کارگر

کارگر

Allah’ın adıyla

Mezhepçilik artık hükümet eliyle yapılıyor. İşte 3. Boğaz köprüsünün adının açıklanması ile, Hükümet ve yönlerini onlara bağlayan, onlar ne yana dönerse onlarla dönen kötüyü ve iyiyi onlara göre belirleyen medya ile bu gerçek açıkça ortaya konmuştur…

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, köprünün adını açıklarken aynen şöyle demiştir:

“Bu üçüncü köprü, eminim ki herkesin zihninde vardır, ‘acaba bu köprünün ismi ne olacak’ diye. Arkadaşlarımız, hükümetimiz hep düşündü, konuşuldu ve neticede hep beraber şu karara vardık ki; üçüncü köprünün ismi Yavuz Sultan Selim Köprüsü olsun. “

“Arkadaşlar”, hükümet, hep birlikte düşünmüşler ve hep beraber, ülkenin önemli bir kesimi için “acı ve ölüm” anlamı taşıyan, “40 bin insanın öldürülüp, hapsedilmesi”nin adı olan (1) “kaçışları, sürgünleri, ötekileştirmeyi, dağlara sığınarak ölümden kurtulma çabalarını” hatırlatan bir isim üzerinde karar kılmışlar!... Çünkü saflar artık iyice belirlenmiş, “Şiilere, özellikle de İran’a mesaj” olsun diye böyle bir isim seçilmiş… 15 milyondan fazla vatandaşı rahatsız mı olurmuş? Ne gam!... Kim takar ki onları?...

Peki “yapılan yanlışlara karşı kamuoyunun sesi olması gereken” medya ne yapmış? Her zamanki gibi yandaşlığını konuşturmuş, tevillere girişmiş tabi… Önce Yavuz’un ne büyük bir padişah, ne yüce bir şahsiyet, ne kutlu bir mümin olduğunu ballandıra ballandıra anlatmış, sonra da yarım ağızla “aslında başka bir isim de olabilirdi” diye mırıldanıvermişler hep bir ağızdan… Ama içlerinden “yavuz” olan bazıları, mesela Mümtazer Türköne gibi; böyle bir ismin faziletlerini saya saya bitirememiş, üstüne üstlük “ne büyük bir düşünce, ne büyük bir mesaj” diye de alkış çalmış avuçları patlarcasına… (2)(3)

Üçüncü köprü ve Yavuz ismi ile ilgili yazı yazan yandaşlar, İran ve Hizbullah’a da dokunmadan edememişler tabi… Hani Bekir Bozdağ’ın “Hizbullah değil, Hibuşşeytan” tanımlaması var ya, ona destek de verilmesi, bu büyük buluşun çabucak unutulmaması için, Bekir Bey’in de sözünü onaylamaktan geri de kalmamak için bunu yapmaları da gerekirmiş hani… Ama bazıları hızlarını alamamış, Bekir Bey’den dahi öne fırlama, Ona dahi sol çekme hissiyatıyla, daha galiz bir ifade bulmuş: “Hizbullât!” (4)

Gerçi, yazısını eğip bükerek, Hizbullah’ın geçmişte İsrail’e vurduğu darbelere ne kadar sevindiğini, o zamanlar Nasrallah’ı ne kadar da sevdiğini ballandıra ballandıra anlatmış, bu arada da “biz Sünniler böyleyiz, doğru olanı sever, yanlışa yanlış deriz, Takiyye de yapmayız” diye inceden de saydırmayı ihmal etmemiş… Ve Hizbullah’ın şimdiki durumuna, “ben demiyorum canım, işte o kendisine böyle dedirttiriyor” hinliği ve cinliği ile ad veriyor: “Hizbullât”… Yani, Lat putunun hizbi… Yani Mekke Müşriklerinin büyük Putu Lat’a yandaş olan… Yani, Mekke müşriklerinin günümüzdeki benzeri…

Bir “İslam alimi” de olan bu zat, hiç sıkılmadan şu anda kendilerinin İsrail ile “müttefik” olduklarını nasıl da gizliyor değil mi? Sanki “Büyük Şeytan” Obama’nın sesini özleyenler, Hilary ile “çak” yapanlar, Kerry ile “ortak kader birliği” yaptıklarını deklare edenler, destekledikleri ÖSO’nun ABD’li senatör McCain ile verdiği pozu “daha çok yardım geliyor” diye sevinerek yorumlayanlar, “Ürdün’de Suriye’yi işgal için 18 ülke anlaştı” haberleri ile bayram yapanlar kendileri değil… Çağın en büyük putu Beyaz Saray’da “şöyle ağırlandık, böyle iltifata tabi tutulduk” diye kaplarına sığmayanlar, nasıl da asıl “Hizbullât” olduklarını unutup, pişkince başkalarını suçlayabiliyorlar!...

Bunların bu pişkinliği neye delalet? Basının büyük kısmını satın almış, satın alamadıklarının da boğazını sıkarak baskı altına almışlar ve meydanı boşaltmışlar… Ve şimdi de bu boş meydanda at koşturuyorlar dilediğince… Kimse soramıyor: “Yahu siz dün Reyhanlı’da yaşanan facianın müsebbibi olarak anında “Esed” dediniz, ama bakın sizin himayeniz altında olan El Nusra militanları, Antep ve Adana’da da katliam yapmak için Suriye’de adam eğitip, Libya’dan “sarin gazı” getiriyorlar. Bu ne iş?”

“Katliama seyirci kalırsak, ahrette Allah bizden sorar” diye nutuk atanlar ve yandaşları, yanı başımızda Irak’ta bir günde yüzlerce kişini öldürülmesinden sorumlu El Kaide’nin hamisi olduklarını ne de çabuk unutuyorlar… Ve yandaş gazeteler, El Kaide’nin bombaları ile parça parça olanlara, satır aralarında dahi yer vermiyorlar, ya da “üçüncü sayfa haberi” muamelesi çekiyorlar… Ve bunun adı da “İslami duyarlılık” oluyor… Çünkü öldürülenler Şii… Çünkü, o üçüncü köprüye adını verdikleri Yavuz’un Şeyhülislamı Müftü Nurettin El Hamza, bu Şiiler için aynen şu fetvayı vermişti:

“Müslümanlar! Bilin ve öğrenin ki şu Kızılbaş toplumunun başkanları Erdebil-oğlu Şâh İsmail'dir. Peygamberimiz aleyhisselâm'ın şeriatini ve sünnetini ve İslâm dînini ve din bilgisini ve Kur'ânı küçümsedikleri ve de Allah Tâlâ'nın haram kıldığı günahlara "Helâldir" dedikleri ve Kur'ân'ı ve mushafları ve şerîat kitaplarını hor görüp ateşte yaktıkları ve de bilginlere ve dindarlara ihanet edip öldürüp mescitlerini yaktıkları ve de pis başkanlarını Tanrı sayıp secde ettikleri ve de Hazret-i Ebû Bekir'e ve Hazret-i Ömer'e sövüp halifeliklerini inkâr edip sövdükleri ve de peygamberimizin şeriatini ve İslâm'ı yok etmeye kast ettikleri, bu anılan ve de bunların Şeriat'a karşı söz ve davranışları bu fakire ve diğer İslâm âlimlerine göre tevâtürle bilinip açıkça belli olduğundan biz dahî Şeriat’ın hükmü ve kitaplarımızın nakli ile fetvâ verdik ki adı geçen toplum Kızılbaşlar kâfir ve dinsizdirler ve de her kimse ki onlara uyup o sapık dinlerine râzı ve yardımcı olursa onlar da kâfir ve dinsizlerdir.

