُ عِنْدَ كُلِّ شَرٍّ، يا مَنْ يُعْطِي الْكَثيرَ بِالْقَليلِ، يا مَنْ يُعْطي مَنْ سَأَلَهُ يا مَنْ يُعْطي مَنْ لَمْ يَسْأَلْهُ وَمَنْ لَمْ يَعْرِفْهُ تَحَنُّناً مِنْهُ وَرَحْمَةً، اَعْطِني بِمَسْأَلَتي اِيّاكَ جَميعَ خَيْرِ الدُّنْيا وَجَميعَ خَيْرِ الاْخِرَةِ، وَاصْرِفْ عَنّي بِمَسْأَلَتي اِيّاكَ جَميعَ شَرِّ الدُّنْيا وَشَرِّ الاْخِرَةِ، فَاِنَّهُ غَيْرُ مَنْقُوص ما اَعْطَيْتَ، وَزِدْني مِنْ فَضْلِكَ يا كَريمُ .

Ravi şöyle devam ediyor; sonra İmam (a.s) sol eliyle sakalını tuttuğu halde sağ işaret parmağını hareket ettirerek bu duayı okudu ve ardından şu cümleleri ekledi:

يا ذَا الْجَلالِ وَالاْكْرامِ يا ذَا النَّعْمَاءِ وَالْجُودِ يا ذَا الْمَنِّ وَالطَّوْلِ حَرِّمْ شَيْبَتِي عَلَى النَّارِ

"Ya men ercûhu li-kulli hayr; ve âmenu sehatehu inde kulli şerr. Ya men yu'ti'l-kesîre bi'l-galîl. Ya men yu'tî men seeleh. Ya men yu'tî men lem yes'elhu ve men lem ye'rifhu bi-mes'eletî iyyake cemîe hayr'id-dunya ve cemîe hayr'il-ahire, vasrif annî bi-mes'eletî iyyake cemîe şerr'id-dunya ve şerr'il-ahire. Feinnehu ğayru mengûsin ma e'teyte ve zidnî min fazlike ya kerîm."

Ravi şöyle devam ediyor; sonra İmam (a.s) sol eliyle sakalını tuttuğu halde sağ işaret parmağını hareket ettirerek bu duayı okudu ve ardından şu cümleleri ekledi:

"Ya ze'l-celâli ve'l-ikram. Ya ze'n-ne'mai ve'l-cûd. Ya ze'l-menni ve't-tavl. Harrim şeybetî ale'n-nâr."

Tercümesi : Ey her hayrını ümid ettiğim ve her kötülükte gazabından güvencede olmayı umduğum (rabbim)! Ey aza karşılık çok veren; ey rahmet ve şefkatinden dolayı isteyene de, istemeyene de veren. Sana yalvarıyorum, dünya ve ahiret hayrının hepsinden bana da nasip buyur. Bütün dünya ve ahiret şerrini benden uzaklaştır. Kendi fazl-u kereminden bana verdiğini artır ey Kerim (Allah)!

Ey celal ve kerem sahibi, ey –sonsuz- nimetler ve cömertlik sahibi, ey bağış ve ihsan sahibi, şu beyaz sakalımı -cehennem- ateşine haram (yasak) kıl.

 

Recep ayının her gününde okunması gereken diğer dualar:

Birinci Dua

 

يا مَنْ يَمْلِكُ حَوائِجُ السَّائلِينَ، وَيَعْلَمُ ضَمِيرَ الصَّامِتِينَ، لِكُلِّ مَسْأَلَةِ مِنْكَ سَمْعٌ حاضِرٌ وَجَوابٌ عَتِيدٌ، اللَّـهُمَّ وَ مَوعِيدُكَ، الصَّادِقَة، وَ اَيدِيكَ الفاضِلَة، وَرَحْمَتُكَ الواسِعَة، فأسْأَلُكَ اَنْ تٌصَلِّيَ عَلى مُحَمَّد وَآلِ مُحَمَّد وَاَنْ تَقْضِي حَوائِجِي لِلدُّنْيا وَالاْخِرَة، اِنَّكَ عَلى كُلِّ شَيْيِء قَدِيرٌ .

Tercümesi : Ey saillerin hacetlerini elinde bulunduran ve susanların sırrını bilen (Allah) sen her isteği anında duyar ve her isteği yerine getirebilirsin. Allah’ım! Senin vaatlerin sadık, nimetlerin bol ve rahmetin geniştir. O halde, Muhammed ve Ehlibeyt’ine rahmet etmeni ve benim dünya ve ahiretle ilgili hacetlerimi vermeni diliyorum. Şüphesiz senin her şeye gücün yeter.

İkinci Dua

 

خابَ الوافِدُونَ عَلى غَيْرِكَ، وَخَسِرَ المُتَعَرِّضُونَ إِلاّ لَكَ، وَضاعَ المُلِّمُونَ إِلاّ بِكَ، وَاَجْدَبَ الْمُنْتَجِعُونَ إِلاّ مَنِ انْتَجَعَ فَضْلَكَ، بابُكَ مَفْتُوحٌ لِلرّاغِبينَ، وَخَيْرُكَ مَبْذُولٌ لِلطّالِبينَ وَفَضْلُكَ مُباحٌ لِلسّائِلينَ، وَنَيْلُكَ مُتاحٌ لِلامِلينَ، وَرِزْقُكَ مَبْسُوطٌ لِمَنْ عَصاكَ، وَحِلْمُكَ مُعْتَرِضٌ لِمَنْ ناواكَ، عادَتُكَ الاِْحْسانُ اِلَى الْمُسيئينَ، وَسَبيلُكَ الاِبْقاءُ عَلَى الْمُعْتَدينَ، ُاَللّـهُمَّ فَاهْدِني هُدَى الْمُهْتَدينَ، وَارْزُقْني اجْتِهادَ الُْمجْتَهِدينَ، وَلا تَجْعَلْني مِنَ الْغافِلينَ الْمُبْعَدينَ، واغْفِرْ لي يَوْمَ الدّينِ .

 

Tercümesi :Senden başkasının kapısına giden mahrum kalır; senden gayrisine yönelen ziyan eder; senin katından başkasına yönelen zayi olur ve senin fazlu kereminden başkasını uman kaybeder. Kapın talep edenlere açıktır; hayır ve ihsanın arayanlara ulaşır. Fazl-u keremin saillere mubah, bağışın ümit edenlere hazır, rızkın sana isyan edenlere (dahi) açıktır. Hilmin seni kastedenlere ulaşır. Kötülük edenlere iyilik etmek, senin sünnetin ve haddini aşanlarla müdara etmek senin yolundur. Allah’ım! O halde beni de hidayet edilmişlerin yoluna hidayet et. Bana da (itaatin yolunda) çaba gösterenlerin çabasını nasip buyur; beni (rahmetinden) uzaklaştırılmış gafillerden eyleme ve ceza (kıyamet) gününde beni bağışla.

 

Üçüncü Dua

 

اَللّـهُمَّ اِنّي اَساَلُكَ صَبْرَ الشّاكِرينَ لَكَ، وَعَمَلَ الْخائِفينَ مِنْك، وَيَقينَ الْعابِدينَ لَكَ، اَللّـهُمَّ اَنْتَ الْعَلِيُّ الْعَظيمُ، وَاَنَا عَبْدُكَ الْبائِسُ الْفَقيرُ، اَنْتَ الْغَنِيُّ الْحَميدُ، وَاَنَا الْعَبْدُ الذَّليل، اَللّـهُمَّ صَلِّ عَلى مُحَمَّد وَآلِهِ وَاْمْنُنْ بِغِناكَ عَلى فَقْري، وَبِحِلْمِكَ عَلى جَهْلي، وَبِقُوَّتِكَ عَلى ضَعْفي، يا قَوِيُّ يا عَزيزُ، اَللّـهُمَّ صَلِّ عَلى مُحَمَّد وَآلِهِ الاْوصياءِ الْمَرْضِيِّينَ، وَاكْفِني ما اَهَمَّني مِنْ اَمْرِ الدُّنْيا وَالاخِرَةِ يا اَرْحَمَ الرّاحِمينَ .

 

Tercümesi : Allah’ım! Sana şükredenlerin sabrını, senden korkanların amelini ve sana ibadet edenlerin yakinini diliyorum Senden. Allah’ım! Sen yücesin, azamet sahibisin; bense Senin zavallı ve fakir bir kulunum. Seni gani ve güzel sıfatlara sahipsin, bense zelil bir kulum. Allah’ım! Muhammed ve Ehlibeyti’ne rahmet et ve zenginliğinle fakirliğime, hilim ve sabrınla cahilliğime, gücünle zayıflığıma acı; ey güçlü ve izzet sahibi Allah’ım! Muhammed’e ve onun beğenilmiş vasileri olan Ehlibeyti’ne rahmet et; dünya ve ahiretimle ilgili önemli sorunlarımı hallet, ey merhametlilerin en merhametlisi!

 

4. İmam Hüseyin’in (a.s) Ziyareti

Hz. İmam Cafer Sadık’tan (a.s) rivayet edildiğine göre her kim imam Hüseyin’i (a.s) Recep ayında ziyaret ederse Allah onu bağışlar. Elbette bilinmelidir ki uzaktan da Hz. Hüseyin ziyaret edilebilir. İnşallah.

 

5. İmam Ali bin Musa Rıza’nın (a.s) ziyaret edilmesi.

6. Bu ayda Umre yapılması.


7. İstiğfar ve Zikirlerin yapılması

İmam Sadık'tan (a.s) nakledilen bir hadiste İmam (a.s) Resul-i Ekrem'den (s.a.a) şöyle rivayet etmiştir:

"Recep benim ümmetim için mağfiret dileme ayıdır. Bu ayda istiğfar edin (tevbe edin ve bağışlanma dileyin.) Zira Hak Teala, çok bağışlayan ve rahimdir. Recep ayına "Asabb" (dökülen) denir; zira bu ayda benim ümmetimin üzerine çok rahmet dökülür. O halde şu zikri çok söyleyin:

اَسْتَغْفِرُ اللهَ وَاَسْألُهُ الَتَّوْبَة

"Esteğfirullahe ve es'eluhu't-tevbe."

"Allah'tan mağfiret ve tevbe diliyorum."

Bu ayda 1000 defa bu zikir söylenir:

اَسْتَغْفِرُ اللهَ ذَا الْجَلالِ وَالاْكْرامِ مِنْ جَميعِ الذُّنُوبِ وَالاثامِ

Kim 100 kere bu zikri:

اَسْتِغْفِرُ اللهَ لا اِلَـهَ إلاَّ هُوَ وَحْدَهُ لا شَرِيكَ لَهُ وَاَتُوبُ اِلَيْه

Esteğfirullahellezi la ilahe illa hu, vehdehu la şeriyke lehu ve etubu ileyh.”[1]

Der ve ardı sıra sadaka verirse, Allah onun sonunu rahmet ve mağfiretle hatmeder. Kim dört yüz defa söylerse Allah yüz şehidin sevabını kendisine verir.

