کارگر

کارگر

Sovyetler Birliği yıkıldığında, bu gücün perde arkasındaki kuklacıları hemen kendileri için kurtarılmış bölgeler yarattılar ve bu bölgelerden biri olan Azerbaycan’da, halkın seçtiği Cumhurbaşkanlarını ekarte ederek eski rejimin güçlü adamlarını yönetime getirdiler.


O karambolde, eski Sovyetler’in önemsediği ve yarım kalan bir projeyi hemen hayata geçirip, hürriyetine henüz kavuşmuş olan Azerbaycan’ın topraklarının en stratejik kısımlarından olan Karabağ’ı Ermenilere işgal ettirdiler.

   ***

Azerbaycan o sırada henüz dünyaya yeni gelen bir bebek gibi güçsüz ve savunmasızdı.
Peki, aynı durumda olan Ermenistan bunu nasıl başardı?
İşte bu sorunun cevabı tek değil, birkaç cümledir:

İçeriden yapılan bir işbirliği
Ermenistan’ın boyunu da gücünü de aşan bu işte ona verilen Rus desteği
Amerika, Avrupa ve Siyonist odakların bu işgale dolaylı dolaysız destek vermeleri


***

Bunların en önemlisi “içeri” dir.
Zira 3 milyonluk Ermenistan’ın 11 milyonluk Azerbaycan’la bugün dalaşabilmesinin nedenlerinden de biri yine budur.
Bu “içeri” hakkında uzun uzadıya medyada malzeme ve döküman var, isteyen rahatça açar, okur.
“Nasıl olur?” demeyin;
Bizim ülkemizde 15 Temmuz ve onun 41 yıla uzanan öncesindeki olaylar ard arda nasıl olduysa, o da öyle oldu.

   ***

Lafı uzatmayacağım.
Dağlık Karabağ’ın minik Ermenistan tarafından işgali sadece bölgesel değil, uluslararası meşum bir planın uğursuz bir parçasıdır.
Bu nedenledir ki, Terör ve işgal devleti Siyonist İsrail’in rahat nefes alabilmesi için dört bir yandan Suriye’ye saldırıldığında, ilk işlerinden biri, oradaki Ermeni asıllı Surileri ve özellikle Suri Kürtleri derhal Karabağ’a kaydırıp orada iskan ettirdiler.
Şimdi PKK terör örgütünün orada üssü ve karargâhı var.
Bu, birçok şeyi açıklamaya yetmiyor mu?

   ***

Saadede gelelim:
Türkiye Cumhuriyeti’nin birçok riski göze alarak bugün Azerbaycan’a “tam destek” vermesi muazzam bir fırsattır.
İşgal edilen Dağlık Karabağ ve 7 reyonunu hızla kurtarmalıdır.
Azerbaycan: 90 bin kilometrekarelik yüzölçümü ve 11 milyonu aşkın nüfusuyla GSYİH’i  184, 418 milyar dolar;
Ermenistan: 29 bin kmetrekarelik yüzölçümü,  3 milyonluk nüfusuyla, GSYİH 33 milyar dolar…
Azerbaycan genç, Ermenistan yaşlı nüfusa sahip
Aradaki farkı görüyor musunuz? 
Ermenistan’ın 4 katı büyüklükte, nüfusu da onun 3 katı ve yıllık geliri de onun  4 katına yakın bir Azerbaycan’ın topraklarının Ermenistan tarafından işgal edilmiş ve bu işgalin de bunca yıldır devam etmiş olması sizce de garip ve tuhaf değil mi?

   ***

Arkasına Batının vahşi medeni gücünü alan Ermenistan’ ın Karabağ topraklarını işgaline ses çıkarmayan ABD-AB-İsrail ittifakı ve sözde “halkların hakları”ndan dem vuran Rusya’nın destek ve teşviki tarihe kara bir leke olarak geçmiştir.

   ***

Azerbaycan kadim ve köklü bir Türk beldesidir.

Azerbaycan, zengin kültürel mirasa sahiptir. Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeler arasında opera, tiyatro gibi sahne sanatlarını barındıran ilk ülke olma özelliğini taşır. Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti 1918 yılında kurulmuştur, ancak iki yıl sonra 1920, 26 Nisan'da Kızıl Ordu sınırı geçerek Azerbaycan'a girmiş, 28 Nisan 1920'de Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuş ve ardından Sovyetler Birliği topraklarına katılmıştır. Ülkenin tekrar bağımsızlığını kazanması 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılması ile gerçekleşmiştir.
 Rusların tahrik ve desteğiyle başlayan Karabağ Savaşı sırasında Ermenistan, Dağlık Karabağ bölgesini ve bu bölgenin çevresindeki yedi rayonu işgal etti. Dağlık Karabağ'da ortaya çıkarılan Dağlık Karabağ Cumhuriyeti, fiilen savaşın sona ermesinden bu yana bağımsız olmasına rağmen, diplomatik anlamda hiçbir devlet tarafından tanınmamaktadır ve Azerbaycan'a bağlı bir “de jure”  yani hukuki bir bölge olarak kabul edilmektedir.
Azerbaycan, üniter bir anayasal cumhuriyettir. Türk Keneşi ve TÜRKSOY'un etkin üyesidir. 158 ülkeyle diplomatik ilişkisi ve 38 uluslararası kuruluşa üyeliği vardır. 
Azerbaycan’ın büyük çoğunluğu Müslüman olsa da diğer dini azınlıklar, hatta Ermeniler de yaşamaktadır.
(Ermenistan’da ise Ermeniler dışında bir dinin barınması söz konusu bile değildir)