Bunları dahî öldürüp toplumlarını darmadağın etmek, tüm Müslümanlara vâcip ve farzdır. Müslümanlardan ölen said ve şehid olup Cennet'e girer ve onlardan ölen aşağılayan Cehennem'in dibindedir. Bunların hâli kâfirlerin hâlinden daha fena ve çirkindir. Zîrâ bunların kestikleri ve avladıkları ister doğanla, ister ok ile ve av köpeği ile olsun, murdardır ve nikâhları gerek kendilerinden, gerek başkasından alsınlar, bâtıldır ve de bunlara kimseden mîras yoktur.

Bir bucak halkı bunlardan olsa da Allah yardımcısı olsun, Osmanlı Padişahı'na gerekir ki bunların (Kızılbaşların) ileri gelenlerini öldürüp mallarını ve kadınlarını dahî ve çocuklarını İslâm gâzilerine taksim ede ve bunları ele geçirilince tövbeliklerine ve pişmanlıklarına inanmayıp öldürülmeli ve de bir kimse ki vilâyette olup onlardan olduğu bilinirse ya da onlara giderken yakalanırsa öldürülmeli ve tüm bu toplum hem dinsizdir ve hem bozguncudur, iki yönden katledilmeleri vâciptir. Ey Allah'ım! Dîne yardım edene sen de yardım et ve Müslümanları hor göreni sen de hor gör, (bu fetvâyı veren) Sarı Görez adıyla meşhur el-Müftü Hamza" (5)

Herhalde bunun için Samanyolu Tv’de yayınlanan “Derin devlet Osmanlı” adlı dizide, bir “Şii karaktere” aynen şunları söyletiyorlar:

“Biz Acemler (İran halkı), zorla Müslüman edilmiş bir milletiz. Aslında Müslüman değiliz. Müslüman gibi gözüküp İslam'ı yok etmeye çalışıyoruz!!”

Ülkemizde, “Mezhep savaşının” sonuçları bütün acısıyla yaşanmışken, böylesine bir basiret körlüğü ile mezhepçiliği kaşıyan, halkını ötekileştiren bir hükümetin ülkeyi nereye götürmekte olduğunu gören gözlerin dillerine pranga vurulmuş ne yazıkki…

Evet, bir meydan ki, Şeytan dahi bu meydanda şaşkın… O bile bu kadarına akıl erdiremiyor… Çünkü bu meydanda kendi sıfatlarını başkalarına yamayan çığırtkanların sesi yankılanıp duruyor…

---------------------

(1)İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı tarihi, Cilt 2, sayfa 257

(2)Mümtazer Türköne, “Yavuz” başlıklı yazı, zaman Gazetesi, 30.05.2013

(3)Mümtazer Türköne, “Yavuz’un Bıraktığı Miras” başlıklı yazı, zaman Gazetesi, 31.05.2013

(4)Faruk Beşer, “nasrallah Hizbullah mı, Hizbullât mı” başlıklı yazı, Yeni Şafak, 31.05.2013

(5)http://tr.wikisource.org/wiki/M%C3%BCft%C3%BC_El_Hamza%27n%C4%B1n_K%C4%B1z%C4%B1lba%C5%9Flarla_ilgili_fetvas%C4%B1

( Not: Sitenin bu fetva için gösterdiği kaynak:

 Şehabeddin Tekindağ, "Yeni Kaynak ve Vesîkaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi", İstanbul Üniversitesi Eedbiyat Fakültesi Tarih Dergisi, Sayı 22, s. 17, 1968

 ↑ Gülağ Öz. İslamiyet Türkler ve Alevilik. s. 188, 1999, Ankara, ISBN 9757059021

MUHSİN KÜÇÜKER - rast habar

Şeyh Yusuf el Kardavi, dünya Müslümanlarının Suriye ve Kuseyr'de huzur bulmalarının farz olduğunu ilan ederek şunları söyledi: Hafız Esad mezhepçilikle! Ve ondan sonra oğlu bu ülkede hükümeti ele geçirdikten sonra bu ülke halkının huzuru ortadan kayboldu!

Aşırı radikal Selefilerin manevi babası olarak kabul edilen Katar sakini Mısırlı alim şeyh Yusuf el Kardavi, Katar'ın başkenti Doha'da kıldırdığı Cuma namazının hutbesinde bir kez daha Şialara karşı olan inat ve kinini ortaya koydu.

Dünya Müslüman Alimler Birliği Başkanlığı sıfatı bulunan NATO ve Amerikancı (Amerika ve NATOA'yu Suriye'ye müdahaleye çağıran fetvalarından dolayı bu isimle anılmaktadır) Şeyh Yusuf el Kardavi, dünya Müslümanlarının Suriye ve Kuseyr'de Suriye devletine karşı savaşmaları için huzur bulmalarının farz olduğunu ilan ederek şunları söyledi: Hafız Esad mezhepçilikle! Ve ondan sonra oğlu bu ülkede hükümeti ele geçirdikten sonra bu ülke halkının huzuru ortadan kayboldu!

Yusuf el Kardavi, Şia ve Alevilerin Yahudi ve Hıristiyanlardan daha kafir olduğunu, konuşmasının devamında ise Rusya ve Hizbullah'ın Beşşar Esad'ı desteklediğinden ötürü Rusya ve Hizbullah'ı şiddetle eleştirdi.

Tartışmalı konumuyla meşhur olan Kardavi, Arap ülkelerinden Tahran ve Moskova'ya Şam hükümetini desteklediklerinden ötürü bu ülkelere siyasi ve ekonomik yaptırımlar uygulamasını istedi.

Halbuki teröristler her gün Suriye halkını hedef almakta, bombalamakta; buna karşın Suriye Ordusu yabancı teröristlerle bu ülkede savaş vermektedir. Ama Dünya Müslüman Alimler Birliği Başkanı Yusuf el Kardavi, Suriye halkının katledilme sorumluluğunu İran ve Rusya'nın üzerine atmakta ve şunları söylemektedir: Katar Emiri Şeyh Hammad Al-i Sani Esad'a karşı savaş çağrısında bulundu, ancak onu bu konuda himaye edecek kimseyi bulamadı!

Katar'da yaşayan Mısırlı müftü Yusuf el Kardavi, radikal Selefi grupları desteklediğinden dolayı bu akımların manevi babası olarak sayılmaktadır.