 

1000 kere bu zikri söylemek:

لا اِلَـهَ إلاّ الله

“la ilahe illallah”; “Allah’tan başka ilah yoktur”

Kim Recep ayında yetmiş defa sabahleyin yetmiş defa da akşamleyin bu zikri:

اَسْتَغْفِرُ اللهَ وَاَتُوبُ اِلَيْهِ

Der ve Yetmişinci defanın ardı sıra yetmiş birinci de

اَللّـهُمَّ اغْفِرْ لي وَتُبْ عَلَيَّ

Derse, Allah’ın hoşnutluğunu kazanarak ölür ve recep ayının bereketiyle cehennem ateşine müptela olmaz.

 

8. Namaz*

Birinci namaz

Recep ayında her akşam iki rekat namaz aşağıdaki şekilde kılınmalıdır.

a) Her rekatta Fatiha suresinden sonra üç defa “Kafirun” ve bir defa “İhlas” suresi okunur.

b) Namazdan sonra şu dua okunur:

 

لا اله الاّ اللّه وحده لاشريك له، لهُ الملك و له الحمد، يحيى و يميت و هو حىّ لايموت بيده الخير و هو على كل شى‏ءٍ قدير و اليه المصير ولاحول ولا قوّة الاّ باللّه العلى العظيم. اللّهمّ صلّ على محمد النبىّ الاُمىّ و آله

“La ilahe illallahu vehdehu la şeriyke lehu, lehul mulku velehul hamd, yuhyi ve yumiytu ve huve hayyun la yemutu biyedihil ğayru ve huve ale kulli şey’in kadir ve ileyhil mesir ve la havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim. Allahumme salli ale muhhammedin nebiyyil ummiy ve alihi.”[2]

 

Daha sonra Allah Subhan’dan ne hacetin varsa istersin.

İkinci namaz

Seyyid İbni Tavus, Hz. Resulü Ekrem’den şöyle rivayet etmiştir: “Her kim Cuma günü öğle ve ikindi namazının arasında dört rekat namaz kılar ve her rekatta Fatiha suresinden sonra 7 defa ‘Ayetel Kürsü’, 5 defa “İhlas” suresini okursa ve sonra 10 defa

 

«أَسْتَغْفِرُ اللهَ الَّذِى لا إِلَهَ إِلا هُوَ وَ أَسْأَلُهُ التَّوْبَةَ»

 

“Esteğfirullahellezi la ilahe illa hu ve eseluhu’t tevbe”[3] derse Hak Teâlâ onun için bu namazı kıldığı andan ölene kadar her gün bin hasene (iyilik) verir. Ve ona okuduğu her ayet için kızıl yakuttan bir şehir ve her söylediği her harf için beyaz inciden cennette bir saray verir ve onu hurilerle evlendirir ve ondan razı olur.

Üçüncü namaz

Hz. Resulullah efendimizden (s.a.a) şöyle rivayet edilmiştir: “Her kes Recep ayının gecelerinden birinde 10 rekat namaz kılar ve her rekatta Fatiha suresinden sonra 1 defa Kafirun 3 defa İhlas suresini okursa, Allah Teâlâ onun günahlarını bağışlar.”

 

9. İhlas Suresini Okumak

Seyyid İbni Tavus, İkbal kitabına Hz. Resulü Ekrem efendimizden (s.a.a) ihlas suresini bu ay okumanın çok faziletli olduğunu nakletmiştir. Okunacak miktar ise 10 bin, bin veya yüz defa olmalıdır. Ayrıca her kim Cuma günü ihlas suresini 100 kere okursa kıyamet günü onun için nur olacağını ve onu cennete çekeceğini rivayet etmiştir.

 

* Burada zikredilen tüm müstahap namazlar sabah namazı gibi ikişer rekatlı olarak kılınmalıdır.

 

 

 

 

 

 

 

RECEP AYININ AMELLERİ

 

Ehl-i Beyt Haber Ajansı ABNA.İR

 

 

ABNA.İR

 

 

[1] - ANLAMI: “Kendisinden başka ilah olmayan, tek olup ortağı bulunmayan Allah’tan bağışlanma diliyor ve O’na tövbe ediyorum.

 

[2] - ANLAMI: Allah’tan başka ilah yoktur; tektir ve ortağı yoktur. padişahlık ve hamd O’na mahsustur. Diriltir ve öldürür. O ise diridir ve hiçbir zaman ölmez. Bütün hayırlar O’nun elindedir. Ve O’nun her şeye gücü yeter. Her şeyin dönüşü onadır. Yüce ve azametli Allah’a dayanmayan hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Allah’ım! Ümmi peygamber Muhammed ve Ehlibeytine rahmet et.”

 

[3] -ANLAMI: Kendisinden başka ilah olmayan, Allah’tan bağışlanma diliyor ve O’na tövbe ediyorum.

 

[4] - ANLAMI: “Allah’ım! Ümmi peygamber Muhammed ve Ehlibeytine rahmet et.”

 

[5] - ANLAMI: “Allah’ım! Bağışla merhamet et. Hakkımızda bildiğin şeylerden (kötülüklerden) geç; doğrusu en yüce ve ulu ancak sensin.”

 

[6] - ANLAMI: “Melekler ve Ruhun rabbi olan Allah, mukaddes ve bütün noksanlıklardan münezzehtir.”

 

İLGİLİ HABERLER

 

Recep Ayının Fazilet ve Amelleri

 

Velayet-i Fakih Sistemine Yöneltilen Sorular ve Cevapları (3)

Bazı büyük âlimler inanmadıkları halde nasıl olurda Velayet-i Fakihi İmamların (a.s) velayetinin bir uzantısı olarak kabul edebiliriz? Velayet-i fakih konusunda her zaman tartışma konusu olan Ayetullah Tebrizi’nin görüşü nedir?

Bazı büyük Şia âlimleri velayeti fakihin aslı konusunda ittifakın olduğunu veya Şia fakihlerinin çoğunluğunun kabul ettiklerini açıkça belirtmişlerdir.

Merhum Neraki (1245 h) şöyle yazar: “Velayeti fakih Şiaların tamamı arsında kabul edilir ve fakihlerin hiçbirisi buna eleştiri getirmemiştir”[1]

Hicri altıncı asır fakihlerinden İbni İdris şöyle yazar: “İmamlar sorumluluklarının tamamını Şia fakihlerine bırakmışlardır.”[2]

Sahibi Cevahir (vefat 1266 h) şöyle der: “Velayeti fakih konusunda vesveseye düşen kimse, fıkhın tadını tatmamış ve Masumların (a.s) sözlerinin mana ve sırrını anlamamıştır.”[3]

İmam Humeyni’de (r.a) bu konuda şöyle buyururlar: “Bizim getirdiğimiz velayeti fakih yeni bir şey değildir aksine, bu mesele önceden beri bahis konusu olagelmiştir. Mirza Şirazi’nin tütünün haram etmesi, hükümet hükmü gibiydi… alimlerin tamamı bu fetvaya tabi oldular… Merhum Kaşifu’l Ğıta, bu konuların birçoğunu ifade etmiştir… Merhum Neraki, Allah Resulü (s.a.a)’nün sahip olduğu makamın tamamını fakihler için sabit olduğuna inanıyordu. Naini’de şöyle buyurmuştur: Bu konu Ömer b. Hanzala’nın makbulesinden istifade edilir… bu mesele yeni bir şey değildir…”[4]

Dolayısıyla ihtilafların tamamı velayeti fakihin sorumluluk sınırları ve bun ispat edilmesi konusundadır.

İmam Hamanei bu konuda şöyle buyurmuştur: “Velayeti fakih, rehberlik ve tüm boyutlarıyla toplumu idare etmek hak mezhep olan İsna Aşere’nin her zaman ve her asırdaki rükünlerindendir ve bu meselenin kökeni imamete dayanır. O halde delil üzerine bunun aksine inanan kimse mazurdur (özrü kabul edilir) ama mazur olmasının yanında tefrika ve ayrılık çıkarması caiz değildir.”[5]

Soru : Velayeti fakih konusunda Ayetullah Tebrizi’nin görüşünü açıklar mısınız?

Cevap: Ayetullah Tebrizi hisbe (velayeti hisbe: velayeti mutlaka’nın karşında yer alan görüş) yolunun daha geniş anlamıyla velayeti fakihi kabul eder. Aytullah Tebrizi “Sıratu’n Necat” kitabında bu tür işleri ikiye ayırmıştır:

1. Dar anlamıyla “Velayet-i fakihi “umur-u hisbe” (kimsesizlerin, dul kadınların, öksüz ve yetimlerin ve kendiişlerini idare edemeyen kimselerin sorumluluğunu üstlenmek).[6]

2. Geniş anlamıyla “Velayet-i fakihi “umur-u hisbe” (kimsesizlerin, dul kadınların, öksüz ve yetimlerin ve kendiişlerini idare edemeyen kimselerin sorumluluğunu üstlenmek).[7]

“Hisbe” lügatte ecir ve sevap anlamındadır ve fıkıh ıstılahında şahsın veya bir kuruluşun bakmakla görevli olmadığı işler manasına gelir. Diğer taraftan kimsesiz çocukların bakımı ve onların mallarının korunması, kimsesi olmayan Müslüman’ın defnedilmesi, kayıp şahısların mallarının korunması ve… gibi işlerin ihmal edilerek yerde kalmasına Allah’ın razı olmadığını biliyoruz.

Fıkhi açıdan bu tür işlerin sorumlusu adil fakih veya en azından bu işleri idare etme sorumlusu adil fakihe aittir. Eğer adil fakih yoksa veya ulaşılamıyorsa, adil Müslümanlar bu sorumluluğu üstlenirler. Adil Müslüman’ın olmaması durumunda ise diğer Müslümanlar sorumludurlar. Dolayısıyla adil fakihin olması durumunda diğer Müslümanlar “hisbe” işlerinde sorumlulukları yoktur.

Şu halde İslam toplumunun siyasi, iktisadi, kültürel – kesinlikle halkın dünyevi ve uhrevi yazgısını belirler- işleri acaba “hisbe” işlerden mi sayılır yoksa Kanun Koyucu eğitim düzeninin ıslah edilmesini, kanun konulmasını, kültürel işleri, toplumsal adaleti ve… gibi işleri öylesine bırakmış ve bu işlerin uygulanmasını istememiş midir?

Kesinlikle bu işler son derece önemlidir ve bunların sorumluluğunu üstlenecek biri olmazsa toplum içinde hercümerç ve sapmalar ortaya çıkacaktır. O halde kimsesiz çocukların, delilerin ve kaybolmuş kimselerin mallarının korunması, Allah’ın terk edilmesini sevmediği ve razı olmadığı işler olur ve bunların idaresini, adil fakihin üstlenmesini farz kılar da kamu mallarının, Müslümanların mal ve can güvenliklerinin ve ülke sınırlarının korunmasını ve – toplumda dini hükümlerin gölgesinde icra edilmesi gereken- adil hükümetin oluşturulmasını nasıl olur da Allah dikkate almaz? Acaba Allah-u Teâlâ, yetimlerin mallarına önem veriyor ama Müslümanların mallarını korumaya önem vermiyor diyebilir miyiz?

