
کارگر
İran sınırında Azerbaycan ve İsrailli casuslar
Azerbaycan ve Siyonist rejimin, casus uçaklarıyla, İran üzerinde casusluk çalışmaları konusunda işbirliği yaptığına dair yeni bulgular ortaya çıktı.
Abna'nın PRESSTV'den aktardığı habere göre; Azerbaycan cumhuriyeti ile İsrail'in, insansız casus uçaklarıyla, İran ve Karabağ sınır bölgesinde casusluk yaptığı belirtildi. Konuyla ilgili haberde, Azerbaycan'daki Siyonist rejim askeri danışmanlarının Azerbaycan'ın Astara Rayon bölgesinde Amerikan radarlarının faaliyetlerinde artış görüldüğü, söz konusu Siyonist rejim askeri danışmanlarının, insansız casus uçakların İran ile Karabağ sınır bölgelerinde uçuş yaptığı belirtiliyor.
İran askeri uzmanları, Azerbaycan cumhuriyetinin, sınır bölgelerinin güvenliği ve kontrolü iddiasıyla UAV tipi insansız casus uçaklarını kullandığını belirtiyor. İsrail, 2009 ve 2012 tarihleri arasında Azerbaycan'a 10 Adet UAV tipi insansız casus uçağı satmıştı.
İsrail'in İranl'la asıl derdi ne?
Türkiye'nin komşularıyla iyi ilişkiler kurması sadece bu ülkeler için değil, bölgenin de menfaatine. Ancak varlıklarını bölgedeki ülkelerin çatışma ve kavgalarına bağlayan ülkeler de var. Ne zaman barış havası yayılsa bu ülkeler rahatsız oluyor ve aradaki ihtilâfları körüklemeye çalışıyorlar.
'Şehir efsanesi' olarak görülen bazı bilgilerin gerçeğin ta kendisi olduğunu İran üzerinde uzmanlaşmış dünyanın sayılı akademisyenlerinden biri olduğu ifade edilen Prof. Dr. Eric Hooglund'un beyanlarından da öğreniyoruz. (Konuşan: Seda Şimşek, Bugün g., 3 Aralık 2012)
Prof. Dr. Eric Hooglund, üniversite eğitimi sırasında İran'a gitmiş. İran'da iki yıl bir ortaokulda İngilizce öğretmenliği yapıp, ülkesine döndükten sonra da akademik kariyerine devam eden Prof. Dr. Eric Hooglund'ın İran ve Ortadoğu konusundaki tesbitlerinin bir kısmını özetlemekte fayda var:
* Ortadoğu'yu İran aracılığıyla tanıdım. İran bir Şiî toplumu. Nüfusun en az yüzde 91-92'si Şiî. Azınlıklar da var, Orta Doğu'daki en büyük Ermeni azınlığı İran'da. Ayrıca Orta Doğu'daki en büyük Yahudi azınlığı da İran'da. İran'da asla Sünnî veya Şiî nitelemesi kullanılmaz.
* (Soru: ABD'nin İran'la değil meselâ Suudi Arabistan'la ilişkilerinin kötü olduğunu söylemesi gerekmez mi?)
Radikal İslâm, çok farklı şekillerde tanımlanıyor ve bence Amerika'nın radikal İslâm anlayışı anti-Amerikancılık.
* (Soru: İsrail-İran gerilimi sürekli dünyanın gündeminde, gerçekten bütün mesele İran'ın nükleer girişimleri mi?)
Şah döneminde İsrail'in Tahran'da büyükelçiliği vardı. Büyükelçilik, devasa büyüklükteydi. İlişkilerin bu noktaya gelmesinin sebepleri var. İran'da büyük bir Yahudi nüfusu vardı. Bugün eskisi kadar çok değiller. Bir çoğu İsrail'e değil, Birleşik Devletler'e gitti. Bence bugün Beverly Hills ve California'da Tahran'da olduğundan daha fazla İranlı Yahudi var. California Beverly Hills belediye başkanı da İranlı bir Yahudi.
* İsrail açısından en büyük sorun nükleer sorun değil, İran'ın Filistin konusundaki pozisyonudur. İsrail, kendisini Filistin konusunda eleştiren kimseyi kabul etmiyor. Eğer İran bugün, "İsrail ile barış yapmaya hazırız, Filistinlilere ne yaparsanız yapın, umurumuzda değil" dese, İsrail muhtemelen "Üç yüz nükleer silâhımızın bir kısmını size verelim, hatta bir ücret de ödemeyin" diyecektir. Bu biraz gülünç gelebilir, ama bence asıl sorun bu.
* Aslında şu an elektrik sağlayan nükleer tesisin yapımı Şah döneminde başlamıştır. Yani İran'ın nükleer programı ABD yardımı ile 1975 yılında başlamıştır. ABD tesisin yapımını onaylamış ve Almanya'da inşa etmiştir. Devrim Şubat 1979'da iyice tırmanmadan önce Almanlar çalışmayı durdurmuştu. Ardından Irak geldi ve tesis inşaatını bombaladı. Ocak 1995'te Rusya ile görüşmelere başladılar ve Ruslar inşaatı tamamlamayı kabul etti. O tarihten bu yana İran'ın tezine göre, bu yeni bir nükleer tesis değil, halihazırda var olan nükleer tesisin eksikleri gideriliyor.
* (Soru: İran'da meselâ bugün bile unutamadığınız ne öğrendiniz?) İranlılar bana CIA hakkında bazı şeyler anlattılar. Daha önce CIA'yı duymamıştım. Birçok Amerikalı Washington'da yaşamıyorsa CIA hakkında bir şey bilmez. İran'da bana CIA'nın başbakanı nasıl devirdiğini anlattılar. Bu insanların delirmiş olduğunu düşündüm, söylediklerinin hiçbirisine inanmadım, çünkü benim ülkem böyle bir şeyi asla yapmazdı. Sonra CIA hakkında birçok şey okudum ve bu insanların yalan söylemediklerini anladım. İslâm hakkında kitaplar okumaya başladım. Bu toplum içinde tam iki yıl yaşadım ve bu yazılanlar onların dini değildi, bu kitapların hiçbiri benim bulunduğum ülkeyi anlatmıyordu. Ortadoğu alanında verilen eğitimin tamamen hatalı olduğunu düşündüm.
* İsrail'in İran konusundaki pozisyonunda nükleer silâhlar bir bahane gibi. ABD'de 17 istihbarat örgütü var, CIA bunlardan sadece biri. Bu on yedi örgüt, (...) 2005 yılında İran'ın nükleer programına dair bir kanıt olmadığını, (...) belirten bir rapor yayınladılar. Bush yönetimi bunu göz ardı etti, ama ulusal istihbarat kaynakları aynı şeyi söylemeye devam etti.
Prof. Dr. Eric Hooglund, Türkiye tarihiyle ilgili olarak az bilinen bazı bilgileri de paylaşmış: "1639'dan beri İran ve Osmanlı arasında savaşların olmadığını söylemek doğru değil. Osmanlı ve İran arasındaki en son savaş 1821-23 arasında olmuştu. İran, Doğu Anadolu'ya saldırdı ve Erzurum'u iki yıl boyunca işgal etti, iki ülke arasındaki sınırların 1821 yılındaki duruma göre çizildiği Erzurum Antlaşması ile son buldu."
Prof. Dr. Eric Hooglund'un iki yılda anladığını, dünya liderleri ne zaman anlayacak?
Faruk Çakır 08/12/2012
YENİASYA
Putin’in ziyareti
Rusya Devlet Başkanı Vlademir Putin, beklenen Türkiye ziyaretini gerçekleştirdi.
Arap Baharı’nın başından itibaren Çin ile beraber, ABD’nin Ortadoğu’daki işgal harekâtına karşı çıkan Putin’in Türkiye temasları bölge dengeleri için çok önemli idi.
Görüşmelerden sonra yapılan basın açıklamalarında bugüne kadar izlediği ABD’ye karşı olan tavrını değiştirmeyen Rusya’nın verdiği en dikkat çekici mesaj, “Türkiye’nin Suriye muhalefetini ikna etmesi gerektiği” yönündeydi.
Esad’ın avukatı olmadıklarını belirten Putin’in konuşmalarından Rusya için Suriye’deki liderin değil, Suriye’nin misyonu ile şekillenecek Ortadoğu’nun önemli olduğunu anlıyoruz.
Arap Baharı’nın estirilmeye başlandığı günden beri bizim de altını çizdiğimiz gerçek, bölgedeki devletlerde başlayan suni kaos ortamının sebebinin ABD yanlısı olmak veya olmamak; Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) karşı durmak veya ram olmak kıstası ile ilerlediği idi ve “Esad’ın bugün koltuğundan indirilmesinin gerekçesi, BOP’a ve işgale karşı dik duruşudur” diyorduk. Yani mesele, demokrasiden yoksun bir diktatör değil, olaylara muhalif olmaktı.
Libya’da muhalefetin çeşitli rejimlerce desteklendiğini ancak daha sonra ABD engeli ile karşılaştığını ifade eden Putin’in, Suriye’deki rejimin “avukatı değiliz” çıkışı Suriye meselesini halen anlayamayan Türk basınına ve siyasetine güzel bir cevaptır.
Malum Türkiye, NATO’dan Patriot füzelerini, Suriye’den gelecek muhtemel bir saldırı için talep ettiğini açıkladı. Ancak Sayın Putin, kati bir şekilde Suriye’nin nükleer silah konusunda adım atacak teknolojiye sahip olmadığını ve Türkiye’ye saldırmayacağını belirtti.