Kardavi'nin son yıllardaki Amerika ve Batılıları sevindirici tarzdaki çıkışları dünya genelindeki devrimci Müslümanlar nezdinde şiddetle kınanmakta ve eleştirilere maruz kalmaktadır. Şu anda Filistin, Lübnan, Mısır, Irak… gibi ülkelerde NATO müftüsü olarak anılmaktadır.

 

Sünni Aliminden Kardavi'ye Sert Tepki

Mescid-i Aksa İmamlarından Şeyh Salahuddin Bin İbrahim Ebu Arafe'den Yusuf el Kardavi'nin katliam fetvalarına sert tepki gösterdi. Mescid-i Aksa İmamlarından Şeyh Salahuddin Bin İbrahim Ebu Arafe, başta Karadavi olmak üzere saray alimlerinin geçen iki yıl içerisinde haramı helal yaptıklarını belirterek bu alimleri Allah ve Resulü'nün yoluna ihanet ettiklerini söyledi. Hz. Resul-i Ekrem'in Müslüman olan bir kişinin öldürülmesini hiç bir zaman mübah kılmadığını söyleyen Şeyh Ebu Arafe, "nasıl olur da Karadavi, ilim, iman ve din üzerine saçlarını beyazlaştıran Allame Dr. Muhammed Said Ramadan el-Buti’nin öldürülmesini mübah kılar? Rejimi destekleyen alim, cahil, sivil ve askerlerin öldürülmesini insanlara caiz kılan Karadavi, beraber okuduğu ve büyüdüğü kardeşi Buti’yi nasıl olur da öldürebildi, nasıl olur da prensin sarayında ikamet eden bir prens haline geldi? diye sordu.

Karadavi’nin Allah'ın haramlarını helal kıldığını söyleyen Şeyh Ebu Arafe, "Kardavi, Amerikan demirini arkasına alarak kardeşlerini yaktı. Ne ABD’nin ne de Filistin’i işgal eden Siyonist varlığın yapamadığını kardeşlerine yaptı" dedi.Şeyh Kardavi bir televizyon programında Suriye'deki rejimi destekleyen alimlerin öldürülmesinin caiz olup olmadığını sorusuna "Rejimle çalışanlar ister sivil olsun, ister asker, isterse de ulema, herkes öldürülmelidir" şeklinde fetva vermiş, fetvanın ardından İslam dünyasının önde gelen alimlerinden Allame Ramazan el Buti bir camiide onlarca kişiyle birlikte bombalı bir saldırıyla şehid olmuştu.

ABNA

 

 "El Cezire" TV kanalı, bu savaşın başını çekiyor. Bugün, Lübnan’ın bir numaralı partisi bu Katar kanalının ilgi odağında ve kanal, Suriye rejimi ve Başkan Beşar Esad’a karşı savaşını sürdürüyor.

Hizbullah karşıtı ve yanlısı medya kuruluşları şu günlerde ateşli bir medya seferberliği içinde karşılıklı atışıyorlar. Bu savaş kademeli olarak tırmanarak, Hizbullah Lideri Seyyid Hasan Nasrallah'ın Direniş ve Kurtuluş Günü vesilesiyle yaptığı son konuşmanın ardından zirve noktasına ulaştı.

"El Cezire" TV kanalı, bu savaşın başını çekiyor. Bugün, Lübnan'ın bir numaralı partisi bu Katar kanalının ilgi odağında ve kanal, Suriye rejimi ve Başkan Beşar Esad'a karşı savaşını sürdürüyor.

Seyyid Nasrallah'ın geçen Cumartesi günü yaptığı konuşmanın hemen sonrası, kanal için harekat başlangıç saati oldu. Kanal ateş açtı ve önceden hazırlanmış planını başlattı. Doha kanalının misyonu, bazı Lübnanlı gazetecilere ve diğer Müslüman Kardeşler destekçilerine verildi. Bu bağlantı noktasında, mezhepçiliği alevlendirmek izleyici kitlelerine ulaşmanın en kolay yolu.

Geçen Cuma gününün “Direniş Şarlatanının Cuması/Kudüs Humus'ta değildir” diye etiketlenmesi, El Cezire lobisinin çabalarıyla yapıldı. Ayrıca, talk show programcısı Faysal El Kasım'ın sorduğu “Hizbullah'ın Arap ve Müslümanların çoğunluğunun gözünde düşman haline geldiğini düşünüyor musunuz?” sorusu gibi, Hizbullah hakkında provokatif kamuoyu anketleri yapıldı. Pek çok kişi, Facebook'ta sonuçların manipüle edildiğini gösteren bir fotoğrafın paylaşılmasından sonra, anket sonuçlarının üzerinde oynandığını söyledi.

Aynı sırada El Menar kanalı dürüstlüğü tercih etti ve Direniş'i hedef alan bütün medya bağlantılı meselelere yayınlarında yer verdi. Kanal geçen hafta, Suriye'de Direniş bayraklarının ve Nasrallah resimlerinin yakıldığını kabul etmeye başladı.

Sosyal medyada, 400 binden fazla aktivisti bir araya getiren “elektronik direniş” isimli bir grup ortaya çıktı.

Grubun adminlerinden biri olan Rabih, El Ahbar'a "Biz psikolojik savaş, özellikle de Direniş'i hedef alan psikolojik savaş alanıyla ilgileniyoruz” diyor.

"Yıllardır ‘İsrail' medyasının bizimle hangi biçimlerde uğraştığını inceledik” diye ekliyor ve şu günlerde ağır basan tarzın, düşmanın tarzına benzemesinden kaynaklı üzüntüsünü ifade ediyor.

Rabih, örgütlenmemiş olsa da grubunun Direniş'in yolunda olmasından övünüyor. “Bizim görevimiz, kitle olarak bizim peşimizden gelen tehlikelerle yüzleşmektir” diyor.

Rabih, gençliğin eğitilmesinin ve onların arasında duyarlılık geliştirilmesinin esas nokta olduğunu söylüyor. Sanal sitelerin gençliğe daha yakın olduğunu görmüş. “Savaş bugün Temmuz Savaşı'ndan daha zor” itirafında bulunuyor.

El Cezire sorulduğunda, kanal için çok az istek gösteriyor. Ona göre zafer kaçınılmaz, ama biraz zamana ihtiyaç var.

Savaşın amaçlarının ötesinde, bir soru kalıyor: El Cezire, bir zamanlar bir muhabirinin “Burada, Beyrut'un güney banliyösünde, yahut sakinlerinin vermeyi tercih ettiği isimle Direniş'in başkentinde, çok soylu ve haysiyetli Hizbullah gerçeği var” dediği bir programı yayınladığı izleyici kitlesine ne diyecektir?

medyasafak.com

 

 İran’da cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde canlı yayına çıkan adaylar ülkenin ekonomik sorunlarını tartıştı.

 Adaylar, ülkenin önemli gündem maddeleri olan enflasyonun kontrol altına alınması, yönetim şekli, devlet konutları, ekonomik adaletin sağlanması, ambargolar neticesinde azalan petrol geliri, ulusal üretim, sermaye ve iş gücünün desteklenmesi ve sübvansiyonların hedeflendirilmesi konularında uygulamayı planladıkları programlarını açıkladı.