   ***

Gelelim Ermenistan’a:
Ermenistan da tamamen Türk yurdudur. Ne var ki, bugün Hırıstıyan güçlerin işgali altında orada bir Ermeni devleti kurulmuştur.
İkinci bir İsrail’dir bu… 
Bugünkü Ermenistan, Kaçar Türk Hanedanı'na bağlı Revan Hanlığı'ndan ibaretti. Ülke 1827'de Paskeviç komutasındaki Rus ordusu tarafından ele geçirilmiş ve Kaçarlar 22 Şubat 1828 tarihli Türkmençay Antlaşması'nın 4. Maddesi ile Hanlık üzerindeki egemenliğini Rusya lehine terk etmiştir.
21 Mart 1828'de reorganize edilen idari birime Ermeni Oblastı (Армянская область / Armyanskaya Oblast) adı verilmiştir. Oblastın o tarihte %18 dolayında olan Ermeni nüfusu, Rus yönetimi tarafından davet edilen İran Ermenilerinin göçü sonucunda 20. yüzyıl başında %48 düzeyini bulmuş, I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğundan mülteci olarak gelen Ermenilerle birlikte bu sayı %70'lere ulaşmıştır
 Sovyetler Birliği'nin dağılması üzerine Ermenistan 1991'deki iç kargaşalardan faydalanarak, Azerbaycan’a ait olan Dağlık Karabağ’la etrafındaki 7 şehri işgal etti. Şiddetlenen Ermeni-Azeri savaşında Ermenistan, D. Karabağ ile Ermenistan arasındaki Laçın Koridoru'nu da işgal ederek D. Karabağ'ı fiilen ilhak ettiğini duyurdu.
BM tarafından kınanan ve asla kabul edilmeyen bu işgal halen sürmektedir.
Ermenistan fakir bir ülke olup ABD ve Avrupa’daki dindaşlarının yardımları ve Rusların desteğiyle ayakta durabilmektedir.
Nüfusun tamamı Ermeni ve Gregoriyan’dır.
Ermenilerin Karabağ işgalinin ardından bütün dünyada kınanmalarına neden olan bir diğer bir skandalları da Hocalı soykırımıdır.
Ermeniler, 1992’de Hocalı’ya girerek buradaki savunmasız sivil halka inanılmaz bir soykırım uyguladılar, ele geçirdikleri bütün Müslümanlara işkence ettiler, bebekleri öldürmekten çekinmediler.
Sırpların yaptıklarının birebir aynısını onlar da Müslümanlara yaptılar.

   ***

Karabağ işgal edildiğinde İran ve Türkiye Azerbaycan’a askeri danışmanlar gönderdi, İran ve Türkiye’den niceleri gidip bu Türk ve İslam toprağının kurtulması için orada işgalci Ermenilerle çarpıştılar, şehit düştüler.
Ama inanılmaz bir İran düşmanlığı nedeniyle, ve belki de kendi topraklarının düşman işgalinde kalması için, Azerbaycan yetkilileri, İran’ın yardımını kabul etmeyip, yardıma gelenleri de gerisin geriye gönderdiler.
O günlerde Türkiye’nin durumu çok nazik olmasına ve yönetimde farklı bir zihniyet bulunmasına rağmen bizden de birçok kişi oraya koşup yiğitçe çarpıştı ve şehadet şerbeti içti.
Bugün bu isimsiz şüheda, Azerbaycan topraklarında yatmaktadır.
Buna rağmen yer yer ABD, bazen de Ruslar tarafından İran ve Türkiye aleyhine propagandalara maruz kalan Azerbaycan cidden bir Siyonist kıskacındadır.

   ***

Bu işin altını deşecek olursak çok şeyler çıkabilir.
Önemli olan şudur:
Azerbaycan devleti, 20 yıl önceki Azerbaycan değildir.
Gücü de vardır, ordusu da.
Türkiye doğrudan doğruya ve İran da, dolaylı ve büyük bir halk kitlesiyle ona destek vermeye hazırdır.
An, bu andır.
Karabağ’ı, Dağlık Karabağ’la rayonları kurtarmak için mükemmel bir fırsat yakalamıştır.
Asla ve asla şu birkaç köyü kurtarmakla yetinmemelidir.
Böyle olursa, bunun altından bir çapanoğlu çıkacak ve Karabağ işgali yıllarca sürecek, birkaç köyle yetinen Azerbaycan sürekli kıskaçta olacak, BM ve siyonizmin malum çocuklarınını elinde oyuncağa dönüştürülecek, mesele sakız gibi uzatıldıkça uzatılacak, Filistinlilere yaşatılan onlara da yaşatılacak, o köylere yerleştirilen Türkler yine katliama uğrayacak, muhtar, yarı muhtar, özerk, konfedere”…vb mundar terimlerle milletin hayatı karartılacaktır…  

   ***

İnşallah yanılıyorumdur…
Karabağ’ın işgal edilen bütün toprakları kurtarılmaz ve o Türk toprakları kendi sahiplerine dönmezse bölgede Türkiye ve İran için yeni bir sıkıntı koridoru açılmış, yeni nifak tohumları saçılmış olacaktır.
Daha şimdiden orada Terör ve işgal devleti Siyonist İsrail’in akeri üs kurmuş olması, bunu tahmin için yeterli değil midir?
Sakın Putin’in Puşinyan’ın kulağını çekmesi ve Trump’ın Ermeni lobisini daha fazla sıkıştırma planları, Azerbaycan’ın 6-7 köyü kurtarmakla yetinmesi gibi bir sonuçla noktalanmasın?!
Bizden söylemesi…
Sağlıcakla kalın efendim.

 Cumhurbaşkanı Ruhani Azeri mevkidaşı Aliyev’le telefon görüşmesinde başka ülkelerin Karabağ münakaşasına müdahalesi kaygı verici olduğunu vurguladı.
 Cumhurbaşkanı Ruhani Azeri mevkidaşı Aliyev’le telefon görüşmesinde başka ülkelerin Karabağ münakaşasına müdahalesi ve Azerbaycan Cumhuriyeti ile Ermenistan arasındaki çatışmaların bölgesel bir savaşa dönüşmesi kaygı verici olduğunu belirterek, İran’ın Kuzey sınırlarında istikrar ve güvenliğin önemine vurgu yaptı.

Cumhurbaşkanı Ruhani Salı günü Azeri mevkidaşı İlham Aliyev’le telefon görüşmesinde başka ülkelerin Karabağ münakaşasına muhtemel müdahaleleri ve bu çatışmayı bölgesel bir savaşa çevirmelerinden duyulan kaygını dile getirerek, İran’ın Kuzey sınırlarında güvenlik, huzur ve istikrar Tahran yönetimi için önemli olduğunu, Karabağ münakaşası bu sınırların güvensiz hale gelmesi ve bazı terör örgütlerinin bölgeye nüfuz etmelerine sebep olmaması gerektiğini vurguladı.

