کارگر

کارگر

Türkiye’de Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ, Türkiye’den Suriye’ye gelip terör örgütü IŞİD ve Nusra Cephesine katılan 12 bin kişinin bulunduğunu söyledi.

 

Rotahaber web sitesinin haberine göre Özdağ; Suriye’ye gelen söz konusu bu kişilerin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğunu belirtti. Özdağ, bunların bir kısmının tek başlarına geldiklerini, bir kısmının ise ailesini de yanında aldıklarını ifade etti.

Suriye’de tekfirci terör örgütlere katılımların sadece Türkiye’den olmadığına da dikkat çeken Özdağ, “Örneğin Kazakistan’ın kuzeyinden 400 kişilik bir aile gidip Rakka’ya yerleşmiş, bazıları ailece gidiyorlar” dedi.

Ümit Özdağ, başkanı olduğu enstitüdeki çalışmayla ilgili ortaya çıkan bilgileri Taraf’a anlattı. Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Güler’in büyükelçiler konferansında söylediği, “Türkiye sınırından Suriye’ye geçmek isteyen 100 bin kişiyi önledik. Bunun yedi binden fazlası yabancı savaşçıydı” sözüne atıfta bulunan Özdağ, “Bunun anlamı 93 bin tanesi Türk demektir” dedi.

Bilindiği üzere ordu birliklerimizin muhtelif bölgelerde terör çetelere yönelik operasyonlarında şu ana dek çok sayıda Türkiye vatandaşı terörist öldürüldü, birçoğu da canlı olarak tutuklandı.
 

Hüccetu-l İslam Zunnur, “Siyonist rejimin varlığı ve istikbarın bölgedeki etkinliği Müslümanların arasındaki ihtilafa dayanmaktadır ve Müslüman toplumdaki ihtilaflar Siyonist rejimin istikrar içinde büyüdüğü ve geliştiği bir ortamdır” dedi.
 
 
Şehit Ruhaniler Kongresi Genel sekreteri Hüccetu-l İslam Mücteba Zunnur, Rasa Haber Ajansı muhabiriyle yaptığı röportajda, İslam Cumhuriyetinin vahdet konusunda İslam dünyası için örnek olduğunu belirterek, şöyle dedi: İslam İnkılabı Müslümanlar arası vahdetin öncüsü ve ilk gündeme getirenidir. İmam Humeyni (r.a) vahdetin mubdii ve öncüsüydü. Ülkemizde çeşitli kesimler arasında birliğin sağlanması ve bu sayede inkılabın kalıcı hale gelmesiyle birlikte vahdet nidası İslam dünyasında yankı buldu ve Müslümanlar vahdete yönelerek birbirlerine destek oldular.

İstikbar cephesinin Müslümanların birleşmesinden korktuğunu söyleyen Hüccet-l İslam Zunnur, şunları belirtti: Müslümanların vahdeti beraberinde istikbar cephesinin ürkmesi ve Siyonist rejimin ortadan kalkmasını getirecektir; Siyonist rejimin varlığı ve istikbarın bölgedeki etkinliği Müslümanların arasındaki ihtilafa dayanmaktadır ve Müslüman toplumdaki ihtilaflar Siyonist rejimin istikrar içinde büyüdüğü ve geliştiği bir ortamdır. Dolaysıyla küresel istikbar, İslam inkılabının model haline gelmesi ve Müslümanların birlik ve beraberliğinden oldukça endişelidir.

Düşmanın İslam mezhepleri arasına tefrika atmaya ilişkin yöntemlerine değinen Zunnur, “Irki ve mezhebi duyguları tahrik etme, İslami gurupları birbirinden korkutma ve İslami mezheplerin birbirlerini itham etmesini sağlamak Müslümanların arasına ihtilaf atma yöntemlerinin başında geldiğini” vurguladı.

Hüccetu-l İslam Zunnur, İslam dünyasının içindeki olumsuzluklardan yararlanarak yabancı basında Şia’yı tehlikeli yansıtmaya çalışan çevrelere işaret ederek şöyle dedi: Başta Arabistan olmak üzere bölgedeki bazı devletlerin yaşamı, milyonlarca Müslüman’ı Şia’dan ürkütmeye bağlıdır. Çünkü Şia ve İslam inkılabının vahdetten yana olması ve istikbar karşıtlığı model olabilir ve böyle bir vahdet modelini, Arabistan kralı ve küresel istikbarın işbirlikçileri Müslümanlar için oluşturamazlar.

İngiliz Şia’sına tepki gösteren Zunnur, şöyle söyledi: Londra’dan beslenen Şia fenomeni, İŞİD’e güç kazandıran bir etkendir; bu Londra sakinleri, Müslümanların bölgedeki temel düşmanı yani Siyonist rejimin dikkatlerden çıkması için Şia adına Müslüman mezheplerin mukaddesatına hakaret etmekteler.

Zunnur, şöyle devam etti: Londra Şia’sı, kame vurma gibi asılsız konuları din adına öne sürerek bu ameli ibadet niyetiyle yapıyorlar. Oysa Şia’nın büyük taklit mercileri, değil sadece kame vurmanın asılsız oluğunu belki bu amelin günah olduğunu belirttiler. Reuters Haber Ajansının bu yılki Aşura olayına ilişkin haber başlığı, küçük bir çocuğun kame vurma fotosuyla birlikte yayınladığında, İŞİD gibi tekfirci ve aşırı gurupların propaganda malzemesi olmuştu.