Bu söylemler, Türkiye’de estirilen Suriye gündemi ile dışarıda yaşananların farklı olduğunu gösterdiği gibi Türkiye’deki bazı yetkilileri ve yanlı basını da yalanlamıştır.
Rusya, Suriye konusunu sadece kendi ülkesi yönüyle değerlendirmemektedir.
Bu konuşmalardan bir kez daha anladık ki, Esad’a sahip çıkarken veya iki yıllık işgal sürecinde BM’de gösterdiği red tavrında Rusya’nın hesabı Ortadoğu’nun geleceğidir.
BOP kapsamında Türkiye’ye yerleştirmek istenen Patriotlar, Rusya’nın Ortadoğu’da geleceğini ilgilendirmesi açısından stratejik önemdedir. Rusya için tehdit olan bu anlayışın rahatlıkla Türkiye tarafından kabulü, Rusya’nın onay vereceği bir gerçek değildir.
Türk basınında Rusya, “Esad’ın gitmesini kabullendi” diye yapılan yorumlar tamamen yersiz ve gidişatı anlamaktan uzaktır. “Esad’ın gitmesine Rusya razı oldu” diyenler, aslında Rusya’nın geleceği için Ortadoğu dengelerinin korunması gerektiği vurgulamaktadır.
Elbette ki, Esad’ın gitmesi veya kalması Rusya’yı ilgilendirmez. Ama şu an ki tabloda Ortadoğu dengeleri için nirengi noktasıdır.
Türkiye’nin de artık bu meseleyi geniş bir perspektiften görme vakti gelmiştir.
Zira Putin’in “geçmiş bir nesil” olarak ifade ettiği Patriotlar ile yapılmak istenen, kargaşa ortamı yaratmaktır. Putin’in “duvarda silah varsa bu mutlaka patlar” benzetmesi ile dikkat çektiği konu, Suriye’den gelecek bir tehlikeyi değil, Ortadoğu’da başlatılmak istenen ateşin ilk kıvılcımıdır ve böyle bir riske girecek Türkiye bizce karşısında Rusya’yı bulacaktır.
İki ülke arasında 11 maddelik anlaşma ile neticelenen Putin ziyareti, Patriotlar, Suriye gündemi ile gelişse de, verilen asıl mesaj “Sakın ABD’ye uyarak Suriye ile savaşa kalkışmayın” olmuştur.
Ne acıdır ki, kişilere ve olaylara göre farklılık göstermeyen bir dış politika çizgisine sahip olamayan Türkiye, ülkemize gelen her temsilciden izlememiz gereken dış siyasetle ilgili görüşleri dinlemek zorunda kalıyor.
Prof. Dr. Haydar Baş 5 Aralık 2012
"ABD elektronik savaşta İran’a yenildi!.."
Lübnan Genelkurmay Başkanlığından emekli Tuğgeneral Hatit “ABD, daha önce pilotsuz bir uçağının İran tarafından düşürülmesinin tesadüf olduğunu zannetti, ama bu son olayla İran’a yenilmiş oldu” dedi
Lübnan Genelkurmay Başkanlığından emekli Tuğgeneral Emin Hatit, Beyrut muhabirimizle konuşurken, Amerika’nın 2. pilotsuz casus uçağının İran tarafından avlanması olayıyla ilgili olarak “Amerika’nın bu son pilotsuz uçağının da İran’ın eline geçmesi konusunda birkaç meseleyi yan yana düşünmek lazım. İlk önce şu ki, Amerika, İran gibi bir ülkenin Amerika’nın gelişmiş bir uçağı avlayabileceğini ve elektronik savaşta İran karşısında mağlup düşebileceğini aklından bile geçirmiyordu çünkü 1. hadiseyi de tesadüf olarak değerlendirmişti” dedi.
Emekli Tuğgeneral Emin Halit daha sonra “ABD her zaman istihbarat toplamak için pilotsuz uçakları kullanırdı. Dolaysıyla bugün büyük bir sorunla karşı karşıya kaldı. Çünkü süper güç konumunda olan bu ülkenin istihbarat ve elektronik sistemlerine nüfuz edilmiştir” diye vurguladı.
Hatit ayrıca “Amerika’nın 2. pilotsuz casus uçağının İran tarafından avlanması ABD’nin o dev imajının yıkılmasına sebep oldu. Bunun da stratejik boyutları var. Bu hadise İran açısından da çok önemlidir. İran 2. kez olarak Amerika’nın bir uçağını düşürebilmiştir. Birinci hadiseden sonra Amerika, kendi elektronik sistemindeki sorunları giderebilirdi. Ama ikinci hadiseyle bu konuda zayıf kaldığına şahit olduk” dedi.
Şia Açısından Kur’an’ın Kalıcılığı ve Tahriften Korunmuşluğu
Ehlibeyt mektebi düşmanı bazı kendini bilmezler Şia mezhebini karalamak ve kendilerince öz Muhammedi İslam’ın hakkaniyetini örtmek için akla ziyan iftiralar atmaktadırlar. Bu iftiralardan en meşhuru Şia’nın Kur’anın tahrif olduğuna inandığı iftirasıdır. İftiralarını ispatlamak için diyorlar ki: bir Şia alimi olan “Muhaddis Nuri, Kur’an’ın tahrif olduğuna inanmaktadır. Eğer bir alim buna inanıyorsa mutlaka başkaları da bu konuda aynı düşünceye sahip olmalıdır!!”
Cevap
Tahrifle itham etmek, Hıristiyanların Kur’an’ın itibarını sarsmak için bir bahanedir. Bununla Kur’an’ın da İncil gibi tahrife uğradığı ve farklılaştığını söylemek istemektedirler. Böylelikle bazıları bilmeden bu yolda onların aracı olmakta ve her fırka ve mezhep karşı grubu tahrifle suçlamaktadır. Vahabilik ve aynı düşüncedekilerin içlerindeki gizli Hıristiyan faktörler, Şia’yı tahrifle suçlamakta ve Şiaların içindeki onların gizli faktörleri de karşı tarafı tahrifle suçlamaktadırlar. Doğrusu ise tüm Müslümanlar sadece bozuk bir grup dışında Kur’an’ın tahrif edilemeyeceğine ve kalıcılığına inanmaktadırlar.
Birinci olarak: Bu konuyu Kur’an’a sunalım, Kur’an’ın kendisi bu konuda en üstün hakemdir. Kur’an ayetleri açıkça şahitlik etmektedir ki Allah’ın kesin iradesi, Hz. Peygamberin (s.a.a) kalbine inen bu son kitabın, sonsuza kadar her türlü tahriften korunması yönündedir. Ve bu korumayı Allah kendisi bizzat üstlenmiştir. Bu konuda şöyle buyurmaktadır:
{إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَ إِنَّا لَهُ لَحافِظُونَ};
“Kur'an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız. (Hicr, 9)”
Başka bir ayette şöyle buyurmaktadır:
{لا يَأْتِيهِ الْباطِلُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَ لا مِنْ خَلْفِهِ تَنْزِيلٌ مِنْ حَكِيمٍ حَمِيدٍ}
“Ona ne önünden ne de ardından batıl gelemez. O, hüküm ve hikmet sahibi, övülmeye lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir. (Fussilet, 42)”
Gerçekte bu ayet, bir önceki ayetin başka bir ifadesi sayılmaktadır. Anlamı ise hatta onun bir kelimesinin bile eksilmeyeceği ve ona bir şey ona eklenmeyeceği ve tahrif edicilerin elleri ona tahrif etmek için ulaşmadığı ve ulaşamayacağıdır.
{مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَ لا مِنْ خَلْفِهِ};
“Ona ne önünden ne de ardından” cümlesi tüm yönlerden olduğuna kinayedir. Yani, hiçbir yön ve taraftan bu kitaba batıl ve fesat bulaşmadı ve bulaşmayacaktır.
Kur’an, yalnızca Müslümanların anayasası olmayıp, onların her şeyini teşkil etmektedir. özellikle İslam’ın ilk günlerinde ondan başka bir kitapları bulunmamaktaydı. Kıraat, hıfz, eğitim ve öğretim Kur’an’a mahsustu. Böyle bir kitap asla tahrife uğramaz.
Kur’an’ın nesilden nesle aktarılmasının sıhhati o kadar açık ve nettir ki hiç kimse bunda şek ve şüpheye düşmemektedir. Örneğin bizim dünyanın büyük kentleri ve önemli tarihsel olaylar hakkındaki bilgilerimiz; acaba birisi Mekke, Medine, Londra ve Paris kentlerinin varlığı hakkında kuşkuya kapılabilir mi? her ne kadar bu kentlere yolculuk yapmamış olsa bile. Veya Moğolların İran’a saldırısını veya büyük Fransa imparatorluğunu veya birinci ve ikinci dünya savaşlarını inkar edebilir mi? neden inkar edemez? Çünkü bunların tamamı tevatür haddinde bizlere ulaşmıştır. Kur’an ayetleri de bu şekildedir.