Görüşmede Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev ise Ruhani’nin kaygılarını anlayışla karşıladığını ve İran’ın güvenliğini Azerbaycan Cumhuriyeti’nin güvenliği bildiklerini ve bu münakaşanın komşu ülkelerde güvensizliğe yol açmasına müsaade etmeyeceklerini belirtti. /İsmail Bendiderya

 Cumhurbaşkanı Ruhani Azeri mevkidaşı Aliyev’le telefon görüşmesinde başka ülkelerin Karabağ münakaşasına müdahalesi kaygı verici olduğunu vurguladı.
 Cumhurbaşkanı Ruhani Azeri mevkidaşı Aliyev’le telefon görüşmesinde başka ülkelerin Karabağ münakaşasına müdahalesi ve Azerbaycan Cumhuriyeti ile Ermenistan arasındaki çatışmaların bölgesel bir savaşa dönüşmesi kaygı verici olduğunu belirterek, İran’ın Kuzey sınırlarında istikrar ve güvenliğin önemine vurgu yaptı.

Cumhurbaşkanı Ruhani Salı günü Azeri mevkidaşı İlham Aliyev’le telefon görüşmesinde başka ülkelerin Karabağ münakaşasına muhtemel müdahaleleri ve bu çatışmayı bölgesel bir savaşa çevirmelerinden duyulan kaygını dile getirerek, İran’ın Kuzey sınırlarında güvenlik, huzur ve istikrar Tahran yönetimi için önemli olduğunu, Karabağ münakaşası bu sınırların güvensiz hale gelmesi ve bazı terör örgütlerinin bölgeye nüfuz etmelerine sebep olmaması gerektiğini vurguladı.

Görüşmede Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev ise Ruhani’nin kaygılarını anlayışla karşıladığını ve İran’ın güvenliğini Azerbaycan Cumhuriyeti’nin güvenliği bildiklerini ve bu münakaşanın komşu ülkelerde güvensizliğe yol açmasına müsaade etmeyeceklerini belirtti. /İsmail Bendiderya

İsrail'in elini güçlendiren anlaşmanın imzalandığı saatlerde Gazze İsrail savaş uçakları tarafından bombalanıyordu. İsrail, bu gelişmelerin sağladığı avantajla Filistin halkını köleleştirme hedefiyle daha pervasız adımlar atacak. İsrail Ortadoğu halklarıyla barışmıyor, onların nefret ettiği işbirlikçilerle barışıyor.


 Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn'in İsrail'le imzaladıkları “normalleşme anlaşması” Beyaz Saray'da imzalandı. ABD yönetimi ve İsrail anlaşmayı büyük bir başarı olarak sundu. Körfez ülkeleri, anlaşmanın İsrail Filistin barışına katkı sunacağını ifade etti. Filistin halkına ihanet manasını taşıyan anlaşmanın taraflarca böyle sunulmasında şaşırtıcı bir şey yok ve fakat bunların gerçeklikle bir ilgisi de yok…

 
Filistin'i İngiltere'de temsil eden Filistinli diplomat Husam Zumlot anlaşmayla ilgili yazısında, “biz Filistin halkı” diyor, “ardında yatan nedenler ne olursa olsun, Filistin'le İsrail arasında barışın sağlanması amacıyla imzalandığı iddia edilen İsrail'le iki Körfez ülkesi arasındaki anlaşmaların parçası değiliz”. Zumlot, “söylenenlerin aksine” bu anlaşmanın “barış umutları için büyük bir gerilemeyi” temsil ettiğini dile getiriyor. (Unlike UAE and Bahrain, We Palestinians Won't Surrender to Israel and Trump, Haaretz, 17/9/2020)
 
İki Körfez ülkesiyle İsrail'in imzaladıkları anlaşma için “gösteri” tespiti yapan Zumlot, bu “gösterinin” nedeninin yaklaşan ABD seçimleri öncesinde, ABD yönetiminin ihtiyaç duyduğu bir dış politika başarısı olduğunun altını çiziyor. Hakkındaki yolsuzluk soruşturmaları nedeniyle Netanyahu'nun da böyle bir başarıya ihtiyacı olduğunu belirten yazar okuyuculara, anlaşmayı imzalayan iki Körfez ülkesinin İsrail'le hiçbir zaman savaşmadığını anımsatıyor.
 
Zumlot'un doğru saptamaları ile paralel değerlendirmeler ABD'den New York Times gazetesinden de geldi. NYT editoryası konuyla ilgili değerlendirmesinde, anlaşmanın önemine dikkat çekerken, anlaşmayı imzalayan ülkelerin ekonomi ve güvenlik alanlarında İsrail'le yıllardır geliştirdikleri geniş ilişkilere rağmen bugüne dek bu anlaşmayı imzalamamış olmalarının bir “anomali” olduğuna işaret ediyor. (Trump's Middle East Deal Is Good. But Not That Good, September 16 2020)
 
NYT editoryası imzalanan anlaşmanın Trump yönetimine sağladığı politik avantajları gördüğü ve yeminli bir Trump düşmanı olduğu için biraz daha gerçekçi bir değerlendirme yapmıştı. Norveçli aşırı sağcı bir politikacının Trump ve Netanyahu'yu bu anlaşma nedeniyle Nobel Barış Ödülü'ne aday göstermesi konusunu ele alan editorya, bu teklifi hiç uygun bulmadığını belirtiyor.
 
Editorya'ya göre, bu teklif hiç uygun değil çünkü daha önce aynı meseledeki katkıları ve barış çabaları nedeniyle aday gösterilen Yaser Arafat, İzak Rabin, Menahem Begin, Şimon Perez ve Enver Sedat'ın konumuyla yeni önerilen isimlerin konumu birbirinden çok farklı. Editorya, barışı sağlamaya yönelik cesaretli adımlarıyla öne çıkan liderler Mısır Devlet Başkanı Sedat ve İsrail Başbakanı Rabin'in bunun bedelini yaşamlarıyla ödediklerini anımsatıyor.
 