Dinin, ferdi ve kısmi işlerin üstlenilmesini adil fakihe bıraktığını ama genelin haklarını ve İslam toplumunun idare edilmesini dikkate almadığını kesinlikle söyleyemeyiz.

Acaba kâfirlerin Müslümanlara her türlü tasallutunu yasaklayan İslam: “Allah, mü’minlerin aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermeyecektir”[8]bağımsız bir hükümetin oluşturulup iç ve dış düşmanların tehlikesinden muhafaza edilmesi konusunda tarafsız mı kalmıştır?

Dolayısıyla hükümetin oluşturulması “hisbiye” ile alakalı işlerin en belirgin somut örneği ve fazların en önemlisidir ve böyle bir hükümetin ön hazırlıklarının oluşturulması da farz olacaktır. Bu konunun delilini iki mukaddimeyle özetleyebiliriz:

Bir. Allah-u Teâlâ İslam hükümetine bağlı maslahat ve hükümlerin ortadan kaybolmasına razı değildir.

İki. Bu önemli işin yerine getirilmesi adil fakihin sorumluluğundadır zira şer’i delillerden dini hükümeti idare etmenin şartının “fekahet (fakih olma)” olduğunu ve kabul edilen ortak paydaya göre bu işi fakihin üstlenip yerine getirebileceğini anlıyoruz. Çünkü asıl itibariyle Allah tarafından izinli olmaksızın kimsenin başkalarına emir ve nehyetme hakkı yoktur. Dolayısıyla “hisbe” işleriyle alakalı sorumluluğun, dini hükümet oluşturmakla ve veliyi fakihle çok yakından ilişkisi olduğu son derece açıktır.[9]

Ayetullah Tebrizi bu konuda şöyle buyurur: “Mukaddes Kanun Koyucu, Müslümanların işlerinin sorumluluğunu fasıkların üstlenmesine razı değildir. – imkân dâhilinde – zalimlerin ellerini kesmek Müslümanların üzerine farzdır ve güvenliğin oluşturulması ve korunması maslahatların en önemlisidir. Eğer salih bir fakih başka bir fakih tarafından Müslümanların işlerinin yürütülmesini üzerine almışsa, başkalarının bunu zayıflatmaya hakları yoktur ve toplum düzenin işlerini yürütmekle görevli fakihe itaat edilmesinin farz oluşu hiçte uzak bir ihtimal değildir. Söz konusu bu fakihin sorumluluk alanı İslam’ı ve Müslümanları korumanın dışına çıkmaz.”[10]

Devam edecek…

 

Yazarlar: Üstat Hamid Rıza Şakirin ve Ali Rıza Muhammedi

 

Dipnotlar________________________________________________________________________________________________________

 

[1]Neraki, Ahmet, “Avaidü’l Eyyam”, s. 186.

[2]İbni İdris, “Serair”, c. 2, s. 25.

[3]“Cevahiru’l Kelam”, c. 2, s. 398.

[4]İmam Humeyni (r.a), “Velayeti Fakih”, s. 112-113.

[5]“Ecvibetü’l İstiftaat”, el cüzü’l evvel, s. 18, Daru’l Vesile, 1416 h.

[6]“Sıratu’n Necat”, s. 10 ve 12.

[7]“Sıratu’n Necat”, s. 10 ve 12.

[8]Nisa Suresi, 141.

[9]Hüseyni Hairi, Seyit Kazım, “Velayetu’l Emr fi asri’l Gaybe”, s. 96.

[10]Tebrizi, Ayetullah Şeyh Cevat , “İsalü’t Talip ile’t Talig alel Mekasip”, Kum, 1411, c. 3, s. 36-40

İran İslam Cumhuriyeti ve Öz Muhammedi İslam olan Ehlibeyt mektebine düşmanlık güden dünyanın tüm zorba güçleri, her fırsatta çeşitli bahanelerle bu mazlum halka saldırmaktadır. Bu saldırılar İslam Devrimin ilk gününden itibaren başladı ve halende şiddetli bir şekilde devam etmektedir. İslam Devrimine saldırıların öncülüğünü Amerika ve İsrail başta olmak üzere öz Muhammedi İslam’dan korkan sözde Müslüman ve gayri Müslimler üstlendi. Kimileri savaş meydanında bu mücadeleyi verirken, kimileri de kalemleriyle İran İslam Cumhuriyetine ve onun temelini oluşturan Ehlibeyt mektebine saldırmaktadır. Gerçeklerden haberi olmayan halkımız da bu satılmış kalemlere kimi zaman kanmış ve kimi zamanda olayların iç yüzünü bilmedikleri için teslim olmak zorunda kalmışlardır. Bizde ABNA olarak İran İslam Devrimiyle başlayan olayların kısaca tarihini vermeyi uygun gördük.

 

DEVRİM SONRASI ÖNEMLİ OLAYLAR

İran İslam devrimi 11 Şubat 1970 tarihinde gerçekleşince Şah rejiminin baş elemanları bir bir halk tarafından yakalandı. Halkın gazabından kurtulabilenler ise kıyıya köşeye gizlenebildiler veya yurtdışına kaçtılar. Geçici hükümet ülkenin siyasi kudretini ele geçirdi. Ama hükümetle yer alaşım üst düzey şahısların liberal yapısı ve baskıcı, ortamdan kurtuluşun psikolojik etkisiyle ülke çapında geniş bir özgürlük rüzgârları estirildi. Üniversiteler siyasi grupların cirit attığı alanlara dönüştü. Artık okullarda dersler bile tatil edilmişti.

Tahran Üniversitesi önündeki bütün kitap evleri uzun yıllar boyunca- yasaklanmış birçok kitabın sergisi haline geldi. Buralarda en Marksist ülkelerde hile yasak olan her türlü kitaplar satılıyor, herkes kendi dünya görüşüne pazar bulmaya, çalışıyordu. Üniversiteler siyasi grupların miting alanına dönüştü. Ama inkılâbın asli evlatları alan Hizbullahiler, Şahın "bayındır bir mezarlık" olarak bıraktığı ülkeyi onarmakla meşgul oldukları için böylesi siyasi gövde gösterilerine fırsat bulamıyorlardı. Lakin özgür ortamdan istifade etmek isteyen 28 Marksist örgüt 10'dan fazla teşkilat ve siyasi gruplar hızlı bir çalışma içine girdiler. "Peykar" ve, '"Halkın fedaileri gibi örgütler zahirde Tahran gibi merkezlerde siyasi propagandalarını yürütürken bir yandan da gizlice Kürdistan Günbet Belucistan gibi zengin, yerlerde de silahlı mücadelenin hazırlıklarını yapıyorlardı. Devrim sonrası arzuladıkları bir rejime kavuşamadığını gören guruplar ilk günden itibaren devletin aleyhine çalışmalar yapmaya başladılar. İlk defa “Furkan” adlı Marksist gurup devrimin 3. ayından itibaren silahlı bir mücadele başlattığını ilan etti. Bu örgüt ilk önce İran genelkurmay başkanı Karaniyi daha sonra da Ayetullah Mütahhari'yi şehit etti. Ama çok geçmeden örgüt çökertildi ve elemanları idam edildi. Özelliklede Ayetullah Müteharri, Müfettih ve Kadı Tabatabai gibi ilmi ve siyasi şahsiyetlerin şehit edilmesi Devrimci, halkın uyanmasına ve bilinçlenmesine sebep oldu.

Devrim muhafızları ve devrimci halk Günbed şehrinde Devrim düşmanlarını etkisiz hale getirerek şehirde İslam devletinin hakimiyetini sağladı. Ama geçici hükümet tarafından Kürdistan’a vali olarak tayin edilen Yunus adındaki Demokrat Parti'ye bağlı komünist şahsın izni üzerine Günbed şehrinde yenilen gruplar Kürdistan'a akmaya başladı.

Devrim düşmanları Ağustos 1979'da (İran’ın Kürdistan bölgesindeki) Pave şehrine saldırarak şehirde bulunan tüm devrimci Müslümanları acımasızca katlettiler.Yirmiden fazla insanın başını gövdesinden ayırıp görülmemiş bir cinayet örneği sergilediler.

Bu arada Müslüman öğrenciler casusluk yuvası olan Amerikan Büyükelçiliğini İşgal ettiler. Bu hareket Amerika ve uşaklarına indirilen ağır bir darbe sayılıyordu. Casusluk yuvasında ele geçirilen belgeler birçok gizli ilişkileri açığa çıkarmış ve iç kargaşalıklarda, özellikle de Kürdistan olaylarında Amerika'nın parmağının olduğu anlaşılmıştı. Dolayısıyla Peykar vb. örgütler kendilerini bekleyen tehlikeyi sezinleyerek bu halkçı devrimi lekelemeye başladılar.

Halkın Mücahitleri (Münafıkları) örgütün ilk eylemini "Hizb-i Cumhuri-i İslami"ye (İslam Cumhuriyeti Partisi) karşı gerçekleştirdi. Bu terörist saldırıda İran Meclis Başkanı Dr. Ayetullah Muhammed Hüseyin Beheşti, birçok Meclis Temsilcileri, dört bakan, birkaç bakan yardımcısı ve alimler olmak üzere 72 kişi paramparça bir halde acımasızca şehit edildi. Dünya kamuoyu bu olup bitenler karşısında adeta deve kuşu misali başını toprağa gömmüş ve olayı görmezlikten gelmişti! Buna karşılık İslam devleti bu teröristlerden bir kaçını yakalayıp cezalandırınca "İran'da hürriyet ve insan haklan yoktur." diye feryat etmeye başlamışlardı. Halbuki İran Anayasasında insanların inançlarının baskı altına alınamayacağı ve hiç kimsenin inançlarından dolayı kınanamayacağı açıkça yer almıştır. Ama başkalarının hakkına tecavüz eden ve toplumda anarşi doğuran kimselere sırf özgürlük adına müdahale etmemek aslında toplumun haklarına tecavüz sayılmaktadır. Başkalarının hak ve inançlarına saygı duymayan bir kimse aynı saygıyı başkalarından bekleyemez. Bir insanı öldüren anarşistin de yaşama hakkı olduğu söylenemez. İran'da da devrimin ilk günlerindeki özgürlük ortamından su-i istifade eden terör grupları işte böylece binlerce insanı suçsuz yere acımasızca katletmişti. Bu cinayetlere hiç bir şey demeyen Batı dünyası söz konusu teröristleri yakalayıp adalet üzere cezalandıran İslam devletine karşı "hürriyet ve insan haklan" iddiasıyla bir karşı kampanya başlattılar. İran'ı dünya karşısında inzivaya iterek, yalnız bırakmak için çalıştılar.