Hz. Ali’nin (a.s) Kur’an Hakkındaki Sözleri
Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) “Nehcü’l Belağa”daki sözleri, Kur’an’ın kalıcılığı ve tahrif olmadığına dair en üstün tanıktır. 133. Hutbede şöyle buyurmaktadır:
وَ كِتَابُ اللهِ بَيْنَ أَظْهُرِكُمْ نَاطِقٌ لا يَعْيَا لِسَانُهُ وَ بَيْتٌ لا تُهْدَمُ أَرْكَانُهُ وَ عِزٌّ لا تُهْزَمُ أَعْوَانُه
Allah’ın kitabı; aranızda dili durmayan bir hatip, temelleri yıkılmaz bir bina, mensuplarının yenilemeyeceği bir azizdir.
Acaba tahrif olunmuş –bu sözden Allah’a sığınırız- bir kitap böyle bir şekilde vasıflandırılabilir mi? 176. Hutbesinde şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ اللهَ سُبْحَانَهُ لَمْ يَعِظْ أَحَداً بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْآنِ فَإِنَّهُ حَبْلُ اللهِ الْمَتِينُ وَ سَبَبُهُ الأَمِينُ
Hiç kuşkusuz münezzeh olan Allah hiç kimseye Kur’an’ın benzeri bir şeyle öğüt vermemiştir. Çünkü O, “Allah’ın sağlam ipi” emin sebebidir.
Muhaddis Nuri’nin “Faslu’l Hitap” kitabı, itikat kitabı değil rivayi bir kitaptır. Tahrif hakkında naklettiği rivayetler ise birkaç kategoriye ayrılmaktadır:
1. Bu rivayetlerin bir kısmı Kur’an’ı gözden düşürmek ve güvensiz kılmak için uydurma ve sahte rivayetlerdir. Örneğin “Ahmed bin Muhammed Seyyari”nin naklettiği 188 rivayet. “Seyyari” bizim rical kitaplarımızda “Mezhebi bozuk”, “güvenilmez” ve “itimat edilmez” biri olarak tanıtılmıştır.
2. Bazı rivayetlerin tefsir ve yorumsal yönleri vardır. Örneğin “İhdina sırata’l mustakim” tefsirinde “Ali sırattır” cümlesi gelmiştir. Bunun anlamı (Ali) kelimesinin ayetin bir cüzü olduğu anlamında değildir, anlamı ayetin açıklama ve tefsiri bu şekilde yapılmış anlamındadır.
3. Rivayetlerinin bir çoğu “mürsel”dir. (senetsiz, belgesiz)
4. Bazı rivayetler o kadar gülünçtür ki bu rivayetleri uyduranların aklından şüphe edilmelidir. örneğin diyor ki: Nisa Suresinin 3. Ayetinin şu kısmıyla {وَ إِنْ خِفْتُمْ أَلاَّ تُقْسِطُوا فِي الْيَتامي} (Eğer (kendileriyle evlendiğiniz takdirde) yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız.)
{فَانْكِحُوا ما طابَ لَكُمْ مِنَ النِّساءِ} (bu durumda, (onlarla değil) size helal olan (başka) kadınlardan olmak üzere nikahlayın.) bu kısmı arasında Kur’an’ın üçte biri düşmüştür!
Bu iddia o kadar gülünçtür ki Kur’an’ın o kadar yazar, vahiy katibi, kari, hafızı olmasına rağmen on cüzü ortadan kaybolacak ve hiç kimsenin bundan haberi olmayacak!
Ayrıca Şia uleması, bu kitap yayınlandıktan sonra, kitabın yazarı hayattayken ve sonrasında olmak üzere bu kitaba reddiyeler yazmıştır. Bu reddiyelerden en iyisi büyük taklit mercisi merhum Ayetullah Hoi’nin yazdığı “El-Beyan Fi Tefsiri’l Kur’an” kitabıdır. Konu hakkında geniş açıklamalarda bulunmuştur. Ondan önce büyük muhakkik Şeyh Muhammed Cevad Belaği (1352) “Alau’r Rahman” tefsirinin mukaddimesinde ve son zamanlarda kaybettiğimiz değerli dost Ayetullah Marifet, sırf bu konu üzerine “Siyanetu’l Kur’an ani’t Tahrif” adlı kitabı kaleme almıştır ve ayrıca başkaları da bu konu hakkında kitaplar yazmıştır.
Ancak bizler, düşmanların eline bahane vermemek için “sahiheyn” (Sahihi Buhari ve Sahihi Müslim) kitaplarında gelen tahrifle ilgili rivayetleri burada yansıtmıyoruz. Eğer mukabile yapma gereksinimi duysaydık Sahihi Buhari ve Sahihi Müslim kitaplarında ve aynı şekilde “Taberi Tefsiri” ve “Suyuti’nin Durru’l Mensur” tefsirleri başta olmak üzere tefsir kitaplarında bir çok tahrif rivayetleri göze çarpmaktadır.
Kur’an’ın tahrif olduğunu imamiye (12 imam Şia’sı) ulemasına nispet verenler, yalancılardan başka bir şey değillerdir. Şimdi Kur’an’ın tahrif olmadığına dair görüş belirten önceden yaşamış bazı ulemaların görüşlerini burada sunuyoruz:
Elbette hepsinin adını burada anmak ve bu konudaki sözlerini getirmek kitaba sığmaz.
1. Şeyhu’l Muhaddisin, Muhammed bin Ali bin Babavey (Şeyh Saduk, 381) Akaid risalesinde şöyle demektedir:
اعتقادنا أنّ القرآن الذي أنزله الله تعالی علی نبيّه محمد هو ما بين الدّفتين ومن نسب إلينا أنّا نقول إنّه أكثر من ذلك فهو كاذب
“Bizim Kur’an hakkındaki inancımız, iki cilt arsında olan bu Kur’an’dır ki Allah Teala onu peygamberine nazil etmiştir ve her kim bize Kur’an’ın bundan daha çok olduğu nispetini verirse o yalancıdır.” [1]
2. Şeyh Mufid Muhammed bin Muhammed bin Numan (413) şu iki kitabında:
a) Evailu’l Makalat, s. 54;
b) El-Mesailu’s Surviyye, s. 206.
Açıkça belirtmektedir ki Kur’an’dan hiçbir şey azalmadı.
3. Seyyid Murtaza Alemu’l Huda Ali bin El- Hüseyin (436) “El-Mesailu’t Trablusiyat” kitabının cevabında Kur’an’ın tahrif olmadığına dair sözleri bulunmaktadır. Tabersi onları “Mecmeu’l Beyan” tefsirinde nakletmiştir.
4. Şeyh Tusi (460) kendi tefsirinin mukaddimesinde şöyle yazmaktadır:
Kur’an’da çoğalma ve eksilme olduğuna dair sözler, bu kitabın şanına yakışmaz. Zira herkes bilmektedir ki Kur’an’da çoğalma ve eksilme batıldır. Seyyid Murtaza’da bunu teyit etmiş ve şöyle demiştir: Şia ve Ehlisünnetin yanında bulunan güya Kur’an’ın bir bölümünün eksildiği veya bir yerinin başka bir yere aktarıldığı yönündeki bazı rivayetler “vahit haber”dir ve ne ilim için ve ne de amel etmek için faydalı değildir. Güzel olan onları gündeme getirmemek ve onları nazara almamaktır. Zira onları rahatlıkla yorumlayıp tevil edebiliriz. [2]
5. Ebu Ali Fazıl bin Hasan Tabersi (548) tefsirin mukaddimesinde şöyle yazmaktadır:
Kur’an’ın eksildiği veya çoğaldığı yönündeki sözlerin, müfessirlerin nazarında kesinlikle bir yeri yoktur. Zira herkes bilmektedir ki hiçbir şey Kur’an’a izafe olmamıştır ve eksilmesi yönünde de gerçi haşviye (zahirciler) grubundan Şii ve Sünniler Kur’an’ın eksildiği veya arttığı yönünde rivayetler zikretmişlerdir, ancak bizim mezhebimizin Seyyid Murtaza’nın da belirttiği gibi itimat edip güvendiği ve sahih bildiği; Kur’an’da hiçbir değişiklik ve eksilme olmadığı yönündedir. Seyyid Murtaza bu konu hakkında tam ve geniş bir açıklama yapmıştır. [3]
6. Allame Hilli (726) Seyyid Muhenna’nın sorduğu soruya verdiği cevabında “Ecvibetu’l Mesailu’l Mihneviyye” kitabında şöyle yazmıştır:
Seyyid Muhenna: “Efendimiz! Allah’ın kitabı konusunda ne buyurursunuz: acaba yaranlarımızın yanında Kur’an’ın eksildiği, arttığı veya tertibinde değişiklikler yapıldığı yönünde sahih rivayetler bulunmakta mıdır? Yoksa doğru ve güvenilir bir şey yok mudur?...