NYT editoryası da Bahreyn ve BAE'nin İsrail'le hiçbir zaman savaşmadığını vurguluyor, bu nedenle öncekilerle kıyaslandığında bu anlaşmanın taraflara hiçbir ciddi zorluk getirmediğine işaret ediyor. Editorya'ya göre, bu adım sadece Trump ve Netanyahu'ya politik avantajlar sunuyor ve esas olarak “ABD'nin Ortadoğu'daki askeri varlığının azalması”, “İran tehdidi karşısında İsrail'in teknolojik ve askeri üstünlüğünün ortaya çıkması” koşullarında atıldı.
 
Bu anlaşma esas olarak, aşikarın beyanı anlamına geliyor. Varlıkları emperyalizmle işbirliğine dayanan bu yapılar, editoryanın vurguladığı ölçüde rahat değiller. Bunun en açık göstergesi, anlaşma törenine düşük profilli katılımlarıdır. BAE ve Bahreyn'in anlaşma törenine Dışişleri bakanı düzeyinde katılımı, hiç rahat olmadıklarının işaretidir.
 
Trump'ın açıklamasına göre, bu anlaşmanın devamı gelecek, beş ya da altı ülke daha İsrail'le normalleşme anlaşması imzalamaya hazırlanıyor. Sözü edilen ülkelerin Suudi Arabistan, Umman ve Sudan olduğu tahmin ediliyor.
 
Anlaşmanın imzalanmasıyla birlikte İsrail basınına düşen bazı haberler, BAE'nin İsrail'le geliştirdiği derin ilişkilerin düzeyine de ışık tuttu. Anlaşmayla birlikte BAE ile İsrail finans kurumları arasında işbirliği mutabakat zabıtları arka arkaya imzalanmaya başladı.
 
Filistin Yönetimi konuyla ilgili açıklamasında, anlaşmayı “Filistin halkının tarihinde kara bir gün” olarak niteledi. İşbirlikçi Filistin yönetiminin ciddi bir hayal kırıklığı yaşadığı anlaşılıyor. Bu konuda asıl vurgulanması gereken nokta, bu anlaşmaya giden yolun döşenmesinde işbirlikçi Filistin yönetiminin sahip olduğu sorumluluktur. Emperyalizme boyun eğerek elde edilecek “kazanımların” neler olabileceği işbirlikçi Filistin yönetiminin örneğinde en çıplak haliyle gözler önüne seriliyor.
 
İsrail'in elini güçlendiren anlaşmanın imzalandığı saatlerde Gazze İsrail savaş uçakları tarafından bombalanıyordu. İsrail, bu gelişmelerin sağladığı avantajla Filistin halkını köleleştirme hedefiyle daha pervasız adımlar atacak.
 
Reuters'e konuşan Amerikan Dışişleri Bakanlığı Körfez Ülkeleri bölümü yetkilisi Timothy Lenderking, Katar'a NATO Üyesi Olmayan Büyük Müttefik statüsü vermeye hazırlandıklarını açıkladı. Bu statüye sahip olan ülkeler, ABD silah ve teknolojisine erişimde öncelik ve ayrıcalıklar kazanıyor ve ABD ile olan askeri işbirliğini derinleştiriyor. Katar Dışişleri Bakanının geçen haftaki ABD ziyaretinde bu konunun netleştirildiği bildiriliyor.
 
BAE ve Bahreyn'in imzaladığı anlaşma ve Katar'a tanınacak bu statü, ABD'nin Ortadoğu'da oluşturmaya çalıştığı İran karşıtı cepheyi sağlamlaştırma çerçevesi içine yerleşiyor. Hafta başında ABD Dışişleri Bakanlığından yapılan bir başka açıklamada, İsrail ile Lübnan arasında yaşanan deniz sınırı anlaşmazlığı konusunda yapılan görüşmelerde önemli gelişmeler olduğu ve bir anlaşmaya çok yaklaşıldığı bildirildi.
 
İsrail basınında yer alan bazı değerlendirmelere göre, deniz sınırı anlaşmazlığının çözülmesi ve Körfez ülkelerinin attıkları adımlar Lübnan'ın konumunu gözden geçirmesine neden olacak. Ekonomisi çökmüş ve son büyük patlamayla büyük darbe almış Lübnan'ın nefes alabilmek için Körfez ülkelerinin fonlarına çok ihtiyacı var.
 
Deniz sınırı anlaşmazlığının başlangıcında görüşmeye ve uzlaşmaya yanaşmayan Lübnan'ın tutum değişikliği, yaşadığı sıkıntıların büyüklüğüne örnek olarak gösteriliyor. Kimi yorumculara göre, son patlamadan sonra Lübnan daha da büyük zorluklarla karşı karşıya ve bu zorlukları aşabilmesinin yolu İsrail'le barış ve bunun önünde tek engel Hizbullah.
 
Hizbullah'ın ekonomik sıkıntıların aşılmasının önündeki tek engel olduğunun Lübnan halkına anlatılmasının önemine dikkat çekiliyor ve bu başarıldığında Hizbullah'ın köşeye sıkışacağı vurgulanıyor. Beyrut Limanı'nın patlamayla işlevsizleşmesi nedeniyle yaşanan büyük yıkım karşısında (Lübnan'ın dış ticaretinin yüzde yetmişi Beyrut Limanı'ndan gerçekleştiriliyordu) İsrail'in Hayfa Limanı'nın kullanılması önerisi ile Lübnan'a bir jest yapılabileceği ve bunun barışa giden yolda önemli bir adım olabileceği vurgulanan noktalar arasında. Hayfa Limanı son yıllarda gerçekleşen büyük projelerle kapasitesini çok genişletmiş ve liman tümüyle yenilenmiş.
 