ENFLASYONUN KONTROL ALTINA ALINMASI

Adaylardan Seyyid Muhammed Garezi, İran’da devrimden beri enflasyon sorunu olduğunu ve yerli üretimi artırmadan bunun çözülemeyeceğini savundu.

Gulam Ali Haddad Adil ise önceliğin iş olanakları sağlamak olduğuna ve kepenk kapatmış çok sayıdaki fabrikaya teşvik yardımları yapılarak iş fırsatlarının yaratılması gerektiğine dikkati çekti.

Cumhurbaşkanlığı seçiminde yarışan reformist aday Muhammed Rıza Arif, yaptıkları anketler sonucu yıllık 1 milyon iş fırsatına ihtiyaç duyulduğunu ve hazırladıkları en önemli projelerden birini turizm sektörüne yatırım yaparak 200 bin iş olanağı yaratmak olduğunu belirtti.

Merkez aday Hasan Ruhani de ülkede 3 milyon işsiz olduğunu ve öncelikli politikasının uzman kadrolar yetiştirerek iş fırsatları yaratmak olduğunu kaydetti.

DEVLET YÖNETİM MEKANİZMASI

Reformist aday Arif, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sorunların temelinde, yönetimi tek başına elinde bulunduran muhafazakar akımın diğer oluşumları her alandan dışlamasının yattığını ve bu bağlamda bir çok alanında uzman olan potansiyellerin yitirildiğini belirtti.

Muhafazakar 2+1 koalisyonunun üyesi Haddad Adil, Arif’i ülke sorunlarını muhafazakarların üzerine atmakla suçlayarak, aynı uygulamanın (dışlama) reformistlerin döneminde muhafazakarlara yapıldığını öne sürdü.

Haddad Adil, cumhurbaşkanı görevine gelmesi durumunda siyasi meseleler ile uzmanlık gerektiren alanların tamamen birbirinden ayrı değerlendirileceğini iddia etti.

Merkez aday Ruhani ise devletin farklı siyasi görüşlere sahip kişilerce yönetilerek çeşitlilik oluşturulması gerektiğini, topluma mutlak ifade özgürlüğü verilmeden ülkedeki sorunların ortadan kaldırılamayacağını kaydetti.

Ali Ekber Velayeti, Ruhani’nin farkılı siyasi görüşlerin ülke yönetiminde yer alması düşüncesine, bu kişilerin düzene ve "velayeti fakih"e bağlılık noktasında birleşmeleri durumda katıldığını ifade etti.

SÜBVANSİYONLARIN HEDEFLENDİRİLMESİ

Tüm adaylar, Ahmedinejad döneminde uygulamaya konulan sübvansiyonların hedeflendirilmesi politikasını prensipte doğru, uygulamada eksik ve hatalı olarak tanımladı. Adaylar, ülkedeki yüksek enflasyonun bu hatalı uygulamanın sonucu olduğu konusunda fikir beyanında bulundu. Cumhurbaşkanı adaylarının tümü, seçimi kazanıp hükümet kurmaları durumunda sübvansiyonların hedeflendirilmesine anayasadaki maddelere bağlı kalarak devam edeceklerini belirtti.

AMBARGOLAR SONUCU AZALAN PETROL GELİRİ

Cumhurbaşkanı adayları, İran’a uygulanan petrol ambargosunun ekonomide bir tehdit olmasına rağmen, doğru politika ve öngörülerle fırsata dönüştürülebileceğini ifade etti.

Adaylar, ülke ekonomisinin petrol gelirine olan bağımlığının azaltılmasını ve ham petrol satışı yerine bunun işlenerek ürün çeşitliliği elde edilmesinin programları dahilinde olduğunu kaydetti.

REFORMİST ADAY ARİF, TARTIŞMA PROGRAMININ FORMATINI ELEŞTİRDİ

Reform kanadının adayı Arif, programın ikinci bölümünde yer alan şıklı test sorularını muhtemel cumhurbaşkanı olarak ne kendisine ne de diğer adaylara yakıştırmadığını ifade ederek, programın bu kısmını protesto etti ve soruları cevapsız bıraktı. Arif, “Ben bu testleri 45 yıl evvel cevapladım” dedi.

Merkez adayı Ruhani ile muhafazakar bağımsız aday Rızai de Arif’in itirazına katıldıklarını dile getirerek, “İran Devlet Televizyonu, tartışma programının formatını biz adaylara danışarak belirlemeliydi” serzenişinde bulundular.

Programın söz konusu ikinci bölümünde, cumhurbaşkanı adaylarına ekonomik sorunların çözümüyle ilgili iki cevap şıkkı olan sorular soruldu. Program sunucusu adayların bu uygulamayı basit ve yakışıksız bulması üzerine sorularını sormaktan vazgeçti.

Canlı yayında tartışma proglarmları gelecek haftada kültür ve en son siyaset tartışmalarıyle devam edecektir.

 

 

 Suriye Arap Cumhuriyeti; Tahran’da düzenlenen Suriye Dostları Konferansı ve bu konferansın sonuçlarından memnuniyetini ifade etti.

 Sana ajansının bildirdiğine göre, Suriye Dışişleri ve Gurbetçiler Bakanlığı sözcüsü yaptığı açıklamada Suriye Arap Cumhuriyetinin, Tahran’da düzenlenen Suriye Dostları Konferansı ve bu konferansın sonuçlarından memnuniyet duyduğunu belirtti.

Sözcü konferansın; Suriye'deki şiddetin son bulmasıyla birlikte krizin çözümü hedefiyle Suriyeliler arasında ulusal diyalogun başlatılması gereğine vurgu yaptığını, herhangi bir müdahale olmaksızın Suriye halkının kendi geleceğini kendi elleriyle belirlemesi ve yapılandırması önemi ve Suriye'nin ulusal egemenliğine saygı duyulması gereğinin altını çizdiğine dikkat çekti.

Suriye'deki krize siyasi ve barışçıl çözüm sağlanması amacıyla harcadığı çabalardan dolayı Suriye'nin İran İslam Cumhuriyetine takdir ve şükranlarını ifade eden sözcü; İran'ın Suriye'deki krizin kapsamlı diyalog aracılığı ile siyasi yollarla çözülmesi ve devletlerin Suriye'deki terör gruplarına silah gönderimine son vermeleri aracılığı ile ülkedeki şiddetin son bulması gereğine vurgu yaptığını belirtti.

Sözcü Suriye'nin; konferansa 40’tan fazla devletten temsilcinin katılmasını yüksek bir takdirle karşıladığını ifade ederken, bunun katılımcı devletlerin gerçekten Suriye ve halkının dostları olduğunu, Suriye ve halkına uygulanan ekonomik yaptırımların kaldırılmasıyla birlikte ülkedeki krizin siyasi yollarla çözümünü dürüstçe desteklediklerini kanıtladığını belirtti.