İmam yanlısı öğrencilerin Tahran'daki Amerikan casusluk yuvasını haline gelen elçilik binasını işgal etmeleri, İran milletinin emperyalizme indirdiği en büyük darbeydi. Bu olay Amerika'nın zayıflığını ortaya koydu. Amerika, yıkılan prestijini yeniden kazanmak için İran aleyhine yoğun bir propagandaya başladı. Bu hususta da başarılı olamayan Amerika 12 Aralık 1979’da İran'a karşı ekonomik bir mücadeleye girdi ve İran'ın dünya bankalarındaki paralarını 30 Nisan 1980 tarihinde dondurdu. Buda işe yaramayınca bu defa İran’a karşı bir askeri müdahalede kararı aldı.

Bu arada İran’da Beni Sadr hükümeti çökmüş yerine Muhammed Ali Recai hükümeti kurulmuştu. Recai ile Beni Sadr arasında ideolojik farklılık bulunduğundan bir türlü uyuşamıyorlardı. Recai hükümeti kurulunca Amerika'nın umutları yeniden boşa çıktı. Bu yüzden emperyalistler Recai hükümetine karşı yoğun bir kampanya başlattılar. Ayrıca Recai hükümetinin kurulmasından birkaç gün sonra 22 Eylül 1980'de Amerika yenilgilerinin intikamını almak için Baas rejiminin uşaklarına İran'ın istila edilmesi emrini verdi. Saddam güçleri deniz, hava ve karadan İran'a karşı yoğun bir saldırı başlattı. Bu durumu fırsat bilen Amerika 25 Nisan 1980 tarihinde 18 askeri yük uçağı, 20 helikopter ve bunların içinde bulunan üç bin komando, motosikletler, askeri cipler, yüzlerce el bombası, toplar ve makineli tüfeklerle İran hava sahasına girip Tebes çölüne indi. Böyle büyük bir askeri güç, sadece gaybi yardımlarla etkisiz hale getirildi. Beklenmeyen bir kum fırtınası bütün bu uçakları ve helikopterleri görevlerini yapamayacak hale getirdi. Bu harekatın hedefi elçilikte öğrenciler tarafından rehin alınan Amerikalıları kurtarmaktı. Altı helikopter, bir uçak birkaç cip, 6 motosiklet, 30 patlamış el bombası ve bir sürü yanmış Amerikan komandosunun cesedini Tebes Çölü'nde bırakarak, İran'ı terk etmek zorunda kaldılar.

Bu başarısız harekâttan sonra bu kez de darbe girişiminde bulundu. Amerika bu görevi de Bahtiyara verdi.Devrim Muhafızları 7 Temmuz 1980'de darbe başlamadan birkaç dakika önce casusları yakaladı.

Beni Sadr’ın İmam Humeyni tarafından azledilmesiyle stratejik bir noktayı kaybeden İslam düşmanları bu kez büyük bir suikast düzenlediler. Ancak Allah'ın yardımı ile başbakan ve Meclis sözcüsü suikast düzenlenen toplantıya katılmadıklarından bu terörist saldırıdan sağ olarak kurtuldular. şehit olan milletvekillerinin sayısı da meclisin çalışmalarını bozacak kadar değildi.

 

KÜRDİSTAN

Kürtler Ortadoğu'da yaşayan Ari ırkına mensup bir topluluktur. Kürtler de küfe, Bağdat ve diğer İslam merkezlerine yakın yerlerde ikamet ettikleri için İranlılar gibi hemen İslam dinini kabul etmiş siyasi, askeri, kültürel ve ilmi alanlarda birçok başarılı çalışmalarda bulunmuşlardır .Örneğin, H. 6. asırda Kürtlerde diğer Müslüman topluluklarla birlikte Selahaddin Eyyubi komutasında; Kudüs'ün Haçlıların elinden alınmasında büyük bir rol oynamışlardır

9. asırda Kürdistan bölgesi Osmanlı ve Safevi sultanları arasında paylaşılmış ve ikiye bölünmüştü. Her iki bölgede yaşayan Kürtler tarih boyunca zulüm ve baskı rejimlerine karşı çıkmış, asla zulme razı olmamışlardır. Safeviler zamanından Kaçkar hükümeti zamanına kadar Erdelan hanedanı Kürdistan'ı yönetmekteydi. Erdelan hanedanı halk kıyamlarını şiddetle bastırıyor ve Osmanlıların İran'a saldırmasına engel oluyordu. Meşrutiyet zamanında da Kürdistan devlet aleyhtarı kimselerin üssü konumundaydı. Kürtler bu dönemde bu devlet aleyhtarı kimselerle birlikti Muhammed Ali Şah'ın kardeşi Salar-uda-Devle komutasında merkezi meşrutiyet hükümetine karşı savaşıyorlardı. Daha sonra da Kürtler İsmail Ağa Simko rehberliğinde Rus ve Osmanlı İmparatorluğunun himayesinde Rıza Han'ın hükümeti zamanına kadar merkezi hükümetle savaş halindeydi.

Emperyalizmin Ortadoğu'ya girişinden önce Kürtler, münzevi bir kabile hayatı yaşıyorlardı. 1. Dünya savaşında Ruslar bölgeyi işgal ettiler. Ama Kürt halkı bu işgale karşı kahramanca direndi. 1. Dünya savaşından sonra müttefikler Ortadoğu'daki işgal edilmiş toprakları paylaştırmak için bir araya toplandılar ve önceden Osmanlı'ya bağlı olan 22 Arap ülkesini kendi aralarında paylaştılar. Müttefikler bu arada bağımsız ve müstakil bir Kürd devletinin kurulmasını planladılarsa da bu plan hiç bir zaman gerçekleşmedi. O tarihten itibaren İngilizler İslam ümmetini parçalamak için Kürdistan’da hızla milliyetçilik fikirlerini yaymaya başladılar; Milliyetçilik bizlere Haçlılar'ın bir armağanıdır. Milliyetçilik İngilizlerin' "parçala yönet"; siyasetinin bir parçasıydı. Nitekim Osmanlı'yı yıkan bir neden de bu milliyetçilik akımıydı.

19. asra kadar Ortadoğu'da milliyet ve ırk diye bir mesele söz konusu değildi. Tüm kavimler bir arada kardeşçe yaşıyordu. Emperyalistler eskiden beri bağımsız bir Kürdistan devletinin kurulmasını istiyordu. Nitekim İngilizler 1926 yılında Irak Kürdistanı'nı işgal etmeden önce bu bölgenin bağımsız bir şekilde idare edilmesini istemekteydi. Ama burayı işgal ettikten sonra zavallı Kürd halkını şiddetle katletti ve İngiliz hava kuvvetleri Kürt halkını acımasızca bombardımana tuttu.

İki Dünya savaşı boyunca da Kürtler arasında birkaç milliyetçi hareket başlatıldıysa da Rıza Han tarafından bastırıldı; Rıza Han 1941 yılında çökünce Irak'ta faaliyet gösteren Hiva (Ümid) Partisinin kolları bir araya toplandı ve Komala adlı milliyetçi bir parti kurdular. 2. Dünya savaşında Kızıl ordu Kürdistan'ı işgal etti. Rusya Azerbaycan Cumhurbaşkanı Bakırof, Kürdistan'ın feodalleri ile aşiret başkanlarını bir araya topladı. Bunlar arasında milliyetçi düşünceleri olan ve bölgede büyük bir nüfuza sahib olan Kadı Muhammed de vardı. Kürtler eğer Kızıl orduya yardım edecek olursa Ruslar da buna karşılık bağımsız bir Kürdistan'ın kurulması için onlara yardım edecekti. Ruslar “Kürdistan'a özgürlük” sloganıyla Demokrat Parti'nin kurulmasını istediler. Bu şahıslarda söz konusu toplantıdan döndükten sonra Komala Partisinin de yardımıyla denilenleri yerine getirmeye başladılar.

1943 yılında partinin rehberi Kadı Muhammed, Mehabad’da (İran Kuzey Kürdistan’ın merkezi) Cumhurbaşkanı seçildi. Bu olay Kızıl ordunun himayesinde ve Stalin hükümeti zamanında gerçekleşti. Bundan önce de meşhur komünist Pişeveri'nin rehberliğinde Tudeh Partisi kurulmuş ve bağımsız bir Azerbaycan ortaya çıkarılmıştı. Dolayısıyla bu iki bağımsız cumhuriyet arasında dostça ve yakın bir ilişki vardı.

Ama bu cumhuriyet bir yıldan fazla ayakta duramadı. Zira Ruslar Kıvam'ud-Devle" hükümetinden Kuzey Petrol imtiyazını alınca buna karşılık ordularını geri çekmeyi kabul ettiler. Ruslar geri çekilince de Kürdistan Cumhuriyeti yıkıldı. Kadı Muhammed ise yakalanarak idam edildi.

Musaddık zamanında Demokrat Partisi, Tudeh Partisinin batı kolu olarak yeniden bir mücadele başlattı. Ama ihtilal sonrası yeniden bastırıldı ve 1959 yılına kadar tümüyle bu parti dağıtıldı. Bu yüzden 1959 yılından sonra Kürtlerin mücadelesi Irak topraklarına kaydı. Molla Mustafa Barzani'nin Şah ve Amerika ile uzlaşmasına kadar da Kürtler mücadelesini bu topraklarda sürdürdüler.

Molla Mustafa 1965 yılında Şah ve Amerika ile uzlaşınca İsmail Şerifzade ve Molla Avare gibi bazı solcu aydınlar İran'a gelerek, silahlı mücadele için bir komite oluşturdular. Ama bir yılı aşkın bir süre sonra bu hareket de bastırıldı ve hareketin öncüleri çatışma esnasında öldürüldü.

İslam devrimiyle birlikte Müslüman Kürt halkı da diğer Müslümanlarla birlikte hareket etmiş ve böylece adeta kendi asil İslami kimliğini elde etmiş oldu. Senendec âlimlerinden olan Safderi'nin Şah güçlerince yakalanmasının ardından halk genel bir direnişe geçerek İslami bir tavır sergilemişlerdi.

Ama ne yazık ki kendini Kürtlerin rehberi sanan Müftizade İslam devriminden az önce Şahlık anayasasından söz ediyordu. Bu yüzden Kürtler Müftizade ve taraftarlarının önderliğinde liberal bir tutum içine girmişlerdi. Mehabad'da ise daha çok solcu akımlar faaliyet gösteriyordu. Komala Partisi İzzeddin Hüseyni gibi SAVAK ajanı ve piyon ilerici gösterirken Ayetullah Mutahhari, Talagani, Beheşti ve Hameneî gibi şahsiyetleri ise gerici olarak tanıtıyordu. Elbette ki Senendec'de de Müslüman ve inkılapçı kimseler yok değildi. Ama daha çok Müflizade gibi milliyetçi veya solcu akımlar hakim durumdaydı.