Bugün basında geniş ölçüde yer bulan bir haber, ABD Dışişleri Bakanlığı Terörle Mücadele Birimi Koordinatörü Nathan Sales'in bir Siyonist lobi grubu olan Amerikan Yahudi Komitesi'nin konferansında yaptığı konuşma hakkındaydı. Sales konuşmasında, Hizbullah üyelerinin, geçen yıllarda Belçika'dan Fransa, Yunanistan, İtalya, İspanya ve İsviçre'ye amonyum nitrat taşıdığını ve patlayıcı maddelerin halen Avrupa'da depolanmakta olduğuna dair şüpheleri bulunduğunu söyledi. İran'dan emir geldiğinde, Hizbullah'ın bu patlayıcılarla terörist saldırılar düzenleyeceğini iddia eden Sales, Hizbullah'ın daha fazla ülkede yasaklanması çağrısında bulundu. Amonyum Nitrat konusundaki vurgular, Lübnan'da iç çatışmayı zorlama yönünde hamlelerin hazırlığına işaret ediyor. Hizbullah'ın hem ABD hem Avrupa için tehlike oluşturduğunu dile getiren Sales'in konuşması, ABD'nin Hizbullah üzerinde baskıyı arttırma yönünde adımları hızlandırdığını ve yeni bir dezenformasyon kampanyasının gündemde olduğunu gösteriyor. Hizbullah üzerindeki baskının arttırılması hakkında bir süre önce konuşan hareketin önderi Nasrallah, Lübnan halkının açlıkla teslim olmaya zorlandığını ancak direneceklerini söylemişti.
 
Tüm bu gelişmelerin tek bir gerçek manası var: Ortadoğu'da İsrail'i güçlendirmek ve İran karşıtı cephenin sağlamlaşmasını sağlamak. Bundan çıkacak sonuç sadece daha fazla savaş ve çatışma demektir. İşbirlikçilerin imzaladığı anlaşmalar, Ortadoğu halklarının gerçek özlem ve taleplerini yansıtmıyor. Filistin halkının onlarca yıldır maruz kaldığı zulüm güçlenerek devam ediyor. Ortadoğu halklarının İsrail'in yayılmacı savaş politikalarına muhalefeti varlığını koruyor. İsrail Ortadoğu halklarıyla barışmıyor, onların nefret ettiği işbirlikçilerle barışıyor.
 
Bu gelişmelerin yaratacağı en önemli sonuç, Ortadoğu'da emperyalizm ve sömürgeciliğe karşı halk muhalefetinin yükselişi olacaktır. Örtülü işbirlikçiliğin açık işbirliğine dönüşmesi, bölgenin direnişçi güçlerinin konumunu sağlamlaştıracaktır. Ortadoğu'da direnişçi güçlerin zemini genişleyecektir.
 
16 Eylül 1982'de Beyrut'u işgal eden İsrail Silahlı Kuvvetlerinin desteği ve gözetiminde Batı Beyrut'taki Sabra Şatila Filistin Mülteci Kampı'na faşist Hıristiyan Falanjist'ler tarafından bir saldırı düzenlendi. Kampta kalanların çok büyük kısmı kadın ve çocuklardı. Bu saldırı, İngiliz gazeteci Robert Fisk'in özgün ifadesiyle, “modem Ortadoğu tarihindeki (kelime fazlasıyla suiistimal edilmesine karşın, bizzat İsrail'in tanımını kullanırsak) en büyük terör eylemi” idi. Bu büyük saldırı üç gün sürdü. Yine Fisk'in ifadesiyle yaşanan “İsrail'in Falanjist milislerinin Sabra ve Şatila adlı Filistin mülteci kamplarında başlattığı üç günlük tecavüz, bıçaklama ve cinayet orjisiydi”. Üç günün sonunda sayısı 3000'e yaklaşan Filistinli katledilmişti.
 
Bu katliamı yöneten Ariel Şaron daha sonra ödüllendirilerek İsrail Başbakanı yapıldı. Tüm dünyanın gözleri önünde yaşanan “üç günlük tecavüz, bıçaklama ve cinayet orjisinin” sorumluları emperyalizmin bölgedeki temel işbirlikçileri oldukları için kalın korunma zırhlarına sahipti. Filistin halkının devrimci mücadelesinin zayıflaması, bölge halklarının mücadelesindeki gerileme ABD emperyalizmini ve İsrail sömürgeciliğini pervasızlaştırdı.
 
Pervasızlaşmanın sonucu sömürü ve zulmün artmasıdır. Ortadoğu halkları sömürü ve zulme karşı mücadelesini mutlaka yükseltecektir. İsrail basınına düşen haberler, Bahreyn halkında anlaşmaya karşı güçlü bir memnuniyetsizliğin varlığını konu ediniyor. Bahreyn halkında gözlenen bu memnuniyetsizlik tüm bölge halkları tarafından duyumsanmaktadır. Ortadoğu halklarının sömürü ve zulme karşı mücadelesini yükseltmesinin önkoşulu Ortadoğulu devrimci hareketlerin oluşturacağı ortak mücadele örgütleridir. Ortadoğu devrimci hareketlerinin önündeki vazgeçilmez görevlerden biri, bu gelişmelerle birlikte daha da yakıcı hale gelmiştir.
 

Cenk Ağcabay

İslam İnkılabı Lideri İmam Hamanei Kutsal Savunma Haftası başlaması dolayısıyla telekonferansla katıldığı törende önemli açıklamalarda bulundu.

 İslam İnkılabı Lideri İmam Hamanei kutsal savunma haftası dolayısıyla düzenlenen törende yaptığı konuşmada, bu savaşı dayatanların amacı, İslam inkılabını yok etmek olduğunu ve bunun için Saddam’ı kullandıklarını belirtti.

İmam Hamanei, bu savaşta karşımızda Saddam ve Baas partisi olmadığını, esas taraf İslam inkılabından ciddi darbe alan Amerika gibi güçler olduğunu vurguladı.

İmamHamanei daha sonraları ortaya çıkan belgeler, savaştan önce Saddam Amerikalılarla anlaştığını ve savaş sırasında yük gemileri BAE’ne yanaşarak Saddam’a askeri teçhizat verdiklerini ortaya koyduğunu kaydetti.

İslam İnkılabı Lideri İmam Hamanei konuşmasının devamında, bugün takdir edilen bu mücahitler canından ve ailesinden, ana baba ve geleceğinden vazgeçerek tüm varlıkları ile karşısında vatanı ve İslam’ı savunmaları gerektiğine karar verdikleri düşmanla savaşa giden insanlar olduğunu vurguladı.