 

Cumartesi, 01 Haziran 2013 10:15

Salihi: “ABD Orman Kanunu Uyguluyor”

 ABD’lı senatör John MacCain’in  muhalefetiyle yaptığı ziyareti eleştiren  İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi, Amerika’nın orman kanunu uyguladığını söyledi.

Mehr haber ajansı muhabirinin bildirdiğine göre, Tahran’da düzenlenen Uluslararası Suriye Toplantısı ardından gazetecilere konuşan İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi, ABD’li senatör John MacCain’in Suriye topraklarında silahlı gruplarla görüşmesi hususundaki muhabirimizin sorusuna, uluslararası konvansiyonlara karşı olan MacCain’in bu davranışını İran İslam Cumhuriyeti şiddetler kınadığını bildirdi.

Salihi, medya gücü ve zorbalıkla bu gibi tutumlar sergileyen Amerika’nın orman kanunu uyguladığını konuşmasına ekledi.

 

Bir cami ve yetimhanenin yakıldığı Myanmar'da çatışmalar devam ediyor, Budist saldıganlar Müslümanlara motosiklet ve palalarla saldırıyor

Myanmar'ın kuzeydoğusunda 130 bin nüfuslu dağlık Lashio kentinde Budist çetelerin Müslüman nüfusa yönelik saldırıları ikinci gününde de devam etti.

İlk gün bir cami ve bir yetimhanenin yanı sıra pek çok ev ve işyerini de ateşe veren saldırganlar, dün de şehirde terör estirdi. Motosikletler ile sokakları dolaşan sopa ve palalı çeteler, şehirdeki turistlerin haber ajanslarına yansıyan ifadelerine göre, gördükleri her Müslüman'ı öldürme niyetindeler.

Bu bilgilere göre saldırganlar arasında Budist rahipler de bulunuyor. Müslümanların ise yaşadıkları evleri terk ederek şehrin nispeten daha güvenli bir bölgesine kaçtıkları söyleniyor. Şu ana kadarki saldırılarda bir kişinin öldüğü ve 4 kişinin de yaralandığı gelen haberler arasında.

YÖNETİCİLER SALDIRILARA MÜSAMAHAKAR DAVRANIYOR

Saldırılar sürerken hükümet sözcüsünün yaptığı açıklama ise saldırganlara karşı 'müsamahakarlığı'nı da gözler önüne serdi. Devlet Başkanlığı Sözcüsü konuşmasında 'cami' ismini bile kullanmadan 'bazı ibadet yerleri zarar gördü' dedi. Sözcü açıklamasında 'dini simgelere zarar vermek, toplumda dinsel şiddeti meşru göstermek demokrasimize zarar veriyor' açıklaması yaptı.

İkinci gününde devam eden şiddet olayları, müdahale için bölgeye sevk edilen askerlerin sükûneti teminde başarısız olduklarını gösteriyor.

60 milyonluk Myanmar'da Müslümanlar, nüfusun yüzde 5'ini teşkil ediyor.

 

 

28 Mayıs akşamı, Habertürk’teyiz.

Üç partinin milletvekilleri, “Suriye” meselesini tartışıyor.

CHP ve MHP temsilcileri, “Suriye’de dökülen kan Müslüman kanı... Orada Müslüman Müslüman’ı öldürüyor.” dedikçe...

AKP milletvekili, “Esed tarafını Yezid’le”özdeşleştirerek, Müslümanlıkla pek de alakasının olmadığını imâ ediyor.

Tabi o vakit, bu “Yezid benzeri diktatörle, 2 sene evveline kadar, AKP liderinin ailece dostluğu, kankalığı ne iş idi?” suali kafalarda asılı kalıyor.

Neyse, bugüne bakalım:

Siyasîlerin tartıştığı bir programda, bunlardan birisinin Esad ve yanlılarına “Müslüman değil” suçlamasını “siyasî bir söylem”, “işine öyle geldiği için öyle söylüyor” deyip geçebilirdik. Bu söylemin geçici, siyasî durum gereği söylenmiş bir söz olduğunu düşünebilirdik.

Aynı akşam, tam da buna paralel bir söylemle karşılaşmasaydık!

x x x

GERÇEK VE SAHTE MÜSLÜMANLAR

Aynı akşam, 28 Mayıs’ın geç saatlerinde, Samanyolu’ndaki “Osmanlı’da Derin Devlet” adlı diziyi seyrediyoruz.

Acem (İran) casusları sarayın kalbine kadar, Valide Sultan’ın yanıbaşına kadar sızmış. Valide Sultan’ın en güvendiği hizmetlisi Firdevs, Padişah 3’ncü Ahmet’i zehirlemeye cüret edecek kadar Osmanlı düşmanı bir Acem ajanı...

Valide Sultan, Firdevs’in ihanetini ortaya çıkarıyor.

Yanına çağırıp, neden böyle bir ihanete alet olduğunu soruyor.

Firdevs’in cevabı, hem iç, hem de dış politikadaki pek çok soru işaretini çözecek cinsten... Firdevs, “Biz Acemler (İran halkı), zorla Müslüman edilmiş bir milletiz. Aslında Müslüman değiliz. Müslüman gibi gözüküp İslam'ı yok etmeye çalışıyoruz!!”

Yani burada verilmek istenen mesaj; Şiiliğin İslâm’la alakasının olmadığı, İran’ın kendisini İslâm olarak kabul etmediği, hatta İslâm düşmanı olduğu algısı yerleştirilmek isteniyor!

Peki, gerçek böyle mi?

Hiçbir tarih kitabı böyle bişey yazıyor mu?

Tarihte böyle bişey öğretildi mi?

Hiçbir tariçi makalesinde “İran’ın Müslüman olmadığını”, Şiilerin “sahte Müslüman” olduklarını,“Müslüman gözüküp İslâm’ı bitirmeye çalıştıklarını” yazdı mı?

Hayır!

Peki, iktidar milletvekili ve iktidar yanlısı kanalın bu iddiaları nereden çıkıyor?

x x x

Demek ki dünyanın siyasî ve sosyal durumu, yani konjoktür bunu gerektiriyor.

İran, Irak, Suriye gibi Şii çoğunluk veya Şii yönetiminde olan devletler “sahte Müslüman”! Bu “sahte Müslüman”ların özelliği ne?

Amerika, İsrail ve Batı karşıtı olmaları...

Peki, gerçek Müslüman devlet nasıl oluyor?

Şöyle:

Amerika, İsrail ve Batı ile dost ve müttefik, mümkün olduğu kadar Batı’ının etkisi ve güdümünde olan ülkeler...

Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, Katar ve Türkiye gibi...

 

Bismillah

Bu yazıda iki konu üzerinde durmaya çalışacağız; ilki, Suriye meselesinden dolayı son zamanlarda gönüllü olarak Amerikan emperyalizminin yörüngesine girmiş İslamcıların(!) düştüğü hazin durum ve ikincisi ise yine iktidar başta olmak üzere yandaş çevrelerin arzuladıkları zafere ulaşamamanın verdiği bitkinlik ve hırçınlıkla etrafa saldırmaları ve suçu başkalarının üzerine atma çabaları.