Velhasıl Kürtler tarih boyunca hep İslam'dan uzak hain aydınlar tarafından emperyalistlere peşkeş çekilmiştir. Bizdeki PKK ye diğer sol hareketleri de bunun bir örneğidir. Dolayısıyla da İran'daki Müslüman Kürtler nasıl İslam devrimi sayesinde gerçek kimliğine kavuşmuş ve emperyalist oyunlara son vermişse bizim Müslüman Kürtler için de aynı şey söz konusudur. Kürt sorunu sadece İslam sayesinde çözümlenebilir. Zira emperyalist oyunları bozan ve her türlü ayırım ve zulme karşı olan yegane din İslam'dır. Ne PKK ve ne de diğer hain örgütler Müslüman Kürt halkının temsilcisi olamaz. Kürtler Müslümandır ve dolayısıyla da sadece İslam'ı kabul ederler. "İçgüveysiden hallice" sarıldıkları bir takım çözümler ise içinde bulundukları zor şartların ve çaresizliğin neticesidir. Kürt halkı için İslam'dan başka çözüm peşinde olanlar Midyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olanlardır. Dolayısıyla Kürt sorunu da sadece İslam ve devrimci Müslümanlarca çözümlenebilir. Zavallı halkı katleden PKK ve buna neden olan laik güçlerin Kürt halkına verebilecekleri hiçbir şey yoktur.

İran devriminden hemen sonra Mehabad'daki Komala örgüt elemanları halkın kucağına dönen askeri birlikleri basarak tüm silahlarına el koydular. Birkaç gün sonra Senendec de (İran’ın Kürdistan bölgesinin merkezi) aynı olaya şahit oldu. Bu olaylar üzerine merhum Ayetullah Talagani başkanlığında bir heyet Kürdistan'a giderek oradaki olayları geçici bir süre için durdurdular. Ama geçici hükümet tarafından Kürdistan'a vali olarak atanan Yunusi adında bir komünist orada solcuların gelişmesini ve İslamcı güçlerin sindirilmesini sağladı. Bu esnada Nakade faciası meydana geldi. Yıllarca bu şehirde kardeş olarak yaşamış olan Kürtler ve Türkler milliyetçilik havasıyla birbirine saldırdılar. Çok geçmeden bu olay Merivan'da da ortaya çıktı. İnkılabçı Müslümanlar acımasızca katledildi. Ne acıdır ki liberal zihniyete sahib olan geçici hükümet (Beni Sadr hümüti) de bütün bu cinayetlere seyirci kalıyordu.

İslam ümmetinin yetimleri olan zavallı Kürtler saray mollası İzzettin, saltanat yanlısı Palizban ve Üveysi, feodal zihniyetti sufi şeyh Osman-i Nakşibendi, bölgenin haini Salarcaf, Maocu Komala, Rus yanlısı Fedailer vb. onlarca dirayetsiz kişi ve grupların oyununa gelmişlerdi. Özellikle de rejimin SAVAK veya Evkaf teşkilatına bağlı olan Kürdistan mollaları halkın İslam'dan tümüyle soğumasına neden olmuştu. Ama İslam devrimi sayesinde gerçek İslam'la tanışan Kürtler, hemen aziz İslam dinine dört elle sarılarak hain ve emperyalizmin uşağı kimselere karşı koydular. İmam'ın emriyle savaştılar, şehit verdiler ve Kürdistan'ı şeytanların sultasından kurtararak Allah'ın dinini hakim kıldılar. O günden sonra Kürdistan insana kulluktan Allah'a kulluğun izzet ve şerefine erdi. Yıllardır, kendilerini kandıran ikiyüzlülerden tilki sıfatlı rehberlerden kurtulmuş oldular.

Münafıklar Pave şehrini kuşatma altına alınca Dr. şehit Çamran (İranlı bu büyük şahsiyet, aslen Kürt’tür) İmam'ın emri üzerine Pave, şehrini münafıkların eline düşmekten kurtardı ve fatih İslam askerleri Senendec şehrine girdi. Daha sonra da Sakız ve Mehabad münafıkların elinden, kurtarıldı, Yavaş yavaş bölge münafıkların elinden kurtarılmaya başladığı bir zamanda aniden geçici hükümet Devrim düşmanları ile görüşme masasına oturdu. İmam bu görüşmelere karşıydı. Zira bu münafıkların hiç birisi Kürd halkının temsilcisi olamazdı. Ama ne yazık ki geçici hükümetin bu, yumuşak siyasetinden istifade eden soyu tükenmeye yüz tutmuş münafıklar yeniden hortladı ve bölgede çalışmaya başladılar. 1980 yılında görüşmeler fiyaskoyla sonuçlanınca burada palazlanan münafıklar yüzlerce Müslümancı acımasızca katlettiler. Sadece Senendec bölgesinde 13 suçsuz Müslümanı acımasızca katlettiler. Ama casusluk yuvası ele geçirilip geçici hükümet de aradan çekilince yeni inkılapçı Recai hükümeti münafıklara karşı kesin bir tavır koydu. Önce Kamyaran; sonra da Senendec münafıkların sultasından kurtarıldı. Böylece münafıkların elinde olan son şehir "Bukan", da kurtarıldı ve bölgede İslam bayrağı Dalgalandırıldı. Bu acı yenilgiden sonra tüm münafık gruplar dağıtıldı. Demokrat Parti üyeleri bölündü. Kasımlu kanadı Saddam güçleriyle flört etmeye başladı. Komala ise büyük bir acziyet içine düştü. Dağıtılan terör örgütleri bu tarihten itibaren İslami şahsiyetleri terör etmeye, devlete ait malları çalmaya, bölgedeki öğretmen ve alimleri katletmeye başladı. Halk böylece bu münafıkların gerçek yüzünü gördü ve onlardan nefret etmeye başladı.

Münafıkların silinmeye yüz tuttuğu bir ortamda Müftizade yeniden ortaya çıktı. Şah zamanında rejimle flört eden Müftizade bu defa Kürdistan'ın rehberi olduğumu iddia ediyordu. Taif’te düzenlenen konferans esasınca mezhep kavgasını başlatan Müftizade ‘’merkezi Sünnet-Şuraşı"nı kurarak kendi aklınca Ehl-i sünnet’i Şia'nın hakimiyetinden kurtarmaya çalıştı. İmam bu haince: komployu ifşa edince Müftüzadeye’ de ağır bir darbe indirilmiş oldu. İran-Irak savaşında ise bütün İslam Devrim düşmanları Saddam Hüseyin’in yanında yer alarak Kürdistan halkına karşı kalplerinde taşıdıkları düşmanlık ve hıyanetleri açığa vurdular.

İran İslam savaşçıları Şafak-10 harekatıyla Kürdistan'ın tümünü ve Halepçe şehrini İslam düşmanlarının elinden kurtardı. İslam savaşçılarını tekbirlerle karşılayan Halepçe halkı yıllardır özlemini duyduğu sevgilisine kavuşmuş gibiydi. Buralardan binlerce kayıp vererek kaçmak zorunda kalan Saddam güçleri Halepçe halkının bu sevincini ve İslami duygularını görünce hemen dişlerini gösterdi ve onlardan intikam almaya kalktı. Sonunda 1987 sonlarında kadın-çocuk demeden 5.OOO'den fazla Kürd; halkını feci bir şekilde kimyasal silahlarla katletti. Saddam bu cinayetiyle Hitler'in yüzünü aklamıştır. İhsan haklandın savunucuları olduğunu iddia edenler-bu cinayet karşısında da sessiz kaldılar.

Zavallı Kürd halkı tarih boyunca hep "Zulme, aldatıcılığa, fakirliğe, ikiyüzlülüğe ve soykırıma maruz kalmıştır. 12 Eylül'de zavallı Kürd halkına yapılan zulümler insanlık tarihinde Hitler'in esir kamplarını akla getiren en acı olaylar olmasına rağmen toplumda koparılan fırtınalar arasında unutulup gitti. PKK bu zulümlere karşı bayrak açtıysa da aslında Kürt halkına en büyük zulmü yapmış, binlerce suçsuz Kürd halkını acımasızca katletmiştir. Bölgedeki Müslümanlara tahammül edememiş yüzlerce Müslüman’ı en feci işkencelerle katletmişti. Dolayısıyla ne ırkçı zihniyete sahip laikler ve ne de PKK; Kürd halkının acılarını, yaralarını saramaz. Kürt halkı bütün olumsuzluklara rağmen Müslümandır ve İslâm da ki başka bir ideolojiyle ikna olacak değildir. Kürd halkının dostu olduklarını iddia edenler ne yazık ki bu gerçeği görememiş ve halkın kaderiyle oynamıştır; Biryandan PKK bir yandan da devlet zulmune maruz kalan Müslüman kürt halkı, bu iki zinciri koparıp atamadıkça da asla gerçek özgürlük ve hürriyetin tadını alamayacaktır. Milliyetçilik Haçlıların İslam ümmetinin içine: saldığı 'bulaşıcı ve öldürücü bir hastalıktır. Bu hastalığın yegane ilacı İslam’dır.

Asr-ı sâadette de bu İslâmi anlayış ve kardeşlik sayesinde Su-heyb-i Rumî, Selman-i Farisi ve Bilal-i Habeşi bir arada yaşamış, hiç bir kavmi diğer kavimlerden üstünlüğü söz konusu edilmemiştir. "Sen hangi kavimdensin?" diye sorulan ırkçılık kokan bir soruya Selman-i Farisi'nin "Ben İslam'ın oğluyum." diye cevap vermesi ve Peygamber (s.a.a)'in de bunu onaylaması bütün insanlık için kardeşlik ve eşitlik reçetesi konumundadır. Bunun dışında yollar arayanlar laik diktatörlük yerine PKK diktatörlüğüne davetiye çıkarırlar ki Kürt halkı için yine aynı zulüm devam eder.

 

ŞERİATMEDARİ OLAYI

Şeriatmedari taklit merci makamına yükselen büyük bir ilmi makama sahip olmasına rağmen Şah rejimiyle uzlaşma siyasetini benimsiyordu. Devrim düşmanlarının tüm eserleri Şeriatmedari'nin Dar'ut-Tebliğ'inde basılıp yayınlanıyordu. Şeriatmedari Tebriz'deyken Talibiye Medresesinde (1947 yılında) Şah'ı karşılamış ve ona büyük bir sevgi ve saygı göstermişti. Şah rejimi binlerce Müslüman’ı katledip İmam Humeyni'yi tutuklayınca Tebriz alimleri Şeriatmedari'nin yanına gidip kendisine ne yapmaları gerektiğini sorunca şöyle demişti:

"Halkı sükûnete davet edin. Gösteri yapmaktan sakının! Kurşuna etiyle karşı çıkmak akü işi değildir. Şah'a hakaret etmeyin. Ben Humeyni'ye de "böyle yapma" dedim; ama o beni dinlemedi ve bu hale geldi."

Şeriatmedari laik düşünceli birisiydi. Ama ne yazık ki Şah'a reva görmediği hareketleri İmam'a karşı yapmaktan hiç çekinmiyordu.

İmam halkı kıyama davet edince milyonlarca halk sokaklara dökülüp Şah güçlerinin karargahlarını bir bir ele geçirmeye başlayınca Şeriatmedari İmam'ın Paris'te olmasından istifade ederek inkılab hareketini saptırmaya çalıştı. Şah'tan anayasanın tümüyle uygulanmasını istedi.

Şah zamanında tüm ömrünü sükunet ve sessizlikle geçiren Şeriatmedari inkılaptan sonra bu sessizliğini bozarak inkılaba dil uzatmaya başladı. Şeriatmedari İslam anayasasına da oy vermedi. Buna karşılık inkılab düşmanları ile elele vererek "Müslüman halkın Cumhuriyet Partisi" adında bir teşkilat kurdu.