Aşırı Şii ve Sünni akımların girişimlerinin, İŞİD’in İslam dünyasında ve dünyanın diğer bölgelerinden güç ve üye sağlamasına neden olduğunu dile getiren Hüccetu-l İslam Zunnur, şunları belirtti: Aşırı akımlar, Büyük Rehberlik Makamının deyişiyle, ne Şii’dirler ne de Sünni ve vahdetin temellerini tehlikeye atıyorlar. Müslümanlar arasında vahdetin kendi asli yerini bulması için ihtilaflı konulardan uzak durmak, ırksal, mezhepsel duygu ve taassupları kaşımaktan sakınmak ve sevgi, şefkat ve muhabbetin kaynağı olan ortak inançlarda diretmek gerekir.

Ebu Bekir el-Bağdadi, bir siyonisttir

Tekfirci İŞİD hareketinin mahiyetine de değinen Şehit Ruhaniler Kongresi Genel Sekreteri, şu açıklamada bulundu: İŞİD gurubu ve tekfirci akımlar, terörist saldırıları bilerek ve kasıtlı yapıyorlar ve Amerika’da eğitim gören Siyonist bir anne ve babadan doğan kendi ele başları Ebu Bekir el-Bağdadi gibi istikbarın uşağıdırlar. İŞİDçileri, kalbi din için titreyen ve dini duygularla Müslümanları katleden fanatik bir Müslüman gurup olarak gören kimse, büyük bir yanılgı içindedir.

Hüccetu-l İslam Zunnur, son olarak şöyle dedi: İslam mezheplerinin hiçbirinde, bebeklerin çocukların öldürülmesi, Müslüman kadınların satılması ve cismi içkence yapılmasına dair bir delil yoktur. İslam dünyası ve Müslümanlar tekfirci akımlardan ve İŞİD’ten beraat etmeleri gerekir.

Welayet News

“Bizler namaz kılarken; “ellerimizi indirerek mi kılsak yoksa göbeğimize mi koysak?” diye kavgaya tutuşurken, zalimler (emperyalizm/Siyonizm) bu elleri nasıl kessek diye düşünüyorlar!” İmam Humeyni(ra)

 
Allah’ın adıyla

Müslümanlar bugün yeryüzünde ikinci büyük inanç grubu. Yedi buçuk milyarlık insanlık aleminde, dünyanın en jeostratejik, doğal ve beşeri kaynaklar açısından en bereketli topraklarında oturan Müslümanların sayısı iki milyara dayanmış durumda.

Ancak yerküreye bir göz attığımızda görüyoruz ki, nerede bir savaş, zulüm ve kaos var, nerede kan ve gözyaşı varsa; orası İslam coğrafyası! Çiğnenen kutsallar, kirletilen iffetler, sömürülen kaynaklar, talan edilen zenginlikler vakay-i adiyeden hale gelmiş durumda. Toplumlar mazlum ve mustazaf düşmüş, yönetimler emperyalizm ve siyonizmin uşağı ve oyuncağı haline gelmiş!

“Peki, niçin?” sorusuna verilebilecek onlarca yüzlerce cevabın tümünü bir ana nedende toplamak mümkün: “İslam ümmetinin “vahdet”ten yoksun olması.” İslam ümmetinin emperyalizm ve siyonizm karşısında çaresiz düşmüş; İslam memleketlerinin gerek toplumsal ve gerekse kaynakları açısından sömürü coğrafyalarına dönüşmüş olmasının ana sebebi: “Müslümanları içten kemiren tefrika hastalığıdır!”

“Peki, çare nedir? Kurtuluşun bir çaresi var mı?” sorularının ise tek kelimelik ve kesin çözüm içeren bir cevabı vardır: “Vahdet”!

Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim: “Müminler ancak kardeştir. (Hucurat-10) Ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de Rabbinizim… (Enbiye-92) Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Bölük bölük olmayın… (Al-i İmran-103)” buyurarak bizlere kayıtsız şartsız “vahdet”i emretmiştir. Yine Kur’an-ı Kerim’e yöneldiğimizde görüyoruz ki; “Hz. Adem (a.s)’den Hatemü’n-Nebi Hz. Muhammed (s.a.a)’e kadar tüm ilahi davetçiler, tevhide/vahdete çağırıp; şirk, ikilim, üçleme, nifak ve tefrikadan nehyetmişlerdir.” Yalın akıl da bize İslam ve Müslümanların kurtuluşunun “vahdet”te olduğunu söylemek te zorluk çekmemektedir.

İşte bu nokta da; “vahdet, ama nasıl?” sorusuna cevap aramak gerekiyor. “Vahdet, soyut bir slogan olmaktan çıkarılıp uygulanabilir bir pratiğe dönüştürülmelidir.” Bunun içinde öncelikli olarak: “İslami vahdeti sağlayabilmek için önce vahdeti teorik ve bilimsel olarak doğru tanımlamak, doğru anlamlandırmak ve ardından ameli olarak vahdeti gerçekleştirmek için doğru adımları atmak gerekir.

Bir realite olarak İslam dünyası farklı mektep, mezhep ve meşreplerden müteşekkildir. İslam ümmeti esas itibariyle Ehl-i Sünnet ve Şia olmak üzere iki mektep ve bunların alt mezheplerinden oluşmaktadır. Vahdeti konuşurken önce bu hakikati kabullenmeli; farklı mektep, mezhep ve meşreplerin vahdetinden bahsettiğimizin farkında olmalıyız.

Bu veriler ışığında; “öyleyse vahdet nedir?” sorusunu doğru ve kamil olarak cevaplayabilirsek, hem “vahdet”in ne olduğunu kavrarız ve hem de “vahdet”e giden yola koyulmuş oluruz.
Vahdet ve birliğe davet eden kimse, davet ettiği insanlarla ortak noktaları olduğu gibi bazı konularda ayrı olduğunu da kabul etmiş demektir. Eğer farklılık olduğunu kabul etmiyorsa vahdete davetin manası kalmaz.