Cevap: “Hak o dur ki onda hiçbir değişiklik ve aktarım olmamıştır ve hiçbir eksilme ve artma onda yol bulmamıştır. Birisinin böyle bir inanca kapılmasından Allah’a sığınırız, zira bunun anlamı tevatür haddinde naklolunan peygamberin (s.a.a) mucizesine el sürmektir. [4]
7. Muhakkiki Erdebili (993) şöyle yazmaktadır:
Kur’an unvanıyla okuduğumuz bu kitabı tevatür haddinde bilmemiz ve adil bir kişiden duymayı da yeterli bilmemiz gerekir … ve eğer onun tevatürü sabit olursa, artık her türlü yanlışlıktan güvendedir… bundan ayrı olarak kitaplarda yazılmıştır ki onu harf harf ve tüm harekelerini saymışlar, yazı tipini ve başka konularını dikkatlice tanzim etmişlerdir. Öyle ki güçlü bir zan, hatta yakini bir ilimle onda hiçbir eksilme ve çoğalmanın yol bulmadığı sabit olmuştur. [5]
8. Şeyh Cafer Kaşifu’l Gıta (1228) şöyle yazmaktadır:
Kur’an’ın sureler ve ayetlerinde ister “bismillah”ında isterse de başka kelime ve harflerinde olsun hiçbir fazlalaşma olmamıştır… aynı şekilde artmadan da mahfuzdur, zira Allah, onun koruyucu ve bekçisidir. Kur’an ve ulamanın tüm zamanlardaki açık ‘icma’sı da bu yöndedir… Kur’an’ın eksildiği yönündeki birkaç rivayetin doğru olmadığı bedihi ve açıktır. Ona amel edilmesi söz konusu değildir… onları tevil etmek ve yorumlamak gerekir. [6]
Burada bu sekiz büyük alimin sözleriyle yetiniyoruz. Bu konuda detaylara girmek ve ilk dönemlerden çağımıza kadarki büyük ulemaların sözlerini aktarmak ayrı bir kitabı yazmayı gerektirmektedir.
Ayetullah Cafer Subhani
ABNA.İR
--------------------------------------------------------------------------------
[1] -El-İtikadat, s. 93 ve 94.
[2] -Tibyan, c. 1, s. 3, Necef baskısı.
[3] -Mecmeu’l Beyan, c. 1, s. 15, Fenn-u Hamis (Tefsirin mukaddimesi).
[4] -Ecvibetu’l Mesailu’l Mihneviyye, Mesele. 13, s. 121.
[5] -Mecmeu’l Kaide, c. 2, s. 218.
[6] -Keşfu’l Gıta, Kitabu’l Kur’an min kitab-i salat, el-Mebhesu’s Sabi ve’s Samin, s. 298 ve 299.
İslam Cumhuriyeti Bölgesel Hedeflerine Yaklaştı Yazdır
İslam İnkılabı Rehberi İmam Seyyid Ali Hamenei bugün İslam Cumhuriyeti Deniz Kuvvetleri komutanı ve yüksek düzeydeki yetkililerini kabulü sırasında yaptığı konuşmada İran İslam Cumhuriyeti'nin uzun erimdeki hedefleri ve İslam nizamının bu hedefler yolunda birbiri ardı sıra elde ettiği başarılara işaretle bölgede ve dünya çapındaki gelişmelere bakıldığında İslam Cumhuriyeti'nin bu olaylardaki üstün elinin açıkça görüldüğünü söyledi.
İslam Cumhuriyeti aleyhindeki sansasyonların, kazanılan bu başarılar yüzünden oluştuğunu hatırlatan İmam Hamenei şöyle konuştu: ‘Batı'lılar ve İslam Cumhuriyeti'nin Ortadoğu'daki siyasetleri kıyaslandığında, İslam Cumhuriyeti'nin bölgesel hedeflerine daha bir yaklaşmış olduğu gözlemlenecektir. Allah'ın izni ve coşku, çaba ve inançlı davranışlar sayesinde engeller aşılacak ve gereken ilerleme sağlanacaktır.'
İslam İnkılabı Rehberi, Deniz Kuvvetleri Günü münasebetiyle gerçekleştirilen bu görüşmede ayrıca İran sahilleri ve özellikle de Umman Denizi sahillerinin büyük bir milli servet olduğunu belirtti ve hükümet ile diğer ilgili yetkililerin deniz bölgelerine stratejik bakışı sayesinde bu bölgelerin İslam Cumhuriyeti için büyük bir potansiyel oluşturacağını ifade etti.
İmam Hamaney’in açıklamalarında kame vurmanın şeriata aykırılığı
Haram ve sakıncalı işlerden sakınmanın zamanı gelmedi mi?
İmam Hamaney’in açıklamalarında kame vurmanın şeriata aykırılığı
Son üç dört yıl içinde Muharrem ayı yas merasimleriyle ilgili olarak bazı gizli eller hatalı ve yanlış şeyleri toplumumuzda yaydılar, bu durumdan dolayı ben çok üzgünüm... Örneğin önceki yıllarda sıradan halk arasından bazıları yas ve matem günleri bedenlerini kilitliyorlardı! Elbette bir müddet sonra ulema ve kanaat önderleri bu işi yasakladılar ve bu yanlış gelenek ortadan kaldırıldı… Kame vurmak (kılıç, hançer ve benzeri şeylerle başın üst kısmına vurarak yaralamak) olayı da bu işlerdendir. Hilaf ve aykırı işlerdendir.[1]
İmam Hamaney’in açıklamalarında kame vurmanın şeriata aykırılığı
1. Kame vurmanın mahiyeti
a) Uydurma ve birileri tarafından icat edilen bir şey
Kame vurma, uydurma geleneklerdendir. Dinle alakası olmayan işlerdendir ve hiç şek yok ki Allah bu işin yapılmasından razı değildir.[1]
b) Bu işin bidat olması
Ben gerçekten çok düşündüm ve gördüm ki kesinlikle hilaf ve bidat olan bu konuyu –Kame vurmayı- değerli halkıma söylemeliyim ki ben bu işten razı değilim.[2]
c) Şia mezhebinin aşağılanma ve hakarete uğrama sembolü
Ben halkın şehitlerin efendisi Hz. Ebu Abdullah Hüseyin’e (a.s) olan ihlâs ve muhabbetinin dünya halkları arasındaki konuşmalarda nasıl cefa edildiğini görmekteyim… Hiçbir dini temeli olmayan bazı amellerin kötü niyetli düşmanların ellerine nasıl bahane verildiğini ve bunun vesilesiyle – Allah’a sığınırım- İslam ve Şia mektebini hurafe bir mektep olarak tanıttıklarına şahit olmaktayım.[3]
d) Yas meclislerinin mısdak ve sembolü olmayan kame vurmanın hurafe olması
Bir grup kişinin ellerine kame alarak başlarına vurması ve kanlarını akıtması çok yanlış bir iştir. Bu işleri ne için yapmaktadırlar? Bu hareketin neresinde yas ve matem var? Elbette ellerle başlara vurmak bir çeşit yastır. Sizler defalarca görmüşsünüzdür ki bir kimsenin başına bir musibet gelirse başına ve sinesine vurur. Bu normal bir yas meclisinin nişanesidir. Ama sizler şu ana kadar bir kimsenin en yakınının başına gelen bir musibetten dolayı eline kılıç alıp başına vurarak başından kanlar akıttığını gördünüz mü? Bu işin neresi yastır?![4]
2- Kame vurmanın eser ve kötü yansımaları
a) Şia çehresinin karalanması
İslam toplumunun seçkin fertleri yani; Ehl-i Beyt (a.s) muhipleri toplumu ki Veliyi Asr İmam Zaman (ruhlarımız ona feda olsun) adıyla, İmam Hüseyin (a.s) adıyla ve Emire’l Mümininin (a.s) adıyla iftihar eden bizler, dünya Müslümanları ve gayri Müslimler arasında karalanmamıza, mantıksız hurafe sahibi kişiler olarak tanıtılmamıza sebep olan işlerden kaçınmalıyız.[5]
b) Kame vurmanın düşmanlar tarafından Şia aleyhindeki propagandalarda kullanılması
Hz. Zehra’nın (s.a) ciğer paresi için yapılan yas meclislerinin mutaassıp, sömürgeci şeytani düşmanlar tarafından nasıl kötü bir tebliğinin yapıldığını görmekteyim. Hiçbir dini temeli olmayan bazı amellerin kötü niyetli düşmanların ellerine nasıl bahane verildiğini ve bunun vesilesiyle – Allah’a sığınırım- İslam ve Şia mektebini hurafe bir mektep olarak tanıttıklarına ve aynı şekilde İran İslam Cumhuriyetine olan kin ve düşmanlıklarını bu şekilde aşikâr ettiklerini müşahede etmekteyim.[6]
Komünist Rusların alt kademelerde bulunan ellerinin altındakilere emirleri; Müslümanların namaz kılmamaları, cemaat namazı teşkile etmemeleri, Kur’an okumamaları, yas meclisleri tutmamaları ve hiçbir dini faaliyetlerde bulunmamalarıydı, sadece kame vurmalarına izin verilmişti! Neden? Çünkü kame vurmak onlar için din ve Şia’nın aleyhine kullanacakları güzel bir araçtı. Her nerede hurafe olursa orada halis din kötü nam sahibi olur.[7]
c) Şia mektebinin korunması için geçmişteki büyüklerin fedakârlıklarının zayi olması
Muhip ve halis Şii ki Aşura günü başına ve yüzüne kamelerle vurmaktalar, hatta en küçük çocuklarını bile kanlara bulamaktadırlar, acaba bu kişiler bu amellerinden dolayı İslam ve Şia mektebini karalamak için can atan ayıp peşinde koşan binlerce kötü amaçlı kişilerin ellerine düşmanlıklar için bahane verdiklerinden dolayı razı olurlar mı? Acaba bu amelleriyle on binlerce gönüllü âşığın İslam ve Şia mektebine izzet kazandırmak için akıttıkları kanlarını zayi mi etmek istiyorlar?[8]