İmam Hamanei, İslam mücahitleri İslam dinini, milli izzeti ve namusu savunduklarını, bazıları şehit düştüklerini, bazıları ise kalıp bu görevi tamamladıklarını ifade etti

 Allah’ın Adıyla

ABD ve İşgalci Rejimin son sıralarda Fars Körfezi bölgesindeki bazı emirlikler ile sözde normalleşme girişimleri başlatmaları başta Filistin’in mazlum halkı olmak üzere Müslümanlar arasında rahatsızlıklara sebep oldu.

Müslüman halkların bu tepkilerini dikkate alan iktidarlar, partiler, STK’lar, medya kuruluşları, yazar-çizer-yorumcu çevrelerin her biri konuya kendi bakış açılarından yaklaşarak tepkilerini ortaya koydular.

Filistin bağlamında normalleşme, uzlaşma, teslimiyet, uşaklık… adına ne denirse densin içinde bulunduğumuz zaman diliminde karşılaştığımız bu gelişmeler aslında ilk defa ortaya çıkmış ihanetler değildir.

Filistin halkının kendi ülkesinden çıkarılıp sürgüne gönderildiği, evinin barkının işgal edildiği, her türlü cinayete maruz bırakıldığı günden beri İslam ülkelerine tahakküm eden rejimlerin çoğu Siyonist terör çeteleri rejimiyle açık- gizli ilişkilerini sürdürmüş, bu rejimin ayakta durması için her türlü işbirliği içerisinde bulunmuşlardır.

Pek uzağa gitmeğe gerek yoktur; iğneği kendimize çuvaldız başkasına batıralım. İsrail’ın uğursuz varlığını resmen tanıyan ilk İslam ülkesi olan Türkiye de bu kuraldan müstesna olmayıp o günden bu yana işbaşına gelen hükümetlerin hepsi bu işgalci rejimle ilişkileri geliştirme yolunu tercih etmişlerdir.

Bugün BAE ve Bahreyn gibi ülkeciklerin adına yapılmak istenen şeyi, yani Arap ülkeleri ile İsrail arasında zaten devam eden ilişkileri alenileştirme girişimini şimdi işbaşında bulunan AKP hükümeti yıllarca önce yapmaya çalışmadı mı? Suriye hükümetini İsrail ile uzlaştırmak için bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından başlatılmış girişimler unutulmuş olamaz.

Dün yapmak isteyip de başaramadığını bugün Körfezdeki kukla emirliklerin yapmasına karşı çıkılması anlaşılır gibi değil. Belli ki, konu Filistin meselesi değil BAE ile başta Libya olmak üzere başka bölgelerdeki sürtüşmelere yönelik hesaplaşmalar için bir bahanedir.

Bu açıklama ışığında Filistin davası bağlamında birkaç noktanın madde madde madde açıklığa kavuşturulması gerekir:

1- Başını Suudi hanedanının çektiği Arap rejimlerinin çoğu doğrudan veya dolaylı olarak ABD’nin kontrolü altında hareket etmekteler ve kendi halklarına karşı rejimlerinin varlığını korumak için ABD’nin sultasını peşinen kabul etmişlerdir. Bunların ABD-İsrail sulta ekseninden ayrılmaları uğursuz varlıklarının da sonu demektir. Bunlardan Filistin davasına yardım ve destek beklemek abestir.

2- ABD ve İsrail’in bölgedeki kukla rejimlerin işbirliği ile başlattıkları bu son girişimleri Filistin halkının haklı mücadelesini asla engellemiyecektir.
Yetmiş yıldan fazla bir süredir Filistin halkını teslim alamayan İsrail ve hamileri bundan sonra da bu uğursuz hedeflerine ulaşamıyacaklardır.

3- Filistin halkının eşsiz direnişini kıramayanların Fars körfezindeki tağuut ve tağuutçuklara tevessül etmeleri aslında Filistin davası adına büyük bir zaferdir. Bu son girişimler görünürde işgalci rejimin başarısı gibi görünse de aslında onların zaafını gözler önüne sermektedir.

4- Filistin halkı ve direniş grupları geçen bu 70 yıllık çetin mücadelede hiçbir zaman bugünkü kadar vahdet içerisinde bulunmamıştı. Artık tek kurtuluş yolunun direniş olduğunda birleşmiş bulunuyorlar. Artık başta Arap ülkeleri olmak üzere nifak ehli güçlere dayanmak yerine kendi iman ve güçlerine dayanmanın tek çözüm olduğu sonucuna varmış bulunuyorlar.

5- Filistin davası İslam dünyasında turnosol kağıdı olmaya devam etmektedir. Filistinliler geçmiş dönemlerde zaman zaman gerçek dostlarının kimler olduğunda gaflete düşmüş olsalar ve münafık rejimlere güvenseler de işin ciddiyeti ortaya çıktığında kime güveneceklerini, kimlerin kendileriyle dayanışma ve işbirliğine hazır olduğunu öğrenmiş oldular.

6- İslam dünyasının çeşitli bölgelerindeki Müslümanlar da bugün her zamankinden daha açık bir şekilde Filistin davasını kimlerin desteklediğini, kimlerin Filistin davasını bir çıkar aracı olarak kullandığını görebilmektedir.

7- Hakla batılın bir birinden açık bir şekilde ayrışması için safların netleşmesi süreci devam edecektir. Bu ilahi gelenek şimdilik Filistin davası bağlamında gündemde olsa da başta Suriye, Yemen, Irak ve Lübnan olmak üzere bölgemizde ve yeryüzünde vuku bulan bütün gelişmeler için de geçerlidir. Ancak saflar netleştiğinde kimin hak, kimin batıl, kimin hakla ve kimin batılla birlikte olduğunu halklar teşhis etme imkanına kavuşacak, nifak ve küfrün maskesi ancak o zaman düşürülebilecektir.