Vahdet, bazılarının anladığı gibi insanın kendi inanç ve görüşlerini terk edip başkasının inanç ve görüşlerini kabul etmesi değildir. Sünni ve Şia vahdeti demek, Sünnilerin kendi inanç ve mezheplerini bırakıp Şia olmaları ya da Şiaların kendi inanç ve mezheplerini terk edip Sünni olmaları değildir. Vahdet, herkesin kendi mektep ve mezhebi içerisinde kendi itikat ve inancını koruyarak, ortak sorunlara ve düşmana karşı güçlerini birleştirerek el ele omuz omuza vermeleri, emperyalizm ve siyonizme karşı: “Kur’an’ı, tevhidi düşünce ve yaşam biçimini, mukaddes toprakları, İslam coğrafyasını, Müslüman halkların hak ve kaynaklarını, ümmetin şeref, onur ve haysiyetini ve hatta tüm dünya mazlum ve mustazaflarını korumasıdır.”

Vahdet, aynileşme değil birlikte hareket edebilme eylem ve pratiğidir. “Peki, kıstas ne olacak?” sorusunu, “Vahdet Haftası” dolayısıyla İslam İnkılabı Rehberi Seyyid Ali Hamaney’in söylediği şu sözlerle cevaplayalım: “Müslümanlar gelsinler, beraber birlik olsunlar ve birbirleriyle düşmanlık yapmasınlar. Eksenleri de Allah’ın kitabı, Resulullah (s.a.a)’ın sünneti ve İslam şeriatı olsun. Bu söz kötü bir söz değildir. Bu söz, garazsız ve her akıl sahibinin kabul edeceği bir sözdür.”

Vahdeti sadece üzerine konuşulan soyut bir kavram olmaktan çıkarmalı ve reel olarak var olan ümmetin yine gerçekte var olan sorun ve düşmanlarına karşı koyma ve çözüm üretme pratiği olarak ele almalıyız. Bu nokta da; “İçinde bulunduğumuz zaman itibariyle “vahdet”in pratiği nedir? Mademki “vahdet” soyut bir kavram değil bir pratik, o zaman bu pratiğin yansımaları nasıl olmalıdır?” sorularını cevap olarak yansımaların bazıları neler olabilir maddeler halinde cevaplayalım.

1- Vahdet, bugün gerek İslam dünyasının ve gerekse dünyadaki tüm mazlum ve mustazaf halkların üzerine karabasan gibi çöreklenmiş emperyalizm ve siyonizme karşı olmak, onları İslam’ın ve insanlığın düşmanı olarak bellemektir.

2- Vahdet, iktidara ulaşmak ve makam sahibi olabilmek adına emperyalizm ve siyonizme uşaklık yapmamaktır. Ülkelerin ve halkların kaderini emperyalizm ve siyonizme bağımlı kılmamaktır. Güç ve meşruiyet kaynağı olarak kendi halkını görmek, onlarla bir ve beraber olmaktır.

3- Vahdet, Gasıp Siyonist Rejim’in işgal ve zulmü altında olan İslam’ın kıblegahı Mescid-i Aksa ve kutsal belde Kudüs’ün özgürlüğü için mücadele etmektir.

4- Vahdet, başta mazlum Filistin halkının gasbedilmiş toprak ve hakları olmak üzere, emperyalist ve siyonist işgal ve baskı altında olan tüm halk ve beldelerin özgürlüğü için çalışmaktır.
5- Vahdet, öncelikle birbirini tanıma, anlama ve “Müslüman Müslümanın kardeşidir” şiarını kabullenme, içselleştirme eylemidir.

6- Vahdet, asla “mezhep ve ırk faşizmi”ne bulaşmamaktır. “Mezhep ve ırk faşizmi”nin emperyalizmin İslam coğrafyasındaki en büyük silahı olduğunun farkına varmaktır. “Mezhep ve ırk faşizmi”ni İslam ümmeti içerisinden söküp atmak için çaba ortaya koymaktır.

7- Vahdet, “tekfircilik ve tekfiri akımları” reddetmektir. “Tekfircilik ve tekfiri akımların” İslam ümmetinin duçar olduğu en büyük musibetlerden olduğunu fark etmek ve onların örgütsel yapılarının birer terör örgütü olduğunu kabullenmektir.

8- Vahdet, “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin…” (Mümtehine-1) ve “Yahudi ve Hristiyanları dostlar edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar.” Ayet-i kerimeleri gereği Yahudi ve Hristiyanları “dost ve stratejik müttefik” kabul etmemektir.

İşte bu yansımaları taşıyan şahsiyet, topluluk ve milletler “vahdet” ehlidirler.

İmam Humeyni’nin konuyu özetleyen şu sözleri ile bitirelim: “Bizler namaz kılarken; “ellerimizi indirerek mi kılsak yoksa göbeğimize mi koysak?” diye kavgaya tutuşurken, zalimler (emperyalizm/Siyonizm) bu elleri nasıl kessek diye düşünüyorlar!”

Tefrika “şeytan”dan, birlik ve vahdet-i kelime “Rahman”dandır. Selam olsun “vahdet” ehline!..