Bu teşkilatı tüm ülkede faal hale getirmek için hızlı bir çalışma içine girerek kendine engel olmak isteyen Halhal ahalisini yok etmekle tehdid etti.

Daha sonra 1980 yılında önceden planlanmış bir komplo esasınca bir Öğle vakti 40 otobüs dolusu inkılab düşmanı Kum'a girdi. Bu inkılab düşmanları Şeriatmedari'yi destekleme adına inkılapçı halka saldırmaya başladı. Olayların iç yüzünü bilen İmam, halkı sükunet ve sabra davet etti. Kum halkı Şeriatmedari aleyhine gösteri düzenleyerek İslam anayasasına oy vermeyen ve münafıklarla el ele veren bu şahsın cezalandırılmasını istedi. Ama İmam yine halkı sükunet ve sabra davet etti. Şeriamedari artık son imkanını kullanacaktı. Ülkede bir ihtilal yaptıracak ve imam'ı öldürtecekti. Casusluk teşkilatının işgali ve liberallerin siyaset sahnesinden uzaklaştırılmasından sonra inzivaya çekilen eski Dışişleri Bakanı Sadık Kutbizade, inkılab düşmanları ile bazı asker kökenli şahısların yardımıyla bir ihtilal gerçekleştirmeye çalıştı. Bu ihtilalin ilk hedefi İmam'ı ortadan kaldırmaktı. Bunun için fetvayı da Şeriatmedari'nin vermesi gerekiyordu. Ama bu oyun da bozuldu. 1981 Ağustos'unda ihtilal kahramanları yakalandı ve Kutbizade yaptığı her şeyi itiraf etti. Böylece Şeriatmedari'nin hıyanet çehresi bir daha ortaya çıktı. Şeriatmedari de bu itiraflardan sonra televizyona çıkarak yaptığı hıyanetleri itiraf etti ve istiğfarda bulundu. İmam'dan kendini kızgın inkılapçı halktan kurtarmasını istedi. Bu olay üzerine Şeriatmedari adalet çizgisinden saptığı için taklid mercii olması da sona erdi. Şeriatmedari olayı insana tehzib ve tezkiye olmadan ilim öğrenmenin ne kadar vahim sonuçlar doğuracağını göstermesi açısından ilgi çekicidir. Hiç okumamış insanlar Allah yolunda kafirlerle cihad ederken, taklid mercii olan böylesine büyük bir alim kafirlerle ortak hareket ediyor ve suçsuz insanların katline fetva bile veriyordu.

Şeriatmedari olayı İran'ın karşılaştığı en ciddi sorunlardan biriydi. Hatta batılı yayın organlarınca "sonun başlangıcı" diye yorumlanmıştı. Amerika böylece bir darbe daha yemiş oldu. Aslında 4 Kasım 1979 yılında Tahran'daki Amerikan Büyükelçiliği "Şah'ın İran'a iadesini sağlamak" için bir grup öğrenci tarafından işgal edilince Amerika "truva atı" olarak Şeriatmedari yi kullanmak istemişti. Ama İmam'ın ve Hizbullah’ın sabır ve dirayeti bu korkunç fitneyi de ortadan kaldırdı ve devrim sarsılmaz bir imanla yoluna devam etti.

1979 yılında hazırlanan anayasa halkoyuna sunulunca Şeriatmedari "alimlerin siyasete karışması" ilkesini reddederek oy vermemişse de her nedense ihtilal gibi kanlı bir olaya buluşmaktan çekinmemiştir. Nitekim Amerika bu truva atının da bir şey yapamadığını görünce 25 Nisan 1980 yılında Tebes'e çıkartma yapmış, ama yine hezimete uğramıştı.

Tebes çıkartması da Allah'ın yardımıyla fiyaskoyla karşılaşınca Amerika bu defa 22 Eylül 1980'de Irak'ı İran'a karşı savaşa soktu. Irak hava kuvvetleri başta Tahran havaalanı ile önde gelen hava üslerine olmak üzere birçok hava saldırılan düzenlendi. Kara kuvvetleri sınır kenti Kasr-ı Şirin'den Abadan'a kadar uzanan yaklaşık 800 kilometrelik alanı işgal ettiler. 22 Ocak 1981 tarihinde tam 444 gün süren "büyükelçilik işgali sona erdi ve Amerikalı diplomatlar serbest bırakıldı.

Bütün bu olayların bir intikamını almak isteyen Amerikan uşakları 1981 Haziran ayında cumhuri-i İslami partisinin genel merkezinde bir bomba patlatarak Ayetullah Beheşti ve 72 müslüman şahsiyetleri şehit ettiler. Bu olaydan sonra 1980 Ocak ayında devrimin ilk cumhurbaşkanı seçilen Beni Sadr azledildi. Ama Amerikan uşakları bununla da yetinmedi Beni Sadr'ın yerine cumhurbaşkanı seçilen Ali Recai ile başbakan Cevad Bahüner de bir suikast sonucu şehit edildiler. Ama devrim bu badireyi de atlattı.

Bir anda hem cumhurbaşkanını hem de başbakanını kaybeden devrim yılmadı, azimle yoluna devam etti. Cumhurbaşkanlığına Hamenei, Başbakanlığa ise Mir Hüseyin Müsavi getirildi. 1982 yılında da Hürremşehir İran tarafından geri alınınca dahili münafıklar harekete geçti. Bu defa Amerika yerine Rusya devreye girmeye çalıştı. Tudeh Partisi ve diplomatları vasıtasıyla devrimi etkisiz hale getirmeye çalıştı. Ama 1982 Ekim ayında komünist Tudeh partisi de kapatıldı ve pek çok hâin üyesi yakalandı. Ayrıca 18 Rus diplomatı da yurtdışı edildi. Bütün bu birbiri ardınca gerçekleşen komplolar Amerikan ve Rus emperyalizminin çirkin yüzünü gösterdiği gibi müslüman halkın da yaşadığı çileleri, gördüğü oyunları ve İslam yolunda yaptığı fedakârlıkları ortaya koymaktadır.

 

İRANGATE*

Amerikan emperyalizmi bütün bu saydığımız komplolara rağmen İslam devrimini ortadan kaldıramadığını görünce bu defa İran'la iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Aslında İran Amerika'yla sömürgeci tutumu ve küfür kokan hareketleri sebebiyle ilişki kurmaktan çekiniyordu. Amerika ise sömürgeci arzuları ve İran'ın bölgedeki özel konumu sebebiyle İran'la ilişkiye gedmek istiyordu.

Amerika bu yeni siyaseti gereği Çeşitli yollarla İran'a yaklaşmaya çalıştı. Ama bunda da başarılı olamadı. Sonunda tarihe "İrangate" diye geçecek olan büyük bir olay ortaya çıktı. Dönemin İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani bu olayı daha sonra şöyle anlattı: “Avrupa ülkelerinden birinden bizlere silah getiren bir uçak geçiş izni alıp Mehrabad (Tahran) hava alanına indi. Bu silahlar aslında bizim bazı üstün karmaşık teknolojimizin yedek parçalarıydı. Uçak mürettebatı olarak bu uçakta bulunanlar ise beş kişiydi. Bir İrlandalının olduğunu da söylemişlerdi. Uçak Mehabad havaalanına inince uçaktan inenlerin Amerikalı olduklarını söylediklerini, İran için Reagan'dan mesaj getirdiklerinin haber aldık. Biz olayı haber alınca söz konusu şahısların durumu inceleninceye kadar havaalanında tutulmasını istedik. Onlar 3.5 saat havaalanında tutuldu, bizler ise onlar hakkında bir karar almak için İmam'ın yanına çıktık.

İmam bu gelenlerle konuşulmamasını, mesajlarının alınmamasını, sadece ne dediklerini ve hangi amaçla İran'a geldiklerinin öğrenilmesini isledi. Onları Havaalanından otele götürdük. Orada bunlardan biri ABD başkanının özel temsilcisi Robert McFarlane ile Reagan'ın bir iki danışmanı olduklarını söylediler. Onları hemen bir otele götürdüler. Robot McFarlane hepimiz için birer silah, Reagan'dan önemli bir mesaj ve bir de sorunları çözme anlamında anahtar şeklinde bir yaş pasta getirmişti.

Onlara biç kimseyi kabul etmeyeceğimizi ve konuşmayacağımızı söyledik. Bunlar İran ile Amerika arasındaki buzları eritmek için gelmişlerdi. Robert McFarlane kızarak şöyle demişti: "Sizler delisiniz'. Şans evinize gelmiş ama sizler bu şansı elinizin tersiyle reddediyorsunuz. Ben Rusya'da olsaydım Gorbaçov günde üç defa beni ziyaret ederdi. Sizler ise Amerika başkanının özel temsilcisiyle konuşmaya bile tenezzül etmiyorsunuz."

Amerika bu olayın ardından sessizliğe büründü. Zira bu skandal Amerika'nın prestijini yıkmış, itibarını sıfıra indirmişti. Amerikalılar İran makamlarının ifşaatı neticesinde sessizliklerini bozarak bu olayı örtbas etmeye kalkıştılar. İran'ın İsrail'den silah aldığını, Nikaragua'daki devlet aleyhtarı gruplara yardım ettiği ve hepsinden de önemlisi o günlerde gündemde olan Mehdi Haşimi olayını ayyuka çıkararak dünya kâmuoyunu başka yöne yöneltmeye çalıştı. Reagan bu skandal karşısında çok zor duruma düştü. İrlanda hükümeti ve Amerika'daki muhalifleri tarafından şiddetli bir eleştiri yağmuruna tutuldu. Hepsinden de önemlisi Amerika o güne kadar tüm dünyaya İran'la olan ilişkilerini kesmeleri için çağrıda bulunuyordu, Ama şimdi kendisi kalkmış İran'ın ayağına gidip ilişki kurmak istediğini izhar ediyor. Reagan bütün bu olanlar karşısında mantıklı bir fikir ortaya koyabilmek için İran'ın hiç bir terör olaylarında parmağı olmadığını itiraf etmek zorunda kaldı. Bu olay Amerika'yı o kadar derinden sarstı ki İsveç radyosu olayla ilgili bir yorumunda şöyle diyordu: "Bu olay Amerikan rejimini darmadağın etti."

 

İmam (R) ise bu olay hakkında şöyle buyurdu:

"Reagan'ın temsilcisiyle görüşmemek dünyayı ayağa kaldıracak kadar büyük bir olaydı. Amerika bu fiyasko ve rezalet sebebiyle yas tutmalıdır." "İrangate" olayı büyük şeytan Amerika'nın burnunu yeniden yere sürttü ve İslam devriminin azametini tüm dünyada bir kez daha tescil ettirmiş oldu.

 

Devam edecek…

* İrangate olayı ayrı bir makalede daha ayrıntılı olarak ele alıncaktır.