3- Kame vurmakla mücadelenin zorunluluğu
Biliyorum ki bir grup çıkıp şöyle diyecek: “Falan kişinin (yani rehber) kame adını anmaması haktı.” Ve “Neden kame vuranlara karışıyorsunuz? Birileri vuruyor, bırakın vursunlar.” Hayır, bu yanlış iş karşısında sessiz kalınamaz. Eğer savaştan (İran- Irak savaşı kastedilmektedir) üç dört yıl sonra toplumda yaygınlaştırılan bu kame vurmayı imam Humeyni döneminde yaygınlaştırsaydılar kesinlikle imam onların karşısında dururdu.[9]
a) Kame vurmanın yayılmasına sebep olan etkenlere teveccüh
Bu iş kesinlikle aykırı bir iştir. İmam Hüseyin (a.s) buna razı değildir. Bilmiyorum hangi yöntemle ve nereden bu şaşırtıcı ve aykırı bidatları İslam toplumuna sokmaktalar?[10]
b) Geçmiş ulemaların bu işe karşı çıkmamalarının sebebi
Geçmiş ulemaların elleri bağlıydı. bu işin yanlış ve aykırı bir iş olduğunu diyemiyorlardı. Bugün İslam’ın hâkimiyeti ve İslam’ın şahlanışının günüdür.[11]
c) Kame vurmanın sosyal zararlarının önceliği vardır
Geçmiş ulemaların bazılarından nakledilen şey; eğer bu işin zararı olmazsa yapılabilir olduğudur. Acaba dünya insanlarının düşüncesinde Şia’yı küçük düşürmek zarar değil midir? Acaba Şiaların Peygamberin (s.a.a) mazlum ailesine karşı besledikleri aşk ve muhabbeti ve özellikle onların şehitlerin efendisi olan İmam Hüseyin’e olan hadsiz hesapsız ilgilerini kötü göstermek zarar değil midir? Hangi zarar bundan daha büyüktür?[12]
d) Kame vurmanın Günümüzde tezahür bulması ve umumileşmesi
Eğer bir kimse kame vurmak için tezahür ederse ben kalben ondan razı değilim!!![13]
Eğer kame vurmak kapalı kapılar ardında gizli bir şekilde ferdi olarak gerçekleşse, haram olan zarar ölçüsü sadece bedene zarar vermesiyle sınırlı kalır, (yani bedene zarar verildiği için haramdır aleni yapılmasa bile.) ancak bu işi gözler önünde, kameralar karşısında, düşman ve yabancıların karşısında ve hatta kendi gençlerimizin gözleri önünde yaptığımız da işte o vakit haram olan zarar ölçüsü sadece cismi ve ferdi olarak sınırlı kalmaz bilakis İslam ve Şia’nın yüzünün suyunu dökmekle ilintili olarak büyük propaganda zararıyla da karşı karşıya kalınmış olunur. Bugün bu zarar çok büyük ve kırıcıdır, bundan dolayı aleni bir biçimde tezahür ederek kame vurmak haram ve yasaktır. (yani iki haram söz konusudur; bir bedene zarar verme, iki aleni yapıldığından dolayı mektebe ve İslam’a zarar verme haramı -tabi ki ikincisi son derece tehlikeli ve sakıncalıdır-)[14]
Bir zamanlar aleni bir biçimde kame vurma hakkında bazı açıklamalar yapmıştım. Köşe bucaktan bazı sesler yükselmiş bunun İmam Hüseyin’in (a.s) yas ve matemine muhalif olduğu açıklamalarında bulunmuşlardı. Hayır asla! Bu yas ve matemin hilafına bir durum değildir, bilakis İmam Hüseyin’in (a.s) yas meclislerinin zayi olmasına muhalefettir.
5. Kame vurmanın tezahür edilmesinin haram olmasının ilan edilmesine tepkiler
Bize göre kame vurmak kesin olarak şeriata aykırıydı ve aykırıdır. Bunu biz ilan ettik ve büyüklerde bunu himaye ettiler...[15]
ABNA.İR
[1] - Aynı toplantıdaki açıklamaları
[2] - Aynı toplantıdaki açıklamaları
[3] - Erdebil Cuma imamı hüccetü’l İslam ve’l Müslim’in Meruc’un yazdığı mektuba cevabı. 03.27.1378 (1999)
[4] - “Kehgiluye ve buvey Ahmet” şehri ulemasını kabul ettiğinde yaptığı açıklamalar Muharrem ayı öncesi 3.17.1373 (1994)
[5] - Aynı toplantıdaki açıklamaları
[6] - Erdebil Cuma imamı hüccetü’l İslam ve’l Müslim’in Meruc’un yazdığı mektuba cevabı. 03.27.1378 (1999)
[7] - Mukaddes Meşhed kentinde İmam Rıza’nın (a.s) türbesinin imam Humeyni sehninde büyük bir halk kitlesine yaptığı konuşmada. 01.01.1376 (1997)
[8] - “Kehgiluye ve buvey Ahmet” şehri ulemasını kabul ettiğinde yaptığı açıklamalar Muharrem ayı öncesi 3.17.1373 (1994)
[9] - Kehgiluye ve buvey Ahmet” şehri ulemasını kabul ettiğinde yaptığı açıklamalar Muharrem ayı öncesi 3.17.1373 (1994)
[10] - Aynı toplantıdaki açıklamaları
[11] - Aynı toplantıdaki açıklamaları
[12] - İmam Hamaney’in Erdebil Cuma imamı hüccetü’l İslam ve’l Müslim’in Meruc’un yazdığı mektuba cevabı. 03.27.1378 (1999)
[13] -“Kehgiluye ve buvey Ahmet” şehri ulemasını kabul ettiğinde yaptığı açıklamalar Muharrem ayı öncesi 3.17.1373 (1994)
[14] - Aynı toplantıdaki açıklamaları
[15] - Kum halkını kabul ettiğinde yaptığı konuşmalar. 10.19.1386 (2007)
"Müslümanlar arasında stratejik birlik ve dayanışma sağlanması çabasındayız"
İran İslami Şura Meclisi Başkanı Ali Laricani, İslami İran'ın dünya Müslümanları içerisinde stratejik birlik ve dayanışma sağlanması yönünde çaba harcadığını bildirdi.
Dün Irak'ta Yüksek İslam Meclisi üyeleri grubuna hitaben konuşan İran İslami Şura Meclisi Başkanı Ali Laricani, Şii ve Sünniler arasında çıkacak anlaşmazlık ve ihtilafın İslam alemi için hiçbir yararının olmadığını ve Siyonistlerin menfaatine tamamlandığını söyledi.
İran İslami Şura Meclisi Başkanı bölgedeki son gelişmelerin demokrasi doğrultusunda müsbet gelişmeler niteleyerek, bölgedeki mücahit güçlerin güçlü bir kapasiteye sahip olduklarını ve özellikle Lübnan, Filistin ve Irak'ta bu kapasitenin açık bir şekilde müşahede edilmekte olduğunu söyledi.
Siyonist İsrail rejiminin 8 günlük savaşta yenilgiye uğramasına da değinen Laricani, münzevi edilmiş bu rejimin artık kendi varlığını kaybetmek üzere olduğunu, nitekim ona böyle bir ortamdan kendini kurtarma fırsatının artık verilmemesi gerektiğini söyledi.
RAST HABER
Zaman Gazetesinin Muharram Yazısına Cevap
Bismihi Teala
Sayın Ahmet Şahin!
Selamun aleykum,
21.11.2012 tarihli Muharrem ayı aşure tatlısı ve orucu üzerine… Zaman Gazetesindenki yazınızı okudum. Yazınızın son bölümünde Hz. Hüseyin’in şehit edilişinden dolayı kalben acı duymakla birlikte matem tutmadığınızı ve bu olayları yeniden gündeme getirmeği uygun bulmadığınızı ifade etmişsiniz ve şöyle demişsiniz:
Hazret-i Resulullah’ın aziz Ehl-i Beyti’nin yetmiş iki eşsiz mensubu da Aşure Günü’nde Kerbela’da şehit edilmiştir. Bu elim olay da mübarek Aşure Günü’nü, gönül yakıcı, vicdan sızlatıcı ıstırap günümüz haline dönüştürmüştür.
Biz matem tutmayız ama bu can yakıp ciğer sızlatan olayın acısını da vicdanımızın derinliklerinde olanca acılığıyla hep hissederiz.. İslam büyükleri, tarihte sahabeler arasında yaşanmış Cemel, Sıffin ve Kerbela gibi elem ve ızdırap verici olayları enine boyuna yeniden gündeme taşıyıp da zihinlerde bir kargaşa meydana getirmeyi uygun bulmamışlar…
İlk müceddit Ömer bin Abdulaziz gibi büyük bir zat ise bu konuda hepimize ölçü olan sözünü şöyle söylemiştir:
-Allah bizim elimizi o kanlı olaylardan -Allah bizim elimizi o kanlı olaylardan temiz tuttu, biz de dilimizi temiz tutar, ileri geri konuşarak zihinleri karıştırmaktan uzak kalırız. Takdir, elbette düşünen insanlara aittir.”
Bu yazıyı okuduktan sonra aşağıdaki hususlara dikkatinizi çekmenin yararlı olduğunu düşündüm.
Birincisi, açıktır ki bir mümin, her konunda olduğu gibi bu konuda da Ömer b. Abdu’laziz’in ahlakı tavsiyelerinden önce Resulullah (s.a.a)’ın tavsiye ve emirlerini önem vermesi gerekir.
Resulullah’ın (s.a.a) bu konuda bir tavsiyesi mi var diyeceksiniz? Evet, konu dikkatle incelendiğinde Resulullah’ın bu konuda tavsiyesinin olduğu anlaşılır.