Muntazar Musavi / Rasthaber

Venezüella cumhurbaşkanı Nicolás Maduro’yu kabul eden İmam Hamanei, Venezüella devletinin tutum ve siyasetlerinden dolayı, özellikle de Siyonist İsrail rejimi karşısındaki tutumunu takdir ederek müstekbirlik cephesinin Venezüella’ya karşı düşmanlığının nedeninin, Venezüella’nın Latin Amerika gibi bir bölgede izlediği bu etkili ve yiğitçe tutum ve siyasetleri olduğunu bildirerek, İran İslam cumhuriyeti’nin Venezüella ilişkilerini tüm boyutlarda geliştirerek sürdürme konusunda kararlı olduğunu bildirdi.

Bu görüşmede Venezüella’nın müteveffa cumhurbaşkanı Hugo Chavez’i İran’ın iyi bir dostu olarak niteleyen İmam Hamanei, iki ülke arasındaki yakın samimi işbirliğine temasla Nicolás Maduro’ya hitaben, “Siz de kendi sorumluluğunuz döneminde bu işbirliğini sürdürerek, düşmanlarınız tarafından oluşturulan sorunlar ve komploların üstesinden yiğitçe gelmeyi başardınız” ifadesini kullandı.

Kısa bir süre içinde petrolün hızlı bir şekilde değer kaybetmesinin ekonomik olmayan siyasi bir hareket niteleyen İmam Hamanei, “Ortak düşmanlarımız petrolü siyasi bir koz olarak kullanıyorlar ve kesin olarak petrol fiyatlarındaki bu hızlı düşüşte bir rolleri var” dedi.

Petrol fiyatlarının düşmesi karşısında ortak tavrın takınılması hususunda İran ve Venezüella cumhurbaşkanları arasında alınmış kararları kendisinin de teyit ettiğini belirten İmam Hamanei, iki ülke arasındaki işbirliğinin petrol meselesiyle sınırlı olmadığını, halı hazırda beklentilerin çok altında olan iki ülke ekonomik işbirliği ve yatırımlar seviyesinin de hızla artırılmasının gerektiğini söyledi.

İmam Hamanei konuşmasının devamında bölgesel ve uluslar arası alanda Venezüella’nın direniş, siyaset ve girişimlerini takdir ederek, Latin Amerika ülkelerinin gerçekte Venezüella’nın stratejik derinliği olduğunu, Venezüella’nın ülküsünün gerçekte o bölgede çok ülke ve halkın uyanmasına yol açtığını, Amerika’nın Venezüella devleti ve halkına karşı düşmanlığının asıl nedeninin de bu konu olduğunu söyledi.

Siyonist İsrail rejiminin Gazze’ye yönelik başlattığı 51 günlük Gazze savaşı sırasında Venezüella devleti ve yetkililerinin takdire şayan tutum ve siyasetlerini de hatırlatan İmamHamanei, Siyonist İsrail rejiminin dünya genelinde özellikle de bölge halkları nezdinde tamamen nefret edilen bir rejim olduğunu, Venezüella yönetiminin bu rejime karşı yiğitçi tutumunun halklar içerisinde Venezüella için çok sayıda dosta yol açacağını söyledi.

Venezüella devleti için başarılar temenni eden İslam inkılâbı Rehberi Nicolás Maduro’ya hitaben, “Siz genç, irade ve kararlılık sahibi birisisiniz ve İran İslam cumhuriyeti de yıllardır iki ülke arasında var olan ve süre gelen işbirliğini daha da geliştirmek ve artırmak konusunda kararlıdır ve bu ilişkilerin gelişerek devam etmesi her iki ülke halklarının menfaatinedir” ifadesini kullandı.

leader.ir

 

Cumartesi, 10 Ocak 2015 00:00

Kadınlar ve Savaş - 1

Hepinizin bildiği üzere, sosyal olayların arasında bazıları toplumun sosyal yaşamını ve insanların hafızasını uzun süre etkiler. Bazıları da kısa süre sonra unutulur gider ve yerini yeni deneyimlere ve olaylara bırakır. Savaşlar insanların sosyal, iktisadi, kültürel ve ailevi yaşamını etkilediği için ve yine bir çok sosyal değişikliği beraberinde getirdiğinde, uzun süre akıllarda kalan ve insanların hafızalarından silinmeyen olaylardan biridir.

Savaşlar özellikle çeşitli toplumlarda kadınların üzerinde derin etki ve iz bırakır. Bazı kadınlar savaş yüzünden evini barkını ve aile fertlerini kaybederken, bazıları da yaşamını veya en azından sağlığını yitirir. Savaşın bazı kadınları, yaşamdan bıkacak noktaya getirir. Bazı kadınların ailesi çöker veya ciddi değişikliklere maruz kalır. Bazı kadınlar düşmana çok yaklaşır ve bazıları da tecavüze uğramak gibi acı ve aşağılayıcı deneyimlerle karşılaşır ve bazı kadınlar da yaşamı boyunca dünyayı bir boşluk gibi görmeye başlar.

Ama yine de bu kadınların tümü bir nevi güncel yaşamına geri dönmek zorundadır. Fakat hiç kuşkusuz bu kadınların savaştan önce yaşadıkları yaşamlarıyla savaştan sonra ve onca acı deneyimin ardından yaşadıkları yaşam birbirinden çok farklıdır. Çünkü bu kadınların yaşamında bir çok bileşen etkilenmiş, değişmiş veya yok olmuştur, öyle ki her birini onarmak veya telefi etmek bir ömür gerektirir.
Bugün ilkini sunduğumuz sohbetimiz kadınların savaşlarda yaşadıkları acı deneyimlerle ilgilidir. Dünyada artık hiç bir savaş olmaması dileğiyle sohbetimize başlıyoruz.