Deve kuşu gibi başını kuma gömen bizim sözde İslamcılar(!) başkalarını aldattıklarını sanıyorlar ama gerçekte kendilerini aldatıklarının farkında değiller. Gerçeklerden kaçmak için tehlike anında başını kuma sokan deve kuşu misali etrafta olup bitene gözlerini, kulaklarını kapatmış inatla bir tekerlemedir tutturmuşlar: " Baasçı laik-diktatörlük, Çocuk katili Esed Hanedanı, yüzde 12-15’lik bir küçük inanç grubunun hakimiyeti, azlığın elinde bulunan yüksek komuta ve yönetim kademelerine karşı Suriye halkının mücadelesi ve…"

İslamcı geçinenlerin gerçekte Suriye üzerinde olup bitenden haberleri mi yok, yoksa kendilerini böyle göstermek mi işlerine geliyor?

Yani Suriye'deki muhalifleri tahrik eden, bir araya getiren, teşkilatlandıran, destekleyen , silahlandıran gücün ABD, AB ve bölgesel müttefikleri olduğundan şüpheleri mi var yoksa bunu meşru bir yol-yöntem olarak mı görüyorlar? Meşhur müftü Kardavi gibi bunu meşru görüyorlarsa buna bir diyeceğimiz olmaz, ama bunu açıkca ilan edip saflarını ilan etmeleri gerekir.

Eğer Suriye'deki muhalif hareketin Batı emperyalizmi tarafından desteklendiğini kabul etmiyorlarsa, peki bu Antalya, Paris, Madrid, Cenevre, İstanbul, Doha, Amman toplantıları neyin nesidir?! Önceleri yüzelliden fazla ülkenin katıldığı son sıralarda on-onbeş civarında ülkeye indirgenen bu toplantılarda acaba muhalifleri desteklemek, Suriyedeki rejimi devirmek değil de neler konuşuluyor?

Bizim İslamcılar yoksa muhaliflerle İsrail'in dirsek teması içinde olduğunu inkar mı ediyorlar? İsrail sizin iddia ettiğiniz gibi eğer Suriye rejimine destek olsun diye Suriye'yi ikide bir hava bombardımanna tutuyorsa doğrudan ÖSO'nun bulunduğu bölgeleri niçin bombalamıyor?

Sizin mantığınıza göre; yoksa İsrail, Suriye konusunda ABD ve AB ülkeleriyle muhalif cephelerde mi bulunuyor? İsrail'in ABD'den ayrı hareket etmeyeceğini reddetmiyeceğinize göre yoksa İsrail de dahil bütün Batı emperyalizmi ve bölgedeki müttefikleri Suriye rajiminin yanında, bu ülke halkını katlaim etmek için birlikteler de zavallı mücahitler(!) bütün dünyaya karşı mı savaşıyorlar? Öyleyse bu cephenin önde gelenlerinden Erdoğan- Davutoğlu ikilisinin bu düşmanlarla ittifak kurmasına, niçin karşı çıkmıyorsunuz?

Bu durumda AKP hükümetinin Beyaz Saray'dan Suriye'li muhaliflere daha çok silah yardım yapmasını, uçuşa yasak bölge kurmasını dilenmesini, hatta askeri saldırı düzenlenmesi durumunda destek vereceğini dile getirmesini nasıl tevil edeceksiniz? Kısacası Batı emperyalizmi muhaliflerin yanında mı karşısında mı? Yanındaysa onlarla aynı cephede olduğunuzu itiraf edin! Karşısındaysa Batı'nın size en yakın müttefiki AKP hükümetine karşı tavır takının! Önce safınızı belirleyin, "Suriye Üzerinde Safların Daha Tehlikeli Şekilde Netleştiğini" dile getirenlerin herşeyden önce demogojiyi bir yana bırakarak saflarını belirlemeleri gerekmez mi? Ben, "yüzde 12-15’lik bir küçük inanç grubunun"(!) temsilcisi olan rejimin de yanında yer almam Batı'nın da safında yer almam ve hakkı savunurum diyorsanız, o zaman bu hakk cephesini yeniden tanımlayın, Batı'ya göbekten bağlı olanlarla safınızı ayırdığınızı, Batı'dan yardım dilenenlerden beri olduğunuzu ilan edin de samimiyetinizi görelim.

Hayır, siz Suriye konusundaki iddianızda yalan söylüyorsunuz. Bunun yalan olduğunu bilerek tekrarlıyorsanız buna gerçeği gizlemek denir, nifak denir, münafıklık denir, vazgeçin bu iddianızdan. Bu iddianızda ısrar ederseniz deve kuşu gibi başınızı kuma gömmeye devam edin demekten başka söz bulamıyoruz siz İslamcılar(!) için…

"Hizbullah" demekle "Hizbullahi" olunur mu, sahi?" diye demogoji yapanlara diyoruz ki peki "İslamcı" demekle "İslamcı" olunur mu?

Daha safını belirlemekten veya en azından gerçek konumunu ilan etmekten aciz İslamcılar(!)bu yalan üzere kurulu aldatmaca doğrultusunda ortaya çıkan rezaletten kurtulmak için suçu onun bunun üzerine atma yarışı başlatmış bulunuyorlar. Sanki Suriye iç savaşını İran ve Hizbullah başlatmış gibi kinlerini kusa kusa bitiremiyorlar.

İran ve Hizbullaha güvenerek mi suriyeli muhalifleri örgütlediniz?!

İran ve Hizbullah ne zaman efendilerinizin planlarına yardım edeceklerini söylediler de sözlerinde durmadılar?!

İran ve Hizbullah başından beri Suriye rejimini direnişin ön cephesi olarak tanımlamadılar mı? Gerektiğinde "direniş cephesinin" ön karakolu durumundaki Suriye'ye yardım etmekten çekinmiyeceklerini ne zaman gizlediler ki şimdi de gizlesinler?

"Vurun abalıya" misali başkalarına gücünüz yetmiyor da İran ve Hizbullaha mı saldırıyorsunuz? Aslında İran ve Hizbullah'a da gücünüz yetmez ya. Fakat fitne silahına, mezhepçilik silahına sarılarak müslüman kitleleri kışkırtmak kolay olduğu için bu yola başvuruyorsunuz. İran ve Hizbullah'tan yoksa bir alacağınız mı var da onu talep ediyorsunuz?

Ama İran ve Hizbullah İslamcılık, inkılapçılık, direnişcilik, anti emperyalizm iddiasında bulunuyorlar, onlardan beklentimiz bunun içindir ve... o zaman adama sormazlar mı; İran'ın ve Hizbullah'ın bu iddialarını kabul ediyorsanız da niçin dediklerine kulak asmıyor, nasihatlerini dinlemiyorsunuz? Bu iddiaları kabul etmiyorsanız hangi hakla böyle bir beklenti içerisindesiniz. İran ve Hizbullah son otuz yıl içerisinde bu iddialarından en az birkaçını gerçekleştirmişken siz ve efendileriniz şimdiye kadar ne yaptınız? Emperyalizmden bağımsız ve iddianızı ispatlayacak tek bir eyleminiz var mı?