 

ABNA.İR

 

Ayetullah Cafer Suphani den Mehdilik konusu ile ilgili olarak en çok sorulan bazı soruları yönelttik. Şimdi bu görüşmenin tam metnini sunuyoruz:

Son zamanlarda ülkemizde Mehdilik inancı hususunda bazı şüpheler uyandırılmaya çalışılmaktadır. Biz öncelikle şunu sormak isteriz, Mehdiliğin İslam itikadındaki yeri nedir?

Ayetullah Subhani:

Bismillahirrahmanirrahim

Şii olsun, Sünni olsun tüm muhaddisler, Hz. Peygamber sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in ahir zamanda Mehdi adında bir kurtarıcının geleceğini bildirdiği hususunda ittifak etmişlerdir.

Sadece İbn-i Haldun, Mehdi aleyhi’s-selâm ile ilgili hadisler konusunda şüphe etmiştir. O da bir muhaddis sayılmadığı gibi hadis kitaplarından ve diğer İslami ilim merkezlerinden uzak kaldığından dolayı böyle bir düşünceye saplanmıştır. Ahmet Emin de onun görüşünü benimsemiş daha sonraları ise bu görüşten vazgeçmiştir. Sevindiricidir ki son zamanlarda sadece Şia alimleri tarafından değil Ehl-i Sünnet alimleri tarafından Mehdilik inancını ispatlayan ve çeşitli boyutlarını açıklayan onlarca kitap yazılmıştır.

Son zamanlarda yayınlanan Muntazar adlı bir dergide Ehl-i Sünnet içerisinde hatta Mekke, Medine ve Riyad’da Mehdilik inancı hakkında çıkarılan kitapların sayısının çok fazla olduğu belirtilmiştir. Ehl-i Sünnet Sahihleri, Müsnetleri ve bizim hadis kitaplarımızı inceleyen kimse Mehdilik inancının İslami itikatlarından biri olduğu konusunda şüphe edilemeyeceğini kolayca anlayabilir.

Hz. Peygamber sallâ’llâhu aleyhi ve alih ismi kendi ismi olan, Hz. Hüseyin aleyhi’s-selâm’ın evlatlarından birinin ahir zamanda zuhur edeceğini bildirmiş olmasıdır.

Ehl-i Sünnet ve Şia’nın bu inançta ayrıldıkları tek nokta şudur: Ehl-i Sünnet’in çoğunluğunu oluşturan grup Hz. Mehdi’nin doğmadığına ve ahir zamanda dünyaya geleceğine söylüyorlar, içlerinde bir grup da doğduğuna dahi inanmaktadır. Ancak Şia tamamen Hz. Mehdi’nin doğduğuna ve şu an da hayatta olduğuna inanmaktadır.

 

Bazı üniversiteli aydınlar ve düşünürler, Mehdilik konusuna deyinirken, bunu toplumsal bir kültür olarak nitelendirmeğe çalışıyorlar. Bunlar diyorlar ki, Mehdilik inancının aslı İslam dininde yoktur, bu inanç, Yahudilik ve Hıristiyanlık tarafından İslam’a sokulmuştur. Bu hususta ne diyorsunuz?

Ayetullah Subhani:

Mehdilik inancının aslı İslam’a ve İslam’dan önceki ilahi dinlere dayanmaktadır, bu sadece İslam’a mahsus bir inanç ve itikat değildir. Allah (c.c) Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın geleceği sözünü bütün ümmetlere vermiş ve ilahi kitaplarda da açıklanmıştır. Allah Teala, zulmün tamamen dünyayı sardıktan sonra verilmiş olan o sözün gerçekleşeceğini Hz. Musa aleyhi’s-selâm, Hz. İsa aleyhi’s-selâm ve bizim peygamberimiz olan Hz. Muhammed sallâ’llâhu aleyhi ve alih vasıtasıyla bildirmiştir.

Böyle bir düşünce ve inancın ortak olarak paylaşılmasının anlamı, bu inancın çeşitli ümmetlerin birbirinden ilhamla ortaya atıldığı anlamına gelmez.

Çünkü bütün ilahi kitapların kaynağı ve içeriği birdir. Fakat yolları ve açıklama şekilleri farklıdır. Bu konuda Allah Teala şöyle buyuruyor: “...Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik.” Bizim inancımıza göre bütün İlahi dinler (usulde) birdirler, farklılık varsa ayrıntılardadır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: “İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyandı; dosdoğru bir Müslümandı. Müşriklerden de değildi.” Bu ayetin ışığında diyoruz ki Hz. İbrahim aleyhi’s-selâm’ın dini, Hz. Musa aleyhi’s-selâm’ın; Hz. Musa’nın dini Hz. Muhammed sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in dinidir. Aralarında hiç bir farklılık yoktur. Farklılık sadece şeriatlarında görülmektedir. Dikkat ederseniz dinler diye söz edilmemiş; çünkü Allah Teala bir tek din göndermiştir. O da İslam’dır. Allah Teala şöyle buyuruyor: “Hiç şüphesiz, Allah katında din, İslam’dır...”

Mehdilik inancının üç şeriatte de aynı olması, üçüncüsünün ikincisinden, onun da birincisinden almış olduğuna delil olmaz. Namaz ve zekatın bütün dinlerde olduğu gibi. Hatta hac bile bu üç dinde vardır. Bir şeyin bu dinlerde olması, birinin öbüründen aldığı anlamına gelmez.

Aksi takdirde namazın, zekatın ve haccın, Yahudilik ve Hıristiyanlıktan İslam’a girdiğini söylememiz gerekir. Böyle bir düşünceye sahip olmak, İslam’ı inkar etmek demektir. Yüce Allah, insanlığı kurtarmak için reçete göndermiş, peygamber ve elçileri de bunu açıklamakla görevlendirmiştir. Ne var ki zamana göre bu reçete biçim yönünden değişik ve farklı olmuş olabilir. İçerik açısından hepsi birdir ve asılları aynıdır.

Diğer bir konu da şudur ki, Mehdilik inancının ne zaman ve nasıl Müslümanların kültürüne yerleştiğini incelemek, metot olarak yanlıştır. Çünkü böyle bir görüşün öne sürülebilmesi için bir olayın toplumun kültürüne yerleşmekle beraber ona ait hiç bir akli ve nakli delilin olmaması durumunda bunun hangi kültürün etkisinde kalınarak ve nasıl ortaya çıkarıldığı aranılabilir. Örneğin: Ayın on üçüncü gününü halk uğursuz saymaktadır, bunun hakkında hiç bir akli ve nakli delil yoktur. İşte bu gibi konular tartışılabilir ve hakkında çeşitli varsayım ve yorumlar ileri sürülebilir ve farklı toplumsal hadiseler kaynak gösterilebilir.

Ama hakkında akli ve nakli delil bulunan bir konuda böyle bir tavır takınmak ve onun başka kültürlerin etkisinde kalınarak ortaya çıktığını söylemek yanlıştır. Ve diyebiliriz ki Hz. Mehdi ile ilgili yüzden fazla hadis ve rivayet (Sahih ve müsnetlerde) Ehl-i Sünnet tarafından nakledilmiş ve bin iki yüzü aşkın hadis de Ehl-i Beyt mektebinin temel kitaplarında rivayet edilmiştir.

Mehdilikle ilgili olarak Resul-ü Ekrem’den ve İmamlardan nakledilen yüzlerce sahih hadis olmasına rağmen bu inancın başka mektep ve dinlerden İslam’a girdiğini veya baskı altındaki halkların bir teselli kaynağı olarak ortaya çıktığını ileri sürülmek doğru değildir.

Resul-ü Ekrem buyuruyor ki: “Eğer dünyadan bir gün dahi kalmış olsa Allah Teala o günü o kadar uzatır ki soyumdan olan (Mehdi ismiyle tanınmış) evladımı göndersin.”

Bazı kişilerin hiç bir delil olmadan öne sürdüğü yorum ve tahlillerle bu akidenin toplumsal bir kültür olarak nitelendirilmesi asıl illetin bilinmemesinden doğmaktadır.

Allah Teala Kur’an’da buyuruyor ki: “Müşrikler hoşlanmasa da O dini (İslam’ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur.” Acaba bu ayet açıkça İslam’ın dünyaya genel hakimiyetinin gerçekleşeceğini vaat etmiyor mu? Mehdilik inancından da temel unsuru bu müjde teşkil etmiyor mu? Dikkat edilirse, bu gün, İslam dininin bütün dinlere galip gelmesi gerçekleşmiş değildir. Şu anda Müslümanlar bir avuç Yahudi’nin üstesinden gelemiyor. Bir milyarı aşkın putperest var, onlara galip gelinememiş vaat edilen gün henüz gerçekleşmemiştir. İslam’ın galebe çalması Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın zuhuru ile gerçekleşecektir inşallah.

 

Bildiğiniz gibi Kur’an’da Mehdilik konusu sarih ve net bir şekilde herhangi bir ayette açıklanmamıştır. Ancak hadislerde net bir şekilde yer almıştır. Şunu sormak isteriz; Kur’an’ın konuları işlerken kullandığı üslup nedir? Neden bu konuya açık bir şekilde yer verilmemiştir?

Ayetullah Subhani:

Kur’an gayıptan ve gelecekten haber verdiğinde daima konuları umumi olarak ele alıyor ve çok cüzi ayrıntılara girmiyor. Bir çok ayet vardır ki ancak Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm hakkında tatbik edilebilir. O ayetlerden biri yukarıda geçen ayettir. “O elçisini hidayet ve hak dinle gönderdi ki onu (hak dini) bütün dinlerin üstüne çıkarsın...” Bu ayet sadece Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm hakkında tatbik edilebilir. Bu tabir üç surede yer almıştır. Tevbe/33, Fetih/28, Saf/9. Bir diğer ayette şudur: “Andolsun Tevrat’tan sonra Zebur’da da “Yeryüzüne mutlaka salih kullarım varis olacak” diye yazmıştık.”

Bizzat kendim Zebur’un, hem Farsçasını ve hem de Arapçasını görmüşüm. Her ikisinde de aynen Kur’an’da geçen “Yeryüzüne mutlaka salih kullarım varis olacaktır.” tabiri yer almaktadır.

Bilindiği gibi Zebur Hz. Musa döneminden sonra inmiştir. Bu dönemde İsrailoğulları hakimiyeti kaybetmişti. Hıristiyanlık da bilindiği gibi bütün yeryüzüne hakimiyet kuramamıştır. Müslümanlar da farklı bir konuma sahip olamamışlardır. Şu hususa dikkat etmek gerekir ki “Yeryüzü” tabirinden belirli bir kısım kastedilmemiştir. Aksine bütün yeryüzü kastedilmiştir. Bu dönem gerçekleşmemiştir? Peki ne zaman gerçekleşecektir? Bu vaat edilen gün, Hz. Mehdi’nin zuhuru ile gerçekleşecektir.