Kadınlar ve çocuklar savaşları başlatan kesim olmadığı halde tarihin de şahadetine göre savaşlarda bu iki kesim türlü biçimlerde en çok etkilenen kesimlerdir. Kadınlar ve çocuklar genellikle çatışmaların baş kurbanıdır ve yine savaşlarda mülteci durumuna düşen insanların büyük bir kısmını bu iki kesim oluşturur.
Tarihte de belirtildiği üzere geçmiş çağlardan beri beşeriyet tarihinde herhangi bir savaş veya çatışmada toplumun en kırılgan kesimleri olan kadınlar ve çocuklar en büyük cismi, ruhi ve psikolojik zararlara katlanmak zorunda kalmıştır. 20. yüzyılın başından beri dünyada yaşanan 250 savaşta kadınlar en çok zarara uğrayan toplumun en kırılgan kesimidir. Örneğin Saddam rejiminin İran'a dayattığı 8 yıllık savaşta nice masum kadın ve çocuk hayatını kaybetti, esir alındı veya en vahşi zulümlere maruz kaldı. Sırbistan ve Bosna savaşında onca acımasız katliamların sırasında nice kadın katledildi, ciddi cismi ve ruhi zararlara maruz kaldı. Küçük bir bölge olmasına karşın yoğun bir nüfusu barındıran Gazze şeridinde siyonist rejim İsrail bu bölgeye dayattığı son üç savaşta namertçe masum insanları bombardıman etti ve bu bombardımanların başlıca kurban kesimi yine kadınlar ve çocuklar oldu. Yine korsan İsrail'in Lübnan'a dayattığı 33 günlük savaş sırasında düzenlenen hava akınlarında kadınlar en çok kayıp veren kesimdi. Afganistan'da Amerikalılar düğün törenlerini bombardıman etti. Irak'ın işgali sırasında Amerikalı askerler insanların aile haklarını hiçe sayarak evlere baskın düzenledi. Şimdi de tekfirci IŞİD terör örgütüyle savaşta kadınlar 21. yüzyılda en zilletli ve en aşağılayıcı günlerini yaşıyor. IŞİD kadınları köle olarak satıyor, organlarını çıkarıyor, vahşice tecavüz ediyor ve kadınlara yönelik her türlü aşağılayıcı davranıştan kaçınmıyor.

Uluslararası Kızılhaç örgütü Tahran bürosu Başkanı Oliviye Martin bir konuşmasında bu gerçeğe işaret ederek şöyle diyor: Ben hizmet ettiğim bunca yıl boyunca kadınların silahlı çatışmalarda çektikleri acılara şahit oldum ve buna Afganistan, Kongo ve Irak'ı örnek verebilirim. Kadınlar silahlı çatışmaların sırasında ağır bedel ödüyor ve savaştan sonra da aile ocağını yeniden inşa etmekte de önemli rol ifa ediyor. Ancak günümüz silahlı çatışmalarında kadınların üzerindeki yıkıcı tesir arttıkça artıyor.
Konuşmasının devamında kadınların savaşlarda ifa ettiği rollerine işaret eden Martin şöyle diyor: Evin geçiminden sorumlu olan erkeğin yokluğunda kadınların aileye bakmak, biraz su ve ekmek bulmak için uzun yolları kat etmeleri gerekiyor ki bu da onların güvenliğinin yanı sıra cismi sağlığını da tehdit ediyor. Silahlı çatışmalarda en çok erkekler kaybolduğundan kadınlar sürekli büyük bir ıstırap içinde eşinden haber bekliyor. Kadınlar ailenin iktisadi güvenliğini temin etmek zorunda kalarak, savaştan kaynaklanan şiddetin en büyük kurban kesimini oluşturuyorlar.

Kuşkusuz savaşlarda kadınların maruz kaldığı şiddetin esas sebeplerinden biri, savaşan iki tarafın gücünün eşit olmamasıdır. Maalesef günümüzde savaşlarda kazanan taraf kaybeden tarafın namusuna ve kültürel inançlarına el uzatıyor. Bir çok savaşta kadınlara el uzatmak indirilen son darbeyi oluşturuyor. Örneğin ikinci dünya savaşında bu durum yenilgiye uğrayan Nazilere karşı Berlin'de yaşandı. Bu mesele hatta savaştan sonra da Almanya yönetimi için ciddi sorunlar yarattı, çünkü savaş sırasında tecavüze uğrayan kadınlar savaştan sonra da koca, kardeş ve baba gibi kendilerine yakın erkeklerin çeşitli şiddet uygulamalarına katlanmak zorunda kaldı.
Savaşta kadınlara yönelik şiddet uygulanmasının bir başka örneğini Japonya ordusunun ikinci dünya savaşı sırasındaki uygulamalarında görmek mümkün. 6 Ağustos 1945'te sabah saat 8:15 sularında Hiroşima kenti ve üç gün sonra da Nakazaki kentinin atom bombası saldırısına maruz kalmasının görüntüleri dünya medyasında binlerce kez yayınlandı. Fakat Japonya o yıllarda atom bombasının ilk kurbanı olmadan önce bu ülkenin ordusu günümüzde savaş suçu kabul edilen büyük bir cinayet işledi. Japonya ordusu ikinci dünya savaşı sırasında çoğu Çinli, Filipinli, Myanmarlı ve Koreli olan 200 bin kadar kadını köle gibi kullandı ve cinsel tecavüzde bulundu. Gerçi bazı Japon araştırmacılar bu meseleyi tekzip etti ve hatta Japonya'nın dönem Başbakanı Şinzo Abe 2006 yılında açıkça bu suçlamayı reddetti ve bu kadınların zorla cinsel ilişkiye zorlandığını gösteren hiç bir belge ve kanıt bulunmadığını iddia etti. Fakat bugün dünya genelinde 200 bin kadar genç kızın ikinci dünya savaşı sırasında Japon askerlerin tecavüzüne uğradığı konusunda konsensüs söz konusudur. Japon askerler teselli kadını veya huzur veren kadın olarak tabir ettikleri bu kadınları tecavüz ettikten sonra öldürüyordu. Bu korkunç cinayetin kurbanlarından birinin 1991 yılında anılarını dünya medyası ile paylaşması olayın doğruluğunu ortaya koydu.
Kim Sun Duk, japon askerlerin işlediği bu korkunç savaş suçunun kurbanı ve şahitlerinden biridir. O yıllarda henüz 16 yaşında olan ve Kore'de yaşayan Kim, konu ile ilgili ifşaatında günde en az kırk kez Japon askerlerin tecavüzüne uğradığını belirtti.
Yine Japon ordusunun bu savaşta işlediği korkunç cinayetlere şahit olan ve hala hayatta olan Lee Ek Sun da şöyle anlatıyor: Bizi her gün dövüyorlardı, bıçakla tehdit ediyorlardı, eğer onlara hizmet etmeyi reddedecek olursak acımasızca yaralıyorlardı.
1993 yılında Tokyo'da yayınlanan çok muteber bir araştırma, bu kadınların anlattıklarını ve Japon ordusunun işlediği cinayetleri doğruladı. Japonya yönetimi ilkin bu suçlamaları reddetti, fakat daha sonraları ve Tokyo mahkemesinin kurulmasının ardından bir kaç kez olayın kurbanlarından veya kalanlarından özür diledi, ancak tazminat ödemeyi reddetti. Japonya mahkemeleri ise bu cinayetten sağ geriye kalanların 75 ila 85 yaşında olduklarını ve yakında hepsinin öleceğini ve bu öykünün ebediyen unutulacağını düşünüyor.