Ziya Türkyılmaz

Kovid-19 krizinin arifesinde Gates vakfının yönetim kuruluna yeni başkan atanması medyanın dikkatinden kaçan çok ince bir noktadır…

Ne yalan söyleyeyim; ben de bu noktayı fark edemedim onca haber ve yorum yağmuru arasında…
Ta ki;  Newsweek, Global Edition’daki bir yazıyı görünceye kadar..

    ***

KİMDİ BU YENİ BAŞKAN?
Mark Suzman 1 Şubat 2020’de Gates vakfı yönetimi kurulu Başkanı olarak atandı.
Suzman, ırkçılığın en iğrenç versiyonunun yaşandığı Apartheid döneminde Güney Afrika’da büyüdü ve çalışmalarına gazeteci olarak başladı. Suzman daha sonra BM’ye katıldı ve BM Genel Sekreteri Bürosu stratejik politika üretme ve iletişim bölümünde danışmanlık koltuğuna oturdu. 2007 yılında   Gates vakfına katıldı ve vakfın küresel destek ve kalkınma politikaları ve özel inisiyatifler bölümünün başına geçti.
Suzman vakfın Hindistan, Çin, Avrupa ve Afrika’daki temsilciliklerinin temelini atmayı ve geliştirmeyi üstlendi ve yine vakfın devletler, özel sektör ve medeni toplumla ilişkilerini koordine etmeye başladığı dönemde de Oxford üniversitesinden uluslararası ilişkiler branşında doktorasını aldı.

“KORONA KUMPASINDA CİNSİYET EŞİTLİĞİ” NE ALAKA?” DEMEYİN…

Şimdi sıkı durun:
Suzman Newsweek’e verdiği demeçte önceliklerinden birinin; vakıfta,  vakfın cinsiyet eşitliği uygulamalarını gözetleyen yeni bir üst düzey icra mevkii oluşturmak olduğunu belirtti.
Son yıllarda siyonizmin, özellikle AB kaldıracını kullanarak çoğu ülkede (ve tabi ki öncelikle bizde) “cinsiyet eşitliği” ve “eşcinsellik “ kavramlarını sıkça gündemde tuttuğunu, hatta İstanbul Sözleşmesi’yle bunun nasıl dayatıldığını, aile ve ahlak yapısını nasıl dinamitlediğini hepimiz biliyoruz.
İş öyle bir noktaya geldi ki, ÇKD bile, eşcinselliğin ne kadar büyük bir felaket olduğu konusunda toplumu uyarmaya başladı!...
Suzman ayrıca vakfın son 20 yılda uygulamaları, bu teşkilatın faydalı bir küresel tepkiyi yönetmek üzere gerekli kapasiteleri ve meşruiyeti oluşturduğunu ortaya koyduğunu vurguladı.
Suzman buna, Wellcom ve Mastercard firmalarının iş birliği ile uygulanan Kovid-19 Therapeutics Accelerator programını örnek gösterdi.


Suzman ;vakfın gelecekteki faaliyetleri hakkında da yaptığı açıklamada, kendisi ve vakfın yönetim kurulu ve üst düzey yöneticileri yatırımların ve faaliyetlerin en çok etki yaratan alanların üzerinde odaklanması üzerinde ısrar ettiklerini kaydetti; bu konuya da epidemik hastalıklarla mücadele, cinsiyet ayrımcılığıyla ilgili sorunları bertaraf etme ve eğitim programlarını geliştirme programlarını örnek gösterdi.

Bununla da yetinmedi ve The Giving Pledge adlı hayır kurumunun kuruluşunun onuncu yıl dönümüne işaretle bu kurum aslında Bill, Melinde ve Warren’in kurumsal değil kişisel inisiyatiflerinin ürünü olduğunu, bu üç kişi kişisel görüşleri doğrultusundu bu kurumun temelini attıklarını da açıkladı.

   ***

“THE GİVİNG PLEDGE HAYIR  KURUMU (!) BU İŞİN NERESİNDE?
The Giving Pledge hayır kurumu 2010 yılında Bill Gates ve Warren Buffett tarafından ve dünyanın çok zengin insanlarını insani programlarına katılmalarını sağlam üzere kuruldu. Bu kurumun taahhütname belgesi şimdiye kadar 204 kişi tarafından imzalandı; gerçi bu imza herhangi bir hukuki veya yasal elzem getirmiyor. İmzalayanların çoğu 22 ülkenin milyarder insanları... Belgeyi imzalayan bazı milyarderler vefat etti. Bu insanların üstlendiği yükümlülüğün 500 milyar dolar olduğu belirtiliyor; gerçi bu meblağın tümünün tahsis edilmesi yönünde hiç bir elzem de bulunmuyor. Belgeyi imzalayanların arasında seçkin simalar yer alıyor.


  Business Line Online’ da dikkatimi çeken bir nokta oldu: Bill ve Melinda Gates vakfı, Michael ve Susan Dell vakfı ve Wadhwani vakfı, Kovid-19 eylem grubuna mali yardım takımına katılarak bu inisiyatifin faaliyet ve ulaşım alanını genişletmek istemiş.

Söz konusu grup (ACT Grants) Hindistan’da kâr amacı gütmeyen bir grup olup startup’lara mali destek veren bazı özel yatırım fonları tarafından kurulmuş.
Gates vakfının proje seçme sürecinin bir bölümünü yönetmesi ve projenin Hindistan’da Bihar ve Utar Pradeş eyaletlerinde uygulanmasına destek vermesi kararlaştırıldığı anlaşılıyor. Wadhwani vakfı da seçline projelere mali destek sağlayacak. Projeler Hindistan’ın sağlık sistemini uzun vadede iyileştirme ve doğrudan etkileme etkenleri üzerinde odaklanarak seçiliyor.

   ***

HİNTLİLER BAYAĞI BU İŞİN İÇİNDE!
ACT Grants Kovid-19 ile mücadele için 50 özel firmayı, 40 startup’ı ve bir kaç Hindistanlı seçkin girişimciyi bir araya getirmiş bulunuyor. Bu grup 43 günde 39 startup’a mali yardımda bulundu. Bu yardımlar ise şu alanlara dağıtıldı: Uzaktan tıbbi hizmet, geniş çapta test, hasta izleme, şaibeli hastaları rasat etme, iletişimleri izleme ve tanı kiti üretme.