İran'lı yetkililer Başbakan Erdoğan'a 2012 Nisan ayında Tahran ve Meşhed görüşmelerinde Suriyedeki rejimin değiştirilmesi için yol göstermediler mi? Ve Başbakan Erdoğan İran'dayken bu teklifleri kabul ettiğini söylediği halde - Sayın Erdoğan'ın uluslararası konularda söylediklerinden bir hafta geçmeden caydığı hatırlatılır- Ankara'ya döndükten bir hafta sonra iç ve dış baskılar sonucu bu görüşünden vazgeçmedi mi?

 18/07/2012 tarihinde "Hırçınlığın Sebebi; Taassup, İlkesizlik ve ..." başlığı altında ele aldığımız değerlendirmede (http://www.rasthaber.com/yazar_13116_37_hircinligin-sebebi-taassup-ilkesizlik-ve----.html) kaydettiğimiz satırları yeniden takrarlıyoruz:

 " İslami İran, Suriye'de olayların başladığı ilk günden beri meselenin diyalog yoluyla çözülmesine dair görüşünü net olarak ortaya koymuş ve taraflar arasında arabuluculuk yapabileceğini ilan etmiştir. Başbakan Erdoğan'ın Nisan ayında Tahran ve Meşhed'e yapmış olduğu sefer ve yaptığı görüşmeler sırasında da İran'lı liderler bu görüşü net bir şekilde dile getirmişlerdir. İran medyasına sızan haberlere göre; Suriye meselesinin emperyal güçleri işe karıştırmadan iki ülkenin işbirliği ile çözüme kavuşturulabileceği konusunda Başbakan Erdoğan'la anlaşmaya bile varılmıştır. Buna göre Suriye hükümetiyle muhaliflerin ortak katılımıyla yeni bir hükümet kurulması ve reformların sürdürülmesine kadar iki ülkenin taraflara ciddi olarak baskı yapacağı üzerinde durulmuş ve görüş birliğine varılmıştır. Ancak Sayın Erdoğan, ülkeye döndükten bir kaç gün sonra yaptığı açıklamalar ile bu ilan edilmeyen anlaşmayı uygulamak için çaba göstermeden yenilgiye uğratmıştır.

İran, kendisi Kofi Annan başkanlığında sürdürülen çabalara dahil edilmemesine rağmen bu planı desteklediğini açıklamış iken Kofi Annan'a bu görevi verenler kendi sözlerinden caymışlardır. Çünkü bunların hedefleri Suriye'deki kargaşa ve katliamı durdurmak değil kendilerine bağımlı, İsrail ile uzlaşacak bir yönetimi iş başına getirmektir. Silahlı ve silahsız bütün muhalif grupların liderleri de zaten çeşitli münasebetlerle yaptıkları açıklamalarda bu görüşü resmen onaylamışlardır.

Bütün bunlara rağmen başarısızlıkların suçunu İran ve Hizbullah'ın üzerine atan içerideki şakşakçıların geçmişteki hataları ortaya çıktığı gibi şimdiki duruşlarında da hata yaptıkları gelecekte kesinlikle ortaya çıkacaktır. Bu çevrelere geçmişten ders alıp hatalarını tekrarlamamaları ve insaf, akıl ve i'zan üzerine gerçekçi değerlendirmeler yapan yazar ve gazetecilere saldırmaktan vazgeçmeleri tavsiyesinde bulunuyoruz. "

Peki İran ve Hizbullah'ın ne yapmasını bekliyordunuz? Beşar Esad'ı yakalayıp cinayet çetelerine teslim etmesini mi bekliyordunuz? Yoksa sizin ve efendileriniz gibi Batı emperyalizmiyle aynı safta bulunmasını mı? Daha kendiniz ne yaptığınızı bilmiyorken, safınızı belirlememişken İran ve Hizbulah'ın Batı ve uşaklarına teslim olmasını mı? Zaten Suriye iç savaşı da bu amaçla çıkarılmış değil midir?!

Demek ki "İslamcı" demekle "İslamcı" olunmuyormuş. Her söylemin ilkeleri vardır. Sosyalizmde döneklere "revizyonist" denir, İslam'da sözüyle eyleminde çelişkiye düşenlere "nifak" ehli denir.

Selam hidayete tabi olanların üzerine...

Y. ZİYA T.YILMAZ

Salı, 28 May 2013 06:09

Hizbullah konuşuyor

Allah’ın adıyla

Konuştu…

Gündemlerinde İşgalci İsrail ve Emperyalist ABD ile “dostluk” olmayanların Gül yüzlü Seyyidi, iftiharı, başlarının dik duruşunu sağlayan; Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, beklenen konuşmasını yaptı.

Tarihi bir konuşmaydı.

Medyamızda şu tespit yer aldı: “Hizbullah, girdiği her oyunu o oyunun kurallarına göre ve açık oynayan bir aktör olarak tanınıyor. Kararlarını misyonuyla belirlediği ilkeler çerçevesinde alıyor; sonuçlarından emin olmadığı adımlar atmıyor; ama bir adım attığı zaman da hem politik hem de pratik düzeyde bunu öngördüğü sonuca ulaşıncaya kadar açıkça ve kararlılıkla sürdürüyor”

Konuşmasında, en başından itibaren, neyin ne olduğunu, bir kez daha ilan etti. Dostları da düşmanları da pür dikkatti. Çok şükür “zaferi” müjdeledi, ABD ve İsrail’in güvende ol(a)mayacaklarını söyledi.

Sadece konuşanlardan değil o, hele konuşmak için konuşanlardan hiç olmadı.

Dediğini yapanların komutanıydı…

Komutan, yani önden giden… Oğlu Hadi, göğsü paramparça Lübnan topraklarının bağrında yatarken; O, “Hamd olsun artık şehidler ailesinin yüzüne bakabiliyorum” diyen tevekkül ehli bir lider. Ragıp Harb ve Abbas Musavi’nin pak kanlarının varisi…

İmad Muğniye gibi bir efsane komutanın, komutanı…

Bu coğrafyanın işbirlikçi ve Nato işçiliğini yapmışların ihanetinin bir bedeli olarak her yıl eriye eriye bir avuç kalmış Filistin coğrafyasının kan ve terini iliklerine kadar yaşamışların komutanı.

Elindeki sermaye kadar, temiz ve berrak bir başka sermayenin kolay kolay kimsede olmadığı bir lider.

İslam dünyasına çöreklenmiş, çocukları ABD’de, kendileri bu coğrafyada nutuk atanlardan değil yani. Suriye’de kan denizini büyütülenler, ona “çocuklar” üzerinden saldırırken o ve örgütü en çok çocuk şehid verenlerden oldular. Lübnan Mezarlığı bir “kanıt” olarak durmakta…

Kıblesi, Beyaz Saray olanların “ikna” turlarına zerre taviz vermemiş, icazetli, çakma stratejistlere “derslerine iyi çalışmadıklarını” belirterek, dünyanın en mukaddes davası olan Filistin davasında toprak hırsızlarıyla bir olmamalarını öğütlemiş feraset abidesi

Şimdiye değin halkına bir tek yalanı görülmemiş, dünyanın en “doğru sözlü” lideri.