Evet, biraz önce de belirttiğimiz üzere bu tür cinayetler günümüzde de devam ediyor. BM raporlarında modern savaşların esas kurbanlarının da başta kadınlar olmak üzere sivillerin oluşturduğunu itiraf ediyor. Savaşların kurbanı olan kadınlarla ilgili verilerin bazen ürpertici boyutlara ulaştığı gözleniyor. Örneğin 1994 yılında Ruanda soykırımı sırasında yüz ile 250 bin kadın cinsel tecavüze maruz kaldı. BM raporları Sieraleon'da da 1991 ile 2002 yılları arasında 60 bin kadın, Liberya'da 1989 ile 2003 yılları arasında 40 bin kadın, eski Yugoslavya'da 1992 ila 1995 yılları arasında 60 bin kadın ve Kongo cumhuriyetinde de 1998 ila 2008 yılları arasında tam 200 bin kadının cinsel tecavüze uğradığını gösteriyor. Uzmanlar bu rakamların gerçeklerin küçük bir bölümünü yansıttığını belirtiyor.
Gerçekte uluslararası Kızılhaç raporları dünyanın bir çok bölgesinde cinsel şiddet ve tecavüz vakalarının örtbas edildiğini gösteriyor, çünkü olayın kurbanları toplumda rezil olmak ve dışlanmaktan korkuyor. Bu yüzden çektiği acı ve uğradığı haksızlığı asla dile getirmek istemiyor. Fakat bu durumun dünya camiasının bu tür cinayetlerle mücadele etmesine mani olmaması gerekiyor.
 
 

28. Tahran uluslar arası İslami vahdet konferansı bir bildiri yayınlayarak çalışmasına son verdi.

28. Tahran uluslar arası İslami vahdet konferansına katılanlar kapanış bildirisinde siyonist İsrail rejiminin Filistin halkına yönelik her çeşit saldırganlık ve tecavüzünü, özellikle Mescidi Aksa'yı ve Filistin halkının evlerini tahrip etme yönündeki çirkef girişimlerini ve Gazze ablukasını şiddetle kınadılar.

28. Tahran uluslar arası İslami vahdet konferansına katılanlar ayrıca direnişi Filistin halkının kendi hakları savunmaları yönünde meşru bir hakkı olarak niteleyerek, ülkelerin demokratikleşmesi veya globalleşme bahanesiyle bazı ülkelerce gerçekleştirilen ferdi veya devlet terörizminin her çeşidini kınadıklarını bildirdiler.

İslam Konferansının kapanış bildirisinde ayrıca İslam mezhepleri arası takrib hedefinin tahakkuku için müslümanların bilinç seviyesinin artırılması ve İslami talim ve ahlakın daha fazla yaygınlaştırılması vurgulanmıştır.

İran İslam Cumhuriyeti Atom enerji Kurumu Başkanı, bu teşkilatın nükleer uzmanları ve bilim adamlarının nükleer şehitlerinin yolunu sürdürme konusunda kararlı olduklarını bildirdi.

İRNA'nın verdiği habere göre nükleer şehitlerinden Mustafa Ahmedi Ruşen'ın yanında şehid olan Rıza Kaşkai'nin şehadet yıl dönümü dolayısıyla düzenlenen törende konuşan İran İslam Cumhuriyeti Atom enerji Kurumu Başkanı Ali Ekber Salihi, nükleer şehitlerinin İslami İran'ın bilimsel yolunu garanti altına aldıklarını ve İran halkının nükleer şehitleri ve ülkenin ilerlemesindeki ülkülerine büyük değer verdiğini söyledi.