Bu tavsiyeler şu şekilde açıklanır:
Resulullah s.a şöyle buyurdu:
“İman’ın en sağlam kulpu Allah için sevmek ve Allah için düşman olmaktır. Allah için dostluk ve Allah için buğzetmektir.” (Sahih-i Cami’ Hadis: 2539 El-Bani bu hadisin senedinin sahih olduğunu söylemiştir.)
Buna göre imanın bir parçası hatta en sağlam kulpu olan Allah için sevmek ve Allah için düşman olmak ilkesi çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir, basit ve sıradan bir konu olarak değil.
Ve şu da kesindir ki Allah ve Peygamber’in sevgisinden sonra en çok tavsiye edilen sevgi Hz. Hasan ve Hüseyin ve diğer Ehl-i Beyt’in sevgisidir. Peygamber Ehl-i Beyt’in sevgisini ve onlara buğz edenlerle buğz etmeyi emretmiştir.
Resulullah buyurmuştur ki:
“Hüseyin bendendir ve ben de Hüseyin’denim. Allah Hüseyin’i seveni sever.” (İbn-i Mace: 1: 29 Hakim: 3: 149 hadisi sahih bilmiştir)
Basıt düşünceli bir kimse, bu sözü Peygamber’in akraba hissine kapılarak söylediği düşünebilir ve hislerden kaynaklanan bir istek olduğnu söyleyebilir. Bu tür bir düşünce imanla çelişen bir görüş olduğu ortada olmasının yanı sıra onu çürüten bir çok delil vardır. Bunlar arasında Resulullah’tan gelen şu sahih hadisleri gelir:
“Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendileridirler.” (Sünen-i Tirmizi Hadis 3768:)
Bu hadis onların Allah katındaki makamlarının ne denli yüksek olduğunu bildirmektetir.
Hz. Hüseyin Ehl-i Beyt’tendir ve bu konuda bir terddüt de söz konusu değildir. Yüce Allah Ehl-i Beyt hakkında buyuruyor ki:
“...Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”
Müslim Sahih'inde, Hâkim Müstedrek'inde, Beyhakî es-Sünenü'l-Kubra'sında ve Taberî, İbn-i Kesir ve Suyutî tefsirlerinde nakletmektedirler ki (metin Sahih-i Müslim'e aittir):
"Bir gün Allah Resulü (s.a.a) sırtında siyah keçi kılından örülmüş, desenli bir aba ile dışarı çıktı. Önce Hasan geldi, onu abasının altına aldı; sonra Hüseyin geldi, onu da abasının altına aldı; daha sonra Fatıma geldi ve abanın altına girdi; daha sonra da Ali geldi, onu da diğerleriyle birlikte abanın altına aldı ve şöyle buyurdu: "Kuşkusuz Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor." (Müslim, Sahih, Ehl-i Beyt'in Faziletleri Babı, c.7, s.130)
Hakim Nişaburi’nin Muslim’in şartına göre sahih bildiği hadiste Resulullah şöyle buyurmuş:
“Ehl-i Beyt’im Nuh’un gemisi gibidir kim o gemiye bindiyse kurtuldu ve kim uzak durduysa helak oldu.” (El-Müstedrek c. 2 s. 373)
Yine Muslim nakleder ki Resulullah şöyle buyurdu:
“Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icabet etmem yaklaşıyor. Ben size iki ağır emanet bırakıyorum. Bunların birincisi Allah'ın Kitabı'dır, onda mutlak hidayet ve nur vardır. Öyleyse sizler Allah'ın kitabına tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız, buyurdu. Böylece Allah'ın kitabına teşvik edip gönülleri ona rağbet ettirdi. Sonra da şöyle dedi. Diğeri de Ehl-i Beytimdir, ben Ehl-i Beytim hakkında sizlere Allah'ı hatırlatıyorum.” (Sahih-i Muslim, Fadailu's-Sahabe bölümü)
Bütün bunları nakletmekten maksadımız iki şeyin açıklık kazanmasıdır
1- Hz. Hüseyin’i sevmemiz Peygamber’in emriyle sabit olan bir vazifedir.
2- Bu vazife sırf hislerden kaynaklanan geçici bir emir ve tavsiye değildir.
Bu sevginin farz olduğu açıklık kazandıktan sonra şu soru söz konusu olur: Eğer gerçek anlamda Hz. Hüseyin’in sevgisi kalbe yerleşirse nasıl onun susuz halde evlatlarından ve yakınlarından 72 iki kişi ile birlikte şehit edilişi kalbi titretmez ve eğer kalp acırsa nasıl gözden yaşlar akmaz? Nasıl bir mümin bu acıları anarak matem ve yas tutmaz?
Nasıl Resulullah’ın göz nuru şehit edilip ciğeri parelenen böyle bir günde bayram havası yaşanır ve tatlılar sarfedilir, kutlanır?
Bu Emeviler’den kalma bir kutlama değil midir? Emeviler bu işlerini meşru göstermek ve Hüseyin hakkında işledikleri cinayeti unutturmak için elbette hadisler uydurmuş ve bu günü kutlu bir gün olarak göstermeye çalışmışlardır.
Acaba bizim çocuğumuz ve babamız hakkında böyle bir cinayet işlenseydi onu görmezlikten gelir ve haklı ve haksız araştırmasına gitmeden unutmaya mı çalışırdık? Oysa ki Resulullah’ı ve onun Ehl-i Beyt’ini kendi babamızdan ve ailemizden daha fazla sevmekle yükümlüyüz?
Hayatları ve din yolundaki fedakarlıkları gündeme gelmeden ve onların dinin tahrifine karşı çabaları bilinmeden, düşmanlarının kim olduğu açıklanmadan gerçek manada sevilmeleri nasıl mümkün olur? İnsan bilmediği tanımadığı bir şeyi nasıl sevebilir? Ya da körkörüne sevgiden ne fayda umar?
Acaba Hz. Peygamber’in sürekli Hz. Hüseyin’in sevgisi üzerinde durması körkörüne bir sevgi için midir yoksa onların hayatlarının örnek alınması için mi?
Eğer sahabileri korumak onları sevmek de bir emirdir denirse cevabı açıktır. Hiçbir şer’i delil sahabilerin muhabbetini Ehl-i Beyt sevgisi düzeyine çıkarmamış ve onları Kur’an gibi ölçü göstermemiştir. Sahabileri sevmek hakkında eğer bir delil varsa bu sürekli belli şartlar çerçevesindedir mutlak değildir. Oysaki Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt hakkındaki sevgi ve bağlılık onların düşmanlarından uzak durmak mutlak bir emirdir. Yüce Allah buyuruyor ki “Allah, bir kişinin içinde iki kalp var etmemiştir...”
Eğer Allah ifk olayında “O büyük yalanı uyduranlar sizden bir topluluktur.” (Nur: 11)” buyurarak sahibilerden bir kısmını şiddetle kınamış veya “Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın.” (Hucurat: 6) buyurarak sahibiler arasında fasık olduğunu bildiryorsa ve fasıklardan uzak durmamızı açıkça emrediyorsa bu emirlere karşı biz sahabilerin tümünü seviyoruz dememiz dini emirlerden uzak durmaktır. Evet, sahabi olmak bir fazilettir ama kötülüklerden uzak durmak kaydıyla. İşte bu Kur’an mantığıdır.
İkincisi Ehl-i Beyt’in Kur’an gibi bir ölçü olduğu yukarıda Muslim’den ve diğer kaynaklardan verdiğimiz sahih hadislerde açıklanmıştır. Bu yüzden Ehl-i Beyt’e karşı zulüm ve ihaneti görmezlikten gelmek ölçülere karşı duyarsızlık ve o ölçülerin bizim hayatımızda ölçü olmaktan çıktığı anlamına gelmez mi? Yani Hz. Hüseyin, hak yolu tanımakta, hak yolu korumakta nasıl davranılması gerektiği konusunda bir örnek olmaktan uzaklaştırılmış olur. Oysa Allah ve Resulü onların bizim hayatımızda bir örnek olmalarını bir ölçü olmalarını istemişlerdir. Ama Hz. Hüseyin’in niçin kıyam ettiğini ve neyin uğrunda şehit olduğunu ve kimler tarafından hangi iğernç dünyevi hedefler uğruna şehit edildiği açıklanırsa bu mümine basiret ve bilinç verir ve ona dine darbe vurmak isteyenlere karşı nasıl direnmesi gerektiğini öğretir.
Son olarak şu noktaya dikkat etmek gerekir ki dini çelişkiler yumağı gibi göstermek yerine Emevi zihniyetle şekillenen ve sağlam temellerle çelişen anlayışlar üzerinde düşünmek ve doğruyu bulmak gerekir.
Murtaza Turabi - Kum İlim Havzası
Muharrem 1434
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
00989127588977
Hüseyni Kıyam: Kerbela
Fitne kalmayıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.
’Fitne kalmayıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık düşmanlık sadece zalimlere karşıdır.’’2/19
İmam Huseyin’in kıyamının felsefesini yukarıdaki ayeti celile üç ana ilkede beyan eder: Başta beşeriyetin hayatını felç eden fitnenin kaldırılması ve dinin halisane olarak Allah’a ait olması, ikinci ilke şirk ve putperestliğe son verilmesi, üçüncü ilke zulmün ve sitemin önlenmesi. Bu ilkeler esas alınarak kıyamın felsefesine bu açıdan bakmak gerekir. Zira Yezid bin Muaviye dini mübini İslam adına,şeytani ve nefsani arzuların yönünde zülüm ve sitemle dolu saltanatını korumaya ve yaşatmaya başlar. Hayasızca ve pervasızca dini mübini islamı hedef alan Yezid bin Muaviye; Muhammedi İslam’ın kapısını kapatarak yeni bir saltanat dininin kapısını açar.