ABD ve İsrail’in baş düşmanı, “stratejik müttefik”i değil. Bunun doğal sonucu da bu “müttefiklerin” en azılı düşmanı.

Vefalı… Ki, en büyük özellikleri, hem de en büyük!

25 Mayıs tarihli yaptığı konuşmada Direnişin “sırtından” vurulduğunu söyledi:

Değerli kardeşlerim! Biz, tam olarak bir kaç hafta önce başlayan yeni bir merhaleyle karşı karşıyayız. Bu yeni merhalenin adı direnişi ve sırtını korumaktır, Lübnan'ı ve sırtını korumaktır. Bu, herkesin sorumluluğundadır.

Onlar, dostlarını satmaz, düşmanlarını da hiç unutmazlar. O,“Suriye, sırtımızdır” derken, halklar için “anlam” ifade etmesi gereken bir sözdür bu...

Düşman, şimdiye değin yığınca taktikle geldiyse de üzerlerine, ne gevşeme yaratabildi, ne de topukları üzerinde dönme… Ne şehidlerini, ne davalarını nede düşmanlarını unuttular!

“Gül yüzlü Seyyid “in son konuşmasında da gördük ki; asıl amacın kendilerini yok etmek üzere ABD ve İsrail’in ortaklaşa kurguladıkları bu Suriye savaşında İsrail bir kez daha yenilecek!

Konuşmasının toplamı, tıpkı Temmuz savaşındaki gibiydi; zorluklarına değinip, zafer müjdeledi.

O, konuşmasının sonunda zafer vaat ettiyse, bu doğrudur!

Direniş’in bir “oyun”la karşı karşıya bırakılmak istendiğini belirterek ABD ve İsrail’in şimdi hangi taktikle karşılarına çıktıklarını anlattı:

“ Amerika, Batı, Arap, bölge ülkeleri; göğüsleri yaran, başları koparan, kabirleri deşen, maziyi yıkan tekfirciler var: - bu mazinin 1400 senelik ömrü var. Müntesipleri yaşadıkça bu mazi de var oldu. Mescitler, kiliseler, makamlar, kabirler varlıklarını korudu-. Tekfirci gruplar bugün, maziyi, şimdiyi ve geleceği yıkıyor. Siyasi çözümü reddediyor ve savaşta ısrar ediyor.”

Arap Baharı, aslında Suriye savaşı için düşünülmüştü. Bölgede ABD ile uyumunda zaten sorun çıkarmayan yönetimler, İslami rengi ağır basanlarıyla değiş-tokuş edilirken Suriye’de, İsrail’i sonsuza dek rahatlatacak proje; “vekâlet savaşı” olarak adlandırılmıştı. ABD/İsrail, kendileri için ama “kendilerinin ortada olmadığı” bir savaşı başlattılar.

İsrail’in gasıp ve işgalci yapısına temelden itiraz eden ve meşhur adı “Direniş” olan bu blokun parçalanması için, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) olarak isimlendirilen projede, artık sahada ne İsrail nede ABD askerleri görecektik. Tekfirci/Küresel Cihatçı diye tanımlanan ve savaşmayı birincil görev addeden yapılanmaların tüm Ortadoğu’da olgunlaştırılması ve “mezhep taassubu” üzerinden Suriye’ye nasıl sokulduğunu, konuşmasında açıklayan Nasrallah çok çarpıcı bilgiler veriyor:

Kimse bizi, kendileri dışında her şeyi reddeden on binlerce fanatik düşünce sahibinin, tekfircinin, savaşçının gizlice Suriye'ye girdiğine ikna edemez. Bu kişilere vizeler verildi ve kolaylıklar sağlandı. Kapılar ardına kadar açıldı ve Suriye'ye girdiler. Ve Suriye'ye karşı dünya savaşı başladı. Enformasyon, siyaset, diplomasi, ekonomi, finans, silahlandırma ve on binlerce silahlının Suriye'ye gönderilmesi...”

Hasan Nasrallah’ın dostu ve düşmanı tarafından teyid edilen yönü şu: Açıklamaları, sözleri “doğrular” üzerine kurulu bir lider. Verdiği bilgiler mutlaka doğrulu kanıtlanmış bilgilerdir. Hizbullah’ın her açıklamasının irdelenmesi neticesinde, bu gerçek değişmedi. Öyle ki, İsrail’le savaşında, İsrailliler, savaşın seyrini, ölü ve yaralıları öğrenmek için kendi liderlerine değil de, onun sözlerine itibar ediyorlardı. Hizbullah, savaştaki üstün başarısını ahlakla taçlandırmış bir örgüt… Dolayısıyla Suriye konusunda da “gerçek” onun anlattığı gibidir:

“Ben, hiç kimseyi korkutmak istemiyorum. … Dediler ki "Suriye'deki rejim iki ya da üç aya düşecek. Sonra Lübnan'a geleceğiz." Gazetelerde, medyada bunlar var. Daha biz siyasi duruşumuzu ilan etmeden önce Amerika'ya ve İsrail'e güven mektupları sundular. "Biz, -2000'de zafer kazanan, 2006'da yeni Ortadoğu projesini düşüren- direnişten intikam almaya geliyoruz. Biz, buna hazırız. Bizi sadece destekleyin" dediler. …Suriye, ülkedeki rejime karşı bir halk devrimi sahası olmadı. Amerika, batı ve bölgedeki maşalarının dayattığı siyasi projenin sahası oldu. Hepimiz de biliriz ki Amerika'nın bölgedeki projesi tam anlamıyla İsrail projesidir. …Dileyen dilediği cephede yer alabilir. Fakat Hizbullah'ın Amerika, İsrail ve kabirleri deşen, baş kesen, göğüs yaran tekfircilerle aynı cephede yer alması mümkün değil.”

Şimdi anladınız mı Hizbullah’a kin kusanların bunu neden ve kim adına yaptığını? Kim, hangi ülkenin lideri ne derse desin bölgede gerçek işte bu “İsrail projesidir”. Suriye, şimdi bu projenin uygulanmasını savunan, bunun için savaşçı, lojistik destek, para yardımını sunan ABD başkanlığındaki blok ile buna karşı çıkan ve “Direniş bloku” denen iki kutbun savaş sahnesidir artık.

Son 20 yıldır bu coğrafyada ABD eliyle 2,5 milyon insan öldü. Suriye’de sayı 100 bini buldu. Bir Iraklı bayan demişti: “Ey ABD! Allah’a yemin olsun, sen bıraksan bile biz seni bırakmayacağız. Namusumuzu camide kirlettin! Bunu unutanlar olabilir, seninle ortaklıklar kuranlar olabilir, ama biz seni sonsuza kadar unutmayacağız. Bu coğrafyanın direnişçisi kadar işbirlikçisi de çoktur. Sen onlarla kahkahanı atarken biz öfkemizi gözümüz gibi saklayacağız.

MUHAMMED AK - rast habar