İran ile 5+1 grubu arasında devam eden nükleer görüşmelere de değinen İran İslam Cumhuriyeti Atom enerji Kurumu Başkanı, İran görüşme ekibinin İran halkının temsilcisi olduğunu, zira İran halkının kudret ve iktidarının dünyanın en büyük güçlerini İran ile görüşme masası başında bir araya getirdiğini söyledi.

Salihi konuşmasında ayrıca, İran'ın kendi tüm sorumluluklarını yerine getirdiğini ve 5+1 grubunun ise kendi sorumluluğunu yerine getirmemesi durumunda tüm dünya halkları ve kamu oyu nezdinde nefretle anılacaklarını söyledi.
 
 

İran Ekonomi ve Maliye Bakanı, İran'ın milli elire göre, ekonomik açıdan en yüksek istikrara ve en az dış borca sahip olan ülkelerin başında geldiğini söyledi.


Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre, İran Ekonomi ve Maliye Bakanı Ali Tayyibniya, Üst düzey bir heyet başkanlığında Kuveyt'e düzenlediği ziyaret sırasında,  İran İslam Cumhuriyeti'nin mali veriler açısından en yüksek ekonomik  istikrara ve milli gelir açısından ise en düşük dış borca  sahip olan ülkelerin başında geldiğinisöyledi.

İran ve Kuveyt ilişkilerine de deyinen Tayyibniya, İran ve Kuveyt arasında iktisadi ilişkilerin diğer Fars Körfezi ülkelerine göre  özel bir yere sahip olduğunu belirterek,  “İki ülke arasındaki ticari ilişkilerin geliştirilmesinde, ticaret odaları ve özel sektör önemli rol oynayabilir”  dedi.

Ali Tayyibniya, İran'ın stratejik konumu ile Kuzey-Güney koridoru başta olmak üzere, İpek yolu ve demiryolları koridorları ve  Asya ile kara yollarına sahip olması, Avrupa koridoru, Avrupa, Kafkasya-Asya'nın birbirine bağlanmasını hatırlatarak; “Bütün bu özellikler İran'ın  doğu ve batı arasında stratejik bağlara sahip olmasına sebep olmuştur” açıklamasını yaptı.

Ekonomi Bakanı Tayyibniya, yatırım ve yatırımcıların desteklenmesinin  hükümetin önceliklerinden olduğunu belirterek, “Halihazırda 55 ülke ile karşılıklı yatırımların teşvik edilmesi anlaşması imzaladı ve 61 ülke ile de  anlaşmayı sonuçlandırmak üzereyiz" bilgilerini verdi.

İmam Hamanei ordu ve ülke yetkilileri, din adamları, akademisyenler ve 28. İslami vahdet konferansı katılımcılarından bir gurubu kabulünde yaptığı konuşmada, “vahdet” i Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ‘den alınması gereken en büyük ders ve İslam ümmetinin en önemli ihtiyacı olarak tanımladılar.

 

İmam Hamanei görüşmede iki önemli münasebet olan Hz.Muhammed (s.a.a) ile İmam Caferi - Sadık(a.s) ‘ın doğum günlerini ” ilim, akıl, ahlak, rahmet ve vahdet” in doğuşu olarak tanımlayıp, bu derin ve saadet veren düşüncenin oluşmasında yetkililerin, din adamlarının ve ülkenin önde gelen kişilerinin görevinin oldukça ağır olduğunu vurguladılar.

İmam Hamanei ayrıca, İslam düşmanlarının tefrika çıkarıcı planlarından dolayı rahatsızlığını dile getirerek; eğer Müslüman milletler bu büyük imkanlar ve kişilere has özelliklerle sadece özel durumlarda değil bunun yerine her zaman birlik olurlarsa İslam ümmeti en iyi konuma sahip olacak ve bu durum İslam Peygamber( s.a.a) ‘in yüz akı olmamızı sağlayacaktır, dedi.

İmam Hamanei, ayrıca bu yılki Erbain merasiminde Kerbela’da milyonlarca müslümanın bir araya geldiklerini hatırlatarak, “ Sünni ve Şiilerin birbirlerine karşı iyi niyet beslemelerinin çok önemlidir, Şii ve Sünni arasında ayrılık ve nifak sokmaya çalışan ellerin, hepsinin kaynağını İslam düşmanlarının casusluk kurum ve teşkilatlarında aramak gerekiyor, yani İngiltere’nin MI6 ile ilişkisi olan bir Şia, gerçek bir Şia değildir ve ne de Amerikan CIA’inin kuklası olan bir Sünni gerçek bir Sünnidir, belki bunların ikisi de İslam düşmanıdır” diye konuştu.

İmam Hamanei konuşmasının devamında İslami vahdet konusunda İmam Humeyni (r.a) ‘in bayraktarlığını hatırlatarak, son 25 yılda İran’ın Müslüman kardeşlerine, bu yardımlar çoğunlukla Sünni kardeşlere yapılmıştır, vahdet konusundaki sloganını ıspatlamıştır dedi.
Seyyid Ali Hamanei konuşmasında siyasetçilere, İslam dünyası düşünürleri ve din adamlarına hitaben şu soruyu sordular: Dünyadaki zorbalar İslam setizi oluşturmaya ve İslam’ı kötü göstermeye çalıştıkları sırada tefrika çıkarıcı ve İslam’ın gerçek yönüne zarar verecek konuşmalar yapmak akla, mantığa ve siyasete aykırı değil midir?

İmam Hamanei sözlerinin devamında ise, İran’ın dış politikasını Müslüman ve komşu ülkeler ile dostluk kurma üzerinde kurduğunu hatırlatarak, “Ama bazı bölge ülkeleri kendi dış politikalarını İran ile düşmanlık temelinde kurdular, bu büyük bir yanlıştır ve akıl ve hikmete de aykırıdır”açıklamasında bulundu.