Bu hususta diğer bir ayette Nur suresinin 55. Ayetidir: “Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara va’detmiştir. Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini tam bir güvene erdirecektir. Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar. Ama kim bundan sonra nankörlük ederse işte onlar, yoldan çıkanlardır.” Bu ayette müminlerin sadece belirli bir noktada değil bütün yeryüzüne hakim olacaklarını vurgulamıştır. Hakimiyet yalnız İslam’ın olacak ve küfür tamamen yeryüzünden silinecektir. Böyle bir durum, Hz. Mehdi’nin döneminden başka bir zamanda gerçekleşmez. Böylece şu husus aydınlanmış oldu ki Kur’an-ı Kerim gaybi haberlerle ilgili olarak genel açıklama üslubunu kullanmıştır. Genel açıklamalarda kastedilen dönem ve diğer hususlar, hadislerde ayrıntılı bir şekilde belirlenir.

 

Ehl-i Sünnet alimlerinin çoğusu Şia uleması gibi Hz. Mehdi’yi belli bir şahıs olarak bilirler. Ama bu şahsın kim olduğu hakkında ihtilafa düşmüşlerdir. Bazıları onu Hz. Hasan’ın soyuna addederek onu İmam Mucteba aleyhi’s-selâm’ın evlatlarından bilmişlerdir. Küçük bir grup özellikle bazı aydınlar Mehdi’nin belli bir şahıs olmadığını; ıslahçı herkesin Mehdi olabileceğini öne sürerler. Peki bu durumda hangi delille Mehdi aleyhi’s-selâm İmam Hüseyin aleyhi’s-selâm’ın soyundan ve İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’ın evladı olduğunu ortaya koyabiliriz?

Ayetullah Subhani:

Muntehab-ul Eser adlı kitap, Ehl-i Sünnet’in kitaplarında Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın İmam Hüseyin aleyhi’s-selâm’ın soyundan olduğuna dair naklettikleri rivayetlere geniş bir şekilde yer vermiştir. Gerek Şiiler, gerekse Sünniler, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın İmam Hüseyin aleyhi’s-selâm’ın soyundan olduğunu eserlerinde açıkça beyan etmişlerdir.

İmam Hasan aleyhi’s-selâm’ın soyundan olduğu iddiası ise sahih bir hadise dayanmamaktadır. Bu iddia Muhammed b. Abdullah b. Hasan taraftarları ve sonraları Mehdi Abbasi tarafından uydurulmuştur. Bu husus bazı büyük muhaddis ve tarihçilerce de belirtilmiştir. Örnek olarak Mekatil-ut Talibiyyin kitabına müracaat edebilirsiniz. Kendi menfaatlerine ulaşabilmişlerdir. Çünkü bilindiği gibi tarihte Mehdi, Kaim ve kıyam kelimelerinden suistifade çok olmuştur ve hatta Abbasiler bu ilkelerden yararlanarak saltanat ve halifelik makamına ulaşmışlardır. Ayrıca dünyada çokları nebiyy kelimesinden istifade ederek kötü amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmışlardır.

 

Geçmişte çokları Mehdilik iddiasında bulunmuşlar; Özellikle son dönemlerde, bazı kirli ellerin bu işin arkasında bulunduğunu sezmek bile mümkündür. Adeta düşmanlar Müslümanların akidelerinden yararlanıp onlara darbe vurmak istiyorlar. Ama ne yazık ki, bazı Müslüman yazarlar bunu bir tepki olarak, Mehdilik konusunu kökten reddetmeye kalkışmışlardır. Sizce, böyle bir tavır doğrumudur? Mehdilik iddiasında bulunanlara karşı bizim tavrımız ne olmalıdır?

Ayetullah Subhani:

Tarihe baktığımızda şimdiye kadar yaklaşık 50 kişi mehdilik iddiasında bulunmuştur. Hasan Mustafevi yazmış olduğu bir kitapta elli kişinin ismini bir bir kaydetmiştir. Tarih boyunca, fırsatçı ve kendi menfaatini düşünen insanlar akide esaslarını dini ilkeleri ve şer’i hükümlerini kötüye kullanmışlardır. Suiistimal başlı başına bir konudur; kanun ve yasa da bir başka konudur. Bir çokları peygamberlik iddiasında bulunmuştur. Yalancı peygamberler var diye, peygamberliği ret mi edelim? Bir çok İlahi yasaların suiistimal edildiği açık olan bir gerçektir. Bundan dolayı bu iki konuyu birbirinden ayırmak gerekir.

Mehdilik iddiasında bulunanlara gelince; Mehdi aleyhi’s-selâm için belirlenmiş özelliklerin bunlarda var olup olmadığına bakmak gerekir. Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm zuhur ettiğinde dünya onu kabul edecek ve davetini işitebilecek durumda olmalıdır. Acaba şu anda dünya böyle bir duruma hazırlıklı mıdır? Acaba bütün dünya böyle bir davet kabullenebilecek durumda mıdır? Doğrudur ki Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm güç ve kudret ile gelecek, ancak dini yayma, güç ve baskıyla gerçekleşmeyecektir. Çünkü dünya, davetini kabullenmek için hazırlıklı durumda olacaktır. Güç ve baskı yalnız bir takım engelleri bertaraf etmek amacıyla kullanılacaktır.

Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm insan aklının kemale eriştiği bir dönemde zuhur edecektir. İmam Bakır aleyhi’s-selâm buyurmuştur ki: “Kaimimiz kıyam edince Allah onun elini (gücünü) kulların başı üstünde tutar. Onun vasıtasıyla fikirleri ve ahlakları kemal haddine ulaşır.”

Beşeriyet onu kabul edecek durumda olacaktır. Bütün beşeri sistemleri denemiş, ümitsizliğe kapılmış ve yalnızca Allah’a umut bağlamış durumunda olacaklardır. Acaba böyle bir ortam gerçekleşmiş midir? Ayrıca Mehdi’nin belirli özellikleri vardır. Bu özellikler Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih ve Ehl-i Beyt İmamları tarafından açıkça belirtilmiştir. Hangi soydan olduğu ve hangi aileye mensup olduğu bellidir. Hz. Mehdi müphem bir şahıs değildir. O, İmam Hüseyin aleyhi’s-selâm’ın 9. Evladıdır. Zuhur ettiğinde ve zuhurundan önce vuku bulacak nişaneleri bellidir. Bu nişaneler sayesinde yalancı Mehdileri teşhis etmek zor bir iş değildir.

 

Bazıları diyorlar ki gayıp İmam aleyhi’s-selâm insan hayatında nasıl bir tesir bırakabilir. Oysa İmamın İmamet vazifesini yapabilmesi, insanları ve müminleri hidayet etmesi için zahirde olması gerekir.

Ayetullah Subhani:

Kur’an-ı Kerim bize iki kısım evliya-i ilahi tanıtmıştır. Birincisi: Hz. Musa gibi halk içerisinde olup tanınan ve topluma hizmet eden evliyalar. İkincisi insanlara hizmet edip vazifelerini yapan, ancak insanların hatta peygamberin bile tanımadığı evliyalar.

Örneğin: Hz. Musa aleyhi’s-selâm ile bir müddet beraber olan ve hatta Hz. Musa’ya muallim olan veli gibi. Bunun veli olduğu kesindir. Çünkü Hz. Musa ona hitaben şöyle demiştir: “Doğru yol olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim?” Fakat bu zat, vazifesini yapıyor, hizmet ediyor, ama hiç kimse onu tanımıyordu. Bu velinin Hz. Musa ile birlikte olduğu kısa bir sürede topluma üç şekilde faydası olmuştur.

1. Başkalarının eline geçmesin diye denizdeki gemiyi delmesi.

2. Altında bulunan hazine başkaları tarafından bilinmesin diye yıkılmaya yüz tutan duvarı örmesi.

3. Genci, hem kendi, hem de anne ve babasının faydasına olduğu için öldürmesi. Oysa Hz. Musa aleyhi’s-selâm bu tür gaybi bir elle yapılan işleri yapamıyordu. Bundan dolayı evliyayı iki kısma ayırıyoruz.

Tanınan ve zahirde olan evliyalar, gizli ve tanınmayan evliyalar.

Her iki grupta halk için ve halkın yararına olan işleri yaparlar. Ancak biri yapacağını açıkça yapıyor ve herkes tarafından biliniyor, diğeri ise batında yapıyor ve kimse tarafından bilinmiyor.

Neden Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm Hz. Musa aleyhi’s-selâm’ın beraberindeki Allah’ın velisi gibi topluma hizmet eden ama tanınmayan biri olmasın? Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm İmamet vazifesini yerine getiriyor fakat biz bilemiyoruz.

Ayrıca İmam-ı Zaman’ın vücudu mektebin ayakta kalmasına vesiledir. Bir mektebin ayakta kalması önderin hayatta olmasına bağlıdır. Rehber hayatta olsa o mektepte dağılma söz konusu olamaz, birlik ve beraberlik oluşur. Nitekim bir ordunun savaşı başlatması ve sürdürmesi komutanın varlığına bağlıdır. Komutanın olmaması ordunun dağılmasına sebeptir. Dolayısıyla komutan öldürüldüğü takdirde, dağılmamaları için haberi bir süre orduya bildirilmez. Bir mektebin ayakta kalması rehberin ve önderin hayatta olmasına bağlıdır.

Biz beklenti ve arayış içerisindeyiz. Elbette bu ameli bir beklentidir; yani bütün varlığımızla o önderin zuhurunun bekliyoruz ve onun askeri olarak savaşmaya hazırlanıyoruz. Bu beklentinin tam anlamda yapıcı etkisi o İmam’ın şimdi var olup yaşıyor olmasına bağlıdır.

 

Bu söyleşiyi kabul ederek, bize değerli bilgiler verdiğinizden dolayı teşekkür ederiz.

www.shafaqna.com

 

İran’ın yüzde 20 oranında uranyum zenginleştirme çalışmalarını tam olarak yerli imkanlarla devam ettiğini ifade eden İslami İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, İran’ın 5+1 ülkeleri ile müzakere şartını açıkladı.

MHA muhabirinin bildirdiğine göre, İran Rad.TV Fakültesi’nde düzenlenen bir toplantıda konuşma yapan Ramin Mihmanperest, İran ve 5+1 ülkeleri arasında yapılan müzakereleri değerlendirdi.

Mihmanperest, nükleer meselesinin İran’a bir baskı aracı olduğunu söyleyerek, İran’ın nükleer çalışmaları bir kaç yıl önce başladığını ve buna karşın yaptırımların 30 yıldan beri devam ettiğini hatırlattı.

İran’ın nükleer çalışmaları barışçıl olduğunu 5+1 ülkeleri çok iyi bildiğini ifade eden Mihmanperest, UAEK Başkanı’nın raporunda İran’ın nükleer çalışmaları askeri amaçlı olduğuna dair hiçbir bilgi rastlanmadığını konuşmasına ekledi.

İran’ın yüzde 20 oranında zenginleştirme çalışmalarını tam olarak yerli imkanlarla devam ettiğini ifade eden İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, İran’ın 5+1 ülkeleri ile müzakere şartının yüzde 20 oranında zenginleştirilmiş uranyumun nasıl ve nerden temini olduğunu açıkladı.

Mihmanperest, İran’ın nükleer hakkından vazgeçmeyeceğinin altını çizdi.