Gates vakfının Hindistan bürosu Başkanı Hari Menon, ACT Grants grubuna verilen destek, Gates vakfının Kovid-19 hastalığı ile mücadele hedefi doğrultusunda olduğunu, bunun için toplu çaba ve sermaye gerektiğini belirtiyor.


ACT Grants’ın Sözcüsü Mohit Bhatnagar da Gates vakfının Kovid-19 hastalığı ile mücadele deneyimleri ve uygulamaları bu grubun hedefleri ile tamamen örtüştüğünü vurguluyor.

   ***

ACT GRANTS BU İŞİN NERESİNDE?

ACT Grants bazı özel sermayeli firmaların bir araya gelmesiyle oluşan bir grup. Bu gruba üye şirketleri de buldum: Sequoia India, Accel Partners, Lightspeed Ventures, Matrix Partners,  Nexus Venture Partners, Kalaari Capital, Omidyar Network.

   ***

GATES VAKFI HER İŞE KARIŞAN BİR KURULUŞ!
    Gates vakfının, Rus trolların ABD seçimleri üzerindeki tesirini araştırma projesine destek vermesi de ilginç değil mi? 


 Bakın; Politics & Government Week via VerticalNews.com bu konuda neler yazıyor:
 

“Bu proje, aslında bir kaç platforma dayanarak çalışan bir devlet propagandası” projesi!
Nasıl mı çalışıyor? Buyurun::
Twitter ve youtube sitelerinde Rus trollar ABD’de 2016 başkanlık seçimleri sırasında New Jersey teknoloji müessesesi tarafından izlendi ve siyasi irtibatların medya üzerinden daha geniş bir ekolojik zeminde ele alınmasını gösterdi.
Zira devletler birbiriyle iç içe olan enformasyon eko-sisteminden yararlanarak gizli propaganda stratejilerini takip ediyor!


Bu projenin mali hamilerinden biri de Gates vakfı!
 Projenin diğer mali hamileri arasında şu kurumların adı dikkat çekiyor:
Knight Foundation, Charles Koch Foundation, Craig Newmark Philanthropies, Hewlett Foundation, Siegel Family Endowment Carlsberg Foundation.

   ***

Eminim siz de benim gibi şaşırdınız.

Gates vakfının; Maryland Baltimore Üniversitesi’yle de sıkı ilişkileri olduğunu kaçımız biliyor acaba?

Maryland Baltimore Üniversitesi’nin Gates vakfının desteği ile yapay biyoloji alanındaki yeni bulguları takibe aldığını da biliyor musunuz?!
 
Biotech Week via NewsRx.com’da yer alan bir araştırma makalesine göre  Maryland Baltimore Üniversitesi, Ehrlich Pathway yöntemini geliştirmek üzere yapay biyoloji temelinde bir araştırma yürütmüş ve sonuçta Gül gibi çiçeklerden daha değerli hoş kokulu maddelerin elde edilmesini sağlamış.

Gates vakfı, Jiangnan Üniversitesi Biyo Teknoloji Fakültesi ve Bilimler Ulusal Vakfı hücre mühendisliği ve biyokimya programı ile birlikte bu araştırma projesinin baş hamileri arasında yer alıyor!
Gelecek yazımda bu konuda bulduğum diğer belgeleri de sizlerle paylaşacağım inşallah.

Şimdilik Allah’a emanet olun, esen kalın

 Amerika Başkanı Donald Trump yönetiminin tehditlerine tepki gösteren Rusya, İran ile askeri iş birliği Trump’a rağmen devam edeceğini açıkladı.

Rusya federasyonu dış ilişkiler komitesi Başkan Yardımcısı Vladimir Dzhabarow, Amerika Başkanı Donald Trump’ın İran ile silah ticareti yapan ülkeleri cezalandırma tehdidine rağmen Moskova yönetimi Tahran ile askeri iş birliğini sürdüreceğini belirtti.

Dzhabarow şöyle ekledi:

Bırakın onlar yaptırım uygulasın. Bence Rusya ile İran arasında askeri iş birliği devam edecek.

Dzhabarow ayrıca bu yaptırımların İran ve Rusya arasındaki iş birliğini etkilemeyeceğini umduklarını vurguladı.

ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo Pazar günü bir bildiri yayımlayarak tetik mekanizmasını uyguladıklarını ve buna göre daha önce askıya alınan BM yaptırımları yeniden İran’a dayatıldığını iddia etti.

Ancak Pompeo’nun bu iddiasına rağmen Bercam nükleer anlaşmasının diğer tarafları, BM güvenlik konseyi üyeleri ve uluslararası camia Amerika’ya karşı çıkarak bu ülkenin iyice inzivaya itildiğini ortaya koydu. /İsmail Bendideryan

 İran’ın BM daimi temsilcisi Macid Tahti Revançi, Amerika terör devletinin BM’nın süresi bitmiş kararnameleri yeniden dayatma çabalarına tepki gösterdi.
 İran’ın BM daimi temsilcisi Macid Tahti Revançi, Amerika’nın İran’a dayattığı yeni tek yanlı yaptırımları hiç bir etkisi olmayacağını, ayrıca uygulama tarihi geçen kararnamelerin yeniden uygulanmasını da asla göremeyeceğini belirtti.

Twitter hesabında bu açıklamayı yapan Tahti Revançi, Amerika uygulama tarihi geçmiş kararnamelerin yeniden uygulanmasını asla göremeyeceğini, zira bu kararnameler uluslararası hukuka göre söz konusu olmadığını belirtti.

ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo Pazar günü bir bildiri yayımlayarak tetik mekanizmasını uyguladıklarını ve buna göre daha önce askıya alınan BM yaptırımları yeniden İran’a dayatıldığını iddia etti.

Ancak Pompeo’nun bu iddiasına rağmen Bercam nükleer anlaşmasının diğer tarafları, BM güvenlik konseyi üyeleri ve uluslararası camia Amerika’ya karşı çıkarak bu ülkenin iyice inzivaya itildiğini ortaya koydu. /İsmail Bendideryan