İmam Hamanei konuşmasının sonunda İslami vahdetin tüm İslam ülkelerinin tek tek hepsinin hayrına olduğunu belirterek, tüm Müslümanların ” kendi araların merhametli, kafirlere karşı serttirler” ayetine uygun hareket etmeli ve işgalci İsrail ve bir kanser hücresi olan siyonizmin, onun destekçisi olan Amerika’nın karşısında kendi aralarında birlik olmalıdırlar dedi.
 

 

 

 

Ayetullah Cevad Amuli, kelam ilminin havzanın haysiyetini koruyacağına dikkat çekti ve şöyle dedi: İlim havzasında saygın ve muteber bir şahsiyete ait kelam kitabı tedris edilmelidir.

Daru’ş-Şifa Medresesinde düzenlenen Kum İlim Havzası Öğretim Üyelerinin üçüncü kongresinde bir konuşma yapan meşhur Kur’an müfessiri ve taklit mercii Ayetullah Cevadi Amuli, şu tespitlerde bulundu:

Bazıları İslam’ın ilk yıllarında ilahi bir meseleyi, kelami bir konuya dönüştürmek suretiyle imamet ve hilafeti gasp ettiler. İmamet meselesi diğer dünyevi konulardan değildi ki onu Şura ayetini referans alarak çözüme kavuştursunlar, bir grup insanın görüşünü alarak ve onlara danışarak Allah’ın velisi ve insanlar üzerindeki imamını seçmek mümkün müdür?! Dolayısıyla onlar sadece Gadir –i Hum’a saldırmadılar, aksine ilahi bir emir olan imameti yıprattılar, içini boşalttılar.

Ayetullah Cevad Amuli, imamet muhaliflerinin her şeyden çok kelam konusuna yoğunlaştıklarını söyledi ve şöyle konuştu: Onlar kelamı tersyüz ederek topluma sundular ve bu süreç Sakife ile başlayan bir süreçtir. İmamet ilahi bir emirdir, dolayısıyla da onun üzerinde meşveret edilmez ve imamı halk seçemez. Kur’ani ifadeyle imamet, “ahdullah”tır, yani Allah’ın ahdidir. Ancak onu “ahdunnasa”, yani insanların ahdine dönüştürdüler. Onlar ismeti inkâr edince belli bir süre rahatladılar ama daha sonra birtakım sorunlarla karşılaşınca bu sefer başka bir Sakife kurdular. Aklı inkâr ettiler ve onu sadece dinin râvisi konumuna düşürdüler. Oysaki öncesinde hep rivayet uyduruyorlardı.

Ayetullah Amuli sözlerini şöyle sürdürdü: Onlar aklı zincire vurdular ve şunu söylediler: Akıl neyin iyi, neyin kötü olduğunu derk edemez. Bu yüzden yönetimi rivayete teslim ettiler. Sonra da her türlü hadis uydurmaya başladılar.

Şu bir gerçektir ki ilmin batılısı, doğulusu olmaz. Ama aklı yağmalarsanız ve devre dışı bırakırsanız, yerini hurafeler doldurur. Müslümanlar aklı yağmaladılar, onu Gadir-i Hum’dan çıkardılar. Geriye zincire vurulmuş bir akıl kaldı. Gerçek aklı, yani Emirulmuminin’i (a.s) hayat sahnesinden uzaklaştırdılar. Sonra da alabildiğince rivayetler nakletmeye başladılar… Sakife, sadece Emirulmuminin’i (a.s) siyasetten uzaklaştırmak değildi. Sakife hareketi ile ismeti inkâr ettiler ve aklı bir kenara attılar.

Ayetullah Cevadi Amuli şöyle konuştu: Hepimizin görevi aklın elinden tutup onu düştüğü yerden yukarı çıkarmaktır. İcma, kitap ve sünnetin düzeyinde değildir, sadece bir tür delildir. Onlar icmayı masum saydıkları için kitap ve sünnetin düzeyinde saymışlardır. Bizler de kelam ilmine sahip olmadığımız için bunu kabul ettik. Şimdi icmanın kulağından tutup onu aşağı çekin ve aklı yukarı çıkarın. Aklın saygınlığı ve değerini ortaya koyun. Onu kitap ve sünnetin düzeyinde görün. “Şer-i delil varken akla ne hacet?” demeyin. Aksine onu şer-i delili onunla değerlendirin, onu şeriat yolunun meşalesi kılın.

Ayetullah Cevad Amuli, kelam ilminin havzanın haysiyetini koruyacağına dikkat çekti ve şöyle dedi: İlim havzasında kesinlikle saygın ve muteber bir şahsiyete ait kelam kitabı tedris edilmelidir. Zira kelam ilmi, aklın elini ve ayağını çözecek dinin, insanlar tarafından içselleştirilmesine yol açacaktır. Akıl, imametin lazım olduğuna ve imamın masum olması gerektiğine hükmetmektedir. Ayrıca imametin ilahi bir ahit olduğu ve bu ahdin Ehlibeyt’te (a.s) bulunduğu kelam ilminde ispatlanır.

Ayetullah Cevadi Amuli şöyle dedi: Nerede cahiliyet taassubu varsa, orada cahiliyet güçlüdür, etkilidir. Cahiliyetin etkin olduğu yerde kılıç ve zorbalık hâkim olur. IŞİD, bu düşüncenin ürünüdür. Gerçi içlerinde bilinçli uşaklar var ama aldanmış olup şehadete ermek için savaşan da az değil!

 

Comment