Yüce İslam peygamberinin vefatından sonra yavaş yavaş renk değiştirmeye başlayan İslam ümmetinin idari mekanizması, fitne ve fesadın Müslümanlar arasında yer etmesine zemin hazırlamaya başlamış olur. Kanser gibi İslam ümmetinin bedenine yayılmaya başlayan fitne ve fesat, Yezid bin Muaviye zamanında çok net ve açık bir şekilde kendini göstermiş olur.
Yezid bin Muaviye şirki, zulmü ve fitneyi İslam’la birbirine karıştırarak Muhammed-i (s.a.a) İslam’ın dışında yeni bir İslam’i anlayışı zorla İslam ümmetine kabul ettirmeye başlar; fakat yezidi din anlayışına karşı duracak olan imamet ve velayet ile görevli olan imam Huseyni çok iyi tanıdığı için vakit kayıp etmeden Medine valisine bir mektup yazarak, imamın ya biat etmesini veya öldürülmesini Medine valisinden ister. Medine valisi Yezid bin Muaviye’nin emrini yerine getirmek için imam Huseynin Yezide biat etmesini ister ve dayatır. Valinin bu ısrarlı tutumunun Medine’yi münevvere’de savaşın çıkmasına işaret etmekte olduğunu imam fark eder. Zira hedef Resul-i Ekrem’in isminin ezan ve şahadetten çıkarmaktır. Medine’de savaşın çıkması ile de bu iş kolaylaşacaktır.
Bunu çok iyi bilen imam; Medine’yi terk etme ve Mekke’ye gitme kararını alır ve hazırlıklarının yapılmasını ister ve yaranlarıyla birlikte Mekke’ye doğru hareket eder. Nihayet Mekke’ye kavuşur. Mekke’de bir müddet ikamet ettikten sonra Hacc mevsimi gelir, gelen hacılar imamı derin bir saygı, sevgi, muhabbet ve aşkla onu ziyaret etmiş olurlar. İmama duyulan bu ilgi Yezidin avaneleri tarafından Yezid’e haber verilir; Yezid haberi alır almaz Mekke valisine bir mektup yazarak, İmam Huseyn’i biata davet etmesini ister. Yezidin bu mektubu üzerine Mekke valisi imamı biata ve teslim olmaya zorlar, hacılar zalimlerin bu zulmüne karşı sessiz kalırlar. İmam ise Haccı yarıda bırakıp zulmün, fitnenin ve şirkin karşısında kıyam etme ve dini mübini İslam’ı koruma ve savunma kararını alır. Harem bölgesi olan Mekke’de kan dökülmemesi için daha önceden kendisini davet eden Kufe’lilerin mektubu üzere Kufe’ye doğru hareket eder. Ancak imam Kufelilerin verdikleri sözden döndüklerini duyunca Kerbela bölgesine geldiğinde oradan bir arazi satın alır, özgür ve bağımsız bir arazi üzerinde çadırlarını kurar ve ceddi Muhammed’in (s.a.a) dinini burada koruma ve şirk, zulüm ve fitneye karşı buradan mücadele etme kararını alır. İmam Huseyin bu eylemiyle ceddi Muhammed’in (s.a.a) çizmiş olduğu Hakk ve Batılçizgisini yeniden çizerek hakla batılı birbirinden ayırır.Artık Hakk’ın cephesi Huseyin bin Ali’nin durduğu cephe, batılın cephesi ise Yezid bin Muaviye’nin durmuş olduğu cephe net bir şekilde birbirinden ayrılır ve saflar belirlenmiş olur. Artık zulme, şirke ve fitne fesada dayalı bir din anlayışı olan Yezidi din anlayışıyla vahyi ve Muhammedi (s.a.a) bir din anlayışı olan Huseyni çizgi günümüze kadar devam ederek gelmiş olur ve bugün İmam Humeyni’nin yeniden çizdiği Huseyni mektebin çizgisi, İmam Hamaney tarafından devam ettirilmekte ve her iki anlayış da yaşanmakta ve kıyasıya birbiriyle mücadele verdikleri de müşahade edilmektedir.
Tarihi bir değerlendirme yapacak olursak imamın Yezid’e karşı kıyamının metninde üç şeyin yazılı olduğu görülmektedir. Fitnenin boy göstermesi, zulmün doruğa çıkması ve dini mübini İslam’ın saltanatın hizmetinde kullanılması; kıyam etmenin metnini tarihe yazmıştır. Tarihin acı hatıralarından biri olan o günde, Emevi hanedanı tüm İslam beldelerini ele geçirmiş ve hakla batılı da birbirine karıştırmış ve saltanatlarını ayakta tutabilmek için satın almış oldukları alimlerin, kabile reislerinin ve arap şeyhlerinin desteğini sağlamışlardır.
Bu acı manzara karşısında Hakk’ı batıldan ayıracak ve Hakk’ın bütün değerleriyle batılın karşısında mücadele edebilecek bağımsız ve özgür bir zemin üzerinde olacağını imam bildiği için, Kerbela’da arazi satın almış ve üzerinde çadırlarını kurarak Hakk’ın sesini yükseltmiş ve insanları hakk cephesinde yer almaları için davet ederek hüccetini tamamlamıştır. Artık Velayet ve İmameteksenli bir İslam devletinin olduğu tüm insanlara duyurulmuştu.
Ama ne yazık ki dünyaperestler ve zalimlerin zulmüne rıza gösterenler, hakk’ı açıkça gördükleri halde zalim ve cani Yezid’in yanında yer alarak, İmam Huseyn’in Kerbela’da satın aldığı arazi üzerinde kurmuş olduğu çekirdek İslam devletini güçlü bir orduyla muhasara ederler. Yezid bin Muaviye’nin ordu komutanı olan Ömer bin Sâ’d Fırat tarafını kontrol altına alır ve peygamber evlatlarını çölün yakıcı sıcaklığına mahküm eder ve onların Fırat’tansualabilmelerini engeller. Bu acı manzara karşısında imanları aşka dönüşmüş dilaver genç ve ihtiyarlar imamın etrafında yiğitçe bir tavır ortaya koyarak savaş hazırlığı yaparlar. Bu eylemleriyle tarihin sayfalarına yiğitliğin, fedakarlığın, i’sarın kahramanlık destanını yazarak, dini mübini İslam’ı kanlarıyla bize emanet ederler. Bu emaneti asrımızda imam Huseyn’in hedefini yüklenmiş ve omuzlarında taşıyan aziz rehberimiz Ali Hamaney üstlenmektedir ve tüm dünyanın muhasarasına rağmen yiğitçe bir duruş sergilemektedir. Bu duruşuyla dünyayı sömürmekte olan büyük şeytan Amerika’nın ve onun müttefiklerinin karşısında Muhammedi (s.a.a) dini koruyan Huseynin yiğit evladı Ali Hameney; artık şehid düşmeyecektir, belki büyük şeytan Amerika ve müttefiki olan ülkeler onun önünde diz çökecek ve yapmış oldukları muhasaradan dolayı özür dileyecekler. Zira “Ma ehli kufe nistim Ali tenha bemanet” (Biz ehli kufe değiliz ki Ali yalnız kalsın) sloganını tutanlar vardır. Şunu zalimler iyi bilsinler ki, hakikat mektebinin yiğit evlatları kerbela’dan almış oldukları sadakat ve fedakarlık dersiyle, bedenleriyle surlar oluşturarak düşmanın İslam ümmetinin beyni olan aziz rehberimize kem bir gözle bakmasına dahi musade etmiyeceklerdir ve etme cesaretini dahi kendilerinde bulamayacaklardır ve bugüne kadar yapmış olduklarında pişman olarak özür dileyeceklerdir.
Tarihe yeniden dönerek İmam Huseyn ve yaranlarından alacağımız ilhamla günümüzün Yezitleri karşısında nasıl bir kimlik ortaya koyacağımızı öğrenmiş olalım; Acaba oturup ağlasak mı? Yoksa sine döverek kendimizi rahatlatsak mı?
Yoksa; Kerbela yiğitleri gibi imamın etrafında birbirine kenetlenmiş yiğitler olarak cesurca düşman karşısında birbirine kenetlenmiş velayet ekseninde hareket mi edelim?
Yoksa sine dövülerek, Hüseyn’in aşkıyla göz yaşları dökülerek, zalimlere karşı ciddi bir duruşa hazır ve gözyaşlarımızın onların kararmış kalplerine hidayet nuru olabilecek bir hakikatı mı haykırarak hakka davet edelim? Yoksa Aşura’da yaş dökme ve sine dövme merasimlerinden sonra günün Yezitleriyle uyum içinde yaşamaya mı razı olalım? Yoksa Huseyn-i Aşura’yı kalplerde aşk haline getirerek, büyük şeytan Amerika’nın ve onun müttefiki olanların karşısında aziz rehberimizin saffında yer alarak yiğitçe bir duruş mu sergileyelim? Yoksa Huseyni kıyamı bütün değerlerimizden yani kabilevi, ırki ve coğrafi sınırları aşarak ümmet bilinci duygu ve isteği ile el ele tutuşarak mı anmalıyız? Yoksa ümmet bütünlüğünü bozacak söylem ve kavramlarla mı kıyamı anacağız? Yoksa ümmeti birbiriyle kucaklaştıracak ve ümmet bütünlüğünü sağlayacak söylem ve kavramlarla Huseyni aşurayı anacak mıyız? Bu makaleyi okuyacak olan kardeşlerimden bir isteğim var; herhangi bir yazı veya bir makale okunduğu zaman beğenildiğinde teşekkür edilir, beğenilmediğinde güzel ve ahlaklı bir dille yanlışlıklar düzeltilir; doğru, edebi ve edepli bir uslup ve yumuşak bir dille yanlışlığı ispatlayacak delille o yazıya yorum yapılır; zira günümüzde en çok ihtiyaç duyduğumuz konu vahtet ve birliği sağlamaktır.
Yeniden Kerbela’ya dönelim; Kerbela tarihinin bırakmış olduğu acı iz ve hatıraların sinemize akıtmış olduğu güçle, günün yezitlerine karşı Velayet-i Fakih çizgisinde hareket ederek, Muhammed-i İslamı (s.a.a) korumak, yaşamak ve yaşatmak için Mehdeviyet ordusunda bir asker olarak, Huseyn-i deftere kayıt yaptırmış bizler “Lebbeyk ya Hameney” feryadıyla aşuranın felsefesini yaşama ve yaşatma kararındayız.
Evet! Bizim ilhamımız, yiğitliğin, cesaretin, fedakarlığın, i’sarın, serden geçmenin, sabrın ve metanetin ilham kaynağı olan; Muhammed’in (s.a.a) torunu, Zehra ile Ali’nin oğlu ve cennet efendisi İmam Huseyn’in Kerbela’da kurduğu mektep’tir. İlahi aşkın, muhabbetin sevgi ve itaatın ilham kaynağı olan Ehl-i Beyt’in mektebi, tüm filamaları, ırki taasupları, batının ve bilhassa İngiliz ve Fransızların Lozan’da çizmiş oldukları çoğrafi sınırları kaldırarak mülkün Allah’a ait olduğunu ve hükmünde ilahi olacağını bize öğreten bir mekteptir. İzzet ve şerefle dolu bir mektebin dostlarına kazandırdığı değer bütün evrenden daha değerli ve kıymetlidir. Bu ilahi mektep öyle üstün değerlerle donatılmıştır ki yaratılmış olan evrende ona denk olabilecek hiç bir şey yoktur. Bu mektep öyle bir mekteptir ki, beşeriyetin kurtuluş gemisidir. O geminin kaptan kulesinde maneviyatın ve aşkın menba-ı olan imamı zaman ve onun nayibi olan Ayetullahul uzma Ali Hameney bulunmaktadır. Bu mektepten yapılan davet ise “Ya eyyuhellezine amenu” diyerek reng, ırk ve çoğrafi sınırları kaldırarak iman edenleri bu gemide toplar ve sonra “innemelmuminune ihvetün” diyerek tüm inanmışları Ehl-i Beyt mektebinin çatısı altında kardeş eder. Bugün bu gerçek, iletişim araçlarıyla dünya coğrafyasının üzerinde ve her yerinde Huseyni aşura kutlandığı muşahede edilmektedir; bu nedenle bu ilahi mektep hiç bir surette bir devlete, bir millete tahsis etmek doğru olmaz, zira bu ilahi mektep ilahi rahmet okyanusundan alemlere rahmet olarak gönderilen rahmet peygamberinin mektebidir.
Bu mektebi ihya eden ve yeniden gerçek çehresini beşeriyete yansıtan imam Huseyn’in, çizmiş olduğu hakk ve batıl cephesi çok net bir şekilde o gün ve bugün görülmektedir. O gün batıl cephesini temsil eden Yezid bin Muaviye idi, şimdi ise büyük şeytan Amerika ve onun müttefiki ve dostları olan ülkelerdir. Hakk’ın cephesini ise peygamberin soyundan Huseyn-i mektebin öz evladı olan Ayatullahul-uzma ve İslam ümmetinin rehberi Ali Hamaney ve onun müttefikleri ve dostları temsil etmekteler. Artık velayet ekseninde yer almış müminleri, ne düşmana korku vermeyen gözyaşları, ne de giymiş oldukları kara gömleklerle, ne de İslam ümmetinin vahdetini bozacak sözlerle artık aldatamazlar. Çünkü günümüzün Müslümanlarının ilham kaynağı ve beslendikleri yer velayet mektebi olduğu için, kuru kalabalıklara da pek önem vermezler, zira bu mektep aşk mektebidir hakk’a teslim olanlarla beraberdir.
Evet! Yine Kerbela’ya dönelim; İmam Huseyin; artık batıl cephesi olan Yezid ordusuna, hakk olan Muhammedi İslam’ı temsil eden Huseyin ve yaranlarının üzerine saldıracaklarını anlar ve atını ileri sürerek hücceti bir daha onlara tamamlamak için kendini tanıtır: “Ey Kufeliler! Ben Hz. Muhammed’in (s.a.a) torunu Zehra ile Ali’nin oğluyum. Ceddimin dinini korumak için sizin davetleriniz üzere buraya geldim, şimdi sizler Yezid’in yanında yer alarak beni öldürmek istiyorsunuz” diyerek uyarıda bulunur; ama ne yazık ki dünyaperestler yapmış oldukları daveti ve yazdıkları mektupları inkar ederler; imam tekrar hücceti tamamlamak için yazmış oldukları mektupları onlara ibraz eder ve sonra mektupları onların görebilecekleri bir şekilde yakar ve “Allah’ın laneti sizin üzerinize olsun” bedduasını yapar ve kendi tarafına geçer.
İmam gecenin karanlığı olunca yaranlarını ve dostlarını toplar ve onlara hitap eder, onların gecenin karanlığından istifade ederek gitmeleri için onların üzerindeki hakkını ve biatını kaldırdığını söyler; ama ölümü gözleriyle gördükleri halde imama sadakatlerini ve onu asla ve asla yalınız bırakmayacaklarını ilan ederek bey’atlarını yeniden tazelemiş olurlar.
Evet!Kerbela yiğitlerinin verdikleri bu mesajdan alacağımız ders, günümüzde muhasara edilmiş İslam Devletinin (İran İslam Cumhuriyeti) aziz rehberinin yanında yer alarak, aynı sadakat ile biatımızı yenileyerek saflarımızı sıklaştırmalıyız. Nihai hedefe doğru kışlamızda Veliyülemr’den gelecek emri beklemeliyiz.
Evet! Yine Kerbela: Savaş önce birebir yüzleşmeyle başlar. İmam şu ayetin metnine göre hareket eder ”Sevdiğinizi Allah yolunda harcamadıkça fazilet mertebesine ulaşamazsınız. Bununla beraber her ne infak ederseniz, Allah mutlaka onu bilir.”3/92
İmam peygambere çok benzeyen ve sevdikleri içinde en sevimli olan oğlu Ali Ekber’i kendi eliyle kuşatır ve düşman birliklerine doğru gönderir, bu dilaver genç ceddi Haydar’ın kullandığı kılıcın aynısını kullanarak düşman saflarına korkulu anlar yaşatır; ama yaralı ve susuzluktan ciğeri yanmış bir şekilde babasının yanına döner ve bir damla su ister, ama ne çare ki zalimler bir damla suyu peygamber evlatlarına reva görmemekte, İmam Huseyin peygambere benzeyen Ali Ekber’e kendisinin de sussuz olduğunu hisettirmek için sussuzluktan kurumuş ve ateş gibi yanan mübarek dudaklarını onun kana boyanmış gül yüzüne koyar ve ceddim sana su verecektir diyerek şehid olma müjdesini verir; Zeyneb çadırlardan hızla gelir kardeşi oğlunun kanlı bedenine sarılır ve ya Resulallah diyerek feryad eder.
Bu manzaradan ders alabilmek için imanın aşka dönüşmesi ve kalp aynasının temiz olması gerekir; zira bu sahnede gerçekleşmiş olan fedakarlığı akılla cevaplandırmak oldukça zordur, çünkü insan bu vadiye girerken kirli ayakkabılarını çıkarıp tertemiz bir aşkla yürüdüğü zaman, bu sahnede gerçekleşmiş olan hakikatten verilen dersi alabilir; yoksa gösteri yapmış olur bu zavallı insan, bugün ırkçı söylemlerle yaptıkları gibi !
BU DAVA AĞIRDIR
Susamış ciğeri yananlar gelsin Aşk ateşiyle yanıp kül olan gelsin
Bu dava ağırdır bilenler gelsin Hüseyn’in aşkıyla yananlar gelsin
Kur’an’i davayı bilenler gelsin Tevhide susamış aşıklar gelsin
Kıyamı izzet bilenler gelsin Hüseyn’in aşkıyla yananlar gelsin
Bu dava ağırdır çekenler gelsin Kalbinde hastalık olmayan gelsin
Resulü sevip can verenler gelsin Hüseyn’in aşkıyla yananlar gelsin
Hüseyn-i davayı bilenler gelsin Riyadan uzak salihler gelsin
İtaatı vacib bilenler gelsin Hüseyn’in aşkıyla yananlar gelsin
Bu davanın çilesini çekenler gelsin Kibirli olmayan sadıklar gelsin
Ateşten gömlek giyenler gelsin Hüseyn’in aşkıyla yananlar gelsin
Muhammed Avcı 01/12/2012
TAHA HABER